Asr sûresi üç âyettir ve Mekke'de nazil olmuştur.
Ubeydulah b. Hısn diyor ki: "Resûlüllah’ın
sahabilerinden iki kişi karşılarında
biri diğerine Asr suresini sonuna kadar okumadan ayrılmazlardı. (Sûre bitince)
biri diğerine selam verir ayrılırlardı.
İmam Şaifii "İnsanlar düşünecek olsalar bu Sûre onların ihtiyaçlarını karşılar."
demiştir.
Rahman ve Rahim olan Allah’ın ismiyle.
Asra yemin olsun ki,
İnsan mutlaka hüsrandadır.
Âyette geçen "Asır" kelimesi, Abdullah b. Abbas
tarafından "Gündüzün bir bölümü", Hasan-i Basri tarafından "Günün son yarısı"
şeklinde izah edilmişse de Taberi'nin de
tercih ettiği görüşe göre bu kelimeden maksat "Mutlak zaman" demektir.
Allahü teâlâ burada zamana yemin etmektedir.
Bu ifadenin içine gündüz de gece de girmektedir.
Âyette geçen "İnsan"dan maksat ise "Bütün insanlık"tır. "Hüsran" ise tehlike ve
zarara uğramadır.
Ancak iman edenler, salih ameller işleyenler,
birbirlerine hakkı tavsiye eden ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır.
Ancak Allah'ın birliğine iman edip onu birleyenler, onun emirlerini tutup
yasaklarından kaçınarak salih ameller işleyenler, birbirlerine. Allah'ın
gönderdiği emirleri yerine getirmenin gerekliliğini tavsiye edenler, yine
birbirlerine, Allah’a itaatte sabretmeyi tavsiye edenler hüsrana uğrayanların
dışındadır.
Âyette geçen "Hak" kelimesi", Katade ve
Hasan-i Basri tarafından "Allah'ın kitabı" şeklinde izah edilmiştir. Buna göre
âyetin bu bölümünün manası "Birbirlerine Allah'ın kitabını tavsiye edenler."
şeklindedir.
Hümeze sûresi dokuz âyettir ve Mekkede nazil olmuştur.
Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle.
İnsanları arkadan çekiştiren ve yüzlerine karşı
ayıplayan her kişinin vay haline,
O, mal biriktirir ve onu sayıp durur.
Âyet-i kerime’de
geçen ve "İnsanları arkadan çekiştiren" diye tercüme edilen "Hümeze"
kelimesiyle, "Yüzlerine karşı ayıplayan" diye tercüme edilen "Lümeze"
kelimeleri, müfessirler tarafından farklı
şekillerde izah edilmiştir.
Mücahid ve Katade
"Hümeze" kelimesini, insanların gıyabında konuşarak onların etlerini yiyen"
şeklinde "Lümeze" kelimesini ise "İnsanların yüzlerine karşı ayıplayanlar"
şeklinde izah etmişlerdir. Taberi de bu
kelimeleri bu şekilde izah etmiştir.
Abdullah b. Abbas ve Ebul Âliye'ye ve
Mücahid ile
Katade'den nakledilen ikinci bir görüşe
göre kelimesinin manası "insanları yüzlerine karşı ayıplayan" kelimesinden
maksat ise "Arkalarından çekiştiren ve böylece onların etlerini yiyen"dir.
Abdullah b. Abbas'a, ile kelimesinin manası
sorulduğunda o şöyle izah etmiştir: "Bunlar, koğuculuk yapan, dostların arasını
ayıran ve kişinin en büyük kusurunu yakalamaya çalışan kişilerdir." demiştir.
İbn-i Zeyd de: "Hümezeden maksat, insanları
eliyle dürtükleyen ve döven Lümezeden maksat ise onları diliyle inciten ve
ayıplayandır." demiştir.
Ebû Necih'in rivâyetine göre Mücahid, el ile
yapılan hakarete Hemz, dil ile yapılan hakarete de Lemz denilir." demiştir.
