Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Yeni Pencere

Geri

 

SAYFA :

603

 

109 - KÂFİRÛN SÛRESİ

 

CÜZ :

30

 

İleri

Sayfayı Yeni Pencerede Aç

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KÂFİRÛN

(.......) Sûresi ve bundan hikâye i'rabiyle (.......) Sûresi ve lisanımızda mütearef olduğu üzere (.......) Sûresi denilen bu Sûre dahi Mekkîdir. Dânî bilittifak demiş. Bahirde ise:Cumhûr kavlinde mekkîdir. Katadeden medenî olduğu da rivayet olunmuş diyor. Katadeden hılâfı da nakl edilmiş, ancakİbn-i merduye, İbn-i zübeyrden medenî olduğunu tahric eylemiş, bu sebeble Âlûsî Dânînin bilittifak demesine mahallinde değildir diye ilişmiş ise de medenî rivayeti, garib demek olacağından sahîhi bilittifak Mekkî demek olur.İbn-i ebî hâtimin Zürare İbn-i ebî evfâdan tahric ettiği vechile bu Sûreye «Mukaşkışe» dahi denilirki uyuz ve çiçek ılleti gibi ılletlerden iyileştirmek demek olan kaşkaşeden müştakk olup şirk ve nifak derdlerinden berî kılan ma'nasına müberrie demektir. Kaşkaşe türkçemizde def' etmek, kovalamak ma'nasına kışkışlamak ile de terceme olunsa yakışmaz değildir.

Cemâlülkurrada mezkûr olduğu üzere buna ibadet Sûresi dahi denilmiş olduğu gibi ihlâs Sûresi dahi denilir. Ondan dolayı(.......) ile ikisine «ıhlâsayn» ta'bir olunur. Netekim Resulullahın sabah ve akşam namazlarının sünnetlerinde

(.......) ile(.......) okuduğunu İbn-i Ömerden ve Hazret-i Âişeden rivayet edilen hadîslerde «ıhlâsayn» denildiği de görülür.

Âyetleri - Hılâfsız altıdır.

Fasılası - (.......) harfleridir.

Bu Sûre, kevserin mutezammın olduğu ıhlâs ile ibadet emrinin i'lânını âmir, ve aynî zamanda Peygambere buğz eden ebterlerin küfürlerine karşı da bir cevab mevkiınde olarak onun mazmununu bir tafsîl gibidir. İmam Ahmedin ve Evsatta Taberânînin rivayet ettikleri bir hadîste: Zeyd İbn-i hârisenin biraderi Cebele İbn-i Hârise, Resulullaha «bana uykum sırasında okuyacağım birşey öğret» dediği zaman bu Sûreyi okumasını emr buyurmuştur. Bezzar ve İbn-i merdûye. «Hababe» emr eylediğini de rivayet eylemişler, Beyhekî de Şuabda «Enese de uykusu sırasında okuması emr olunduğunu» rivayet eylemiştir. Ebû ya'dâ ve Taberanî şu hadîsi de merfuan rivayet etmişlerdir: « (.......) = sizi Allahü teâlâya şirk koşmaktan koruyacak bir kelime anlatayımmı size ? Uykunuz sırasında(.......) okursunuz». Deylemî de Abdullah İbn-i ceraddan şöyle rivayet etmiştir: «Resulullah buyurdu, ki, Münafık kuşluk namazı kılmaz, ve (.......) okumaz». Taberânî, Evsatta İbn-i Ömerden ve Sagîrde Sa'd İbn-i ebî vakkastan rivayet eylemiştirki: «bu Sûre Kur’ân’ın rub'una muadildir». Bunun vechinde bir hayli söz söylenmiş ise de en besîtı şöyle anlamaktır: Kur’ân’ın mazmunu bir bakışa göre şu suretle hulâsa olunabilir: «ıbadat, muamelât, Âhıret ahkâmı ve kısas» bu Sûre ise ıbadetin ruhu olan tevhid ve ıhlâs i'lânını âmir olduğu için rub'una muadil demek olur.

Sebeb-i nüzulü -Ebû Hayyan der ki, bunun nüzulü esbabından olarak şöyle zikr etmişlerdir: aleyhissalâtü

vesselâma kâfirler: «bırak bu tuttuğun da'vayı biz sana istediğin kadar mal, servet verelim, kerimelerimiziden dilediğini tezvic edelim ve seni üzerimize Melik yapalım, eğer bunu yapmazsan gel bizim ilâhlarımıza tap biz de senin ilâhına tapalım, müşterek olalım, hayır hangisinde ise ona hepimiz de nâil olmuş oluruz» demişlerdi, bir de onun en çok şânii Kureyşten olduğu ve bir sene kendilerinin ma'budlarına ıbadet etmesini ve kendilerinin de bir sene onun ma'buduna ıbadet edeceklerini söylemiş olduklarından dolayı onlardan teberrî ve o teklifin asla olacak şey olmadığını ıhbar için Allahü teâlâ bu Sûreyi indirdi(.......)

İbn-i Hişam Siyerinde der ki,, bana bâliğ olanda: Resulullah sallâllahü aleyhi ve sellem Kâ'beyi tavaf ediyorken Esved İbn-i Muttalib İbn-i Esed İbn-i Abdil'uzzâ ve Velid İbn-i Mugîre ve Ümeyyetübni Halef ve A's İbn-i Vâili Sehmî önüne gerildiler, bunlar kavimleri içinde yaşlı kimselerdi, ya Muhammed: gel biz senin taptığına tapalım sen de bizim taptığımıza tap biz ve sen emirde müşterek olalım, eğer senin taptığın bizimkinden hayırlı ise biz ondan hazzımızı almış oluruz ve eğer bizim taptıklarımız seninkinden hayırlı ise sen de ondan hazzını almış olursun! Dediler, Allahü teâlâ da onlar hakkında (.......) Sûreyi temamen indirdi (.......)İbn-i Cerîr ve İbn-i ebi Hâtim ve Mesahifte İbn-i Enbarî, Ebil'buhturînin mevlâsı Sa’îd İbn-i Meynâdan öyle tahric de eylemişlerdir.

Müfessirînin ekseriyyetle zikr ettikleri şu suretledir: Kureyşin ileri gidenlerinden bir takım, Resulullaha sen, gel bizim dînimize tâbi' ol biz de senin dînine tâbi' olalım, bir sene sen bizim ma'budlarımıza ıbadet edersin bir sene de biz senin ma'buduna ibadet ederiz, dediler. Resulullah «Meâzallah Allah’a başkasını şerîk koşmaktan» dedi, onlar o halde bizim ilâhlarımızın ba'zısına istilâm ediver (el sürüver) de seni tasdık edelim ve ilâhına ıbadet eyliyelim dediler, bu sebeble bu Sûre nâzil oldu. Resulullah sabahleyin

Mescidi harama gitti, Kureyşten dolgun bir hey'et vardı. Başları üzerine dikildi de bu Sûreyi okudu, onlar da ümidlerini kestiler(.......) İbn-i Cerîrin ve Râzînin kayd ettikleri vechile (.......) âyeti de bu sebeble nâzil olmuştu. Onda Allahdan başkasına teabbüd emr ettiklerinden dolayı cehaletleri ile tevbih ederek ey cahiller diye hıtab emr edilmişti, bundan da daha ağır olacak «ey kâfirler» diye hıtab emr olunuyor: ve bu vechile esbabı mucibesi beyan olunarak onların dîninden teberrî ve hak tevhid dîni ile tedeyyün lüzumu tebliğ buyuruluyor, şöyleki:

1

Deki: ey kâfirler!

