Geri

   

 

 

İleri

 

1 . Fasıl

3 - 1   Peygamberimizin Şerefli Sıfatları

Bâzı âlimler buyurmuşlardır ki: “Hak teâlâ hazretlerinin Resûlüllah Efendimizin şerefli cismini güzellik ve letafette beşer nev’inin ferdlerinden seçkin yarattığına itikad etmek o Hazret’e îman getirmenin tamam olmasının şartlanndandır.”

Rivâyet olunur ki, Hâlid bin Velîd (radıyallahü anh) bir zaman askeriyle Arap kabilelerinden bâzı kabilelere gitti. O kabilenin seyyidi olan kişi, Hâlid’e:

— Yâ Hâlid! Muhammed’in vasfını bize anlat, dedi.

Hâlid:

— Eğer tafsil etmemi (ayrıntılı anlatmamı) dilersen ben onu tafsil edemem, dedi.

O şahıs:

— Yâ Hâlid! İcmâl ile (özetle) anlat, dedi.

Hazret-i Hâlid:

— Resul, mürsil’in (peygamber, peygamber olarak gönderenin) kadrince olur, dedi.

Yâni: “Mürsil ki, Hak teâlâ hazretleridir, O’nun tarafını düşün ve ondan resûlünün şerefinin yüceliğini anlarsın,” demek olur.

Bundan anlaşıldığına göre o Hazret’in bütün güzellik ve iyiliklerinin mufassal olarak idrâk edilmesi kabil değilmiş.

İmâm-ı Kurtubî (Allah ona rahmet etsin) Kitâbü’ S'Salât’mda bâzı büyüklerden nakledip der ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin güzelliğinin tamamı bize zâhir olmamıştır. Eğer zâhir olsaydı ona bakmağa gözlerimiz dayanamazdı.”

Velhasıl mümkün olduğu kadar bir miktar hadîs ve tefsir İmâmlarından nakledelim.

Mübarek varlığı hakkında İmâm-ı Buhârî ve Müslim (Allah onlara rahmet etsin), Berâ’ hazretlerinden rivâyet etmişlerdir ki:

Resûlüllah Efendimiz hazretleri, veçhen ve hulkan insanların en güzeli idi,” diye buyurmuştur.

Hâsılı, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin mübarek yüzü ve diğer azaları bütün insanların yüzlerinden ve âzalarından güzeldi, demek olur.

İmâm-ı Tirmizî, İmâm-ı Ahmed, Beyhakî ve İbn-i Hibbânın (Allah onlara rahmet etsin) rivâyetlerinde Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)):

— Ben Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden daha güzel bir şey görmedim. Sanki mübarek yüzünden güneşin nuru akardı, diye buyurmuştur.

Yine İmâm-ı Tirmizî ve Beyhakî’nin rivâyetlerinde Ali (kerremallahü veçhe) hazretlerinden nakledilmiştir ki, Fahr-i Kâinat Efendimizin vasfından bahisle:

— Mübarek yüzü çok yuvarlak ve çok enli değildi. Biraz yuvarlaktı, diye buyurmuştur.

Bilindiği gibi güzellik ve hoşluk bu şekilde olur. Yüzün çok yuvarlak ve enli olması muteber değildir. Alimler, bu hususta seçkin sahâbelerden kiminin güneşe ve kiminin aya benzettiklerini nakil buyurmuşlardır. Maksatlarının güzellik ve hoşlukta mükemmellikle vasıflandırmak olduğu açıktır.

İmâm-ı Müslim’in (Allah ona rahmet etsin) Ebû Tufeyl’den (radıyallahü anh) naklinde bildirdiğine göre ona:

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin vasfını anlat, dediler.

O da:

— Ak benizli, melîhü’l-vech (güzel ve sevimli yüzlü) idi, diye buyurdu.

İmâm-ı Buhârî (Allah rahmet etsin) Kâ’b bin Mâlik (radıyallahü anh) Hazrenlerinden şöyle rivâyet etmiştir ki: “Resûlüllah Efendimiz sevindiği zaman mübarek yüzü ay parçası gibi nurlanırdı ve sevinci mübarek alnında zâhir olurdu,” demiştir.

Gözlerinin ve Görüşünün Vasfı:

Mübarek gözlerinin vasfı hakkında Hak teâlâ hazretleri:

“Mâ zâğa’l-basaru ve mâ tağâ — Gözü şaşırmadı ve haddi aşmadı.” (Necın sûresi: 53/17) buyurmuştur.

Kaadî (Allah rahmet etsin) der ki: “Mânası, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin mübarek gözü gördüğü nesneden ayrılmadı ve onu tecavüz etmedi. Belki sahih isbat ile isbat etti. Bâki olmayı isteyici olduğu halde, demektir.”

Hulâsası şudur ki, Hak teâlâ hazretleri nereye nazar etmesini buyurdu ise şerefli emri üzerine oradan gözünü ayırmadı, demek olur.

İmâm-ı Buhârî’nin (Allah ona rahmet etsin) naklinde İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) Hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretleri gündüz nasıl görürse gece karanlığında da öyle görürdü, “diye buyurmuştur.

Aişe-i Sıddîka (radıyallahü anhâ) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: “Resûlüllah Efendimiz aydınlıkta nasıl görürse karanlıkta da öyle görürdü,” diye buyurmuştur.

İmâm-ı Buhârî ve Müslim’in Ebû Hüreyre hazretlerinden rivâyet ettikleri hadis-i şerifte gelmiştir ki, Fahr-i Âlem hazretleri ashâbına:

“Vallahi sizin rükûunuz ve sücudunuz benden gizli kalmaz. Hiç şüphesiz ben sizi önümden ve arkamdan görürüm,” diye buyurmuştur.

Yine İmâm-ı Müslim (Allah ona rahmet etsin) Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) Hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki, bir gün âlemlerin hocası Efendimiz hazretleri:

“Ey Âdemoğulları! Elbette ben sizin İmâmınızım. O halde rükû ve sücûdu benden önce etmeyin. Hiç şüphesiz sizin öyle ettiğiniz bana malûm olur. Çünkü ben sizi önümden de, arkamdan da görürüm,” diye buyurdu.

Hamîdî Müsned’inde ve İbn-i Münzir tefsirinde buyurmuştur ki, Mücâhid (radıyallahü anh):

“Ellezî yerâke hıyne tekûmü ve tekallübeke fi’s-sâcidîne — O, kalktığın ve secde edenler arasında dolaştığın zaman seni görüyor,” (Şûrâ sûresi: 42/218) âyet-i kerîmesinin tefsirinde buyurmuştur ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretleri önünde olanları gördüğü gibi arkasında olan safları da görürdü.” Bu hâlet Resûlüllah Efendimiz hazretleri hakkında alışılmışın ötesine geçen bir hususiyettir. Gözde görme sıfatını yaratan Cenâb-ı Allah başka uzuvlarda da yaratmaya kadirdir, diye buyurmuşlar ve bu hususta diğer bâzı görüşler de bildirerek sonunda: “Bu sıfatın Resûlüllah Efendimiz hazretlerine mahsus bir mûcize olduğunu isbat hususunda evlâ olan şudur ki, görmekten murad nazar âletine muhtaç olmadan idrâk etmektir,” demişlerdir. Allah en iyisini bilir.

Bâzı âlimler, bu rü’yetin kalb-i şeriflerinin rü’yeti olduğuna zâhib olmuşlardır. Bâzıları da, rü’yetten murad ameldir, demişlerdir. Sahâbe-i kirâmm işledikleri fiillerin keyfiyetini Hak teâlâ hazretleri vahiy veya ilham yoluyla bildirirdi, dediler.

Bundan Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin gaybı bilmesi lâzım gelmez. Zira Hak teâlâ hazretlerinin bildirmesi ile olunca her kişinin bilmesi mümkündür. Nihayet Hak teâlâ hazretleri ona bildirmeği ihtiyar etmiştir. Bu sebeple ona malûm olur, başkalarına malûm olmaz. Onun içindir ki, Resûlüllah Efendimizin bindiği deve bir zaman kayboldu. Bunun üzerine bâzı münafıklar dil uzatıp:

— Hani Muhammed size göklerin ahvalinden haber veririm derdi. Şimdi devesi kayboldu. Ne hoş! Şimdi devesinin nerede olduğunu bilmiyor! dediler.

Münafıkların bu sözü Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin kulağına ulaşınca:

— Vallahi ben, Rabbimin bildirdiğinden başka bir şey bilmem. Benim bildiğim Rabbimin bildirmesiyledir. Şimdi o devenin nerede olduğunu Rabbim bana bildirdi. Filân yerde yularından bir ağaca ilişip tutulmuş, kalmıştır, dedi.

Ashâb-ı kiramdan bâzı kimseler gittiler, varıp buyurduğu yerde gördüler. Gerçekten devenin yuları bir ağaca takılıp kalmıştı. Oradan deveyi alıp Peygamber Efendimizin şerefli huzurlarına getirdiler. Münafıkların yüzleri kara oldu.

Bundan anlaşıldı ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri duvarın arkasında olan nesneyi kendiliğinden bilmez, ancak Allah’ın bildirmesiyle bilirmiş. Gayb âlemi Hak teâlâ hazretlerine mahsustur. Enbiya ve evliyasının gayba ait bâzı şeylerden haber vermeleri Hak teâlâ hazretlerinin onlara bildirmesiyledir. Yoksa O’ndan başka bir kimsenin gaybı bilmesi düşünülemez.

Kaadî Iyâd’m Şifâ’sında zikredilmiştir ki: “Fahr-i Âlem hazretlerinde görüş keskinliği o denli idi ki, Süreyya’yı on bir yıldız görürdü.” İmâm-ı Süheylî’nin rivâyetinde “On iki yıldız görürdü” demişlerdir.

İbn-i Ebî Hâle (radıyallahü anh) buyurmuştur ki: “Fahr-i Âlem hazretleri iltifat ettiği (yüzünü çevirip baktığı, birine yöneldiği) zaman bütünüyle iltifat ederdi.”

Bu sözün mânası, bâzıları katında, bir nesneye nazar edecek olsa sadece mübarek başını çevirerek nazar etmezdi, demektir. Bâzıları da dediler ki: Hafiflik edip başını o yana bu yana çevirmezdi. Belki bütün âzasiyle dönüp nazar ederdi.

Yine buyurmuştur ki: “Mübarek gözünü aşağı tutardı. Yeryüzüne bakışı gök yüzüne bakışından ziyade idi. En çok baktığı göz kuyruğu ile bakmaktı.” Gerçekten de edebin iktizası olan şey, gözlerini muhafaza etmektir. Oraya buraya baka baka yürümek edepsizlik nişanıdır.

Hazret-i Ali (radıyallahü anh) buyurmuştur ki: “Fahr-i Âlem hazretlerinin mübarek gözleri büyüktü. Mübarek kirpikleri uzundu. Mübarek gözlerinde biraz kızıllık vardı.” Bu sıfat gözde gayet güzel olmayı gerektiricidir.

Yine Ali (kerremallahü veçhe) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki, mübarek gözlerinin karası gayet siyahtı. Yine rivâyet olunmuştur ki, Hazret-i Ali (kerremallahü veçhe) şöyle dedi:

—‘Bir zaman Resûlüllah Efendimiz hazretleri beni Yemen diyarına gönderdi. Tâ ki, gidip halka hutbe okuyup vaaz ve nasihat edeyim diye. Ben de hutbeye çıktım. Orada Yahudi âlimlerinden bir kişi duruyordu. Elinde bir cüz tutup ona bakıyordu. Beni görünce:

— Eba’l-Kasım’m (Peygamber Efendimiz’in) vasfını bana söyle, dedi.

Ben de:

— Çok uzun değildir, kısa da değildir, dedim.

Ondan sonra sustum. O:

— Daha nasıldır? dedi.

Ben:

— Hatırımda olan budur, dedim.

O Yahudi âlimi başladı:

— Gözlerinde kızıllık vardır ve sakalı çok güzeldir, dedi.

Ben:

—Vallahi Resûlüllah hazretlerinin sıfatı böyledir, dedim.

O zaman Yahudi âlimi:

— Ben babalarımın ve dedelerimin kitaplarında O’nun vasfını böyle buldum. Ben şehadet ederim ki, o nebidir ve Allah’ın resûlüdür. Bütün Âdemoğullarına resûl olarak gönderilmiştir, dedi.

İşitmesi:

Mübarek işitmesinin tavsifi hakkında şu kifâyet eder ki, Ebû Zerr (radıyallahü anh) hazretlerinden İmâm-ı Tirmizî’nin rivâyeti üzere, Fahr-i Âlem hazretleri buyurmuştur:

“Hiç şüphesiz ki, ben, sizin görmediğinizi görürüm ve işitmediğinizi işitirim. Gök ses verdi. Ses vermek onun hakkıdır ki, onda, Allah’a secde edici olduğu halde yüzünü yere koymuş bir meleğin bulunınadığı dört parınaklık bir yer yoktur.”

Ebû Nuaym (Allah rahmet etsin) Hakîm bin Hizâm’dan (Allah ondan râzı olsun) rivâyet etmiştir ki: “Bir gün Resûlüllah Efendimiz hazretleri ashâb-ı kirâmı arasında oturuyordu. Onlara:

— Benim işittiğimi siz de işitiyor musunuz? diye buyurdu.

— Hiç bir şey işitmiyoruz, ya Resûlâllah! dediler.

O zaman Resûlüllah Efendimiz:

— Muhakkak ben, göğün ve yıldızların sesini işitirim. Onun ses verdiği inkâr edilemez. Çünkü onda bir karış yer yoktur ki, üzerinde secde veya kıyam edici bir melek bulunınasın, diye buyurdu.

Mübarek alnı:

Mübarek alnının tavsifi hakkında buyurmuşlardır ki: Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin alnı parlak ve açıktı. Mübarek kaşları çatık ve ince idi. Bâzılarının rivayetinde kaşlarının arası açıktı denilmiştir. İki kaşinin arasında olan damarı gazab zamanında dolardı, dediler.

Mübarek burnu:

Mübarek burnu gayet güzel ve biçimli idi. Ucu incelik ve güzellik üzere idi. Orta yeri biraz yüksekti. Güzelliğin en yüksek derecesi de bu görünüş ve biçimde olur.

Mübarek başları büyüktü. Hadîs âlimlerinden çok kimse böyle olduğunu nakletmiştir. İmâm-ı Buhârî’nin (Allah ona rahmet etsin) naklinde Hazret-i Enes’den de şöyle rivâyet edilmiştir: Gayet güzel, yakışıklı ve biçimli idi.

Mübarek ağzı:

Mübarek ağzinin tavsifi hususunda İmâm-ı Müslim, Câbir (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet etmiştir ki, mübarek ağzı çok küçük değildi. Arap tâifesi içinde küçük ağız makbul değildir. Büyük ağız makbuldür, demişlerdir.

Mübarek dişleri beyazdı ve çok sık değildi, aralan açıktı, inci gibi berrak, sağlam ve güzeldi. İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki, Fahr-i Âlem hazretlerinin ön dişleri seyrekti. Söz söylediği zaman sanki dişlerinin arasından nur çıkardı.

Mübarek dudakları:

Mübarek dudaklarının mübarek ağzını yumduğu zamanda görünen şekli Allah’ın kullarından hiç bir kimseye verilmiş değildi. Öylesine güzellik ve letafet üzere idi, demişlerdir.

Ebû Kursâfe’den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki, şöyle dedi: “Ben, annem ve teyzem Resûlüllah Efendimiz hazretlerine gidip bîat ettik. Dönüp eve geldiğimiz zaman bana:

— Oğlum, hiç bunun gibi yüzü güzel, elbisesi temiz, sözü yumuşak ve tatlı bir kimse biz görmedik. Ağzından nur çıktığını görüyorduk, dediler.

Mübarek ağzinin suyunun vasfı hakkında çok mûcize ve kerametler beyan olunmuştur. Bunlardan biri ittifakla nakledilen bir hadîste gelmiştir ki, Hayber gazâsında Hazret-i Ali’nin gözleri çok ağrıyordu. O kadar ki, gözlerini açmaya muktedir olamıyordu. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri o gün eline sancağı alıp gözlerine tükürdü. Öyle sıhhat buldu ki, sanki hiç gözleri ağrımamış gibi oldu.

Bu mu’cizelerden biri de şudur ki, İmâm-ı Ahmed’in ve diğerlerinin naklinde Vâil bin Hucr’den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir: “Bir kere Resûlüllah Efendimiz Hazretlerine bir kova su getirdiler. Suyu içti, ondan sonra kalanı kuyunun içine döktü. Kuyudan misk kokusu çıkmağa başladı. Yahut kuyunun içine tükürdü de kuyudan misk kokusu çıkmağa başladı,” demiştir.

Ebû Nuaym’m naklinde geldiğine göre Enes hazretlerinin evinde bir kuyu vardı. Fahr-i Âlem hazretleri onun içine tükürmüştü. Medine şehrinde suyu ondan daha tatlı bir kuyu yoktu, demişlerdir.

Güzel âdetlerinden biri de şu idi: Aşure günü olunca kendinin ve kızı Hazret-i Fâtıma’nın süt emen çocuklarını getirir ve ağızcıklarına tükürürdü. Sonra da annelerine:

— Akşama kadar emzirmeyin, diye tenbih ederdi.

O gün çocuklara bu yeterdi, acıkmazlardı.

İmâm-ı Taberânî’nin (Allah ona rahmet etsin) naklinde geldiğine göre Utbe’ye kurdeşen dedikleri hastalık ârız olmuştu. Fahr-i Âlem hazretleri onun sırtına ve karnına bir miktar ağzinin suyundan püskürdü ve mübarek eliyle sığadı. Sıhhat bulduktan sonra bedeni öyle hoş kokulu oldu ki, ondan güzel koku olmazdı.

Bir zaman Hazret-i Hasan’a susuzluk son derece galebe etmişti. Fahr-i Âlem hazretleri mübarek dilini Hasanın ağzına verdi. Hasan emdi, susuzluğu zâil oldu.

Lisânının Fesâhati:

Mübarek lisanının fesâhati hakkında buyurmuşlardır ki: Hak teâlâ hazretlerinin yaratıkları arasında ondan daha fasih ve şirin konuşan, üslûbu hızlı ve akıcı bir kimse yoktu. Mübarek sözleri gönülleri alır ve ruhları cezbederdi. Lisanının fesâhati o derecede idi ki, onun nihayetine akıl yetişmezdi. Nasıl böyle olmasın ki, şerefli lisanı Hak teâlâ’nın kılıçlarından bir kılıçtı. Allah’ın muradı onun lisanından beyan olunurdu. Allah’ın emir ve yasaklarının hepsi onun vasıtasiyle açıklanıp bildirilirdi. Farzlar ve sünnetler onunla açık seçik ortaya konulmuştur. Doğruluk ve olgunluk yolu, mebde’ ve meâd (dünyaya geliş ve Allah’a dönüş) caddesi onunla açık ve aydınlık hâle gelmiştir. O derecede konuşması akıcı ve aydınlık, sözleri açık ve berrak idi ki, söz söylediği zaman kelimeleri inci gibi dizilirdi. Bir kimse saymak istese şerefli kelimelerinin sayılması kabildi.

Âişe-i Sıddıka (radıyallahü anhâ) buyurmuştur ki:

Resûlüllah Efendimiz hazretleri sözünü sizin dizdiğiniz gibi dizmezdi. O öyle söz söylerdi ki, eğer sayıcı bir kimse onları saymak istese sayılması kabil olurdu. Bâzı yerde anlaşılsın diye bir kelimeyi üç kere tekrarlardı. “Ve enâ efsahu’l-arab — Ben Arab’ın en açık ve aydınlık konuşanıyım”* diye buyururdu. Cennet ehli Muhammed Aleyhisselâm’ın diliyle konuşurlar.

Ebû Nuaym’m rivâyetinde gelmiştir ki, Hazret-i Ömer bin Hattâb, bir gün:

— Ya Resûlâllah! Ne haldir ki, sen bizim aramızdan çıkıp yabancı bir diyara gitmedin. Yine de fesâhatte hepimizden üstünsün, dedi.

Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri:

— İsmail’in lügati (konuştuğu dil) kaybolup gitmişti. Cebrâil aleyhisselâm onu bana getirdi, ezberletti, diye buyurdu.

Velhasıl fesâhet ve belâğatinin kemâline delâlet eden şeylerin nihayeti yoktur. Bu mânanın tasdiki, akıllı kişiler katında asla delile ve ispata muhtaç değildir. Bâzı âlimler (Allah onlara rahmet etsin) Peygamber Efendimiz hazretlerinin lâfzı az ve mânası çok olup asla fasihlerin divanlarından hiç birinde geçmemiş olan şerefli sözlerinden bâzısını toplamışlardır. Bunlardan Kaadî Iyâd’ın Şifâ’sında geçen bâzılarını zikredeceğiz. Bunlardan biri şudur :

“Kişi sevdiği kimse iledir,” diye buyurmuştur.

Hâsılı salihlere muhabbet eden salihlerle haşrolur. Fâsık ve fâcir kimselere muhabbet eden onlarla haşrolur, demektir.

Biri de:

 “Müslüman  ol ki, selâmet bulasın. Eğer müslüman olursan Allah sana iki kat ecir verir,” diye buyurmuştur.

Bu mübarek sözü Resûlüllah Efendimiz Rum Kayserine gönderdiği şerefli mektubunda yazmıştır. Mânası daha önce açıklanmıştı. (Eğer müslüman olursan hem sen selâmet bulursun, hem de başkaları senden selâmet bulur. Yahut hem dünyada selâmet bulursun, hem de âhirette kurtulursun. Bu bakımdan ecrin iki kat olur, demektir.)

Biri de:

“Saadetli o kişidir ki, başkalarının hâlinden öğüt (ibret) alır,” diye buyurmuştur.

Meselâ: Kötülük edenlerin başlarına ne belâlar geldiğini görür ve kötü işlerden çekinir, iyilik edenlerin ne yüceliklere eriştiğine bakar, iyi işlere ve doğruluğa meyleder.

Biri de Buhârî ve Müslim’in sahihleri ile diğerlerinde gelmiştir ki:

 “Hiç şüphesiz ki, ameller niyet iledir,” diye buyurmuştur.* Yine buyurmuştur ki :

 “Niyeti olmayanın ameli yoktur.”

Bu iki şerefli sözün altında ilimden nice hazineler vardır. Onun için İmâm-ı Şâfiî (Allah rahmet etsin):

— “El-a’mâlü bi’n-niyyât (AmeUer niyet iledir),” hadîsi ilmin yarısını teşkil eder, diye buyurmuştur.

Açıklaması şudur ki: İslâm dîninin zâhiri ve bâtını vardır. Niyet bâtına ve amel zahire bağlıdır. Aynı zamanda niyet kalbin ubudiyeti (kulluk etmesi) ve amel uzuvların ubudiyetidir, demişlerdir.

Bâzı hadîs İmâmlarından rivâyet edilmiştir ki: “Ameller niyet iledir, hadis-i şerifi dinin üçte biridir,” diye buyurmuşlar. Bunun açıklama şekli şudur: Din, sözden, amelden ve niyetten ibarettir. [Sözün ve amelin makbul olması, niyetin makbul olmasına bağlıdır.] O halde niyet üç bölümden biridir.

Bir hadîs-i şerifte de:

“Mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır,” buyurulmuştur.

Mânası hakkında bâzı âlimler buyurmuştur ki: “Niyet kalbin işidir. Amel ise uzuvların işidir. O halde kalbin işi, uzuvların işinden hayırlıdır. Çünkü uzuvlar kalbe bağlıdır. Uzuvların ameline sebep olan kalbdir. “

Yine Peygamber Efendimiz:

 “Harp hiledir,” buyurmuştur. Başka bir hadisinde Peygamber Efendimiz: “En büyük hile, hileyi terk etmektir,” buyurdular.

İmâm Nevevî buyurmuştur ki: “Muharebede kâfirlere hile etmek câizdir. Caiz olduğu hususunda bütün âlimler ittifak etmişlerdir. Mümkün olan her şekilde hile etmek gerekir. Ancak onda ahdi ve emânı bozmak bulunursa o vakit helâl olmaz. Meselâ kâfirlere ahd ve emân verilmiş olsa ve onlardan ahdi bozduklarını gösteren bir nesne sâdır olmayıp kendi hallerinde olsalar, onları gafil olarak basıp öldürmek ve mallarını yağmalamak haramdır. Zira ahdi bozmak onlardan değil, bu taraftan olmuş olur.”

Yine Peygamberimiz: 

“Çöplükte biten çimenden sakinin” diye buyurmuştur.

Rivâyet olunur ki, sahâbe-i kirâm suâl edip:

— Ya Resûlâllah! Bundan şerefli muradınız nedir? dediler.

Fahr-i Kâinat Efendimiz:

— Aslı kötü kadındır, diye buyurdu.

Sözün özü, aslı kötü kadinin güzelliğine meyledip onu nikâh etmeyin demektir. Peygamber Efendimiz onu çöplük üzerinde biten yeşil çimene benzetmiştir ki, görünüşü güzel ve hoştur, fakat aslı temiz değildir. Suyu murdar nesneden içip pis ve değersiz şeylerden beslenmiştir. Hakikati bozuktur.

Yine Peygamber Efendimiz:

“Kişiye kendi elinden başkası cinayet işlemez,” buyurmuştur.

Özü: “Kişinin kendine ettiğini kimse kimseye etmez” demek olur..

Başka bir rivâyette de:

“Hiç bir cinayet işleyici kendi nefsinden başkasına cinayet işlemez,” diye gelmiştir.

Bunun da özü: “Kişinin kendi nefsine karşı işlediği cinayeti (ağır suç ve günahı) hiç kimse bir başkasına karşı işleyemez. Bütün kötülükler insana yine kendi nefsinden gelir,” demektir.

Yine Peygamber Efendimiz hazretleri:

“Şiddetli ve kuvvetli olan, insanlara galip gelen kimse değildir. Ancak şiddetli ve kuvvetli olan, öfke zamanında nefsine sahip olandır,” diye buyurmuştur.

Bu hadîs-i şerif Şeyhayn’ın (Hazret-i Ebû Bekir ile Ömer’in) rivâyetlerinde “Men galebe’n-nâse — insanlara galip gelen kimse” yerine “Bi’s-suraa — Başkalarını yere çalan kimse” diye gelmiştir ki, ikisinin mânası birdir.

Yine Peygamber Efendimiz hazretleri buyurmuştur ki:

“Haber almak gözle görmek gibi değildir.”

Özü: İşitmekle hâsıl olan bilgi, müşahede ile elde edilen bilgi gibi değildir,” demek olur.

Yine Peygamber Efendimiz, bir rivâyette: “El-Mecâlisü bi’l-emânât — Meclisler emanetlerle kaimdir,” buyurmuş ve başka bir rivâyette de şöyle gelmiştir ki:

“Bir  kimse bir mecliste bir söz söyleyip gitse onu bir emanet olarak korumak gerekir.”

İkisinin de mânası, güzel geçimi ve sohbet âdâbını öğretmektir. Mü’mine lâzım

olan, vâkıf olduğu sırrın emini olmak, emanete hiyanet etmemek, bir mecliste görüp işittiğini başka bir mecliste söylememek, mü’min kardeşlerine iyi davranınak, onlarla güzel geçinmek, kişilerin arasını bulucu olmak, ıslah etmeye çalışmak, halk arasına kin ve düşmanlık sokmaktan sakinınaktır.

Yine Peygamber Efendimiz:

“Şer işi terk etmek sadakadır,” buyurmuştur. Yine Peygamberimiz:

“Hangi hastalık cimrilikten daha şiddetlidir?” diye buyurmuştur. Yine Peygamber Efendimiz hazretleri buyurmuştur ki:

“Yalan yere olan yemin, evleri harap eyler, yerleri ıssız bırakır.”

Yine Peygamber Efendimiz:

“Hayâ her şeyden hayırlıdır,” buyurmuştur ki, bunun mânası açıktır. Yine Peygamberimiz buyurmuştur ki:

 “İlmin fazileti ibâdetin faziletinden üstündür.”

