USÛL-İ FIKIH DERSLERİBüyük Ali Haydar Efendi (ö.1321/ 1903) Mukaddimeİlm-i usûlün ta'rif, mevzû' ve gayesi beyanındadır. İlm-i Usûl-i Fıkıhİlm-i usûl-i fıkıh: Ahkâm-ı şer'iyeyi edille-i tafsiliyyesinden istinbata kendileriyle tevassul olunan kaideleri tarife mütekeffil ilimdir. MevzûuMevzûu: İsbat-ı ahkâm haysiyetinden edilledir. Gayesi dahi: Ahkâmı ma'rifet ve mûcibince amel üzerine ihraz-ı saadettir. Biz birkaç senedir usûl-i fıkıh müzakere ediyoruz. Her seneki takrirlerimiz birbirinden farklıdır. Fakat hepsi yine bir noktada toplanıyor. Takrirlerimizin . birazı da matbudur. Yazdıracağım metinleri aynen zapt edersiniz. Takrirlerimi de ister hafızanıza nakş edersiniz, isterseniz kâğıtlarınıza yazarsınız. Biz dersi mümkün olduğu kadar tankın edeceğiz. Çünkü zaman-ı müzakere pek mahdud olduğundan esasen pek mühim olan dersimizin mesâil ve Mebâhis-i ma'rufesini bile vakit bulup da bitiremiyorum. Geçen sene bitevfikıhı teâlâ mâni de olmadığı için hemen bütün me-bâhisi takrire muvaffak olmuştum. Gerçi usûl-i fıkıh, edille ve ahkâm-ı şer'iyenin ahvalinden bahseder bir ilimdir. Fakat bir kere edille nedir? Ahkâm nedir? Bunların ahvali nedir? Bunlara müteallik birçok Mebâhis var. Sonra bu ahkâma zeyl olarak bir de ictihad bahsi var; ki, zaten bu ilim, müctehid ilmidir. İşte geçen seneki takrir, mufassalâtı cami' olmasa bile, bu Mebâhisin ekserisini şamildir. İnşaallah bu sene de mümkün mertebe tenkıh ederek bunları görürüz. «Usûl-i fıkıh» Hikmet-i Hukuk-ı islâmiyye demektir; Ahkâm-ı şer'iyenin edille ve esbabını gösterir. Mukaddime: Bir maksada şuru' olunmazdan evvel o maksadın tevakkuf ettiği şeye «mukaddime» derler. Yani mukaddime maksada vusûl için ibtida zikri lâzım gelen ma'lûmat-ı ibtidâiyedir. Şu halde ilm-i usûlün tarifi bu ilmin mekasidinden olmayıp mebadisindendir. Yani mukaddime bu ilmin hakikatından hariçtir. Fakat bir ilmin hakikatına lâyıkıyle vusûl için bir takım şeylere ihtiyacımız vardır ki, onlar da bir ilmin ta'rifi, Mevzûu, gayesi gibi mukaddimelerdir. Her bir ilim mesail-i kesireyi dağınık, birçok Mebâhisi şamildir. Binâenaleyh bir ilmin mesâil ve Mebâhisi bir cihet-i vahdetle merbut olmalı, o ilmin talibi olan adam birdenbire karanlık bir yere girmemek için evvel emirde o ilim hakkında bir fikr-i icmali hasıl etmelidir. Bu da o ilmin tarifini, Mevzûunu, gayesini bilmekle hasıl olur. Onun için her ilimde bir mukaddime bulunmalıdır. Mukaddime sözü; Arapların «mukaddimet-ül ceyş» ta'birinden alınmıştır. Şimdi bu makamda «Avcı bölüğü, talia» istimal olunuyor. Mukaddimet-ül ceyş ibtida düşmanın hudut-ı müdafaasını görür, kuvvetini inkişaf eder, alât ve edevatını tefriş eyler. Düşmanın kuvvetini tartmadan, halini anlamadan alel amya bir tehlikeye girmek fenn-i harbe mugayirdir. Bunları anlamaksa esbab-ı muzafferiyettendir. İşte kütüb-i ilmiyedeki mukaddimeler dahi böyledir. Yani bir cihad-ı ma'nevinin taliâsıdır. Bilinmedik ve müstahzar olmadık bir şeye iktıham olunacak, bir bahri bîkeran olan ilme girilecek, bir mücahed-i mıa'neviye başlıyacak. Bunun için ibtidâ girilecek yerleri anlamalıdır. Demek ki, mukaddime mesail-i ulûm üzerine hücum edilecek bir ordu menzılesindedir. Oraya sevk olunacak kuvvet ise ezhan-i talebedir. Binâenaleyh ezhan-i talebe evvelâ oraya bir müfreze (bir mukaddime) göndermelidir. Bir adam bir memlekete gidecek bir alelamya gitmek var, bir de öğrenerek gitmek var. Meselâ Haleb'e gitmek istiyen bir adam ne tarikle gidileceğini, hangi iskeleye çıkılacağını bilmez ve o suretle yola çıkarsa Haleb'e gidecek yerde tutar da Trabzon vapuruna biner. Fakat Haleb'e nasıl ve ne tarikle gidileceğini ibtidâ icmalen bilirse maksadına doğrudan doğruya vasıl olmuş olur. Bir ilmin mekasit ve mesaili meçhul-ı mutlaktır. Onları bilmek için ibtidâ tahsiline ikdam edilen ilmin nasıl şey olduğu bilinmelidir ki,, talibin teveğğulu maksadı olan ilme midir; değil midir ? anlaşılsın. Binâenaleyh tarif sayesinde bir ilmin neden ibaret olduğu bilinir