2. TEVBE ALLAH’TAN AF DİLEMEK Âlimlere göre insan, yaptığı her günahdan dolayı tevbe etmelidir. İşlenen günah sadece Allah’a karşı olup kul hakkını ilgilendirmiyorsa, bundan tevbe etmenin üç şartı vardır: 1. O günahı terketmek. 2. Onu yaptığına pişman olmak. 3. Bir daha yapmamaya karar vermek. Şayet bu üç şarttan biri eksikse, tevbe edilmiş olmaz. İşlenen günah kul hakkını ilgilendiriyorsa, ondan tevbe etmenin dört şartı vardır: Üçü yukarıda sayılan şartlardır. Dördüncüsü de kul hakkından arınıp kurtulmaktır. Bu da şöyle olur: Şayet bu hak mal ve benzeri bir şeyse, onu sahibine geri verir. Eğer “zina etti” diye iftira atmak gibi bir suçdan dolayı ceza görmeyi gerektiriyorsa, hak sahibine kendisini cezalandırma yetkisi verir veya ondan kendini bağışlamasını ister. Eğer bu kul hakkı birini çekiştirme suçu ise, o kimseden af diler. İnsanın yaptığı her günahdan dolayı tevbe etmesi gerekir. Günahlarının bir kısmından tevbe ederse, Ehl-i sünnet’e göre, sadece o günahları hakkında tevbe etmiş sayılır; tevbe etmediği günahları devam eder. Kur’ân-ı Kerîm âyetleri, hadîs-i şerîfler ve İslâm âlimleri tevbe etmenin gerekli olduğunu göstermektedir. • “Hepiniz Allah’a tevbe edin, ey mü’minler! Belki böylece korktuğunuzdan kurtulur, umduğunuzu elde edebilirsiniz.” Nur sûresi (24), 31 • “Rabbinizden sizi bağışlamasını isteyiniz; sonra ona tevbe ediniz.” Hûd sûresi (11), 3 • “Ey iman edenler! Allah’a samimiyetle tevbe edin!” Tahrîm sûresi (66), 8 14. Ebû Hüreyre radıyallahü anh, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken işittiğini söylemiştir: “Vallahi ben günde yetmiş defadan fazla Allah’dan beni bağışlamasını diler, tevbe ederim.” Buhârî, Daavât 3. Ayrıca bk. Tirmizî, Tefsîru sûre (47) İbn Mâce, Edeb 57 15. Egarr İbn Yesâr el-Müzenî radıyallahü anh’den rivayet edildiğine göre Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Ey insanlar! Allah’a tevbe edip ondan af dileyiniz. Zira ben ona günde yüz defa tevbe ederim.” Müslim, Zikir 42. Ayrıca Ebû Dâvûd, Vitir 26; İbn Mâce, Edeb 57 16. Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in hizmetkârı olan Ebû Hamza Enes İbn Mâlik el-Ensârî radıyallahü anh’den rivayet edildiğine göre Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Kulunun tevbe etmesinden dolayı Allahü teâlâ’nın duyduğu memnuniyet, sizden birinin ıssız çölde kaybettiği devesini bulduğu zamanki sevincinden çok daha fazladır.” Buhârî, Daavât 4; Müslim, Tevbe 1, 7, 8 Müslim’in başka bir rivayeti şöyledir: “Herhangi birinizin tevbe etmesinden dolayı Allahü teâlâ’nın duyduğu hoşnutluk, ıssız çölde giderken üzerindeki yiyecek ve içeceğiyle birlikte devesini elinden kaçıran, arayıp taramaları sonuç vermeyince deveyi bulma ümidini büsbütün kaybederek bir ağacın gölgesine uzanıp yatan, derken yanına devesinin geldiğini görerek yularına yapışan ve aşırı derecede sevincinden ne söylediğini bilmeyerek: - Allahım! Sen benim kulumsun; ben de senin rabbinim, diyen kimsenin sevincinden çok daha fazladır.” Müslim, Tevbe 7. Ayrıca bk.Tirmizî, Kıyâmet 49, Daavât 99; İbn Mâce, Zühd 30 17. Ebû Mûsâ Abdullah İbn Kays el-Eş’arî radıyallahü anh’den rivayet edildiğine göre Nebiyy-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Allahü teâlâ gündüz günah işleyenin tevbesini kabul etmek için geceleyin elini açar. Geceleyin günah işleyenin tevbesini