(.......) Bu nidaya(.......) emriyle başlanmasındaRâzî kırk kadar nükte saymıştır, tafsîli uzun gider. En birincisi Hazret-i Peygamberin kendi tarafından değil

Allahü teâlâdan sarih emr ile bilhassa tebliğ ve i'lân edilmek üzere risalet vazîfesi olarak söylenildiğini ilk baştan anlatmaktır. Zira Fahri âlem sallallâhü aleyhi vesellem umurunda rıfk-u mülayemetle me'mur idi: ona (.......) buyurulmuş, (.......) buyurulmuştu. Allah’a da'veti de en güzel yolda olmak üzere(.......) diye emr olunmuştu. Bununla beraber(.......) hitabiyle de kendisine her indirileni tebliğ etmesi, etmezse risaleti yerine getirmemiş olacağı da emr edilmiştir. Burada ise muhatablarına ey kâfirler! Diye ne ağır vasf ile nida edeceği, ve çünkü beyan ve tebliğ olunacak hükmi hakkın hakikî sebebi onların değişmiyecek olan kâfirlik sıfatları olduğundan dolayı burada bu sıfatın tasrihi lâzım geldiği cihetle bu ağır hıtab o rıfk-u mülâyemet emirlerine nasıl lâyık olur? Diye bir i'tiraza mahal bırakmamak ve hakkın beyanı için bunu tasrih lâzım olduğu ibtidaen anlatılmak üzere «bunu ben kendiliğimden söylemiyorum me'mur olarak söyliyorum» demiş olmak için evvelâ(.......) emri tasrih edilmiştir. Ve bunun Sûre-i kevserden sonraya konulmuş olmasiyle de hem bu emrin(.......) gibi kevser atıyyesine müretteb emirlerden olduğuna hem de Peygambere öyle buğz-u adavet beslemekte musırr olanların ebterlikleri, hayırdan mahrumiyyetleri gibi kâfirlikleri de ayrılmaz sâbit vasıfları ve onlara böyle nida kendilerinin iltizam eyledikleri gerekleri olmuş bulunduğuna da bir siyak işareti yapılmış ve bu suretle sebeb-i nüzul olan ve kabulüne ihtimal olmıyan mütenakız yapılmaz teklifleriya'ni putlarına tapılmak şartıyle Allah’a ibadet edeceklerini ileri sürmelerini de musırr oldukları o buğz-u şeneânın bir neticesi olduğuna dahi işaret olunmuştur. Onun için ecilleî müfessirîn demişlerdir ki, burada böyle ey kâfirler! Diye nida alel'umum kâfir bulunanlara değil,

ebeda îmana gelmiyeceklerini Allahü teâlânın bildiği bir takım kimselere mahsustur. Çünkü kâfirler içinde Ehli kitabda olduğu vechile Allah’ı ma'bud tanıyanlar bulunduğu gibi bil'ahare îmana gelip ıbadet edenler ve edecekler de bulunduğu için onlara karşı «siz Allah’a ne şimdi ne de ilerde ibadet edecek değilsiniz» denilmiyeceği âşikârdır. O halde evvelâ ta'mim edip sonraki âyetlerle tahsıys etmekten ise ibtidâen lâmi ahd ile sebeb-i nüzule işaret olarak «ey o kâfirler» diye hususa haml eylemek daha evlâ olur, ki, bu hususiyyet de hakka mübgiz olup da îmana gelmiyecekleri ılmi ilâhîde ma'lum bulunmak ı'tibariyle olan sıfatı sâbiteleri olmuş oluyor. Bu ise sebeb-i nüzul olanların yalnız şahıslarına değil, değişmesi ihtimali kalmamış olan küfürlerinden dolayı olduğu için aslı maksad küfürden teberrî olarak bu nida öylelerinin hepsine delâleten şâmil olur ise de her hangi bir kimsenin ve ya kavmın ileride îmana gelip gelmiyeceğini Allahtan başkası bilemiyeceği cihetle bu hıtabın haricen fi'liyyat ı'tibariyle tatbikı kureyş içinde sebeb-i nüzul olanlara münhasır kalmış demek olur. Yoksa (.......) diye emr olunduğundan dolayı henüz istikbali ma'lûmumuz olmıyan şahıs veya cemaat her hangi bir kâfire ya kâfir!

Yâhud ey kâfirler diye tahkır ve teşni' ederek hıtab etmek lâzım veya câzi olur zann edilmemelidir. Bu emrin muayyen eşhasa karşı fı'liyatta tatbikı sebeb-i nüzule münhasır demek olduğundan dolayı alel'umum kâfirler hakkında mücadelei hasene ile da'vet ve yoliyle mücahede ve saire gibi muamelâta müteallık ahkâmı umumiyyeye muhalefeti de yoktur. Bunu müsliman mücerred küfürden, şirkten nifaktan ve Allah’ın bildiği o kabîl kâfirlerden kalben teberrî ederek îman ve ıbadetinde tevhid ve ıhlâs ile dînine sarılmak için okur, zamanına ve iycabına göre bunu defi' makamında okumak da mücadelei hasene ve hikmet olur. Onun için bu Sûrenin umumî olarak cârî ve bâkı olan

hukmü küfür ve nifaktan teberrî için gizli, açık her halde tilâvettir. Fakat tearruz için değil, teberrî için tilâvet, ve sade bir hatırai tarihiyye olarak değil, kendi nefsine nasîhat olarak dînine ıhlâs ve ı'tikadını takviye için tilâvettir. Hadîsi Nebevîde şirkten kurtaracak bir kelime olmak üzere uyku sırasında okunmasının tavsıye buyurulması da bu hukm-ü hikmeti ifade eder. Bunun böyle olması ise mücahedeye ve ıbadet ve dînin tafsîlâtına dair olan ahkâmı umumiyyesine müteallık vezaîf ile iştigale mani' de olmaz, hasılı bununla umum kâfirlere bir tearruz emr olunmamış olduğu gibi mücadelei haseneden ve mücahededen meni' olunmuş da değildir. Binaenaleyh bunun mütezammın olduğu ahkâmda, umumî ahkâma nazaran nâsıh veya mensûh tasavvuruna lüzum yoktur. Ancak nüzul sebebi olan ve Kureyş içinden aslâ îmana gelmiyecekleri haber verilmiş bulunan o kâfirlere mahsus olarak (.......) denilmiş olduktan sonra bil'ahare Medîneden onlara harb edilmesinde ve Mekkenin feth olunup putların iptal olunmasında ve Sûre-i berâenin nüzuliyle alelumum müşriklerin Mescidi harama yaklaştırılmamasında ve nihayet bütün Arabistanda islâmdan maâda dînlerin men'olunmasında o hususî kâfirlere olsun(.......) diye verilmiş bulunan müsaade hukmünü nesıh varmıdır? Yokmudur? Bu mevzuıbahs olmuştur. Eğer bu sade bir redd veya sonunda cezalarının ağırlığı ile inzar değil de tarafeynin dînlerinde serbeslikleri esası üzerine bir mütareke teklifi mahiyyetinde ise onlar kabul etmiş ve iycabına riayet eylemiş bulundukları takdirde sonradan onlara harb ilânı emreden ahkâm bu hususî mukaveleyi nesh etmiş olurdu. Kezalik bu onlara verilmiş mutlak bir müsaadeden ibaret olsaydı yine nesh edilmiş bulunurdu. Halbuki mutlak bir müsaadeden ibaret olmayıp (.......) ile mütekabil olduğu açıktır. Mütekabilen bir mukavele teklîfi olması ihtimaline

