Geri

   

 

 

İleri

 

5- DERS VERMEYİ TERK ETDİKDEN SONRA,

TEKRAR DERS VERMEĞE BAŞLAMAMIN SEBEBİ

On seneye yakın uzlet ve halvet hâlinde, yani insanlardan uzak, yalnız yaşadım. Bu zaman içinde sayamıyacağım birçok sebeplerden dolayı, ba'zan zevkle, tadarak, ba'zen aklî delîl ile, ba'zan da îmânımla anladım ki, insan, beden ve kalbden yaratılmışdır. Kalbden maksadım, ölülerde ve hayvanlarda da bulunan yürek değil. Allahü teâlâyı tanımaya mahsûs rûhun hakîkatidir. Bedenin bir sıhhat hâli vardır ki, se'âdeti ona bağlıdır. Bir de hastalık hâli vardır ki, helâk olmasına sebeptir.

Kalbin de sıhhat ve hastalık hâli vardır. İnsanlar için, [Şu'âra sûresi, 89.cu âyetinde meâlen], (Ancak selîm ve pâk bir kalb ile Allah'ın huzûruna varanlar kurtulur) buyurulmuşdur. Kalbin hastalığı da vardır ki, insanın dünyada ve âhıretde ebedî helâkine sebep olur. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde [Bekara sûresi, 10.cu âyetinde] meâlen, (Kalblerinde hastalık vardır) buyurdu. Allahü teâlâyı tanımamak öldürücü zehrdir. Nefsin arzûlarına uyarak, Allahü teâlânın emrlerini yapmamak, kalbi öldüren bir hastalıkdır. Allahü teâlâya itâ'at ise, kalbi diriltir. Nefsin arzûlarına muhâlefet ederek tâ'atde bulunmak, kalbin hastalığına şifâ veren ilâcdır. Beden hastalığını gidermek, ilâclarla tedâvîye bağlı olduğu gibi, kalb hastalığının tedâvîsi de bir takım ilâclarla mümkindir. Bedenin tedâvîsi için kullanılan ilâcların tesirleri, akl ile kavranamayan özelliklerdendir. Nübüvvete

- 32-

mahsûs özelliklerle varlıkların özelliklerini anlayan ve Peygamberlerden gelen bilgilere sâhib olan tabîbleri taklîd etmek lâzım olur. Bunun gibi, bana zarûrî bir ilm olarak ma'lûm oldu ki, Peygamberler tarafından mikdârları belli edilen ibâdet ilâclarının da tesirleri, akl ile idrâk olunamaz. Bunları akl ile anlamaya uğraşmamalıdır. Nübüvvet nûru ile idrâk eden Peygamberleri taklîd etmek, emrlerine uymak lâzımdır. İlâclar, çeşidleri ve mikdârları başka başka olan, çeşidli maddelerden yapılır. Bir kısm maddeler, diğerlerinin iki katı olur. Bu sebebsiz değildir. Özelliklerine göre, böyle olması îcâb eder. Kalb hastalıklarının ilâcı olan ibâdetler de, böyle mikdârı ve çeşidi değişik olan hareketlerden ibâretdir. Secde, rükü'nun iki katıdır. Sabâh nemâzı, ikindi nemâzının yarısı kadardır. Böyle olmasında ilâhî bir sır vardır. Bu sır, ancak nübüvvet nûruyla anlaşılabilen bir özellik cinsindendir. İbâdetlerin bu durumları için, akl yoluyla hikmet ve sebep arayanlar veyâ bu özelliklerin ilâhî bir sırra dayanmadığını, tesâdüfen bir şey olduğunu zan edenler, ahmaklıklarını ve câhilliklerini ortaya koymuşlardır. İlâclarda onları meydana getiren bir takım temel maddeler vardır. Bunlar, temel unsûrlar sayılır. Bir de ilâcları hâzırlarken, bazı husûslar göz önünde tutulur. Bunlar da ilâcların temel maddelerinin tesirini göstermesi için, yardımcı maddelerdir. Bunların da herbirinin ayrı biryeri vardır. Bunun gibi, sünnetler ve nâfileler asl rüknleri (farzları) tamamlayıcıdır.

Hülâsa, Peygamberler, kalb hastalıklarının tabîbleridir. Aklın fâidesi ve işi, bize Peygamberleri tasdîk ve şehâdet etdirmekdir. Nübüvvet nûruyla idrâk edilen sırları anlamakdan âciz olduğumuzu i'tirâf etdirmekdir. Bizi elimizden tutup, körleri rehberlerine, şaşırıp kalmış olan hastaları şefkatli tabîbe teslîm eder gibi, nübüvvete teslîm etmesidir. İşte aklın yapacağı iş, bu kadardır. Bundan ötesine geçemez, karışamaz. Ancak tabîbin kendisine söylediğini bize haber verir. Bu mes'eleler; halk arasından uzaklaşıp, yalnız yaşadığım müddet içinde âdetâ gözle görür gibi kesin ve zarûrî bir tarzda anladığım mes'elelerdir.