ve merc'-i ebhas (yani Mevzûu) ve faide (yani gayesi) anlaşıldıktan sonra maksada suru' olunursa bu babda sarf olunacak mesai elbette müsmir ve müntic olur. Bizim okuyacağımız ilmin adı (Usûl-ı Fıkıh) dır. Usûl-ı Fıkıh bu âlein ilmidir. Usûl-ı fıkıh bir lâfızdır; lâfızlar ise ya müfret ya mürekkeb olur. Eğer bu lâfız burada müzakere edeceğimiz ilmin adı olmasaydı: «Usûl-i Fıkıh» mürekkebdir; «Usûl» ile «Fıkıh» lâfızlarından. Her şeyin hükmünü tasdik ve iz'an etmesine «Fıkıh» derler. Ve bu suretle bilen ve anlayan adama da «Fakîh» denilir. Fakat indeş-Şafiiyye fıkıh: Ahkâm-ı şer'iyeyi edille-i tafsiliyesinden bilmektir. Bunların her ikisi netice itibariyle birdir. Onlar öyle tarif etmişler. Nefs-i insanînin lehinde ve aleyhinde olan şeylerden maksat, hükümlerdir. Buradaki bilmek dahi amiyane bir bilmek değildir. Meleke hasıl ederek bilmektir. Ta'biri diğerle buradaki marifetten maksat, cüziyatı delilinden idrak etmektir. Yani Tetebbu-ı kavaid neticesi olarak meleke hasıl olmaktır. Şu halde fıkıh diye: nefs-i insanînin lehinde ve aleyhinde olan şeyler hakkında meleke iktisap etmesine denir. Vakıa bir kimse lehinde ve aleyhinde olan ahkâmın kâffesini bilemez bu âdeta mumteni'dir. Fakat bu imtina', cüziyyatı delilinden idrak etmeğe, bu yoldaki kuvve-i istimbata mâni değildir. Bu suretle mukallit olan yani edilleden istimbat-i ahkâm melekesini haiz olmayan kimselere fakîh denemez. Zira fakîh kavaidi merreten bade uhra tatbik ve takip ederek meleke kesbeden kimsedir. Mukallidinin delili ise kavl-i müctehidindir. Bir de «bilmek» müradifi olan marifetden maksud meleke, bil'icma fakih olan bir zatın bazı ahkâmı bilmemesine münafi değildir. İmâm-ı Mâlik râhmetullah-i taâlâ'dan kırk mesele suâl edilmiş de otuzaltısında (Lâ-edri) cevabını vermiş. Fıkhın tarifinde bir de (nefs-i insani'nin) deniliyor. Bu tâbir ile ilm-ı ilâhî ve Ma'rifet-i Cibril ma'rifetden hariç kalır. Zira Peygamberimiz efendimiz hazretlerinin bilmesi kavaidi merreten ba'de uhra tatbik ederek meleke kesb etmekle değildir. Belki ilham suretiyle bu ilmi kazanınıştır. Kezalik edilleden istinbat-ı ahkâm melekesini haiz olmayan mukallidlerin ilmi de ma'rifetden haricdir. Zira Müctehidin-i izam Hazeratının delili kitap, sünnet, icma-i Ümmet ve kıyas-ı fukaha'dan ibaret olduğu halde, mukallidinin delili kavl-i müctehidîn'dir. Vakıa zamamınızdaki ulemaya, şimdiki fıkıh ile teveğğul edenlere «Fakih» denilirse de, bu ıtlak, mecazen'dir. Bunların fıkıh ile iştigal etmeleri haysiyetiledir. İşte bu sebebe Binâendir ki,, bir kimse (filan memleketdeki fukaha'ya şu kadar mal vasiyyet etdim) dese bu vasiyeti infaz olunuyor. Şu halde suret-i mutlaka ve umumiyede «Fukaha» erbab-ı ictihad ile usûl-i fıkıhdan istinbat-ı ahkâm edebilen ulemadır. Fıkhın tarif indeki (Min cihet-i amel) kaydile de ilm-i kelâm ve ilm-i ahlâk tarif'den hariç kalır. Yukarıda da söylemiştik. Biz ilm-i usûl-i fıkhı ilmiyyet itibariyle tarif ediyoruz. Yani usûl-i fıkıh bir de lâkab olarak, alem olarak geliyor. Lâkab da zaten alem'in bir kısmıdır. Yani medhi veyahud zemmi müş'ir evlây-ı a'lâmın bir kısmına lâkab denilir. (Usûl-i fıkıh) lâkabı ise medh'i müş'irdir. Çünkü fıkhın mebnasıdır. Fıkıh ise mûcib-i saadet-i diniyye ve dünyeviyyedir. Meselâ (bevval-i Zemzem) bir mürekkeb-i izafidir. Bunun gibi <<Usûl>> muzaf «fıkıh» muzaf-ı ileyhdir, derdik. Nitekim usûl-i fıkhı bu itibar ile de tedkik etmişlerdir. Halbuki bizce maksud olan tarif mürekkeb olması itibariyle değildir. Alemiyet itibariyle olan tarifdir; yani «usûl-i fıkıh» sözü şu ilm-i şerifin ismidir. Bir alem- dir. Binâenaleyh «Usûl-i fıkıh»; izafet itibariyle mürekkeb ise de; bu ilmin lâkabı olmak itibariyle müfreddir. Nitekim buna bir de «ilim» ilâve olunmak suretiyle alemiyetine işaret olunmaktadır. Malûm olsun ki, alemler iki türlüdür: alem-i mürtecil, alem-i menkûl. Faik, Raşid, Macid. . . Bunlar birer şahsın adıdır ve alem-i mürtecildir. Abdullah dahi müsemmanın alemi olabilirse