göre ise onlar bu teklifi kabul etmemişler, Peygamberin dînî serbesliğinî istememişler küfürde o derece ileri gitmişlerdir, kabul ettikleri farz olunsa bile aslâ riayet eylemeyip nakz eyledikleri ve hattâ katline bile teşebbüs eyledikleri ma'lûm ve muhakkaktır, o halde onlarca aslâ kabul edilmemiş veya nakz edilmiş bulunan bir mukavelenin bir hükmü farz olunamaz ki, neshıne hacet olsun. Ne müsaade ne de mukavele teklifi olmayıp beyan olunacağı üzere mahza redd veya inzar olduğu takdirlerde ise nesha lüzum olmıyacağı âşikârdır. Binaenaleyh âlûsînin de ihtar ettiği gibi bu Sûre her vechile muhkemdir, bunda nesh olunmuş bir huküm yoktur, maamafih sonundaki (.......) fıkrasının seyf âyetleriyle mensûh olduğunu söyliyenler de olmuştur; demek olurki bunlar,(.......) nun umuma hitab olması ihtimalini(.......) âyetinin de kabul şartı gözetmiyerek alelıtlak bir mütareke ilânı olması ihtimalini dahi mülâhaza eylemişlerdir, böyle bütün Dünyaya ey kâfirler diye nida edip de kabul şartını gözetmeksizin umumuna karşı mütâreke ilânı ise hikmeti bi'setle kabili te'lif değildir. Ancak kabulleri şartıyledirki bunun bir ma'nası olabilir, kabul etmiyenler veya kabul edip de nakz edenler hakkında da söylediğimiz vechile nesha hacet kalmaz. Fakat böyle umumî bir mütârekenin mevcud olmadığını bütün ihtimalâtı nazarı dikkate alarak anlatmış olmak için bunun ibtidâen bir mütareke i'lânı olduğu mücerred bir ihtimâl olarak farz edildiği takdirde bile mensûh olmak lâzım geleceğini söylemişlerdir, ve bu daha kestirme olduğu için şâyi' de olmuştur. Esası maksad öyle bir mütâreke hukmünün carî olmadığını bildirmek olmasına nazaren her iki kavilde de netice bir demek olursa da nesıh tasavvuru bu Sûrede sade teberrîden fazla olarak ibtidâen alelıtlak bir mütareke hukmünün sübutunu ve lüzumu halinde cihadı men'a delâlet eder bir kaydın vücudunu

farza mütevakkıftır. Halbuki, kabulsuz mütareke hukmü düşünülemiyeceği gibi böyle bir teklife umumî olsun hususî olsun ey kâfirler diye hitab ederek başlanmak da ma'kul olmaz. (.......) emri her şeyden evvel bir mücahede telkîn eder. Bunun sonunda dîniniz sizin olsun, hayr-ü şer cezası, mes'uliyyeti size âiddir. Sonra karışmam ha demek de bir müsaade değil, (.......) kabîlinden bir tehdid veya (.......) esası üzere, bir def-ü redd ile teberrî olmakta zâhirdir. O halde ibtidâen mütareke sâbit olmayınca intihâen nesıh de vârid olmaz. Binaenaleyh hıtab, umumî olsa da hususî olsa da bu vârid olmaz. Binaenaleyh hıtab, umumî olsa da hususî olsa da bu Sûrenin hiç bir âyetinde nesıh yoktur, hepsi muhkemdir. Yalnız evvelâ umuma haml edildiği takdirde ikinci ve üçüncü âyetlerle tahsıys ıktiza edeceğine göre bu sebeble izah olunduğu üzere hususa hamli evlâdır.

Ya'ni ey o Allahdan başkasına tapan, ve bundan böyle îmana gelmiyecekleri Allah’a ma'lûm bulunan müşrik kâfirler!

2

Tapmam o tapdıklarınıza

(.......) tapmam -ne şimdi ne ileride gönül verip ıbadet etmem (.......) o nesnelere ki, (.......) siz tapıyorsunuz-ya'ni o ma'bud yerine koyup durduğunuz ve benim de tapmamı istediğiniz o şeylere ben ıbadet ve ubudiyyet etmem. Buna karşı onların «biz Allah’a da ıbadet ederiz» diyebilmeleri ihtimalini def' etmek ve murad, Allahdan başkasına ıbadet etmem demek olduğu anlatılmak üzere onların ne halen ne istıkbalen Allah’a ıbadet etmeleri ihtimali kalmıyacak derecede şirk ve küfür tabiatleri olmuş kimseler olduğu şöyle beyan ve ıhbar buyuruluyor

3

Siz de tapanlardan değilsiniz benim ma'buduma

(.......) ve siz ıbadet ediciler değilsiniz - (.......) o ma'buda ki,(.......) ben ıbadet ederim-ya'ni benim ıbadet edip durduğum ma'budum Allah’a ıbadet şanından olanlardan değilsiniz: siz ona tapmıyorsunuz da tapmazsınız da. Zira bundan evvelki Sûrelerden anlaşıldığı üzere ıbadetin

şartı ıhlâstır, Allah’ın birliğine îman etmeyince ona ıbadet edilmez, Allah’a ıbâdet eden ondan başka ma'bud tanımaz, Allah’a başkalarını şerik koşarak veya Allahdan başkasını Allah diye tehayyül ederek tapmak Allah’a ıbadet değil, onu tanımamaktır. Onun için müşrikler Allah’a ıbadet ediyoruz zann etseler bile ıbadet etmiş olmazlar, kendi hayal ve hevalarına taparlar, bundan dolâyı (.......) buyurulmuştu. Aradaki bu fark daha ziyade tavzih ve takviye olunmak üzere de buyuruluyor ki,

4

Hem ben tapıcı değilim sizin taptıklarınıza

(.......) hem ben tapıcı değilim sizin taptıklarınıza -ya'ni sade şimdi tapıyor olduklarınıza değil, bı'setten evvel mazîde taptıklarınız dahi dahil olmak üzere hiç birine ıbadet edici değilim: ne taparım ne de tapmışım.

İBTİDÂEN muzari' sıygasiyle (.......) burada mazî sıygasiyle (.......) buyurulması onların halde olduğu gibi mazîdeki teabbüdlerine de Peygamberin iştirâk etmemiş olduğuna işaret eder, bundan dolayı ba'zıları buradaki (.......) ismi fâilin mazî ma'nasına olduğunu söylemişlerdir, Mazîde olsun, halde olsun, istıkbalde olsun hiç bir zaman onlara ıbadet edici değilim diye nefyi küllî daha kuvvetli olur. Şu kadar ki, ismi fâilin mef'ulibihte ameli için hal veya istikbal ma'naları şart olduğuna binaen burada mefulibih olan mâimavasulde âmil bulunan (.......) ismi fâilinin mazî ma'nasına olabilmesi münakaşa edilmiştir. Fakat bu ı'tiraz(.......) nın masdariyye olması takdirinde vârid olmaz, çünkü o zaman mefuli mutlak olabilir, bunda amel için ise hal veya istıkbal ma'nası şart değildir. O halde (.......) masdariyye olduğuna göre ma'na şu olur: ben sizin tapınışınızı, o şirk ibadetini hiç bir zaman tapıcı değilim, yâhud o sizin benden istediğiniz şirk ibadetinizi mazîde dahi yapmadım ve hiç bir zaman yapacaklardan da değilim. Öyle ne tapmışım ne tapmışım ne de taparım. Sizin tapışınızı yapanlardan değilim.

