221 İKİYÜZYİRMİBİRİNCİ MEKTÛB Bu mektûb, seyyid Hüseyn-i Mankpûrîye yazılmışdır. Tesavvuf yolunun üstünlüğünü bildirmekdedir: Âlemlerin rabbi olan Allahü teâlâya hamd olsun! Peygamberlerin en üstününe ve temiz olan Âline ve Eshâbının hepsine salât ve selâm olsun! Kıymetli kardeşim seyyid mîr Hüseyn, bu garîbleri unutmamışsınız. Başka yollardan birçok bakımlardan ayrılmış olan bu yüksek yolun edeblerini gözetmeği elden bırakmamışsınız. Hâlbuki sizinle görüşmek, pek az nasîb olmuşdu. Bunları düşünerek, bu yüksek yolun birkaç üstünlüğünü ve ince bilgilerini ve yüksek ma’rifetlerini yazıyorum. Evet, bu ince bilgilerin ve yüksek ma’rifetlerin işitmekle anlaşılmıyacağını biliyorum. Fekat, bu ma’rifetleri, iki düşünce ile açıklıyorum: Biri, yazılan kimse, bu işlerden uzak ise de, yaradılışda isti’dâdı vardır. İkincisi, mektûb görünüşde belli bir kişiye yazılmış ise de, gerçekde, bu işe yakın olan herkese yazılmış demekdir. (Kılınç kullanan içindir) sözü meşhûrdur. Kardeşim! Bu yüksek yol, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkdan gelmekdedir “radıyallahü anh”. Kendisi, Peygamberlerden sonra “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” bütün insanların en üstünüdür. Bunun içindir ki, bu yolun büyükleri, kitâblarında, (Bizim bağlantımız, bütün bağlantılardan üstündür) buyurmuşlardır. Çünki, bu nisbet ya’nî bağlantı, huzûr ve âgâhîdir. Ya’nî, Allahü teâlâdan başka birşey düşünmemek demekdir. Bu nisbet ve huzûr da, hazret-i Ebû Bekrin nisbeti ve huzûrudur. Onun huzûru, bütün huzûrların üstünüdür. Bu yolda, nihâyet başlangıcda yerleşdirilmişdir. Hâce Behâüddîn-i Buhârî “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”, (Biz nihâyeti bidâyete yerleşdirdik) buyurdu. Fârisî mısra’ tercemesi: Gül bağçemi gör de, behârımı anla! Süâl: Başka yolların sonu, bunların başlangıcı olursa, bunların sonu ne olur? Her yolun sonu, Hak teâlâya kavuşmak olunca, bunlar Hakdan nereye ilerlerler? (Abâdândan ötede şehr yokdur) sözü meşhûrdur. Cevâb: Bu yolun sonu nasîb olursa, (Vasl-ı uryânî)dir. Buna kavuşan, ye’se düşer. Matlûba kavuşmakdan ümmîdsiz olur. Bunu iyi anlamalı. Çünki sözümüz, ancak işâretdir. Bunu, yükseklerden az kimse anlıyabilir. Hattâ, en yükseklerin seçilmişleri anlıyabilir. Bu büyük devlete kavuşmanın alâmetini, işâretini onun için bildirdim ki, bu yolun yolcularından (Vasl-ı uryânî)yi söyliyenler var. Matlûba kavuşmakdan me’yûs olanları da var. Fekat, bu iki sözün birlikde olduğu söylenirse, nerde ise, böyle şey olamaz diyecekler. Vasl-ı uryânî diyenlere göre, (Ye’s), kavuşamamakdır. Ye’se düşenler de, (Vasl) ayrılıkdır demekdedir. Böyle sözler, hep, o yüksek makâma varamamış olmak alâmetidir. Olsa olsa, kalblerine o yüksek makâmdan bir ışık gelmişdir. Birçoğu, bunu vasl, kavuşmak sanmış, birçoğu da, ye’se kapılmışdır. Böyle ayrı anlamalarının sebebi, isti’dâdlarının, yaradılışlarının başka olmasıdır. Birçoğunun yaradılışına uygun olan, vasldır. -269- Başkalarının yaradılışlarına da, ye’s uygundur. Bu fakîre göre, yaradılışlarına ye’s