Yine buyurdu:

“Atların yüzünde hayır vardır.”

Aynı hadîsin iki rivâyeti daha vardır ki, hepsinin mânası: “At yüzü uğurludur. At beslemek mübarektir, ziyade hayır ve mübarektir,” demektir. Ziyade hayır ve bereket o attadır ki, Allah yolunda gazâ için beslenir.

Diğer hadîs-i şerifler de şunlardır:

“Cezası tez yetişen şeylerin en sür’atlisi zulmün cezasıdır.”

“Hiç şüphesiz şiirin hikmet olanı vardır.”

Burada hikmetten murad, doğru ve hakka uygun olan sözdür, diye buyurmuşlardır. İmâm-ı Taberanî (Allah ona rahmet etsin): “Bu hadîs-i şerifte mutlak olarak şiiri çirkin görenlerin sözlerini red vardır,” diye buyurmuştur. Gerçekten de bâzı şiirin doğru ve hakka uygun olduğunda şüphe yoktur. Bu hususta dayanılan: “Sözün güzeli güzeldir, kötüsü kötüdür” kavl-i şerifidir. Elbette şiir bir sözdür; iyisi iyi, kötüsü kötüdür. Eğer mutlak olarak (ayırım yapmaksızın) kötü olsaydı sahâbe-i güzîn ve hulefâ-i râşidîn (Allah onların hepsinden razı olsun) şiir söylemezlerdi. Bilindiği gibi sahâbe-i kirâmlerin çoğundan güzel şiirler sâdır olmuştur. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri nice nice şiirler okutup dinlemişlerdir. Hadîs kitaplarından haberdar olmayan cahiller hasetlerinden buldukları mâlâyâniyi söylerler. Bu hususta bir miktar tafsilât daha önce geçmiştir. Gerçekten şiir, söylemeye ağzı yakışmayanlara ve anlamağa idrâki yetişmeyenlere çok çirkin bir şeydir.

“Beden sıhhati ve tasadan uzak olmak, iki büyük nimettir.”

“İşinizi ve ihtiyaçlarınızı gizli tutarak yardım isteyin. Çünkü her nimet sahibi hasede uğrayıcıdır.”

Sözün kısası şudur ki, bir kişinin bir muradı olsa husule gelmeden önce herhangi bir kimseye söylemekten sakinınalıdır. Sırrını saklaması gerekir. Çünkü sırrını örtaya dökünce hasûd kişi bundan haberdar olur, ona göre hazırlanıp o muradın meydana gelmemesine çalışır. Böylece bir fitne ortaya çıkar ve o kişinin muradına erişememesine sebep olur.

(El-mekrü ve’l-hadiy’atü fi’n-nâr)

“Hîle edenler ve aldatanlar cehennemdedir.”

Zira bu sıfatlar diyanet ve takvâ ehlinde olmaz, şer ve fesat ehlinde olur. Bunları eden Allah’ın kullarına zarar verici olur, şüphesiz onun yeri de cehennem olur.

(El-müsteşârü mü’temenün)

“İstişâre edilen kimse emin kabûl edilmiştir.”

Yâni: “Bir kimse kendine ait bir hususu istişare etmek için senin yanına gelse o kimse seni kendi sırrına mahrem ve emin etmiş olur. Doğru yolu sana danışarak bulmak istiyor demektir. O halde emanetin gereği olan, doğru yol ne ise ona göstermendir. Doğru olmayan yola onu sevk edip aldatmamalısm. Aksi halde emanete hıyanet etmiş olursun. Kendisiyle istişare olunan kişiye gereken, hayırlı ve doğru olana delâlet etmektir. İstişare eden kimseye de gereken, herhangi bir kimseye itimat edip o re’yi ve sırrını vermemek, emanet ve diyanet ehli kişilerle istişare etmektir.

“Pişmanlık tevbedir.”

Yâni: Bir kimse günâh işlese ve işlediği günaha pişman olsa bununla mağfirete müstehak olur.

“Hayır işe delâlet eyleyen kimse, o hayrı işleyen gibidir.”

Bir rivâyette de şöyle gelmiştir:

“Her ihsan sadakadır. Hayır işe delâlet eden o hayrı işleyen gibidir. Allah mazlumun feryadına yetişmeği sever.”

“Bir nesneye muhabbetin seni kör ve sağır eyler.”

Hâsılı, kişi sevdiği nesnenin ayıbım görmez ve işitmez olur. O muhabbet buna mâni olur. Kötülükleri iyilikler şeklinde görünmeğe başlar. O halde lâyık olan, böyle bir şeye müptelâ olunca nefsine tâbi olmayıp aklın iktizası üzere hareket etmek, akıllı kimselerin öğütlerini kabûl etmek ve hakka razı olmaktır.

Rivâyet olunur ki, Resûlüllah Efendimiz Ebû Hüreyre’ye:

— Dün neredeydin? dediler.

— Ehlimden bazı kimseleri ziyarete gittim, dedi.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Hasan’dan rivâyet olunduğu üzre: “Yâ Eba Hüreyre! Zür ğıbben tezded hubben. — Haftada bir kere ziyaret et; muhabbetin ziyade olsun,” diye buyurdu.

Kişi dostlarını çok tez (sık) ziyaret edince rağbetsiz olur. Biraz geç ziyaret edince muhabbetlice olur.

Resûlüllah Efendimizin lisanının fesâhatini gösteren pek çok hadîs-i şeriflerden bir kısmı da şunlardır:

“Siz insanlara mallarınızla ikrama kadir olamazsanız güzel ahlâkınızla (tatlı sözlerinizle) ikram edin.”

 “Kötü huy ve tabiat, sirkenin balı bozduğu gibi ameli bozar.”

“Akıllı ve zekî olan o kimsedir ki, nefsini zelil ve zebûn edip kendine muti eyler, ölümden sonrası için amel işler. Aciz ve zavallı olan da o kimsedir ki, nefsinin hevasına tâbi olur.”

“Kadın üç şeyden birine rağbet edilerek nikâh olunur: Ya malı, ya güzelliği, ya da dini (ahlâk güzelliği) için. Sen dinden ayrılma. Gerekli olan dindir.”

Hâsılı evlenecek kimse mala ve güzelliğe rağbet etmemeli. İyi huylu, teiniz tabiatlı ve dindar olanı tercih etmeli, demektir.

 “Kış mevsimi mü’minin baharıdır. Gündüzü kısa olur, oruç tutar. Gecesi uzun olur, namaz kılar.”

Evet, bahar mevsimi yemek ve içmek için yaşayan kimselere nasıl uygunsa iyi işlerle meşgul olmak isteyen mü’minlere de kış mevsimi öyle uygundur. Gündüz oruç tutmakta zorluk çekmez. Geceleri de rahatça tâat ve ibadette bulunur. Gönlünün muradmca hareket eder.

“Kanâat tükenmez maldır ve fenâ bulmaz hazinedir.”

Kanaat hakkında çok hadîs-i şerif gelmiştir. Bâzı âlimler: “İzzetle kazanıp geçimini sağlamaktan başka kanaatta hiç bir fayda dahi olmasa yine sahibine bu yeter,” diye buyurmuşlardır. Yâni: Bu fayda yetmez mi ki, kanaat eden zillet görmez, demektir. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin duâlarmdandır ki:

— “Allahümme, kanaanî bimâ rezaktenî — Ya Rab, bana nasîb ettiğin rızka kanaat da nasîb eyle,” diye buyururdu.

 “Geçimde iktisat etmek yaşamanın yarısıdır, güzel ahlâkla halkın sevgisini kendine çekmek aklın yarısıdır ve güzel sual sormak ilmin yarısıdır.”

İktisattan murad, harcamalarda ne cimrilik ne de israf edip orta yolda direnmektir. Bir rivâyette de:

“El-iktisâdu msfü’l-îşu ve hüsnü’l-hulku nısfü’d-dînü — iktisat hayatın yarısı ve güzel ahlâk dinin yarısıdır,” buyurulmuştur.

Bir rivâyette de şöyle gelmiştir:

“Sual sormak ilmin yarısıdır, yumuşak ve tatlı davranınak geçinmenin yarısıdır, iktisat etmekle hiç kimse fakir olmamıştır.”

Yine buyurmuşlardır:

“Mü’min, insanların kendisinden emîn olduğu kimsedir.”

“Müslüman o kimsedir ki, müslümanlar onun dilinden ve elinden sâlim olurlar (diliyle ve eliyle kimseyi incitmez). Muhacir de o kimsedir ki, Allah’ın haram kıldıklarını terk eder.”

“Iyâlin (ailenin, çoluk çocuğun) azlığı, iki zenginlikten biridir.”

Iyâl diye geçim ve yaşama masrafları senin üzerine olan kimselere denir. Hulâsa olarak, masrafı gerekli olan kimselerin sayısını arttırmak geçime darlık vermektir. İki zenginlikten biridir demenin sebebi, Allah bilir ki, şudur: Kişinin geçim masrafı kendi haline göre olunca kimseye muhtaç olmayarak yaşar. Nasıl malı çok olanlar geçimde ihtiyaç ve zorluk çekmezlerse bu da çekmez. Ama masrafı haddinden fazla olunca darlık ve sıkıntıdan kurtulamaz.

“Emaneti seni emin bilen kimseye emanet eyle. Ancak sana hiyanet edene sen hiyanet eyleme.”

Demek ki, hiyanet edene hiyanet etmek caiz olmayınca başkalarına hiyanet etmek asla caiz olmaz.

“Emaneti olmayanın (kendisine güvenilmeyen kimsenin) îmanı yoktur. Ahdi olmayanın (sözünü tutınayanın, vaadini yerine getirmeyenin) dîni yoktur.”

“Kadın taifesi şeytanın tuzaklarıdır.”

Hâsılı, nâmahrem kadına bakan kimse şeytanın hile kemendine yakalanır, demektir.

“Hüsn-i ahd (sözünü güzellikle tutına) îmandandır.”

Hâkim (Allah ona rahmet etsin) Âişe-i Sıddıka (radıyallahü anhâ) hazretlerinden rivayet etmiştir ki, şöyle anlattı: “Bir gün Resûlüllah Efendimiz hazretleri benim yanımda idi. Yaşlı bir kadın Resûlüllah Efendimize geldi. Fahr-i Âlem hazretleri:

— Sen kimsin? dedi.

Kadın:

— Ya Resûlâllah! Ben Müzeyne kabilesinden Hasâne hâtunum, dedi.

Resûlüllah Efendimiz:

— Sen Hasâne hatun musun? Ne haldesiniz? Biz o diyardan gittikten sonra hâliniz nice oldu? diye hal ve hâtırını sorarak iltifat edip lûtuflar gösterdi.

O da:

— Hayır oldu, ya Resûlâllah! Anam babam sana fedâ olsun, dedi.

Kadın çıkıp gittikten sonra ben:

— Ya Resûlâllah! Böyle bir karıya bu kadar iltifat etmenin sebebi nedir? dedim.

Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri:

— Bu bize Hadîce (radıyallahü anhâ) zamanında gelirdi. Hüsn-i ahd îmandandır, diye buyurdu.”

Hâsılı, ahd-i kadîmi (eski günleri, geçmiş zamanı) unutınayıp kişinin eski dostlarını anınası, araması, onlara yakınlık göstermesi îman alâmetidir, demektir.

“Erkeğin güzelliği, konuşmasının düzgünlüğüdür.”

Bundan murad, sözü doğru olmaktır, yoksa mücerred konuşmaya kadir olup hile ve hud’a etmek değildir. Zira bir hadîs-i şerifte de: “El-cemâlü sevâbü’l-makalü — Güzellik doğru konuşmaktır,” diye buyrulmuştur.

“İki hâris doymazlar: Biri ilim isteyen, biri de dünya isteyen.”

“Cehaletten daha şiddetli fakirlik yoktur, cehalet ziyade yoksulluktur. Akıldan daha aziz mal yoktur; akıllı olan kişi ziyade aziz mala mâliktir. Ucub (kendini beğenme) ve kibirden daha şiddetli vahşet yoktur.”

Bu cehalet, akılsızlık, ucub ve kibir gibi sıfatlarla muttasıf olanlar hiç kimse ile dostluk kuramazlar. İnsanlar bu gibi kimselerden uzak durup onları yalnız bırakırlar.

“Günah unutulmaz. Hayır ve iyilik eskimez (zâyi olmaz). Dindar kimse ölmez.

O halde sen dilediğin gibi ol!”

Netice olarak şu demektir ki: Günah her ne kadar mağfiret olunursa da günah işleyenle işlemeyen bir değildir. İyilik de öyle bir şeydir ki, asla yok olup gitmez. Her halde faydası bakidir. Dindar olan kimse ise “El-mü’minûn lâ yemûtûn — Mü’minler ölmez” hadîs-i şerifi uyarınca ölmez. Mü’minin ölümü sadece dünyasını değiştirmektir. Böylece bunlar bilindikten sonra her kişi hangisini seçerse öyle olsun!..

“Mâ alâ’r-resûlü illâ’l-belâğu” hükmünce “Risalet vazifesi ancak gerçeği beyan etmekten ibarettir”. Ondan sonra her kişinin iradesi kendi elindedir. İsterse doğru yola gidip iki cihanda yüz aklığı kazansın, dilerse eğri yola gidip ukubet bulsun. Cürüm ve isyan eden kimse, mağfiret olunup azâb ve ikab olunınadığı takdirde bile işlediği kabahatin utancı kendine yeter.

“Hiç bir şeyin cem olması hilimle ilmin cem olması kadar güzel değildir.”

 “Rızkı toprakta gizlenen şeylerde arayın.”

İbn-i Ebî Şureyh (Allah rahmet etsin): “Burada habâyâ’dan murad ekindir,” demiş. Bu takdirde mânası: “Rızkı ekinlerden taleb edin” demek olur. İnsanları ziraata teşvik etmektir .

“Dünyada garip yahut yolcu gibi ol ve kendim kabir ehlinden bil.”

Bundan çıkan mâna kısaca şudur: Dünyanın fena bulacağı muhakkak olduğundan akıllı olan kimseye yaraşan, böyle bir harabe menzili vatan bilip orada yerleşmeye çalışmamak, ilerde gelecek nesneyi hemen gelmiş bilip ona göre amel etmektir.

“Gizli sadaka vermek Allah’ın gazab ateşini söndürür ve akrabayı ziyarete gitmek ömrü uzatır.”

“Günahkârın suçunu bağışlamak elbette kişinin izzetini arttırır. Alçak gönüllü olmak muhakkak kişinin mertebesini yüceltir. Sadaka vermekten asla mal eksilmez.”

Bu mânada değişik ibarelerle daha birçok hadîs-i şerifler gelmiştir. Hepsinin meali birdir.

“Ya Rab! Zenginlik fitnesinin şerrinden sana sığınırım.” 

“Alışverişinde en ziyan etmiş kimse odur ki, başkasının dünyası için kendi âhiretini harâb eder.”

“Elbette kişinin musibetlerini halka açıklamaması hayır ve hasenat hâzinelerinden biridir.”

Yâni  böyle eden kimse,hayır hazinesie malik olur,demektir.

“Mü’min kardeşinin belâya uğramasına sevinç izhar etme ki, Allah o belâdan ona âfiyet ihsân edip seni o belâya müptelâ kılar.”

Hiç kimsenin felâketine sevinmek, Hak teâlâ hazretlerine hoş gelmez; kişiye belânın yetişmesine sebep olur.

Bir hadîs-i şerifte de buyurulmuştur ki:

 “Bir kimse mü’min kardeşini bir günahından dolayı ayıplasa, o günahı kendi işlemedikçe ölmez.”

Hiç kimseyi ayıplamak caiz değildir. Allah, o kınadığı şeyi kişinin kendi başına getirir. Elleri kınarken kendisi de o kötülüğe müptelâ olur.

 “Dudaklarının arası ile bacaklarının arasını haramdan saklayanı Hak teâlâ hazretlerinin cennete koyacağına ben kefil olurum.”

Bazıları: Hadîsin metninde geçen “mâbeyne lihyeyn” den (iki sakalın arasından) murad ağızdır, dediler. Bu takdirde mânası daha umumî olur. “Haram yemekten

ve içmekten, meşru olmayan söz söylemekten sakınan kimse” demek olur. “Mâbeyne ricleyn”den (iki bacağın arasından) murad açıktır. Netice olarak: “Bir kimse, ister erkek olsun, ister kadın olsun, zina fiilinden sakınsın” demek olur.

Bütün bu rivâyet olunan hadîs-i şeriflerin her biri Peygamber Efendimiz hazretlerinin fesâhat ve belagatlarına delâlet eder. Bu kadar yüce ve büyük mânaları, bu denli kısa söz, bu derece güzel tâbirle ifade etmek fasihlerden kimseye müyesser olmamıştır. Bir kimse bunlardan herhangi birini iş ve hareket düsturu etse en büyük saadete yetişeceği kesindir. Belâğatlarının örneği sayılanlardan biri de şudur ki, İslâm’ın bütün kaidelerini dört hadîs-i şerifte toplamıştır. Bu hadîsler şunlardır:

 “Elbette işler ancak niyetle olur.”

Her amelde (işde) Hak teâlâ hazretlerinin nazarı kişinin niyetinedir. Eğer kalbinde safâ ve niyetinde hulûs varsa o iş Hazret-i Allah’ın makbulü olur; türlü türlü menfaatler ve sevablar o kişinin eline geçer. Eğer işlediği sırf riyâ ise ameli bâtıl olur.

 “Helâl bellidir, haram da bellidir.”

Beyan olunınadık hiç bir şey kalmamıştır. Helâli terk edip harama meyleden sırf kötü niyetinden dolayı bunu eder; bilmediğinden değil.

 “İspat etmek dâvacıya ve yemin etmek inkârcıya düşer.”

Bütün dâvaların dayandığı şey şahitle yemindir. Bu hadîs-i şerifte Resûlüllah Efendimiz bunların her birinin yerini bildirip her türlü delil ve şahitle dâvasını ispat külfeti dâvacıya, yemin ise inkâr eden kişiye lâzımdır, demişlerdir.

 “Kendine lâyık gördüğünü mü’min kardeşine de lâyık görmedikçe kişinin imanı kâmil (tam) olmaz.”

Kâmil mü’min o kimsedir ki, kendisi için neyi severse bir mü’mine de onu sever. Kendisinin nasıl olmasını isterse mü’min kardeşinin de öyle olmasını ister. Yoksa kendisine menfaat hâsıl olup başkalarına mazarrat yetişmesini istemek kâmil iman işareti değildir.

Belâğatları cümlesinden biri de şu idi: Her tâifenin üslûbuna göre onlarla sohbet edip beliğ konuşan her kişiye kendi lûgatince hitap ve cevap buyururlardı. Şehir halkına hitabı tam yumuşaklık üzere edip çöl halkına (bedevilere) çok berk ve keskin söz söylerdi. Sözü kendilerine ne üslûp üzere sevk etseler o üslûb üzere cevap verirlerdi.

Bir zamanlar Beni Nehd tâifesi şerefli huzurlarına gelip kıtlıktan şikâyet ettiler. Sözlerini hayli belâğatli bir tarzda söylemişlerdi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri de onlara dua ettiğinde bunların lügatleri ve üslûpları üzre öyle belâğat gösterdi ki, hayran kaldılar. Onların sözcüsü Tuhfe bin Rühm ve sözleri de şu idi:

“Yâ Resûlüllah! Biz sana Tihâme diyarının nihayetinden, ceviz ağacından yapılmış deve semerleri üzerinde geldik. Öyle bir halde ki, develerimiz bizi düşürürdü. Yâni çok uzak bir yerden türlü mihnet ve meşakkatle geldik. Kıtlık ve kuraklık belâsından öyle olduk ki, her gördüğümüz buluttan yağmur umarız. Ekinlerimiz meydana gelmez, yaban otlarını biçeriz. Yenmesi kabil olmayan yabani ağaçların meyvesini toplarız. İhtiyacımızın şiddetinden suyu olmayan buluttan yağmur umarız. Sularımız kurudu, otlarımızın kökü kurudu ve ağaçlarımızın yaprağı döküldü, dalları kurudu. Davarlarımız asla süt vermez oldu. Biz kesinlikle İslâm şeriatı üzereyiz. Putları ve aramızda çekişmeleri terk ettik, çirkin işlerden vazgeçtik,” dediler ve Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden dua istediler.

Resûlüllah Efendimiz de dua edip öğüt vererek buyurdular ki:

“Ya Rab! Sen bu tâifenin davarlarının sütlerini ziyade eyle. Çobanlarını otlu ve sulu yerlere gönder. Az sularını çok eyle. Mallarını ve çocuklarını ziyade kıl. Namaz kılan bir kimse müslim (selâmet bulucu) olur. Zekât veren bir kimse muhsin (ihsân edici) olur. Şehâdet kelimesi getiren bir kimse muhlis (temiz kalbli) olur. Ey Benî Nehd! Size ahd ve mîsaklar olsun. Müslümanlara lâzım olan zekât ve sadaka neyse size de o lâzım olsun. O derece sizden ne afvolunsun, ne de size ziyade kılınsın. Zekât men olunınasın. Hayatta olundukça doğru yoldan ve doğruluktan sapılmasın. Namazdan geri kalınınasın.”

Onların belâğatine üstün gelen bu beliğ duadan sonra Resûlüllah Efendimiz kendilerine bir mektup verdi. Mektubun ifadesi de son derece veciz ve beliğdi. Mektubun meâli şudur:

“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adiyle...

Allah’ın resûlü Muhammed’den Zeyd oğlu Benî Nehd’e:

Selâm, Allah’a ve onun size gönderdiği resûlüne îman edenlerin üzerine olsun.

Ey Benî Nehd! Zekât hususunda davarlarınızın ne çok yaşlısı, ne zayıfı ve hastası, ne de kuvvetli ve seçkin olanı, ancak orta hallisi alınsın. Davarlarınıza mer’alarda kimse dokunınasın; davarlarınızı mer’aya gitmekten kimse men etmesin. Ağaçlarınızı kimse kesmesin. Siz ahdinizi bozmadıkça hâl bunun üzerine kalsın. Bu mektubun içindekileri ikrar ve tasdik eden kimseye Hak teâlâ hazretlerinden ahd ve zimmet olsun. Zekâttan kısan ve kaçınan kimseye cezası ziyade takdir olunsun.”

Dikkat edilsin ki, Peygamber Efendimiz hazretleri, gerek dualarında ve gerekse şerefli mektuplarında, onların üslûplarına nasıl uygun cevap verip galebe etmiştir.

Arap fasihlerinden her fasih, ne kadar üstün olsa, kendi kabilesinin kelime ve tabirlerini zaptedip kendi üslûbu üzere sözünü icra ederdi. Ama Resûlüllah Efendimize her ne türlü söz arz olunsa onun lügati ve üslûbu üzere sözünü sevk ederdi. Bu haslet Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin niteliklerindendir. Bu, başkalarına müyesser olmamıştır. Daha bunun gibi nice mektupları vardır. Diğerleri buna kıyas olunsun. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin şerefli lisanındaki fesahat ve belagat üzerinde bütün düşmanlan ve dostları ittifak edip kimsenin “neden ve nasıl’a mecali yoktur. Şerefli lisanına ilişkin olan faziletlerden böylece bir miktarı zikredilmiş oldu.

Resûlüllah Efendimizin Sesi:

Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur:

“Hak teâlâ hazretleri hiç bir peygamber göndermemiştir ki, onun yüzü ve sesi güzel olmasın. Tâ sizin peygamberiniz Fahr-i Âlem hazretlerini gönderinceye kadar böyle olmuştur. Onu da gönderdiğinde güzel yüzlü ve güzel sesli olarak gönderdi.”

İbn-i Asâkir (Allah ona rahmet etsin) Enes hazretlerinden böyle rivâyet etmiştir. Bunun benzeri bir söz de Hazret-i Ali’den şöyle rivâyet edilmiştir ki:

“Başka kimselerin sesinin yetişmediği yere Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin sesi yetişirdi.”

Berâ’ (radıyallahü anh) hazretlerinden şöyle rivâyet edilmiştir ki:

“Bir gün Peygamber Efendimiz hazretleri bize hutbe buyurdu. Hattâ sözlerini perde ehli kızlara oturdukları yerlerde işittirdi,” diye buyurdu.

Ebû Nuaym’m (Allah ona rahmet etsin) rivâyetinde Hazret-i Âişe (radıyallahü anhâ) buyurmuştur ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretleri bir cuma günü minber üzerine çıkıp oturdu ve halka ‘Oturun’ diye hitap etti. Abdullah bin Revâha, o sırada Benî Temim kabilesi arasında bulunuyordu. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin sesini ta oradan işitti, o da oturdu.”

İbn-i Sa’d’m (Allah ona rahmet etsin) rivâyetinde Abdurrahman bin Muâz (radıyallahü anh) buyurmuştur ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretleri Minâ’da bize hutbe buyurdu. Hak teâlâ hazretleri kulaklarımızı açtı. O kadar ki, biz, kendi menzillerimizde iken ne buyurduğunu işitir olduk.”

Ümmü Hâni (radıyallahü anh) buyurmuştur ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin gece içinde Kâbe’nin yanında Kur’an okuduğunu işitirdik. Şu halde ki, ben kendi arişimin üzerinde idim.”

Ariş diye gölgesinde oturulmak için yapılan eve denir. Hayme benzeri ağaçtan çatma eve de ariş denir. Kadınların bindiği kubbeli mahfeye de böyle derler. Murad hangisi olursa olsun neticesi şudur ki: “Resûlüllah Efendimiz Kâbe’nin yakininda Kur’an okuduğu zaman onun sesini kendi menzilimden işitirdim,” demektir.

Gülmeleri:

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin gülmeleri hususunda Sahîh-i Buhârî’de Hazret-i Âişe (radıyallahü anhâ) ‘dan şöyle rivâyet edilmiştir:

“Ben Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin gülmeğe itibar edip tam olarak güldüğünü görmedim. Sadece tebessüm ederlerdi.”

Bâzı hadîs-i şeriflerde:

Resûlüllah Efendimiz o kadar güldü ki, yan dişleri göründü,” diye buyurulması buna aykırı değildir.

Zira Âişe (radıyallahü anhâ) kendi rü’yetini nefy etmiştir, yâni “görmedim” demiştir. Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) ise zikri geçen hadis-i şerifte “gördüğünü” rivâyet etmiştir. İspat edilmiş olan ise, nefiy edilmiş olan üzerine takdim edilir, dediler.

İbn-i Ebi Hâle (radıyallahü anh) buyurmuştur ki:

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin en fazla gülmesi tebessüm şeklinde idi. Gülerken mübarek dişleri habbü’l-ğamâm gibi görünürdü.”

Habbü’l-ğamâm, buluttan tane tane düşen çiğ damlası veya dolu tanesidir, mübarek dişlerini ona benzetmiştir.

İbn-i Hacer (Allah ona rahmet etsin) der ki: “Bütün hadîs-i şeriflerden açıkça anlaşılan şudur ki: Peygamber Efendimiz hazretlerinin çok görülen hâli tebessüm idi. Az olarak güldüğü de görülmüştür. Gülmenin mekruh olması, en çok görülen hal olmasında veya çok kuvvetli görülmesindedir. Zira böyle gülmek vakarı giderir.”

İbn-i Battal (Allah ona rahmet etsin): “Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden uyulmaya lâyık olan nesne o fiilidir ki, ona müdavemet eylemiştir,” diye buyurdu.

Yâni gülme hususunda Resûlüllah Efendimizden en çok görülen tebessüm olunca mü’min olana da yaraşan, gülecek olduğu zaman tebessüm etmek ve aşırı derecede gülmemektir. Arada sırada beşeriyet icabı acayip bir şeyin idrâkinden zarurî olarak çok veya kuvvetli gülmek vâki olursa bir şey lâzım gelmez. Kerâhet bunun çok vâki olmasındadır.