5

Hem de siz tapıcılardan değilsiniz benim ma'buduma

(.......)Siz de benim ibadet etmekte

bulunduğum ma'buduma ibadet edicilerden değilsiniz. Hiç bir zaman değilsiniz, etmediniz, etmiyorsunuz, edecek de değilsiniz.

Yâhud siz de benim edeceğim tevhid ve ihlâs ile ibadeti etmediniz, etmiyorsunuz ve etmezsiniz. Bu iki âyet ilk bakışta evveklilerin bir tekrarı gibi görünür. Bunda müfessirlerin iki vechi vardır: birisi mahza te'kid ile takviye için tekrar edilmiş olmasıdır ki, üçüncü menfî cümle, ismiyye olarak daha kuvvetli bir surettebirinciyi, dördüncü de ayniyle üçüncüyü ma'na i'tibariyle te'kid eder denilmiştir. Ferra buna zâhib olmuş ve demiştir ki, Kur'ân Arab lügatiyle nâzil olmuştur, te'kid ve ifham için kelâmı tekrar etmek ve onların âdetlerindendir; mücîb «belâ belâ = evet evet» der, imtina' eden «lâ, lâ = hayır hayır» der,(.......) kavli celîli de bunun üzerinedir. Ve şu beyitleri inşad eylemiştir: (.......)

Nazımda ve nesirde bunun emsali çoktur. Burada te'kidin fâidesi de o kâfirlerin ümidlerini kesmek ve ebedâ küfürde kalacaklarını tesbit eylemektir (.......) Taybî de bunu ihtiyar eylemiştir. Lâkin, burada atıf vardır. Halbuki cümlelerin te'kidi(.......) den başka âtıf ile olmaz, diye i'tiraz edilmiştir. Fakat tecviz edenler «vâvı» da (.......) ye kıyas eylemişler demektir. Lâkin bu surette atfın en zâhir şekli de bu dördüncü cümleyi üçüncüye atf ettikten sonra mecmuunu evvelki iki cümlenin mecmuuna atf ederek bu iki âyet mecmuiyle evvelki iki âyet mecmuunu te'kid olmalıdır, gerçi üçüncü birinciye, dördüncü ikinciye atf-u te'kid olmak lâfzen ve ma'nen daha muvafık gibi görünür, ve Ebû Hayyanın ifadesinin zâhiri de bu ise de bu surette te'kid ile müekkedin, ma'tuf ile ma'tufı aleyhin araları ecnebî ile ayrılmış olacağından tâbi' ile metbuun arasını ecnebî ile fasıl Nahivce câiz olamaz. Şu halde bunda lügavî ma'nasiyle te'kid, zâhir değildir. Bu bir atıftır, atf ise az çok bir başkalık ifade eder, onun için Cumhûr bu âyetlerde ma'nen tekrar olmadığını ve binaenaleyh sade te'kid değil, her birini bir te'sîs olduğunu beyan eylemişlerdir. Zira muzari' ve ismi fâil sıygalarının hal ve istıkbal ve istimrar ve devam ma'nalarına nazaran müteaddid vecihlerle farkları olabileceği gibi «ma» ların da mevsul veya mevsufyâhud masdariyye olabilmeleri ihtimallerine göre muhtelif farklar melhuzdur, bunların darbı ve her birinin siyakına nazaran olan hususıyyeti de mülâhaza edilince burada te'kidden başka daha bir çok vecihler hasıl olabileceğinden bu farkları muhtelif surette izah eylemişlerdir. Çokları menfi olan muzari' ve ismi fâil sıygalarının hal, istıkbal, mazî her ma'nalarına göre zaman farklarını gözetmişler, ba'zıları da evvelki iki(.......) yi mevsul veya mevsuf, sonraki iki(.......) yi de masdariyye olmak üzere tefrık etmişler, ba'zıları da iki vechi cem'eylemişlerdir. Zamanı tefrık edenler: bir kısmı evvelkilerin hal, ikincilerin istıkbal için olmasını, bir kısmı da aksini tercih etmişlerdir.

Keşşaf şöyle demiştir: ma'na: ben, müstakbelde benden istediğinizi: o ilâhlarınıza ibadeti yapmam, siz de müstakbelde o benim sizden istediğimi, benim ilâhıma ibadeti yapacak değilsiniz, ve ben sizin taptıklarınıza geçmişte bile asla tapmadım,ya'ni câhiliyyede bile benden putlara ibadet ma'hud olmamıştır, o halde o benden islâmda nasıl ümid olunabilir! Siz de benim ibadet eylemekte olduğum ma'buduma hiç bir vakıt ıbadet etmediniz(.......) Ebüssüud da bunu ıhtiyar eylemiştir.

Bu ma'nada (.......) nefyi istikbal, birinci (.......) de öyle, (.......) lar mevsul olmakla beraber ma'buddan ıbaret değil, masdariyyede olduğu gibi ibadetten ibaret, (.......) vav, haliyye olmak muhtemil olarak nefyi mazî, ikinci (.......) umum evkata şâmil olmak üzere nefyi müstağrak, demek olur. Bu suretle her cümlenin ayrı bir ma'na ifade etmesinin bir şekli sebeb-i nüzule göre anlatılmıştır.

Buna iki vechile ı'tiraz edilmiştir: birisi(.......) nın hale de istıkbale de ıhtimali varken evvelkilerin istıkbale tahsıysıdır. Zira Ahfeş, Zeccac ve saire gibi bir kısım müfessirîn evvelkileri hale, ikincileri istikbale haml etmişlerdir. Lâkin maksad hasr olmayıp sebeb-i nüzulde taleb, istıkbale aid olduğundan (.......) nefyi istıkbalde meşhur bulunduğundan dolayı ilk cevabın onu redd ile başlaması, sonra daha ziyade terakkî için mazî ve cemi'i evkata kadar gidilmesi daha kuvvetli olmuştur.

İkincisi yukarıda işaret ettiğimiz vechile mazî ma'nasında olan ismi fâilin mef'ulibih olan mai mevsulde amelî mes'elesidir. Zira Kisaî bunu kabul etmiş ise deCumhûr redd ederler,Keşşaf nahivce bunda Kisaî mezhebini iltizam etmiş denilmek de müsteb'ad görünür. Bundan dolayı evvelkilerin istıkbale, ikincilerin hale haml edilmesi, daha muvafık olacağını söylemişlerdir. Fakat üçüncüde mazî sıygasiyle (.......) buyurulması, buradaki âbidde mazî ma'nasının da işaret suretiyle olsun mülâhazasına bir karîne gibidir. Onun için hal ve istıkbal ma'nasını ihmal câiz olamıyacağı gibi mazî ma'nası da ihmal olunmamak lâzım gelir. O halde amel ya ba'zılarının dediği gibi mâkabline müşakele suretiyledir.