Diğer tarafdan, nübüvvetin var olup olmadığı ve mâhiyeti husûsunda, Peygamberlerin bildirdiği hükmlerle amel etmekde, insanların i'tikâdının za'îflediğini gördüm. Bu durumun, halk arasında yaygın hâlde olduğuna şâhid oldum. Halkdaki gevşekliğin ve îmân za'îfliğinin sebeplerini araşdırdım ve buldum.

Bunlar dört sebeptir:

Birincisi: Felsefe bilgileri ile meşgûl olanlardan kaynaklanan sebeptir.

İkincisi: Tesavvuf yoluna mensûb olanlara dayanan sebeptir.

Üçüncüsü: Ta'lîm iddiasına (İsmâ'îliyyeye) mensûb olanlara dayanan sebeptir.

Dördüncüsü: Halk arasında âlim diye tanınmış kimselere dayanan sebeptir.

- 33-

Bir müddet de halkın durumunu araşdırdım. Dînin emrlerini yerine getirmekde kusur edenlere, bunun sebeplerini sordum. Niçin şüphe etdiklerini, i'tikâdlarını ve kalblerindeki düşüncelerini araşdırdım.

Böyle kimselere: Niçin dînin emrlerini yapmıyorsun? Eğer âhırete inanıyorsan ve hâzırlanmıyorsan, onu dünya karşılığında satıyorsan, bu hâl ahmaklıkdır. Çünki sen, ikiyi bire karşılık değişmezsin. Nasıl oluyor da, ebedî âhıret hayatını, bu geçici dünyaya karşılık değişiyorsun. Eğer âhırete inanmıyorsan, îmânın yok demekdir. Îmâna kavuşmak için derhâl tedbîr al, nefsine hâkim ol. İçinde saklı olan küfrün sebebini araşdır. Gerçi sen kalbinde saklı olan küfrü açıkca söylemiyorsun. Sadece, kendini îmân sahibi ve dîne bağlı gibi göstermekle, küfrünü açığa vurmamak fâidesizdir, diyordum.

Bazısı buna şöyle cevap veriyordu: Dînin emrlerini yerine getirmek husûsunda âlimlerin bizden daha çok dikkat etmeleri lâzımdır. Fazîletli diye şöhret bulanlardan falan kimse, nemâz kılmıyor. Falan kimse, şerâb içiyor. Falan, vakf ve yetîm malı yiyor. Falanca da harâmlardan sakınmıyor. Bir diğeri de rüşvet alıyor ve sâire.

Diğer bir şahs da şöyle dedi: Bazı kimseler, tesavvuf ilmine ve hâllerine vâkıf olduğunu söyleyerek, tesavvufdan dem vuruyor. İbâdet etmeye hâcet bırakmayan bir makâma yükseldiğini söylüyor!

Üçüncü bir kimse ise, herşeyi mubâh ve halâl gören bir mezhebin, yani ibâhâ ehlinin yoluna sapmışdır. Onların şüphelerinden bir şüpheye saplanmış, dînin emrlerini yerine getirmiyor. Bunlar, tesavvuf yolundan uzak sapık kimselerdir.

Dördüncü bir kimse de, ta'lîmiyye ehliyle karşılaşmış, diyor ki: Hakkı bulmak güçdür. Ona varan yol kapalıdır. Bu konuda çok ihtilâf vardır. Mezheblerden biri diğerinden daha doğru gözükmüyor. Aklî delîller ise, birbirini çürütüyor. Bu delîlleri ortaya atanların görüşlerine güvenilmez. Ta'lîmiyye mezhebine da'vet edenler de, delîllerinde zorlayıcı olup, ellerinde delîl olmadan hükm veriyorlar. Bu durumda niçin şüpheli olan şeyleri yapmakla meşgûl olayım.