Bir kısım müfessirler bu âyetlerde sıfatı
kzikredilen insanın cahiliye döneminde "Cemil b. Âmir el-Cumahi" isimli bir kişi
olduğunu söylemişler diğer bir kısım müfessiler de bu kişinin, Ahnes b. Şerik
olduğunu söylemişlerdir. Mücahid ise âyette
zikredilen bu sıfatların herhangi bir kimseye mahsus olmadığını belirtmiş, bu
sıfatlar kendisinde bulunan herkesin, âyetin ifadesine girdiğini söylemiştir.
Taberi de bu görüşü tercih etmiştir.
Malının kendisini ebedi yaşatacağını sanır.
İnsanları çeşitli şekillerde ayıplayan ve onlara üstten bakan, mallarını yığıp
onları Allah yolunda harcamayan bu kimse, biriktirdiği o mallarının kendisini
dünyada ebedi olarak yaşatacağını ve kendisinden ölümü uzaklaştıracağını
zanneder.
Hayır, o mutlaka yakıp yok edene atılacaktır.
O yakıp yok edenin ne olduğunu sen nereden bileceksin?
Bak. Âyet 7.
7
O, Allah'ın, yüreklere kadar dayanan, tutuşturulmuş
bir ateşidir.
Hayır, bu kişi, malının kendisini ebedi olarak yaşatacağını sanmasın. O, kıyamet
gününde yakıp yok edene atılacaktır. Ey Rasûlüm, sen o yakıp yok edenin ne
olduğunu nereden bileceksin? O, Allah'ın tutuşturulmuş ateşidir. O,
cehennemliklerin kalblerine işleyecektir. O ateş, insanları ayıplayan bu
cehennemliklerin üzerine kapatılacaktır. Ve o kapıların önüne, açılmamaları için
direkler dikilecektir.
Bak. Âyet 9.
9
Cehennemlikler, dikilmiş direklere bağlı oldukları
halde o ateşin kapıları üzerlerine kapatılmış olacaktır.
Bu âyetler farklı şekillerde izah edilmişlerdir:
Katade'den nakledildiğine göre bu âyetlerin
izahı şöyledir: Cehennem, oraya atılacakların üzerine uzatılmış direklerle
kapatılmış olacaktır.
Abdullah b. Abbas ise bu âyeti şöyle izah
etmiştir: Cehennemlikler direklerin arasına konulacaklar üzerlerine de kolonlar
uzatılacaktır. Böylece boyunlarında zincirler olarak kapdar da üzerlerine
kilitlenmiş olacaktır.
İbn-i Zeyd ise "Cehennemlikler, ateş kesilen
demir direklerin arasında ve onlara bağlı olarak azap göreceklerdir." diye izah
etmiştir.
Katade'den nakledilen başka bir görüşe göre,
cehennemliklere ateş içinde direklerle azap edilecektir.
Taberi diyor ki: "Bu görüşlerin doğru
olmaya en layık olanı cehennemliklerin ateş içinde direklerde azap gördüklerini
söylemektir. Artık cehennemliklerin o direklerle nasııl azap göreceklerini Allah
bilir. Bu hususta bizlere delil olacak bir haber ulaşmamıştır.
Fil sûresi beş âyettir ve Mekke'de nazil olmuştur.
Peygamber efendimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke fethinden
sonra insanlara hitaben yaptığı ve Fil hadisesini de beyan eden bir konuşmasında
şöyle buyurmuştur:
"Huzaa kabilesi, cahiliye döneminde kendilerinden bir kişinin öldürülmesine
karşılık olarak Mekke'nin fethedildiği yılda Leys oğullarından bir kişi
öldürmüşler bunun üzerine Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) bir hutbe irad
ederek şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki Allah, Mekke'yi Fil ordusuna karşı
korumuştur. Allah, Mekkelilere peygamberini ve mü’minleri musallat kılmıştır.
