26. cı Ma'rifet İmâm-ı Rabbânî “rahmetullahi aleyh”, (Me’ârif-i ledünniyye) kitâbında, yirmialtıncı ma’rifetde buyuruyor ki: (Fenâ) Allahü teâlâdan başka herşeyi unutmak demekdir. (Âlem-i emr)de bulunan beş latîfenin, insanda, birer sûreti, benzeri vardır. Bu beş latîfeye, (Kalb), (Rûh), (Sır), (Hafî) ve (Ahfâ) ismleri verilmişdir. Evliyânın çoğu, bunları birbirinden ayırd etmemiş, hepsine rûh demişlerdir. Rûh deyince, beşi de anlaşılmakdadır. İşte bu rûh, ya’nî latîfeler, bu bedene te’alluk etmeden, bununla birleşmeden önce, Allahü teâlâyı biliyordu. Allahü teâlâya karşı, biraz teveccühü, tanıması, sevgisi vardı. Kendisine ilerlemek, yükselmek kuvveti, hâssası verilmişdi. Fekat, bu bedenle birleşmeden önce bu bedene karşı muhabbet verildi. Sonra bu bedene doğru bırakıldı. Kendini bedene atdı. Çok latîf, yayılma kuvveti pek çok olduğundan, bedenin her yerine sindi, işledi. Bedende tanınmaz, bilinmez oldu. Kendini unutdu. Kendini beden sandı. Bedende fânî oldu. İşte insanların çoğu, kendini yalnız beden sanıyor. Rûhun varlığını bilmiyor ve rûha inanmıyorlar. Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu için, merhamet ederek, insanlara, ya’nî rûhlara, Peygamberlerle “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” haber gönderdi. Onları kendisine çağırdı. Bu karanlık bedene bağlanmalarını yasak etdi. Ezelde iyi olmaları takdîr edilmiş olanlar, bu emri dinleyip bedene olan bağlılığına son verir. Ona vedâ’ eder. Yükseklere döner. Bedenle birleşmeden önceki asla olan sevgisi, yavaş yavaş çoğalır. Geçici bir varlığa olan sevgisi azalır. Bu zulmânî, karanlık sevgilisini tam unutunca, onun sevgisi hiç kalmayınca, (Bedenin fenâsı)na kavuşmuş olur. Böylece, tesavvuf yolunun iki temel basamağından birincisi aşılmış olur. Bundan sonra, Allahü teâlâ, eğer ihsân ederse, nasîb ederse, buradan da ilerliyerek, kendini de unutmağa başlar. Bu unutkanlık artarak, büsbütün unutur. Allahü teâlâdan başka hiçbir varlığı bilmez olur. Böylece (Rûhun fenâsı)na da kavuşur. İkinci basamağı da atlamış olur. Rûhun bu dünyâya gelmesinin sebebi, bu ikinci fenâya kavuşmasıdır. Dünyâya gelmeksizin, buna kavuşamaz. (Hakîkat-i câmi’a) adı da verilen kalb latîfesi, eğer rûh ile birlikde, bu iki basamağı atlarsa, rûh ile birlikde kendi fenâsına kavuşur. Nefs de, bu yolculukda, kalb ile birlik olursa, bu da tezkiye bulur. Ya’nî fenâsına kavuşur. Fekat, nefs, kalbin makâmına gelince, kalb ile birlikde yükselmeyip orada kalırsa ve bu iki basamağı aşamazsa, nisyâna kavuşamaz. Mutmeinne olamaz. Rûhun fenâsına kavuşan bir kimse, kalbin fenâsına kavuşmayabilir. Rûh kalbin babası gibidir. Nefs, kalbin anası gibidir. Kalbin, babası gibi olan rûha doğru bir isteği olur. Anası gibi olan nefsden yüz çevirir. Bu isteği çoğalıp, kalbi, babasına doğru çekerse, onun makâmına yetişir. Ya’nî iki basamağı atlar. Kalbin ve rûhun fânî olmaları ile, nefsin de fânî olması lâzım gelmez. Nefsin, oğluna muhabbeti, isteği hâsıl olur. Bu istek çoğalırsa ve babasının makâmına yükselmiş olan oğlunun yanına varırsa, onlar gibi olur. Sır, hafî ve ahfâ latîfelerinin fenâ bulmaları da böyledir. Kalbden hâtıraların, düşüncelerin gitmesi, silinmesi, onun Allahü teâlâdan başka şeyleri unutduğunu gösterir. Hiçbir şeyi hâtırlayamamak, bunlara olan ilmin gitmesi demekdir. Fenâda, ilmin zevâli, gitmesi lâzımdır. Niçin kılmazsın sen, farz-u sünneti, değilmisin, Muhammedin ümmeti “aleyhisselâm”. Anmaz mısın, Cehennemi, Cenneti, Îmân sâhibi kul, böyle mi olur? |