Buharî EdebA Makrûn’da ve İbn-i Mâce Ebû Hüreyre’den merfu’ olarak rivâyet etmişlerdir ki, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri:

“Çok gülme! Zira şüphesiz çok gülmek kalbi öldürür,” diye buyurmuşlar. Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) buyurmuştur ki:

Resûlüllah Efendimiz güldükleri zaman nuru duvarların üzerine ışık saçardı.”

Peygamber Efendimizin güzel âdetleri şöyle idi ki, Cebrâil aleyhisselâm ile yakın zamanda buluşmuş olsa tâ o hâlet kendilerinden gidinceye kadar tebessüm ettikleri görülmezdi. Belki hutbe buyurduğu zaman yahut kıyâmeti andığı zaman gazabı şiddetlenip sesi sert ve yüksek çıkardı, demişlerdir.

Ağlamaları:

Resûlüllah Efendimizin ağlamaları da gülmeleri gibi itidal üzere idi. Kendilerinden kahkaha ile gülmek vâki olmadığı gibi yüksek sesle ağlamak da olmazdı. Ama mübarek gözlerinden yaş akardı, mübarek sinesinin coşkunluğu işitilirdi. Ağlamaları bâzı ölülere merhametinden vâki olduğu gibi ümmeti hakkında korkusundan dolayı da vâki olurdu. Ayrıca Hak teâlâ hazretlerinin korkusundan, Kur’ân-ı azîm’i işittiği zaman ve bâzen de gece namazı kılarken ağlardı. Fahr-i Âlem hazretlerinin ağlamasına bunlar sebep olurdu. Hedy-i Nebevi adlı kitapta böyle buyurulmuştur.

Mübarek elleri:

Peygamber Efendimizin mübarek elinin vasfı hakkında çok kimseler rivâyet etmiştir ki, parınakları iri idi. Mübarek zirâ’ları, yâni bilekten dirseğe varıncaya kadar kolları, etlice idi. Avuçlarının içi genişti, demişlerdir.

İmâm-ı Müslim’in (Allah ona rahmet etsin) rivâyetinde gelmiştir ki, Câbir bin Semüre’nin yanağını Resûl-i Ekrem Efendimiz hazretleri mübarek eliyle mesh etmişti. Câbir dedi ki:

Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin mübarek elinin hoşluğunu ve güzel kokusunu şöyle buldum ki, sanki cüvene-i attar’dan çıkmıştı.

Cüvene-i attar diye attarların içine hoş kokulu nesneler koydukları kutuya derler.

İmâm-ı Taberanî ve Beyhakî’nin (Allah onlara rahmet etsin) rivâyetlerinde Vâil bin Hucr (radıyallahü anh) buyurmuştur ki:

— Vallahi ben Resûlüllah Efendimizle musafaha ederdim yahut, mübarek bedeninin cildi benim cildime değerdi. Hâlâ ben onun nasıl olduğunu bilirim. Öyle ki, mübarek cildi güzel kokusu cihetinden miskten daha güzel ve hoş kokulu idi.

Yine İmâm-ı Beyhakî’nin rivâyetinde Yezid bin Esved (radıyallahü anh) buyurmuştur ki:

Resûlüllah Efendimiz hazretleri bana mübarek elini sundu. Gördüm ki, kardan soğuk ve miskten hoş kokulu idi.

Yine İmâm-ı Taberânî’nin (Allah ona rahmet etsin) naklinde yazılıdır ki, İbn-i Şeddâd (radıyallahü anh) babasından şöyle rivâyet etmiştir:

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin mübarek elini elime aldım. İpekten yumuşak ve kardan soğuktu.

Rivâyet olunur ki, bir gün Mekke’de iken Sa’d bin Ebî Vakkas (radıyallahü anh) hasta oldu. Resûlüllah Efendimiz hazretleri onu görmeye gitti. Sa’d der ki:

— Mübarek elini alnımm üstüne koydu ve yüzümü, göğsümü karnımı mesh eyledi. Tâ bu saate gelinceye kadar mübarek elinin soğuğunu ciğerimin üzerinde bulur gibi hayâl ederim. Bu hâlet benden hiç zâil olmadı.

Sahîh-i Buhârî’de Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki, şöyle dedi:

— Ben ipekten ve atlastan bir nesneye asla dokunınadım ki, Resûlüllah Efendimizin avcunun içinden daha yumuşak olsun.

Bâzı âlimler dediler ki:

— Bu zikrolunan hadîs, İmâm-ı Tirmizî, Hâkim ve diğerlerinin naklettikleri hadîse aykırıdır. Nice yollarla Hazret-i Ali’den rivâyet edilmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri: “Şesenü’l-keffeyn ve’l-kademeyn” idi. Yâni mübarek avuçları ve mübarek ayaklan sertlik üzere idi. Hazret-i Âişe’den ve İbn-i Ebî Hâle’den de böyle rivâyet olunmuştur. Allah onlardan razı olsun.

Müellif (Allah ona rahmet etsin) her iki rivâyetin arasını bulup:

— Enes’in rivâyetinde murad, “Avcunun derisi yumuşaktı” demektir. Sertlik ise kemiklerinde idi. Bu takdirde mübarek bedeni, yumuşaklığı ve kuvveti kendinde toplayıp birleştirmiş olur, diye buyurdu.

İbn-i Battâl (Allah ona rahmet etsin) der ki:

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin mübarek elinin içi etli, bununla beraber yine yumuşaktı.. Nitekim Hazret-i Enes’in hadîsinde de böyle gelmiştir. Bu, Ismaî’nin “Şesen lügat bakımından avucun sertliği ile yoğunluğudur” diye naklettiğine uygun olmamıştır. İki tefsirin bağdaştınlması daha uygundur. Teslim edelim ki, Ismaî’nin lügatinde dediği gibi olması da mümkündür. Enes (radıyallahü anh), Fahr-i Âlem hazretlerinin mübarek avcunun iki halinden birini vasfetmiş olabilir. Murad, mübarek eliyle cihad ve diğer hususlarda amel ettiği zaman sertlik kazanır, ameli terk ettiğinde yine aslına dönüp yumuşak olur, demektir.

Kâdî Iyâd (Allah ona rahmet etsin): “Ebû Ubeyde şesen kelimesini ‘gılz maa’lkasr’ ile tefsir etti,” diye nakletmiştir. Yâni kalınca ve kısa idi demiştir.

Bâzı âlimler bu sözü reddedip: “Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin ‘sâilü’l-etrâf’ olduğu sâbit olmuştur,” dediler. Yâni: “Mübarek elleri, ayakları ve parınakları uzundu, kısa değildi” demektir. Velhasıl gerçek şudur ki, şesen, kısalıksız ve sertliksiz yoğunluk demektir.

İbn-i Haleviyye şöyle nakletmiştir ki, Ismaî şesen (sert) kelimesini mezkûr mâna ile tefsir ettiği zaman ona:

Peygamber Efendimiz hazretlerinin tavsifi hususunda “Mübarek avcu yumuşaktı” diye rivâyet olundu, dediler.

Ismaî bunun üzerine hemen hadîs-i şeriften hiç bir nesneyi tefsir etmemeye yemin etti. Mübarek cildinin yumuşaklığına daha bundan başka birçok hadîs-i şerifler delâlet etmiştir. En iyisini Allah bilir.

Hadîs İmâmlarından Ebû Nuaym ve İbn-i Asâkir (Allah onlara rahmet etsin) in rivâyetlerinde gelmiştir ki, Huneyn gazasında Âiz bin Amr (radıyallahü anh) hazretlerinin yüzü yaralanıp kanı yüzüne ve göğsüne aktı. Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz mübarek eliyle Âiz’in yüzünden ve göğsünden kanını sildi, ona dua etti. Sonradan Fahr-i Âlem hazretlerinin mübarek elinin dokunduğu yerler beyaz kaldı. At alnında olan sakar (akıtına) gibi oldu, dediler.İmâm-ı Buhârî Tarihinde, ayrıca İmâm-ı Beğavî ve İbn-i Mende de (Allah onlara rahmet etsin) rivâyet etmişlerdir ki, Bişr bin Muaviye, Resûlüllah Efendimiz hazretlerine geldi. Resûlüllah Efendimiz mübarek elini bunun başına ve yüzüne sürdü. Ondan sonra mübarek elinin değdiği yerler at alnındaki beyaz gibi oldu. Mübarek elinin değdiği her nesne hastalıktan beri olup şifa bulurdu.

Yine İmâm-ı Buhârî (Allah ona rahmet etsin) tarihinde zikretmiştir ki, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri mübarek eliyle Ebû Süfyânın başını sığamıştı. Elinin değdiği yerlerin kılı kara kaldı, geri kalanı ağardı.

İmâm-ı Beğavî, Beyhakî ve İbn-i Mende’nin rivâyetlerinde geçtiğine göre büyük sahabeden Sâib (radıyallahü anh) hazretlerinin de başına böyle olmuştu. Yine İmâm-ı Beyhakî ve Tirmizî’nin (Allah onlara rahmet etsin) rivâyetlerinde Ebû Zeydu 1-Ensarî (radıyallahü anh) buyurdu ki:

Resûlüllah Efendimiz hazretleri mübarek eliyle başımı ve sakalımı sığadı ve “Allahım, onu güzelleştir” diye buyurdu.

Rivâyet olunur ki, zikri geçen Ebû Zeyd yüz yıldan fazla ömür sürdü. Sakalında beyaz yoktu, yüzü de aydınlık ve açıktı. Tâ vefat edinceye kadar asla münkabız olmadı, dediler.

İmâm-ı Ahmed’in rivâyetinde, İmâm-ı Buhârî’nin tarihinde, Ebû Ya’lâ ve diğerlerinin nakillerinde gelmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri Hanzale bin Huzeym denilen kimsenin başını mübarek eliyle sığadı ve ona bereketle dua eyledi. Ondan sonra o kimse öyle oldu ki, ona memesi şişmiş bir koyunu yahut deveyi veya veremli bir insanı getirirlerdi de kendi eline püskürüp başında Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin dokunduğu yere sürer ve “Bismillâhi alâ isri yedin resûlüllah — Allah’ın resûlünün elinin izi üzre Allah’ın ismiyle” dedikten sonra yine sürer, ondan sonra o şiş yeri mesh ederdi. Şiş zâil olup giderdi, diye buyurdular.

Mübarek koltuğu, sakalı, karnı ve sırtı:

Mübarek koltuğunun beyazlığı sahâbe-i kirâmden bir topluluğun rivâyet ettikleri hadîs-i şeriflerde gelmiştir.

Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) hazretlerinden şöyle rivâyet edilmiştir ki:

Resûlüllah Efendimiz hazretlerini duada ellerini kaldırırken gördüm. O kadar kaldırırdı ki, koltuklarının akını gördüm, diye buyurdu.

Beni Hureyş’den bir kimse dedi ki:

Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri beni kucağına aldı. Hattâ koltuğunun terinden üzerime aktı. Kokusu misk kokusu gibi idi.

Hazret-i Ali (Allah varlığını mükerrem kılsın), Resûlüllah Efendimiz hazretlerini vasfedip “Zû Mesrûbe” diye buyurmuştur. Mesrûbe, insanın göğsünden göbeğine varıncaya kadar biten kıldır. Öyle ki, ona bakan bir kimse zikredilen yere bir iplik çekilmiş sanır. Ancak o yerde kıllar bitip hepsi bir iplik çekilmiş gibi görünür.

İbn-i Ebî Hâle: “Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin mesrebesi ince idi” demiştir. İbn-i Sa’d katında Hazret-i Ali’den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki, “Fahr-i Âlem Efendimizin mesrebesi uzundu” demiştir. İmâm-ı Beyhakî (Allah ona rahmet etsin) katında: “Göğsünün aşağısından göbeğine varıncaya kadar dal şeklinde kıl bitmişti. Ama göğsünün ve mübarek kaminin üstünde ondan başka kıl yoktu,” demiştir.

Ebû Hureyre’den rivâyet edilmiştir ki, Peygamber Efendimiz hazretlerinin vasfında:

— Sanki gümüşten yapılmış gibi ak idi. Mübarek sakalı ne kısacık, ne de çok sarkmış idi. Belki tam itidal üzere idi. Mübarek karnı dümdüzdü. Mübarek omuz başinin kemikleri iri idi, demiştir.

Bâzılarının kavline göre mübarek göğsü ile karnı beraber idi.

İmâm-ı Ahmed (Allah ona rahmet etsin) Muhriş-i Kâ’bi’den rivâyet etmiştir ki, şöyle dedi:

Resûlüllah Efendimiz hazretleri bir gece Ci’râne’de umre eyledi. Mübarek arkasına baktım, sanki eritilip kalıba dökülmüş gümüştendi.

İmâm-ı Buhârî’nin (Allah ona rahmet etsin) rivâyetinde: “Baîdü mâ beyne’lmenkibeyn” denilmiştir. Mânası “Mübârek göğsü yassı idi” demektir, diye tefsir edilmiştir. İbn-i Sa’d’m naklinde Ebû Hüreyre’den rivâyet edilmiştir ki: “Ruhabu’sSadr” diye buyurmuştur. Yâni: “Mâbarek sinesi genişti” demek olur.

Mübarek Kalbi:

Peygamber Efendimiz hazretlerinin mübarek, muazzam ve mükerrem şerefli kalbinin vasfı hakkında da nice hadîsler ve haberler gelmiştir. Evvelâ malûm olsun ki, kalb dedikleri, fuâd (yürek) içinde küçük bir et parçasıdır. Bir damarla asılmıştır. İmâm-ı Vahidî böyle nakletmiştir. Kalb diye isimlendirilmesinin sebebi de bâzı havâtırla tekallüb eder (halden hâle döner) olmasıdır, demişlerdir. Nitekim şairin sözünde şöyle gelmiştir:

“İnsan ancak ünsünden ötürü insan diye isimlendirildi. İnsan kelimesi üns’den alınmıştır. Kalb de ancak bir halden bir hâle tekallüb edip döndüğü için kalb kelimesi ile isimlendirildi.”

Zemahşerî buyurmuştur ki: “Kalb kelimesi tekallüb’den müştaktır. İfratla tekallübü olduğu için ondan türetildi. Ebû Mûsâ’l-Eş’arî’nin (radıyallahü anh) Fahr-i Âlem Efendimizden rivâyet ettiği şu hadîs-i şerife nazar etmez misin ki:

“İnsanın kalbi, sahraya atılmış bir kuş tüyü gibidir. Onu yel her yöne döndürür,” diye buyurmuştur.

Yine demiştir ki: “Kalb ile fuâd arasındaki fark şudur: Fuâd kalbin ortasıdır. Tefe’üdünden ötürü, yâni tevakkud (tutuşup yanına) edip alevlendiğinden ve aydınlattığından ötürü fuâd denilmiştir.”

Cevheri (Allah ona rahmet etsin) kalbi fuâd ile ve fuâdı kalb ile tefsir etmiştir. Onun katında ikisi birdir.

Ama Zerkeşî (Allah ona rahmet etsin) der ki: “En güzeli diğerlerinin kavlidir ki, fuâd kalbin perdesidir. Kalb onun habbesi (içindeki tanesi, tohumu, çekirdeği) ve süveydâsıdır (ortasıdır), dediler. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin hadîs-i şerifinde:

“Kalbleri en yumuşak ve fuâdları en incedir,” diye vâki olması ikisi arasında olan farkı te’yid edicidir, dediler.

Zira bu hadîs-i şerif, kalbi yumuşaklıkla ve fuâdı yufkalıkla vasf etmiştir. Diğerlerinin sözlerinde görülen ihtilâf kelime için tekrar olundu demekten farka zâhib olmak evlâdır, dediler.”

İmâm-ı Râğıb (Allah ona rahmet etsin): “Kalbe tahsis edilmiş olan mânalardan, meselâ ilim, şecaat ve bunların benzeri her ne varsa hepsinden kalb diye bahsedilir. Kalb denilince bunlar murad olunur,” demiştir.

Bâzılarından nakledilmiştir ki, Hak teâlâ hazretleri her nerede kalb buyurmuşsa orada bu akla ve ilme işarettir. Meselâ:

“İnne fî zâlike lezikrâ limen kâne lehu kalbün — Muhakkak ki, bunda kalbi olan kimse için bir öğüt vardır,” (Kaf sûresi: 50/37) diye buyurduğu yerde murad akıl ve ilimdir. Yine Hak teâlâ hazretleri her nerede sadr (göğüs) buyurmuşsa orada akla, ilme ve sair kuvvetlere ki, şehvet, gazap ve bunlardan başka her ne varsa hepsine işarettir.

Bâzı âlimlerden nakledilmiştir ki, Hak teâlâ hazretleri, zikir için insanı halk eyledi ve ona kalb verdi ki, onunla kendini idrâk etsin. O kalb insana ait varlığın aslıdır. O salih olduğu zaman insanın geri kalan yeri de salih olur. O fâsid olsa geri kalan yeri de fâsid olur. Hak teâlâ hazretleri kalbleri sır mahalli eylemiştir, ihlâs yeri kılmıştır. O ihlâs İlâhî bir sırdır ki, Hak teâlâ hazretleri dilediği kulunun kalbine onu tevdi eder. Hak teâlâ hazretlerinin sırrını kendisine tevdi ettiği kalb ise Resûlüllah Efendimiz’in kalbidir. Zira onu ilk halketmiştir. Ancak sureti nebilerin suretlerinden sonra zuhura gelen surettir. Allah’ın salât ve selâmı O’nun üzerine olsun.

Hak teâlâ hazretleri, kişinin ahlâkını kalbinin sırlarına alâmet kılmıştır. Kalbinde Allah’ın sırrından eser bulunan kişinin ahlâkı güzel olur. Hak teâlâ Hazretlerinin bütün yaratıkları ile ahlâk güzelliği üzre dirlik eder. Yine bunun gibi Hak teâlâ hazretleri, bütün yaratıkları içinde Peygamber Efendimiz’in şerefli cisimlerine bâzı sıfatlar tahsis etmiştir ki, bunlar, nefis nefslerinin hallerine ve güzel ahlâkına delil olmuştur. Onun çok öğülen ahlâkını, mukaddes kalbinde olan ilâhî esrara alâmet kılmıştır. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin şerefli kalbi bütün kalblerin en zengini olduğu için Hak teâlâ hazretleri ona haber vermiş ve o Allah’ın nazar yeri olmuştur.

Nitekim bu mâna haberde gelmiştir. Onun için uygun olan şudur ki, Hak teâlâ hazretleri:

“Yere ve göklere sığmadım; mü’min kulumun kalbine sığdım,” diye buyurduğunda “kul kalbinden” murad Fahr-i Âlem Efendimiz’in şerefli kalbidir.

Buyurmuşlardır ki: “Peygamber Efendimiz hazretlerinin şerefli kalbi, mi’rac gecesinden evvel diğer peygamberlerin kalbleri derecesinde idi. Mübarek göğsü daralırdı. Sonradan şerefli kalbine genişlik verilir, Hakk’ın ve halkın muamelesine tahammül ve tâkat yetiştirir oldu. Nitekim bu husus: “Elem neşrah leke — Biz senin göğsünü açıp genişletmedik mi?” sûresinin (K: 94) tefsirinde beyan buyurulmuştur.

Sahih hadîste gelmiştir ki, Cebrâil aleyhisselâm, Resûlüllah hazretlerinin şerefli kalbini yarıp içinden bir parça donmuş kan çıkarıp:

— Şeytanın senden nasibi olan saadet işte budur,” demiştir.

Murad, “Bu gittikten sonra şeytan sana asla zafer bulamaz,” demektir.

Ondan sonra Cebrâil aleyhisselâm Peygamber Efendimizin kalbini bir altın leğen içinde Zemzem suyu ile yıkamıştır. Tekrar şerefli kalbini yerine koyup yarasını kapatmıştır.

Enes (radıyallahü anh) hazretleri yemin ederek dedi ki: “Mübarek göğsünde iğne yerlerini gördüm.”

Bâzı hadîs-i şeriflerde de mübarek kalbi yarılıp su ve kar ile yıkandığı bildirilmiştir. Kalbinin yarılması bir defa da Resûlüllah Efendimiz hazretlerine çocukluk devrinde vâki olmuştu. Peygamberlik zamanından önce mucize vâki olmasını âlimler mümkün görmüşlerdir. Bu türlü hallere irhâsât derler. Hususiyle Peygamber Efendimiz hazretleri hakkında çok vâki olmuştur. Bunun incelenmesi ve açıklanınası inşâallah aşağıda gelecektir.

“Elem neşrah leke sadreke — Biz senin göğsüne inşirah (açıklık, genişlik) vermedik mi?” (K: 94/1) âyetinden murad şudur:

Bâzı âlimler: “Âyet-i kerîmede şerh-i sadırdan (göğsün açılıp genişletilmesinden) murad maneviyata, ilim ve irfanla aydınlanıp ferahlamaya ve tâate yöneliktir” deyip, bu hususta bâzı açıklama şekilleri beyan etmişlerdir. Bunlardan birisi şudur: Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri ins ve cinne nübüvvetle vazifelendirildiği vakit bütün ıstırap ve gamlar şerefli kalbinden çıkarılıp risalet için gerekli olan şeylerin toplamını kaplaması için onda genişlik hâsıl oldu. Bundan sonra daralmaktan ve ıstıraptan kurtulup sevinç ve gam zamanlarında aynı hal üzere kaldı. Daima göğsü inşirah (genişlik) bulup nübüvvet ve risalet vazifelerinin yerine getirilmesi ile meşgul oldu.

Eğer suâl olunup:

— “Elem neşrah leke sadreke — Göğsünü açıp genişletmedik mi?” denildi, “Elem neşrah leke kalbeke — Kalbini açıp genişletmedik mi?” denilmedi, derlerse bunun cevabı şudur:

— Vesvesenin yeri sadır (göğüs) dür. Nitekim Hak teâlâ hazretleri:

“Yüvesvisü fî sudûri’n-nâsi — İnsanların göğüslerine vesvese verir,” (Nâs sûresi: 114/5) diye buyurmuştur. İşte o vesveseyi sadırdan giderip yerine hayır ve hasenat fikirlerini getirmek sadrı şerh etmektir. Bu sebeple şerh-i sadr buyruldu, şerh-i kalb denilmedi.

Muhammed bin Aliyyü’t-Tirmizî (Allah ona rahmet etsin) buyurmuştur ki: “Kalb, akıl ve mârifet (Allah’ı tanıma bilgisi) yeridir. Şeytanın zafer bulmağa kasdettiği asıl kalbdir. Önce sadra gelir. Zira sadır, kalbin hisarıdır. Her ne zaman sadra yol bulup girse şeytanî havâtır, fâsid fikirler, gam, keder, hırs ve tama’ ile onu doldursa kalb daralır, tâat ve ibâdetin lezzetini bulamaz olur. Ama bunlar önceden çıkarılıp hisara yol bulamayınca emniyet hâsıl olur; kalbin daralması ve sıkışması olmaz. Sadır inşirah (genişlik) bulmuş olur. Böylece kulluğun haklarını yerine getirmeye kalkmak kolaylaşmış olur. İşte şerh-i sadrın tam olarak açık mânası, Hak teâlâ hazretlerinin insanın sinesinde olan fâsid fikir ve hâtıraları çıkarıp yerine hayra teşvik edici duygulan getirmesidir.”

Bâzı âlimler bu hususta bir incelik buyurup demişlerdir ki: Hak teâlâ hazretleri, Hazret-i Mûsâ aleyhisselâm’dan hikâye ederek: “Rabbi eşrahlî sadrî” (K: 20/25) diye buyurdu ki, mânası: “Yâ Rab, benim gönlümü karışık ve karanlık düşüncelerden temizle” demek olur. Resûlüllah Efendimiz hazretlerine ise “Elem neşrah leke sadreke” diye buyurdu ki, mânası: “Ya Muhammed, biz senin sadrını şerh etmedik mi? Gerçekten biz senin sadrını temizledik,” demektir. O halde Hak teâlâ hazretleri, Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinden talep vâki olmadan onun sinesini temizlemiştir. Ama Mûsâ aleyhisselâm’m talebinden sonra bu temizlik vâki olmuştur. Aynı zamanda Peygamber Efendimiz hazretlerinin vasfında “Ve sirâcen münîrâ” buyurup onu nurlu çıraya tesbih etmiştir ki, diğerleri nuru ondan alırlar.

Şerh-i sadır mertebesi nura kabiliyet (nuru kabul edicilik) mertebesidir. Böylece Muhammed Mustafa sallâllahü aleyhi ve sellem hazretleri ile Mûsâ aleyhisselâm hazretleri arasında olan farka nazar olunsun.

Dukak (Allah rahmet etsin) der ki:

—Hazret-i Mûsâ aleyhisselâm mürid ve tâlib (isteyici) idi. Bunun için “Rabbi eşrahlî sadrî — Ey Rabbim, benim göğsümü genişlet,” (K: 20/25) diye buyurdu. Hazret-i Resûlüllah Efendimiz ise murâd ve matlûb (istenen) idi. Bunun için kendilerine “Elem neşrah leke sadreke — Biz senin göğsünü genişletmedik mi?” (K: 94/1) buyuruldu.

Fahr-i Âlem hazretlerinin kendi hâtûnları ile dirlik ve güzel geçimi hususunda buyurulmuştur ki: Gecede ve gündüzde bir saat içinde hepsini devrederdi. Bilindiği gibi Peygamber Efendimizin nikâhlı ve cariyelerinin sayısı on bir idi. Râvi diyor ki: “Enes bin Mâlik’ten ben sordum:

Peygamber Efendimiz hazretleri bu dereceye tâkat getirir mi îdi?

Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) dedi ki:

— Biz ashâb ile konuşurduk; Resûlüllah Efendimiz hazretlerine otuz kişinin kuvveti verilmiştir derdik.”

İmâm-ı Buhârî (Allah ona rahmet etsin) böyle rivâyet etmiştir. Bâzı hadîs âlimlerinin Muâz (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet ettikleri üzere Resûlüllah Efendimiz hazretlerine kırk kişinin kuvveti verilmişti.

Ebû Nuaym’ın Mücâhid’den (radıyallahü anh) rivâyet ettiği üzre şöyle buyurulmuştur ki: “Resûlüllah Efendimize, cima’ etmek hususunda cennet ehli erkeklerden kırk kişinin kuvveti kadar kuvvet verilmişti.”

Enes bin Mâlik’den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki, “Mü’min kişiye cennette cima’ hususunda bu kadar kuvvet verilir,” diye buyurulmuş. Enes der ki: “Ben:

— Ya Resûlâllah! İnsan bu kadar cimâa kadir olur mu? dedim.

Buyurdu ki:

— Ona yüz kişi kuvveti verilir.”

O halde bu hesap üzre o hususta Fahr-i Âlem hazretlerine dört yüz kişi kuvveti verilmiş olur.

İbn-i Arabî (Allah ona rahmet etsin) der ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin bu hususta diğer insanlar üzerine zâhir kuvveti vardı. Halbuki yeme ve içme hususunda kanaat üzere idi. îki üstünlüğü şer’î işlerde cem ettiği gibi itibarî işlerde de cem etmesi için Hak teâlâ hazretleri onu böyle kılmıştı. Öyle ki, Fahr-i Âlem hazretlerinin hâli iki cihanda kemâl üzere olsun.

Velhasıl bu hususta kuvvet ve kudretlerinin kemâl derecesinde olduğu, hadîs âlimlerinden çok kimsenin kavli ile sâbittir.

İmâm-ı Taberânî’nin (Allah ona rahmet etsin) rivâyetinde İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki:

“Hiç bir peygamber ihtilâm olmamıştır. Çünkü ihtilâm olmak şeytandandır,” buyurulmuştur.

Hak teâlâ hazretleri Resûlüllah Efendimiz hazretlerini koruyup ömründe asla ihtilâm vâki olmadı. Nitekim diğer peygamberlere de vâki olmazdı, diye buyurmuşlardır.

Mübarek ayakları:

Resûlüllah Efendimizin mübarek ayaklarının vasfı hakkında hadîs İmâmlarından İmâm-ı Tirmizî ve diğerlerinin (Allah onlara rahmet etsin) rivâyetlerinde gelmiştir ki: “İki ayağı da iri idi,” diye buyurulmuştur. Bundan murat mübarek ayaklarının parınakları iri idi, demektir,” diye tefsir edilmiştir.