Dikkat edin, Mekke benden önce hiçbir kimseye helal kılınmamış benden sonra da
kimseye helal klınmayacaktır Dikkat edin, Mekke bana ancak bir günün bir anı
için helal kılınmıştır. Dikkat edin şimdi o bu saatte haram bölgedir. Dikeni
sökülmez, ağacı kesilmez. Yitkileri, görevli dellallar dışında kimse tarafından
alınmaz. Kimin bir akrabası öldürülecek olursa o kimse iki şeyden birini
seçmekte serbesttir. Ölen için ya diyet verilir veya öldürene kısas tatbik
edilir." Buhari, K. ed-Diyat, bab: 8, K. el-İlm, bab:
39
FİL HADİSESİ: Fil hadisesi İslamüan önce cereyan eden ve Kabeyi yıkmak
için yola çıkan bir ordunun başına gelen olağanüstü bir hadisedir.
Tercih edilen görüşe göre Peygamber efendimiz,
Fil hadisesinin meydana geldiği yılda doğmuştur. Bu olay peygamberlik öncesi,
Peyamberler vasıtasıyla görülen tabiatüstü olaylardandır. Bunlara "İrhasat"
denir.
İbn-i İshak'ın ve İbn-i Hişam'ın naklettiklerine göre fil hadisesi özetle şöyle
cereyan etmiştir: Habeşistan'ın Yemen'de bulunan genel valisi Ebrehe, Yemen'in
San' şehrinde "Kulleys" isminde bir kilise yaptırmıştı. Ebrehe'nin yaptırmış
olduğu bu kilise o zamanda misli bulunmayan bir kiliseydi. Ebrehe bu kiliseyi
yaptırdıktan sonra Habeşistan kralı Necaşi'ye şu mektubu yazmıştı."Ey kral, ben
öyle bir kilise yaptırdım ki senden önce hiçbir kral için böyle bir kilise
yaptırılmamıştır. Bu kiliseyi tamamlayınca hemen Arap hacılarını buraya
çevireceğim.
Araplar, Ebrehe'nin Necaşi'ye yazdığı bu mektubu duyunca aralarımda bu meseleyi
konuşmaya başladılar. Bu sırada Fukeym b. Adiy oğullarından bir adam bu olaya
kızdı. Bu adamın kabilesi haram ayların yerlerini değiştiren kabile idi. Bu
kişi, Kulleys kilisesine vardı ve onun içine girerek oraya pisledi. Sonra çıkıp
memleketine gitti. Durum Ebrehe'ye bildirildi. Ebrehe "Acaba bunu kim yaptı?"
dedi. Ona şöyle dediler: "Bu işi, senin Arap hacılarını buraya çevireceğine dair
sözünü duyan bir Arap yaptı. Bu Arap, Mekke'deki Arapların hac yaptığı Kabe'nin
mensuplarındandir. Bu kişi senin sözlerine kızdı, gelip onun içine pisledi. O,
bu davranışıyla Kulleys kilisesinin haccedilmeye layık olmadığını göstermek
istedi."
Bunun üzerine Ebrehe hiddetlendi ve Kabe'nin üzerine yürüyüp orayı ykacağına
dair yemin etti. Habeş asıllı olan ordusunun hazırlanmasını emretti. Sonra
filiyle birlikte ordusunu Kabe'ye doğru hareket ettirdi. Araplar bunu işitince
büyük bir hadise olarak değerlendirdiler. Durumun vehametinden korktular.
Ebrehe'nin, Allah'ın mukaddes evi olan Kabeyi yıkmak istediğini duyunca ona
karşı savaşmayı bir görev saydılar. Yemen eşrafından ve krallarından biri olan
Zünefir, Ebrehe'ye karşı harekete geçti. Kendi kavmini ve diğer Arapları,
Allah'ın kutsal evini yıkmak isteyen Ebrehe'ye karşı savaşmaya davet etti.