Beşinci kimse de diyordu ki: Ben dînin emrlerini başkasını taklîd ederek niçin yapayım. Ben aydın insanım. Felsefe ilmini okudum ve Peygamberliğin hakîkatini idrâk etdim. Onun hakîkati, hikmetlere ve maslahata, fâidelere dayanıyor. İbâdetlerden maksad, halkın câhil kısmını zabtetmek, onları, birbirini öldürmekden, çekişmekden ve nefsânî arzûlardan alıkoymakdır. Ben câhil halkdan biri değilim ki, dînin emrleri altına gireyim. Ben hikmet sahibiyim ve hikmete uyarım. Hakîkati hikmetle görürüm. Bu husûsda taklîde, Peygamberetâbi' olmağa ihtiyâcım yokdur. İşte, ilâhiyyûn felsefecilerinin kitaplarını okuyanlar veyâ İbni Sînâ ve Fârâbînin kitaplarından bunları öğrenen kimselerin inancları böyledir. Böyle kimseler, islâmiyyeti kendilerine süs vâsıtası yaparlar. Onları çoğu kerre Kur'ân-ı kerîm okurken,

- 34-

cemâ'ate gidip, nemâz kılarken ve sözde dîni çok medh etdiklerini görürsün. Fekat, şerâb içerler ve dînin harâm dediği şeyleri yapmakdan sakınmazlar. Bunlardan birine, Peygamberliğe inanmıyorsan, niçin nemâz kılıyorsun diye söylenilse, bedenimin idmanı için der ve bu halkın bir âdetidir. Halkın yapdığı gibi yapıyor gözükmek, malımı, çoluk çocuğumu korumaya vesîle oluyor diye cevap verir.

Bunlardan bir kısmına da, din gerçek, nübüvvet hakdır, denip, o hâlde niçin içki içiyorsun diye sorulunca, şu cevâbı verir. İçki, insanlar arasında kin ve düşmanlığa sebep olduğu için yasaklanmışdır. Ben ilmim ve hikmetimle, aydın olmam sâyesinde bu tehlîkelerden korunurum. İçki içmekden maksadım, zekâmı keskinleşdirmekdir, cevâbını verir.

İbni Sînâ, yazdığı ahdnâmede, Allahü teâlâya ahdlerde bulunmuş, dînin emrlerini yerine getireceğini, ibâdetlerde kusur etmeyeceğini, şerâbı zevk için değil, tedâvî için içeceğini söylemişdir. İşte felsefecilerden îmân sahibi olduğunu iddia edenin îmânı bu kadardır. Bir kısm insanlar, bu felsefecilere aldanmışdır. Felsefecilere i'tirâz edenlerin i'tirâzlarının za'îfliği, yani bu i'tirâzı yaparken farkında olmadan hendese, mantık ve benzeri gibi kendilerine lâzım olan ilmleri de red etmeleri, i'tirâzlarını zaifletmişdir. Bu durum ise, halkın felsefecilere aldanmasını artdırmışdır. Bu husûsa daha önce işâret etmişdik.

Bu gibi sebeplerle halkın îmânının bu derece za'îflediğini görünce, bu şüpheleri ortadan kaldırmak için, kendimi hâzırlanmış bir hâlde buldum. Bu adamları rezîl etmek, benim için bir yudum su içmekden daha kolay oldu. Çünki, felsefecilerin, ta'lîmiyyenin, âlim geçinenlerin ve tesavvuf ehlinin ilmlerini tam manasıyla öğrenmişdim. Kalbime doğdu ki, böyle bir zamanda bunu yapmak, benim için kaçınılmaz, ihmâle gelmez zarûrî bir işdir. Kendi kendime; yalnız yaşamak, halk arasına karışmamak ne işeyarar? Hâlbuki hastalık, salgın hâlini almış, bunu tedâvî edecek tabîbler de hastalanmış, halk sapıklıkdan helâk olmak üzeredir diyordum.

Yine bu belâyı gidermek, bu karanlığı ortadan kaldırmak için, başka ne zaman imkân bulabilirsin? Zaman, fetret zamanı, devr, bâtıl devridir. Halkı sapdığı bâtıl yoldan doğru yola çağırsan, bu devrdeki insanların hepsi sana düşman kesilir. Onlara nasıl karşı koyabilirsin ve onlarla nasıl baş edebilirsin? Bu ancak dînine bağlı ve güçlü bir hükmdârın yardımı ile olabilir diyordum. Bir ara hakkı delîl ile açıklamakdan âciz olduğumu rûhsat kabul ederek, uzlete, insanlardan uzak kalmağa devâm etmeğe karâr verdim. Allahü teâlâ takdîriyle, zamanın sultânının kalbinde bir arzû uyandırdı. Onun bu arzûsunda dışardan başka bir tesir yokdu. Halkın içine düşdüğü bu fetret devrini kaldırmam için, Nişâbura gitmememi kesin bir emrle bildirdi. Emr o derece kesin idi ki, muhâlefetde ısrâr etseydim, sultânın kalbini kırmış olurdum. Bu hizmeti yapmakdan kendimi ma'zûr görmemin za'îf bir sebebe dayandığının farkına vardım. Tenbellik, istirâhat, nefsi azîz tutmak, halkdan gelecek olan sıkıntılardan korunmak gibi

- 35-

sebeplerle, halkdan uzakyaşamak lâyık değildi. İnsanların cefâsının güçlüğü, nefse rûhsat vesîlesi olamazdı. Allahü teâlâ, [Kur'ân-ı kerîmde, Ankebût sûresinin, bir, iki ve üçüncü âyet-i kerîmelerinde] meâlen, (Elîf, lâm, mîm. İnsanlar, imtihândan geçirilmeden, sadece, îmân etdik, demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Biz onlardan öncekileri de imtihândan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacakdır) buyurdu.