de bu, mürekkeb izafiden menkûl bir alemdir. İşte Abdullah lâfzı gibi «usûl-i fıkıh» ta'biri de mürekkeb izafiden menkûl bir alem; bir lâkabdır. Lâkab ise medh-ü zemmi müş'ir olan bir alemdir. Usûl-i fıkıh neyl-i saadet-i diniyye ve dünyeviyyeye vesile olan fıkhın mebnası olmak cihe-tiyle bittab' medh'i müs'irdir. Eğer bir isim Eb; veya ibn ile masdar olursa «künye» olur. «Ebul feth» gibi ki, Sultan Mehmed Hân hazretlerinin künyesidir. Usûl-i fıkıh mürekkeb izafi halinde bırakılmadı da alemiyyete nakl edildi. Zira mürekkeb izafi halinde bırakılsa idi, ahkâm ve içtihada şamil olamazdı. Halbuki bu fenn-i âli'de fıkhın delil ve asıllarından başka ahkâmdan da bahs olunuyor. Ve hâtime-i kitab; içtihada dair bulunuyor, işte bunun içindir ki, «usûl-i fıkıh» ta'birini mürekkeb izafi halinden alemiyyete nakilde ızürar hasıl oldu. Maamafih usûl-i fıkhı bir kere mürekkeb izafi olmak itibariyle tarif, bir kere de alemiyet itibariyle tarif etmek mu'taddır. Bizim yukarıdaki tarifimiz usûl-i fıkhın mütalâa edeceğimiz fenn-i celile alem olması itibariyledir. Usûl-i fıkıh mürekkeb izafi olmak itibariyle tarif edilmek için evvelâ muzafı, sonra muzaf-ı ileyhi, sonra da izafeti tarif etmelidir. Malûmdur ki, «izafet» ihtisas ifade eder. Meselâ «filânın hanesi» dediğimiz vakit hanenin o filâna ihtisası anlaşılır. Bu hanenin filâna aidiyetini «izafet» ifham eder. Usûl: Aslın cemidir. «Usul» delil, râcih, kaide-i külliye, müsteshab mânalarına da gelir ise de bu makamda asıl: kendisi üzerine gayrisi mübteni olan şeydir. İbtinada gerek ibtina hissi olsun: Binanın temeli ve sakfin duvar üzerine ibtinası gibi. Ve gerek ibtina-i aklî olsun: Malûlün illete, medlulün delile ibtinası gibi. Şu halde . . fıkıh» usûle ibtina ediyor. Yani «usûl-i fıkıh» mebna ve mesned oluyor, «fıkıh» mebni ve müstenid oluyor. Ta'bir-i aharla «fıkıh» Delillere müstenid bulunuyor. Ve fıkhın şu ibtinası da bittabi ibtinayı aklîdir. Yukarıda işaret ettiğimiz veçhile "asıl, bir de racih ve kaide mânasına nakl olunmuşdur. Meselâ «bunda asi olan, bunda kaide olan budur» deriz. Bazen de racih mânasına alarak meselâ: «Beraet-i zimmet asıldır» deriz. Acaba burada da «asi» lâfzını kaide veya delil mânalarına nakletmeğe mecbur muyuz? Aslı böyle delil mânasına nakle muztar değiliz. Çünkü biz ibtinayı ta'mim ederek hissî ve aklî olmak üzere kabul ettik. Fıkhın da asla ibtinası ibtinay-i aklî'dir, deyince artık asıl lâfzını delil mânasına nakle ihticamız kalmaz. Zaten «asl» lâfzının ma'nay-i vaz'isi naklolunduğu mânaya vâfî olamadığı için biz onu delil veya racih mânalarına naklederiz. Meselâ Arapça «Salât» lâfzı duâ'ya mevzû'dır. Istılâhı-ı Şer'ide ise Salât erkân'ı mahsusa ve ma'lûme ile «Namaz» manasınadır. Demek ki, «Salât» lâfzı; Namaza asıl mânay-i vaz'isi itibariyle değil, nakil tarîkıyla gelmişdir. Bunun gibi beraet-i zimmetde «asl»ı mebni aleyh mânasına alsak bir mâna çıkaramayacağız. Binâenaleyh muztar olduğumuz için burada «asl»ı vaz' olunduğu mânadan çıkararak «racih» mânasına naklederiz. «Usûl-i fıkıh» tâbirindeki asıl lâfzı «delil» manasınadır, maksadımız da odur, fakat biz «aslı» delil mânasına naklederek bundan delil mânasını anlamakda muztar mıyız? Yoksa gayrisi kendi üzerine mübteni olan şey mânasını ibka etdiğimiz halde yine bundan delil mânasını çıkarabilir miyiz? Çıkarırız, çünkü biz ibtinayı ta'mim ediyoruz. Burada da fıkhın usûle ibtinası ibtinay-i aklîdir. Bianenaleyh aslı delil mânasına nakle bir ıztırar yok. Yani biz ibtinayı ta'mim ederek asıldan delil mânasını çıkarıyoruz. İbtina hissî ve aklî oluyordu; ma'kulâtın ibtinası ise aklî olur. Binâenaleyh aslın delil mânasına kullanılması bu ibtina-i aklî haysiyetiyle lâfzı başkaca delil mânasına nakletmekden bizi müstağni kılar. Şu halde usûl-i fıkıh demek; fıkhın delilleri, fıkha mahsus deliller demek olur. Muzaf-ı ileyh olan fıkhın ta'rifine gelince: «Fıkıh» lügatde bir şey'i anlamaya denir. Fakat bu anlamak, bilmek, amiyane değil, belki fitnatla