Geri

   

 

 

İleri

 

64 – İ’CÂZU'L-KUR’ÂN

5282 Bazı ulema, bu konuda müstakil eser yazmıştır. Hattabi, Rummani, Zem-lekani, Fahruddin Razi, İbn-i Suraka, Kadı Ebubekr el-Bakıllani bunlardandır. İbn-i Arabi; bu sahada Bakillani'nin eserine benzer bir eser yazılmamıştır, der.

Mucize; meydan okuma mânasına gelen, muarazadan uzak, harikulade bir iştir. Hissi ve akli olmak üzere ikiye ayrılır. İsrailoğullarına gelen mucizelerin çoğu hissidir. İslam ümmetine gelen mucizelerin çoğu, üstün zekaları ve anla­yıştaki olgunluklarından dolayı, akli mucizelerdir. İslam dini kıyamete kadar baki kalacağından, her akıl sahibinin anlaması için, akli mucizelerle gelen bir dindir.

Buhârî'nin rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: Her nebiye, ümmetinin imanı derecesinde mucizeler verilir; bana verilen mucize, Allah'ın vahyidir. Diğer nebilerden daha çok inanana sahip olmayı dilerim.

Hadisin mânası şudur: Peygamberlerin mucizleri, risaletlerinin bitimiyle son bulur, bunlara ancak, o sırada yaşayanlar şahid olur. Kur’ân'ın mucizeleri ise, kıyamete kadar bakidir. Hârikulâdeliği; üslubunda, belâgatında, gaybi ha-berlerindedir. Asırlar geçtikçe, olacağını haber verdiği her şeyin meydana gel­mesi, verdiği haberlerin doğruluğunu gösterir.

Hadisin bir başka mânası da sudur: Geçmiş ümmetlere gelen mucizeler; Salih'in devesi, Musa'nın asası gibi gözle görülen hissi mucizlerdir. Kur’ân'ın mucizesi ise akılla idrak edilen mucizelerdir. Bu yüzden Kur’ân'a tabi olanların sayısı daha çoktur. Mucizeyi gözle gören, mucizenin bitmesiyle gördüğü muci­zeyi unutabilir. Mucizeyi akılla idrak edende ise, mucize unutulmadan kalır. Her gelen nesil, devamlı olarak bu mucizeyi yaşar.

1- Kur’ân'a Tehaddi Mümkün mü?

İbn-i Hacer, «Fethu'l-Bari» adlı Buhârî şerhinde şöyle der: Muci­zenin hissi ve akli olması şeklindeki iki kavlin birleştirilmesi mümkündür; neti­cede birbirine ters değildir, Allah'ın muciz bir Kitabı olan Kur’ân'a meydan okuma gayretlerine rağmen, hiçbir kimsenin karşı koyamayacağını, her akıl sahibi itti­faken kabul eder. Bunu; ***** «Eğer ortak koşanlardan biri eman dileyip yanına gelmek isterse, onu yanına al ki, Allah sözünü, işitsin;...» (Tevbe, 6.) âyeti teyid etmektedir. Müşriklerin Kur-an'ı dinlemeleri, aleyhlerinde bir hüccet olsaydı, Allahü teâlâ Kur’ân'ı dinleme­leri üzerinde durmazdı. Kur’ân'ın onlara karşı hüccet olması, mucize olduğunu gösterir. Bu sebeple Allahü teâlâ; ***** «Dediler ki: 'Ona Rabbinden âyetler indirilmeli değil miydi?' De ki: 'Âyetler (mucizeler) Allah'ın yanında­dır. Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım. Kendilerine okunan kitabı sana indir­memiz, onlara yetmedi mi?..'» (Ankebut, 50-51.) buyurmuştur.

Bu âyetler şu­nu bildirmektedir: Kur’ân, Resûlüllah'ın mucizelerinden biri, buna delalette ye­terli, diğer peygamberlerin mucizeleri yerine kaim bir Kitap'tır. Resûlüllah, Araplara vahiyle geldiği sırada, çok fasih dile ve hitaba sahip olduklarından, Kur' an'ın benzerini getirmek üzere kendilerine uzun bir zaman tanındı, fakat buna rağmen, bir benzerini getiremediler. Nitekim; ***** «Doğru iseler haydi onun gibi bir söz getirsinler.» (Tûr, 34.) âyeti buna delil­dir. Sonra, Kur’ân'ın benzerini getirmede aciz kalanlara;

***** «Yoksa 'Onu uydurdu mu' diyorlar ? De ki: 'Öyle ise siz de onun benzeri on sûre getirin; eğer doğru iseniz. Şayet size cevap veremezlerse bilin ki (o) Allah'ın bilgisiyle indirilmiştir.» (Hûd, 13.) âyetiyle on sûre getirmelerini ***** «Yoksa onu uydurdu mu diyorlar? De ki: 'Onun benzeri bir sûre getirin.» (Yûnus, 38.) âyetiyle de ben­zeri bir âyet getirilmesi istendi.

Daha sonra da ***** «Eğer kulu­muza indirdiğimizden şüphe içinde iseniz haydi onun gibi bir sûre getirin..» (Bakara, 23.) âyetiyle bu teklif gene tekrarlandı. Aralarında fesahat ve belâgat sahibi kimselerin çokluğuna rağmen, Kur’ân'ın bir sûresinin benzerini getirme de aciz kalınca, Allah Kur’ân'ın muciz olduğunu, *****

 «De ki: 'Andolsun, eğer insan ve cin şu Kur’ân'ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar, yine onun benzerini getiremezler; birbirlerine arka olup yardım etseler de.» (İsrâ, 88.) âyetiyle açıkça belirtti. İşte Kur’ân, işte düşmanlık besleyen fasihler... Onlar, Kur’ân'ın nurunu söndürmeğe ve gerçeklerini gizlemeye çalışan haris kimse­lerdi. Kendilerinden, Kur’ân'a karşı koyma gücünü bulsalardı, ellerine bir hüc­cet geçirmek üzere, çekinmeden yaparlardı. Halbuki hiçbirinden, bunu başarı-rım şeklinde bir ifade gelmemiştir. Aksine; bazen inada, bazen alaya başvur­muşlar, bazen bu sihir, bazen bir şiir, bazen de eskilerin efsanesidir, demekten öteye geçememişlerdir. Bütün bunlar, şaşkınlıktan ve ümitsizlikten başka bir şey değildir. Sonunda, kılıca boyun eğmeye, çoluk çocuğunun esir olmasına, mallarının ganimet olarak paylaşılmasına razı olmak mecburiyetinde kalmışlar­dır. Halbuki onlar, gururlu ve hamiyet göstermede aşırı idiler. Kur’ân'ın benzeri­ni getireceklerini anlasalardı, hemen yapmağa kalkarlardı. Çünkü bu, onlara daha kolay gelirdi.

Hâkim «Müstedrek»inde, bununla ilgili bir meseleyi İbn-i Abbâs'dan şöyle nakleder: Velid b. Mugire, bir gün Resûlüllah'a gelmişti; Resûlüllah ona, Kur’ân'dan bazı âyetler okudu, kalbi yumuşar gibi oldu. Bu haber Ebû Cehl'e ulaşır ulaşmaz, hemen yanına giderek şöyle dedi: Amca, bak dinle! Muham-med'e gitmeyesin, dediklerini dinlemeyesin diye kavmin, aralarında para topla­yıp sana vermek isterler, ne dersin? Bunun üzerine Velid: Kureyş halkı iyi bilir ki ben, hepsinden zenginim, şeklinde cevap verdi. Ebû Cehil: Muhammed hakkın­da hiç değilse bir şey söyle ki, kavmin bunu duyunca O'nu sevmediğini anla­sınlar, dedi. Mugire de: Ne diyebilirim? Vallahi içinizde benden daha iyi şiiri, re-cezi, kasideyi ve cin kelamını bileniniz yoktur. Yemin ederim ki Muhammed'in söyledikleri, asla bunlara benzemiyor. Sözlerinde ayrı bir tatlılık, ayrı bir ber­raklık var. Onun sözü, sözlerin en güzeli, en şifalısıdır. Onun üstünde başka bir söz olamaz. Her söz, onun yanında sönük kalır, şeklinde cevap verince Ebû Cehil: Öyle zannediyorum ki aleyhinde bir söz söylemedikçe, kavmin senden memmun olmayacaktır, dedi. Bunun üzerine Mugire: Beni yalnız bırak, biraz düşüneyim, deyip mühlet istedi. Düşündükten sonra da: Kur’ân, insanı tesir al­tında bırakan, ardından sürükleyen bir sihirdir, diyerek Ebû Cehil ve benzerleri­nin düşüncelerine boyun eğdi.

