Geri

   

 

 

İleri

 

114. cü MEKTÛB

Hindistânın büyük âlimlerinden Abdüllah-i Dehlevî “rahimehullahü teâlâ”nın (Mekâtib-i şerîfe) kitâbında yüzyirmibeş mektûb vardır. Yüzondördüncüsü, Hâcı Abdüllah Buhârîye yazılmış olup, fârisîden türkçeye tercemesi aşağıdadır:

Allahü teâlâda hiçbir noksanlık yokdur. O, hep doğru söyler, kullarına doğru yolu gösterir. Yüce önderimiz, sevgili Peygamberimiz Muhammed Mustafâya “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve Onun Âline ve Eshâbına “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” bizden selâmlar ve düâlar olsun! Buradaki [ya’nî Delhî şehrindeki] tarîkatçılar, dileklere kavuşmak için Esmâ okuyorlar. Mıska yazıyorlar. Böylece herkesi kendilerine çekiyorlar. Emîr-ül mü’minîn Alî “kerremallahü vecheh ve radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini diğer üç halîfeden “radıyallahü anhüm” dahâ üstün tutuyorlar. Bunlara (Şî’î) denir. Üç halîfeye ve Eshâb-ı kirâma düşman olanlara (Râfizî) denir.

[Hazret-i Ebû Bekrin ve hazret-i Ömerin ve hazret-i Osmân Zinnûreynin hazret-i Alîden “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” dahâ üstün olduklarını (Ehl-i sünnet vel cemâ’at) âlimleri “rahime-hümullahü teâlâ” çeşidli kitâblarında bildirmişler ve bunu âyet-i kerîmelerle, hadîs-i şerîflerle ve Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” icmâ’ı, ya’nî, sözbirliği ile isbât etmişlerdir. Bu kıymetli kitâblardan ikisi, Hindistândaki büyük âlimlerden şâh Veliyyullah Muhaddis Dehlevînin “rahime-hullahü teâlâ” (İzâlet-ül-hafâ) ve (Kurret-ül-ayneyn) kitâblarıdır. Arabî ve fârisî karışık olup, birincisi, Urdu diline tercemesi ile birlikde 1382 [m. 1962] de Pâkistânda basılmışdır. İkincisi türkçeye terceme edilerek, (Eshâb-ı Kirâm) kitâbının içinde neşredilmişdir. Ayrıca (Hak Sözün Vesîkaları) kitâbında vardır. Büyük âlim İbni Hacer-i Mekkînin “rahime-hullahü teâlâ” (Es-savâik-ul-muhrika) arabî kitâbı, İstanbulda, Hakîkat Kitâbevi tarafından ofset yolu ile basdırılmışdır. Bu kitâbı okuyan insâflı bir müslimân, mezhebsizlerin yanlış yolda olduklarını iyice anlar. Bunlardan bir kısmı, bugün kendilerine (Ca’ferî) diyorlar. (Biz oniki imâmın yolundayız) diyerek gençleri aldatıyorlar. Hâlbuki Oniki imâmın yolunda olan müslimânlara (Ehl-i sünnet) denir. Ehl-i sünnet âlimleri “rahime-hümullahü teâlâ”, (Oniki imâmı sevmek, son nefesde îmân ile ölmeğe sebeb olur) buyurmuşlardır.]