uygun olanlar dahâ iyidir. Bununla berâber, o makâmda kavuşmak ve kavuşmakdan ümmîdsiz olmak, birbirinden ayrı değildir. İkinci süâlin cevâbı da, buradan anlaşılmış oldu. Çünki, hiçbirşeye bağlı olmıyan vasl başkadır. Vasl-ı uryânî başkadır. Vasl-ı uryânî demek, bütün perdelerin kalkması ve bütün mâni’lerin yok olmasıdır. Perdelerin en büyüğü ve mâni’lerin en kuvvetlisi çeşidli tecellîler ve başka başka görünüşler olduğundan, bu tecellîlerin ve zuhûrların temâm olması, bitmeleri lâzımdır. Bu tecellîler ve zuhûrlar, isterse mahlûklarda görünsünler, isterse vücûb aynalarında görünsünler, perde olmakda ayrılıkları yokdur. Aralarında şeref ve rütbe bakımından ayrılık varsa da, bu sâlik bu farkı görmez. Süâl: Yukarıdaki yazıdan, tecellîlerin sonu olduğu anlaşılıyor. Hâlbuki tarîkat büyükleri, tecellîlerin sonsuz olduğunu bildirmişlerdir. Cevâb: Tecellîlerin sonsuz olması, ismlerde ve sıfatlarda, ayrı ayrı, birer birer seyr olunduğu zemândır. Böyle olan seyrde, Zât-i teâlâya kavuşulamaz. Vasl-ı uryânî olamaz. Zât-i teâlâya kavuşabilmek için, ismleri ve sıfatları kısaca ve topdan geçmek lâzımdır. Böyle olan seyrde, tecellîlerin sonu vardır. Süâl: Zât-i ilâhînin tecellîleri sonsuzdur demişlerdir. Molla Câmî hazretleri “kuddise sirruh” (Leme’ât) kitâbını açıklarken böyle buyurmuşdur. Böyle olunca, tecellîlerin sonu vardır demek nasıl doğru olur? Cevâb: Zât-i ilâhînin o tecellîleri, şü’ûn ve i’tibârlardan ayrılmış değildir. Bunlardan ayrı olan tecellîlerin olduğu düşünülemez. Bizim anlatmak istediğimiz şey, ister sıfatlı olsun, ister sıfatsız yalnız zâtî olsun, bütün tecellîlerin bulunmadığı birşeydir. Çünki o makâmda, herhangi bir tecellî sözünü söylemek câiz değildir. Çünki (Tecellî) demek, birşeyin, ikinci veyâ üçüncü veyâ... sonsuz olan mertebelerde görünmesi demekdir. Burada ise, hiçbir mertebe yokdur. Uzaklık, uzunluk diye birşey yokdur. Süâl: Bu tecellîlere niçin zâtî denilmişdir? Cevâb: Tecellîlerde başka ma’nâlar düşünülürse, tecellî-i sıfât denir. Başka olmıyan ma’nâlar düşünülürse, tecellî-i zât denir. Bunun için, te’ayyün-i evvel olan ve zâtdan başka olmıyan Vahdetin görünmesine, tecellî-i zât demişlerdir. Biz ise, Zât-i teâlâyı söylüyoruz. Bu makâmda, başka olsun, başka olmasın, hiçbir ma’nâyı düşünmek, hiç olamaz. Çünki bütün ma’nâlar, kısaca ve topdan geçilmiş, Zât-i teâlâ hazretlerine kavuşulmuşdur. Bu mertebede, kavuşmak sözü de, kavuşulan gibi anlaşılamıyan birşeydir. Akl ile, düşünce ile anlaşılan kavuşmanın burada yeri yokdur. O mukaddes hazrete bu ma’nâ yakışmaz. Çünki akla, düşünceye dayanan insan, aklın ermediği şeyleri anlıyamaz. Sultânın eşyâsını, ancak onun vâsıtaları taşıyabilir. Fârisî beyt tercemesi: Anlaşılamıyan bir bağlılık hep, Rabla insan arasında var elbet! Bu yolun büyüklerinden hiçbiri, kendi yolunun sonundan haber vermemişdir. Yolun başlangıcını bildirmişlerdir ki, yolun sonu, burada yerleşdi- -270- rilmişdir. Yollarının başında, sonu karışmış olunca, sonunun da, bu başlangıca uygun olması lâzım olur. Bu da, yalnız bu fakîrin