Davetine katılanlarla birlikte Ebrehe'ye karşı savaştı. Fakat mağlup oldu. Esir
edilerek Ebrehe'ye götürüldü. Ebrehe onu öldünnek isteyince Zûnefir ona: "Ey
kral beni öldürme, belki de benim sağ kalmam senin için daha hayırlı olur."
dedi. Bunun üzerine Ebrehe onu öldürmekten vazgeçip elini kolunu bağlayarak esir
etti. Aslında Ebrehe yumuşak huylu birisiydi. Bu sebeple onu öldürmedi. Ebrehe
kararından vazgeçmeyerek yoluna devam etti. Has'am kabilesinin topraklarına
varınca Nüfeyl b. Habib, Has'am kabilesinin Şehran ve Nahis kollarıyla ve
kendisine tabi olan diğer Araplarla birlikte Ebrehe'ye karşı çıktı ve onunla
savaştı. Ebrehe onu da mağlup etti ve esir edildi. Ebrehe'nin huzuruna
getirildi. Ebrehe onu öldürmek istedi. Nüfeyl ona: "Ey kral beni öldürme. Ben,
Arap topraklarında sana rehberlik ederim. İki elim ve kolum mesabesinde olan
Şehran ve Nahis kabileleri seni dinleyip itaat ederek Has'am kabilesine karşı
yardımcın olurlar." dedi. Bunun üzerine Ebrehe onu da serbest bıraktı ve onu
rehber olarak beraberinde götürdü. Taife varınca kendisine Mes'ud b. Muatıb
geldi ve Sakiyf'liler Ebrehe'ye şunu söylediler: "Ey kral, biz seni dinleyen ve
sana itaat eden kölelerininizzi. Bizim seninle hiçbir anlaşmazlığımız yoktur.
Zira sen bizim kutsal evimiz olan "Lafın bulunduğu yere bir şey yapmak
istemiyorsun. Sen mekke'deki evi (Kabe'yi) yıkmak istiyorsun. Biz seninle
birlikte sana orayı gösterecek bir delil gönderelim." Ebrehe bunun üzerine
onlara da dokunmadı. Ta-ifte yaşayan Sakiyf oğulları Ebrehe'ye Mekke yolundar
ehberlik etmesi için Ebû Riğal'i verdiler. Ebrehe, Ebû Riğal ile birlikte yoluna
devam edip "Muğanv mis" denen yere varıp konakladı. Ebû Riğal orada öldü.
Araplar onun kabrini , taşladılar. Bugün insanların orada taşladıkları kabir
onun kabridir.
Ebrehe, Muğammis'te konakladıktan sonra Habeşlilerden, süvarilerin komutanı olan
Esved b. Masdu'u önden gönderdi. Esved Mekke'ye varınca tihamede bulunan
Kureyşlilere ve diğerlerine ait hayvanları toplayıp Ebrehe'ye götürdü. Bu
hayvanların içinde Abdülmuttalib'in iki yüz devesi de vardı. Abdülmuttalib,
Kureyşin efendisi ve büyüğü idi. Kureyşliler, Kinane oğulları, Hüseyl kabilesi
ve Harem bölgesinde yaşayan diğer Araplar, Ebrehe'ye karşı savaşmak istedilerse
de ona karşı güçlerinin yetmeyeceğini anlayarak savaşmaktan vazgeçtiler. Ebrehe
daha sonra Hunata el- Himyerî'yi Mekkeye gönderdi ve ona "Sen bu beldenin ileri
gelenlerinin ve efendisinin kim olduğunu sor ve ona de ki "Kral sana diyor ki:
"Ben sizinle savaşmak için gelmedim. Ben sadece Kabeyi yıkmak için geldim. Eğer
Kabeyi yıktığım için bana karşı savaşmayacak olursanız benim sizin kanınınzı
dökmeye ihtiyacım yoktuk. Eğer bu beldenin efendisi benimle savaşmak istemiyorsa
onu al bana getir." Hunata Mekke'ye varınca Kureyşin efendisinin kim olduğunu
sordu. Onun, Abdülmuttalib olduğunu söylediler. Hunata gelip ona, Ebrehe'nin
emirlerini söyledi. Abdülmuttalib de ona: "Vallahi biz onunla savaşmak
istemiyoruz. Bizim buna gücümüz yetmez. Bu, Allah'ın kutsal evi ve dostu İbrahim
(aleyhisselam)ın yaptğı binadır. Eğer Allah,
Ebrehe'nin buraya girmesine engel olacaksa o onun evi ve kutsal kıldığı yerdir.