İmâm-ı Ahmed ve İmâm-ı Taberânî’nin rivâyetlerinde Meymûne binti Kerdem’den rivâyet edilmiştir ki, şöyle dedi: “Resûl-i Ekrem ve Nebiyy-i Muhterem Efendimiz hazretlerini gördüm. Hatırımdan gitmez ki, mübarek ayaklarının sebâbesi diğer parınaklarından uzun idi. Mübarek tabanları düz ve yumuşaktı.”

Sebâbe diye baş parınağın yanındaki parınağa derler.

Abdullah bin Büreyde (radıyallahü anh) buyurmuştur ki: “Fahr-i Âlem Efendimiz Hazretleri ayak cihetinden insan nev’inin en güzeli idi.” Âlimler ittifak etmişlerdir ki, o Hazret’in mübarek ayaklan son derece güzeldi.

Mübarek boyu:

Resûlüllah Efendimizin mübarek boyu hakkında İmâm-ı Beyhakî (Allah ona rahmet etsin) Hazret-i Ali (kerremallahü veçhe) den rivâyet etmiştir ki:

— Kısa değildi, uzun da değildi. Uzuna yakındı, diye buyurmuştur.

İmâm-ı Ahmed’in oğlu Abdullah’ın rivâyetinde yine Hazret-i Ali’den rivâyet edilmiştir ki:

Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri çok uzun değildi. Ortadan yukarı da değildi. Her ne zaman bir toplulukla beraber bir yere gelse boyu onların boyuna galip olurdu, diye buyurmuştur.

Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) buyurmuştur ki:

Resûlüllah Efendimiz hazretleri kısa değildi, çok uzun değildi, uzuna yakındı.

Velhâsıl zikrolunan rivâyetlerin toplamından anlaşılır ki, Fahr-i Âlem Efendimiz orta boyluluk derecesinden ziyade imişler. Nihayet çok uzun boylu değillermiş.

İbn-i Asâkir ve Beyhakî’nin rivâyetlerinde Hazret-i Âişe’den rivâyet edilmiştir ki:

Resûlüllah hazretleri çok fazla uzun boylu değildi. Kısa boylu da değildi. Yalnız yürüdüğü zaman orta boyluluğa nisbet olunurdu. Her ne zaman yanına uzun boylu bir kimse gelse kendisi ondan uzun boylu görünürdü. Çok defa olurdu ki, iki yanına uzun boylu iki kimse gelse Resûlüllah Efendimiz hazretleri uzunlukta onlara galip olurdu. Onlardan ayrılınca yine orta boyluluk üzere bulunurdu, diye buyurmuştur.

İbn-i Seb’ (Allah rahmet etsin) Ha^is’inde buyurmuştur ki: “Resûlüllah Efendimiz oturdukları zaman mübarek omuzları bütün omuzlardan yukarıda olurdu.”

Mübarek saç ve sakalı:

Resûlüllah Efendimizin mübarek saçları ve mübarek sakallarının vasfı hakkında Katâde (radıyallahü anh) dedi ki: “Ben Enes bin Mâlik’e sorup:

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin mübarek kılı nasıldı? dedim.

Enes:

— iki nevi kıl arasında bir kıldı. Çok kıvırcık değildi, çok düz de değildi. İkisi arasında ve orta derecede idi. Uzunlukta ve kısalıkta görünüşü kulakları ile omzunun üstünün ortasında idi, dedi.”

Bir rivâyette de buyrulmuştur ki: “Mübarek saçı orta derecede kıvırcık idi. Çok güzel değildi. Çok kıvırcık da değildi. Mübarek kulakları ile mübarek omuzları ortasında idi.”

Başka bir rivâyette ise: “Mübarek kulaklarının ortasına gelinceye kadar uzundu,” diye vârid olmuştur.

Hadîs İmâmlarından İmâm-ı Buhârî, Müslim, Ebû Dâvud ve Nesâî (Allah onlara rahmet etsin) böyle rivâyet etmişlerdir. Bütün rivâyetlerin en doğrusu işte bu zikrolunanlardır.

İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet etmişlerdir ki: “Fahr-i Âlem Efendimiz mübarek saçlarını alnının üstüne salıverirdi. Müşrikler saçlarını iki yana ayırırlardı. Kitap ehli, yâni Hıristiyan ve Yahudiler topluluğu saçlarını ayırmayıp salıverirlerdi. Resûl-i Ekrem Efendimiz hazretleri kendilerine başkaca bir emir gelmemiş olan yerde kitap ehline uygunluğu severdi. Yâni müşriklerin üslûbunu ve davranışını ihtiyar etmezdi. Kitap ehlinin üslûp ve davranışını seçerdi. Sonradan mübarek saçlarını ayırır oldu,” demiştir.

İmâm-ı Tirmizî Şemâil’de böyle buyurmuştur. Sahih-i Müslim’de de bu rivâyetin benzeri gelmiştir. Âlimler (Allah onlara rahmet etsin) buyurmuşlardır ki: “Saçı iki tarafa ayırmak Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin sünnetidir. Zira sonradan böyle eder olmuştu. Doğrusu şudur ki, alnının üstüne salıvermek de câizdir, iki yana ayırmak da câizdir. Ama ayırmak daha üstündür.”

İmâm-ı Tirmizî’nin rivâyetinde Hazret-i Âişe-i Sıddıka (radıyallahü anhâ) buyurmuştur ki: “Peygamber Efendimiz hazretlerinin cümme’den yukarı ve vefre’den aşağı bir saçı vardı.”

Cümme diye omuz başlarına yetişen saça derler. Vefre diye de kulak yumuşağına yetişen saça derler. Velhasıl Hazret-i Âişe’nin rivâyeti üzre Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin mübarek saçinin uzunluğu o kadardı ki, mübarek kulaklarının yumuşağından aşağı inmişti, ama omuzlarına varınamıştı, ikisinin ortasında idi.

Enes’in (radıyallahü anh) hadîsinde mübarek kulaklarına kadar inmişti. Bera’ (radıyallahü anh) hazretlerinin hadîsinde omuzlarına değerdi. Kâdî Iyâd (Allah ona rahmet etsin) der ki: “Bu zikrolunan rivâyetlerin bağdaştırılması şöyle olur: Mübarek kulakları tarafında olan saçları kulaklarının yumuşağına gelecek kadardı. Arkasında olan saçları ise omuzlarına yetişirdi.”

Şöyle de buyurmuşlardır: “Bâzı rivâyette kulağına kadar inmişti ve bâzı rivâyette omzuna kadar inmişti demelerinin sebebi şudur ki, bir zamanda öyle idi başka bir zamanda ise böyle idi demektir. Rivâyetler hep doğrudur. Peygamber Efendimiz hazretleri mübarek saçlarını bâzan olurdu ki, ihmal buyurup uzatırdı, ta omuz başlarına kadar inerdi. Bâzan da keserlerdi, mübarek kulaklarının yumuşağına, yahut ortalarına kadar gelirdi.

Ümmü Hânî (radıyallahü anh) buyurmuştur ki: “Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri bir zaman Mekke’de bize gelmişti. O vakit dört gadîresi vardı.”

Gadîre’nin mânası saç bölüğü demektir. Yâni mübarek saçlarını dört bölük edip sarkıtmıştı, demektir.

Mübarek sakalinin vasfında Enes’den rivâyet edilmiştir ki, Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin mübarek sakalında birkaç tane ak kıl vardı. İmâm-ı Müslim (Allah rahmet etsin) böylece rivâyet etmiştir. Yine onlar katında bir rivâyette de: “Ak kıl görünmezdi, ancak çok az görünürdü,” diye buyrulmuştur.

Bir rivâyette de gelmiştir ki: “Fahr-i Âlem hazretlerine saç ve sakal boyamak vâki olmadı. Ak kıl sadece anfesinde ve sudğalarında idi; birkaç kıl da yer yer mübarek başlarında idi,” denilmiştir.

Anfe diye alt dudaktan aşağıca biten kıllara denir. Sudğa’dan murad da gözle kulak arasında sakalın başladığı yerdir.

İmâm-ı Beyhakî (Allah ona rahmet etsin) katında Enes bin Mâlik’den rivayşt edilmiştir ki: “Resûlüllah hazretlerinin mübarek başında ve mübarek sakalında ak kıl, on yedi tane yahut on sekiz taneden fazla değildi.”

Velhasıl sahâbe-i kirâmden her biri bir zamanda ne sıfat üzere gördü ise öyle rivâyet etmişlerdir, insanoğlunun hâli bir karar üzere olmaz. Bâzan bir şekil ve görünüşte, bâzan da başka bir şekil ve görünüşte olur.

İmâm-ı Buhârî’nin rivâyetinde Ebû Cuheyfe’den rivâyet edilmiştir ki: “Saçları ağarmış gibiydi. Ak kılı ile kara kılı birbirine karışmıştı.” Bu rivâyete göre ak kıllarının pek çok olması lâzım gelir. Mümkündür ki, Ebû Cuheyfe (radıyallahü anh) gördüğü zaman Fahr-i Kâinat Efendimiz bu hâl üzere idi.

Bütün bunlar öyle bir şeydir ki, başına gelenler bilir. Önce kişinin saçında veya sakalında bir tane, iki tane ak kıl görünür. Bir iki hafta sonra bunlar beş on tane olmağa başlar. Altı ay veya bir yıl geçtikten sonra hesabını Hak teâlâ hazretlerinden başka kimse bilmez olur.

İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet olunmuştur ki, Ebû Bekir Sıddık (radıyallahü anh) bir gün:

— Ağardın, ya Resûlâllah, dedi.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri de:

— Beni Hûd, Vâkıa, Mürselât, Amme yetesâelûne ve İze’ş-şemsü küvviret

(Nebe’ ve Tekvîr) sûreleri ağarttı, buyurdu.

Yâni bu sûrelerde cennet ve cehennem halleri çok zikrolunmuştur. Ümmetimin hâli nice olur diye gam ve üzüntüyle saç ve sakalımı ağarttım, demektir.

Alimler (Allah onlara rahmet etsin) Peygamber Efendimiz hazretlerinin sakalını boyamasının vâki olduğunda ihtilâf etmişlerdir. Çokluk şunun üzerinedir ki, boyamadı. İmâm-ı Mâlik de böyle demiştir. Ancak İmâm-ı Nevevî (Allah ona rahmet etsin) der ki: “Seçkin olan görüş şudur ki, Peygamber Efendimiz hazretleri bir zaman mübarek sakalını boyadı. Çok vakitler terk edip boyamadı. Her kişi gördüğü şekilde haber vermiştir. Hepsi sözünde doğrudur.”

Sahîh-i Buhârî ve Müslim’de İbn-i Ömer (radıyallahü anh) hazretlerinden de rivâyet edilmiştir ki, mübarek sakalını sarıya boyadığını görmüştür. Mübarek kıllarının ağarınası hususunda olan ihtilâf da böyledir. Her kişi nasıl gördüyse öylece rivâyet eyledi. Bâzıları hiç ak kılını görmediler. Bâzıları da gördüler, ama çok az gördüler. Bâzıları da çokça gördüler.

İmâm-ı Müslim ve Nesâî’nin (Allah onlara rahmet etsin) rivâyetlerinde Câbir bin Semüre’den rivâyet edilmiştir ki, şöyle dedi:

Resûlüllah Efendimiz’in mübarek başinin ve mübarek sakalinin ön tarafında ak ile siyah karışıktı. Her ne zaman yağ sürünse belli olmazdı. Her ne zaman kılları dağınık olsa belli olurdu. Gür sakallı idi. Mübarek sakalinin kılı çoktu.”

İmâm-ı Tirmizî’nin (Allah ona rahmet etsin) rivâyetinde Amr bin Şuayb’den rivâyet edilmiştir ki: “Resûlüllah Efendimiz mübarek sakalinin eninden ve boyundan alırdı,” diye buyurmuştur. Tirmizî bu hadîs için “Garîb hadîsdir” demiştir.

Yine Tirmizî İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet etmiştir ki: “Peygamber Efendimiz hazretleri, “Bıyığını almayan kimse bizden değildir,” diye buyurmuştur.

Sahihayn’da gelmiştir ki: “Müşriklere muhalefet edin. Sakallarınızı çok eyleyin ve bıyıklarınızı iyice kesin,” diye buyurulmuştur.

Bıyığı kesmek ile kazımanın hangisi daha üstündür diye ihtilâf olunmuştur. “Bıyıktan, ta dudağın kenarı görününceye kadar alınınalıdır,” diye buyurulmuştur. İbn-i Abdül-Hakîm’den nakledilir ki. İmâm-ı Mâlik: “Bıyığı iyice kesmeli ve sakalı kesmemeli. Bıyığı iyice kesmeden murad kazımak değildir. Bıyığını tıraş eden kimseyi te’dip etmeyi ben caiz gördüm,” buyurmuştur.

Eşheb’den de rivâyet edilmiştir ki: “Bıyığını tıraş etmek bid’attir. Ben caiz görürüm ki, böyle edeni şiddetli dayakla döğsünler,” demiştir. Şâfiî âlimlerinden İmâm-ı Nevevî: “Bıyık kesmekte seçkin olan şudur ki, dudağın kenarı görününceye kadar kesmeli, tâ dibinden kesmemeli,” demiştir.

Ebû Hanîfe’nin ashâbmdan İmâm-ı Tahâvî: “Biz bu hususta İmâm-ı Şâfiî’den daha açık söylenmiş bir nesne görmedik. Müzeni ve Rebî’ bıyıklarını kırkarlardı. Ama İmâm-ı Ebû Hanife, İmâm-ı Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed’in mezhebleri, baş kılında ve bıyıkta şudur ki, ihfâ taksirden daha üstündür,” demiştir.

İhfâ, bıyığı uzunca kesmektir. Taksir de onu kısaltmaktır. Yâni böylece, bıyığı ziyadece kesmek onu kısaltmaktan daha üstündür, demek olur.

Yine bıyığın iki yanından aşağı sarkan uçlarının kesilmesi hususunda da ihtilâf edilmiştir.

İmâm-ı Gazalî hazretleri İhyâ-i Ulûm adlı kitabında: “Onları kesmeyip bırakmak caizdir. Zira sahâbe-i kirâmden Hazret-i Ömer bin Hattâb ve diğerleri (Allah onlardan razı olsun) bıyığın uçlarını kesmeyip bırakmışlardır. Çünkü uçları ağzı örtmez ve yemek bulaşmaz” demiştir.

Ebû Dâvud Câbir (radıyallahü anh) hazretlerinden şöyle rivâyet etmiştir ki: “Biz bıyık uçlarını kesmezdik. Ancak hacda yahut umrede keserdik,” diye buyurmuştur.

Ama bâzı âlimler bıyığın üstünü kırkıp iki yanından uçlarını sarkıtınayı kerih görmüşlerdir. “Zira kendini Acemlere benzetme, belki ateşperestlere ve kitap ehline benzetme lâzım gelir,” demişlerdir. Bu görüş doğruya daha yakındır.

İbn-i Hibbân Sahîh’inde İbn-i Ömer’in (radıyallahü anh) hadîsinden rivâyet etmiştir ki, şöyle dedi:

Resûlüllah Efendimiz hazretlerine Mecusî topluluğu anlatıldı. Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz: “Onlar bıyıklarının ucunu çoğaltırlar ve sakallarım tıraş ederler. O halde siz onlara muhalefet edin,” diye buyurdu.

Ondan sonra İbn-i Ömer hazretleri bıyıklarının ucunu koyun veya deve kırkar gibi kırkar oldu, demiştir.

İmâm-ı Ahmed (Allah rahmet etsin) Müsned’inde Ebû Umâme’nin bir hadîsi esnasında rivâyet etmiştir ki, Ebû Ümâme:

— Ya Resûlâllah! Kitap ehli sakallarını kırkarlar ve bıyıklarının ucunu çoğaltırlar, dedim, dedi.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— Siz bıyıklarınızın ucunu kırkın ve sakallarınızı çoğaltın. Kitap ehline muhalefet edin, diye buyurdu.

Enes (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretleri, nûre (kılları temizlemek için kullanılan ilâç) tutunınazlardı. Beşeriyet icabı olarak kılları gidermeyi murad edince ustura ile kazırlardı,” demiştir. İbn-i Mâce ve Beyhakî de böyle rivâyet etmişlerdir. Ama İmâm-ı Ahmed bu hadîsin sıhhatini inkâr etmiştir. Zira mü’minlerin anası Ümmü Seleme’den (radıyallahü anhâ) rivâyet etmiştir ki: “Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri nûre tutunduğu zaman evvelâ kendisi başlayıp örtülmüş olan yerine sürerdi. Bedeninin diğer yerine de ehli sürerlerdi,” diye buyurmuştur.

Tırnak Kesmesi:

Tırnak kesmek hususunda Beyhakî’nin (Allah ona rahmet etsin) rivâyetinde: “Resûlüllah Efendimiz hazretleri katında cuma günü tırnak ve bıyık kesmek müstehap idi,” diye gelmiştir.

Kadîhân (Allah rahmet etsin) der ki: “Bir kimse tırnak kesmek ve baş tıraş etmek için cuma gününü tayin eylese, buyurmuşlardır ki, eğer cumadan başka zamanda da kesmeği caiz görürse ve cuma gününe bırakmayı aşırı yaparsa mekruh olur. Zira bir kimsenin tırnağı uzun olursa rızkı dar olur. Yâni geçiminde bolluk ve genişliğe erişemez. Eğer haddinden fazla olmayıp hadîs-i şeriflere teberrüken geciktirirse müstehaptır. Zira Hazret-i Âişe (radıyallahü anhâ) Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden rivâyet etmiştir ki:

“Bir kimse cuma günü tırnaklarını kesse Hak teâlâ hazretleri o kişiyi öbür cumaya kadar, hatta üç gün de ziyade belâlardan saklar,” buyurmuşlardır.

İmâm-ı Taberânî’nin naklinde Hazret-i Âişe’den (radıyallahü anhâ) rivâyet edilmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz misvâkini ve tarağını yanından ayırmazdı. Mübarek sakalını taradığı zaman aynaya bakardı.

İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin bir sürmedanı vardı. Her gece ondan sürme çekinirdi. Üç kere bir gözüne, üç kere öbür gözüne sürme çekerlerdi,” diye buyurmuştur.

İmâm-ı Nesâî ve Buhârî’nin (Allah onlara rahmet etsin) rivâyetlerinde Muhammed bin Ali’den (Allah onlardan razı olsun) nakledilmiştir ki: “Âişe hazretlerine:

Resûlüllah Efendimiz hazretleri güzel koku kullanır mıydı? diye sordum.

— Evet, misk ve amber kullanırdı, diye cevap verdi.”

Yolda Yürüyüşü:

Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin yolda yürüyüşü hususunda Hazret-i Ali (kerremallahü veçhe) Efendimizden rivâyet edilmiştir ki: “Önüne meylederek yürürdü,” diye buyurmuştur.

Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: “Ayağı ile yere bastığı zaman ayağinin tamamı ile basardı,” demiştir. Yâni: “Ayağinin ucu ile zerafet kasdedip yürümezdi. Mübarek ayağını iyice âdet üzre basardı,” demektir.

İmâm-ı Tirmizî’nin (Allah ona rahmet etsin) naklinde yine Ebû Hüreyre Hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki, şöyle derdi: “Ben, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden daha sür’atli yürüyen hiç bir kimse görmedim. Sanki yeryüzü ona dürülürdü. Yürümekte biz kendimize zahmet verirdik. O ise kaygısız yürürdü.”

Bir rivâyette de buyrulmuştur ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretleri yürüdüğü zaman sür’atle yürürdü. Hattâ arkasından gelen kimseler koşup ona yetişemezlerdi.”

Rivâyet olunur ki: Yürüdüğü zaman mübarek âzası kuvvet üzere idi. Azâsını boşandırmaz, yâni gevşek tutarak salıvermezdi. Adımlarını iri tutardı. Yürüyüş husususunun bütün hallerinde tam güzellik ve itidal (dengelilik) üzere idiler.

Rivâyet olunmuştur ki: Vedâ haccında yaya yürüyen ashâb Resûlüllah Efendimiz’e yürümekten şikâyet ettiler. Fahr-i Âlem hazretleri:

— “Esteînû bi’n-neselâni — Koşmaktan yararlanın,” diye buyurdu.

Bunun mânası: “Yorulduğunuz zaman bir miktar yelin (koşun). Yelmekle yorgunluk zâil olur,” demektir.

Neselân’ın mânası, yâb yâb (yavaş yavaş) yelmektir, seğirtmek (hızlı koşmak) derecesinde olmamalıdır. Bir miktar yorgalamak (atın ırgal gidişi, kurt yürüyüşü) olmalıdır. Bununla yorgunluk ve gevşeklik giderilmiş olur, yine taze şevk hâsıl olur.

Yüz Rengi:

Mübarek yüzlerinin rengi hakkında sahâbe-i kirâmın hepsi: “Beyaz idi” demişlerdir. Böyle diyenlerin bâzısı şunlardır: Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali, Ebû Cuhayfe, İbn-i Ömer, İbn-i Abbâs, İbn-i Ebî Hâle, Hasan bin Ali, Ebû Tufeyl, Muharrisu’l-Kâ’bî, ibn-i Mes’ûd, Berâ’, Âişe-i Sıddıka ve Enes bin Mâlik... Allah onların hepsinden razı olsun.

Hazret-i Ali (kerremallahü veçhe) Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin vasfı hakkında: “Ebyazun meşrebün” diye buyurmuştur. Mânası: “Mübarek benzi ak idi, kırmızılığı da vardı,” demek olur. Hâsılı sadece ak ve yüzü renksiz değildi; belki beyaz ve kırmızı benizli idi, demektir.

Sahih-i Müslim’de Enes hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: “Ezherü’l-levn” idi, demiştir. Mânası: “Kırmızı benizli beyaz idi” demek olur. Velhasıl Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin bu sıfat üzere olduğu son derece kuvvetli rivâyetlerle sâbit olmuştur. Bunda şüphe yoktur.

Tenbih:

Şifâ’da Ahmed bin Ebû Süleyman’dan ki Şahnûn’un arkadaşıdır rivâyet olunmuştur ki, bir kimse Peygamber Efendimiz hazretlerine “kara idi” dese onun katledilmesi gerektir. Hâsılı bir kimse Fahr-i Âlem hazretleri hakkında bir yalan söylese ve ondan kendilerine noksanlık lâzım gelse (Kara yüzlü veya yüzü kara demek gibi) katli icap eder, küfürdür, diye buyurmuşlardır.

Rivâyet olunur ki, güzel kokulu şeyler kullanınasalar dahi mübarek bedenlerinin kokusu güzeldi. Hattâ Enes bin Mâlik hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin kendi kokularından güzel bir koku, bir misk ve amber asla koklamadım,” diye buyurmuştur.

İmâm-ı Taberânî’nin rivâyetinde Utbe bin Âmir’in hanımı olan Ümmü Âsım’dan nakledilmiştir ki, şöyle dedi: “Biz Utbe katında dört hanım idik. Her birimiz, güzel kokulu nesneler kullanınakta öbürümüze galip olalım diye çalışırdık. Utbe, asla güzel kokulu şeyler kullanınazdı. Sadece sakalına bir miktar yağ sürerdi. Yine onun güzel kokusu bizden yeğ idi. Halk arasına çıktığı zaman:

— Biz Utbe’nin kokusundan daha güzel koku koklamadık, derlerdi.

Bir gün ben:

— Ya Utbe! Bu kadar misk ve amberler sürünürüz, güzel kokmak için bu kadar çalışırız, yine sende olan koku bizden daha güzeldir. Bunun sebebi nedir? diye sordum.

Bunun üzerine o da:

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin zamanında ben kurdeşen çıkardım. Bunun üzerine Resûlüllah Efendimize gidip hâlimden şikâyet ettim. Bana: “Soyun!” diye emretti. Ben de soyundum; avret yerimi örtüp karşısına oturdum. Ondan sonra Fahr-i Âlem Efendimiz mübarek eline püskürüp arkama ve karnıma sürdü. O günden beri bende bu güzel koku hâsıl olup asla gitmedi, diye hikâye etti.”

Câbir bin Abdullah’dan rivâyet edilmiştir ki, şöyle anlattı:

Resûlüllah Efendimiz’de nice haslet vardı. Her ne zaman bir yola gitse muhakkak onun ardınca giden bir kimse, o yoldan Resûlüllah Efendimizin geçtiğini güzel kokusundan anlardı. Gittiği yerlerde bir taşa rastlasa o taş kendilerine secde ederdi.

Enes bin Mâlik’den de rivâyet edilmiştir ki: “Resûlüllah Efendimiz Medine sokaklarının birinden geçtiği zaman güzel kokusundan O’nun geçtiğini bilirler:

Resûlüllah Efendimiz bu sokaktan geçmiş, derlerdi.”

Ebû Nuaym’m rivâyetinde Hazret-i Aişe’den (radıyallahü anhâ) rivâyet edilmiştir ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Âdemoğullarının son derece güzel yüzlüsü ve son derece nuranî benizlisi idi. Onu tavsif etmek isteyen her kimse, yüzünü bedir olmuş aya benzetirdi. Mübarek yüzünde olan teri, inci gibi parlak ve en güzel kokulu miskten daha güzel kokulu idi,” diye buyurmuştur.

Bâzı hadîs-i şeriflerde gelmiştir ki: “Terlediği zaman bâzı kadınlar terinden alır, tîb (güzel kokulu nesne) edinirlerdi,” diye buyrulmuştur. Ama meşhur olduğu üzere Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin terinden gül yaratılmıştır dedikleri doğru değildir. İmâmı Nevevî böyle demiştir. Şeyhülislâm İbn-i Hacer de “O hadîs mevzudur” demiştir.

Bâzı Şifâ nüshalarında vâki olduğu üzre Âişe (radıyallahü anhâ) hazretlerinden bâzı rivâyette gelmiştir ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretlerine suâl edip:

— Ya Resûlâllah! Sen tenha yerlerde kazâ-i hacete gidiyorsun, ama biz orada hiç bir nesne görmüyoruz, dedim.

Resûlüllah Efendimiz:

— Ya Âişe! Sen bilmez misin ki, nebilerden dışarı çıkanı yer yarılıp yutar. Onun için hiç bir şey görünmez, diye buyurdu.”

Âlimlerden çok kimse ve Ebû Hanîfe (Allah ona rahmet etsin) şuna zâhib olmuşlardır ki, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin fazlalıkları temizdi.

İbn-i Hacer (Allah ona rahmet etsin) der ki-. “Peygamber Efendimizin fazlalıklarının temizliğine dair deliller çoğalmıştır. İmâmlar, bunu Fahr-i Kâinat hazretlerinin niteliklerinden saymışlardır.” Bâzı âlimler: “Bunun sebebi, meleklerin Fahr-i Âlem hazretlerinin sinesini yarıp içini yıkamalarıdır,” dediler. Doğrusunu Allah bilir.

İbn-i Avâne ve Hâkim’in (Allah onlara mihmet etsin) rivâyetlerinde gelmiştir ki, Hazret-i Âişe (radıyallahü anhâ) şöyle dedi: “Kur’ân-ı azîm nâzil olalıdan beri Resûlüllah Efendimiz ayak üzeri durup tebevvül (çiş) etmek kendisinden vâki olmadı.”

Arap taifesinin âdeti ayak üzeri durup tebevvül etmekti. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri onlara muhalefet edip oturdukları yerden tebevvül ederlerdi. Zira bunda temizlik vardır. Elbiseye ve bedene bir şey sıçramaz. Ama İmâm-ı Buhârî’nin rivâyetinde Huzeyfe (radıyallahü anh) buyurmuştur ki:

Resûlüllah Efendimiz bir kavmin zibilliğine geldi ve ayak üzeri durarak tebevvül etti. Ondan sonra su istedi ve abdest aldı.”