kabul etmek için de gündüzün elini açar. Güneş battığı yerden doğuncaya kadar bu böyle devam edip gider.” Müslim, Tevbe 31 18. Ebû Hüreyre radıyallahü anh’den rivayet edildiğine göre Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Güneş batıdan doğmadan önce kim tevbe ederse, Allah onun tevbesini kabul eder.” Müslim, Zikir 43 19. Ebû Abdurrahman Abdullah İbn Ömer İbn’l-Hattâb radıyallahü anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Bir kul can çekişmeye başlamadığı sürece, Allahü teâlâ onun tevbesini kabul eder.” Tirmizî, Daavât 98. Ayrıca bk. İbn Mâce, Zühd 30 20. Zirr İbn Hubeyş şöyle dedi; Mestler üzerine nasıl mesh edileceğini sormak üzere Safvân İbn Assâl radıyallahü anh’ın yanına gitmiştim. Bana: - Zirr! Niçin geldin? diye sordu. Ben de: - İlim öğrenmek için, deyince şunları söyledi: - Melekler, ilim öğrenenlerden hoşlandıkları için onlara kanat gererler. Ben de: - Büyük ve küçük abdestten sonra mestler üzerine nasıl mesh edileceği kafamı kurcaladı. Sen de Hazret-i Peygamber’in ashâbından olduğun için, onun bu konuda bir şey söylediğini duydun mu diye sormaya geldim, dedim. Safvân: - Evet, duydum. Resûl-i Ekrem seferde bulunduğumuz zaman mestleri üç gün üç gece çıkarmamayı, büyük ve küçük abdest bozduktan, uyuduktan sonra bile mestlere meshetmeyi, ancak cünüp olunca mestleri çıkarmayı emrederdi, dedi. - Onun sevgiye dair bir şey söylediğini duydun mu? diye sordum. - Evet, duydum. Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem ile bir sefere çıkmıştık. Biz onun yanındayken bir bedevî kaba sesiyle: - Muhammed! diye bağırdı. Hazret-i Peygamber de onun sesine yakın bir sesle: - “Gel bakalım”, dedi. Bedevîye dönerek: - Yazıklar olsun sana! Hazret-i Peygamber’in huzurunda bulunuyorsun. Kıs sesini! Yüksek sesle bağırmanı Allah yasakladı, dedim. Bedevî: - Vallahi sesimi kısmam, dedi ve Resûl-i Ekrem’e: Birilerini seven, ama onlarla beraber olacak kadar iyiliği bulunmayan kimse hakkında ne dersin? diye sordu. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: - “Bir kimse, kıyamet gününde, sevdikleriyle beraberdir.” Safvân İbn Assâl sözüne devamla dedi ki: - Hazret-i Peygamber bu konuda uzun uzun konuştu. Hatta bir ara batı taraflarında bulunan bir kapıdan bahsetti. “Kapı yaya yürüyüşüyle kırk yıl veya yetmiş yıl (yahut râvinin hatırladığına göre süvari gidişiyle kırk veya yetmiş yıl) genişliğindedir”, buyurdu. Şamlı muhaddislerden Süfyân İbn Uyeyne şöyle dedi: - Allah gökleri ve yeri yarattığı gün, bu kapıyı tevbe için açık olarak yaratmıştır. Güneş battığı yerden doğuncaya kadar o kapı kapanmayacaktır. Tirmizî, Daavât 98. Ayrıca bk. Tirmizî, Tahâret, 71; Nesâî, Tahâret 97, 113; İbn Mâce, Fiten 32 21. Ebû Saîd Sa`d İbn Mâlik İbn Sinân el-Hudrî radıyallahü anh’den rivayet edildiğine göre Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Vaktiyle doksan dokuz kişiyi öldürmüş bir adam vardı. Bu zât yeryüzünde en büyük âlimin kim olduğunu soruşturdu. Ona bir râhibi gösterdiler. Bu adam râhibe giderek: - Doksan dokuz adam öldürdüm. Tevbe etsem kabul olur mu? diye sordu. Râhip: - Hayır, kabul olmaz, deyince onu da öldürdü. Böylece öldürdüğü adamların sayısını yüz’e tamamladı. Sonra yine yeryüzünde en büyük âlimin kim olduğunu soruşturdu. Ona bir âlimi tavsiye ettiler. Onun yanına giderek: - Yüz kişiyi öldürdüğünü söyledi; tevbesinin