Şâyet Ebrehe'nin buraya girmesini serbest bırakacak olursa vallahi bizim ona
karşı koyacak gücümüz yoktur.." dedi. Hunata: "Haydi birlikte gidelim. Zira kral
bana, seni kendisine götürmemi emretti." dedi Abdülmutalib, yanında oğullarından
bazıları da olduğu halde Hunata ile birlite gittiler. Ordugaha varınca
Abdülmuttalib, eski dostu olan Zûnefr'i sordu. Onun tutuklu olduğu yere gitti ve
ona: "Ey Zûnef, başımıza gelen bu hadiseye karşı sende bir çare var mı?" dedi. .
Zûnefr, "Kralın eline esir düşen, sabah akşam öldürülmeyi bekleyen bir esirin
elinde ne çare bulunur? Senin başına gelen bu duruma karşı bizde hiçbir çare
yoktur. Ancak fil'in seyisi olan Üneys benim dostumdur. Ben ona haber göndererek
seni tavsiye edeceğim ve senin büyük bir insan olduğunu ona bildireceğim. Ben
ondan, kralla görüşmen için sana izin almasını isteyeceğim. Böylece sen, kralla
bildiğin gibi konuşursun. Üneys, gücü yeterse kralın yanında sana yardımcı
olur." dedi. Abdülmuttalib, "Bu benim için yeterlidir." dedi. Zûnefr, Ünesy'i
çağırtarak ona şunian söyledi: "Abdülmuttalib, Kureyşin efendisi ve Mekke
kervanının sahibidir. Ovalarda insanları dağlarda vahşi hayvanları doyuran
biridir. Kral onun iki yüz devesine el koymuş, kendisiyle görüşmesi için izin
iste ve gücünün yettiği kadar ona faydalı olmaya çalış." dedi. Üneys de: "Peki"
dedi. Ebrehe'ye vardı ve ona: "Ey Kral, Kureyşin efendisi senin kapında görüşmek
için izin istiyor. O, Mekke kervanının sahibidir. Ovalarda insanları dağlarda
hayvanları doyuran bir insandır Sen ona izin ver de yanına girsin ve isteğini
arzetsin. Ona lütfen iyi davran." dedi. Ebrehe izin verdi. Abdülmuttalib, iri
yapılı, geniş yüzlü ve yakışıklı biriydi. Ebrehe onu görünce saygı gösterdi.
Onu, tahtının önünde oturtmak istemedi. Fakat onun, kendi yerine oturmasını
Habeşlilerin görmesini de istemedi. Bu sebeple tahtından inip halının üzerine
oturdu. Abdülmuttaüb'i de yanına oturttu. Sonra tercümanına dedi ki: "Sor
bakalım ne istiyor?" Tercüman sordu: Abdülmuttalib: "Benim isteğim, kralın el
koyduğu iki yüz deveyi bana vermesidir," dedi. Tercüman bunu anlatınca Ebrehe
tercümana: "Ona de ki: "Seni gördüğümde çok beğenmiştim fakat konuşunca gözümden
düştün. Sen, elime geçen iki yüz deve hakknıda benimle konuşuyor da senin ve
atalarının dininin timsali olan Kabe'yi yıkmak isterken benimle o hususta
konuşmuyorsun." Abdülmuttalib ona: "Ben develerin sahibiyim. Kabenin de sahibi
vardır, o da onu koruyacaktır." dedi. Ebrehe: "O, Kabeyi bana vermekten imtina
etmemelidir." dedi. Abdülmuttalib de: "İşte sen ve o." diye cevap verdi.