bildirmekle şereflendiği bir sondur. Fârisî beyt tercemesi: Pâdişâh, koca-karı kapısına, gelirse, ey yeğit, sen buna şaşma! Bundan dolayı, Allahü teâlâya sonsuz hamd ve şükrler olsun! Kardeşim! Yâ bu yoldan veyâ başka yollardan, bu son mertebeye erişen pekazdır. Eğer sayıları bildirilirse, bize yakın olanlar belki dağılmağa başlarlar. Uzak olanların inanmamalarına hiç şaşılır mı? Bütün bu ilerlemeler ve en son kavuşmalar, Allahü teâlânın sevgilisinin “aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmât etemmühâ ve ekmelühâ” sadakası olarak ihsân olunmakdadır. Bu yüksek yola mahsûs olan şeylerden biri: 1-(SEFER DER VATAN)dır. Vatanda ilerlemekdir. (Seyr-i enfüsî) de denir. Seyr-i enfüsî bütün tarîkatlerde de var ise de, bu seyr, ya’nî ilerlemek, yolun sonunda olur. Seyr-i âfâkînin konaklarını geçdikden sonra, bu seyre başlarlar. Bu yolda ise, işe seyr-i enfüsî ile başlanır. Bu seyr ile, seyr-i âfâkî de, birlikde gidilir. İşte, bu seyrin başlangıçda yapılması, nihâyetin başlangıca yerleşdirilmesidir. Bu yola mahsûs olanlardan başka biri de: 2-(HALVET DER ENCÜMEN)dir. Başkaları arasında, yalnız imiş gibi olmak demekdir. Sefer der vatandan hâsıl olur. Sefer der vatan nasîb olunca, başkaları arasında düşüncenin dağılması da, vatan gibi olan yalnızlığa sefer eder, gider. Dışardaki zihn dağınıklığı, kalbe sızamaz. Bu yalnızlık, başka tarîkatlerde, sona varanlarda da hâsıl olur. Fekat, bu yolda başlangıcda hâsıl olduğundan, bu tarîka mahsûs sayılmışdır. Halvet der encümen demek, vatan gibi olan yalnızlığın kapılarını kapamak, pencerelerini örtmek demekdir. Ya’nî, herkesin arasında, hiçbirini düşünmemek, kimse ile konuşmamakdır. Yoksa gözleri yummak, kıpırdamamak değildir. Bu yolda, bunlar yokdur. Kardeşim! Kendini bunları yapmağa zorlamak, yolun başında ve ortasındadır. Sona varanların, bunlar için kendini zorlaması gerekmez. Herkesin arasında iken kalbini toparlamış, gaflet arasında iken, huzûrdadır. Bunu yanlış anlamamalı. Sona varanlar için, herkesin arasında olmakla, yalnız olmak birdir sanmamalıdır. Doğrusu şöyledir ki, kalbinin huzûrda olmasında yalnızlık ve galabalık birdir. Böyle olmakla berâber, zâhirini de, kalbi gibi yaparak, zâhirini de tefrikadan, galabalıkdan kurtarırsa, elbet, dahâ iyi olur. Allahü teâlâ, Müzzemmil sûresinin sekizinci âyetinde, sevgili Peygamberine “aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmât” meâlen, (Rabbinin esmâ-i hüsnâsını söyle ve insanlardan ayrıl, Onunla ol! Ondan başka hiçbir şeyi kalbinde bulundurma!) buyurdu. Çok zemân olur ki, insanların arasında bulunmak lâzım olur. Çünki, insanlara karşı olan haklar, vazîfeler vardır. Bunları yapmak lâzımdır. Bunları yapmak için, insan arasına karışmak iyi olur. Fekat, kalbin Allahdan başka şeyleri düşünmesi hiçbir zemân câiz değildir. Çünki kalb, yalnız Allahü teâlâ için yaratılmışdır. İnsanın kalbini ve zâhirini ikişer kısma ayırırsak, bu dört parçadan üçü, Allah içindir. Ya’nî kalbin iki kısmı da ve zâhirin bir -271- kısmı, Allah içindir. Zâhirin ikinci yarısı, insanların haklarını ödemek içindir. Bu hakları öderken de, Allahü teâlânın emrlerine uymak lâzım olduğundan, bu yarım da, Allahü teâlâ için olur. Her iş, Onun içindir. Öyle ise, Ona ibâdet etmelidir. Ona sığınmalıdır. İnsanların yapdıklarının hepsini Allahü teâlâ bilir. 