Cahiz şöyle der: Allah, Muhammedi Arapların şiirde, hitabette, lügatte ve hatta sayıca çok oldukları bir sırada gönderdi. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) onların âlimini, cahilini, bir takım delillerle tevhide ve risaletini tasdike davet etti. Resûlüllah, İslâm'ı kabul etmemelerindeki özrü kaldırdığı, şüphelerini izale ettiği hal­de, nefsani arzuları ve cahiliyet duygularını engelleyemediğinden, son çareyi savaşta buldu. Resûlüllah onlara, kendileri de Resûlüllah'a savaş ilan ettiler. Resûl-i zişan Kur’ân'dan deliller getirerek, bir yandan fakiri, zengini, amcaları, amca çocuklarıyla savaşırken, bir yandan da durmadan muarazaya davet etti, eğer kendisi yalancı ise, bir sûre veya benzeri bir âyet getirmelerini isterdi. Onlara meydan okuyuşu, acizliklerini yüzlerine vuruşu arttıkça, bütün gizli yön­leri ortaya çıktı. Bu durumda, ne hile, ne de bir hüccet bulabildiler, Resûlüllah'a şöyle demek zorunda kaldılar: Sen, geçmiş milletler hakkında daha çok bilgiye sahipsin. Senin imkanların bizde yoktur. Bu sözlerine karşılık Resûlüllah: Haydi, buna benzer uydurma sözler getirin, şeklinde mukabelede bulundu. Bunu ba­şarmadaki zorluktan dolayı, hiçbir hatip bir şey uyduramadı, hiçbir şairin böyle bir işi başarmak elinde olmadığından buna heveslenemedi. Şayet bu yükün al­tına girselerdi, yapamayacaklarını göreceklerdi. Birinin acizliği ortaya çıkınca, bir başkası daha iyisini yaparım ümidiyle, kendini üstün görüp âyetlerin ben­zerini getirmeğe çalışacak.. Güya bu duyguyla, benzerini getirebileceğine, Kur' an'ı nakzedeceğine inanacak.. Fakat, kendini akıllı zanneden bu kimse, aynı id­diada bulunan kimselerin pek çok kelime ve lügat bilmesi, her sahada isteğini kolaylıkla ifade etmesi, içlerinde şairlerin ve hicvedenlerin bulunması, hatiplerin ve şairlerin birbirini tenkid etme gücüne sahip olmasına rağmen, kavminin Kur' an'a karşı koymadaki aczini görecektir. Çünkü bir tek sûre veya birkaç sûre veya birkaç âyet, söyledikleri her sözü nakzedecek, iddialarını çürütecek, kendilerini yalancı çıkaracak, bu yüzden aralarında büyük bir tefrika başlaya­cak, yurtlarından uzaklaşmağa kadar götürecek, malından mülkünden vazge-çirecektir. Onları bu hale düşüren, Kur’ân'ın yüce bir makam'dan geldiği, Ku-reyş dışından herkesin malumudur. Çünkü Araplar, düşünce ve akıl yapılarıyla birbirinden farklı seviyede idiler. Aralarında çok değerli kasideler, edebiyatın şahikası olan recezler söyleyen kısa, uzun veya veciz hitap şekillerine sahip olan secili sözler, nazım ve nesirde eserleri bulunanlar vardır. Cahil olanlarının aczi ortaya çıkmasına rağmen âlimleri, Kur’ân'a karşı koymağa devam ettiler. Acz içinde kalmaları, eksiklerini bilmelerine rağmen, Kur’ân'ın bu açık mucizesi karşısında hatada ısrar etmeleri imkânsızdır. Bunun sebebi, inatçı olmaları, aşı-rı şekilde övünmeleridir. Boş sözlerle oyalanmayı yegâne meşguliyetleri sa­yıp, buna şiddetle ihtiyaç duyarlardı. Bu alışkanlıkları, aslını kavrayamadıkları meselelerde, onları yanlış yollara sevketti. Göz göre göre, bu açık hatalarında nasıl devam ettiler? Dünyevî ve uhrevî menfaatler sağlayan yüce bir vahiy kar­şısında, yirmi üç sene boyunca hatada kalmalarına akıl erdirmek, imkânsızdır. Aynı şekilde vahyi anladıkları, muhtevasını kavrama imkanı buldukları halde, buna kulak tıkamaları da imkânsızdır.

2- Tehaddide Bulunma Şekli

Kur’ân'ın, Peygamberin gerçek bir mucizesi olduğu kesinleşince, îcâz yönünü dikkatle incelemek gerekir. Ulema bu konuya fazlaca eğilmiş, isabetli görüş ileri sürenler kadar, hataya düşenler de olmuştur. Bazı ulema; tehaddi, Allah'ın zati sıfatlarından Kelam-ı Kadim ile yapıldığından Araplar güçlerini aşan bir işe sürüklenmiş, aciz kaldıklarının ortaya çıktığı görüşündedirler. Bu görüş, doğru değildir. Çünkü, aslına vakıf olunamayan Kelam-ı Kadim ile tehaddi, ta­savvur edilemez. Bu konuda doğru olan, cumhurun şu görüşüdür: Tehaddi, Kelam-ı Kadim'in kendisiyle değil, bu kelama delalet eden lafızlarla yapılır.

3- Sarfe Mezhebinin Tehaddi Görüşü

Nazzam; Kur’ân'daki îcâzın sarfeye dayandığı görüşündedir. Yani; Allah Arapları Kur’ân'a karşı gelmekten alıkoymuş, akıllarını çelmiştir. Halbuki Kur’ân'ın mislini getirmek, onların kudreti dahilindeydi. Fakat harici bir engel, onları benzerini getirmekten alıkoymuştur. Bu bakımdan Kur’ân'ın, diğer mucizeler­den farkı yoktur.

***** «De ki: 'İnsanlar ve cinler bir araya gelseler..» (İsrâ, 88.) âyeti Nazzam'ın bu kavlini çürütmektedir. Zira bu âyet, kudretleri ol­duğu halde, aciz kalacaklarına delalet eder. Şayet Allah, kudretlerini ellerinden alsaydı, bir araya gelmeleri, ölülerin bir araya gelmesjne benzeyeceğinden, kendilerine hiçbir fayda sağlamayacaktı, çünkü ölülerin aczi, zikre değer bir a-cizlik olamaz. Îcâzın Kur’ân'a izafeti icmaen sabit olmasına rağmen, Kur’ân'ın Kitap olarak muciz olması, nasıl mümkün olur? Kitap olarak, Kur’ân'ın aciz bı­rakma vasfı yoktur. Esasen acze düşüren Kur’ân değil Allahü teâlâ'dır. Bu du­rumda Allah, Kur’ân'ın mislini getirmede kudreti ellerinden almak suretiyle biz­zat aciz bırakan Kudret durumundadır.

Aynı şekilde Nazzam'ın sarfe sözü, tehaddi zamanının ortadan kalkması ile îcâzın ortadan kalkması, Kur’ân'ın îcâzdan hali olmasını gerektirir ki bu da icma-ı ümmete ters düşer. Çünkü Resûlün en büyük mucizesi, baki olan muci­zedir. Kur’ân'dan başka O'nun baki olan bir mucizesi yoktur.

Kadı Ebubekr şöyle der: Sarfe iddiasını çürüten bir diğer delil de şudur: Şayet, Kur’ân'a muaraza imkanı olsa, bu imkan sarfe görüşünde olanlardan a-lınsaydı, Kur’ân muciz bir kelam olmaz, aksine muarazayı menetmekle acizliğe düşerdi. Böylece, diğer kelamlar karşısında fazileti kalmazdı. Bu şekilde bir görüş, sarfe dışındaki diğer görüşlerden daha garip değildir. Bunlara göre her­kes, Kur’ân'ın benzerini getirmeğe muktedirdir. Getiremeyişlerinin sebebi, Kur’ân'ın tertibini bilmemeleridir. Şayet bunu öğrenselerdi, muvaffak olurlardı. Nazzam'ın bu görüşü, diğerlerinden daha acaib değildir. Diğer görüş sahiplerine göre acizlik, Kur’ân'ın nüzûlü sırasında yaşayan kimselerde vardı. Fakat sonra­kiler, Kur’ân'ın mislini getirmeğe muktedirdirler. Bu gibi sözler, hiçbir değer ta­şımayan, boş sözlerdir.