bilmek ve anlamak maksuddur. Fıkhın bir böyle mânay-i umumisi var, bir de mânay-i usûli ve hususisi var. Bu mânay-i ıstılâhıye ve İmâm-ı A'zam hazretlerinden menkûl olan bir ta'rife göre: Fıkıh; nefs-i insanînin min ciheti amel lehinde ve aleyhinde bulunan şeyleri bilmesidir (Arapça Kesim) yani insanın amel cihetiyle kendinin müteneffi' veya mutazarrır olduğu lâkabıdır ve zemmi müş'irdir. Bazan da, bir isim, eb veya bin ile mastar olur ki,, bu da künyedir. İbni Sina, Ebul-beşîr, İbnür-reşîd gibi. . . Usûl-i fıkıh da bu ilmin lâkabıdır ve medhi müş'irdir. Ve mürekkeb izafiden menkûl olarak bu ilm-i celile alem olmuşdur. Çünkü yalnız (Fıkhın delilleri) demek kâfi olmuyor. Zira bunda ahkâm ve içtihada taallûk eden meslill de var. Binâenaleyh ulema bunu mürekkeb izafiden mânay-i ilmîye nakletdiler. Ve usûl-i fıkhı bu ilmin alemi, lâkabı olmak üzere vaz eylediler. * ** Malûmdur ki, mesail-i fıkhiyye, edille-i muayyeneye müsteniddir. Yani bu mesâil delillerden istinbat olunur. Bu istinbata taallûk eden ilme de (Fıkıh) tesmiye edilir. Sonra ahkâm-ı şer'iyyeyi bu edilleden istinbat edebilmek için ehl-i ictihad teemmül etdiler ve netice-i tetebbüatları olmak üzere bir takım kazaya vücuda getirdiler. Ve bunlara daha bazı mütem-mimat dahi izafe ederek cümlesine birden taallûk eden ilme de (Usûl-i fıkıh) tesmiye etdiler. Bunu biraz daha tafsil edelim: insanlar başı boş ve abes yaratılmamışlardır. Onlar hayvanât-ı şâire gibi mühmel değildirler. Belki insanların her fi'line, her ameline Kıbel-i Şari'den bir hüküm varid olmuştur. Fakat her bir hüküm, her bir file göre mensus ve musarrah değildir. Çünkü bütün cüziyyatı ahkâmı ihata etmek müteazzirdir. Âdem aleyhisselâmdan beri telâhuk eden efrad-ı beşerin enva-i ef'âli haddu hasra gelmez derecede çoktur. Vakıa bu âlemin bekası mahduddur. Dünyanın fenasiyle ef'al-i beşer de müntefi olacak. Amma dünya bâki kaldıkça ef'al-i beşer de berkarar bulunacakdır. Her fi'l-i beşer için başka başka hüküm tâyin ve tasrihi ise müteassir olur. Binâenaleyh bazı hükümlerin delillerinden yani hükmü mensus ve musaddak olan fullerin; müstenid olduğu edilleden vakt-i hâcetde ahkâm çıkarıp münasip olanlarını o hükme kıyas etmek için bir takım katranlar, kaideler, kazîyyeler vaz' ettiler ki, bu ka-- ziyyelerin Mevzûu ef'al-i mükellef in, mahmulü de ahkâm-ı şer'iyyedir: Farz, Vücûb, Nedib, Hürmet, Kerahet gibi. Meselâ: Namaz ef'al-i beşeriyyedendir, namaz vaciptir. Hac vaciptir, dediler; böyle bir takım kaziyyeler vücuda geldi. Şimdi bu kaziyyelere taallûk eden hasıl ilme (Fıkıh) dediler. Sonra bu edillenin ve ahkâmın tafsilâtına nazar ettiler. Bu edille ve ahkâm üzerine istidlalin keyfiyetinde teemmül ve bu babda i'mâl-i fikr ederek bu edille ve ahkâmın muhtac-ı ileyhi olan tetebbuatta ıttıra ettiler. Meselâ bir delil Âmm mıdır hâs mıdır? daha birçok aksamı var ya bu cihetleri tetkik ederek netice-i tetebbüatlarmda bir takım daha kaziyyeler vücuda getirdiler ki, bunlara da bazı mütemmimat ilâvesi suretiyle zabt ve tedvininden hasıl olan hey'et-i mecmuaya (usûl-i fıkıh) tesmiye ettiler, İşte (ilm-i usûl-i fıkıh) böyle teessüs etti; ve tarifteki (ilm-i usûl-i fıkıh...) tâbirinin müstelzim olduğu izahat da burada bitti. * ** (Ahkâm) hükmün cemidir. Her fende başka bir mânası varsa da burada: ef'âl-i mükellefine müteallik olan hitâb-ı ilâhî'nin eserine hüküm derler. Meselâ farz, vücûb, nedib, ibaha, kerahet, hürmet ibadata müteallik ahkâm-ı şer'iyyedir. Bir akdin; m'ünakid, batıl, sahih, fasid, nafiz, mevkuf, lâzîm, gayr-i laz'ım olması ise muamelâtta carî ahkâm-ı şer'iyyedir. Meselâ: Sâri' namaz kılın diye mükellefine emrediyor; işte bu hitâbın eseri olan farziyyet bir hükm-i şer'îdir. Vakiâ Şafiî'ye göre hüküm (nefs-i hitâb) ise de mezheb-i Hanefî'de söylediğimiz gibi o hitâbın eseridir. (Şer'iyye'yi) kaydile de âhkâm-i hissiye ve akîiyye hariç kalır. Meselâ «Âlem hâdisdir» cümlesi bir hüküm ise de, usûle mütedair olmayıp, ahkâm-ı