Cenâze alayları, devr yapmak için ziyâfetler yapdırıyorlar. [Cemâ’at ile nemâz kılmıyorlar. Câmi’lerde] Mevlid cem’ıyyetleri, ilâhîler, mersiyeler okutuyorlar. Tekkelerde çalgı, tambur dinliyorlar. Bunlar gibi dahâ nice bid’atleri tarîkat olarak yapıyorlar. Hattâ, Hindistândaki Cûkiyye ve Berehmen kâfirlerinin ibâdetlerini de tarîkate mal ediyorlar. Dünyâya düşkün olanlarla, fâsıklarla birlikde bulunuyorlar. Nemâzda Kavmeye, Celseye ve cemâ’ate, hattâ Cum’a nemâzına ehemmiyyet vermiyorlar. Selef-i sâlihînin zemânlarında böyle şeyler hiç yokdu. Bunların hiçbiri islâmiyyetde yokdur. (Ehl-i Sünnet vel-cemâ’at) âlimleri “rahime-hümullahü teâlâ” böyle bid’atlerden kaçınırlardı. Allahü teâlâya şükrler olsun ki, Eshâb-ı kirâmda “radıyallahü teâlâ anhüm” bu çirkin bid’atlerin hiçbiri yokdu. Müslimân olmak istiyen ve Selef-i sâlihînin “rahime-hümullahü teâlâ” yolunda bulunmak isteyen kimsenin böyle tarîkatçılardan kaçması lâzımdır. Bunlar, din hırsızlarıdır. Allahü teâlânın kullarının dinlerini, îmânlarını yıkıyorlar. Zikr ve diğer yapdıkları şeyler kalbi, nefsi harekete getiriyor. [Bunlarda, hâller hareketler hâsıl olması değil, mâ-sivâdan temizlenmeleri lâzımdır.] Keşfin [kerâmetin, gayb olan şeylerden haber vermenin ve cin ile konuşmanın] zâten islâmiyyetde kıymeti yokdur. Cûkiyye kâfirleri de, keşf ve kerâmet göstermekdedir. Aklı olanların gözünü açması, doğruyu iğriden ayırması lâzımdır. Hem dîne sarılmak, hem de dünyâya düşkün olmak, bir insanda birlikde bulunamaz. Dünyâlık ele geçirmek için dînini vermek, aklı olanın yapacağı şey değildir. Buhâra şehrinin âlimleri, şeyhleri tevekkül sâhibi idiler. Dünyâya düşkün değildiler. Ziyâfetler vermek, dünyâya düşkün olanları toplamak, kalbi karartır. O büyükler böyle şeylerden kaçınırlardı. Onlar, Selef-i sâlihînin “rahime-hümullahü teâlâ” doğru olan i’tikâdına, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” sünnetine sarılmışlardı. Her işlerinde (Azîmet) yolunu tutmuşlardı. Bid’atlerden sakınırlardı. Harâm ve mekrûh yollardan gelen şeylerden kaçınırlardı. Harâma sebeb olan mubâhlar da harâm olur. (Zikr-i hafî), ya’nî sessiz zikr etmek, (Zikr-i cehrî)den, ya’nî sesle zikr etmekden dahâ efdaldir. Böyle zikr ederlerdi. Hadîs-i şerîfde bildirilen (ihsân) mertebesinde idiler. Kalbleri hep feyz kaynağına [ya’nî Allahü teâlâya] karşı idi. Böyle olan tesavvuf büyüğünün teveccühüne kavuşan sâdık, hâlis bir kimsenin kalbi, hattâ bütün latîfeleri hemen zikr etmeğe başlar. Huzûra, ya’nî Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyin kalbde bulunmamasına ki, buna (Müşâhede) de denir ve cezbelere, (vâridât) denilen feyzlere, ya’nî zâhirini ve bâtınını nûrların kaplaması gibi ni’metlere kavuşur. Mürşidinin kalbinden feyz alanın kalbine Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyin düşüncesi gelmez. Bütün a’zâsı sünnete uygun ve azîmet ile hareket eder. Bu ni’metler ne büyük se’âdetdir. Yâ Rabbî! Sevgili Peygamberin Muhammed Mustafâ “sallallahü aleyhi ve âlihi ve sellem” hurmetine ve O yüce Peygamberin yolunda bulunan meşâyıh-ı kirâm “rahmetullahi aleyhim ecma’în” hurmetine, bu çok kıymetli ni’met ile bizleri rızklandır. İmâm-ı Rabbânî, müceddid-i elf-i sânînin “rahmetullahi aleyh” feyzleri, insanın bütün latîfelerini bu ni’mete kavuşdurmakdadır.

Cânım, kurban olsun senin yoluna,

Adı güzel, kendi güzel Muhammed!

Gel şefâ’at eyle kemter kuluna,

Adı güzel, kendi güzel Muhammed!

Mü’min olanların çokdur cefâsı,

Âhıretde olur zevk-u safâsı.

Onsekizbin âlemin Mustafâsı,

Adı güzel, kendi güzel Muhammed!

Yedi kat gökleri seyrân eyleyen,

Kürsînin üstünde cevlân eyleyen,

Mi’râcda, ümmetin Hakdan dileyen,

Adı güzel, kendi güzel Muhammed!

(Yûnüs) neyler iki cihânı sensiz,

Sen hak Peygambersin şeksiz şübhesiz!

Sana uymıyanlar, gider îmânsız,

Adı güzel, kendi güzel Muhammed!

م  م  م

م  م

م