4- Kur’ân'ın Îcâz Yönleri

Bir kısım ulema şöyle demiştir: Kur’ân'ın îcâzı, geleceğe ait gaybi haber­leri vermesinde görülür. Bunlar, Arapların bilemeyeceği haberlerdir.

Bazıları da şöyle der: Kur’ân'ın îcâzı, geçmiş peygamber ve milletlerin kıssalarını, bizzat görmüş ve yaşamış gibi hikaye eden haberlerdir.

Diğer Bazıları da şöyle der: Kur’ân'ın îcâzı, insanların kavli ve fiili, gizli bazı düşüncelerini bildiren haberlerdedir. ***** «Sizden bir grup, korkup bozulmağa yüz tut­muştu..» (Âl-i İmrân, 122.) ve ***** «..'Bu dediği­mizden dolayı Allah bize azab etse ya' diyorlar..» (Mücadele, 8.) âyetleri bu­na misaldir.

Kadı Ebubekr şöyle der: Kur’ân'ın îcâzı; nazmı, telifi ve tertibindedir. Kur'an'ın bu özelliği, Arap dilinde bilinen nazım şekillerinin hepsinden farklı, hita­betteki üsluplarından tamamen değişiktir. Bu sebeple Kur’ân'a karşı koymaları, mümkün olmamıştır. Bakillani bu sözlerine şunu da ilâve eder: Kur’ân'ın îcâzı, Arapların şiirde tesbit ettikleri bedii sanaatlarla bilinmez. Çünkü şiir, harikulade bir sanaat değildir. Bilakis öğrenme, alıştırma yapma ve sanat melekesi kazan­makla mümkündür. Bu meleke; şiir söylemek, hitabette düzgün konuşmak, yazı sanatına sahip olmak, belâgatı iyice bilmekle gelişir. Şiirin kendine hâs bir üs­lubu vardır. Kur’ân nazmının herşeyden üstün olması; örnek alacağı bir misal, uyacağı bir kitabın bulunmamasındadır. Benzerinin bulunması da, ittifaken doğ­ru değildir. Şuna inanıyoruz ki, Kur’ân'ın bazı âyetlerindeki îcâzı gayet açık, Bazılarında ise kapalıdır.

Fahruddin Razi şöyle der: Kur’ân'ın îcâzı; fesahatı, garip üslubu ve bütün kusurlardan uzak oluşundadır.

Zemlekani ise şöyle der: Kur’ân'ın îcâzı, diğer eserlerdekinden farklı ola­rak, kendine özgü telifindendir. Bu telif, müfred kelimelerin terkip ve veznindeki düzgünlüğü, mürekkeb kelimelerin mâna bakımından üstünlüğü, Kur’ân'da bulu­nan her edebi sanatın ulvi mertebesinde görülür.

İbn-i Atıyye şöyle der: Kur’ân'ın îcâzı konusunda cumhurun ve ileri gelen ulemanın sahih olan görüşü şudur: Kur’ân; nazmı, mâna zenginliği ve kelimele-rindeki fesahatın bir nizam içinde gelmesiyle mucizdir. Bu da, Allah'ın herşeyi ilmiyle kuşatması, her türlü kelamı ilmiyle bilmesinden ileri gelmektedir. Şu hal­de Kur’ân'daki her kelimenin tertibi, Allah'ın bir kelimeden sonra hangi kelime­nin uygun düşeceğini, cümledeki mânanın hangi mâna ile vuzuha kavuşacağını bilmesiyle gerçekleşmiştir. Kur’ân'ın tamamındaki tertib, bu şekildedir. Halbuki insan; cehalet, nisyan ve zühülle karşı karşıyadır. Şurası kesinlikle bilinmelidir ki kulun ilmi, herşeyi ihata edecek güçte değildir. Kur’ân'ın nazmı, fesahatının en üst seviyesindedir. Buna rağmen Araplar, Kur’ân'ın benzerini getirme gücü­ne sahiptir, fakat bundan alıkonmuştur, diyenlerin sözü batıl bir sözdür. Gerçek şu ki, kimse, Kur’ân'ın mislini getirme gücüne sahip değildir. Mesela bir kimse, belâgat yönü kuvvetli olan bir kasideyi veya bir yazıyı, bir sene boyunca dur­madan değiştirir, ilâvelerle düzeltir durur; fakat Allah'ın Kitab'ından bir kelime çıkarılsa, bundan daha güzelini bulmak üzere bütün lügatler karıştırılsa, yerini tutacak bir kelime bulmak imkânsızdır. Kur’ân'ın îcâzını pek çok âyette açıkça görürken bazı âyetlerde kapalı kaldığını görmekteyiz. Bu da, Kur’ân'ın nüzûlü sırasında yaşamış Arapların üstün lisan bilgisi ve anlayış kabiliyeti seviyesinde olmayışımızdandır. Hazret-i Musa'nın mucizesi sihirbazlara, Hazret-i İsa'nınki tabiblere bir hüccet olduğu gibi, muaraza ile tanınmış fasih bir Arap âlimine de Kur’ân aynı şekilde bir hüccettir. Allahü teâlâ Peygamberlerine verdiği mucizeleri, o peygam­berin devrinde herkesçe bilinen bir mevzuda, en üstünüyle vermiştir. Mesela Hazret-i Musa zamanında sihir, Hazret-i İsa zamanında tıp, Peygamber aleyhisselam zamanın­da da fesahat en üst noktasına ulaşmıştı.

Hazim, «Minhacu'l-Bulega» adlı eserinde şöyle der: Kur’ân'ın îcâzı; fesahat ve belâgat nevilerinin eksiksiz olarak bulunmasındandır. Araplar ve dillerini konuşanlardan hiçbiri, böyle bir îcâzda bulunamaz. Onların fesahat ve belâgatı, konuştukları ve yazdıklarının çok az bir kısmında görülür. İnsani zayıflıklar araya girdiğinden, sözlerindeki güzellik ve revnak kaybolur, ifadenin tamamında fesahat sağlanamaz.

Merakeşi, «Şerhu'l-Misbah» adlı eserinde şöyle der: Kur’ân'ın îcâzı, ilm-i beyanı iyi bilmekle anlaşılır. Nitekim Bazı ulema ilm-i beyan'ı; mâna vermede hatadan, karışıklıktan sakınmaktır, şeklinde tarif etmiştir. Bu ilim yardımıyla, kelimelerin cümle içindeki yerlerini dikkate almak suretiyle, ifadenin güzelliği anlaşılır.

Kur’ân'ın îcâz yönü, kelimelerinde aranmalıdır. Yoksa, nüzûlünden önce her kelime muciz olurdu.

İrabında da aranmalıdır. Yoksa iraba uy­gun olan her kelam muciz olurdu.

Ayrıca üslubunda da aranmalıdır. Yoksa, şiir üslubu ile başlayan her söz muciz olurdu. Halbuki üslub, herkese göre deği­şen bir yoldur. Şayet Kur’ân şiir üslubunda olsaydı, Müseyleme'nin hezeyanları da muciz olurdu.

Îcâz, şiirin dışında çeşitli üsluplarla yapılır. ***** «Ondan umudu kesince aralarında konuşmak üzere (bir kenara) çekil­diler..» (Yûsuf, 80.), ***** «O halde sen emrolunduğun şeyi açıkça söyle..» (Hicr, 94.) âyetleri buna misaldir.

Kur’ân'ın îcâzı, O'na karşı koymaktan uzak tutulmalarında da değildir. Çünkü kendilerini hayrette bırakan, fesahat yö­nüydü. Müseyleme, İbnu'l-Mukaffa, Maarri ve benzerleri, birbirlerine destek ol­dukları halde, kulağı tırmalayan, nefret ettiren, Kur’ân'ın terkibi karşısında gü­lünç duruma düşen sözlerden başka bir şey meydana getiremediler. Kur’ân bu terkibiyle, belâgat erbabını acze düşürmüş, fusehayı da dilsiz hâle getirmiştir.

Bütün bunlar, Kur’ân'ın îcâzına delalet eden icmali delillerdir. Kendi dilleri olduğu halde Araplar, Kur’ân'ın benzerini getirmede aciz kaldıklarına göre, baş­kalarının aciz kalması çok tabiidir.