akliyedendir. Kezâlik «Ateş muhrikdir» terkibi de bir hükm-i hissî'dir. Lâkin (Namaz farzdır) , (kati haramdır) sözleri ahkâm-ı ser'iyedendir. Yani, Şer'î nasb ve ikâme olunmuş, Şer'-i Şeriften me'huz bulunmuş hükümlerdir. Tarife bazan (Fer'iye) kaydı da ilâve olunur ki, bununla ahkâm-ı as-liyye ve itikadiyye hariç kalır. Meselâ: (icma', hakdır) terkibi, vakıa bir hükm-i şer'i ise de, ahkâm-ı fer'iyye ve ameliyyede dahil olmayıp ahkâm-ı asliyedendir. Kezâlik «Ba's hakdır» dediğimizde, bu da bir hüküm ifade ediyorsa da, bu hüküm de ahkâm-ı itikadiyedendir. Demek ki, tarifteki ahkâmdan maksud, ahkâm-ı şer'iyye-i ameliyedir ki, bunlar da edil-leden istinbat olunur. Edille delilin cemidir. Sahih nazarla bir matlûb-i haberiye vasl müm-kin olan şeye delil derler. Sahih nazar, bir fikr-i tam demektir. Yoksa (görmek) demek değildir. Yani zilmi oynatarak muhakeme ve mülâhaza ile vuku bulan tetkik neticesinde maksada vusûl hususuna sıhhat-i nazar denir. Meselâ., âlem vücud-ı sâniın delilidir. Zira şu tertibat-ı eriîka ve tensıkat-ı reşıkayı tetkik eder. Bu babda i'mâl-i nazar edersek Sanii âlemin vücuduna vasıl oluruz. Keza (âlem hâdis'tir) cümlesi bir dâvadır. Bunun" delili de âlemin tegayyürüdür. Her mütegayyir ise hadistir. Şu iki mukaddime delildir;ve bu delile bir fikr-i sahih ile bakarsak matlûb da sabit olur ki, o da âlemin hadis olmasıdır. Ahkâm-ı şer'iyyede de hal bu merkezdedir: Edillei şeriyye hakkında dahi i'mâl-i fikr-ü nazar edecek, bunları muhakeme ve mülâhaza ile tetkik eyleyecek olursak şüphesiz bir matluba tevessül olunur. Meselâ: (Namaz kılın) diye bize bir ernir var. İşte bu emir, namazın farziyyetine delildir. Bu babdaki nazm-ı celilin ahvâl ve avârızını tetkik bizi bir matlûb-ı haberiye îsal eder ki, o da hükm-i farziyyetidir. Tafsiliyyesinden) zira buradaki edilleden maksad edille-i tafsiliyyedir, edille-i icmâliyye değildir. Edille-i tafsiliyye demek, edille-i muayyene ve müşahhasa demektir. Meselâ: (.......) emrinden, muayyen ve müşahhas olan bu delilden vücûb-ı salâtı, bu hükm-i şer'î-i fer'îyi istihrac ediyoruz. İte böyle bir delilden öyle bir hükm-i şer'i-i fer'îyi istihraca kendisiyle tevassul olunan kaideleri bildiren ilme de (Usûl-i fıkıh) diyoruz. * ** (İstinbata) deniliyor da (istihraca) denilmiyor. Çünkü asıl istinbat, kuyudan su çıkarmağa derler. Ahkâm-ı şer'iyyeyi edillesinden çıkarmak için de ta'mik-i ârâve efkâr lâzım olup bunun kolay bir şey olmadığına istihraç yerine istinbat kullanılması bir işarettir. (Kaide) lâfzının tarifine gelince: Cüz'iyyatı üzerine muntabık olan hükm-i kat'î'yi ifade eder neticesine vasıl oluruz. Zaten kaide insanı istinbat ve istihrac-ı ahkâma musil olup bu gibi kaideler ise ilm-i usûl-i fıkıhta da mezkûrdur. Usûl-i fıkhın Mevzûu: Bir ilmin diğer ulûmdan temayüzü mevzûâtiy-ledir. Usûl-i fıkhın Mevzûu ise edilledir. Fakat yalnız edille-i mücerrede değil, belki ahkâmı isbat haysiyetinden edilledir. Usûl-i fıkhın Mevzûu yalnız edille midir? Yoksa edille ve ahkâm mıdır? Yoksa "edille, ahkâmı müsbit olmak itibariyle edille midir? Bunlar da ihtilâf edilmiş. Molla Husrev'e göre Mevzûu ilim, hem edille, hem ahkâmdır. Çünkü usûl-i fıkıhda ahkâmdan da bahsolunuyor. Fakat müteehhirin söylediğimiz Mevzûu tercih etmişlerdir. Zaten usûlün ahkâmdan bahis olması, "Mevzûunun yalnı edille "olmasına münafi değildir. Mücerred edilledir, demiyoruz. Mevzûu ilim deüllerdir, amma ahkâm-ı şer'iyyeyi müsbit olan edilledir. Her ilmin Mevzûu, o ilimde kendisinin a'raz-ı zatiyesinden bahsolu-nan şeydir. Yani her ilmin Mevzûu o ilimde hangi şeyin a'raz-ı zatiyesinden bahsolunuyorsa o ilmin Mevzûu odur. Şu halde «usûl-i fıkhın Mevzûu edilledir» dediğimiz vakit bu âlemde nefs-i edilleden bahsetmeyip, belki edillenin a'raz-ı zatiyesinden, ahvâl-i arızasından bahsolunacak demektir. Çünkü nefs-i edille burada müsellemüssübût addolunur. Ondan başka bir ilimde bahsolunmuştur. Meselâ edille-i erbaa'dan olan kitab bir mu'cizedir ve müsellemüssü