3- Bu yolda, cezbe sülûkden öncedir. Seyre ya’nî yolculuğa, Âlem-i emrden başlanır. Âlem-i halkdan başlanmaz. Başka yolların çoğunda böyle değildir. Bu yolda, cezbe makâmlarında ilerlerken, sülûk konakları da, geçilmiş olur. Âlem-i emrde ilerlerken, Âlem-i halk da geçilmiş olur. Bu bakımdan da, bu yolun sonu, başlangıcında yerleşdirilmişdir denilirse yeri vardır. Bu yolda, ilk ilerlemeler, son ilerlemelerle birlikde olur. Yoksa, ilk seyri yapmak için, sondan tekrâr başa gelinmez. Sondaki seyr bitince, başdaki seyr yapılır sanmamalıdır. Bundan anlaşılıyor ki, bu yolun sonu, başka yolların başıdır sanmak yanlışdır. Süâl: Bu yolun büyükleri arasında, şöyle diyenler vardır: (İsmlerde ve sıfatlarda seyrimiz, nisbetimiz temâm oldukdan sonra başlıyor). Bundan anlaşılıyor ki, bu yolun sonu, başka yolların başı olmakdadır. Çünki, ismlerde ve sıfatlarda seyrleri, tecelliyât-i zâtiyyeden önce olmakdadır. Cevâb: Bunların ismlerde ve sıfatlarda seyrleri, tecelliyât-i zâtiyyede seyrden sonra değildir. Bu seyr ile birlikde, o seyr de yapılmakdadır. Böyle olmakla berâber, ismlerde ve sıfatlarda seyr, ba’zı sebeblerden dolayı belli olmakda, Tecelliyât-i zâtîde seyr, gizli kalmakdadır. Bundan dolayı bu seyr biterek, ismlerde ve sıfatlarda seyr başladı sanılmakdadır. Böyle sanmak doğru değildir. Evet, vilâyet mertebelerinde seyr temâm oldukdan sonra, insanları Hak teâlâya çağırmak için, âleme geri inmek başlar. Bu dönüşü, onların sonu bilerek, kendi başlangıcları olarak düşünebilirler. Fekat, onun üstâdları da, sonunda, böyle geri dönmekdedirler. Bundan başka, başlangıç ve son demek, vilâyetin başlangıcı ve sonu demekdir. Bu geri dönüş ise, vilâyet seyri değildir. Da’vet ve teblîg mertebesindendir. Bu yol, yolların en kısasıdır. Elbette kavuşdurucudur. Hâce Behâeddîn-i Buhârî “kuddise sirruh” hazretleri buyurdu ki, (Yolumuz, yolların en kısasıdır). Yine buyurdu ki, (Allahü teâlâdan, elbette kavuşduran bir yol istedim). Bu düâsı, kabûl buyuruldu. Böyle olduğunu, hâce Ubeydüllah-i Ahrâr “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” hazretlerinin haber verdiği, (Reşehât) kitâbında yazılıdır. Nasıl kısa olmasın ve neden elbette kavuşdurmasın? Çünki yolun sonu, başında yerleşdirilmişdir. Bu yola girip de, doğru ilerlemeyip, birşey kazanamayana yazıklar olsun! Fârisî mısra’ tercemesi: Bir kimse kör ise, güneşin suçu ne? Evet, bir kimse, noksân olan birinin eline düşerse, tarîkın günâhı nedir ve o zevallı kimsenin suçu var mıdır? Çünki sözün doğrusu, bu yolun yol göstereni “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” kavuşdurucudur. Yoksa kavuşduran, yol değildir. 