Yâhud mâ, ıbadet ma'nasına haml edilmek ı'tibariyle masdariyye gibi mef'uli mutlak menzilesinde olduğundan dolayıdır. Böyle olunca da sonrakilerde mayi masdariyye yapmak, nefiyde mazî hal istıkbal üçüne de şamil olacak

vechile mutlak ismi fâile teslît eylemek siyakı nefide varid olan nekirenin umumi istiğrak ma'nasına daha muvafık ve te'kidlerin hepsinden kuvvetli müterakki bir te'sis olduğu gibi netice için de ayrıca bir temhid olur. Onun için bizde yukarıda bu yolda izah eyledik.

Görülüyor ki, burada ibadet fi'linin türlü tasrifleriyle birçok nüktelere işaret olunmuştur. «ma» ların ma'nalarına ve «vav» ların rabt suretlerine nazaran da bunların yekdiğerine zarbından o kadar çok tefsir vecihleri tebârüz ediyorki tafsîli şöyle dursun ta'dadı bile uzundur. Ancak şunu da söyliyelimki (.......) fiilleri haldir, bunların gerek mevsul ve gerek masdariyyet üzere tercemelerinde biz hal ma'nasını açık ve kısa olarak ifade edemiyoruz. Çünkü dilimiz de fili halden ve muzari'den sıle sıygası yapmak yoktur, biz yalnız olduğu olacağı gibi mazîden veya istıkbalden sıle yapıyoruz. Mazî sılesini mazîde ve halde müşterek kullanıyoruz. Mazî sılesini mazîde ve halde müşterek kullanıyoruz. Onun için tercemede bunları taptığınız, taptığım diye ifade etmiş bulunuyoruz, olsa olsa tapıyorduğunuz, tapıp durduğunuz, tapıyor bulunduğum diye bileceğiz ki, bunlarda hali mazî ile hikâye oluyor. Halbuki bütün bunlar esas i'tibariyle mazî olan(.......) fi'linin ma'nasıdır, buna da taptığınız diyoruz. Burada ise bu farkın ehemmiyyeti bulunduğundan tefsirde ıhtar lâzımdır. Zira muhatablar tarafından hem (.......) hem (.......) diye hem hal hem mazî sıygaları tasrih edilmiş olduğu halde Peygambere aid olanda sade (.......) diye hal fi'li tasrih olunmuş, mazî zımnen geçilmiş olmasında mühim bir nükte vardırki o da Peygamberin ittiba' olunması lâzım gelen fi'li, ibadeti zamanı haldeki, ya'ni nübüvvetinden i'tibaren olan ibadeti olduğuna tenbihtir. Mademki vaz'iyyet böyledir.

6

Size dîniniz, bana dînim

(.......) sizin olsun dîniniz -bana gerekmez âdet edindiğiniz o küfr-ü şirk i'tikad ve ibadeti, bütün mes'uliyyeti, hisabı, cezası,

vebali ile sırf size âiddir, bana tecavüz edemez.

Ya'ni ben ondan temamen berîyim. Binaenaleyh benden onun kabulünü asla ummayın.

Müfessirînin ekserîsi demişlerdir ki, bu «leküm dînüküm» yukarıki (.......) kavliyle (.......) kavlini takrirdir.

Ya'ni onların mazmunu olan kararı tebliğdir. (.......) bana da dînim -tevhid ve ıhlâs ile Allah’a ibadet ve tâattan ibaret olan(.......) buyurulan hak islâm dîni de benimdir, onun ecr-ü sevabı, kevseri de ancak bana âiddir, sizin ondan nasîbiniz yoktur.(.......) aslı (.......) dir, kesre ile iktifa olunarak mütekellim «ya» sı hazf edilmiştir. Bu da (.......) kavlini takrirdir, burada Fahrı razî, tefsirinde üç mes'eleden bahs eylemiştir:

BİRİNCİ MES'ELE - İbn-i Abbas demiştir ki, Allah’a küfrünüz sizin, ona tevhid ve ıhlâs da benim, o halde onların küfürlerine izin verilmiş denilebilirmi? Hayır, çünküaleyhissalâtü ves-selâm küfürden meni' için gönderilmiştir, ona izin vermesi nasıl tesavvur olunur? Ve lâkin maksud şu emirlerden biridir:

Birincisi: bundan maksud(.......) gibi tehdiddir.

İkincisi şöyle demek gibidir: ben sizi hak ve necâta da'vet için gönderilmiş bir Peygamberim, böyle iken mademki kabul edip bana ittiba' etmiyorsunuz o halde bırakın da beni şirke da'vet etmeğe kalkışmayın.

Üçüncüsü: dîniniz sizin olsun eğer helâk sizin için bir hayr ise ona sarılın, ben dînimi bırakmam.-(Bu izah, dînin bütün ma'nalarını muhtevî olarak en meşhur ma'nası olan ve esası mebde' ve meâde müteallık i'tikad ve amele raci' bulunan millet ma'nasına göredir) bu ayetin tefsîrinde ikinci kavl: dîn, hisabdır. Sizin hisabınız size, benim hisabım banadır, hiç birimizin amelinden diğerine bir mes'uliyyet teveccüh etmez, demektir. Üçüncü kavl; dînden murad cezası, üzerine terettüb edecek ıkab veya sevabdır.

Ya'ni sizin dîninizin cezası

sizin, benim dînimin cezâsı benimdir, de. Onlara dînlerinin cezâsı olan vebal ve ıkab elverir, sana da senin dîninin mükâfatı olan ta'zim ve sevab yetişir. Dördüncü kavl: (.......) de dîn, mu'ayyen ukubet demek olan hadd olduğu gibi burada da ukubet ma'nasınadır:(bu, cezâ ma'nasından ehasstır, türkçemizde kullandığımız cezâ demektir) binaenaleyh ma'na şu olur: benim Rabbımdan gelecek ukubetiniz size, sizin putlarınız bir şey yapamaz, ben onların ukubetinden karkmam. Fakat Göklerin ve Yerin vâhidi kahharı olan rabbül'âlemînin ukubetinden sizin aklen dahi korkmamız lâzım gelir. Beşinci kavl: dîn(.......) gibi duâ ma'nasına gelir.

Ya'ni sizin duânız, yalvarmanız sizin olsun, kâfirlerin duâsı ise dalâldedir, boşunadır,(.......) o taptıklarınıza ne kadar duâ etseniz onlar sizin duanızı eşitmez, bil'farz eşitseler bile, istediğinizi veremezler(.......) dir, bu kadarla da kalmaz, Kıyamet günü size zarar da ederler (.......) dir. Benim rabbım ise her şey'e habîrdir, îman edenlerin dileklerini verir(.......) buyuruyor (.......) buyuruyor, (.......) buyuruyor. Altıncı kavl: dîn, âdet ma'nasına gelir. Ma'nası: sizin eslâfınızdan ve Şeytanlardan me'huz olan o şirk âdetiniz sizin olsun, benim Melâike ve vahy ile Rabbımdan aldığım adetim de benim. Siz Şeytanlara ve ateşe kavuşuncıya kadar âdetiniz de durun, ben de Rabbıma, Cennet ve rıdvanına.