Tafsili delillerin en önemlisi, terkibindeki özellikleri düşünmek, sonra da Kur’ân'ın, ilmiyle herşeyi kuşatan Allah tarafından indirildiğini bilmektir.

lsfehani, Tefsirinde şöyle der: Kur’ân îcâzı, iki yöndedir.

Birincisi; Allah kelamı olarak Kur’ân'ın bizzat kendisi,

Diğeri de; insanların benzerini getirmede âciz bırakmasıdır.

Kur’ân'ın bizzat kendisindeki îcâzı; fesahatı, belâgatı veya mânasındadır.

Fesahatı ve belâgatında olan îcâzı, lâfzı ve mânasına bağlı bir îcâz değildir. Çünkü ***** «Arapça bir Kur’ân olarak..» (Yûsuf, 2.), ***** «Ap­açık Arapça bir dille..» (Şuarâ, 195.) âyetlerinde görüldüğü gibi kelimeler, Arapların kullandığı kelimelerdir.

Ayrıca kelimelerin taşıdığı mânalarda da değil­dir. Çünkü bunların pek çoğu ***** «O(nun zikri) evvelkilerin Ki­taplarında da vardır.» (Şuarâ, 196.) âyetinde ifade buyrulduğu gibi, önceki, se­mavi kitaplarda da mevcuttu.

Kur’ân'daki ilahi bilgiler, mebde ve mead ile, gay­bi haberlerden de değildir.

Kur’ân'ın îcâzı, Kur’ân olma yönüyle, Kur’ân'a da bağlı değildir.

Bilakis bütün bunların, önceden bilinen ve öğretilen bilgiler dı­şında husule gelmiş olmasıdır. Gaybden haber vermek; ister Kur’ân nazmıyla, ister başkasıyla, ister Arapça, ister başka bir dille, ister bir ibare ile, ister bir işaretle olsun gaybi haberdir. Şu halde, hususi bir nazımla inen, Kur’ân'ın Kur’ân olma şeklidir. Lafız ve mânası ise, O'nun bir parçasıdır. Şekillerin değişmesiyle, o şeyin yapısı ve ismi değişebilir; fakat, onu meydana getiren unsurları değiş­mez. Mesela; yüzük, küpe ve gerdanlık buna misaldir. Bunların şekilleri değiş­mekle; altın, gümüş, demir gibi unsurları değil, sadece isimleri değişmiş olur. Zira; muhtelif unsurlardan olsa bile altından, gümüşten demirden yapılan yüzü­ğe, gene yüzük adı verilir. Şayet yüzük, küpe ve gerdanlık altından yapılmışsa, aynı unsurdan olmakla beraber şekilleri değişik olduğu için, isimleri değişir. Bundan da anlaşılıyor ki; Kur’ân'a ait olan îcâz, Kur’ân'ın kendi nazmına bağlı olan îcâzdır. Nazmın muciz olması, ilahi kelamın nazmına dayanır. Ayrıca Kur’ân'ın bu nazmı, kendi dışındaki nazma muhaliftir.

Buradan şu sonuca varabiliriz: Bir cümle, şu beş esasa uyularak kurulur:

a- İsim, fiil ve harf gibi kelimelerin meydana gelmesi için, dağınık harfle­rin bir arada toplanması gerekir.

b- Bir mâna ifade eden cümlenin meydana gelmesi için, kelimelerin yanyana dizilmesi gerekir. Bu, hitabette bütün insanların kullandığı, ihtiyaçlarını giderdikleri bir nevidir. Buna nesir adı verilir.

c- Kelimeler, mebde, makta, medhal ve mahrec olacak şekilde yanyana getirilmesi gerekir. Buna, manzum adı verilir.

d- Bu kelimelerle cümle sonunda seci yapılır. Buna, müsecca adı verilir.

e- Bu kelimelerle cümle vezinli hâle getirilir. Buna, şiir adı verilir. Manzum ifade, ya karşılıklı konuşma şeklinde olur, buna hitabet denir. Ya da, karşı­lıklı yazışma şeklinde olur, buna risale adı verilir.

Cümle çeşitleri, bu kısımlardan ibarettir. Bunların herbiri için özel bir nazım şekli vardır.

Kur’ân-ı Kerim, bu nazım şekilleri dışında, nazmın bütün güzel­liklerini bir arada toplayan Kitaptır. Bu yüzden Kur’ân'a, kelam denmesi doğru olduğu halde risale, hitabet, şiir veya seci denmesi doğru değildir. Belâgatta mahir olan Kur’ân'ı dinlediğinde, Kur’ân'ın dışındaki nazımla, Kur’ân arasındaki farkı kolayca görebilir. Bu yüzden Allahü teâlâ, Kur’ân'daki telifin, insanların yardımlaşarak meydana getirdikleri nazım şeklinde olmadığını göstermek üze­re; ***** «Halbuki o, öyle eşsiz bir Ki­taptır ki ne önünden, ne de ardından ona batıl karışmaz..» (Fussilet, 41-42.) buyurmuştur. Kur’ân dışındaki nazım şekillerinin, diğer semavi kitaplarda görül­düğü gibi ilâve ve noksanlıklarla, değiştirilmesi mümkündür.

Kur’ân'ın benzeri getirilmekten uzak olmasındaki îcâzı da, açıkça görül­mektedir. İster beğenilsin, ister beğenilmesin, her sanatın kendisiyle, uygulayanları arasında, yakın bir münasebet, kuvvetli bir bağı vardır. Bunun delili; her­kesin ayrı bir sanat dalı seçmesi, bununla olması, bu sırada içinde bir rahatlık hissetmesi kendisinde bir kuvvet, bu sanata karşı bir sevgi, kalbinde büyük bir huzur meydana gelmesiyle mümkün olur. Allahü teâlâ, lisana hakimiyetleri se­bebiyle her türlü mânayı, her sanat dalında başarmasını bilen hitabet ve belâgat ehlini, Kur’ân'a muarazaya davet edip, onları mislini getirmede aciz bırakın-ca, bu muarazadan vazgeçmek zorunda kaldılar. Böylece gerçek ilim sahipleri, onları bu muarazadan alıkoyan ilahi bir kuvvet olduğunu anladılar. Şu halde hangi îcâz, bütün belâgat ehlini, zahirde muarazada aciz bırakıp, batında bun­dan vazgeçirebilecek bir güce sahip olabilir?

5301 Sekkaki, «Miftah» adlı eserinde şöyle der: Kur’ân'ın îcâzı anlaşılır, fa­kat tavsifi mümkün olmayan îcâzdır. Bu aynen, veznin anlaşılması, fakat tavsifi­nin mümkün olmaması gibidir. Güzel sesli kimsenin durumu da böyledir. Sesin­deki nağmeler anlaşılır, fakat tavsifini yapmak mümkün olmaz. Kur’ân'ın îcâzını, ancak ilm-i meânî ve beyanı iyice bilen, muhtevasını kavrayan, akl-ı selim sahi­bi kimseler idrak edebilir.

Ebû Hayyân et-Tevhidi şöyle der: Bundaru'l-Farisi'ye, îcâzın Kur’ân'daki yeri sorulduğunda, şu cevabı vermiştir: Bu, mânası olmayan, saçma bir soru­dur. Bu soru tıpkı, insanda insanın yeri nedir, sorusuna benzer. Halbuki, insanın insanda bir yeri olmaz. Fakat soru insanın tamamı üzerinde olsaydı, tarifi müm­kün olurdu. Sahip olduğu şerefinden dolayı, Kur’ân da böyledir. O'nda mevcut olan her mâna, başlı başına bir delil, muarızlara karşı bir mucize, okuyana bir hidayettir. Allah kelamındaki gayeyi, Kitab'ındaki sırları bütünüyle kavramak, beşerin gücü dışındadır. Bu sebeple, insan aklı hayret içinde kalmış, basireti O'nun yanında kaybolmuştur.

Hattabi ise şöyle der: Meânî ulemasının çoğu, Kur’ân'daki îcâzın belâgatında olduğu görüşündedir. Fakat bunu açıklamak onlara zor gelmiş, belâgatın-daki zevke meyletmişlerdir.