kabul olup olmayacağını sordu. Âlim: - Elbette kabul olur. İnsanla tevbe arasına kim girebilir ki! Sen falan yere git. Orada Allahü teâlâ’ya ibadet eden insanlar var. Sen de onlarla birlikte Allah’a ibadet et. Sakın memleketine dönme. Zira orası fena bir yerdir, dedi. Adam, denilen yere gitmek üzere yola çıktı. Yarı yola varınca eceli yetti. Rahmet melekleriyle azap melekleri o adamı kimin alıp götüreceği konusunda tartışmaya başladılar. Rahmet melekleri: - O adam tevbe ederek ve kalbiyle Allah’a yönelerek yola düştü, dediler. Azap melekleri ise: - O adam hayatında hiç iyilik yapmadı ki, dediler. Bu sırada insan kılığına girmiş bir melek çıkageldi. Melekler onu aralarında hakem tayin ettiler. Hakem olan melek: - Geldiği yerle gittiği yeri ölçün. Hangisine daha yakınsa, adam o tarafa aittir, dedi. Melekler iki mesâfeyi de ölçtüler. Gitmek istediği yerin daha yakın olduğunu gördüler. Bunun üzerine onu rahmet melekleri alıp götürdü. Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Tevbe 46, 47, 48 Sahîh(-i Müslim)deki bir başka rivayete göre: “O kimse iyi insanların yaşadığı köye bir karış daha yakın olduğundan oralı sayıldı.” Sahîh(-i Müslim)deki bir diğer rivayete göre: “Allahü teâlâ öteki köye uzaklaşmasını, beriki köye yaklaşmasını, meleklere de iki mesâfenin arasını ölçmelerini emretti. Adamın beriki köye bir karış daha yakın olduğu görüldü. Bunun üzerine affedildi.” Bir başka rivayette ise: “Adam göğsünün üzerinde öteki köye doğru ilerledi” denilmektedir. 22. Kâ’b İbn Mâlik radıyallahü anh gözlerini kaybettiği zaman onu elinden tutup götürme görevini üstlenen oğlu Abdullah’dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte Tebük Gazvesi’ne katılmadığına dair mâcerasını Kâ`b İbn Mâlik radıyallahü anh’den şöyle anlatırken duydum: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in gittiği gazâlardan sadece Tebük Gazvesi’ne katılmamıştım. Gerçi Bedir Gazvesi’nde de bulunamamıştım. Zaten Bedir’e katılmadıkları için hiç kimse azarlanmamıştı. O vakit Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem ile müslümanlar (savaşmak için değil) Kureyş kervanını takibetmek için yola çıkmışlardı. Nihayet Allahü teâlâ müslümanlarla düşmanlarını, aralarında verilmiş herhangi bir karar olmadığı halde bir araya getiriverdi. Halbuki ben Akabe bîatının yapıldığı gece, İslâm’a yardım etmek üzere söz verirken Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanındaydım. Her ne kadar Bedir Gazvesi halk arasında Akabe gecesinden daha meşhursa da, ben Bedir’de bulunmayı Akabe’de bulunmaktan daha üstün görmem. Tebük Gazvesi’ne Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte gitmeyişim şöyle oldu: Ben katılmadığım bu gazve sırasındaki kadar hiçbir zaman kuvvetli ve zengin olamamıştım. Vallahi Tebük Gazvesi’nden önce iki deveyi bir araya getirememiştim. Bu gazvede iki tane binek devesine sahip olmuştum. Bir de Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem bir gazveye hazırlandığı zaman asıl hedefi söylemez, bir başka yere gittiği sanılırdı. Fakat bu gazve sıcak bir mevsimde uzak bir yere yapılacağı ve kalabalık bir düşmanla karşı karşıya gelineceği için Resûl-i Ekrem durumu açıkladı. Savaşın özelliğine göre hazırlanabilmeleri için müslümanlara nereye gideceklerini söyledi. Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem ile beraber sefere gidecek müslümanların sayısı çok fazlaydı. Adlarını bir deftere yazmak mümkün değildi. Kâ’b sözüne şöyle devam etti: Savaşa gitmemek için gözden kaybolunduğu takdirde, hakkında bir âyet nâzil olmadıkça, işin gizli kalacağı zannedilebilirdi. Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem bu gazveyi meyvaların olgunlaştığı, gölgelerin arandığı sıcak bir mevsimde yapmıştı. Ben de bunlara pek düşkündüm. Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem ile müslümanlar savaş hazırlığına başladılar. Ben de onlarla birlikte savaşa hazırlanmak için çıkıyor, fakat hiçbir şey yapmadan geri dönüyordum. Kendi kendime de “Canım, ne zaman olsa hazırlanırım” diyordum. Günler böyle geçti. Herkes işini ciddi tuttu ve bir sabah Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte müslümanlar erkenden yola çıktılar. Ben ise hâlâ hazırlanmamıştım. Yine sabah evden çıktım, hiçbir şey yapamadan geri döndüm. Hep aynı şekilde davranıyordum. Savaş henüz başlamamıştı, ama mücâhidler hayli yol almışlardı. Yola çıkıp onlara yetişeyim dedim, keşke öyle yapsaymışım; bunu da başaramadım. Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem savaşa gittikten sonra insanların arasına çıktığımda beni en çok üzen şey, savaşa gitmeyip geride kalanların ya münafık diye bilinenler veya âciz oldukları için savaşa katılamayan kimseler olmasıydı. Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem Tebük’e varıncaya kadar adımı hiç anmamış. Tebük’te ashâbın arasında otururken: - “Kâ’b İbn Mâlik ne yaptı?” diye sormuş. Bunun üzerine Benî Selime’den bir adam: - Yâ Resûlallah! Elbiselerine ve sağına soluna bakıp gururlanması onu Medine’de alıkoydu, demiş. Bunun üzerine Muâz İbn Cebel ona: - Ne fena konuştun! demiş. Sonra da Peygamber aleyhisselâm’a dönerek, yâ Resûlallah! Biz onun hakkında hep iyi şeyler biliyoruz, demiş. Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem hiçbir şey söylememiş. O sırada çok uzaklarda beyazlar giymiş bir adamın gelmekte olduğunu görmüş: - “Bu Ebû Hayseme olaydı” demiş. Bir de bakmışlar ki, gelen adam Ebû Hayseme el-Ensârî değil mi! Ebû Hayseme, (bir savaş hazırlığı sırasında) bir ölçek hurma verdiği için münafıklara alay konusu olan zâttır. Kâ’b sözüne şöyle devam etti: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in Tebük’ten Medine’ye hareket ettiğini öğrendiğim zaman beni bir üzüntü aldı. Söyleyeceğim yalanı düşünmeye başladım. Kendi kendime “Yarın onun öfkesinden nasıl kurtulacağım?” dedim. Yakınlarımdan görüşlerine değer verdiğim kimselerden akıl almaya başladım. Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in gelmek üzere olduğunu söyledikleri zaman, kafamdaki saçma düşünceler dağılıp gitti. Onun elinden hiçbir şekilde kurtulamayacağımı anladım. Herşeyi dosdoğru söylemeye karar verdim. Peygamber aleyhisselâm sabahleyin Medine’ye geldi. Seferden dönerken önce Mescid-i Nebevî’ye gelerek iki rek’at namaz kılar, sonra halkın arasına gelip otururdu. Yine öyle yaptı. Bu sırada savaşa katılmayanlar huzuruna geldiler; neden savaşa gidemediklerini yemin ederek anlatmaya başladılar. Bunlar seksenden fazla kimseydi. Hazret-i Peygamber onların ileri sürdüğü mâzeretleri kabul etti; kendilerinden bîat aldı; Allahü teâlâ’dan bağışlanmalarını niyâz etti ve iç yüzlerini O’na bıraktı. Sonunda ben geldim. Selâm verdiğim