Abdülmuttalib ve beraberindekiler Ebrehe'nin yanından ayrıklılar. Abdülmuttalib,
Kureyşlilere gidip durumu bildirdi ve onlara, ordunun saldırısından korkarak
Mekke'yi terketmelerini, dağların başlarına ve vadilere çekilmelerini emretti.
Sonra Kabenin kapısının halkasından tutarak bir kısım Kureyşlilerle birlikte
Allah’a dua etti. Ondan, Ebrehe ve ordusuna karşı kendilerine yardım etmesini
diledi. Sonra Kabe'nin kapısının halkasını bırakıp Kureyşlilerle birlikte
dağların başlarına çekilip oralara yerleştiler. Ebrehe'nin Mekke'ye girdiğinde
ne yapacağına bakıyorlardı. Bir sabah Ebrehe Mekke'ye girmek için hazırlandı.
Filini ve ordusunu teçhiz etti. Filin ismi "Mahmud" idi. Ebrehe Kabe'yi
yıktıktan sonra Yemen'e dönmek niyetinde idi. Fili Mekke'ye doğru yöneltince
Has'am kabilesinden olan Nüfeyl b. Habib filin kulağından tutup şunian söyledi:
"Ey Muhmud, çok veya aklını başına alarak geldiğin yere dön. Zira sen Allah'ın
haram klıdiğı bir beldedesin." dedi. Sonra kulağını bıraktı. Fil oraya çöktü.
Nüfeyl ise hemen kaçıp dağa sığındı. Kalkması için filin başına balta ile
vurdular. Fil yine diretti. Sopalarla dürtüp kamını kanattılar. Yine diretti.
Başını Yemen'e doğru çevirince hemen kalkıp koştu. Şam'a ve doğuya doğru
çevirince de aynı şeyi yaptı. Fakat onu Mekke'ye doğru çevirdiklerinde yine
çöktü.
İşte tam bu sırada Allah onların üzerine deniz tarafından kırlangıçlar gibi
kuşlar gönderdi. Her kuş, biri ağzında ikisi de ayaklarında olmak üzere nohut ve
mercimek tanesi kadar üç adet taş getiriyor ve Ebrehe'nin ordusunun üstüne
atıyorlardı. Bu taşlar kime isabet ederse onu helak ediyordu. Taşlar ordunun
tümüne isabet etmemişti. Sağ kalanlar kaçışıyor ve geldikleri yoldan geri dönmek
için o yolu arıyorlardı. Kendilerine Yemen'in yolunu göstermesi için Nüfeyl b.
Habib'i soruyorlardı. Nüfeyl ise, Allah'ın onları cezalandırmasını görünce şöyle
demişti: "Nereye kaçıyorsunuz? Allah kovalıyor, Ebrehe mağlup olmuş duruyor."
Ebrehe'nin ordusu yollara döküldü. Her tehlikeli yerde ve su başlarında helak
oluyorlardı. Ebrehe de yaralıydı. Onu da beraberlerinde götürüyorlardı.
Parmaklan dökülüyor onların yerlerinden kan ve irin akıyordu Onu San'aya
götürdüklerinde yumurtadan çıkmış civcive dönmüştü. Sanıldığına göre Ebrehe
göğsü yarılıp kalbi görülünceye kadar ölmedi.
Allahü teâlâ
Hazret-i Muhammed
(sallallahü aleyhi ve sellem)i peygamber olarak
gönderince Kureyşlilere olan lütuf ve nimetlerini bildirdi ve bu nimetlerin
içinde Kureyşlileri Fil sahibi Ebrehe'ye karşı koruduğunu, Şam ve Yemen'e, kış
ve yaz yaptıkları ticari seferlerini muhafaza ettiğini bildirdi. Fil sûresi işte
bu hadiseyi beyan etmektedir. İbn-i Hişam, c.l,
S.43-55, Mısır, Babü' l-Halebi baskısı
Rahman ve Rahim olan Allah’ını ismiyle.
Ey Rasûlüm, rabbinin, fil sahiplerine ne yaptığını
görmedin mi?
Rabbin onların tuzaklarını boşa çıkarmadı mı?