Gerçek şu ki; kelamın çeşitli yönleri vardır. Beyan ilmi açısından, merte­beleri farklıdır. Bu mertebelerin bir kısmı, belâgat yönünden oldukça kuvvet­li, bir kısmı fesahat yönünden kolay, bir kısmı da ifadede mutlak yumuşaklığı o-lan mertebelerdir. Birincisi, mertebelerin en yükseği, ikincisi ortası, üçüncüsü de en basit olanıdır. Kur’ân'ın belâgatında bu üç mertebeden birer hisse bu­lunmaktadır. Her birinden birer örnek alınmış, bu örneklere uygun bir şekilde cümleler tanzim edilmiş, ilahi kelamın azameti ve akıcılığı içinde, bir arada top­lanmıştır. Bu iki vasıf ayrı ayrı kalırsa, iki zıd gibi olur. Kelamındaki akıcılık, iba-resindeki kolaylığın neticesi olduğu gibi, kuvveti de kıraatındaki heybetin neti­cesidir. Bu iki husus birbirinden farklı olmakla beraber, Kur’ân'ın nazmında bir­leşince, Kur’ân'a mahsus bir fazilet meydana getirir, Resûl-i Ekrem'e açık bir delil olur.

İnsanın, Kur’ân'ın benzerini getirmedeki aczi, şu noktalarda toplanır: İnsanın, Arap dilinde mevcut bütün kelimeleri bilmesi; bu kelimelerle ifade edilen eşyanın mânasını bütünüyle kavraması; yanyana dizilişiyle meydana gelen nazım şekillerini öğrenmesi mümkün değildir. Böyle olunca, nazım şekillerinin en güzelinden, ilahi kelamın benzerini getirmek üzere en fa­ziletlisini seçmeye güçleri yetmeyecektir. İlahi kelam; vazedilen kelime, keli­meyle tamamlanan mâna, her ikisini bir arada toplayan bir nazım gibi, üç unsu­ru ihtiva eder. Kur’ân, iyice tetkik edilince, bu unsurların çok mükemmel bir şekilde birbirine kaynaştığı görülür. Öyle ki Kur’ân'ın kelimelerinden daha fasih, daha kuvvetli ve daha akıcı bir kelime, nazım yönüyle de daha kuvvetli bir telif, bir uygunluk ve benzerlik görülemez. Mânasında ise, benzerleri arasında O'na tekaddüm edecek, Onun fevkalade yüksek derecesine ulaşacak bir kelamın bulunmadığına her akıl sahibi şahid olur.

Bu üç unsur, dağınık bir şekilde her kelamda bulunabilir. Bunların müşte­reken bir kitapta toplanması, ancak Allah kelamında mümkün olmuştur. Bundan da anlaşılır ki Kur’ân, muciz bir Kitab'dır; en fasih kelimeler, en güzel nazımla gelmiştir. Bu nazım; Allah'ın tevhidini, kötü sıfatlardan tenzihini, itaata daveti, ibadetine devamı, helal, haram ve mubahı tayini, insana nasihatla yol gösterişi, iyiliği emredip kötülükten alıkoyuşu, güzel ahlâka irşadı, kötü ahlâkı yasaklayı-şı, herşeyi yerli-yerince yaratıp, daha güzelinin görülemeyişi ile, en sahih mâ-naları ihtiva etmektedir. Ayrıca; önceki milletlerin haberleri, karşılaştıkları fela­ketleri anlatan, gelecekte vuku bulacak olaylardan haber veren, lehte ve a-leyhte her türlü delil ve hücceti bir arada toplayan bir nazım tahayyül etmek de imkânsızdır. Bütün bunlar, Allah'ın davet ettiği hidayet yolunun lüzumunu tekit etmekte, emir ve yasaklarına uymanın vucubiyetini göstermektedir.

Şurası bilinen bir gerçektir ki, bunların bir benzerini getirmek, dağınık halde bulunanları tanzim edip bir arada toplamak, beşer gücünü aşan bir kuv­vettir. Bu yüzden insan, Kur’ân'ın çok ötesinde kalmış, benzerini getirmede ve­ya şeklini tenkid etmede, acz içine düşmüştür. Kur’ân'a karşı koyanlar, man­zum zannederek, O'na bazen şiir, güçleri yetmeyip aciz kaldıklarını görünce de sihirdir, demişlerdir. Haddi zatında onlar, Kur’ân'ın îcâzını kalben kabulleni­yor, içlerinde bir kamçı gibi ağırlığını hissediyor, korku ve hayrete kapılıyorlar­dı. Kısmen de olsa, bunu itiraftan kendilerini alamıyorlardı. Bu yüzden onlar; Kur’ân'ın ayrı bir tatlılığı, ayrı bir berraklığı vardır, demek zorunda kalmışlardı. Bazen de cehalete düşmüşler, Hazret-i Peygamberin ümmi olduğunu, yanında Kur’ân'ı imla ettiren veya yazdıran birinin bulunmadığını bildikleri halde, inat, cehalet ve acizliklerini görmemezlikten gelerek Kur’ân'a: ***** «Evvelkilerin masalları, onları yazdırmış, sabah akşam onlar ken­disine okunuyor.» (Furkan, 5.) diyecek kadar ileri gidip O'na dil uzatmışlardır.

Ebû Hayyân et-Tevhidi sözlerine devamla şöyle der: Kur’ân'ın îcâzı ko­nusunda, ulemanın temas etmediği bir yönü dile getirmiştim. Bu yön Kur’ân'ın düşünceye ve kalbe yaptığı tesiridir. Manzum olsun, mensur olsun, bazen lez­zet ve halaveti, bazen de meydana gitirdiği korku ile, Kur’ân kadar kulağa hoş gelen, kalbe nüfuz eden hiçbir söz yoktur. Kur’ân buna işaret ederek şöyle buyurur: ***** «Biz bu Kur’ân'ı bir dağa indirseydik, Allah'ın korkusundan onu başeğmiş, paramparça olmuş görürdün.» (Haşr, 21.), ***** «Allah sözün en güzelini, birbirine benzer, ikişerli bir kitap halin­de indirdi. Rablerinden korkanların, ondan derileri ürperir.» (Zümer, 23.)

Aynı konuda İbn-i Suraka şöyle der: Belâgat uleması, Kur’ân'ın îcâz yön­leri konusunda farklı görüşlere sahiptir. İleri sürdükleri görüşlerin çoğunda, bir hikmet ve doğruluk mevcuttur. Fakat tesbit ettikleri îcâz vecihleri, tamamına nazaran çok cüzi bir miktardadır. Bazıları îcâzı, belâgatla birlikte muciz, Bazıları beyan ve fesahatla muciz, Bazıları ise, tertib ve nazmı ile muciz olduğunu söy­ler. Bazıları da Kur’ân'ın hitap tarzı; Arabın şiir, hitabet, nesir, nazım tarzından başkadır. Bununla beraber Kur’ân'ın harfleri onların kullandıkları harfler, keli­meleri konuştukları kelimelerdir. Böylece Kur’ân'ın üstünlüğü kendini gösterir. Kur’ân âyetlerindeki insicam kısaltılsa, âyetlerin harfleri değişse, akıcılığı kay­bolur. İşte Kur’ân'ın en açık îcâz yönü buradadır.

Bazıları ise Kur’ân'ın îcâzını, okuyanın bıkmaması, tilâveti tekrarlansa bile dinleyenin usanmamasında, Bazıları ise önceki milletlerden haber vermesinde, Bazıları çeşitli meselelerde gaybi ve hikemi bilgileri kesinlikle vermesinde, Bazıları da izahı uzun süren, kısaltılması zor olan bilgileri, bir arada toplamasında arar.

5305 Zerkeşî, «el-Burhan»ında şöyle der: Bu ilimle uğraşan ulema, Kur’ândaki îcâzı, yukarıda zikredilen ifadelerden her birinin ayrı ayrı değil, hepsinin bir arada bulunduğu görüşündedir. Gerçekten Kur’ân, bunların hepsine şamil­dir. Buna göre, sadece birine nisbet edilmesinin mânası yoktur.

Şu hususlar da Kur’ân'ın îcâzındandır: İster ikrar eden, ister inkâr eden olsun, dinleyenin kalbine korku vermesi, kıraatında daimi bir tazelik ve yumu­şaklık bulunması, insan kelamında umumiyetle görülmeyen, kolaylık ve zorluk gibi birbirine zıd iki ayrı özellik taşıyan ibareyi bir arada toplaması, başkasına ihtiyaç duyulmayan en son Kitap olması, önceki semavi kitapların izahında Kur' an'a ihtiyaç duyulmasıdır. ***** «Bu Kur’ân İsrail oğullarına kendilerinin ayrılığa düştükleri şeylerin bir çoğunu anlatıyor..» (Neml, 76.) âyeti buna delildir.