Buttur. Kur'ân hakkında ilm-i kelâmda, ilm-i alâtda birçok Mebâhis var. Fakat burada zat-i Kur'ân'dan bahsedilmeyip, ancak ona arız olan bir takım ahvâlden bahsolunacaktır. Nitekim ilm-i nahv'in Mevzûu kelime ile kelâm olduğu halde, asıl kelime ve kelâmdan bahsolunmayıp, belki kelime ve kelâma arız olan tebeddülat ve tegayyürattan, onların ahvalinden bahsolun-maktadır. Keza kâffe-i ulûm da böyledir. Meselâ ilm-i hisabın Mevzûu aded'dir. Fakat ilm-i hisapta zat-i adedden bahsolunmaz, belki a'dada arız olan bir takım ahvâl ve tebeddülat ve tegayyürattan bahsedilir. İlm-i hisaba göre zat-i aded müsellemüssübût addolunur. Hulâsa: İlm-i usûl-i fıkhın Mevzûu ahkâmı isbat haysiyetinden edilledir. Meselâ vücûb-ı salâtın delilidir. Fakat fıkhın Mevzûu, bu delilin zatı değildir. Belki ahkâm-ı şer'iyyeyi müsbit olmak haysiyetiyle bir delildir. Edille bir takım nikât-ı harfiyye ve nahviyye ve bediiyyeyi ve saireyi belki hendese nükte ve kaidelerini cem' edebilir. Fakat ilm-i usûl-i fıkhın Mevzûu, bu itibar ile edille değil, ahkâm-ı şer'iyyeyi müsbit olmak haysiyetinden edilledir. Keza nefs-i edilleden de bahsolunmayacak. O bizce müsellemüssübut-tur. Belki edillenin a'raz-ı zatiyesinden ahvâl-i arızasından bahsedilecektir ki, şu halde a'râz-ı zatiye nedir? Ne demektir? Neye mukabildir? Bunları bilmekliğimiz lâzım gelir. *** A'raz (araz) in cemidir. Lûgaten araz, bir şeye lâhik olan bir hal ve sıfat'tan ibarettir. Lâkin ıstılâhı-ı ulûmda araz, bir şeyden hariç olan ve fakat o şeye mahmul olan şeye derler. Burada «za'tîye kaydı da a'raz-ı garibeden ihtiraz içindir. Zira hiçbir ilimde a'raz-ı garibe Mevzûubahs olamaz. Daha güzel ta'rif etmek için deriz ki,: Bir şeyin zatı yani aynı mahiyeti hasebiyle (1) zat veya mahiyetinden bir cüz-i müsavi sebebiyle (2) veyahut mahiyetinden hariç ve fakat sıdıkda (3) veyahut vücud ve ta-hakkukta kendine müsavi (4) bir emir cihetiyle o şeye lâhik olan ahvâl o şeyin a'raz-ı zatiyesidir. Şu halde a'raz-ı zatiye için dört kısım hasıl olur: (1) insanda «tekellüm» a'raz-ı zatiyyedendir. Zira insana tekellüm, mahiyyeti insaniyyeyi teşkil ve terkib eyleyen hayvaniyet ve natıkiyyet sebebiyle arız olmuştur. Tâbir-i diğerle tekellümde şu iki cüz'den her birinin dahl-ü tesiri vardır. Demek ki, tekellüm insana zat ve mahiyet olan hayvanat ve nutuktan dolayı arız olduğundan a'raz-ı zatiyedendir. (2) İnsanın umûr-u garibeyi idrak etmesi a'raz-ı zatiyedendir. Fakat umûr-u garibeyi idrak insan mahiyetinden bir cüz' olan (hayvaniyet) sebebiyle değil, belki ( natıkiyet) cüz-i müsavisi hasebiyle insana arız velâhik olmuştur. (3) Dıhk de insanın avârız-ı zatiyesindendir. Lâkin dıhkin insana lühuku, mahiyetini teşkil eden (hayvan) ve (natık) cüz-i müsavileri vesilesiyle olmayıp belki insanın sıdıkda haric-i müsavisi olan taaccüb eseri olarak ârız olmuştur. Vakıa taaccüb mahiyyet-i insaniyede dahil değildir. Fakat haricen (hayvan-ı müteaccib) mefhumu insan üzerine ve (insan) mefhumu hayvan-ı müteaccib üzerine sadıktır. Demek ki, (Taaccüb) mahiyet-i insaniyeden hariç ise de sıdıkta ona müsavidir. Yani insan tahakkuk eden yerde taaccüb ve taaccüb tahakkuk eden yerde insan tahakkukeder. Ve bunlar mefhumda yetdiğerine müsavidir. (4) Levn cismin a'raz-ı zatiyesindendir. Şöyle ki, levnin cisme luhu-ku sıdıkda cisme mübayin ve fakat vücudda kendine müsavi olan satıhsebebiyledir. Filhakika levn, evvelâ sathın vasfı ve satıh da cismin vasfıolmak cihetiyle levn doğrudan doğruya cisme arız olmayıp, belki satıh va-sıtasiyle arız oluyor. Satıh ile cisim ise yekdiğerine sıdıkda mübayındir. Zira, satıhta yalnız tûl ve arz bulunup, cisim ise eb'ad-ı selâseyi muhtevidir. Lâkin cismin tahakkuk ettiği mahalde satıh ve sathın tahakkukettiği mahalde de behemehal cisim bulunmakla satıh ve cisim vücud ve tahakkukda yekdiğerine müsavi olmuş ve levnin cisme uruzuna satıh vücud ve tahakkukta müsavisi bulunan vasıta olunca levn dahi cismin a'raz-ı zatiyesinden addolunmuştur. Bir şeyin