zaman dargın dargın gülümsedi; sonra: - “Gel!”, dedi. Ben de yürüyerek yanına geldim ve önüne oturdum. Bana: - “Niçin savaşa katılmadın? Binek hayvanı satın almamış mıydın?” diye sordu. Ben de: - Yâ Resûlallah! Allah’a yemin ederim ki, senden başka birinin yanında bulunsaydım, ileri süreceğim mâzeretlerle onun öfkesinden kurtulabilirdim. Çünkü insanlara fikrimi kabul ettirmeyi iyi beceririm. Fakat yine yemin ederim ki, bugün sana yalan söyleyerek gönlünü kazansam bile, yarın Cenâb-ı Hak işin doğrusunu sana bidirecek ve sen bana güceneceksin. Şayet doğrusunu söylersem, bana kızacaksın. Ama ben doğru söyleyerek Allah’dan hayırlı sonuç bekliyorum. Vallahi savaşa gitmemek için hiçbir özürüm yoktu. Hiçbir zaman da gazâdan geri kaldığım sıradaki kadar kuvvetli ve zengin olamamıştım, dedim. Kâ’b sözüne devamla dedi ki: Bunun üzerine Hazret-i Peygamber: - “İşte bu doğru söyledi. Haydi kalk, senin hakkında Allahü teâlâ hüküm verene kadar bekle!” buyurdu. Ben kalkınca Benî Selime’den bazıları yanıma takılarak: - Vallahi senin daha önce bir suç işlediğini bilmiyoruz. Savaşa katılmayanların ileri sürdükleri gibi bir mâzeret söyleyemedin. Halbuki günahlarının bağışlanması için Peygamber aleyhisselâm’ın istiğfâr etmesi yeterdi, dediler. Kâ’b sözüne şöyle devam etti: Beni o kadar çok ayıpladılar ki, tekrar Resûlüllah’ın yanına dönüp biraz önceki sözlerimin yalan olduğunu söylemeyi bile düşündüm. Sonra onlara: - Bana verilen cezaya çarptırılan bir başka kimse var mı? diye sordum. - Evet. Seninle beraber bu cezaya uğrayan iki kişi daha var, dediler. Onlar da senin gibi konuştular ve senin aldığın cevabı aldılar. - O iki kişi kim? diye sordum. - Biri Mürâre İbn Rebî` el-Amrî, diğeri de Hilâl İbn Ümeyye el-Vâkıfî diyerek, herbiri Bedir Gazvesi’ne katılmış olan iki mükemmel örnek şahsiyetin adını verdiler. Bunun üzerine ben geri dönme düşüncesinden vazgeçerek yoluma devam ettim. Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem savaşa katılmayanlardan sadece üçümüzle konuşulmasını yasakladı. İnsanlar bizimle konuşmaktan kaçındılar veya bize karşı tavırlarını değiştirdiler. Hatta bana göre yer yüzü bile değişti. Sanki burası benim memleketim değildi. Elli gün böyle geçti. İki arkadaşım boyunlarını büktüler; ağlayarak evlerinde oturdular. Ben ise onlardan daha genç ve dayanıklı idim. Dışarı çıkarak cemaatle namaz kılar, çarşılarda dolaşırdım. Fakat kimse benimle konuşmazdı. Namaz bittikten sonra Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem yerinde otururken yanına gelir, kendisine selâm verirdim. Kendi kendime “Acaba selâmımı alırken dudaklarını kıpırdattı mı kıpırdatmadı mı” diye sorardım. Sonra ona yakın bir yerde namaz kılar ve farkettirmeden kendisine bakardım. Ben namaza dalınca bana doğru döner, kendisine baktığım zaman da yüzünü çeviriverirdi. Müslümanların bana karşı olan sert tutumları uzun süre devam edince, amcamın oğlu ve en çok sevdiğim insan Ebû Katâde’nin bahçesine gidip duvardan içeri atladım ve selâm verdim. Vallâhi selâmımı almadı. Ona: - Ebû Katâde! Allah adına and vererek soruyorum. Benim Allah’ı ve Resûlüllah’ı ne kadar sevdiğimi biliyor musun? diye sordum. Hiç cevap vermedi. Ona and vererek bir daha sordum. Yine cevap vermedi. Bir daha yemin verince: - Allah ve Resûlü daha iyi bilir, dedi. Bunun üzerine gözlerimden yaşlar