Rummani, eserinde şöyle der: Kur’ân'ın îcâz yönü muarazayı terketmekle ortaya çıkar. Bu da, muaraza sebeplerinin bulunması, buna şiddetle ihtiyaç du­yulması, herkese karşı koyma, karşı koymanın engellenmesi, beliğ olma, gele­ceğe ait hususlardan haber verme, adet olanı nakzetme, her mucize ile kıyas edilerek yapılır.

Bu ifadede geçen âdet olanın nakzı şu mânadadır. Âdet olan, Araplar arasında bilinen kelam nevilerinin çeşitlerinde cari olan şiir, seci, hitap, risale, insanların sohbet esnasında kullandıkları mensur ifadelerdir. Kur’ân, bu âdetin dışında, kendine hâs üslubu ile nâzil olmuştur. Bu üslubun, diğer üslupları aşan bir özelliği, sözün en güzeli olan şiirin de üstünde bir yeri vardır. Kur’ân'ın her mucize ile kıyaslanması, îcâzının mucize olma yönüyle ortaya çıkmasıdır. De­nizin yarılması, asanın yılana dönüşmesi ve buna benzer diğer mucizeler, îcâz için tevessül edilen tek yoldur. Şu halde Kur’ân, alışılmış olan üslubun dışında­dır, insanlarda muarazaya güç bırakmamıştır.

Kadı lyad, «eş-Şifa» adlı eserinde şöyle der: Kur’ân'ın çok değişik îcâz vecihleri vardır. Bu vecihler, şu dört nevide toplanır:

a- Dizilişindeki (tertib) güzellik, kelimelerindeki uyum ve fesahat, îcâz vecihleri, kelamda mahir olan Arapların âdetini aşan belâgata sahip olması,

b- Fevkalade nazmı, Arap kelamının üslubu dışında, kendine hâs üslubu, nazım ve nesir şekli, âyetlerinde maktaın bulunuşu, kelimelerin fasılalarla bitişi, kendinden önce ve sonra, benzerinin bulunmayışı.

Kadı lyad, bu arada şunu da ilâve eder: Bu iki neviden her biri, îcâzdır. Araplar, bunlardan hiçbirine muktedir olmadılar. Şu halde bu iki nevi îcâz, onla­rın kudreti dışında, sözlerindeki fesahattân farklı bir îcâzdır. Bu husus, îcâzın, belâgat ve üslupta olduğu iddiasında bulunanların görüşüne muhaliftir.

c- Vuku bulmayan, fakat vukuu daha sonra aynen gerçekleşen gaybi haberleri ihtiva etmesidir.

d- Geçmiş asır ve milletlerin, birbirine intikal eden şeriatlarına dair ha­berleri bildirmesidir. Bunlardan bir tek kıssayı, ömrünü bu uğurda harcayan Ehli Kitap'tan pek az kimse bilirdi. Oysa Resûlüllah bu kıssaları, okuma-yazma bil­meyen bir ümmi olduğu halde, gerçek yönleri ile olduğu gibi anlatırdı.

Kur’ân'ın îcâzından olan bu dört vecih, şüpheye meydan bırakmayacak şekilde açıktır. Bunların dışında, îcâz vecihlerinden biri de, Allah'ın yapmamala­rını emrettiği, yapacak olurlarsa buna kadir olmayacaklarını bildirdiği konularda, aciz kaldıklarını gösteren âyetlerdir. Aralarından hiçbiri, bunu temenni etmedi­ği halde, Yahudiler hakkında nâzil olan ***** «..Doğru iseniz, haydi ölümü isteyin..Fakat ölümü asla istemezler.» (Bakara, 94-95.) âyetleri buna misaldir. Bu îcâz şekli, üçüncü nevi îcâza dahil olabi­lir. Bir diğer vechi de, dinleyenin kalbinde hasıl olan korku, okuyanda beliren heybettir. Cubeyr b. Mutim'in, akşam namazı vaktinde, Resûlüllah'dan Tûr sû­resini işitip Müslüman olduğu gibi, bazı âyetleri işiterek Müslüman olanların du­rumu da, bu îcâzın tesiri iledir. Cubeyr b. Mutim, olayı şöyle anlatır: Resûlüllah ***** «Yoksa kendileri, hiçbir şey olmadan (yaratıcısız) mı yaratıldılar. Yoksa yaratanlar kendileri midir?..yok-sa hakim (yönetici) olan kendileri midir?»(Tûr, 35-37.) âyetlerini okuduğun­da, korkudan kalbimin yerinden kopacağını hissettim. O an, İslamın kalbime yerleştiği ilk andır.

Âyetleri dinlemekle Müslüman olarak ölenler hakkında müstakil eserler telif edilmiştir.

Kadı lyad, şunu da ilâve eder: Kur’ân'ın îcâz yönü, Allah'ın hıfzını üzerine almasıyla, dünya baki kaldıkça var olacak ebedi bir mucize olmasıdır.

Bir başka yönü de, okuyanı usandırmaması, dinleyeni dinlemekten bıktır-mamasıdır. Okuyan ve dinleyen bilakis tilâvetine kapılır, zevki ve muhabbeti ço­ğalır. Halbuki, Kur’ân dışındaki kelamın okunup dinlenmesi, sıkıcı ve usandırıcı olur. Bu yüzden Resûlüllah Kur’ân'ı: Ne kadar çok okunursa okunsun, tazeli­ğini kaybetmez, şeklinde vasıflandırmıştır.

Bir diğer yönü de, hiçbir kitapta bulunmayan ilim ve bilgileri kendinde toplaması, az sayıdaki kelime ve harflerde mevcut olan ilim ve bilgileri kimse­nin kavrayamamasıdır.

Kadı, sözünü şöyle tamamlar: Kur’ân'ın bu yönleri, belâgatına dahildir. Bunun îcâzda ayrı bir yön sayılmaması gerekir. Yukarıda zikredilen vecihler, Kur’ân'ın îcâzından değil, hususiyet ve faziletindendir. Kur’ân'ın gerçek îcâzı ilk dört vecihde zikredilen hususlardır. Ancak, bunlara bütünüyle itimad edilme­melidir.

5- Kur’ân'daki Îcâzın Miktarı

5312

a- Kur’ân'daki îcâzın miktarı konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bir kısım Mutezile uleması, Kur’ân'ın bütünüyle muciz olduğu görüşündedir. An­cak Tûr sûresinin 35-37. âyetleri bunu reddetmektedir.

Kadı lyad şöyle der: Kur’ân'ın îcâzı; ister uzun, ister kısa olsun, bir sûre­ye bağlıdır. Bu da, Bakara sûresindeki 23. âyette geçen ***** ifa­desine dayanmaktadır.

Kadı lyad bir başka yerde şöyle der: Îcâz; bir sûre veya sûre miktarı bir âyette olmalıdır. Burada kuvvetli belâgat üstünlüğü hissedilmelidir. Kevser sû­resi kadar harfi olan âyet muciz sayılır. Bundan daha az miktarında îcâz olmaz.

Bazıları da yalnız bir âyette îcâz olmaz; ancak âyetler grubunda olur, dediler.

***** «Doğru iseler haydi onun gibi bir söz ge­tirsinler.» (Tûr, 34.) âyetine dayanarak Bazı ulema; Kur’ân, azıyla da, çoğuyla da mucizdir, demişlerdir. Kadı lyad ise; âyet, buna delalet etmemektedir. Bir ifadenin tamam olması, kısa sûrenin kelimelerinden daha az kelime ile ifade edilmemesidir, der.

b- Kur’ân'ın îcâzı, kendiliğinden bilinip bilinmiyeceği hususunda farklı gö­rüşler ileri sürülmüştür. Kadi, bu konuda şöyle der:

Ebû'l-Haseni'l-Eşari; îcâz, Nebi'ye kendiliğinden zuhur etmiştir, der. Kur’ân'ın muciz olması, ise, istidlale dayanır. Demek istediğimiz şudur: Araplar dışında bir kimsenin Kur’ân'daki îcâzı bilmesi, istidlale dayanır. Araplardan belâgatı bilmeyenlerin durumu da aynen böyledir. Arap dilinin bütün yönleri ve edebi sanatlarındaki inceliği bilen kimse, Kur’ânın benzerini getirmede, hem kendisi, hem de başkalarının acze düştüğünü kendiliğinden anlar.

c- Ulema, Kur’ân'ın terkiplerinden, daha kuvvetli bir tenasüp, ifade ettiği mânadan daha kuvvetli bir düzgünlüğü olan bir kitap bulunmadığı için, en üst mertebede beliğ olduğunda ittifak ettikten sonra, fesahatında değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. Kadı, fesahatında farklılık olduğunu reddeder. Bazı ulema, Kur’ân'ın kelimeleri, fesahatin en yüksek noktasındadır. Ebû Nasri'l-Kuşeyri, bu farkı kabul ederek şöyle der: Kur’ân'daki her kelimenin, fesahat bakımından en üst derecede olduğunu iddia edemeyiz. Diğer ulema da; Kur’ân'da hem fasih, hem de en fasih kelimelerin bulunduğu görüşündedir.