4- Bu yolda, başlangıcda, zevk ve buluşlar vardır. Sonunda tatsızlık, kavuşamamak vardır. Ye’s, böyle olur. Başka yollarda, başlarken tatsız ve başarısızdır. Sonunda tatlı ve kazançlı olurlar. Bunun gibi, bu yolun başında, -272- kurb, yakınlık ve şühûd vardır. Sonu ise, uzaklık ve mahrûmlukdur. Başka tarîklerde ise tersinedir. Yolların başkalığını buradan ölçmelidir ve bu yüksek yolun büyüklüğünü anlamalıdır! Çünki kurb ve şühûd ve tatlılık ve kazanç, uzaklığı ve ayrılığı gösterir. Uzaklık, başarısızlık, tatsızlık ve kavuşamamak ise, yakınlığın çokluğunu bildirir. Anlıyan anlar. Bu gizli bilgi, şu kadar açılabilir ki, hiç kimseye kendinden dahâ yakın birşey yokdur. Kendisine karşı, kurb, şühûd, lezzet, birşey bulmak gibi kazançları yokdur. Bunları başkasına karşı kendinde bulur. Aklı olana, bu kadar işâret yetişir. 5- Bu yolun büyükleri, ahvâli ve mevâcîdi, ahkâm-ı islâmiyyeye uydurmuşlardır. Zevkleri, ma’rifetleri, din bilgilerinin hizmetçileri yapmışlardır. İslâmiyyetin nefîs cevherlerini, çocuklar gibi, vecd ve hâl, ceviz ve cam parçaları ile bir tutmazlar. Tesavvufcuların, aslı olmıyan sözlerine aldanmazlar. İslâmiyyete uymıyan ve sünnet-i seniyyeye sarılmıyan kimselerde hâsıl olan, âdet dışı hâlleri beğenmezler ve istemezler. Bunun için şarkı, çalgı ve raks, dans için izn vermezler. Yüksek sesle zikr etmeğe bile cevâz vermezler. Hâlleri, kazançları devâmlıdır. Vaktleri değişmez. Başkalarına şimşek gibi çakıp geçen, Zât-i ilâhînin tecellîleri, bunlara her ândır. Çabuk yok olan huzûra hiç kıymet vermezler. Onların makâmları, kazançları, huzûrların, tecellîlerin çok üstündedir. Buna yukarıda işâret etmişdik. Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr “kuddise sirruh” hazretleri buyurdu ki, (Bu silsile-i aliyyenin büyükleri “kaddesallahü teâlâ esrârehüm” gösteriş yapanlara, hoplayıp zıplayanlara benzemezler. Onların kazançları büyükdür). 6- Bu yolda, yol göstermek, bilmek ve öğretmekle olur. Külâh vermekle ve babadan oğula kalmakla olmaz. Başka tarîklerde böyle olmakdadır. Hattâ son zemânlarda pîrlik ve mürîdlik yalnız külâh giydirmekle ve babadan kalmakla olur diyorlar. Bunun içindir ki, birden ziyâde üstâd olmaz diyorlar ve yolu öğretene mürşid diyorlar. Onu pîr, ya’nî şeyh bilmiyorlar. Pîre lâzım olan edebi, saygıyı ona göstermiyorlar. Böyle yapmaları, çok câhil oldukları ve yetişmemiş oldukları içindir. Bilmiyorlar ki, onların büyükleri, yolu öğretene de, sohbetle yetişdirene de üstâd demişlerdir ve birden çok üstâd olabilir demişlerdir. Hattâ, kendi üstâdı hayâtda iken de, başka yerden dahâ çok istifâde edeceğini anlıyan bir kimse, ikinci bir üstâda gidebilir. Fekat, birincisini kötülememek şartdır. Behâüddîn-i Buhârî “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”, bunun câiz olduğunu göstermek için, Buhâra âlimlerinden, doğru fetvâ almışdır. Evet, birinden irâdet hırkası almış ise, başkasından irâdet hırkası almaz. İkincisinden, bereketlenmek için hırka alabilir. Fekat buradan, ikincisine hiç gidemiyeceği anlaşılmaz. Birinci hırka-i irâdet alması ya’nî yoluna girmesi, başkasından öğrenmesi, üçüncüsünün de sohbetinde yetişmesi câiz olur. Bu ni’metin üçüne de bir yerde kavuşursa büyük kazanç olur. Öğrenmesi ve sohbetde yetişmesi, birçok yerden olması da câizdir. Pîr, ya’nî şeyh ne demekdir? Pîr, isteyene, Allahü teâlânın yolunu gösterendir. Bu iş, öğretmekle başlar. Tarîkati öğreten, hem de islâmiyyeti öğreten bir üstâddır. Hırka veren, böyle değildir. Bunun için, öğreticiye karşı çok edebli olmak lâzımdır. Üstâd ismi, bunun hakkıdır. 