Bu hadîs-i şerif sahihtir. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden ayak üzeri durup bevl etmek vâki olmuştur. Bunun sebebi hakkında âlimler birkaç kavil buyurmuşlardır. Bunlardan biri şudur: “O zaman yakın yerde adam vardı. Ayak üzeri bevl etmekte yel çıkmasından kurtuluş vardır. Onun için böyle etti,” dediler. Bâzıları da Imamı Şâfiî’den nakledildiği üzre: “Arap tâifesi ayak üzeri durup tebevvül etmede bel ağrısına şifa hâsıl olur, derler. Onun için böyle etti,” dediler. İmâm-ı Beyhakî ve Hâkim, Ebû Hüreyre’den nakletmişlerdir ki: “O zaman Fahr-i Âlem Efendimizin dizinin altında çıban vardı. O özürden dolayı böyle etti,” diye buyurmuştur. Ama bâzı âlimler: “Bu hadîs zayıftır” dediler.

Asıl açık olan şudur ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin muradı, ayak üzeri durup tebevvül etmenin de caiz olduğunu bildirmekti. Zira idrarın insanın üstüne sıçraması ihtimali olmayan yerde ayak üzeri durup tebevvül etmek caizdir. Bunun keraheti yoktur,” diye buyurmuşlardır.

Hususiyle Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin tebevvülü sübâte üstüne vâki olmuştu. Sübâte diye zibilliğe ve süprüntülüğe derler. Böyle yerler kaba ve yumuşak olur, içine su geçip gider, sıçramaz. Ama sert yer üstüne olunca sıçrar.

Bâzı kimseler: “Ayak üzeri bevl etmek neshedilmiştir,” dediler ve Hazret-i Aişe’nin yukarıda geçen hadîsini delil olarak ileri sürdüler. Ama doğrusu şudur ki, neshedilmiş değildir. Ayak üzeri bevl etmek de caizdir. Zira Hazret-i Huzeyfe (radıyallahü anh) sahâbe-i kirâmdendi. O, “Ben gördüm” diye rivâyet etti. Âişe (radıyallahü anhâ) Resûlüllah Efendimizin evde olan hallerini bilirdi. Yabanda ne olduğunu ne bilsin. Her kişi gördüğü üzere rivâyet etmiştir, diye buyurdular.

Velhasıl zikrolunduğu üzre sıçraması ihtimali yoksa nasıl gerekirse öyle bevl etmek caizdir.

İmâm-ı Buhârî (Allah rahmet etsin) Enes bin Mâlik’den (radıyallahü anh) rivâyet etmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri helâya girdiği zaman:

“Ya Rab, muhakkak ki, ben sana sığınırım, şeytanların erkeklerinden ve dişilerinden,” diye kulluğunu açıklamak için Allah’a sığınırdı.

Ümmetine öğretmek için de bunu sık sık söylerdi. Helâya girileceği zaman bunu dışarıda iken söylemek gerektir. Eğer dışarıda söylemeyi unutursa içeride kalbinden söylemek gerektir. Helâ olmayıp kırlık yerde çişhane varsa orada da söylemek gerek, diye buyurmuşlardır.

Şöyle malûm olsun ki, şeriatta utanınak olmaz. Müslümanlık her hususta edep ne ise ona göre hareket etmektir. Hayvanlar gibi hiç bir nesne ile ilişkisi olmamak İslâm ehline lâyık değildir. Hem dininin ve hem devletinin mâmur olmasını isteyenler, her hususta Resûlüllah Efendimizin sünnetine ve şeriatinin edeplerine riayet ederler

Âişe (radıyallahü anhâ) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki, Peygamber Efendimiz hazretleri, helâdan çıktığı zaman:

“Hamd o Allahü teâlâ hazretlerine ki, benden ezâyı giderdi ve bana âfiyet verdi,” diye buyururdu.

İmâm-ı Buhârî’nin (Allah ona rahmet etsin) rivâyetinde Ebû Eyyûb Ensarî (radıyallahü anh) Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden rivâyet etmiştir ki: “Her ne zaman biriniz kaza-i hacete giderse kıbleye karşı oturmasın ve arkasını kıbleye dönmesin. Doğu yahut batı tarafına yönelin,” diye buyurmuştur. Ancak böyle etmek, sahrada ve açık yerde olmaya göredir. Bina içinde bulunulacak olursa nasıl gerekse öyle oturmak caizdir. Zira İmâm-ı Buhârî ve Müslim’in (Allah onlara rahmet etsin) rivâyetlerinde Abdullah bin Ömer hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: “Resûlüllah Efendimizi Hafsa’mn evinde kıbleye arkasını dönüp kaza-i hacet ederken gördüm,” diye buyurmuştur.

Velhâsıl İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Şâfiî, İshak ve diğerlerinin mezheblerinde sahra ile bina içinin farkı vardır. Ancak İmâm-ı Ebû Hanife ve İmâm-ı Ahmed’in (Allah onlara rahmet etsin) mezheblerinde meşhur olan, bunun mutlak olarak haram olduğudur. Yâni gerek sahralarda ve gerek evlerde asla ne kıbleye karşı oturmalı ve ne de arkasını kıbleye dönmeli. Öyle oturmalı ki, bir yanı kıbleye gelsin. Yüzünü isterse doğuya, isterse batıya karşı tutar.

Sahîh-i Buhârî’de Enes bin Mâlik’den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretleri kaza-i hacete çıkacak olsa ben ve bir oğlan matara ile kendilerine su götürürdük,” diye buyurmuştur.

2 . Fasıl

Allah’ın Peygamberimize Verdiği Güzel Huylar ve Vasıflar

Malûm olsun ki, hulk demek huy demektir. Alimler: “Güzel huy tabiat mıdır yoksa çalışarak elde edilen bir şey midir?” diye ihtilâf etmişlerdir. Tabiattır diyenler İbn-i Mes’ûd’un şu hadîsini delil olarak kabûl ettiler ki:

“Hiç şüphesiz Allahü teâlâ, sizin aranızda rızıklarınızı taksim ettiği gibi ahlâkınızı da taksim etmiştir,” diye buyrulmuştur.

Hâsılı Allah, kendi irade ve ihtiyarı üzre kullarının bâzısma az verdiği gibi kimine güzel huy ve kimine kötü huy vermiştir, insanın bu hususta dahli yoktur, dediler.

Diğerleri şuna zâhib oldular ki, güzel huyda kişinin çalışıp çabalamasmm dahli vardır. Riyazet ve çalışma ile güzel huy elde edilebilir.

İmâm-ı Kurtubî (Allah ona rahmet etsin) buyurmuştur ki: “insan nev’inde hulk cibillettir, yâni tabiattır. Onlar bu hususta birbirinden üstün dereceler üzeredirler. Bir kimsenin üstüne o cibilletten bir şey galip olursa o kimse Mahmûd (övülen, beğenilen bir kişi) olur. Aksi halde o kimse tâ güzel ahlâkı elde edinceye kadar çalışmaya, mücahede etmeye me’murdur,” demiştir. İmâm-ı Ahmed ve Nesâi’nin nakillerinde, âlemlerin kerem sahibi hocası Efendimiz hazretleri, sahâbe-i kirâmdan Eşec adlı  bir kimseye hitâben:

“Hiç şüphesiz sende iki huy vardır ki, Allah onları sever. Birisi hilm (yumuşaklık) ve biri de yavaşlık (tedbirli iş tutmak, acele etmemek),” diye buyurdu.

O da:

— Ya Resûlâllah! Bunlar bende çok eskiden beri mi vardı yoksa sonradan mı oldu? diye sordu.

Fahr-i Âlem hazretleri:

—Çok eskiden vardı, diye buyurdu.

Bunun üzerine o da, Hak teâlâ hazretlerinin kendisini sevdiği iki huy üzere yarattığına hamd etti.

O halde o kimsenin “Bunlar bende çoktan mı vardı, yoksa sonradan mı oldu?” deyip Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin cevap verişinden anlaşılır ki, insanda sonradan bâzı güzel huyların hâsıl olması caizmiş.

İmâm-ı Ahmed’in rivâyet ettiği sahih hadîse göre Resûlüllah Efendimiz:

“Ya Rab, benim yaratılışını güzel ettiğin gibi huyumu ve tabiatımı da güzel eyle,” diye buyurmuştur.

İmâm-ı Müslim’in rivâyetinde Iftitah Duası hadîsinde:

“Ya Rab, ahlâkın en güzeline sen beni hidayet eyle. Ona kimse hidâyet edemez, ancak sen hidâyet edersin,” diye dua ederdi.

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinde bu denli ahlâk güzellikleri toplandığı zaman Hak teâlâ hazretleri, kerîm Kitabında onu övüp:

“Ve inneke lealâ hulûkın azîmin — Muhakkak sen, azîm (çok büyük) bir ahlâk üzeresin,” (Kalem sûresi: 68/4) diye buyurdu.

Hulk (huy) dedikleri şeyin hakikati nefsanî bir melekedir ki, onunla vasıflanmış olan kimseye güzel işleri işlemek kolay olur. Başkalarına iyilik etmek, ihsanda bulunınak nefsine hoş gelir. Kötü huylu olup şeytan nefisli olanlara ise iyi işleri işlemek güç gelir. Hep fitne ve fesada çalışır.

Gerçektir ki, Hak teâlâ hazretleri Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin İlmî kuvvetine ilişkin olan şeyi azametle vasıflandırıp:

“Ve allemeke mâlem tekün ta’lemü ve kâne fadlullahi aleyke azîmen — Ve Allah sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allah’ın sana lûtfu, cidden çok büyük olmuştur,” (Nisâ sûresi: 4/113) diye buyurmuştur.

Yine Hak teâlâ hazretleri kerîm Kitabinin başka bir yerinde Resûlüllah Efendimizin ilmî kuvvetine ilişkin olan şeyi azametle vasıflandırıp:

“Ve inneke lealâ hulûkın azîmin — Muhakkak sen çok büyük bir ahlâk üzeresin,” (Kalem sûresi: 68/4) diye buyurdu.

O halde bu iki âyet-i kerîmenin toplamı delâlet eder ki, beşerî ruhlar arasında Resûlüllah Efendimizin temiz ruhu en büyük ve en yüksek derecededir. Kemâlinin kuvvetinden sanki meleklerin ruhu cinsinden olmuştur, dediler.*

İmâm-ı Halîmî (Allah ona rahmet etsin) buyurmuştur ki: “Ekseriya hulk (huy) keremle (güzellikle) vasıflandırılıp hulk-ı kerîm (güzel huy) denilirken Hak teâlâ hazretleri Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin hulkunu azametle vasıflandırıp “Hulk-ı Azîm” diye buyurduğunun açıklaması şudur ki, huy güzelliği denilse bununla nefsin civanmertliği ve mülâyemeti murad olunur. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin hulku ise sadece bu değildi. Belki mü’minlere nasıl merhamet ve şefkat üzere ise kâfirlere şiddet ve salâbet üzre idi. Düşmanlarının üzerine galip ve muzafferdi. Onların gözlerine heybetli görünürdü; kalblerine bir aylık yoldan korku düşerdi. Bu takdirde şerefli hulkunu azametle vasıflandırmak daha uygundur. Zira in’ama ve intikama şâmil olur.”

Cüneyd-i Bağdâdî (yüce sırrı noksandan münezzeh olsun) buyurmuştur ki:

 “Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin hulkunun azîm (çok büyük) olması sadece şunun içindi ki: Allah’dan başkasına himmeti (kasdı) yoktu. Muradı ve maksudu sadece ve yalnız Allah idi.”

İmâm-ı Mâlik’in (Allah ona rahmet etsin) Muvattâ’ adlı kitabında naklettiği üzre Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki:

 “Ben ahlâk güzelliklerini tamamlamak için peygamber gönderildim,” diye buyurmuştur.

O halde bütün güzel huylar Resûlüllah Efendimiz hazretlerinde mevcuttu. O, Kur’ân-ı azîm ile edeplenmişti. Nitekim Âişe (radıyallahü anhâ); “Kur’an ahlâkı ile ahlâklanmıştı,” diye buyurdu.

Avârifü’l'Maârif sahibi der ki: “Hazret-i Âişe’nin “Kur’an ahlâkı ile ahlâklanmıştı” diye buyurmasında Rabbani ahlâka gizli bir işaret bulunduğundan şüphe edilmesin. O, “Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmıştı” demeğe Hak teâlâ hazretlerinden hayâ edip “Kur’an ahlâkı ile ahlâklanmıştı” demiştir. O halde Kur’an-ı azîmin mânasına nihayet olmadığı gibi Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin azîm hulkuna delâlet eden güzel vasıflarına da nihayet yoktur.”

Akıl ve Ahlâk:

Güzel ahlâkın her ne kadar çalışma ile elde edilmesinin kabil olduğu sâbit ise de Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin övülen yüksek ahlâkı aslında yaratılışı üzre Allah’ın bir bağışı idi. Çalışma ve riyazetle kazanılmış değildi. Bu güzel niteliklerin de ana kaynağı aklın tamamlığı ve mükemmelliğidir. Zira bütün faziletler ve üstünlükler onunla kazanılır. Kötü huylardan, utanılacak hallerden ve çirkinliklerden onunla kaçınılır. Akıl, ruhun lisanı ve basiretin tercümanıdır. Basiret dedikleri ruhun kalbi mevkiindedir; akıl ise lisanı mertebesindedir, dediler.

Bâzı âlimler (Allah onlara rahmet etsin) buyurmuşlardır ki:

“Her nesnenin bir cevheri vardır. İnsanın cevheri de akıldır. Aklın cevheri ise sabırdır.”

Akim mahiyeti hakkında âlimler pek çok ihtilâf etmişlerdir. Kamus sâhibi de (Allah ona rahmet etsin) bu ihtilâfların birkaç şeklini zikrettikten sonra: “Doğrusu şudur ki, ruhani bir nesnedir. Zarurî ve nazarî ilimleri nefs onunla idrâk eder. Onun varlığinin başlangıcı, çocuğun ana rahminde sureti yaratılıp ruhu üflendiği zamandır. Bu zamandan ta bülûğ çağma varıncaya kadar akıl cevheri artmaktadır. O vakit kemâl (olgunluk ve tamamlık) bulur,” demiştir.

Akim bu mertebeden tâ ihtiyarlık dairesine varıncaya kadar olan kemâli, bilgileri ve faziletleri kazanına yoluyladır. Yoksa akıl cevherinin kendisi bülûğ mertebesinde kemâlini bulur. Onun içindir ki, bütün şer’î teklifler ile mükellef olmada bâlîğ olmuş çocuk ile ihtiyarın farkı ve birbirine üstünlüğü yoktur. Zira o zamanda kişi, bir şeyin güzelliğini ve çirkinliğini, tamlığını ve eksikliğin, hayrı ve şerri idrâk eder.

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin aklinin mükemmelliği öyle bir derecede idi ki, beşer nev’inden hiç bir kimsenin o daireye ayak basınası ihtimali asla yoktur. Onun için Resûlüllah Efendimizin ahlâkı en büyüktü. Bu hususu anlamaya yaklaştırmak için âlimler onun aklı ile diğer insanların akıllarını nice türlü nesneye tesbih buyurmuşlardır.

Hattâ bâzıları dediler ki: “Akıl yüz hissedir. Doksan dokuzu Resûlüllah Efendimiz hazretlerinde, birisi diğer mü’minlerdedir.”

Bâzıları buyurmuşlardır ki: “Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin akimın bütün âlem halkinin aklından daha ziyade olduğuna kesin bilgi sâhibi olmak için iyi düşünüp görmek gerektir ki: Arap tâifesi ne türlü vahşî bir tâifedir, nasıl sert ve serkeş bir kavimdir? Böyle bir topluluğun arasına geldi de tedbir ve tedârik güzelliği ile onları kendine nasıl mutî ve müsahhar eyledi? Ne kadar cevr ve cefalarına tahammül etti? Ne denli belâ ve ezalarına sabretti? Sonunda itâat ve bağlılıkları öyle bir dereceye vardı ki, dinlerini terk edip İslâm’a girdiler. Resûlüllah Efendimiz hazretleri katında kendi ehilleri, ataları ve oğulları ile İslâm dini yolunda savaştılar. Kendi nefisleri üzerine Resûlüllah Efendimiz hazretlerini seçkin ve üstün tuttular. Onun şerefli rızası için vatanlarını ve mallarını terk ettiler. Üstelik böyle bir şeye alışık da değillerdi. Okuma ve yazma bilen bir topluluk da değillerdi ki, eski kitapları okuyup inceleyerek oradan geçmiş peygamberlerin ve ümmetlerin hallerini öğrensinler.

İşte böyle bir tâifenin arasından zuhur edip tedbir güzelliği ile bu kadar eserler ortaya koymaya ne denli akıl gerektiğini akıllı olan kimse idrâk edebilir. Şüphesiz aklı tamamlığın nihayetinde olduğu için cömert nefsinin ahlâkı da genişliğin en son derecesi üzere idi. Hiç bir nesneye daralmazdı. Yumuşaklıkta, kudret sahibi iken afvetmede ve çirkin görülen şeylere karşı sabretmede çok övülen ahlâkı kemâlini bulmuştu. Onun içindi ki, müşrikler kendisiyle harb ve kıtal edip kendisini yaraladılar, mübarek dişini kırdılar, mübarek yüzünde yara açtılar ve şerefli yüzünün üzerine kan revan oldu. Ashâb-ı kirâm hazretlerine bu hal çok güç gelip:

— Ya Resûlâllah! Nolaydı, kâfirlere beddua etseydin, dediler.

Resûlüllah Efendimiz:

— Ben lânetçi olarak gönderilmedim, ancak dâvet ve rahmet edici olarak gönderildim, buyurdu.

Yâni: “Hak teâlâ hazretleri beni kimseye beddua ve lânet etmek için göndermedi, hayır dua ve rahmet için gönderdi. Ben insanları öldürmek için gelmedim, kurtarınak için geldim,” dedi .

Ondan sonra:

“Ya Rab, benim kavmime sen mağfiret eyle ve sen hidâyet eyle. Çünkü onlar bilmiyorlar,” diye dua etti.

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin sabrinin ve afvinin ne derecede olduğuna bu kıssa yeter.”

İbn-i Hibbân (Allah ona rahmet etsin) zikrolunan duayı tefsir edip:

— “Allahümme’ğfir li-kavmî — Ya Rab, benim kavmime mağfiret eyle,” demekten muradı: “Ya Rab, yüzümü yaralamak hususundaki günahlarını mağfiret eyle” demektir. Yoksa mutlak olarak günahlarını mağfiret eyle demek değildir. Eğer böyle olsaydı duası kabûl olunurdu. Eğer kabûl olunsaydı Kureyş kâfirlerinin hepsi îmana gelirdi, diye buyurmuştur.

Hazret-i Ömer’den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki:

— Ya Resûlâllah! Anam babam sana fedâ olsun, Nuh peygamber kavmine beddua edip: “Rabbi lâ-tezer alel-ardı mine’l-kâfirine deyyâren — Ey Rabbim, yeryüzünde kâfirlerden bir tek kişi bırakma!” (Nûh sûresi: 71/26) diye buyurdu. Eğer sen de onun gibi bize beddua etseydin hepimiz helâk olurduk. Mübarek sırtına vurdular, mübarek yüzünü kanattılar, mübarek dişini kırdılar, yine beddua etmedin. Dua edip: “Allah’ım, benim kavmimi sen bağışla. Çünkü onlar bilmiyorlar,” diye buyurdun, dedi.

Burada şöyle bir incelik vardır: Kâfirler Fahr-i Âlem hazretlerinin mübarek yüzünü yaraladıkları vakit onları affedip: “Allahım, kavmime sen hidâyet eyle,” dedi. Ama Hendek gazâsında namazdan alıkoydukları zaman beddua edip: “Allahümme emlâü butûnihim nâren — Allahım, onların karınlarını ateşle doldur!” dedi. Kendi yüzüne erişen yaraya tahammül etti, dinin yüzüne erişen yaraya tahammül etmedi. Zira dinin yüzü namazdır. Kendi hakkinin üzerine Hak teâlâ hazretlerinin hakkını tercih etti, dediler.

Malûm olsun ki, ezâya sabretmek nefsin cihâdıdır. Hak teâlâ hazretleri nefsi öyle yaratmıştır ki, ona zarar verseler veya aykırı bir şey söyleseler huzursuz olup elem çeker, üzülür. Bundan dolayı Fahr-i Âlem hazretleri kendini kısmette çevre nisbet ettikleri zaman güç geldi, ıstırap çekti, ama sabretti. Çünkü biliyordu ki, sabredenlere Hak teâlâ hazretleri hesapsız ecir ve sevaplar verecektir. Ezaya sabır ve tahammül kendi hakkında idi, İslâm dini hakkında değildi. Bunun için İslâm dinine ezâ ve ihanete kasd etseler orada Hak teâlâ hazretlerinin:

“Yâ eyyühe’n-nebiyyü câhidi’l-küffâre ve’l-münâfıkîne ve’ğluz aleyhim — Ey Peygamber! Kâfirler ye münafıklarla cihâd et, onlara sert davran!” (Tevbe sûresi: 9/73) yüce fermanının hükmü gereğince kâfirler ve münafıklar ile cihâd üzre olup onlara şiddet ve sertlik gösterirdi.

Ama kendine ait hususlarda sabrı öyle bir derecede idi ki, İmâm-ı Buhârî’nin rivâyetinde Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) hazretleri şöyle buyurmuştur:

— “Ben Resûlüllah Efendimiz hazretleri ile gidiyordum. Fahr-i Âlem hazretlerinin üzerinde Necrant bir hırka vardı. Hırkanın kenarı sertti. Bir Arabî yetişip hırkasına yapıştı, sımsıkı tutup çekti. Mübarek omzunun üstünde hırkanın kenarının geldiği yere baktım, Arabi’nin çekmesinden orada bir iz belirmişti. Ondan sonra Arabî:

— Ya Muhammed, emret, senin katında bulunan Allah’ın malından bana versinler! dedi.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri dönüp baktı ve güldü. Ondan sonra Arabi’ye arınağan verilmesini buyurdu.”

O halde Arabi’nin bu küstahlığına bakmadan yumuşaklıkla sabır ve tahammül edip yine ihsan eden o Kerîm’in şerefli zâtında ne kadar lütuf ve kerem bulunduğu iyice düşünülsün. Nefs ve mal hususunda bu denli ezâya sabrı şunun içindi ki, Hak teâlâ hazretlerinin kullarını ahlâk güzelliği ile teshir edip İslâm dinine yetiştirsin; kendisinden ürküp nefret etmesinler. Gönül hoşluğu ile İslâm’ı kabûl etsinler.

Âişe (radıyallahü anhâ) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki:

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinde asla fuhş (çirkin söz ve hareketler) yoktu; mütefahhiş de değildi. Kötülüğe kötülükle karşılık vermezdi,” diye buyurmuştur.

Yâni: “Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin ne tabiatında ve ne de çalışıp kazanınasında fuhuş vardı. Kendisinden asla çirkin bir söz veya hareket sâdır olmamıştı,” diye tefsir etmişlerdir. Arap dilinde fuhuş diye, haddini aşan ve hattâ çirkinlik derecesine ulaşan şeye derler. Fuhuş sözde, fiilde ve sıfatta olur. Ama çoklukla söz hakkında kullanılır. Mütefahhiş diye de, fuhşu kasdeden, kendisinden çok fuhuş sâdır olan ve onunla gösteriş yapan kimseye derler. Bunları yapmadığı gibi kötülüğe de karşılık vermez, onu afveder ve ondan yüz çevirirdi, demektir.

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin müdârâsımn (yüze gülmesinin, dost görünmeşinin) güzelliği hakkında İmâm-ı Buhârî’nin naklinde Hazret-i Âişe (radıyallahü anh) buyurmuştur ki:

“Bir kere bir kişi Resûlüllah Efendimiz hazretlerine gelip içeri girmek için izin istedi. Fahr-i Âlem hazretleri o kişiyi karşıdan görünce istikrah edip:

“Ne kötü aşiret kardeşi ve ne kötü aşiret oğlu!” diye zemmetti.

Sonra o kimse gelip oturunca yine Fahr-i Âlem hazretleri lütuf ile nazar edip güler yüz gösterdi; ferahlayıp açıldı ve sohbet etti. O şahıs gider gitmez ben dedim ki:

— Ya Resûlâllah! Onu ilk gördüğün zaman şöyle şöyle söyledin. Sonradan açıldın, ferahlık gösterdin? Bunun hikmeti nedir?

Resûlüllah Efendimiz:

— Ya Âişe! Sen benim ne vakit fahhâş (her nevi kötülükleri kendinde toplayıcı) olduğumu gördün? Hiç şüphesiz Hak teâlâ hazretleri katında kıyamet gününde rütbe bakımından insanların en kötüsü şu kimsedir ki, insanlar onun şerrinden (kötülüğünden) korktukları için onu terk ederler, dedi.

Yâni: “Şerrinden korkup ona yaklaşmazlar, onu kendi hâline bırakırlar,” demektir.

Buyurmuşlardır ki: O şahıs Uyeyne bin Husayn (veya Hısn) dedikleri kimse idi. O fâsık ve müfsit bir bedbaht idi. Şerrinden kimse emin değildi. Fezâre kabilesinin reisi idi. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin onun yüzüne gülmesi şunun içindi ki, onunla ülfet kazanıp kavmi İslâm’a girsinler, onlara mâni olmasın.

Şöyle malûm olsun ki, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin ümmetinden bâzı kimseler hakkında söylediği zemmedici sözler gıybet olmaz. Ümmetinden olan kimselerin biribiri hakkında söyledikleri ise gıybet olur. Belki Fahr-i Kâinat Efendimiz’in üzerine gerekli idi ki, onun hâlini ve durumunu halka bildirsin; tâ ki, şerrinden sakınsınlar. Böyle etmesi halka nasihat ve şefkat bakımındandır ki, o türlü kimselerle müdâra (dost görünme) üzere olup şer ve fesadından böylece kurtulmuş olurlar.

İmâm-ı Kurtubî (Allah ona rahmet etsin) buyurmuştur ki: “Zikrolunan kıssada şuna işaret vardır ki, fısk ve fesadını açığa vuran kimseleri gıybet etmek câizdir. Şerlerinin korkusundan onlara müdârâ etmek (yüzlerine gülmek, onlara dost görünmek) de câizdir. Ama müdârâ etmek, müdâhane (dalkavukluk) derecesine varınamalıdır.”

Ondan sonra Kadî hissine uyarak müdârâ ile müdâhane arasındaki farkı zikredip buyurmuştur ki: “Müdârâ diye din ve dünya iyilikleri için yahut yalnız birinin iyiliği için dünyayı harcamağa derler. Böyle etmek mübahtır. İşin gereği olarak bâzen müstahsen bile olur. Müdâhane diye dünya iyiliği için dini harcamağa derler. Meselâ mal ve makam elde etmek için yalan, hile, yalan yere yemin ve meşru olmayan fiiller irtikâb etmek gibi. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin o şahsa harcadığı dünyasından bir miktar iyi geçinme, konuşmada yumuşaklık gösterme ve şakalar etmekti. Lûtfunun kemâlinden dolayı onun kabahatini yüzüne vurup kendisini reddetmedi. Ne söylediyse hepsi gerçekti. Nihayet işin gereği olarak sözünün gerektirdiği şeyi fiilinde zuhura getirmedi. Lütuf gösterdi. Zira böyle etmekte hikmet vardı. Fayda bunda idi.”

Kâdî Iyâd (Allah rahmet etsin) buyurmuştur ki: “Allah bilir ki, Uyeyne o zamanda henüz İslâm’a gelmemişti. Bu takdirde onun hakkındaki sözü gıybet olmazdı. Yahut İslâm’a geldiyse de henüz müslümanlığı tam ve temiz olmamıştı. Kalbi mustarip idi. Resûlüllah Efendimiz şunu murad edindi ki, onun halini beyan etsin. Tâ ki, bâtininı bilmeyenler zâhirine aldanınasınlar. Bu şahsın Resûlüllah Efendimizin zamanından daha sonraları bâzı halleri ortaya çıkmıştır ki, îmanının zayıflığına delâlet ederdi. Bu takdirde Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin onu öyle tavsif etmiş olması nübüvvetinin işaretlerinden olur. İçeri girdikten sonra ona yumuşaklıkla konuşup güzel muamele etmesi ise ülfet göstermek yolu olur .”