Şeyh İzzeddin b. Abdisselam, bu görüşü benimsemekle beraber, şöyle bir soru yöneltir: Kur’ân'ın tamamı, niye en fasih kelimelerle nâzil olmadı?

es-Sadr Mevhubu'l-Cezeri, bu soruya şöyle cevap vermiştir: Şayet Kur’ân en fasih kelimelerle nâzil olsaydı, fasih ile en fasih arasını cemeden Arap dilindeki mutat usulün dışında nâzil olur, îcâzındaki hüccet eksik kalırdı. Kur’ân Arapla­rın mutad lisanı üzere nâzil olmakla muarazadaki acizliklerini ortaya koymuş; «Bize gücümüz yetmeyen bir kelam getirdin» demelerini engellemiştir. Mua­rızların bu sözü, gören bir kimsenin âma olana: Gözümle sana üstün geldim, demesine benzer. Âma olan ise kendisine: Ben de görebilseydim, yendiğini kabul ederdim, fakat sen görüyorsun, ben ise görmüyorum. Bu durumda sana karşı koymam nasıl mümkün olur? şeklinde verdiği cevapla göstermiş olur.

d- Şiir, mevzun bir kelam olduğu gibi, derecesi diğer kelam nevilerinden üstün olduğu halde, Kur’ân'ın şiire benzemeyişindeki hikmet, hakikat ve doğru­luk kaynağı olmasıdır. Şairin yapacağı tek şey, batılı hak şeklinde düşünmesi, hakikati ve doğruyu gizlemesi, başkalarını kötüleme ve eziyet vermede müba­lağa yolunu seçerek ifrata gitmesidir. Bu yüzden Allahü teâlâ Resûlünü şair olmaktan tenzih etmiştir. Şiirde daha çok yalan görüldüğü için, kıyasta bulu­nan ilim ehli, batıl ve yalanla sonuçlanan kıyaslara, çoğu kez, şiir adını vermiş­tir. Bazı hikmet erbabı şöyle demiştir: Lisanı düzgün olan mütedeyyin bir şairin şiirinde garip (anlaşılması güç) kelime kullandığı görülmemiştir.

Kur’ân'da şiire benzer bir yön olduğu iddiasına, şu cevap verilmiştir: Kur' an'ın şiire benzer olmasına, şiir denilemez. Şiirin ilk şartı, gayesi; şiir olarak ya-zılmasıdır. Şayet Kur’ân şiir olsaydı, vezinli söz söyleyen herkesin şair olması gerekir, herkese şair denirdi. Herkes, az-çok vezinli konuşabilir. Fasih kimse­lerin konuşmasında bu husus, daha çok görülür. Eğer Araplar, bu gibi vezinli sözlerin şiir olduğuna inansalardı, buna karşı koyar, derhal kınarlardı. Çünkü bu konuda, oldukça hassas ve titizlerdi. Sözlerindeki insicamın en üst noktaya u-laşması için bu durumu mutlaka dikkate alırlardı.

Bir beyitlik söze, şiir denilmediği söylenir. Şiir en az, iki veya daha çok beytten meydana gelir. Receze de şiir denilmemiştir. Recezin şiir olabilmesi i-çin, en az dört beytten ibaret olması gerekir. Bu hal, Kur’ân'da kesinlikle mev­cut değildir.

e- Bazı ulema şöyle der: Kur’ân'ın tehaddide bulunması cinlere değil in­sanlaradır. Çünkü cinler, Arap diliyle nâzil olan Kur’ân'ı bilmezler. ***** «De ki: 'Eğer insanlar ve cinler toplansalar..» (İsrâ, 88.) âyetinde cinlerin zikredilmesi, Kur’ân'ın îcâzını tazim içindir. İnsanların ve cinlerin birle­şerek meydana getireceği kuvvet, her birinin ayrı ayrı göstereceği kuvvetten daha tesirlidir. Bu iki grubun tehaddide bir araya geldiği, birbirlerine yardım et­tiği farzedilse bile, Kur’ân'a muarazada gene aciz kalırlar. Her ikisi aciz kaldığı­na göre, birinin daha aciz kalacağı ortadadır. Bazı ulema da şöyle demiştir:

Cinlere de tehaddi yapılmıştır. Melekler de, Kur’ân'ın mislini getirmekten aciz oldukları için, âyetin mânasına dahildir. Kirmânî, «Garaibu't-Tefsir» adlı eserinde şöyle der: Âyette sadece ins ve cinnin zikredilmesi, Resûlüllahın meleklere değil, ins ve cinne peygamber olarak gönderilmesindendir.

f- Gazzali'ye: ***** «Eğer (o) Allah'tan başkası tarafından (indirilmiş) olsaydı, onda birbirini tutmaz çok şeyler bulurlardı." (Nisâ, 82.) âyetinin mânası sorulduğunda, şu cevabı vermiştir: Â-yetteki ihtilaf kelimesi, çeşitli mânaları olan müşterek anlamlı bir kelimedir. Â-yette murad edilen mâna, insanların Kur’ân hakkındaki ihtilafı değil, Kur’ân'ın bizzat kendisinden ihtilafın nefyedilmesidir. Bu sözde ihtilaf vardır, cümlesi; o sözün bir yönü dine, bir yönü de dünyaya aittir, demektir. Şu halde bu söz, nazmı muhtelif olan sözdür. Bunun bir kısmı şiir vezninde, bir kısmı şiirin tagyir edilmiş şeklinde, bazısı akıcı bir üslupta, bazısı da bunun aksi bir üslupta gelir. Halbuki Allah kelamı. bu gibi ihtilaflardan münezzehtir. Çünkü O, nazımda aynı üsluba, sûre ve âyetlerdeki tenasübe, fesahatta da birbirinden farksız dereceye sahiptir. Kur’ân'da, zayıf veya kuvvetli yoktur. Bütün kelimeler aynı mânaya yö­nelmiştir. O da, insanları Allah'ın vahdaniyetine davet, dünya hayatından ahiret hayatına çekmektir. İnsan sözünde bu gibi ihtilaflar bulunur. Şair ve ediplerin sözü Kur’ân'la kıyas edildiğinde, nazmındaki üslup yönüyle farklı olduğu kadar, fesahatin bizzat kendisi ve derecesiyle de farklı olduğu görülür. Hatta bunlar, zayıf veya kuvvetli ibarelere de sahiptir. Bu yüzden iki risale, iki kaside ve şiir değişik gayelerle yazılmıştır. Şairler ve fesahat ehli, her konuda yazarlar. Bazen dünyayı methederler. Bazen zemmederler, bazen korkakları överek cesur ol­duklarını söylerler, bazen de zemmederek zayıflıklarını belirtirler. Bazen kahra­manlığı methederler, ona cesaret adını verirler, bazen de zemmederek korkaklığa çevirirler. İnsan sözü, bu gibi ihtilaflardan kurtulamaz. Çünkü sözleri, yaşayışla­rındaki gaye ve değişikliğe dayanır. İnsan, içinde bulunduğu duruma göre deği­şebilir. Neşeli anında fesahatı artar, üzüntülü anında ise aynı fesahatı bulamaz. Bu yüzden, gayeleri de değişiktir. Bazen bir şeye meyleder, bazen de uzakla­şır. Bu gibi halleri, zaruri olarak konuşmalarında farklılık meydana getirir. Bir in­sanın yirmi üç sene boyunca (ki bu müddet, Kur’ân'ın nüzûl müddetidir) aynı gaye ve aynı üslupta konuştuğuna tesadüf edilmemiştir: Halbuki Resûlüllah da bir insandı, değişik halleri vardı. Şayet Kur’ân Resûlün veya bir başkasının sö­zü olsaydı, içinde çokça ihtilaf bulunurdu.