Ey Muharnmed, rabbinin, Yemen'den gelip Kabe'yi yıkmak isteyen fil sahibi Ebrehe
ve ordusuna yaptığını kalb gözünle görmedin mi? Rabbin, o fil sahiplerinin,
Kabeyi yıkma planlarını iptal edip boşa çıkarmadı mı?
Bak. Âyet 4.
4
Rabbin onların üzerine, kızgın taşlar atan Ebabil
kuşlarını gönderdi.
Rabbin, onların üzerine, çamurdan yapılmış kızgın taşlar atan bölük bölük kuşlar
gönderdi.
Allahü teâlâ, fil ashabını helak ederken
üzerlerine gönderdiği kuşların "Ebabil" oldukların ızikretmiştir.
Abdullah b. Mes'ud, "Ebabil"den maksadın
"Bölük bölük" demek olduğunu, Abdullah b. Abbas
ve Dehhak "Birbirini takip edenler" demek
olduğunu, Mücahid "Bir araya toplanmış,
birbirini takip eden, bölük bölük" demek olduğunu,
Katade ve Hasan-ı Basri, "Çok" demek
olduğunu, Abdurrahman b. Ebza ise "Ayrı ayrı olan kuşlar" demek olduğunu
söylemişlerdir. Bu kuşların deniz tarafından geldiği rivâyet edilmektedir.
Bunların renkleri ve şekilleri hakkında çeşitli Rivâyetler vardır:
Bazı müfessirlere göre bunlar, beyaz
renkli kuşlardır. Ubeyd b. Umeyr'e göre bunlar, gagalarında ve pençelerinde taş
taşıyan siyah renkli deniz kuşlarıdır.
Abdullah b. Abbas,
İkrime ve Said b.
Cübeyr'e göre ise bunlar yeşil renkli kuşlardır. Abdulah b. Abbas,
bunların kuşlar gibi gagalan, köpekler gibi pençeleri bulunduğunu söylemiş
İkrime de bunların, yırtıcı hayvanlar gibi
başlan olduğunu söylemiş, Said b. Cübeyr ise
onların renklerinin yeşil olmasına rağmen gagalarının sarı olduğunu ve
vücutlarından farklı bir renkte olduğunu söylemiştir.
"Kızgın" diye tercüme edilen "Siccil" kelimesi,
Abdullah b. Abbas ve İkrime'ye göre
"Çamur" demektir. İkrime "Siccil" kelimesinin
Farsça "Senk" ve "Kil" kelimelerinden alındığını, "Senk"in taş, "Kil"in de çamur
manasına geldiğini, ikisinin bir arada "Çamurdan taş" manasına geldiğini
söylemiştir. İbn-i Zeyd ise "Siccil"
kelimesinin "Dünya seması" demek olduğunu söylemiştir. Buna göre âyetin manası,
"Bölük bölük kuşlar, fil ashabına gökten taşlar atıyorlardı." şeklindedir.
Taberi bu görüşün doğru olmadığını
söylemiştir.
Nihâyet onları, yenilmiş ekin yaprağı gibi yaptı.
Sonunda Allah, fil ashabım, hayvanların yeyip dışkı haline getirdikleri ekin
yaprakları gibi yaptı.
Allahü teâlâ bu âyette, cezalandırılan fil
ashabının organlarının çözülüp kopmasını, hayvanlar tarafından yenilerek
dışkılarında parça parça olan ekin yapraklarına benzetti.
"Ekin yaprağı" diye tercüme edilen "Asf" kelimesi,
Mücahid tarafından "Buğday kapçığı" Katade
tarafından "Saman" Dehhak tarafından "Ekin"
İbn-i Zeyd tarafından "Ekin ve bakla gibi
şeylerin yaprakları şeklinde izah edilmiştir.
Abdullah b. Abbas ise "Asf'in, "Buğday
kepeği" manasına geldiğini, Habib b. Ebi Sabit de "Yiyecek" demek olduğunu
zikretmişlerdir.
|