Allahü teâlâ yine Resûlüne "sallallahü aleyhi ve sellem" [Kur'ân-ı kerîmde, En'am sûresi otuzdördüncü âyetinde] meâlen, (Muhakkak ki, senden önceki Peygamberleri de yalanladılar. Onlar yalanlamalara karşı sabretdiler ve yardımımız, kendilerine yetişinceye kadar sıkıntılara katlandılar. Allah'ın hükmlerini hiçbir güç değişdiremez. Muhakkak ki, Peygamberlerin haberlerinden bazısı sana geldi) buyurdu.

Allahü teâlâ yine [Kur'ân-ı kerîmde, Yasîn sûresinin ilk onbir âyet-i kerîmesinde] meâlen, (Yasîn. Hikmetlerle dolu Kur'âna yemîn ederim ki, sen Peygamberlerdensin. Dosdoğru yoldasın. Kur'ân, Azîz ve Rahîm olan Allah tarafından indirilmişdir. Onunla ataları uyarılmış azgın bir kavmi uyarasın diye gönderildin. Onlardan çoğu, azâbımıza müstehak oldu. Onlar îmân etmezler. Biz onların boyunlarına çene kemiklerine dayanacak şeklde birer demir halka geçirdik. Başları kalkık duruyor, aşağı bakamıyorlar. Önlerinde bir set, arkalarında bir set yaratdık. Onları her tarafdan çevirdik. Önlerini, arkalarını göremiyorlar. Onları uyarsan da, uyarmasan da birdir. Îmân etmezler. Sen ancak, Kur'âna uyan ve görmediği hâlde Allahdan korkan kimseleri uyarabilirsin. Onları ma'rifet ve Cennetle müjdele) buyurdu.

Halkın arasına dönme husûsunda kalb gözü açık ve müşâhede erbâbından, yani tesavvuf ehli büyüklerden birçok kimse ile istişârede bulundum. Hepsi artık uzleti terk edip, insanların arasına dönmek îcâb etdiğini sözbirliği ile söylediler. Tesavvuf ehlinden bazı sâlih kimseler tarafından görülen ve dilden dile dolaşan rüyalar da insanların arasına dönmemi, halkı şaşkına çeviren sapıklıklara cevap vermek için harekete geçmemi işâret ediyor ve kuvvetlendiriyordu. Bu rüyalar, Allahü teâlânın bu asrın yani hicrî beşinci asrın başında, takdîr buyurduğu bir hayrın doğru i'tikâda, yani Ehl-i sünnete dönmenin başlangıcı olduğunu gösteriyordu. Allahü teâlâ, her asrın başında dîni yeniden dirilteceğini va'd buyurdu. Bütün bu şehâdetlerden dolayı kalbimde ümîdim kuvvetlendi. Hüsn-i zannım gâlib geldi.

Hicrî dörtyüzdoksandokuz (499) senesi Zilkâde ayında bu mühim vazîfeyi, yani tecdîd işini yerine getirmek için Nişâbûra hareket etmem nasîb oldu. Bağdâddan ayrılışım dörtyüzseksensekiz senesinin Zilkâde ayında idi. Demek ki, insanlardan ayrı, uzlet hâlinde yaşamam, onbir seneyi doldurmuşdu. Nişâbûra gitmek üzere yola çıkmam Allahü teâlânın takdîr buyurduğu bir hareket idi. Bu, Allahü teâlânın öyle hikmetler dolu takdîrlerindendir ki,

- 36-

insanlardan uzak yaşadığım esnâda kalbimden hiç geçmemiş idi. Nitekim Bağdâddan ayrılmak ve içinde bulunduğum makâmı, mevki'i, malı, mülkü ve evlâdlarımı terk etmek de aslâ hatırımdan geçmemişdi. Kalbleri ve hâlleri değişdiren Allahü teâlâdır. Bir hadîs-i şerîfde: (Mü'minin kalbi, Rahmânın kudret elinin iki parmağı arasındadır) buyuruldu.