5318

g- Kadı İyad, şöyle der: Kur’ân'ın dışında, Tevrat ve İncil gibi, Allah ke­lamından muciz olan bir kitap var mıdır? şeklinde bir soru sorulsa, buna şu ce­bı veririz: Gaybi haberleri ihtiva etmede, Kur’ân gibi muciz olsa bile, nazmında ve telifinde muciz olan bir başka kitap mevcut değildir. Kur’ân dışındaki kitaplarda yoktur. Şurasını kesin olarak biliyoruz ki, Kur’ân dışındaki semavi kitap-larda tehaddi vaki olmadığından kullanılan dilin, îcâz derecesine varacak şekil de fazileti ve fesahat yönleri mevcut değildir.

İbn-i Cinni, «Mesailu'l-Hatıriyyat» adlı esrinde: ***** «Dediler ki: 'Ey Musa, ya sen at, yahut önce a-tan biz olalım.» (Tâhâ, 65.) âyetinin tefsiri sırasında şunu zikreder: ***** ifa­desinden dönüş, iki gaye ile olmuştur. Biri; âyetlerin birbirine yakın kelimelerle başlamasından dolayı lafzi, diğeri de mânevidir. Mânevi olması; Allahü teâlâ'nın sihirbazlardaki kuvveti, bununla Musa'ya karşı koyma güçlerini bildirmek iste­diği için bu lâfzı kullanmasıdır.

Sonra şöyle bir sual ortaya attı: Sihirbazların fesahat ehli olmadıklarını biliyoruz. Bu bakımdan, onların fesahat ehlinden oldukları görüşüne nasıl gi­deriz? Bu husus şöyle cevaplandırılmıştır: Kur’ân'da, fasih olmayan insanlardan hikaye edilerek verilen sözlerin bulunduğu âyetler, gerçekte onların sözleriyle değil, mânaları Arapça olarak gelmiştir. Bu sebeble: ***** «Dediler ki: 'Bunlar iki büyücü­den başka bir şey değil, istiyorlar ki büyüleriyle sizi yurdunuzdan çıkarsın­lar ve sizin örnek yolunuzu (en güzel dininizi) yok etsinler.» (Tâhâ, 63.) â-yetinde görülen fesahatin, Arap olmayanın lisanı üzere gelmediği açıkça orta­dadır.

h- Barizi, «Envaru't-Tahsil fî Esrari't-Tenzil» adlı ki­tabının mukaddemesinde şöyle der: Bir cümlenin mânası; birbirinden güzel, de­ğişik kelimelerle ifade edilebilir. Aynı şekilde cümlenin bir kısmı, diğer kısmına uygun, daha fasih kelimelerle ifade edilebilir. Bu bakımdan, cümledeki mânayı daima gözününde bulundurmak veya mânaya uyacak bütün kelimeleri düşün­mek, sonra da bunların en uygun ve en fasihini kullanmak gerekir. Bunların hepsini, beşer kelamında bir arada görmek imkânsızdır. Halbuki Allah'ın ilminde bunlar, kendiliğinden hasıl olan hazır bilgilerdir. Bu yüzden Kur’ân-ı Kerim, tatlı veya daha tatlı, fasih veya daha fasih kelimeleri ihtiva etse bile, sözün en gü­zeli ve en fasihiyle nâzil olmuştur. Kur’ân'da buna misal teşkil eden âyetler şunlardır: ***** «İki cennetin meyvelerini de kolayca toplarlar.» (Rahmân, 54.) Allahü teâlâ bu âyetin yerine ***** İki cennetin de meyveleri yakındır, buyursaydı; ***** ile ***** kelimeleri arasındaki cinası ver­memesi, ***** kelimesinin de cennetteki meyvelerin olgunlaştığına işaret etme­mesi, fasıladaki yakınlığı belirtmemesi yönüyle, âyetteki metnin yerini tutmazdı. ***** «Sen bundan önce bir kitap okumuyordun.» (Ankebût, 48.) âyeti de bu kabildendir. Âyette, hemzedeki ağırlıktan dolayı ***** fiili yerine ***** fiili, ***** (Bakara, 2.) âyetinde, idgamın ağırlığı sebebiyle ***** yerine Kur’ân'da daha çok kullanılan ***** ifadesi, ***** (Âl-i İm­rân, .139.) kelimesinin telaffuzundaki hafiflikten dolayı ***** yerine kullanıl­ması, ***** «..kemiklerim gevşedi..» (Meryem, 4.) âyetindeki kelimenin, fethanın zammeden daha hafif olması bakımından ***** yerine gelmesi, ***** (Bakara, 62.) âyetindeki kelimenin, aynı mânadaki ***** fiilinden hafif olmasın­dan dolayı ***** fiilinin gelmesi, (çünkü ***** fiili, Kur’ân'da ***** den daha çok kullanılmıştır.), ***** «Allah seni üstün kıldı..» (Yûsuf, 91.) âyetindeki kelime­nin, telaffuzundaki hafiflikten dolayı ***** yerine gelmesi, ***** (Bakara, 177.) âyetindeki fiilin telaffuzundaki hafiflikten dolayı, ***** yerine gelmesi, ***** (Ahkaf, 21.) âyetindeki fiilin telaffuzundaki hafiflikten dolayı ***** yerine gelmesi, ***** (Bakara, 184.) âyetindeki kelimenin, hafiflikten dolayı ***** yerine gelmesi daha güzeldir. ***** «İşte Allah'ın yarattıkları..» (Lokman, 11.), ***** (Bakara, 3.) âyetlerindeki kelimelerin masdar halinde gelmesi ve ***** şeklinde gelmesinden daha hafiftir. ***** fiili (Bakara, 230.), fiilinden hafiftir. Çünkü ***** babı, ***** babından daha hafiftir. Bu sebeple Kur’ân'da ***** fiili daha çok kullanılmıştır.

Tahfif ve ihtisardan dolayı hakiki mânasıyla vasfedilmese bile, Allahu Ta-âlâ'nın sıfatlarından olan; Rahmet, Gazap, Rıda, Hubb ve Makt, gibi kelimelerin kullanılışı da bu kabildendir. Şayet bu kelimeler yerine, hakiki mânasındaki keli­meler kullanılsaydı, sözde artış olur, ***** Ona sevgili mua­melesi veya düşman muamelesi yapar denilirdi. Hafifliği ve kısalığından dolayı bu kelimelerin, mecâz veya teşbih olarak gelişi, hakiki mânalarıyla gelişinden daha güzeldir. Çünkü, ***** «Ne zaman ki bizi kızdırdılar, onlar­dan öç aldık..» (Zuhruf, 55.) âyeti, ***** Bize karşı düşmanca tavır takınınca, ile ***** Bize düşmanca tavır takınanların gelişi gibi gelince, demekten daha güzeldir.

5320

i- Rummani şöyle der: Kısa sûrelerde muarazanın mümkün olması düşü­nülebilir mi? şeklinde bir soru sorulsa, buna şu cevap verilir: Kısa sûrelerde, muaraza caiz değildir. Bu sûrelerle tehaddi yapıldığını kabul eden, ***** Yûnus, 38.) âyetinde ifade edildiği üzere, aciz kalacağı açıkça görülür. Zira muaraza, sûrenin kısa veya uzun olmasıyla belirlenmemiştir.

Kısa sûrelerde fasılanın yerine geçecek bir kelime bulunarak, fasılayı de­ğiştirmek mümkündür. Bu husus, muaraza olur mu? şeklinde bir soru sorulsa, buna şu cevap verilir: Mümkün değildir. Kuvvetli şiir yazma gücü olan bir kim­senin, bir beyitlik şiir yazmasının mümkün olduğunu kabul eden kimse, onun vezinli mi, vezinsiz mi yazdığını ayırt edemez. Bu kimse, Rube'nin: beytindeki kafiyeleri değiştirmek istese, ***** yerine ***** yerine ***** yerine ***** kelimelerini getirse, bunu yapabilir. Şiirde en az bil­gisi olan bile, bu kasidede Rube'ye muarazada bulunduğu, şiir yazma kabiliyeti olduğu söylenemez. Fasılaları değiştirenin durumu da aynen böyledir.