Geri

   

 

 

İleri

 

2 - SAFSATAYA GİRİŞ VE İLMLERİ RED EDİŞİM

Sonra bilgilerimi inceledim. Kendimde duyu organlarımla elde etdiğim, delîle muhtâc olmayan açık bilgilerden (on sayısı üç sayısından büyükdür gibi) başka güvenilecek kesin bilgi bulamadım. Ümîdsizliğe düşdüm. Kendi kendime dedim ki: Duyu organlarıyla anlaşılan ve açık olan bilgilerden başka müşkilleri çözecek başka bir vâsıta kalmadı. O hâlde önce bu bilgileri inceleyip, sağlamlık derecelerini anlamalıyım. Böylece duyu organlarına güvenim, açık bilinen bilgilerdeyanılmakdan emîn oluşum ve taklîde dayanan eski bilgilerime güvenim gibi midir. Yoksa pek-çok kimsenin şüphe götüren ve isbâtı gerekdiren bilgileri gibi midir. Bunların hangisi olduğunu sağlam bir şeklde öğrenmem gerekirdi. Bu sebeple, duyu organlarıyla bilinen vezarûriyât, yani açıkca bilinen bilgiler üzerinde gâyet ciddî bir şeklde düşünmeye başladım. Kendimi bu bilgiler husûsunda şüpheye düşürmenin mümkin olup, olmayacağını araşdırdım.

Duyu organları ile elde etdiğim bilgiler hakkında şüphelerim artıp, bunlarla da hatâ yapmanın mümkin olduğu kanâ'atine vardım. Devâmlı artan şüphelerim üzerine, kendi kendime dedim ki: Duyu organlarının en kuvvetlisi gözdür. Göz, gölgenin durduğuna, hiç hareket etmediğine hükm verir. Hâlbuki bir müddet tecrîbeden sonra, gölgenin hareket etdiği anlaşılır. Gölgenin hareketi fark edilecek şeklde olmayıp, yavaş yavaşdır. Öyle ki, hareketsiz kaldığı hiçbir an yokdur. Yine göz, yıldızları bir altın lira büyüklüğünde görür. Hâlbuki astronomi ve hendese ilmleri ile, o yıldızın, üzerinde yaşadığımız dünyadan daha büyük olduğu anlaşılır. Göz yanıldığı gibi, diğer duyu organları da yanılır. Duyu organlarının kendi bilgilerine göre verdikleri hükmlerin yanlış olduğunu, akl, savunmaya imkân bırakmayacak şeklde gösterir. Bunun üzerine, artık duyu organlarına da güvenim sarsıldı. Son derece açık olan aklî ilmlerden başka bir şeye güvenim kalmadı. On sayısı, üç sayısından büyükdür. Bir şey hem var, hem yok ve bir şey hem hâdis, yani sonradan var olan, hem de kadîm, başlangıcı olmayan olamaz. Her aklın tereddütsüz kabul edeceği husûslarda olduğu gibi, aklî ilmlere güvenilir, dedim.

- 7-

 Buna cevap olarak mahsûsât, yani duyu organları dedi ki: Aklî ilmlere nasıl güvenebilirsin. Hâlbuki bundan önce duyu organlarına güveniyordun. Akl hâkimi geldi, bizim yanılabileceğimizi söyleyip, bizi yalanladı. Eğer akl olmasaydı, sen devâmlı olarak ve ısrârla bizi tasdîk edecekdin. Şimdi muhtemeldir ki, aklın da ötesinde bir başka hâkim vardır. O ortaya çıkarsa, aklın duyu organlarını yalanladığı gibi, o da aklın yanıldığını söyler. Aklın yanıldığını söyleyecek böyle bir hâkimi bilmemen, onun yok olduğunu göstermez.