Fethü’l-Bârî’de zikredilmiştir ki: “Uyeyne, Ebû Bekir Sıddık (radıyallahü anh) zamanında mürted oldu. Müslümanlara karşı muharebe eyledi. Sonradan yine dönüp İslâm’a geldi. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) zamanında bâzı fetihlerde hazır bulundu.”

İmâm-ı Buhârî’nin (Allah ona rahmet etsin) rivâyetinde gelmiştir ki: “Alemlerin iftihar kaynağı Efendimiz hazretleri, kendi nefsi için intikam almamıştır. Kendine ezâ eden mel’unlar cümlesinden Ukbe bin Ebî Muayt, Abdullah bin Hatl ve diğerleri gibi bâzılarımn katledilmesini buyurması mücerred kendilerine cefa ettikleri için değildi. Bunlarda Allah’ın hakkı da vardı. İlâhî haramları hetk ederlerdi. Yâni şeriatın namus perdesini yırtarlardı. Onun için bunların katledilmesini buyurmuştur.”

Ancak Davudi (Allah ona rahmet etsin) intikam almamayı, mala mahsus olan nesnede almamaya hamletmiştir. “Ama şerefli ırzı hususunda edepsizlik edenin hakkından gelirdi,” demiştir.

Hâkim’in (Allah rahmet etsin) naklinde Zührî’den rivâyet edilmiştir ki, şöyle buyurdu: “Resûlüllah Efendimiz hazretleri hiç bir müslümana açıkça ismini zikrederek lânet etmemiştir. Mübarek eliyle hiç bir kimseyi döğmemiştir. Meğer ki, Allah yolunda gazâda olsun. Ondan hiç bir şey istenmemiştir ki, onu reddetmiş olsun. Meğer ki, o şey şerefli şeriata muhalif olsun, ondan günah sâdır olsun. Hiç bir kimseden intikam aldığı görülmemiştir. Meğer ki, Allah’ın haramlar perdesini yırtmış olsun. Bu takdirde intikamı Allah için alırdı.

Övülen, beğenilen yüksek ahlâkları cümlesinden biri de şu idi ki, münafıklar taifesi kendisine ezâ ederlerdi. Gıyabında olduğu zaman boş ve değersiz sözler söylerler, şerefli huzurlarına gelince de yaltaklanırlardı. Bu öyle bir haldir ki, beşeri nefslerin bundan nefret etmeleri kesindir. Ancak o nefs tahammül eder ki, Rabbani te’yidlerle te’yid edilmiş olsun. Münafıklar üzerine şiddet göstermesi hakkında kendilerine Allah’ın izninin geldiği her defada kendisi merhamet kapısını açıp onlar için bağışlanına diler ve hayır dua ederdi. Hattâ:

“İstağfir lehüm ev lâ testağfir lehüm — Sen onlar için ister bağışlanına dile, ister bağışlanına dileme,” (Tevbe sûresi: 9/80) âyet-i kerimesi nâzil olduğunda:

— Rabbim beni istediğimi seçmekte serbest bıraktı. Ben de onlar için bağışlanına dilemeyi seçerim, dedi.

“İn testağfir lehüm seb’îne merreten felen yağfirallahü lehüm

— Onlar için yetmiş kere af dilesen Allah yine onları afvetmez,” (Tevbe sûresi: 9/80) buyurulduğunda yine Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— Ben yetmişten fazla istiğfar ederim, dedi.

Abdullah bin Übey dedikleri kimse münafıkların reisi idi. Oğlu ise müslümandı. Fahr-i Âlem Efendimiz onun oğluna, babasına hürmet ve riayet etmesini emretti. Mezkûr Abdullah vefat ettiğinde kendi mübarek gömleğini arkasından çıkarıp ona kefen etmek için verdi. Namazını kılmaya giderken Hazret-i Ömer elbisesine yapışıp çekti:

— Ya Resûlâllah! Münafıkların reisinin namazını mı kılacaksın? dedi.

Peygamber Efendimiz Ömer’e muhalefet edip:

— Ya Ömer! Benden elini çek! deyip elbisesini Ömer’in elinden aldı.

Bütün bu zikrolunan haller ümmetine merhameti olduğu içindi.”

İmâm-ı Nevevî der ki: “Resûlüllah Efendimizin kendi gömleğini kefen ettirmesi oğlunun hâtırı içindi. Zira oğlu sahâbeden iyi bir kimseydi. Gelip Resûlüllah Efendimizden istedi. Resûlüllah Efendimiz de verdi.”

Bâzıları: “Resûlüllah Efendimiz gömleğini ivaz olarak vermişti. Zira münafık Abdullah, Bedir gazâsında Abbâs esir olduğu zaman ona bir gömlek vermişti. Varlıkların övüncü ve yardımların en güzeli kendisine olan Efendimiz hazretleri de onun karşılığında mübarek gömleğini verip Abdullah’a kefen ettirdi,” dediler.

Üzerine namaz kılıp onun için istiğfar etti. Hak teâlâ hazretleri:

“înneke lealâ hulûkın azîmin — Hiç şüphesiz sen, azîm (çok büyük) bir ahlâk üzeresin,” (Kalem sûresi: 68/ 4) diye buyurdu.

Bütün bunlar hep Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinde ne kadar ahlâk güzellikleri bulunduğunu gösterir. Düşmanlarına böyle lûtufta bulunan kerem sahibi zât, dostlarını şefaatinden mahrum eylemez. Ümid edilir ki, Hak teâlâ hazretleri dostları zümresinden kılıp şefaatini nasib buyurur.

Lûtufları cümlesinden biri de şudur ki, Lebtd bin A’sam kendisine sihir ettiği zaman onu azarlamadı. Kendine zehir yediren Yahudi karısını da affetti.

Biri de şudur ki, ümmetinden büyük günah işleyene şefkat edip onların günahlarını örtüp gizlemeyi buyurdu:

“Bu haram işlere müptelâ olan kimse örtünüp saklansın, aşikâre etmesin,” dedi.

Şarap haram olduktan sonra ekseri zaman sarhoş olarak götürülen bir kimse vardı. Bir kere ashâb o kişiye lânet ettiler. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri onları bundan men’edip:

“Ona lânet etmeyin. Çünkü o, Allah’ı ve resülünü sever,” dedi.

Halk zâhirine bakıp o kişiyi terk etmişlerdi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri onun bâtın! ahvâlini beyan buyurup: “Kalb âlemi temizdir. Hak teâlâ hazretlerinin nazargâhı kalbdir,” demeyi ashâbına bildirdi.

Geçim Güzelliği ve Tevazuu:

Resûlüllah Efendimiz kendi ailesi, ashâbı ve hizmetkârları ile en mükemmel âdâb ve tevazu, güzel geçim ve dirlik üzere idi.

Bâzı ulular buyurmuşlardır ki: “Bir kul, tevazuun hakikatine vâsıl olamaz. Meğer ki, müşahede (Hakk’m ef’al ve sıfatlarının bütün varlıklarda tecelli ettiğini görme) nuru onun kalbinde parıldasın. O zaman nefsi erir. O erimekle kibir ve ucubdan kurtulup safâ bulur. Yumuşar, serkeşlikleri gider. Hakk’a ve halka yakışır.”

Bu tevazu’dan nasibin en çoğu ve hazzın en büyüğü Resûlüllah Efendimiz hazretlerinindi. Bu mânayı ispatta şu yeterlidir ki: Allah, onu dilerse “melik peygamber”, dilerse “kul peygamber” olmakta muhayyer kılmıştı. Ondan sonra kendisine şu mertebeyi nasib etmişti ki, ilkönce kabri yarılıp kalkan, ilk şefaat eden, şefaati ilk kabul edilen kendisi olsun, kendilerine bu kadar şeref bağışlandıktan sonra yine de ta dünyadan ayrılıncaya değin bir yere yaslanarak yemek yediği asla görülmedi. Ashâba emredip buyurdu ki:

“Beni övmede çok mübalâğa edip haddi aşmayın. Nitekim Hıristiyanlar, Meryem’in Oğlunu (Hazret-i İsâ’yı) övmede haddi aşmışlardı. Ben kuldan başka bir şey değilim. Benim için ancak ‘Allah’ın kulu ve Allah’ın Peygamberidir’ deyiniz.”

Resûlüllah Efendimiz hizmetkârlarından hiç kimseyi herhangi bir işi yapmaya zorlamamış ve asla onu sıkıştırmamıştır. İmâm-ı Tirmizî’nin (Allah ona rahmet etsin) naklinde Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) der ki:

— On yıl Resûlüllah Efendimiz hazretlerine hizmetkâr oldum. İşlediklerimin hiç birisi için “Niçin işledin?” demedi. Terk ettiklerimin hiç birisi için “Niçin terk ettin?” demedi.

Kölelerine ve cariyelerine karşı da böyleydi. Birisini döğdüğü aslâ vâki olmamıştır. Allah’ın desteklemesi olmayınca insan tabiatinin buna mütehammil olması ihtimali yoktur.

İmâm-ı Müslim’in rivâyetinde: “Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden ailesine daha merhametli bir kimse görmedim,” diye buyurulmuştur. Hazret-i Âişe’den (radıyallahü anhâ) rivâyet edilmiştir ki:

Resûlüllah Efendimiz hazretleri hiç bir kimseye mübarek eli ile vurmadı. Ne bir hatununa, ne de bir hizmetkârına vurdu. Ancak Allah yolunda cihad ederdi. Kendine kötülük edenlerden asla intikam almadı. Meğer ki, o kimse Hak teâlâ hazretlerinin haram kıldığı şeyleri işlemeğe girişmiş olsun. Öylelerinin hakkından gelirdi. Allah için intikam alırdı, diye buyurmuştur.

Yine Hazret-i Âişe’ye suâl edip:

Resûlüllah Efendimiz hazretleri evinde yalnız olduğu zaman nasıldı? dediler.

Hazret-i Âişe:

— “İnsanların en yumuşak huylusu idi. Çok tebessüm edici ve çok gülücü idi. Ashabı arasında mübarek ayaklarını uzattığı asla görülmemiştir,” dedi.

Hadîs İmâmlarından sahih haber gelmiştir ki: Mübarek elbisesini ve ayakkabısını kendisi dikerdi. Bunun gibi kendi nefsine lâzım olan hizmeti kendisi görürdü. Bâzan onları kullanırdı, bâzan kendisi yapardı, bâzan da onlarla beraberce yapardı, demişlerdir.

Hiç kimseye hakaret nazariyle bakmazdı. Hattâ eşeğe binerdi de arkasına bir başkasını bindirirdi. Benî Kureyza gününde bir eşeğe binmişti ki, başında hurma lifinden yuları vardı. İmâm-ı Tirmizî böylece rivâyet etmiştir. Devesinin veya merkebinin arkasına, bâzan önlerine adam bindirdiği birçok defalar görülmüştür. Mekke’ye geldiği zaman Benî Abdülmuttalib’in çocukları onu karşıladılar. Onlardan birisini alıp önüne, birisini arkasına bindirdi.

İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) der ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretleri geldi. Kusem’i önüne, Fazıl’ı arkasına bindirmiş, yahut Kusem’i arkasına, Fazıl’ı önüne bindirmişti.”

Kuşem ve Fazıl (radıyallahü anhüma) Hazret-i Abbâsın çocukları idi. 

Muhibbü’d-Dîn Taberî, Siyer’inde der ki: “Resûlüllah Efendimiz çıplak bir eşeğe binmişti. Kuba bölgesine gidiyordu. Yanında Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) de vardı. Resûlüllah Efendimiz:

— Ya Ebâ Hüreyre! Seni merkebe bindireyim mi? dedi.

Ebû Hüreyre:

— Emir şenindir, yâ Resûlâllah! dedi.

Resûlüllah Efendimiz’in “Bin!” demesi üzerine Ebû Hüreyre eşeğe binmek için sıçradı, fakat binemedi. Bu sefer Resûlüllah Efendimiz, yapışıp binmek için sıçradı. İkisi beraber düştüler. Sonra bir defa daha böyle oldu. Üçüncüde yine “Bin!” diye buyurduklarında Ebû Hüreyre:

— Yok, vallahi ya Resûlâllah seni yine düşürürüm! dedi.”

Bakmak gerekir ki, bu kadar izzet ve saadet içinde iken ne derece alçak gönüllü idi? Ashabına nasıl muamele ederdi?

Yine Taberî zikretmiştir ki: “Resûlüllah Efendimiz bir yolculukta idi. Ashâbına bir koyunu kesip temizlemelerini emretti. Birisi:

— Boğazlamak benim üzerime olsun, dedi.

Bir başkası:

— Yüzmek benim üzerime olsun, dedi.

Biri:

— Pişirmek benim üzerime olsun, dedi.

Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri de:

— Odun toplamak benim üzerime olsun, dedi.

Ashâb-ı kirâm:

— Ya Resûlâllah! İşi görmeğe biz yeterliyiz, dediler.

Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri:

—Sizin yeterli olduğunuzu ben de biliyorum. Fakat bana hoş gelmez ki, kendimi sizin üstünüzde tutayım; siz çalışasınız, ben durayım. Hak teâlâ hazretleri, kulunun arkadaşları karşısında kendisini üstün tutınasını kerih görür, diye buyurdu.

Hâsılı: “Kişinin dostlan bir işi yoluna koymaya çalışırlar da kendisi aralarından ayırıp çıkar, işe yapışmazsa, ben bunu kerih görürüm, Hak teâlâ hazretleri de kerih görür,” diye buyurdu.

Bu kıssaya uygun olarak hadîs İmâmlarından daha nice hususlar rivâyet olunmuştur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinde asla kibir eseri yoktu. Ashabına hep lütuf ve ihsan üzre muamele ederdi. Yumuşaklık, sabır, cömertlik ve keremi öyle bir dairede idi ki, bir kere bir hatun geldi. Kadinin aklında biraz noksanlık vardı. Edebe riayet etmenin ne olduğunu idrâk edemediğinden:

— Ya Resûlâllah! Benim seninle bir işim var, dedi.

Maksadı tenha bir yerde buluşup sözünü söylemekti. Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— Medine sokaklarından herhangisini istersen orada otur, ben de senin yanına oturayım, dedi.

Ondan sonra sokağa çıktılar. Kadın, haceti ne ise arz etti. Resûlüllah Efendimiz, hiç sözünü kesmeden sonuna kadar onu dinledi. Kadın içini döküp rahat etti, demişlerdir.

İmâm-ı Nesâî’nin rivâyetinde İbn-i Ebî Evfâ’dan rivâyet edilmiştir ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretleri, dul kadınla ve zavallı bir fakirle beraber gidip onun hâcetini bitirmeğe arlanınazdı.”

İmâm-ı Buhârî’nin (Allah ona rahmet etsin) naklinde şöyle vâki olmuştur ki: “Eğer bir cariye gelip onun eline yapışsa nereye isterse alıp götürürdü,” demişlerdir.

“Eline yapışsa” demekten murad, bir işini bitirmeğe dâvet eylese, arlanınazdı. Ona tâbi olup giderdi demektir. Bu sözde Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin tevazuu hakkında mübalâğa vardır. Yâni: “Kadın tâifesinden olsa, hem de cariye bulunsa, bir işi düşse de gelip yardımını dilese Resûlüllah Efendimiz tevazuunun kemâlinden onu reddetmezdi. Onun hizmetinde bulunur, işini bitirirdi. Nerde kaldı ki, başka birisi davet etsin,” demek olur.

Bir kere Hazret-i Hasan (radıyallahü anh) çocuk iken Fahr-i Âlem hazretlerinin yanına geldi. Fahr-i Âlem hazretleri secdede bulunuyorlardı. Hemen Hazret-i Hasan gelip mübarek sırtına bindi. Ta Hasan ininceye kadar Resûlüllah Efendimiz secdeyi uzattı. Namazı bitirince ashâbdan bazıları:

— Ya Resûlâllah! Secdeyi uzattın, dediler.

Resûlüllah Efendimiz:

— Elbette, oğlum Hasan arkama binmişti. Onun için evdirmeği kerih gördüm, acele etmedim, diye buyurdu .

İmâm-ı Tirmizî’nin rivâyetinde gelmiştir ki: Nerede bir hasta olsa onu görmeğe giderdi. Bir cenaze olsa üzerinde hazır bulunurdu. Hacc ettiğinde zayıf bir deveye binmişti. Üzerine bir kadife örtülmüştü ki, dört dirhem değmezdi. Yine dua edip:

“Allahım, eğer onda riya ve gösteriş yoksa bu haccımızı kabûl eyle!” diye buyurdu**.

Temiz zevceleri ile geçim ve dirlikleri kemâl derecesinde idi. Ayrı yatmazdı. Kadınlarıyla yatardı. Bundan bilindi ki, kişinin hatunu ile yatması daha üstündür, diye buyurdular.

Ensar kavminin kızlarına izin verirdi, gelip Hazret-i Âişe ile oynarlardı. İmâm-ı Buhârî ve Müslim böyle rivâyet etmişlerdir. Zira Hazret-i Âişe’yi çok genç almışlardı. Gönlü eğlensin diye kızlarla oynamasına izin verirdi. Hazret-i Âişe bir kabdan su içse kendileri de onun içtiği yerden içerlerdi. İmâm-ı Müslim böylece rivâyet etmiştir. Aynı zamanda kendileri oruçlu iken Hazret-i Âişe’nin göğsüne dayanıp öperdi.

İmâm-ı Buhârî’nin rivâyetinde geçtiğine göre: Habeş tâifesi gelip Mescidde oynadıkları zaman Hazret-i Âişe’ye seyrettirirdi. Hazret-i Âişe (radıyallahü anhâ) Fahr-i Âlem hazretlerinin mübarek omuzuna dayanıp temaşa ederdi. Hatırlarının hoş olması için bu denli müsaade buyururdu.

İmâm-ı Tirmizî’nin rivâyetinde şöyledir: “Bir gün Resûlüllah Efendimiz hazretleri gördü ki, Habeş tâifesi gelmişler, def çalıyorlar. Çocuklar da etrafına durmuş seyrediyorlar. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri, Hazret-i Âişe’yi çağırıp:

— Ya Âişe! Gel seyreyle! dedi.

Hazret-i Âişe der ki:

— Ben de gittim, elimi Hazret-i Resûl’ün mübarek omzu üstüne koydum, seyrettim. Fahr-i Kâinat hazretleri:

— Ya Âişe! Daha seyre doymadın mı? dedikçe ben:

— Yok, yok! derdim.”

Yâni: “Muradım tamam oluncaya kadar seyrettirdi, mâni olmadı,” demektir.

İmâm-ı Taberânî’nin (Allah rahmet etsin) naklinde Enes bin Mâlik’den rivâyet edilmiştir ki, Hazret-i Enes Resûlüllah Efendimizin hizmetkârı idi. Onun için pek çok hadîs-i şerif rivâyet etmiştir. Hazret-i Enes şöyle anlattı: “Bir gün Hazret-i Âişe’nin evinde idik. Resûlüllah Efendimizin hatunlarından Ümmü Seleme’nin evinden bir çanak pişmiş et ve ekmek geldi. Resûlüllah hazretlerinin önüne koydular. Bize:

—Buyrun, yeyin, diye buyurdu.

Kendisi mübarek elini uzattı, biz de uzattık, yedik. Bu sırada Hazret-i Âişe de ocakta yemek pişiriyordu. Hemen aceleyle yemeğini pişirdi. Ümmü Seleme’den yemek geldiğini görmüştü. Kendi yemeğini yetiştirip ortaya koydu. Ümmü Seleme’nin çanağını kaldırdı, yere vurup parçaladı. Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

—“Külü bismillâhi, ğâret ümmüküm — Allah’ın ismiyle yeyin. Anneniz kıskandı,” diye buyurdu.

Ondan sonra Âişe’nin çanağını yemeği ile birlikte Ümmü Seleme’ye gönderdi:

—Çanak yerine çanak, yemek yerine yemek, diye buyurdu.”

Bu hikâyeden kasdedilen Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin hatunları ile güzel geçim ve dirliğini bildirmektir. Her birinin hatırlarını nasıl sayardı? Ara sıra yersiz hareketlerini nasıl mâzur görüp özürlerini kabûl ederdi, demektir.

İmâm-ı Ahmed ve diğerlerinde Hazret-i Âişe’den rivâyet edilmiştir ki, şöyle dedi: “Ben, Safiye gibi güzel yemek pişiren bir kadın görmedim. Bir gün Safiye Resûlüllah Efendimiz hazretlerine bir çanak yemek göndermişti. Ben de kendimi yenemedim, çanağı parçaladım. Ondan sonra:

—-Ya Resûlâllah! Bunun keffareti nedir? dedim.

Fahr-i Kâinat hazretleri:

— Çanağı gibi çanak ve yemeği gibi yemek, diye buyurdu.”

Velhasıl kadınların erkeklerini kıskanınamaları mümkün değildir. Bu hususta onların gösterdikleri davranış ve hareketleri mâzur görmek gerekir. Çünkü kıskançlıkla akılları perdelenir, ne ettiklerini bilmezler.

İbn-i Gaylanın rivâyetinde Hazret-i Âişe’den rivâyet edilmiştir ki, şöyle anlattı: “Bir kere harîre* pişirmiştim. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin önüne getirdim. Hatunlarından Sevde Hatun da (radıyallahü anhâ) orada idi. Ben Resûlüllah Efendimiz hazretleri ile Sevde’nin arasında oturmuştum. Hazret-i Sevde’ye teklif edip:

— Ye, dedim.

Sevde yemedi.

— Ye, yoksa vallahi yüzüne sürerim, dedim.

Sevde yine yemedi. Ben de hemen ondan biraz alıp Sevde’nin suratma sürdüm. Fahr-i Âlem hazretleri gülerek:

— Ya Sevde! Sen de onun suratma sür! dedi.

O da bir parça alıp benim suratıma sürdü. Resûlüllah Efendimiz hazretleri gülüp hoşlandı.”

Velhâsıl âhir zaman nebisi Peygamber Efendimiz hazretlerinin ahlâk ve davranışlarını iyice düşünüp ehli, ashâbı, diğer fakirler, miskinler ve zayıflar ile nasıl geçindiğini, onlara karşı nasıl davrandığını bilen bir kimse anlar ki, o Hazret’in kalbinin inceliği, yumuşaklığı, tevazuu ve sair güzel huyları beşer kudretiyle olacak iş değilmiş. Böyle yüksek bir ahlâka sâhip olmak için muhakkak Allah tarafından te’yid edilmiş olmak gerekmiş.

Bununla beraber Resûlüllah Efendimiz din hususunda ve Allah’ın koyduğu sınırları korumada, cezaları yerine getirmede şiddet üzere idi. Hırsızın elini kesmeyi ve zâniye had vurmayı buyururdu. Allah’ın diğer hukuku her ne ise yerine getirirdi. Bâzan fırsat düştükçe ashâb ile sohbet edip rahatlar, onları rahatlatır, gönüllerini alırdı.

Latifeleri:

Rivâyet olunur ki, çöl halkından Züheyr adlı bir kişi vardı. Zaman zaman çölde bulunan arınağanlardan Resûlüllah Efendimize hediye gönderirdi. Resûlüllah Efendimiz de şehirde bulunan arınağanlardan Züheyr’e hediye gönderirdi. Ona muhabbet üzere idi.

Bir gün Peygamber Efendimiz hazretleri pazar içinde giderken bir yerde Züheyr’in ayak üzeri durduğunu gördü. Hemen gidip arkasından Züheyr’i kucakladı. Mübarek ellerini Züheyr’in göğsünün üstüne koydu. Züheyr, onun Resûlüllah Efendimiz olduğunu anladı. Züheyr: “O zaman arkamı Resûlüllah Efendimizin bereketi umuduyla mübarek göğsüne sürerdim,” diye hikâye ederdi.

Harîre dedikleri öyle bir yemektir ki, eti doğrarlar, sulu kavurma ederler ve içine bir miktar un katarlar. Böylece o yemek bir nevi etli bulamaç olur.

Ebû Ya’lâ ve diğerlerinin naklinde gelmiştir ki: “Şuh tabiatlı bir kimse vardı. Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerine hediye diye bâzan yağ, bâzan bal getirirdi. Sonra sâhibi gelip kendisinden parasını istediği vakit adamı Peygamber Efendimiz hazretlerine getirip:

— Ya Resûlâllah! O gün getirdiğim nesne bunundur. Parasını ver, derdi.

Fahr-i Âlem hazretleri gülüp:

— Sen onu bana hediye getirdin. Parasını sen ver, derdi.

O da:

— Param yok, ne vereyim? derdi.

Fahr-i Kâinat Efendimiz güle güle emrederdi, parasını verirlerdi.”

Kendilerinden daha bâzı lâtifeler sâdır olurdu. Ama daima gerçek söylerdi, aykırı bir şey sâdır olmazdı.

Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) rivâyet eylemiştir ki: “Bir kere ebleh bir kişi vardı; Peygamber Efendimiz’e geldi. Binecek bir deve istedi. Resûlüllah Efendimiz:

— Seni devenin yavrusuna bindireyim mi? dedi.

O kişi eblehliğinden sandı ki, Resûlüllah Efendimiz kendisini küçük deve yavrusuna bindirmek istiyor.

— Ya Resûlâllah! Küçük deve benim işimi görmeye yetmez, dedi.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— Ya büyük deve de devenin yavrusu değil midir? diye buyurdu.”

İmâm-ı Tirmizî ve Ebû Dâvud (Allah onlara rahmet etsin) böylece naklettiler. Yine Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin bir halası vardı. Yaşlı bir hatundu. Adı Safiyye idi. Peygamber Efendimiz bir kere ona lâtife edip:

— Yaşlı kadınlar cennete girmez, dedi.

Safiyye huzursuz olup üzüldü. Peygamber Efendimizin muradı, “Sen cennete genç suretinde girersin. Cennete giren genç olur,” demekti. Safiyye bunu anlamadı. Sandı ki, yaşlı kadınlar cennete giremez! Bunun için huzursuz olduğu gibi Fahr-i Âlem hazretleri muradını açıklayınca hoşlanıp gönlünü sevinç kapladı.

Bâzı büyüklerden nakledilmiştir ki, Peygamber Efendimiz hazretleri ashâbı ile oturup sohbet eder, onlarla karışıp görüşür, sohbet ve arkadaşlık eder, arada ünsiyet peyda eder, işlerinin yoluna ve düzenine girmesine bile bizzat karışırdı. Onların çocuklarını dizinin üzerine alıp okşar, severdi. Zâhir hali böyle idi. Ama hakikatte bunlarla meşgul değildi. Temiz ruhu melekût âleminde cevelân ederdi, diye buyurmuşlardır.

Rivâyet ederler ki, bir gün Ebû Hüreyre:

— Ya Resûlâllah! Sen bizimle eğlence ve şaka ediyorsun, dedi.

Fahr-i Âlem hazretleri:

— Evet, ama ben hakdan (doğrudan) başka bir şey söylemem, diye buyurdu.

Bundan anlaşılır ki, lâtifede yalan, iftira, mâkul ve meşrû olmayan bir şey bulunınadıkça caiz imiş. Bâzı hadîs-i şeriflerde Resûlüllah Efendimizin lâğ ve lâtifeden (eğlence ve şakadan) nehiy buyurması onu ifrat derecede yapmaya göredir. Zira eğlence ve lâtife ile meşgul olup bunu iş güç edinen kimse Allah’ın zikrinden vazgeçmiş olur. Dine ait mühim şeyleri düşünmekten uzaklaşır. Bu mertebeye düşmekten emin olursa mubahtır. Eğer işin yoluna konulması gereği olup maksat muhatabın ürkekliğini defederek hatırını hoş etmek olursa müstehaptır, diye buyurmuşlardır.

Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri, hatır hoş etmek için çocuklara bile iltifat buyurup lâtife ederlerdi.

Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) der ki: “Benim Ebû Umeyr adında küçük bir kardeşim vardı. Bir nuğrası* vardı, onunla oynardı. Bir gün Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin yanına girdi. Resûlüllah Efendimiz bakıp oğlanı mahzun görünce:

— Buna ne oldu? diye sordu.

— Ya Resûlâllah! Bir kuşu vardı, öldü. Onun için üzüntülüdür, dediler.

Resûlüllah Efendimiz çocuğa iltifat buyurup:

— Ey Ebâ Umeyr! Senin nuğracığm ne oldu? diyerek onu teselli buyurdu.”

Heybeti ve Tevazuu:

Muhammed Mustafa (sallâllahü aleyhi ve sellem) hazretleri gerçi her kişiye karşı güzel geçim ve dirlik, lütuf, iltifat ve hoşnutluk üzere idi, ama yine de mehabeti kemâl derecesinde idi. Onu gören kimse heybetinden korkar, büyüklüğünden utanırdı.

Rivâyet olunur ki, bir kere şerefli huzurlarına bir kimse geldi. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin karşısında dururken korkudan kendisini titreme tuttu. Fahr-i Âlem hazretleri bu hâli görünce o kişiye:

— Korkma, ben padişah değilim! Cebbar değilim! Ben Kureyş tâifesinden fakir bir kadinin oğluyum ki, Mekke şehrinde kuru et yerdi, diye buyurdu.

Tevazu göstererek böyle dedi. Zira kuru et yemek tevazu ehlinin hâlidir, dediler.

Nuğra: Serçeye benzer kırmızı gagalı bir kuştur.

Bundan sonra o kimse muradı ne ise söyledi, gerektiği gibi hâlini beyan etti. Korkusu tamamen zâil oldu. Ondan sonra Peygamber Efendimiz ayağa kalktı ve ashâbına:

— Ey insanlar! Tevazu edin. Bilin ki, bana şöyle vahiy geldi: Siz tevazu ediniz, hatta birbirinize karşı bâğilik (yol kesicilik) etmeyiniz. Yâni haddi tecavüz etmeyiniz. Birbirinize karşı böbürlenmeyiniz. Yâni malı ve mevkii olanlar, olmayanlara karşı gururlanınasınlar. Nesep cihetinden veya başka bir husustan dolayı kimse kimseye karşı kibir ve azamet tavrı göstermesin. Ey Hak teâlâ hazretlerinin kulları! Birbirinizle kardeş olun, diye buyurdu.

Mü’minlerin kalblerinde olan korku ve ıstırabı teskin etti. Padişahlık vasfını kendinden kaldırıp “Ben padişah değilim” demesi şunun içindi ki, saltanata muhakkak azamet ve ceberût lâzımdır. Kendini ondan sakındı, demişlerdir. Zira o sıfatlar Hak teâlâ hazretlerinden başkasına lâyık değildir. Padişahlık Allah’ın kullarının işlerini görüp adalet etmek içindir. Yoksa azamet ve kibir satmak için değildir, diye buyurmuşlardır.

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinde heybetlilik keyfiyeti o kadardı ki, bir kere Mescid-i şerifte oturmuştu, iki mübarek dizini dikip ellerini ayaklarının üzerinden bağlamıştı. Bu halde iken Kıyle binti Mahreme adlı bir kadın vardı, Resûlüllah Efendimizi görünce öyle korktu ki, ıstırabından ne olduğunu bilemedi, kendini kaybetti.

İmâm-ı Müslim (Allah ona rahmet etsin) rivâyet etmiştir ki, Abdullah bin Amr bin As şöyle dedi: “Ben Peygamber Efendimiz hazretlerinin sohbetine eriştim. Ama utandığımdan ve saygımdan asla doyuncaya kadar yüzüne bakamadım. Eğer bana “Peygamber Efendimiz nasıldı, anlat” deseler buna muktedir olamazdım.”

Zikrolunan Abdullah, seçkin sahâbenin gayet ulularındandır. Onlar böyle buyurunca malûm oldu ki, eğer Peygamber Efendimiz hazretleri lütuf ve ihsân edip halka karşı tevazu üzre olmasalar, onlara yakınlık gösterip yumuşak ve dostça davranınasalar büyüklük ve heybetinden dolayı hiç kimse yanında oturmağa, sözünü dinlemeğe tâkat getiremezlerdi.

Onun için rivâyet olunduğuna göre sabah namazinin sünnetini kıldıktan sonra eğer Hazret-i Âişe uyanıksa onunla konuşurlardı. Uyanık değilse kendileri bir müddet yanı üzerine yatarlardı. Ondan sonra Mescid’e farzı kılmağa çıkarlardı. Zira sünneti bitirdiği zaman Hakla muameleden kendisine öyle bir hâlet gelirdi ki, o hâlede hiç kimse kendisiyle buluşup görüşmeye kadir olamazdı. Kendi lûtfundan bir müddet Âişe ile konuşarak veya yer üzerinde yatarak beşeriyet âlemine gelirdi. Ancak ondan sonra ashâb arasına çıkardı. Onlara şefkat ve merhametinden ötürü böyle ederdi.

Hadîste gelmiştir ki, Hak teâlâ hazretleri Fahr-i Âlem hazretlerini melik nebilikle kul nebilik arasında muhayyer kıldığı zaman kendisine danışır gibi Cebrâil aleyhisselâm’a baktı. Cebrâil aleyhisselâm da yere baktı. Muradı “Tevazuu kabûl eyle” demekti. Resûlüllah Efendimiz hazretleri de tevazu ve kulluğu kabûl etti.

İşte bunları kabûl ve ihtiyar edip kendini yer gibi alçak tutınağa başladığı zaman Hak teâlâ hazretleri de onu göklere çıkardı; yıldızlar âlemini dolaştırıp “Kâbe kavseyni ev ednâ” makamına eriştirdi .

Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin ettiği şaka ve lâtifenin her birinde bir hikmet, bir iyilik, bir hayır ve bereket vardı. Abes yere değildi.

Rivâyet olunur ki, Mahmud bin Rebî’ beş yaşında bir çocuktu. Bir kere Resûlüllah Efendimiz hazretleri kovadan mübarek ağzına su aldı da Mahmud’un yüzüne püskürdü, lâtife eyledi. Sonra Mahmud büyüyüp Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden sonraya kalınca Resûlüllah Efendimizin o lâtifesinden başka hâtırmda bir şey kalmamıştı. Resûlüllah Efendimizi gördüğünü ancak onunla hatırlayabiliyordu. O lâtife olmasaydı Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden hiç haberdar olmazdı. Sonunda bu sebeble Mahmud (radıyallahü anh), sahâbe-i kirâm zümresinden sayılmıştır. Bu hadîs Sahîh-i Buhârî’de zikredilmiştir.

Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin üvey kızı Zeyneb binti Ümmü Seleme küçük bir kızdı. Bir kere Peygamberimiz yıkanacak yerde iken yanına gitti. Hemen kızcağızı görünce lâtife ile yüzüne biraz su saçtı. Sonradan Zeyneb ihtiyar bir kadın olduğu zaman yüzünün letafet ve güzelliği asla bozulmadı. Genç ve güzel kadınlar gibiydi.

Buyurmuşlardır ki: Resûlüllah Efendimiz hazretleri ailesi ve büyük ashâbı ile o derece güzel huy ve dirlik üzereydi ki, her birisi Resûlüllah Efendimiz katında kendisinden daha sevgili hiç kimse olmadığını sanırdı. Zira yanında fakir, zengin, garib ve şehirli birdi, kime rast gelse lûtufla selâm verirdi. Yolda giderken iş ve ihtiyaç sâhipleri muradlarını arzetmek isteseler durup dinlerdi. Küçük büyük herkese güzel muamele ederdi. Gerçek söyleyerek lâtife ederdi. Bir toplantıya dâvet etseler giderdi; asla gönüllenmezdi. Ashâb-ı kirâm (Allah onların hepsinden razı olsun) kendi şerefli meclisine gelseler sohbetlerinin çoğu Hak teâlâ hazretlerini anınak ve andırmak hakkında olurdu. Yahut Kur’ân-ı azîm okumakla veya vaaz ve nasihatle halkı iyiliklere karşı isteklendirir ve kötülüklerden korkuturdu. Yâni bâzan cennet hallerinden haber verip halkı o tarafa isteklendirir; bâzan da cehennemin şiddetli zahmetlerini zikredip kötülüklerden korkuturdu. Aynı zamanda dinin esaslarını ve şartlarını öğretmekte idi. Bu bakımdan sahâbe-i kirâmm kalblerinde şerefli meclislerinin ve sohbetlerinin bereketleriyle yufkalık ve yumuşaklık hâsıl olurdu. İçlerinde dünyadan vazgeçme ve âhirete yönelme isteği kuvvet kazanırdı.

Ebû Hüreyre’den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki, şöyle dedi: “Bir gün biz Resûlüllah Efendimiz hazretlerine:

— Ya Resûlâllah! Bunun sebebi nedir ki, biz sizin şerefli meclisinizde olduğumuz vakit kalblerimizde yufkalık ve yumuşaklık hâsıl olur. Nazarımızda dünyanın değeri kalmaz, ona karşı isteklerimiz gider. Ahiret ehlinden oluruz. Sizin şerefli huzurunuzdan dışarı çıktığımız gibi ehlimiz ve evlâdımızla oynarız. Velhâsıl böyle ettiğimizi beğenmiyoruz, dedik.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— “Eğer siz benim yanımdan dışarı çıktığınız zaman o hâliniz üzre kalmakta devam etseydiniz hiç şüphesiz melekler evlerinizde sizi ziyarete gelirlerdi,” diye buyurdu.”

Resûlüllah Efendimizin tevazuları cümlesinden biri de şu idi ki, asla bir yemeği yermezdi. İştahı varsa yerdi, yoksa terk ederdi. Ancak haram olan yemeği zemmedip ayıplardı ve ondan nehiy buyururdu. Velhâsıl helâl yemeği hiç bir bakımdan ayıplamazdı. Ne yaratılışı bakımından, ne de yapılışı bakımından... Zira “Hak teâlâ hazretlerinin yaratığı olan ayıplanınaz; insan yapması olanı ayıplamak ise kalbin kırılmasına sebep olur,” demişlerdir.

İmâm-ı Nevevî (Allah ona rahmet etsin): “Yemeğin âdâbmdan biri de onu ayıplamamaktır,” demiştir. Meselâ tuzludur veya tuzsuzdur, koyudur veya suludur, pişmemiş yahut çiğdir, dememek gerekir.

Dünyaya ve Zamana Sövmeyi Sevmezdi:

Resûlüllah Efendimizin güzel ahlâklarından biri de şudur ki, âlem halkı arasında dünyaya sövmek yaygın bir alışkanlık iken kendileri bunu men etti. Dünyaya sövmeyi yasakladıktan sonra onu övüp:

“Dünyaya sövmeyiniz. O bir mü’min için ne güzel binektir ki, onun üzerinde hayra yetişir ve onunla şerden kurtulur,” diye buyurdu.

Aynı zamanda Resûlüllah Efendimiz, dehre (zamana) sövmeyi de yasaklayıp: “Lâ tesübbü’d-dehre — Zamana sövmeyiniz,” diye buyurmuştur.

İmâm-ı Buhârî (Allah rahmet etsin) Ebû Hüreyre’nin hadîsinde:

“Bu zamanda ümit kalmadı demeyiniz. Çünkü hiç şüphesiz ki, o zaman dediğiniz Allah’dır,” diye rivâyet etmiştir.

Yine Buhârî, bir rivâyetinde:

“Âdemoğulları zamana söverler. Halbuki zaman Benim! Gece ve gündüz Benim elimdedir,” kelimeleriyle getirmiştir.

Dehr diye uzun zamana derler. Arap tâifesinin âdeti şu idi ki: vâki olan kötülükleri zamana isnat ederlerdi. Zamanı fâil (işleyici) sanırlardı. Aynı zamanda ona söverlerdi. Resûlüllah Efendimiz bundan men’edip “Fâiline sövmeyin! Âlemin tasarrufu Allah’ın elindedir,” demeyi beyan buyurdu.

Sonuncu hadîs, kudsî hadîstir. Hak teâlâ hazretleri, bu kudsî hadîste: “Âdemoğulları dehre söverler. İşleri döndüren Benim! Gece ve gündüz Benim kudret elimdedir,” diye buyurmuştur.

Burada “înnallahe hüve’d-dehri — Hiç şüphesiz ki, Allah zamandır. Yahut: O zaman dediğiniz Allah’dır,” sözünü âlimler üç şekilde te’vil etmişlerdir:

1 — Bundan maksat: “înnallahe hüve’l-müdebbiri’l-umûr — Hiç şüphesiz ki, bütün işleri çeviren Allah’tır,” demektir.

2 — Yahut burada gizli bir isim tamlaması bulunup belirten ve belirtilenden muzâf (belirtilen) çıkarılmıştır. Yâni aslında “Zamanın sâhibi” demek iken “sâhip” kelimesi söylenmemiştir.

3 — Yahut “Takdîr-i mukallibü’d-dehr — Zamanı halden hâle değiştirenin takdiri” demektir. Bu takdiri Buhârî’nin rivâyeti te’yid eyler ki, “Biyedî’l-leyli ve’nnehâri” buyurulmuştur. Yâni: “Zaman dediğiniz gece ve gündüzden başka bir şey değildir. Onlar ise Benim kudret elimdedir. Onları nasıl istersem öyle döndürürüm,” demektir.

 Muhakkikler buyurmuşlardır ki: Bir kimse fiillerinden bir şeyi zamana nisbet etse, yâni “Zamane şöyle etti” dese, kâfir olur. Ama bu söz sadece diline geliverse, zamanın böyle ettiğine itikadı olmasa kâfir olmaz. Ancak böyle demekte kerahet vardır. Zira bu sözü rastgele salıvemede küfür ehline teşebbüh (kendini benzetme) vardır, diye buyurdular.

Kapıcı ve Bekçi Kullanınazdı:

Resûlüllah Efendimizin yüksek tevazuları cümlesinden biri de şu idi ki, daima kapısında kapıcı ve bekçi yoktu. Nitekim Hazret-i Enes’den rivâyet edilmiştir ki: “Bir kadın bir kabrin üzerine oturmuş ağlarken Resûlüllah Efendimiz oraya uğradı. Kadına:

— Allah’dan kork ve sabreyle, diye buyurdu.

Kadın:

— Beni kendi hâlime bırak, kendi işine bak! Benim başıma gelenden senin ne haberin var! dedi.

Resûlüllah hazretleri geçip gittikten sonra bir kişi kadına:

Resûlüllah sana ne dedi? diye sordu.

Kadın:

— Ben onun Resûlüllah olduğunu bilmiyordum, dedi.

O adam:

— Seninle konuşan Resûlüllah hazretleri idi, dedi.

Bunun üzerine kadın oradan kalkıp Fahr-i Kâinat hazretlerinin kapısına geldi. Orada hiç bir kapıcı bulamadı.”

İmâm-ı Buhârî böylece rivâyet etmiştir. Fakat Ebû Mûsâ’nın (radıyallahü anh) hadîsinde gelmiştir ki, Ebû Mûsâ’nın kendisi bir yerde Resûlüllah Efendimiz hazretlerine kapıcılık etmiştir.

Bâzı âlimler bu iki rivâyetin arasını bulup: “Ehli bakımından bir meşguliyet üzere olmadığı ve kendini hazırlamak için yalnızlık lâzım gelmediği zamanlar kapısında bekçi ve engelleyici kimse bulunınazdı. İş ve ihtiyaç sâhiplerinden gelen kimse kendisiyle doğrudan doğruya buluşup konuşurdu,” diye buyurdular. Bâzı zamanlar bu türlü haller belli olmadan gelip girmek için izin isteyenler hakkında da te’vil buyurmuşlardır.

Hüküm ehli olan kimselerin bekçi ve kapıcı kullanınası hususunda âlimler ihtilâf etmişlerdir. İmâm-ı Şâfii ve bir cemaat, hâkimin kapıcı kullanınaması gerektiğine zâhib olmuşlardır. Başka bir cemaat da, kullanınanın câiz olduğuna zâhib olmuştur.

“Câiz olmaması evvel zamanda idi ki, halk hâkime itâat edici idiler. Hayır üzerinde içtima ve ittifakları vardı. Kapıcıya ihtiyaç yoktu,” dediler.

Bir cemaat da ihtiyaç zamanında kullanınanın müstehap olduğuna zâhib oldular. “Hasımları (dâvacı ve dâvalıları) toplayıp getirmek, şerirleri defetmek ve insanların haklarını alıvermek için lâzımdır ve kullanılması müstehaptır,” dediler. En iyisini Ah lah bilir.

Edeb ve Hayası:

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin edeb ve hayâsinin, yüzsuyunun (nâmus ve şerefinin) vasfı hakkında Buhârî’nin naklinde Ebû Saîd’den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiş olan şu hadîs-i şerif yeter ki:

Resûlüllah Efendimiz hazretleri, hayâ cihetinden, perdeli bir kız çocuğundan daha şiddetli idi,” diye buyurmuştur.

Hayâ’ kelimesi med ile hayât kelimesinden gelir. Kalbin hayâtı gibi insanın da hayâsı olur ve hayânın azlığı kalbin ölümünden hâsıl olur. Kalbin hayâtı (diriliği) galip olduğu zaman hayâ da en tam ve en mükemmel olur.

Hayâ diye lûgatta, ayıplanınaya sebep olacak şey korkusundan insana ârız olan değişme ve kırılmaya denir. Meselâ bir kişiye utanına arız olur: Kendinden çirkin bir işin sâdır olup o sebeple halkın kendisini ayıplamasından korkar, insanda bu korkuyla hâsıl olan hâle hayâ derler. Bu hâl, kalbin kuvvet ve basiret derecesinin tamamİlgındandır ki, gaflet etmeyip durumunun tedâriki üzre olur. Şüphesiz Allah da onu görünmez şeylerden ve utanacak hallerden korur.

Şeriat dilinde ise hayâ diye, kabahat ve günahlardan sakınınaya sebep olan güzel huya derler. O huy, sâhibini Hakk’a karşı kusur işlemekten men’eder, dediler.

Geçmiş büyüklerden her biri hayânın faziletine ilişkin bir söz zikretmiştir. Yahyâ bin Muâz (Allah rahmet etsin) buyurmuştur ki: “Bir kimse itâati hâlinde Hak teâlâ hazretlerinden utansa, günahkârlığı hâlinde Hak teâlâ hazretleri ondan utanır.”

Bu sözden murad şudur: Bir kimse tâat ve takvâ zamanında mağrur olmayıp Hak teâlâ hazretlerinden hayâ ve hicab üzre olsa, bu sıfat kendinde galip olsa, sonra beşeriyet icabı birden bir günah işlediği zaman Hak teâlâ hazretleri onun ayıbına bakmaz, af ve ihsan eteğiyle işlediği ayıbı örter, demektir. Dünyada da bunun misâli vardır. Meselâ bir kimsenin edepli bir hizmetkârı, yahut oğlu veya akrabasından bir kimsesi olsa, hizmetini gerektiği gibi yaptıktan sonra yine kendisinden mâkul olmayan bir davranış asla görülmeyip hayâ üzre olsa, bir gün hatâ ile kendisinden bir günah sâdır olmuş olsa o kimse onun günahına bakmaz. Onun hatâsını duyduğundan hoşlanınaz, o hatâ kendisinden sâdır olmuş gibi üzülür. Görmezliğe vurup geçer. Ayıbını yüzüne vurmayıp afveder.

Hayânın aslı sekiz kısımdır. Ama Müellif (Allah ona rahmet etsin) sözü uzatmaktan kaçıp sadece bir kısmını zikretmiştir.

Bunlardan biri kerem hayâ’sıdır: Meselâ Resûlüllah Efendimiz. hazretleri Zeyneb’in velîmesine (yâni Zeyneb’i aldığı zaman verdiği düğün ziyafetine) halkı dâvet etti. Yemekten sonra dağılmayıp bâzıları çok oturdular. Edebin gereği biraz oturduktan sonra dağılmaları idi. Orada kerem sâhibi Resûlüllah Efendimiz onlara dağılın demeğe utandı.

Biri de muhib (seven) hayâsı’dır. Mahbubundan (sevgilisinden) utanır. Meselâ sevgilisi gâib iken de hâtırma geldiği gibi kendinde bir hayâ müşahede eder. Ama sebebinin ne olduğunu bilemez.

Biri de ubudiyet (kulluk) hayâsı’dır. Bu hayâ birkaç nesne ile karışıktır. Burada muhabbet ve korku vardır. Kendi kulluğunu Mâbud’una lâyık görmeyip Mâbud’unun kadrini kendi kulluğunun liyâkatinden yüksek görmek vardır. Bu mânalardan elbette bir hayâ hâsıl olur. Ona kulluk hayâsı derler.

Biri de kişinin kendi nefsinden hayâ etmesidir. Bu mertebe o şerefli nefislerin şânıdır ki, kendisine redâeti ve noksanı lâyık görmez. Kendi kendinden utanır. Sanki iki nefsi vardır, biri öbüründen utanır. Bu mertebe, hayânın en yüksek tabakasıdır. Kişi nefsinden hayâ edince başkasından hayâ etmesi evleviyetle olur. Bu mertebeye ulaşan kimse kötülük işlemekten kurtulur.

Hikâye ederler ki, eski zamanın meliklerinden birisi bir gece tenhada fırsat düşürüp hatununun bir cariyesi ile muamele eder. Ertesi gün olunca o diyarın keşif ehli azizlerinden biri padişahı ziyarete gelir. Padişah, meclisi tenha eyler ve azize çok iltifatlar edip kendisiyle sohbet eder. Aziz de, padişahın iltifatlarına mağrur olmak şeklinde konuşma sırasında yakışıksız bir söz söyler. Padişah gönlünden: “Herife biraz gevşeklik gösterince edepsizliğe başladı. Bizi hafife aldı,” diye biraz kasılıp durur. Sonunda sabredemeyip:

— Bre kişi! Niçin bizim meclisimizde yakışıksız söz söyledin? Sana yüz verdikse küstahlığın mânası var mı? Halifelik şerefi yok mudur? diye itâb eder.

Azizin de maksadı padişahı terbiye etmekti. Hemen der ki:

— Eğer sen halifelik şerefine riayet etseydin önce kendi nefsinden hayâ ederdin. Senden o türlü bir iş sâdır olmazdı, diye gece vâki olan hususa dokunur.

Padişah neye uğradığını bilemeyip hayrete düşer. O azize olan evvelki itikadı daha ziyade olur. Kendisini irşâda geldiğini anlar. Özürler dileyip tevbe ve istiğfar eder.

Ondan sonra tenhada aklına şeytanî bir düşünce gelse o durumu hatırlayıp o makama lâyık görmez, kendinden hayâ eder. Bu sebeple kötülüklerden tam olarak kaçınıp sonunda velilik derecesine ayak basar.

O halde her kişiye gereklidir ki, kendi şanını düşünüp nefsinden hayâ eylesin.* Böyle kimselere Hak teâlâ hazretleri hayırlar sevk eder. Nitekim Sahih-i Buhari’de

 “Hayâ kişinin başına hayırdan başka bir şey getirmez,” hadîs-i şerifi bu mânaya delildir.

Başka bir rivâyette de:

 “Hayâ îmandandır,” buyrulmuştur.

Bir nesne ki, îmandan olur, ondan daha yüksek bir sıfat olmaz.

Kâdî Iyâd ve diğerleri buyurmuşlardır ki: “Hayâ tabiata ait bir nesne iken îmandan olmasının sebebi şudur: Şeriat kanunu üzere kullanılması kasda, çalışıp kazanınaya ve amele muhtaçtır.”

İmâm-ı Kurtubî: “Şeriat sahibinin îmandan kıldığı o hayâdır ki, kisb (çalışıp kazanına) ile olmuştur. İnsan onunla mükelleftir. Yoksa tabiî olanla mükellef değildir. Nihayet şu vardır: Bir kimsede tabiî hayâ olunca çalışıp kazanınası üzre ona yardımcı olur. Hattâ o kadar yakın olur ki, o çalışıp kazandığı da tabiî hayâ derecesinde olur,” demiştir.

Velhâsıl hayâ iki kısımdır. Birisi şudur ki: Hak teâlâ hazretleri onu kişinin zâtında yaratır. Daima kabahatlardan perhiz üzre olur. Kendisinden uygunsuz ve yakışıksız davranışlar sâdır olması korkusundan hâli olmaz.

Biri de şudur ki: Kişi tedbir ve tedârikle yavaş yavaş onu elde eder, meleke bağlar. Öyle olur ki, tabii hayâ mertebesine yaklaşır.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri hayânın iki kısmını da kendilerinde toplamışlardı. Mevhûb ve müktesep (yaratılışta verilmiş ve sonradan kazanılmış) hayâ ile şerefli zâtları süslenmişti. Kâdî Iyâd’m naklinde Fahr-i Âlem hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki, hayâsından mübarek gözünü hiç kimsenin üzerine çevirip nazar etmezdi. Yâni dik dik bakmazdı, diye buyurmuşlardır.

“Kendi nefsinden utanınayıp başkasından utanınakta riya, riyada gizli şirk vardır.”

Hak teâlâ hazretlerinden havfı (korkusu) hususunda da bunca sahih haberler gelmiştir.

Önce malûm olsun ki, Arap lisanında havf, haşyet, vecel ve rehbet mâna bakımından birbirine yakın kelimelerdir; hepsi aynı mânada değillerdir. Güneyd hazretleri havf kelimesinin tefsirinde:

“Her nefeste ukubetten sakinınaktır,” diye buyurmuştur.

Meselâ bir kişiye havf ârız olsa her nefesinde emin ve ıstıraptan hâli olmaz. Acaba şimdi mi ukubet olur, şimdi mi olur, deyip durmak üzere bulunur. Bazıları, “Kalbin korkacak nesneyi hatırlamaktan ıstırap duyup hareket etmesidir,” diye tefsir etmişlerdir. Bâzıları da, “kalbin bir mekruhu duyduğu zaman onun kendisine hulul etmesinden kaçmasıdır,” demişlerdir.

Haşyet, mârifete (Allah’ı tanımaya) ilişkin olan korkudur. Zira Hak teâlâ hazretleri onu bilenlere tahsis edip:

“Innemâ yahşallahe min ibâdihi’l-ulemâü — Hiç şüphesiz bilen kulları Allah’dan korkar,” (Fâtır sûresi: 35/28) diye buyurmuştur .

Haşyet, havf’dan daha hususidir, dediler. O halde havf harekettir. Haşyet ise büzülme ve sükûndur. Meselâ bir kimse düşman veya sel görse o kimsede iki hâlet hâsıl olur. Birisi kaçmak için olan hareketidir ki, ona havf denir. Birisi de düşmanın veya selin erişemeyeceği yerde karar ve sükûnudur ki, ona haşyet denir.

Rehbet, mekruhtan kaçmakta çok dikkat etmektir. Bu mâna rağbet’in zıddıdır. Rağbet diye, merğûb (beğenilmiş, istenmiş) olan nesnenin talebinde kalbin seferine derler.

Vecel, ukubetinden ve saltanatından korkulan kimsenin hatırlanınasından kalbe hâsıl olan şiddetli ıstırap ve inkisardır.

Heybet ise saygı göstermeye lâyık, yüce ve büyük görmeye ilişkin olan korkudur. Bu hâlet ekseri marifet ve muhabbet (tanıma ve sevme) ile olur, demişlerdir.

Iclâl öyle bir saygıya lâyık ve büyük görmedir ki, muhabbete ilişkin olur.

O halde havf (korku) mü’minlerin umumuna mahsustur. Haşyet Hakkı tanıyan âlimlerindir. Heybet muhabbet sâhiplerinindir. Iclâl mukarreblerindir, dediler. Kişinin ilim ve marifeti (bilgisi ve tanıması) derecesinde havf ve haşyeti olur. Nitekim Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri:

“Muhakkak ki, ben sizin Allah’ı en iyi bileninizim ve O’nun haşyeti bakımından en şiddetli olanınızım,” diye buyurmuştur.