7- Bu yolda, riyâzet çekmek ve nefs-i emmâre ile cihâd etmek, ah- -273- kâm-ı islâmiyyeye uymakla ve sünnet-i seniyyeye yapışmakla olur. Çünki, Peygamberlerin gönderilmesi ve kitâbların indirilmesi, hep nefs-i emmârenin isteklerini yok etmek içindir. Çünki, nefs-i emmâre, Allahü teâlâya düşmanlık etmekdedir. Nefsin isteklerini yok etmek, ancak islâmiyyete uymakla olur. Bir kimse islâmiyyete ne kadar çok uyarsa, nefsin arzûları o kadar azalır. Bunun içindir ki, nefse en zor gelen şey, en ağır gelen yük, islâmiyyetin emrlerine ve yasaklarına uymakdır. Nefsi ezmek için, islâmiyyete uymakdan başka yol yokdur. Sünnet-i seniyyeye uymadan çekilen riyâzetlerin ve yapılan mücâhedelerin hiç kıymeti yokdur. Hindistândaki Cûkiyye ve Berehmen denilen din adamları ve eski Yunan felesofları böyle idiler. Çekdikleri riyâzetler, sapıtmalarını artdırdı ve onları zarara sokdu. 8- Bu yolda ilerlemek, üstâdın tesarrufu, kuvveti ile olur. O sevk ve idâre etmedikçe, hiç ilerliyemez. Çünki nihâyetin, başlangıcda yerleşdirilmesi, onun şerefli teveccühü, merhameti ile olur. Anlaşılamıyan, bilinmiyen hâllere, hep onun üstün, başarılı idâresi ile kavuşulur. Gizli yol dedikleri, kendinden geçme hâli, tâlibin elinde olmıyan birşeydir. Zemânsız, cihetsiz olan teveccüh tâlibin anlıyabileceği şey değildir. Fârisî beyt tercemesi: Öyle usta sürücüdür ki Nakşibendiyye; yolcuları götürür gizli yoldan evlerine. 9- Bu büyükler “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, birisini, bu yola sokmağa ve tâlibe az zemânda huzûr ve âgâhlık kazandırmağa güçlü oldukları gibi, bunları geri almağa da, çok güçlüdürler. Kalblerinin bir incinmesi, sâlikin bütün kazançlarını sıfıra indirir. Evet, vermesini bilen, geri almasını da bilir. Allahü teâlâyı gücendirmekden ve Onun Evliyâsını gücendirmekden, Allahü teâlâya sığınırız. 10- Bu yüksek yolda, fâide vermenin ve istifâde etmenin çoğu, sessizce olur. (Bizim susmamızdan fâidelenmiyen, sözümüzden de birşey edinemez!) buyurmuşlardır. Kendilerini susmağa zorlamazlar. Belki bu sessizlik, bu yolda, kendiliğinden olmakdadır. Çünki dahâ başlangıcda, bu büyükler “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” Zât-i ilâhiyyeyi özlemekdedirler. İsmleri, sıfatları bırakıp, Zâtı isterler. Böyle olanların, elbette sesi çıkmaz. (Allahü teâlâyı tanıyanın, dili tutulur) sözü de, bunu göstermekdedir. Allahü teâlâya hamd ederek ve sevgili Peygamberine “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” salât ve selâm söyliyerek, bu yazımı temâmlıyorum: Elhamdü lillahi rabbilâlemîn vessalâtü vesselâmü alâ seyyidilmürselîn ve âlihittâhirîn ve aleyhim ecma’în. Vesselâm. |