İkinci mes'ele - (.......) hasr ifade eder, ma'nası sizin dîniniz sizedir, sizden başkasına değil(.......), benim dînim de banadır, gayrime değil (.......) demektir. Ve bu(.......) ye işarettir. Bu da başdaki(.......) emri mülâhazasiyle şöyle demek olur: ben böyle vahy-ü tebliğ ile me'murum, sizler de imtisal ve kabul ile me'mursunuz, ben mükellef olduğum vazîfemi yaptım, teklifin uhdesinden çıktım, sizin küfürde ısrarınızdan bana hiç bir zarar

gelmez ihtimali yoktur, bütün zarar size âiddir(.......) Ancak Râzînin bu ifadesinde hasrın tasvirinde selbî cihetleri «sizden başkasına değil (.......), benden başkasına değil(.......) diye ta'mim, dolayısiyle olmuştur. Sevka nazaran izafet tarafeyn arasında olduğu için kasırlar da «sizedir bana değil, banadır size değil» diye evvelâ tarafeyn arasında tasvir olunmak zâhirdir. Râzi de buna bervechibâlâ sözünün nihayetinde işaret eylemiş demektir. Ebüssüud bunu daha vâzıh olarak şöyle tasvir etmiştir: sizin dîniniz ki, işrâkten ibarettir, o sizin için husule maksurdur, sizin umduğunuz gibi benim için husule tecavüz etmez, binaenaleyh ona boşuna ümidlerinizi, kuruntularınızı dakmayın, çünkü o muhalâttandır, benim dînim ki, tevhiddir o da bana maksurdur sizin için husule tecavüz etmez, çünkü siz onu muhâle ta'lık ettiniz ki, o muhâl benim sizin ilâhlarınıza ıbadet veya onlara istilâm etmekliğimdir. Öyle yaparsan biz de senin ilâhına ıbadet ederiz, diye bana va'd ettiğiniz de aynî işrâktir. Onların bir sene sen bizim ilâhlarımıza ibadet edersen bir sene de biz senin ilâhına ıbadet ederiz, demeleri de iki tarafın iki ıbadette şirketleri esasına mübteni olduğu için müsnedin takdiminden müstefad olan kasrın «kasrı ifrad» olması iycab eder. Bir de (.......) kasrı(.......) kavlini, bu (.......) kasrı da (.......) kavlini takrir olmak câizdir. Şöyle demek olur: bana ancak benim dînimdir sizin dîniniz değil (.......) Bu surette müsnedin müsnedi ileyhe kasrı olmuş olur.

Üçüncü mes'ele - Yine Râzî der ki, nâsın bir mütareke sırasında bu âyet ile temessül etmeleri âdet olmuştur, bu ise câiz değildir, çünkü Kur’ân temsîl olunmak için(ya'ni mesel halinde söylenmek için) değil, tedebbür olunup da mucebince amel olunmak için indirilmiştir(.......)

Âlûsî buna ilişerek şöyle demiştir: bunda ıktibas kapısını sedde bir meyil vardır, halbuki sahih olan ıktibasın

cevazıdır. aleyhissalâtü ves-selâmın kelâmında, Sahabe, eimme ve tabiînin bir çoklarının kelâmlarında vâkı' olmuştur. Celâli Süyutînin de (.......) bir risalei kâfiyesi vardır (.......) Fakat ıktibasın cevazı da her yerde değil, münasib ve ihtirama münafi olmıyan mevrid ve ma'nâlarda olabileceğini unutmamak lâzım gelir.Râzî Kur’ân, temessül için indirilmedi demekle temessülü mutlak surette nefy etmiş görünüyor ise de tedebbür ve amel kaydini esas tutmuş olduğuna göre maksadı tedebbürsüz olan temessülü nehy etmek ve bundan dolayı bu âyet ile mütareke mevkıinde temessül tedebbürsüzlük olacağı için câiz olamıyacağını söyliyerek bu âyette mütareke ma'nâsı olmadığını ıhtar eylemek olduğu anlaşılır, netekim Âlûsî kendisi de mütareke ma'nası olmamasını tercih ile âyetin muhkem olduğunu tasrih etmiş ve demiştir ki, evlâ olan mensûh olmıyacak bir ma'na ile tefsîr olunmaktır, çünkü nesıh hılâfı zâhirdir, zaruret olmadıkça ona gidilmez(.......) Filvaki' Kâdî Beyzavî de şöyle demiştir: bunda ne küfre izin ne de cihaddan meni' yokturki kıtal âyeti ile mensûh olsun, meğer -allâhümme- mütareke ile tefsir edildiği takdirde ola (.......)

Bu Sûreyi bevechiâtî Nasr Sûresinin ta'kıyb etmesi de bunun mensûh olmak şöyle dursun nasr ve fetih mukaddimatından olan mücahede kabîlinden olduğuna işaret eder.

NASR

Buna Sûre-i Nasr ve (.......) denilir. Nedenîdir, İbn-i Mes'uddan buna Sûre-i tevdi' dahi denildiği mervîdir, çünkü bunda Hazret-i Peygamberin irtihaline bir iyma vardır, Buharîde Hazret-i Aişeden: (.......) nâzil olduktan sonra Peygambersallâllahü aleyhi ve sellem her kıldığı namazda(.......) derdi, rükûunda, sücûdunda bunları çok söyler olmuştu. Yine Buharîdeİbn-i Abbastan: demiştir ki, Hazret-i Ömer beni meclisinde Bedir ihtiyarlariyle beraber alırdı, buna, ba'zısı içerilemiş gibi bunu niçin bizimle beraber alıyorsun bizim onun kadar oğullarımız var demiş, Ömer de o bildiğiniz cihetten demiş, yine birgün beni çağırdı, onlarla beraber aldı, sonra anladımki o gün beni onlara göstermek için çağırmış, dediki:(.......) kavli ilâhîsi hakkında ne dersiniz: ba'zıları bize nusret ve fetih ihsan edildiğinde Allah’a hamd ve istiğfar etmemiz emr olundu, dediler, ba'zısı da sükût etti, bir şey söylemedi. Bana sende mi böyle söylüyorsun; ya İbn-i Abbas; dedi, ben hayır, dedim, ya ne diyorsun? Dedi, o, dedim: Resulullahın ecelîdir ona onu bildirdi; Allah’ın nusreti ve fetih geldiği vakıt o senin ecelin alâmetidir, artık(.......) buyuruyor dedim, Ömer benim bildiğim de ancak söylediğindir, dedi.

Âlûsî der ki,İbn-i Abbastan ve gayrisinden müteaddid rivayetlerde: bu Sûre nâzil olduğu zaman aleyhissalâtü vesselamın