Hâsılı: “Hak teâlâ hazretlerini ben hepinizden ziyade bilirim ve hepinizden çok korkarım. Hak teâlâ hazretlerinin korkusu bende sizden ziyadedir,” demek olur.

İmâm-ı Buhârî (Allah ona rahmet etsin) hadislerindendir ve bir rivâyette gelmiştir ki, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri:

“Eğer benim bildiğimi siz bilseydiniz az gülüp çok ağlardınız,” diye buyurmuştur.

Bu hadîs-i şerifte Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin maârif-i basariye ve kalbiyeye (Allah’ı görerek ve kalben duyarak tanımaya) ihtisası olduğuna delâlet vardır. Az olur ki, Hak teâlâ hazretleri ümmet-i Muhammed’den bâzı muhlisleri o maârife muttali kılar. Ama icmâl yoliyle kılar. Tafsil yoliyle ıttıla’ ancak Resûlüllah Efendimiz hazretlerine tahsis edilmiştir, dediler.

Sahih-i Müslim’de Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

“— Muhammed’in nefsi elinde olan Allah hakkı için eğer benim gördüğümü siz görseydiniz az gülüp çok ağlardınız, dedi.

Ashâb:

— Ya Resûlâllah! Ne gördün? dediler.

— Cenneti ve cehennemi gördüm, buyurdular.”

Gerçekten Hak teâlâ hazretleri, yakîn ile ayne’l-yakîn arasını, haşyetini kalbinde duyma ve azametini her an karşısında görme yolu ile Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinde toplamıştır. Öyle bir şekilde ki, başkasında bu özellikler toplanınamıştır. Onun için Hazret-i Âişe’den rivâyet edilmiş olan sahih hadîste:

“Muhakkak ki, sizin takvada ve Hak teâlâ hazretlerini bilmede en ziyadeniz benim. Bu iki sıfatta hepinizden ben ziyadeyim,” diye buyurmuştur.

Hadîs İmâmlarından Nesâî ve İbn-i Mâce (Allah onlara rahmet etsin) rivâyet etmişlerdir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri namaz kıldığı zaman derunu inlerdi, demişlerdir. Bunların ibaresinde:

“Namaz kılardı. Halbuki kazan kaynaması gibi derununun bir kaynaması vardı,” diye vâki olmuştur.

İbn-i Hibbân sahihinde şu kelimelerle getirmiştir ki:

“Değirmen sesi gibi derununun bir sesi vardı,” demektir.

Murad: “Hak teâlâ’nın korkusundan ağladığinin sesi işitilirdi,” demektir. En iyisini Allah bilir.

Şecaatleri:

Resûlüllah Efendimizin şecaatleri (yiğitlikleri) hususunda Enes bin Mâlik’den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

 “İnsanların güzellikte, cömertlikte ve şecaatte en üstünü idi,” demiştir.

Ayrıca şecaatini beyân edip dedi ki: “Bir gece bir ses işitilip Medine halkı arasına korku düştü. Bu ses nedir? diye bâzı kimseler toplanıp şehirden dışarı çıktılar. Sesin geldiği yere doğru giderken gördüler ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri Ebû Talha’nın atma binmiş, öteden beri ve halka:

— Korkmayın! Bir şey yoktur! diyerek geliyor.

Meğer ses işitildiği zaman herkesten önce çıkıp o tarafları yoklamış. Halk birleşip çıkıncaya kadar o öteden dönüp halka haber verdi.”

Buharî (Allah ona rahmet etsin) bir rivâyetinde getirmiştir ki, Resûlüllah Efendimizin bindiği o Ebû Talha’nın atinin yürüyüşünde rahvanlık vardı. Yâni adımlarını küçük küçük ve tez tez atardı. Resûlüllah Efendimiz döndüğü zaman:

— “Vecednâ fereseküm hâzâ bahren — Şu atınızı deniz (gibi) bulduk,” diye buyurdu.

Atı cûş u "hurûşu bakımından denize benzetti. O zamandan sonra Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin bereketleriyle o at asla geçilemedi, dediler.

İbn-i Ömer (radıyallahü anh) buyurmuştur ki: “Ben Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinden kahraman ve pehlivan bir kimse görmedim.”

Pehlivanlarla Güreşmesi:

İbn-i İshak ve diğerleri zikretmişlerdir ki, Mekke şehrinde Rükâne adlı bir kimse vardı. Çok kuvvetli bir kişi idi. Güzel güreş tutardı. Etraf memleketten halk gelip onunla güreşirlerdi. Rükâne onların hepsini yenerdi. Bir gün Mekke’nin bir yerinde Resûlüllah Efendimiz ona rast gelip:

— Ya Rükâne! Hak teâlâ hazretlerinden korkmaz mısın? Benim dâvetimi kabûl etmez misin? dedi.

Yâni onu İslâm’a dâvet eyledi. Rükâne:

— Senin gerçek olduğuna hiç bir şâhidin var mıdır? dedi.

Resûlüllah Efendimiz:

— Eğer seni yere çalarsam îmana gelir misin? buyurdu.

O da:

— Evet, ya Muhammed, dedi.

Bunun üzerine güreşe tutuştular. Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri Rükâne’yi kaldırıp yere çaldı. Rükâne buna çok şaşıp bir daha tutuşmak istedi. Bir kere daha tutuştular. Neticede üç kere Resûlüllah Efendimiz ona imkân vermeyip Rükâne’yi bastı. Rükâne hayret ve şaşkınlık içinde kalarak:

— “Inne şâneke le-acîbü — Senin hâlinde çok şaşılacak bir şey var,” dedi.

Hâkim (Allah ona rahmet etsin) Müstedrek’inde mezkûr güreşçinin oğlu Muhammed bin Rükâne’den böylece rivâyet etmiştir. Ebû Dâvud ve Tirmizî de rivâyet etmişlerdir. İmâm-ı Beyhakî de Sa’d bin Cübeyr’den rivâyet eylemiştir.

Peygamber Efendimizin Rükâne’den başka kimselerle de güreştiği vâki olmuştur. Bunlardan biri Ebü’l-Esvedü’l-Cümahî’dir. Süheylî’nin dediğine göre İmâm-ı Beyhakî de rivâyet etmiştir. Mezkûr Ebü’l-Esved son derece kuvvetli bir kişi idi. Kuvveti o dereceye varmıştı ki, bir sığır derisini ayağinin altına alıp dururdu. On kişi bir uçundan tutup çekerlerdi. Deri parçalanır, ayağinin altından alamazlardı. Kendini derinin üzerinden ayıramazlardı. Bir gün Resûlüllah Efendimizi güreşe dâvet edip:

— Eğer beni yenersen sana îman getiririm, dedi.

Bunun üzerine güreştiler. Fahr-i Âlem hazretleri Ebül-Esved’i yere çaldı. Mel’un yine insafa gelip müslüman olmadı.

Peygamber Efendimizin Huneyn gazâsında bütün asker dağıldığı zaman savaş meydanında kendinden başka kimse kalmayıp:

— “İnne’n-nebiyyi lâ kizbe enâ ibn-i abdü’l-muttalib — Ben gerçek peygamberim. Bende yalan yoktur. Gerçekten ben Abdü’l-Muttalib’in oğluyum!” diyerek durup meydan okuduğu daha önce etraflıca zikrolunmuşidi.

O hâli iyi düşünen bir kimse, Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin ne derece şecaati olduğunu idrâk eder.

Cömertlikleri:

O Hazret’in sehâsı, cûdu ve keremi (cömertlikleri) hakkında tafsilâta girmeden önce bilinmesi gereken şeyler vardır ki, o da bu kelimelerin mâna farklarıdır. Evvelâ malûm olsun ki, sehâ dedikleri fıtrî (yaratılışta verilen) bir sıfattır. Sehâ’mn mukabili şuhh’dur. Nitekim menfaatin mukabili mazarrattır. Buyurmuşlardır ki, şuhh (cimrilik) nefsin gerekli sıfatmdandır. Onun içindir ki, Hak teâlâ hazretleri, onu nefse izafe edip:

“Ve men yûka şuhha nefsihî feülâike hümü’l-müflihûne — Kim nefsinin cimriliğinden kendini korursa işte onlar felâh bulanlardır,” (Haşir sûresi: 59/9) buyurmuştur.

Hâsılı: “O kimseler ki, nefislerinin cimriliğinden sakınırlar, mal sevgisi ve başkalarına infak etmekten kaçınına hususlarında nefslerine muhalefet ederler, işte onlar iki cihan saadetine zafer buluculardır,” demektir.

Felâh öyle bir kelimedir ki, iki cihan saadetini bundan daha ziyade toplayıcı olan başka bir isim yoktur. Sehâ, cûd’dan daha tam ve daha mükemmeldir. Cûd’un mânası, lâyık olan nesneyi lâyık olan kimseye vermektir. Bunun mukabili buhl’dür ki, lâyık olan nesneyi lâyık olan kimseden men etmektir. Cûd ile buhl’ün çalışıp kazanına ile elde edilmesi mümkündür. Ama sehâ ve şuhh, çalışıp kazanına yoluyla elde edilemez. Velhâsıl bu ikisi tabiî, fıtrî’dir. Cûd ile buhl ise böyle değildir, demişlerdir.

Meselâ bir kimse ihsân ettiği zaman tam gönül hoşluğu ile verip asla kalbinde bulanıklık olmazsa sehâ yoluyla vermiştir. Eğer işin gereği olarak verip gönül hoşluğu bulunınazsa cûd sâbit olur, ama sehâ bulunınaz, demişlerdir. Zira sehâ dedikleri, garazlardan hâli olan, yüksek himmetli nefsden ve temiz niyetten gelen bir sıfattır. Avârifü'l'Maârifde bu mânaya işaret buyrulmuştur.*

Burada Peygamber Efendimiz’in şu hadîs-i şeriflerini de hatırlamak gerekir ki, buyurdular: “Sahi (cömert) fâsık da olsa cehenneme girmez; bahil (cimri) zâhid de olsa cennete girmez-"  

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin nefis nefsleri nefslerin en şereflisi olup güzel mizaçları mizaçların en dengelisi olunca elbette fiillerinin fiillerin en güzeli, şerefli şekillerinin şekillerin en iyisi ve huyunun da huyların en yücesi olacağı muhakkaktır. O halde şüphe yoktur ki, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri insanların en sahîsi idi.

İmâm-ı Müslim’in rivâyetinde gelmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden hiç bir nesne istenmemiştir ki, onu vermesin. Bir kere bir kimse geldi; Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri ona büyük bir sürü koyun bağışladı. O kişi kavminin arasına gittiği zaman:

 “Ey kavmim! Müslüman olun! Gerçekten Muhammed, fakirlikten korkmayan bir kimsenin vermesi gibi veriyor,” dedi.

Ondan sonra dedi ki:

Muhammed benim için şimdiye dek insanların en sevilmeyeni idi. Öyle ihsan etti ki, insanların en sevileni oldu.

Hâsılı, “Fakirlikten korkmayan bir kimsenin vermesi gibi verir,” demekle şuna işaret eyledi ki: “Fakir olan bir kimse, eline bu denli nesne geçmiş iken sonundan korkmayarak getirip bir kimseye bağışlarsa, elbette o kişinin İlâhına inancı ve güvenci en yüksek derecededir. Eğer öyle olmasaydı böyle etmezdi. Resûlüllah hazretlerinin Hak teâlâ hazretleri ile ilişkisi olduğundan şek ve şüphe kalmadı. Ben îman getirdim, siz de îman getirin,” demektir.

İbn-i Şehâb dedi ki: “Huneyn gününde Resûlüllah Efendimiz o kişiye yüz koyun vermişti. Sonra yüz daha verdi. Sonra yine yüz daha verdi.”

İmâm-ı Vakıdî Meğazi’sinde demiştir ki: “Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri o gün Safvân’a bir dere dolusu koyun ve deve bağışladı. Safvân:

— Ben şehadet ederim ki, böyle bir bahşişe peygamber nefsinden başka bir nefs asla razı olmaz, dedi.

Mevcudatın iftiharı ve hakkında övgülerin en mükemmeli olan Efendimiz hazretleri, şu sebeble birden bu denli ihsanda bulundu ki, Safvân’ın küfür hastalığına bundan başka ilâç olmadığını biliyordu. Bu ilâcı verdiği gibi Safvân müslüman oldu. Bu da Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin şefkat ve merhametinin kemâlindendir ki, bu mertebe lütuf ve ihsân edip onu cehennem azâbından kurtardı, cennete lâyık kıldı.

Ali bin Ebî Tâlib (radıyallahü anh) Resûlüllah Efendimiz hazretlerini tavsif ettiği zaman:

 “Eli cihetinden insanların en cömerdi ve konuşması cihetinden, insanların en doğru sözlüsü idi,” diye buyurmuştur.

Hâsılı: “Mübarek eli ihsan ve in’âmın en yüksek derecesi, mübarek dili doğru sözlülüğün nihayeti ile şereflenmişti,” demek olur.

İmâm-ı Buhârî Câbir’in (radıyallahü anh) hadîsinde rivâyet etmiştir ki:

 “Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden bir şey istenip de “Yok” dediği aslâ görülmedi,” diye buyurmuştur.

İmâm-ı Müslim katında da böyledir. Bâzı âlimler katında bundan murad: “Dünyaya ait şeylerden bir nesne taleb olunınadı ki, vermesin,” demektir. Bu takdirde mâna: “Her ne diledilerse verdi,” demek olur.

Ama Ebü’l-Fazl ibn-i Hacer buyurmuştur ki: “Câbir kavline göre mânası bu değildir, belki şudur: Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinden bir nesne taleb olunsa yok diye cevap vermezdi. Eğer istedikleri nesne kendisinde varsa ve vermesi câizse verirdi. Aksi halde sükût ederdi, demektir.”

İbn-i Hanefiye’nin mürsel bir hadîsinde bu zikredilenin beyanı vardır ve lâfzı da şudur:

 “Resûlüllah Efendimizden her ne zaman bir nesne istense, o da vermek istese “Peki” derdi. Vermek istemediği zaman sükût ederdi.”

Bu söz Ebû Hüreyre’nin sözüne yakındır ki:

“Aslâ bir yemeği ayıpladığı görülmedi. Eğer o yemeğe karşı iştihası olursa yer, olmazsa yemez, terk ederdi,” diye buyurmuştur.

Şeyh tzzeddin (Allah ona rahmet etsin) der ki: “Bunun mânası, yemeği men etmek için hayır demezdi, demektir. Yoksa bundan, özür bildirmek için dememesi lâzım gelmez. Nitekim “Üstüne bineceğiniz at yoktur,” sözünde olduğu gibi.”

Bu söz, Ebû Mûsâ El-Eş’arî’nin hadîsinde olanın benzeridir ki, Eş’arîler gelip binek istedikleri zaman: “Benim katımda sizi bindirecek davar yoktur,” diye cevap verdi. Hâsılı: “Sizi davara bindirmem” demedi. “Bindirecek davar yok” diye özür bildirdi. Gerçekte de bindirecek davar yoktu. Onun için böyle buyurdu.

Fakat yemîn edip “Vallahi bineceğiniz davar yok” demesiyle güçlük gelince cevap verip buyurmuşlardır ki: “Sadece yok demekle iktifâ etmeyip yemin etmeleri şunun için olabilir ki, isteyen kimse istediği şeyin olmadığını bildiği halde istemiştir. Yahut sükût makamı üzre sözü kısa kesmek gerekmiştir. Şu bakımdan ki, olup biteni ve işin hakikatini anlatmaya lüzum görülmemiştir. Yahut isteyen kimse kendilerinin güzel âdetlerini biliyordu. Bu takdirde sadece sükût faydalı olmazdı. İsteyenin tamahı kesilmeyip yine istemeye başlardı.

Eğer suâl olunup:

— “Bineceğiniz at yoktur” cevabından sonra “Vallahi binek yoktur” cevabını buyurmalarının sebebi neydi? Niçin birinci cevapla iktifa etmedi? denirse bunun cevabı şudur:

— İlk cevap, diledikleri nesnenin kendi katında olmadığını bildiriyordu. İkinci cevap ise dilediklerini vermek için ellerden ödünç veya hibe yolu ile davar istemeyeceğini bildiriyordu. Zira böyle etmeğe zaruret yoktu, demişlerdir.

Güzel ahlâkları cümlesinden biri de İmâm-ı Tirmizî’nin (Allah ona rahmet etsin) rivâyetinde gelendir ki, bir kere doksan bin akçe getirmişlerdi. Hasır üzerine döktüler. Sonra Peygamber Efendimiz paylaştırmaya başladı. İsteyen hiç bir kimseyi reddetmedi, herkese verdi. Nihayet akçe bittikten sonra bir kimse geldi. Resûlüllah Efendimiz:

—Verecek bir şey kalmadı. Ama muradın her ne ise git, onu satın al. Bir yerden geldiği zaman parasını biz verelim, buyurdu.

Hazret-i Ömer:

— Ya Resûlâllah! Kadir olmadığın nesneyi Hak teâlâ hazretleri sana teklif etmedi, dedi.

Resûl-i Ekrem hazretlerine Hazret-i Ömer’in sözü hoş gelmedi. Ensar kavminden bir kimse:

— Ya Resûlâllah! Sen infak eyle. Hak teâlâ hazretlerinin sana az vermesi ihtimalinden korkma, dedi.

Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri, bu sözden hoşlanıp tebessüm etti ve:

— “Bihâzâ ümirte — Hak teâlâ hazretleri tarafından bana böyle etmem emrolündü,”, diye buyurdu.

Böyle etmelerinin sebebi halkı kendine yaklaştırmaktı. Tâ ki, o vasıta ile Hak teâlâ hazretlerinin hükümlerini yerine getirsin.

Rivâyet olunur ki, Huneyn gazâsında bir kadın gelip esir alman Hevâzin tâifesi içinde Resûlüllah Efendimizin süt kardeşini zikreden bir şiir okudu. O sebeble onlardan alman ganimetleri red edip geri verdi. Onlara çok ihsanlarda bulundu. Hattâ o gün bağışladıklarına kıymet biçtiler, yüzlerce yük mal karşılığı geldi.

Sahîh-i Buhârî’de Enes bin Mâlik’den rivâyet edilmiştir ki: Resûlüllah Efendimiz hazretlerine Bahreyn malını getirdikleri zaman:

— Mescide dökün! diye emretti.

Gittiler, malı mescide döktüler. Fahr-i Âlem hazretlerine getirilen malların en çoğu Bahreyn malı idi. Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz namaz kılmak için mescide çıktı. Mal tarafına asla dönüp bakmadı. Namazı bitirdikten sonra gelip malın yanına oturdu. Sonra her kimi gördüyse ona ihsanda bulundu. Abbâs (radıyallahü anh) geldi:

— Ya Resûlâllah! Bana da ihsân eyle. Ben kendim için bedel verdim. Oğlum Akil için bedel verdim, dedi.

Hâsılı çokça ver demeğe getirdi. Fahr-i Kâma: Efendimiz:

— Al, ya Abbâs! dedi.

Abbâs hemen elbisesinin içine dilediği kadar doldurdu. Ondan sonra kaldırıp arkasına vurmak istedi. Fakat kaldıramadı:

— Ya Resûlâllah! Emret de arkama kaldırsınlar, dedi.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri razı olmadı.

— O halde sen kaldırıver, dedi.

Onu da etmedi. Sonunda bir miktarını döktü. Yine kaldırmak istedi, kaldıramadı. Tekrar:

— Ya Resûlâllah! Emret, kaldırsınlar, dedi.

Resûlüllah Efendimiz:

— Yok, diye buyurdu.

— O halde bâri sen kaldırıver, dedi.

Fahr-i Âlem hazretleri yine:

— Yok, diye buyurdu.

Ondan sonra bir miktarını daha döktü ve arkasına vurup gitti. Resûlüllah Efendimiz Abbâsın hırsından taaccüb edip ardınca nazar ederdi. Bahreyn malından bir akça kalmayıp hepsini ihsan edinceye kadar oradan kalkmadı.

İbn-i Ebî Şeybe rivâyetinde: “Mal yüz bin idi. Alâ bin Hadramî, Bahreyn haracı göndermişti. Fahr-i Âlem hazretlerine ilk yüklenip gelen mal o idi,” demiştir. Ama o yüz bin, akça mıydı yoksa altın mıydı belirtmemiştir.

Rivâyet olunur ki, bir kere Câbir (radıyallahü anh) O Hazret’i devesine bindirip bâzı yerlere gitmişlerdi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

—Ya Câbir! Deveni bana sat, buyurdu.

Câbir:

— Ya Resûlâllah! Babam anam sana fedâ olsun. Deve şenindir, dedi.

Yâni devesini bağışladı. Resûlüllah Efendimiz kabûl etmeyip yine:

— Sat, buyurdu.

Câbir de sattı. Fahr-i Kâinat Efendimiz emretti, Hazret-i Bilâl devenin bahasını verdi. Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz Câbir’e:

— “Deveyi de bahasını da al, git. İkisini de Allah sana mübarek etsin,” diye buyurdu.

Hâsılı, Câbir “Deve şenindir, ya Resûlâllah” dediği için onun cömertliğini daha yüksek bir cömertlikle mükâfatlandırdı.

İmâm-ı Buhârî, Müslim ve diğerleri böylece rivâyet etmişlerdir. O Hazret’in saçtığı malların hepsi Hak teâlâ hazretleri içindi. Gâh fakir ve muhtaç olanlara verirdi. Gâh Allah yolunda cihada harcardı. Gâh olurdu ki, bir kimsenin gönlünü ele geçirmek için verirdi. O öyle bir kimse olurdu ki, onun İslâma gelmesiyle İslâm kuvvetlenirdi. Bu gibi kimseler fakir değillerdi, yine onlara bol mal verip hatırlarını hoş ederdi. Bu vasıta ile nice kimselere İslâm nasib olurdu. Kendi nefsine ve evlâdına harcamaktan böyle sarf yerlerine harcamayı tercih ederdi. O kadar bağış ve ihsanlar ettiği olurdu ki, Kayser ve Kisrâ o türlü ihsanı edemezlerdi. Ama kendisi fakr üzere geçinirdi. Bâzan bir ay geçerdi, evinde ateş yanınazdı. Açlıktan mübarek karnına taş bağlardı. Bir kere bir gazâdan esirleri çıkarıp getirmişlerdi. Fâtıma (radıyallahü anhâ) hazretleri:

— Ya Resûlâllah! Hizmetkârım yok. Bana bir esir ihsân eyle, dedi.

Resûlüllah Efendimiz, Fâtıma’ya:

— Tesbîh, tahmîd ve tekbîr eyle! Ben sana esir verip Suffe ehlini bu açlıkta bırakmam, diye buyurdu.

Suffe ehli dedikleri, ashâb-ı kirâmm o fakirleri idi ki, hiç bir nesneye mâlik değillerdi. Yatacak ve duracak yerleri yoktu. Mescid-i şerifin sofasında otururlardı. Ashâb-ı kirâmm zenginlerinden bâzısı onları evlerine alıp gider ve yemek yedirirlerdi. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri o kimseler dururken ciğerparesine bir esir vermeği reva görmedi, onlara harcadı.

İmâm-ı Buhârî Sehl bin Sa’d’m (radıyallahü anh) hadîsinden rivâyet etmiştir ki: “Bir kere bir hatun bir bürde (hırka) getirip:

— Ya Resûlâllah! Bu bürdeyi giymeniz için size getirdim, dedi.

Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin bürdeye ihtiyacı vardı. Alıp mübarek arkasına giydi. Ashâbmdan bir kimse bunu görünce:

— Ya Resûlâllah! Bu ne güzel bir bürde. Bunu bana bağışla, dedi.

Fahr-i Âlem:

— Peki, deyip bürdeyi o kimseye bağışladı.

Meclisten kalkınca ashâb o kimseyi kınadılar:

Resûlüllah Efendimizin o bürdeye muhtaç olduğu için onu aldığını gördün. Bilirsin ki, O, kendisinde olan bir şeyi istedikleri zaman reddetmez. Niçin istedin? dediler.”

Bu rivâyetten Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin ahlâk güzelliğinin ve cömertliğinin genişliğinin ne derecede olduğu çok açık anlaşılır.

Sufî tâifesinin uluları, bu hadîs-i şerif ile müridlerin şeyhlerinden teberrüken tasavvuf hırkasını istemelerinin caiz olduğunu istidlâl etmişlerdir. Nitekim şeyhin müridlerine hırka giydirmesinin caiz olduğunu Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin Ümmü Hâlid’e kaftan giydirmesinden istidlâl etmişlerdir. Giydirdiği kaftan, hadîs kitaplarında vâki olduğu üzre kamîse (gömlek) idi, demişlerdir. İbni Hatîb Kastalânî şeyhinden nakleder ki: “Hasan-ı Basrî Hazret-i Ali (radıyallahü anh) Efendimizden hırka giymiştir dediklerine İbn-i Dıhye ve İbn-i Salâh bâtıl sözdür, demişler.”

Şeyhülislâm İbn-i Hacer de: “O hırka kıssasının geliş yollarında sâbit olan bir şey yoktur,” demiştir. “Peygamber Efendimiz hazretlerinin ashâbmdan herhangi bir kimseye, sufîler arasında bilinen şekil üzre hırka giydirdiği veya ashâbmdan birisine giydirmek için emrettiği ne sahih haberde gelmiştir, ne hasen ve ne de zayıf haberde vârid olmuştur. Bu üslûp Resûlüllah Efendimizden aslâ rivâyet edilmiş değildir. Bu hususta açıkça rivâyet olunan her nesne bâtıldır” demiştir. “Hazret-i Ali’nin Hasan-ı Basrî’ye hırka giydirdi demeleri yalan ve iftiradır. Hadîs İmâmları Hasanın Ali (radıyallahü anh) ile buluşup ondan bir şey dinlediğini yazmamışlardır. Nerde kaldı ki, ona hırka giydirsin,” dedi .

Velhâsıl Hazret-i Hasan-ı Basrî’nin (Allah ona rahmet etsin) Ali’ye (radıyallahü anh) yetişip hırka giydiği yahut ondan hadîs işittiği sâbit değildir. Hadîs âlimlerinden Dimyatı, Zehebî, Alâî, Muğletâî, Irakî, Enbasî ve Halebî (Allah onlara rahmet etsin) bunların hepsi İbn-i Hacer gibi söylemişlerdir. Bununla beraber âlimlerden bir cemaat tasavvuf ehline kendilerini benzetmek için hırka giydiler ve giydirdiler.

Sadece söz şundan ibarettir ki, Hazret-i Ali (kerremallahü veche)’nin Hasan Basrî hazretlerine hırka giydirdi denilmesi sâbit değildir.

Ama Kümeyi bin Ziyâd ki ihtilâfsız olarak Hazret-i Ali ile sohbet etmiştironun sohbetine ulaşan bir topluluğun hırka giydikleri vârid olmuştur. Hâsılı hırka giyenlerin bu hususta silsileleri Kümeyi bin Ziyâd’a ulaşır, diye vârid olmuştur. Allah ona rahmet etsin. Bâzı haber yollarında: “Üveysü’l-Karanî hazretlerine ulaşır,” diye vârid olmuştur.

Hazret-i Uveys, Ömer bin Hattâb ve Ali bin Ebî Tâlib (Allah onlardan razı olsun) ile buluşmuş, sohbet etmiştir. Bu kesindir. Bu sohbete kimsenin itirazı yoktur. Büyük meşayihten çok kimse mücerret sohbetle iktifa edip hırkaya iltifat edici olmamışlardır. Şazelî gibi, Şeyh Ebî Ishak, İbrahim Betulî gibi.

Ama Şeyh Yusuf Acemî (Allah ona rahmet etsin) müride hem zikir telkin eder, hem ahid alır, hem de hırka giydirip üçünü cem ederdi. Bu hususta kendisinin Reyhânü'l-Kulûb adlı bir risalesi vardır. Şeyh Kutbü’d-Dîn Kastalânî’nin de îrtikaü’r'Rütbe fi’l'Libâsi ve’s-Sohbe adlı bir risalesi vardır.

Allah bizi de onların yoluna hidâyet eylesin.