BİRİNCİ CİLD, 23. cü MEKTÛB Tevhîd, ya’nî Allahü teâlânın bir olduğuna inanmak, iki dürlüdür. Avâm tevhîdi ve Havâs tevhîdi. Avâm tevhîdi, câhil müslimânların tevhîdidir. Avâm tevhîdi, (Lâ ilâhe illallah) demek ve bunun ma’nâsını bilip, inanmakdır. Kâfirlerin bâtıl, bozuk ma’bûdlarını red etmek, bu bozuk tanrılarda ülûhiyyet sıfatı bulunduğuna inanmamakdır. Birşeyde ülûhiyyet sıfatı bulunduğuna inanmak, onu tanrı yapmak olur. Hiçbir insana tanrı dememelidir. [Ülûhiyyet sıfatı, Allahü teâlâya mahsûs olan sıfatlar demekdir.] Yalnız Allahü teâlânın ma’bûd olduğuna inanmalıdır. Avâm böyle îmân ederken, ba’zı mahlûkları da, çok severler ve nefs-i emmâreleri, Allahü teâlâyı inkâr etmekde, Ona karşı gelmekdedir. Havâs ya’nî Ârifler de, böyle îmân etmekle berâber, ayrıca iki dereceleri de vardır: Birinci derecede, Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyi sevmezler. Kalbleri, Ondan başka hiçbirşeyi görmez ve bilmez. Ya’nî, zekî, uyanık olan kimse, bu fikre devâm edince ve çalgı, oyun gibi, nefse hoş gelen ve Allahü teâlâyı devâmlı düşünmeğe, ya’nî Ona teveccüh etmeğe mâni’ olan şeylerden uzaklaşınca ve Allahü teâlâ, ona ezelde inâyet, ihsân etmiş ise, ilmin te’sîri yavaş yavaş kalbini kaplar. Kalbi, Allahü teâlâyı, devâmlı yâd etmeğe başlar. Zâhirinin, ya’nî aklının ve his organlarının, dünyâ işleri ile meşgûl olması, kalbine te’sîr etmez. Zâhiri gâfil de olsa, hâzır da olsa, uyanık da olsa, uykuda da olsa, kalbi, hep Onu yâd eder. Yalnız iken de, herkesin yanında iken de, hep huzûr-ı ilâhîdedir. Beyt: Bedenim, aklım, pazardadır, Kalbim, hep Allahım iledir. Kalb, hep huzûr ile, cem’ıyyet ile olunca, mâ-sivâ ya’nî mahlûkların sevgisi, kalbden yavaş yavaş gider. Herşeyi unutmağa başlar.Öyle olur ki, istese ve uğraşsa da, hiçbirşeyi hâtırlıyamaz. Herkesin sevinmesi, herkesin üzülmesi ona te’sîr etmez. Bu hâle (Fenâyı kalb) denir ki, vilâyet mertebelerinin evvelidir. Bu mertebede bâtın, ya’nî kalb, devâmlı huzûrda ve mâ-sivâyı tam unutmuş ise de, nefs hâzır olup, herşeyi bilmekde ve Allahü teâlâya isyânı devâm etmekdedir. İkinci derecede, Havâsın nefsi, kendini ve herşeyi unutmağabaşlar. Arzûları ve kalbe emrleri azalır. Öyle olur ki, kendine ben[ene] diyemez olur. Bu zemân, Ârifin nâmı ve nişânı kalmaz. Huzûru, şimdi kendine olur. Bu sözümüz, Ârif, Hak olur. Allahü teâlâ ile birleşir demek değildir. Hallâc-ı Mensûrun[1] (Enel-Hak=Ben Rabbimle birleşdim) sözü, bu makâma vâsıl olmadan öncedir. Çünki, bu makâmda, nefs ene diyemez. (Sübhânî=Ben mahlûklardan değilim) sözü de böyledir. Bu hâle, (Fenâ-yı nefs) denir. Kalbin fenâsında, kalb aynasında, mâ-sivânın sûretleri, hayâlleri yok olur. Enfüsdeki [insandaki] ve âfâkdaki mevcûdların nakşları yok olur. (Tecellî-yi ef’âl) hâsıl olur. İkinci fenâda, (Tecellî-yi sıfât) hâsıl olarak, nefsin ilm-i hudûrîsi yok olup, Ârif kendini unutur. Seyr ve sülûk denilen yolculuğun sonu budur. Dostun firâkı, az sürse de az değildir, Gözde bir kılın bulunması, çok ağır gelir! [1] Hüseyn Mensûr 306 [m. 919] da Bağdâdda şehîd edildi. |