« (.......) = bana vefatım haber verildi» buyurduğu vârid olmuştur. Beyhekînin rivayetinde: «bu Sûre nâzil olduğunda aleyhissalâtü ves-selâm Hazret-i Fatime radıyallahü anhayı çağırıp (.......) buyurmuş, o da ağlamış, sonra da gülmüş, sorulduğunda Hazret-i Fatime demiştir ki, vefatını haber verdi, ağladım, sonra da bana ehlimden ilk lâhık olacak sensin dedi güldüm demiştir(.......) Bunun Hıccetülvedâ'da teşrık günlerinde, ya'ni Mekkede nâzil olduğuna dair bir rivayet vardır, bundan Mekkî olduğunu zann etmemelidir, çünkü medenî demek esahhı kavle göre yalnız Medîne içinde nâzil olan demek değil, Medîneye hicretten sonra nâzil olan demek olduğundan ondan sonra gerek seferde ve gerek hazerde, gerek Medînede ve gerek Mekkede nâzil olanların hepsine Medenî denilir. Maamafih gerek evvel, gerek sonra Mekkede nâzil olanlara mekkî diyenler de olmuştur. Bu ma'na ile buna da mekkî denilirse de yanlış anlatılmamalıdır, en doğrusu evvelkidir. Ve denilmiştirki: bu Sûre, âyet i'tibariyle değil, fakat Sûre i'tibariyle Kur'ânın en son nâzil olanıdır. Âlûsînin kayd ettiği vechile Müslim ve İbn-i ebî şeybe ve İbn-i merdûye İbn-i Abbastan şöyle rivayet eylemişler: bütün Kur'ândan en son nâzil olan Sûre(.......) dır. (.......) Bununla beraber Beyzavîde ve sairede çokları bunun fethi Mekkeden evvel nâzil olduğunu söylemişlerdir. Bahirde, Hayber gazasından dönüşte nâzil olduğu ve bundan sonra Resulullahın iki sene yaşadığı zikr edilmiştir. Hattâ Hayber gazası yedinci sene olduğu cihetle iki seneden ziyade eder. Ve şu halde Peygamberin vefatını îyma etmesi vefatı sıralarında nâzil olmasından değil, alâmatını sayarak önceden haber vermiş olmasındadırki iki üç sene evvel gayb haberi verilmiş, ya'ni nusret, fethi gelmek ve nâsın islâma alay alay girmeğe başladıklarını görmek, bu üç muvaffakıyyeti görmeden sen vefat etmiyeceksin, fakat bunları gördüğün vakıt Rabbına gitmeğe hazır ol denilmiş demek olur.

Âyetleri - Bilittifak üçtür.

Fasılası - (.......) harfleridir.

Bu Sûrede evvelki Sûredeki ıhlâs ve tevhid ile ibadetin mükâfatlarından olarak kevserin Dünyada bir nevi' tezahürü demek olan islâmın feyz-ü intişarı kazıyyesini ihbar siyakında, (.......) de Peygambere muzaf olan dînden murad Allah dîni olan islâm olduğunu dahi beyan ederek Peygamberin son vazîfelerini bildirdiği cihetle evvelki Sûrenin bir akıbeti olmak üzere onunla mütenasibtir.

1

Gelip de Allah’ın nusreti ve feth

(.......), tahakkuk ifade eden bir zarfı zaman olduğu için fi'li mazîye dahil olur, şart ma'nasına delâlet ettiği cihetle de mazînin ma'nasını müstakbele kalb ederek şartın istikbalde tehakkukunu ifade eyler, burada şartı (.......) ile ona ma'tuf olan (.......) fiillerinin mecmuudur, cevabı da (.......) ve ma'tufudur.

(.......) nın bu vechile tahakkuk ifade etmesinden dolayı burada makablinin de mülâhazesiyle şu ma'na hasıl olur:

ya Muhammed! Seni gönderen, senin yegâne ma'budun olan Allah’ın nusreti ile fetih gelecek, hem sen nâsın Allah dînine fevc fevc girmeğe başladıklarını göreceksin (.......) buyurulmuştur, sen Allah’ın resulü olduğun ve evvelki Sûre mazmunu üzere tevhid ve ıhlâs ile Allah’a ıbadet ve ubudiyyet edip sırf onun dînine sarıldığın, bu suretle mücahede ederek ona yardım ettiğinden dolayı bunlar muhakkak olacak, işte bunlar tehakkuk ettiği vakıt 

(.......) Allah’ın nusreti -düşmanlara karşı galib ve muzaffer kılacak olan mev'ud yardımı,(.......) buyurulan yardımı(.......) ve fetih-Zemahşerî derki: nasr ile fetih arasında ne fark vardır ki, ona atf edilmiş? Dersen!. Derimki: nasr, igase ve düşman üzere üstün kılmaktır, fetih de fethi bilâddır, ve ma'na Resulullahın Araba veya Kureyşe zaferi ve Mekkenin fethidir, Allah’ın mü'minlere nusreti ve şirk bilâdını onlara fethi cinsidir de denilmiştir (.......)Râzî tefsîrinde de derki: nasr, matlûbun tahsîline ianedir, fetih de ona müteallık olan matlûbun husule getirilmesidir, nusret fetha sebebdir, onun için atf edilmiştir.

İkinci bir vecih: nusret dînin kemali, fetih dünyevî ıkbaldirki tamamı ni'mettir, bunun nazîri (.......) dir.

Üçüncü bir vecih: nusret Dünyada maksuda zafer, fetih de(.......) buyurulduğu üzere Cennete âid olmaktır. Akvalin azheri nasrın Kureyşe veya bütün Araba galebe, fethin de Mekke fethi olmasıdır (.......)İbn-i Abbastan menkul olan da Mekkenin fethidir ki, ona «fethulfütuh» ya'ni fetihlerin fethi denilir, netekim buna mukaddime olan Hudeybiye muahedesine de fethi mübîn denilmişti.

Şu halde asıl ma'na sade Kureyşe veya Araba karşı nusretin ve Mekke fethinin hususıyyetleri üzerine değil, bunlar ileride bunlara terettüb edecek futuhatın miftahı, islâma futuhat kapılarının açılışı demek olması hasebiyle bu galebe ve fethin gelmesi, gelecek bütün futuhatın gelmeğe başlaması ma'nasına râci' olduğundan dolayı birçok müfessirîn bu nasr-u fethi cinse haml eylemişlerdirki bu ma'na kevserin i'tasında beyan olunan ma'na gibi olarak (.......) buyurulan güne işaret olmuş olur. Hıccetülveda'da teşrık günlerinde Minada nâzil olduğu rivayetine göre bu ma'na daha yakın olur. Ancak bu takdirde(.......) daki istıkbal ma'nası(.......) fi'ilinde değil, ru'yetin ba'zı kısmı i'tibariyle mülâhaza olunmak lâzım gelir. Bu iyzahtan sonra şu neticeye de gelebiliriz ki, fetihten murad yalnız memleket fethinden ibaret olmayıp daha ziyade kalblerin îman ve islâma fethi demek olur, Mekke fethi üzerine en ziyade terettüb eden futuhat, dîni islâmın derhal intişar edivermiş olması ve yirmi seneden beri Kureyş kâfirlerinin mümaneatinden dolayı hakkın kabulüne kapalı duran kalblerin Mekke ve Taif fethinden sonra akın akın islâma açılıvermiş bulunmasıdır. Onun için Isam demiştir ki, (.......) ya münasib olan, fethin mü'minlere dîn kapısının açılması ma'nasına haml olunması da kalbe çarpan ma'nalardandır (.......) Yukarılarda da geçtiği üzere Mekkenin fethi hicretin sekizinci senesi Ramazanında olmuştu, Resulullahın meıyyetinde Muhacirîn ve Ensar ve sair mü'minlerden on bin kişilik muntazam bir ordu vardı, ikibin kişi de sonradan iltihak etmişti. aleyhissalâtü ves-selâm Mekkede onbeş gün kaldı, ilk girdiği zaman Ka'benin kapısında durub: (.......) demişti. Sonra da: ey ehli Mekke! Şimdi ben size ne yapacağım? Dersiniz? Buyurdu. Hayır yapacaksın, kerîm bir kardeş, ve kerîm bir kardeş oğlu, dediler. Haydi