boşandı. Geri dönüp duvardan atladım. Birgün Medine çarşısında dolaşıyordum. Medine’ye yiyecek satmak üzere gelen Şamlı bir çiftçi: - Kâ’b İbn Mâlik’i bana kim gösterir? diye sordu. Halk da beni gösterdi. Adam yanıma gelerek Gassân Meliki’nden getirdiği bir mektup verdi. Ben okuma yazma bilirdim. Mektubu açıp okudum. Selâmdan sonra şöyle diyordu: - Duyduğumuza göre Efendiniz seni üzüyormuş. Allah seni değerinin bilinmediği ve hakkının çiğnendiği bir yerde yaşayasın diye yaratmamıştır. Hemen yanımıza gel, sana izzet ikrâm edelim. Mektubu okuyunca, bu da bir başka belâ, dedim. Hemen onu ateşe atıp yaktım. Nihayet elli gün’den kırk’ı geçmiş, fakat vahiy gelmemişti. Birgün Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in gönderdiği bir şahıs çıkageldi. - Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem sana eşinden ayrı oturmanı emrediyor, dedi. - Onu boşayacak mıyım, yoksa ne yapacağım? diye sordum. - Hayır, ondan ayrı duracak, kendisine yanaşmayacaksın, dedi. Hazret-i Peygamber diğer iki arkadaşıma da aynı emri gönderdi. Bunun üzerine karıma: - Allahü teâlâ bu mesele hakkında hüküm verene kadar ailenin yanına git ve onların yanında kal, dedim. Hilâl İbn Ümeyye’nin karısı Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e giderek: - Yâ Resûlallah! Hilâl İbn Ümeyye çok yaşlı bir adamdır. Kendisine bakacak hizmetçisi de yoktur. Ona hizmet etmemde bir sakınca görür müsün? diye sormuş. Hazret-i Peygamber de: - Hayır görmem. Ama katiyen sana yaklaşmasın, buyurmuş. Kadın da şöyle demiş: - Vallahi onun kımıldayacak hâli yok. Allah’a yemin ederim ki, başına bu iş geleliberi durmadan ağlıyor. Kâ`b sözüne şöyle devam etti: - Yakınlarımdan biri bana: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’den eşinin sana hizmet etmesi için izin istesen olmaz mı! Baksana Hilâl İbn Ümeyye’ye bakması için karısına izin verdi, dedi. Ben de ona: Hayır, bu konuda Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’den izin isteyemem. Üstelik ben genç bir adamım. İzin istesem bile Peygamber aleyhisselâm’ın bana ne diyeceğini bilemem, dedim. Bu vaziyette on gün daha durdum. Bizimle konuşulması yasaklandığından bu yana tam elli gün geçmişti. Ellinci gecenin sabahında, evlerimizden birinin damında sabah namazını kıldım. Allahü teâlâ’nın (Kur’ân-ı Kerîm’de bizden) bahsettiği üzere canım iyice sıkılmış, o geniş yeryüzü bana dar gelmiş bir vaziyette otururken, Sel Dağı’nın tepesindeki birinin var gücüyle: - “Kâ`b İbn Mâlik! Müjde!” diye bağırdığını duydum. Sıkıntılardan kurtulma gününün geldiğini anlayarak hemen secdeye kapandım. Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem sabah namazını kıldırınca, Allahü teâlâ’nın tevbelerimizi kabul ettiğini ilân etmiş. Bunun üzerine ahâlî bize müjde vermeye koşmuş. İki arkadaşıma da müjdeciler gitmiş. Bunlardan biri bana doğru at koşturmuş. Eslem kabilesinden bir diğer müjdeci koşup Sel Dağı’na tırmanmış, onun sesi atlıdan önce bana ulaşmış. Sesini duyduğum müjdeci yanıma gelip beni tebrik edince, sırtımdaki elbiseyi de çıkarıp müjdesine karşılık ona giydirdim. Vallahi o gün giyecek başka elbisem yoktu. Emanet bir elbise bulup hemen giydim. Peygamber aleyhisselâm’ı görmek üzere yola koyuldum. Beni grup grup karşılayan sahâbîler tevbemin kabul edilmesi sebebiyle tebrik ediyor ve “Allahü teâlâ’nın seni bağışlaması kutlu olsun” diyorlardı. Nihayet Mescid’e girdim. Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem ashâbın ortasında oturuyordu. Talha İbn Ubeydullah hemen ayağa kalktı, koşarak yanıma geldi, elimi sıktı ve beni tebrik etti. Vallahi muhâcirînden ondan başka kimse ayağa kalkmadı. Râvi der ki, Kâ’b, Talha’nın bu davranışını hiç unutmazdı. Kâ’b sözüne şöyle devam etti: Peygamber aleyhisselâm’a selâm verdiğimde yüzü sevinçten parıldayarak: - “Dünyaya geldiğinden beri yaşadığın bu en hayırlı gün kutlu olsun!” buyurdu. Ben de: - Yâ Resûlallah! Bu tebrik senin tarafından mıdır, yoksa Allah tarafından mı? diye sordum. - “Benim tarafımdan değil, Yüce Allah tarafından”, buyurdu. Sevindiği zaman Peygamber aleyhisselâm’ın yüzü parıldar, ay parçasına benzerdi. Biz de sevindiğini böyle anlardık. Resûl-i Ekrem’in önünde oturduğumda: - Yâ Resûlallah! Tevbemin kabul edilmesine şükran olarak bütün malımı Allah ve Resûlüllah uğrunda fakirlere dağıtmak istiyorum, dedim. Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem: - “Malının bir kısmını dağıtmayıp elinde tutman senin için daha hayırlı olur” buyurdu. Ben de: - Hayber fethinde hisseme düşen malı elimde bırakıyorum, dedikten sonra sözüme şöyle devam ettim. Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ beni doğru söylediğimden dolayı kurtardı. Tevbemin kabul edilmesi sebebiyle, artık yaşadığım sürece sadece doğru söz söyleyeceğim. Vallâhi bunu Peygamber aleyhisselâm’a söylediğim gündenberi doğru sözlü olmaktan dolayı Allahü teâlâ’nın hiç kimseyi benden daha güzel mükâfatlandırdığını bilmiyorum. Yemin ederim ki, Peygamber aleyhisselâm’a o sözleri söylediğim günden bu yana bilerek hiç yalan söylemedim. Kalan ömrümde de Cenâb-ı Hakk’ın beni yalan söylemekten koruyacağını umarım. Kâ’b sözüne devamla şöyle dedi: Bunun üzerine Allahü teâlâ şu âyet-i kerîmeleri indirdi: “Allah (savaşa gitmek istemeyenlere izin vermesi sebebiyle) Peygamberini bağışladığı gibi, bir kısmının kalbi kaymak üzere iken güçlük zamanında Peygamber’e uyan muhâcirlerle ensârın da tevbelerini kabul etti. Çünkü Allah onlara çok şefkatli, pek merhametlidir. “Hani şu tevbeleri (Allah’ın emri gelene kadar) geri bırakılan üç kişinin de tevbesini kabul etti. Bütün genişliğine rağmen yeryüzü onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini iyice sıkıştırmıştı. Nihayet Allah’dan başka sığınılacak kimse olmadığını anlamışlardı. Eski hâllerine dönmeleri için Allah onların tevbelerini kabul etti. Çünkü Allah tevbeleri kabul edici ve bağışlayıcıdır. “Ey imân edenler! Allah’ın azâbından korkun ve doğrularla beraber olun” [Tevbe sûresi (9), 117-119]. Kâ’b şöyle devam etti: Allah’a yemin ederim ki, beni İslâmiyet’le şereflendirdikten sonra Cenâb-ı Hakk’ın bana verdiği en büyük nimet, Peygamber aleyhisselâm’ın huzurunda doğruyu söylemek ve yalan söyleyip de helâk olmamaktır. Çünkü Allahü teâlâ şu yalan söyleyenler hakkında vahiy gönderdiği zaman, hiç kimseye söylemediği ağır sözleri söyledi ve şöyle buyurdu: “O savaştan kaçanların yanına döndüğünüz zaman, kendilerini hesaba çekmiyesiniz diye Allah adına yemin ederler. Onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar pistirler. Yaptıklarına ceza olmak üzere varacakları yer cehennemdir. Kendilerinden râzı olasınız diye size yemin de ederler. Siz onlardan râzı olsanız bile Allah fâsıklardan aslâ râzı olmaz” [Tevbe sûresi (9), 95-96]. Kâ’b sözüne şöyle devam etti: Biz üç arkadaşın bağışlanması, Peygamber aleyhisselâm’ın yeminlerini kabul edip kendilerinden bîat aldığı ve Cenâb-ı Hak’dan affedilmelerini dilediği kimselerin bağışlanmasından (elli gün) geri kalmıştı. Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem, hakkımızda Allahü teâlâ bir hüküm verene kadar bize yapacağı muameleyi tehir etmişti. Nihayet Allahü teâlâ -anlatıldığı üzere- hükmünü verdi. Allahü teâlâ’nın “tevbeleri geri kalan üç kişinin...” diye bahsettiği bu geri kalış, bizim savaştan geri kalmamız değildir; bu, Hazret-i Peygamber’e gelip yemin ederek mâzeretleri olduğunu söyleyenlerin özürlerini Peygamber aleyhisselâm’ın kabul etmesi, bize yapacağı muameleyi ise geriye bırakması olayıdır. Buhârî, Megâzî 79; Müslim, Tevbe 53. Ayrıca bk. Tirmizî, Tefsîru sûre (9) Diğer bir rivayet: “Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem Tebük Gazvesi’ne perşembe günü çıkmıştı. Sefere perşembe günü gitmeyi severdi” şeklindedir. Buhârî, Cihâd 103 Başka bir rivayette ise: “Seferden mutlaka gündüzün kuşluk vakti dönerdi. Dönünce de ilk iş olarak Mescid’e uğrar, iki rek’at namaz kılar, sonra orada otururdu” denilmektedir. Müslim, Müsâfirîn 74; Ebû Dâvûd, Cihad 166 23. Ebû Nüceyd İmrân İbn Husayn el-Huzâî radıyallahü anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Cüheyne kabilesinden zina ederek gebe kalmış bir kadın Peygamber aleyhisselâm’ın huzuruna geldi ve: - Yâ Resûlallah! Cezayı gerektiren bir suç işledim. Cezamı ver, dedi. Bunun üzerine Peygamber aleyhisselâm kadının velisini çağırttı. Ona: - “Bu kadına iyi davran! Doğum yapınca bana getir!” buyurdu. Adam Resûl-i Ekrem’in buyurduğu gibi yaparak kadını doğumdan sonra getirdi. Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem kadının üzerine elbisesinin iyice bağlanmasını emretti; sıkı sıkıya bağladılar. Sonra Peygamber aleyhisselâm’ın emri üzerine taşlanarak öldürüldü. Daha sonra Resûl-i Ekrem kadının cenaze namazını kıldı. Hazret-i Ömer: - Yâ Resûlallah! Zina etmiş bir kadının namazını mı kılıyorsun? diye sorunca Hazret-i Peygamber şunları söyledi: - “O kadın öyle bir tevbe etti ki, şayet onun tevbesi Medine halkından yetmiş kişiye taksim edilseydi, hepsine yeterdi. Sen Cenâb-ı Hakk’ın rızasını kazanmak için can vermekten daha üstün bir şey biliyor musun?” Müslim, Hudûd 24. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Hudûd 24; Nesâî, Cenâiz 64 24. İbn Abbas ve Enes İbn Mâlik radıyallahü anhüm’den rivayet edildiğine göre Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “İnsanoğlunun bir dere dolusu altını olsa, bir dere daha ister. Onun ağzını topraktan başka bir şey doldurmaz. Ama Allah, tevbe edenin tevbesini kabul eder.” Buhârî, Rikak 10; Müslim, Zekât 116-119. Ayrıca bk. Tirmizî, Zühd 27, Menâkıb 32, 64; İbn Mâce, Zühd 27 25. Ebû Hüreyre radıyallahü anh’den rivayet edildiğine göre Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Biri diğerini öldüren ve her ikisi de cennete giren iki kişiden Allahü teâlâ hoşnut olur. Bunlardan biri Allah yolunda savaş ederken diğeri tarafından öldürülür. Katil olan da daha sonra tevbe eder, müslüman olur, o da Allah yolunda savaşırken şehid düşer.” Buhârî, Cihâd 28; Müslim, İmâre 128, 129. Ayrıca bk. Nesâî, Cihâd 38; İbn Mâce, Mukaddime 13 |