cüz-ü eamını hayvandan cüz-i camdır veya haric-i eamını hayvandan eamdır veya haric-i ehassı insandan ahasdır veyahut emr-i mübayini sebebiyle ol şeye arız olan ahvâl, a'raz-ı garibeden ibarettir, insana arız olan meşi', hararet, zenginlik evvelki kısma. . Hararetin suya uruzu ise kısm-ı âhire misâldir. Yani bunlar mahiyetten hariç bir emir sebebiyle ânz oluyor. Meselâ harâretin hayvana uruzuna vasıta harekettir. Keza servetin insana uruzuna vasıta kisb ve ticarettir. Ya'ni uruzda vasıta olan şey ma'ruzdan ahasdır. Keza hararetin suya uruzu ateş sebebiyledir. Yalnız bu uruza vasıta olan su ile ateş beyninde mübayenet vardır. O halde hararetin suya uruzu da a'raz-ı garibesindendir. * ** Demek ki, ilm-i usûl-i fıkıhda dahi edillenin a'raz-ı zatiyesinden bahsolunacak. A'raz-ı garibesinden değil. Meselâ edilleden olan kitabdan bahsolunduğu vakit onun am, nâs, mûşterek, muevvel, nesih gibi edillenin ahvalinden bahsolunacak. Meselâ Namazın vücubu (.........) emrinden is- tidlâl edilecek, işte bu delil bir emirdir, o delilin ahvalinden bahsolunacak. Yoksa (......) if'âl babından emirdir, fi'l-i lâzım veya müteaddîmidir? İkamet şu mânaya gelir, maştan da budur. . . gibi edillenin a'raz-ı zatiyesinden olmayan Mebâhis mevzû-ı ilimden hariçtir. Velhasıl delilin a'raz-ı zatiyesinden yani edille için münasip ve mülayim olan avârızdan bahsolunacaktır ki, onlar da meselâ müşterek, müevvel, hakikat, mecaz gibi şeylerdir. Yoksa kadim olmak, hadis olmak gibi ahval-i garibe ile meşgul olmayız. Meselâ bir dülgerin nazarı tahtanın inceliğine, kalınlığına, yaşlılığına, kuruluğuna taallûk eder. Fakat o tahtanın daha birçok ahvali vardır. Meselâ tahta kimyaya, felsefeye de tatbik olunabilir. Fakat dülgerin bu gibi şeyleri düşünmeğe vakti ve ihtiyacı var mı? Ona lâzım olan şey tahtasının inceliği ve sairesidir. İşte edillenin bahsolunacak ahvali de dülgere nisbetle tahta hakkındaki ahval-i münasebesi gibidir. Yani ilm-i usûle çalışan adamlar delillerin ahvâl-i münasebesiyle uğraşır, tahsil edeceği şeye münasip ahvâl ile iştigal eder. Edillenin a'raz-ı zatiyesinden «bahs» olunacak diyoruz, burada bahs-den murad, haml-ü isbattır. (Yoksa lûgaten «bahs» teftiş ve tefehhus manasınadır) yani a'raz-ı zatiyeyi mevzû ilim üzerine hamletmektir. Tabir-i aharla mevzû-ı bahs olan bir meselede a'raz-ı zatiyeyi mahmul kılmak demektir. Meselâ: (Kitab hükm-i şer'iyi müsbittir) dediğimiz vakit şu kazıy-yede (kitab) mevzû'dur. A'raz-ı zatiyeden olan (müsbit) ise kazıyyemi-zin mahmulüdür. İsbatı, ayn-i delil olan kitab üzerine hami etmiş oluyoruz. Keza: (Emir vücubu ifade eder.) cümlesi de bir kazıyyedir. Mevzûu (emir) mahmulü de (vücûb ifade eder) keza: (Zeyd kâtib) dediğimizde (Zeyd) mevzû'dur. A'raz-ı zatiyeden olan (kâtib) ise mahmuldür. *** «Anlaşıldı ki, mesail-i usûliyeyi teşkil eden her bir kazıyyede mahmul, edillenin a'raz-ı zatiyesinden birisi olacaktır. Fakat bir ilimde işbu arazlardan bahs olunur demekten maksat nedir? A'raz-ı mezkûreden bahsetmek sekiz suretle olur: Meselenin mevzûda ya mevz-u ilmin ayn-i mutlakıdır, (delil-işer'î, hükm-i şer'î'yi isbat eder) kaziyyesinde olduğu gibi (mevzû') ; delil-i şer'î'dir, (mahmul) de «hükm-i şer'î'yi isbat eder» sözüdür. Yahut mevzû-ı mes'ele mevzû-ı ilmin ayn-ı mukayyedidir. Yanimevzû-ı mes'ele mevzû-ı ilmin aynı ise de araz zatı ile mukayyeddir (delil-i muayyen ve müevvel'zannı ifade eder) kaziyyesinde olduğu gibi kiburada mevzû' olan delil mevzû' ilmin aynı ise de (müevvel) kaydiyle mukayyeddir. «Zat-i edillenin a'raz-ı zatiyyesi üç kısımdır: Usûl-i fıkıhda mebhus-i'ânh olan avârız-ı zatiyedir ki, edillenin ahkâmı müsbit olmasıdır. Usûl-i fıkıhda doğrudan doğruya mebhus-i anh değil ise de isbatda dahli olan avârız-ı zatiyyedir: Delilin, Âmm, müşterek, haber-i vahid olması gibi. Usûl-i fıkıhda mebhus-i anh olmayıp isbatta dahi dahli olmayanavârız-ı zatiyedir, imkân, ademr hudus, besatet, terkib ve delilin cümle-iismiyye yahut fi'liyye olması