İyi biliyorum ki, ilmi yaymaya, talebelere ders vermeye döndüm. Fekat bu dönüş, göründüğü gibi değil, başka, çok başka bir dönüşdür. Eski hâlime dönmedim. Çünki dönmek eski hâle girmekdir. Ben eskiden insana mevki' kazandıran ilmi yayıyordum. Sözlerimle ve hâllerimle o ilme da'vet ediyordum. Şimdi ise, insana makâm ve mevki'i terk etdiren, rütbeden uzaklaşmayı öğreten ilme da'vet ediyorum. Niyyetim ve arzûm budur. Bu hâlimi Allahü teâlâ biliyor. Ben kendi nefsimi ve başkalarını ıslâh etmek istiyorum. Murâdıma erecek miyim, yoksa mahrûm mu kalacağım, bilemiyorum. Fekat, kesin ve görmüş gibi inanıyorum ki, bir hâlin değişmesi, bir işi yapmak kuvveti, ancak Allahü teâlânın yardımı ile ve muvaffak etmesiyledir. Yine inanıyorum ki, ben birşey yapmadım. Allahü teâlâ bana bu işi yapmayı ihsân etdi. Allahü teâlâdan dileğim, önce beni, sonra da benim vâsıtamla başkalarını ıslâh eylesin. Hak olan şeyin hak olduğunu göstersin ve ona uymayı nasîb eylesin. Bâtıl olan şeyin de bâtıl olduğunu göstersin ve ondan sakınmayı nasîb eylesin!

Şimdi, yukarıda bahsetdiğimiz, îmânın zaiflemesine sebep olan şeyleri anlatacağım. Se'âdete kavuşduran ve helâke sebep olan hâllerden kurtaran yolu göstereceğim. Ehl-i ta'lîmden (Şî'ânın bir kolu olan İsmâ'îlîlerden) işitdikleri sözler sebebiyle ne yapacaklarını şaşıranların çâresini (el-Kıstas-ül-müstakîm) adındaki kitâbımızda anlatdık. Burada tekrar ederek sözü uzatmaya lüzûm yokdur.

İbâhâ ehlinin, yani herşeyi mubâh ve serbest görenlerin ortaya atdığı yanlış düşünceleri ve onların şüphelerini yedi kısma ayırdık ve onları da (Kimyâ-i se'âdet) kitâbımızda açıkladık.

Felsefe yolunu benimseyip, i'tikâdlarını bozanlar ve Peygamberliği inkâr edenler için, nübüvvetin hakîkatini ve varlığının zarûrî olduğunu izâh etdik. İlâcların, yıldızların ve bunlar gibi şeylerin özelliklerini bildiren ilmlerin varlığı dolayısıyla, Peygamberliğin hak olduğuna delîl getirmemizin sebebi, bu ilm dallarının felsefecilerin bahsetdiği ilmlerden olmasıdır. Biz, astronomi, tıp, tabî'at, sihr, tılsım gibi ilm dallarında âlim olana nübüvvet hakkında delîl gösterirken, herkesin kendi ilmini alâkadar eden delîller gösteririz. Fekat, nübüvveti dili ile kabul etdim deyip, dînin bildirdiği mes'eleleri hikmetle izâha çalışan kimse, muhakkak ki nübüvvete inanmayan bir kâfirdir. O sadece başkalarının kendisini ta'kîb etdiği bir hâkime inanmışdır. Bu durumun nübüvvete inanmakla hiçbir alâkası yokdur. Nübüvvete inanmak, aklın ötesinde bir âlemin varlığını kabul etmekdir ki, orada aklın idrâk edemeyeceği bazı şeyleri idrâk eden bir göz açılır.

- 37-

Kulak, renkleri, göz, sesleri idrâk edemediği gibi, bütün duyu organları da, aklın kavradığı şeyleri idrâk edemez. Akl da, kendi ötesinde manevî gözün (kalb gözünün) idrâk etdiği şeyleri anlıyamaz. Felsefeciler böyle bir şeyi kabul etmiyorsa da, biz bunun mümkin olduğunu ve var olduğunu yukarıda kesin delîller ile açıkladık. Eğer bunu kabul ederse, o zaman akl tarafından anlama ihtimâli bulunmayan ve yalanlanan, imkânsız olduğuna hükmedilen birtakım husûsî hakîkatlerin bulunduğunu isbât etmiş olur.