Bu cevap karşısında nefsim durakladı. Sonra, verdiği şüpheyi kuvvetlendirmek için, şöyle dedi: Görmez misin ki, uykuda iken, rüyada bazı şeyleri görüyorsun. Bir takım hâlleri hayal ediyorsun. Onların hakîkat olduğunu kabul ediyorsun. Uykuda iken, rüyada gördüklerin hakkında bir şüpheye düşmüyorsun. Fekat uyanınca, rüyada inandığın şeylerin hiçbirinin aslı olmadığını anlıyorsun. O hâlde, aklın ile anlayıp, inandığın bilgilerin, sadece içinde bulunduğun hâl sebebiyle sana doğru gibi gelmiş olmadığını nereden biliyorsun. Mümkindir ki, sende başka hâl meydana gelir de, rüyada gördüğünü uyanınca kabul etmediğin gibi, aklınla anladığın şeylerin de aslı olmayan bir takım hayaller olduğunun farkına varırsın. Yahut da, sana gelecek olan bu hâl, tesavvuf ehlinin hâli gibi olabilir. Zîrâ, tesavvuf ehli, "Biz istigrak hâlinde [manevî hâllere dalınca], duyu organlarının tesirinden kurtulup, akl ile anlaşılamıyan hâlleri müşâhede ederiz (görürüz)," demişlerdir. Belki bu hâl ölüm hâli de olabilir. Zîrâ, Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem", (İnsanlar uykudadırlar, ölünce uyanırlar) buyurdu. Kesin olarak bellidir ki, dünya hayatı, âhırete nisbetle bir uyku gibidir. İnsan öldüğü zaman, dünyada göremediği birtakım şeyler ona zâhir olur. O hâlde iken ona şöyle hitâb edilir: (Bu günden gaşetde idin. Şimdi senden perdeni açdık, artık bugün gözün keskindir.) (Kaf sûresi, 22.ci âyet-i kerîmesinin meâli.)

Bu vesveseler kalbimde yer etdi. Bundan kurtulmak için, bir çâre aradım. Fekat, mümkin olmadı. Çünki bu vesveseleri ancak delîl ile giderebilirdim. Delîl de ancak apaçık anlaşılan bilgiler olabilirdi. Bu bilgiler, sağlam olmayınca, onlara güvenilmeyince, delîl olarak kabul edilemezdi. Bu hâlden kurtulmak mümkin olmadı. İki ay kadar devâm etdi. Safsata yoluna kapılmışdım. Fekat bundan kimseye bahsetmiyordum. Nihayet Allahü teâlâ, beni bu hâlden kurtardı. Eski hâlime döndüm. Zarûriyyâtın, yani delîle muhtâc olmayan açık bilgilerin güvenilirliğine emîn oldum. Bu hâle, delîller vâsıtasıyla ulaşmadım. Bu, Allahü teâlânın kalbime ihsân etdiği bir nûr ile oldu. Bu nûr, pek çok ilmin kaynağıdır. Hakîkate ulaşmanın sadece delîller ile olduğunu zan edenler, Allahü teâlânın geniş rahmetini daraltmış olurlar. Âyet-i kerîmede meâlen buyuruldu ki: (Allah, kimi hidâyete erdirmek dilerse, onun göğsünü islâma açar, gönlüne genişlik verir...) (En'âm sûresi 25). Bu âyet-i kerîmede geçen açma ve genişletme manasındaki "şerh" kelimesinden murâdın ne olduğu

- 8-

Resûlullaha "sallallahü aleyhi ve sellem" sorulunca: (O, Allahü teâlânın kalbe akıtdığı bir nûrdur) buyurdu. Bunun alâmeti nedir diye sorulunca da: (Fânî olan dünyadan yüz çevirip, ebedî vatan olan âhırete yönelmekdir) buyurdu.

Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" bir başka hadîs-i şerîfinde, bu nûr ile alâkalı olarak şöyle buyurdu: (Allahü teâlâ kullarını karanlık içinde yaratdı. Sonra da onların üzerine kendi nûrundan serpdi.)

Yani Allahü teâlâ, insanları ve cinleri, tabi'atlarını, zulmetli nefs-i emmârenin hoşlanılmayacak hâlleri altında yaratdı. Sonra, üzerlerine ma'rifet ve hidâyet nûru yaydı.

İşte hakîkatlere kavuşmayı bu nûrdan aramak lâzımdır. Bu nûr, zaman zaman, Allahü teâlânın kereminden fışkırır. Buna kavuşmak için, dikkatli olmak lâzımdır. Nitekim, Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem", (Hayatınızın bazı günlerinde Rabbinizin lutşarı zuhûr eder, onlara kavuşmak için, dikkatli ve uyanık olun) buyurdu.

Bunları anlatmakdan maksad, hakîkatı aramakda çok gayretli olmanın, hatta araşdırılması îcâb etmiyen şeylere varıncaya kadar uzanan ciddî bir çalışmanın lüzûmunu göstermekdir. Şüphesiz ki, çok olan şeyleri araşdırmakîcâb etmez. Çünki onlar, hâzırdır. Apaçık olan şeyler araşdırılınca, onlar kaybolur, gizlenir. Bir kimse, araşdırılması îcâb etmiyen şeyleri araşdırdı diye, araşdırılmasıîcâb eden şeyleri araşdırmakda kusur etmekle suçlanamaz.