ve edillenin müfredleri sülâsî veya rubaî olması veya mu'reb veya mebni olması gibi. Bu üçüncü kısım usûl-i fıkıhda mevzû-ı bahis değildir, isbatta ve sübûtta dahli olmayan avârız-ı zatiye dahi bu ilimden ve onun mesailinden hariçtir. Nitekim dülger isti'mâl edeceği ahşabın salâbet ve rehavetine, rikkat ve ğılzetine, i'vicac ve istikametine nazar eder. Lâkin onların mümkin ve hadis; mürekkep veya basit olduğunu asla nazan itibare almaz. » İşte tafsil ettiğimiz veçhile ilm-i usûlün Mevzûu olan edille-i şer'iyyeden ahkâm-ı şer'iyye istihraç ve istinbat olunur. Bunun tariki da bu ilmin mesailinden bir mes'eleyi (kübra) yapmaktır. Meselâ bir mes'ele-i fıkhiyye isbat edilecek oldukta şu vechle istidlal olunur: Dâva = şu hüküm sabittir. Buğra = zira bu hüküm şöyle bir hükümdür. Ve şu sıfatla mevsuf bir fiile mütealliktir. Ve bu fiil ise filân mükelleften sadır olmuştur. Ve bu hükmün sübutuna mâni hiçbir arıza yoktur ve onun sübutuna da şu vechle bir kıyas delâlet ediyor. Kübra = Sıfat-ı mezkûre ile mevsuf olup sübutuna şu vechle bir kıyas delâlet eden her bir hüküm sabittir. Meselâ namaz kılmak bir fiil-i mükellef değil midir? Bu fiil acaba nazar-ı şari'de nasıl bir fiildir? Müstahsen midir, değil midir? Bu fiili icra etmek etmemekten evlâ mıdır? Evlâ ise terki memnu' mudur, değil midir? Memnu' ise delil-i kat'î ile mi, zannî ile mi memnu'dur. . . İşte bu kadar ihtimalât var. Müctehid bu ihtimalâtı derpiş ederek delâil-i şer'iyye-yi teftişe ve tefehhûsa başlar, bunun hakkında bir emr-i şer'î bulunup bulunmadığına nazar eder, bakar ki, (.........) emri var; acaba bu emir lisan-ı seriatte nereye mevzû'dur? Şimdi de oraya atf-ı nazar eder, bakar ki, (karineden mutlak olan emirler vücûb ifade ediyor) , bu emir dahi müs-tehap veya mendup gibi karine ile mukayyed değil; o halde (bu emirle namaz vaciptir) der ve (namaz kılmak kılmamaktan evlâ ve terki mûcib-i ikab fiil mûcib-i memduhiyettir) neticesini çıkanr. Keza (öyle ise ne kadar me'mûrat-ı şer'iyye varsa hepsi vaciptir) hükmünü istihraç eder. Şimdi bu tetebbuattan şu kaziyye istihraç olundu ya, bu elde bir sermayedir. Artık (her me'mur şari-i vaciptir) sözü bir kaziyye olur. Namazın da, Haccın da vücubunu bununla isbat eder. Meselâ bu mes'eleyi şu yolda da isbat edebiliriz: Dâva = Namaz vaciptir. Suğra = (Niçin vaciptir?) Zira namaz me'mur-u şari'dir. Kübra = Her me'mur-u sari' vaciptir. Netice = Binâenaleyh namaz da vaciptir. İşte ahkâm-ı şer'iyyeyi edillesinden istihraç ve istinbatta tarik-ı istihraçları mesailden bir mes'eleyi bu vechle kübra yapmakladır ki, bu kıyas-ı iktirânî'dir. Eğer kıyas-ı istisnaî tarîkıyla isbat edilecek ise, o vakit bir mukaddeme-i şartiyye yaparlar, iki mukaddemenin de mecmuundan bir netice vücuda gelir ki, o da meselâ namazın ve Haccın vücubudur. Usûl-i Fıkhın GayesiYukarıda söylediğimiz veçhile ahkâmı marifet ve mûcibince amel üzerine ihraz-ı saadettir. (Gâyet) ile (faide) birdir. Her hikmet ve maslahat fiilin taraf ve nihâyetine terettüb ederse (gâyet) , eğer fiil üzerine te-rettüb ederse (faide) dir. Yani fiil üzerine terettüb edecek olan bir esere netice olmak itibariyle (faide) ve o fiilin gâyeti bulunmasına nazaran (gâyet) ve faili fiile sevk ve ikdama vesile olduğuna göre (garaz) ve fiile nisbeten (illet-i gaiye) denilip şu halde faide, gâyet, garaz ve illet-i gaiye zaten müttehid ve itibaren muhteliftirler. Demek ki, usûl-i fıkhın gâyeti, ahkâm-ı ilâhiyyeyi mümkün mertebe bilmek ve gâyet-ül gayesi de mûcibiyle amel ederek saadet-i diniyye ve dünyeviyyeye nail olmaktır. Meselâ dünyada muamelâta müteallik ef'âl ve harekâtının sıhhat ve fesadını, cevaz ve butlanını, nifaz ve adem-i nifazını bilerek icra eden adam hiçbir vakit muamelâtında duçar-ı hata olmaz. Uhrevi olan fevaidi ise fevk-i ma yetesavverdir. Çünkü bir kimsenin umûr-i diniyyenin mümkün mertebe hakikatine kesb-i ıttıla' ederek işlediği ibadatiyle taklid tarîkıyla ettiği muamelâtı beyninde fark-ı küllî vardır. |