Meselâ bir dank, yani yarım gram afyon, öldürücü bir zehrdir. Çünki aşırı derecede soğutucu özelliği olduğundan, damarda kanı dondurur. Tabî'at ilmine sâhib olduğunu iddia eden birisi, birleşik cismler, soğukluğu, su ve toprak unsûruyla kazanır zan eder. Çünki dört unsûrdan soğuk olanı, su ve toprakdır. Ama şu bir gerçekdir ki, yüzlerce litre toprak ve su bir araya gelse insan vücûdunu soğutmada yarım gram afyonun soğutduğu derecede soğutmaz. Bu husûsda tecribesi bulunmayan bir tabî'atcıya bahsedilse, imkânsız olduğunu söyler. Delîl olarak da afyon bitkisinde havâ ve ateş unsûrlarının da bulunduğunu, bu unsûrların onun soğutucu özelliğini artdırmayacağını söyler. Eğer afyonun sadece su ve toprakdan meydana geldiğini kabul etsek, bu derece aşırı soğukluk ortaya çıkmaz. Hâlbuki hava ve ateş gibi iki sıcak unsûrun eklenmesiyle, kesinlikle bu kadar soğukluk olmaması îcâb eder der. Bu aklî bir delîldir.

Felsefecilerin tabî'at ve ilâhiyât konularında kesin delîl olarak kabul etdikleri şeylerin çoğu bu türdendir. Çünki onlar, varlıkları gördükleri ve anladıklarına göre değerlendirirler. Gördüklerine ve anladıklarına uymayan hâdiselerin imkânsız olduğuna hükmederler. Sâdık rüyalar herkesce kabul edilmemiş olsaydı, bir kimse çıkıp, duyu organlarım sâkinleşdiği, durgun olduğu zaman (uykuda, rüyada) gaybdan haberdâr olurum, diye söylese, hakîkatleri akllarıyla ölçmeye alışmış olanlar, o kimsenin sözlerini inkâr ederlerdi.

Felsefecilerden birine şöyle söylenilse: Küçük bir dâne bir şehre atılınca, şehrin tamamını yok etsin. Sonra da kendi kendini yok etsin. Böyle bir şey mümkin mi? Felsefeci, böyle bir şey imkânsızdır, bu gibi şeyler hurâfedir, der. Hâlbuki söylediğimiz şey ateşin durumudur. Ateş, hem başka şeyleri, hem de kendini yakar yok eder. Ateşi görmeyen kimse, bunu inkâr eder. Âhırete âit şeylerin çoğu, buna benzer.

O tabî'atcıya deriz ki, afyonda soğutma bakımından öyle bir özellik vardır ki, o özellik tabî'at ilmiyle ölçülmez. Akla uygun hâllere kıyâs olunamıyor demek mecbûriyyetinde kaldın. O hâlde dînin koymuş olduğu hükmlerde de, kalbleri tedâvî ve tasfiye etmek husûsunda akl yoluyla anlaşılamıyan, ancak nübüvvet gözü ile görülebilen bazı özelliklerin bulunabileceğini neden mümkin görmüyorsun?

Felsefeciler bundan daha acâib bir takım özellikleri kabul edip, kendi kitaplarına yazmışlardır. O özelliklerden biri de doğum sırasında zorluk

- 38-

çeken bir kadına, kolay doğum yapması için tavsiye edilen aşağıdaki şekldir.

Bu şekller, su değmemiş iki bez parçasına çizilip, yazılır. Doğum yapacak kadın bunlara bakar ve ayaklarının altına kor. O zaman çocuk derhâl doğar. Felsefeciler bunun mümkin olduğunu kabul etmişler ve "Acâib-ül-havâs" kitâbında yazmışlardır. Bu şekl, dokuz hâneli bir şekldir. O hânelere belli rakamlar yazılır. Her sırada bulunan rakamlar enine, boyuna ve çapraz olarak toplanırsa toplam hep onbeş çıkar.

Bunu kabul eden kimsenin aklı, sabâh nemâzının farzının iki, öğlenin dört, akşamın üç rek'at olmasının, felsefe gözüyle, aklla anlaşılamıyacak birtakım özelliklerden dolayı olduğunu neden kabul etmiyor? Bunun hikmeti, bu vaktlerin ayrı ayrı olmasındadır. Bu özellikler, ancak nübüvvet nûruyla idrâk olunur. Ne garîbdir ki, bu vaktlerin birbirinden ayrı olmasının astronomi ilmine göre, müneccimlerin ifâdesiyle söylesek, vaktler arasındaki farklılığı anlayacaklardır. Meselâ, güneşin göğün ortasında veyahut doğuş sırasında veyâ batış durumunda olmasına göre tâlih hakkında hükm değişik olmuyor mu? Hatta müneccimler, yıldızların hareketine bakarak, ömrlerin kısa ve uzun olmasını, ecelin nasıl vâki' olacağını tesbît etmiyorlar mı? Hâlbuki, güneşin göğün ortasında olmasıyla, doğmakda veyâ batmakda olması arasında fark yokdur. Bunu tasdîk etmesi, yalancılığını belki yüz defa tecribe etdiği müneccimin ağzından duymuş olmasından dolayıdır. O müneccimi dâimâtasdikden geri dönmez. Hatta müneccim dese ki:

Güneş, göğün ortasında iken falan yıldız onun hizâsına gelse, tâlih de falan burcda olsa, o sırada yeni bir elbise giysen, elbise içinde öldürülürsün. Buna inanır ve şiddetli soğukdan eziyyet çekse, müneccimin yalanını da birçok defalar görmüş olsa bile, o denilen zamanda yeni elbise giymez. Aklı böyle şeyleri kabul eden, bunların, bazı Peygamberlerin mu'cizesi olarak öğrenilmiş özellikler olduğunu i'tirâf etmeye mecbûr kalan bir kimse, nasıl olur da mu'cizeleri apaçık ve yalan söylediği aslâ işitilmemiş olan sâdık bir Peygamberin sözlerinde, bunlara benzer şeyleri inkâr edebiliyor? Bir felsefeci, nemâz rek'atlerinin sayısında, hacda şeytân taşlamakda çakıl taşlarını atmakda, hac rüknlerinin sayısında ve dinde emredilen ibâdetlerde bu gibi özelliklerin bulunabileceğini inkâr ediyorsa, biz bu özelliklerle, ilâcların ve yıldızların özellikleri arasında aslâ fark göremiyoruz.

Felsefeci, ben yıldızlara ve tıbba âit söylenen özelliklerden bir kısmını tecribe etdim. Bazılarını hakîkate uygun buldum ve tasdîk etdim. O

- 39-

 özelliklere olmayacak bir şey gözüyle bakmak ve onları red etmek hissi içimden kalkdı. Fekat senin dediklerini tecribe etmedim. Mümkindir desem bile, hakîkat olduğunu nereden bileyim derse, şöyle cevap veririm:

Sadece kendi tecribe etdiklerinle kalma. Tecribe edenlerin anlatdıklarını işitdin, onlara uy. Evliyânın sözlerini dinle. Onlar tecribe etdiler. Dînin bildirdiği her şeyde hakkı müşâhede etdiler. Onların yolundan yürü. Sen de onların gördüklerinin bazısını açıkca görerek, idrâk edersin. Şunu da ilâve edeyim ki, her ne kadar bu husûsda tecriben yoksa da, tasdîk etmek ve uymak lâzım olduğunu aklın kabul etmelidir. Farzedelim ki, bir adam ergenlik çağına ulaşmış, aklı başında, fekat henüz tecribe sahibi değil. Bu adam, hastalandı. Tıp ilminde mâhir, çok şefkatli bir babası var. Onun tıpdaki şöhretini aklı erdiğinden beri işitiyor. Babası ona bir ilâc hâzırlayıp, bu senin hastalığına iyi gelir, seni bu hastalıkdan kurtarır, demiş. O hastanın aklı neye hükm etmelidir? İlâc, acı ve fenâ kokulu olsa bile, içmeli mi? Yoksa babasını yalanlayıp, tecribe etmediğim bu ilâcın hastalığını iyileşdireceğini aklım kabul etmiyor mu demelidir? Böyle yaparsa, ona ahmak diyeceğine şüphem yokdur. İşte bunun gibi, ibâdetlerin özelliklerini kabûlde tereddüt edersen, basîret sâhibleri seni de ahmak sayarlar.

Eğer, Peygamberin "aleyhisselâm" şefkatini ve manevî tedâvî sayılan ibâdetlerin özelliklerine vâkıf olduğunu nasıl bileyim der isen, derim ki: Babanın şefkatini nasıl bildin? Bu maddî olarak hissedilen birşeydeğildir. Fekat babanın hâllerini ve sana karşı davranışlarını görerek bildin. Bu hâl ve hareketler, sende zarûrî bir bilgi meydana getirdi. Bunda aslâ şüphem yokdur. Bir kimse, Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" sözlerine, kitaplarda bildirildiği üzere, insanlara doğru yolu nasıl gösterdiğine, gâyet yumuşaklıkla, nezâket ve iyilikle onların ahlâkını güzelleşdirmeye, dargın kimselerin aralarını bulmağa, dünya ve âhıret se'âdetine kavuşduracak şeylere da'vet etmek husûsundaki yüksek gayretine bakarsa, o yüce Peygamberin "sallallahü aleyhi ve sellem" ümmetine karşı şefkatinin, bir babanın çocuğuna olan şefkatinden kat kat fazla olduğunu kesin bir şeklde görüp ve anlar.

Yine Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" açıkca görülen nâdir hâllerine ve Kur'ân-ı kerîmde Onun lisanıyla haber verilen ve hadîs-i şeriflerinde âhır zamanda zuhûr edecei bildirilen gayba âit şeylerin bildirdiği gibi çıkdığına bakarsa, kesin olarak anlar ki, O, aklın ötesinde bulunan bir duruma ulaşmışdır. Onda manevî bir göz açılmışdır ki, onunla ancak Allahü teâlâya kavuşmuş kimselerin idrâk edebileceği gaybı ve aklın eremeyeceği şeyleri görüyor. İşte Peygamberin "sallallahü aleyhi ve sellem" doğruluğunu tasdîk eden zarûrî ilme kavuşmanın yolu budur. Tecribe et, Kur'ân-ı kerîmin âyetlerini iyi düşün. Hadîs-i şerifleri iyi mütâlaa et, incele, bunu açık olarak anlarsın, görmüş gibi inanırsın. Bu kadar söz, felsefecileri yola getirmek için kâfîdir. Bu zamanda buna çok ihtiyâc olduğu için anlatdık.

- 40-

 İmânı zayıflatan dördüncü sebebe gelince, bu âlimlerin ilmleriyle amel etmemeleri, kötü hâlleri sebebiyle halkın tesir altında kalıp, îmânlarına za'âf gelmiş olmasıdır.

Bu hastalık ise üç dürlü tedâvî edilir.

Birinci tedâvî şekli: Halka şöyle demelisin. Harâm yidiğini iddia etdiğin âlimin, harâmın harâm olduğunu bilmesi, senin, içkinin, fâizin hatta gîbetin, yalanın, kovuculuğun harâm kılınışını bilmen gibidir. Sen bunların harâm olduğunu bildiğin hâlde işlersin. Bunları yapman harâm olduğuna inanmamandan dolayı değil, nefsinin hevâsına, arzûlarına uyduğundan dolayıdır. İşte âlimin nefsinin arzûları da senin arzûların gibidir. Onu da nefsi mağlûb etmişdir. Onun senden farkı, birçok mes'eleyi bilmesi, ilm sahibi olmasıdır. Onu, işlediği günâhlardan dolayı, daha fazla tenkid etmek uygun düşmez. Tıbba inanan pekçok kimse vardır ki, tabip kendisine yasakladığı hâlde, meyve yimekden vesoğuksu içmekden kendisini alamaz. O kimsenin bu davranışı, tıp ilmine inanmadığından değildir. İşte, âlimlerin hatâları da böyle telakkî edilmelidir.

İkinci tedâvî şekli: Câhil kimselere şöyle demelidir: Âlim, ilminin âhıretde kendisine şefâ'atci olacağını kabul ediyor. Zan ediyor ki, ilmi onu kurtaracakdır. Bu sebeple ilmine güvenip, amellerde gevşek davranıyor. Belki de ilmi aleyhine bir delîl olacakdır. Fekat o lehine olacağına güveniyor. Bu da mümkindir. O, ilmine güveniyor, ameli terk ediyor. Ya sen ey câhil, ona bakıp, ameli terk edersen, ilmin de olmadığına göre, kötü amelin sebebiyle helâk olursun. Sana şefâ'at edecek bir şeyin de yokdur.

Üçüncü tedâvî şekli: En doğru tedâvî şekli budur. Hakîkî âlim ancak yanılarak günâh işler. Günâh işlemekde aslâ ısrâr etmez. Hakîkî ilm, günâhın öldürücü zehr olduğunu, âhıretin dünyadan iyi olduğunu bildirir. Bunu bilen bir kimse, iyiliği bırakıp, kötülüğeyönelmez. İlmin bu meziyyeti insanların çoğunun meşgûl olduğu çeşidli ilmlerle elde edilmez. Bunun için, o tip ilmler, sahibini günâh işlemekde cüretkâr olmaya sürekler. Fekat hakîkî ilm ise, sahibinde Allah korkusunu uyandırır ve artdırır. Bu korku onunla günâh arasında perde olur. Ancak, yanılarak günâh olan bazı hareketlerde bulunabilir. İnsanlar bu gibi hatâlardan kurtulamaz. Bu hâl, îmânın zaifliğini göstermez. Mü'min böyle hatâlara düşebilir. Fekat tevbe eder ve günâh işlemekde ısrâr etmez.

Felsefecilerin ve ta'lîmiyyecilerin yollarının kötülüğü ve zararları ve onlara karşı çıkarken usûlsüzlükyapanların zararları hakkında bildirmek istediklerim bu kadardır.

Allahü teâlâdan dileğimiz, bizi seçdiği hakka ve hidâyete erdirdiği kullarından eylesin. Hiç unutmamak üzere zikrini kalbimize yerleşdirsin. Nefsinin şerrinden koruduğu, yalnız kendisine ibâdet eden, hâs ve ihlâslı kullarından eylesin!