gidiniz siz tulekasınız (.......) buyurdu, bu suretle onları azad etti, onun için onlara «tuleka» ta'bir olundu. O zamana kadar islâma girenler birer ikişer giriyorlardı.Buharî Amr İbn-i selemeden şöyle tahric eylemiştir: demişdirki: feth olunca her kavm, islâm ile Resulullaha mübaderet etti, bütün kabîleler islâma gelmek için Mekkenin fethini gözetiyorlardı, ve onu kavmi ile bırakın eğer onlara galebe ederse o Peygamberdir diyorlardı. Hasenden de: Resulullahsallallahü aleyhi vesellem Mekkeyi feth edince a'rabîler «Allah teâla ehli Mekkeyi Ashabı fîlden korumuşken o mâdemki onlara karşı muzaffer oldu o halde sizin ona eliniz irişmez» dediler ve fevc fevc Allah dînine girdiler (.......) Bunlardan anlaşılırki fetihten murad Cumhûrunun dediği gibi Mekkenin fethi olmakla beraber o yalnız adî bir şehrin fethinden ibaret değil, Kâ'benin fethi olduğundan aynı zamanda kalblerin Allah dînine, islâm kapısının umum insanlığa açılışı ve bu suretle fetihlerin fethi olmuştur. Derhal bütün Arabistana ve oradan bütün cihana yayılan islâm futuhatı maddiyye ve ma'neviyyesi Kâ'be kapısının açılmasiyle başlamıştır. Şu da bunu iş'ar eyler:

2

Gördüğün vakıt nâsı girerlerken Allah dînine fevcâ fevc

(.......)bâlâda söylendiği vechile bu (.......) ye ma'tuf olarak(.......) mecmuunun başına dahil bulunduğundan mecmuu birden bir vakıt ve bir şart olmak üzere mülâhaza edilmek lâzım gelir.Râzînin dediği gibi nâstan zâhir olan Arabın gayriye de şâmil olmak üzere umum insanlardır, fakat bu ta'mim, ibtida Arabdan başladığı cihetle ilk evvel Arabe masruf olmak ıktiza eder. Onun için ekser müfessirîn, Arab demişlerdir. Asıl maksad da istığrakı hakikî ile her ferdi insanın değil, umumı urfî ile insanlık âleminin duhule başladığını görmek veya bilmektir. (.......) buyurulduğu üzere insanlık hılkatinden ve akılden maksud Allah’ı tanıyıp ıbadet etmek olduğu cihetle hakkı

tanımıyanların (.......) hukmünde olduklarına da işaret olabilir. Rü'yetten zâhir olan da gözle görmektir. İki mef'ulüne ta'diye eden ef'ali kulûbdan olarak ılim ma'nasına olmak da mühtemil denilmiştir.

Ya'ni Allah’ın mevud olan nusreti ve fetih geldiği ve sen insanları gördüğün veya eseri haricîsiyle anlayıp bildiğin vakıt ki, (.......) giriyorlar,- rü'yet basarî olduğuna göre nâs, mef'ul, bu cümle nâstan haldir, giriyorlarken demek olur. Rü'yet kalbî olduğuna göre de onun ikinci mef'ulüdür. Nâsı giriyorlar gördüğün vakıt demek olur. (.......) buyurulmayıp (.......) buyurulması da hepsinin duhulleri tamam olmuş olmayıp girmeğe başladıklarını ve peyderpey gireceklerini iş'ar eder. Ve işte bu i'tibar iledir ki, nâs Arabdan maadaya da şâmil olur ve istıkbaldeki duhuller de bu hale mütelâhık olacağı anlaşılır.

Ya'ni giriyorlar ve girecekler (.......) Allah dînine -ya'ni hak islâm milletine ki, Allah ındinde dîn odur, ondan başka dîn isteyenin dîni kabul olunmaz. (.......) dir. Allah’a tav'an teslim olup da inkıyad etmiyen nihayet kerhen inkıyad etmeğe mecbur olur, ona irca' edilir. (.......) Öyle giriyorlar ki,(.......) fevc fevc: alaylarıyla cemaat cemaat. Bu da nâsa râci' olan (.......) zamirinden haldir. Râgıb der ki, fevc, sür'atle geçen cemaattir, mutlak cemaat ma'nâsına da gelir (.......) Şu halde her iki ma'na ı'tibariyle bizim alay ta'birimize müşabihtir. Burada mutlak cemaat ma'nasına olmakla beraber efvacen diye cemi'lenmesi haysiyyetiyle de fevca fevc, alay alay demek olacağından dolayı bu dühulün peyderpey gelen bir geçid resmi manzarası ifade etmiş olacağından gaflet olunmamak ıktiza eyler. Bu manzara ise (.......) va'di mucebince bu hak dînin bütün dînlere galebesinin zuhuru

manzarasıdır ki, bu, Mekkenin fethi ile Resulullahın vefatı arasında başlamıştır.

Ebû Ömer İbn-i Abdül'berr demiştir ki, Resulullahın vefatında Arabda kâfir kalmamıştı, Mekkenin fethini müteakıb Huneyn ve Taif muharebelerinden sonra hepsi islâma girmişti, kimi kendi gelmiş kimi de fevc fevc vefdlerini murahhas hey'etlerini göndermişlerdi, İbn-i atıyye de demiştir ki, bunun kâfir kalmamıştı demesinden murad Allahü a'lem put perest Arab kalmamıştı demek olmalıdır. Çünkü Benî tağlib Nasârâsı Resulullahın hayatında henüz islâma girmiş olmayıp cizye vermeği kabul eylemişlerdi. O halde murad ehli Mekke, Taif, Yemen, Hevâzin ve emsali abedei evsan olmuş olur (.......) Ikrime ve Mukatilden bir rivayette de nâstan murad ehli Yemen denilmiş, onlardan yedi yüz kişi murahhas (vefd) olarak gelmiş islâmı kabul etmişlerdi. Bu münasebetle (.......) îman, Yemanîdir, hikmet de Yemanîdir, ya'ni Yemen tarafına mensûbdur, hadîsi de ma'ruftur. Mekkenin fethiyle akıbindeki Huneyn muharebesi ve Taif muharasından başka bir harb olmaksızın, ondan sonra Peygamberin vefatına kadar iki sene zarfında bütün Arabistanın her tarafından akın akın, fevc fevc hey'etler gelerek islâma girmişler, Necranlılar ve Benî tağlib gibi henüz doğrudan doğru islâmı kabul etmemiş bulunanlar da islâm zimmet ve tabi'ıyyetini kabul etmişler, islâm milleti içine girmişlerdi, ve bu suretle haricdeki devletlere karşı da islâmı da'vet ve fütuhatının kapısı açılmış bulunuyordu ki,; hep bunlar (.......) va'dinin zuhura başlamış olması idi, ve bu günler (.......) buyurulmuş olan günler idi. Bununla Resulallahın risalet ve tebliğ vazîfesi hıtama irmiş ve bundan sonrası ümmetin uhdei emanet ve kifayetine kalan vezâif olmuş oluyordu. Bundan dolayı buyuruluyor ki, işte muhakkak olacak olan bu vukuât olduğu,ya'ni mev'ud olan o nasr-u feth geldiği

ve sen insanların böyle fevc fevc Allah dînine girmeğe başladıklarını gördüğün vakıt

3

Artık tesbîh et Rabbına hamdiyle ve mağfiretini dile, muhakkak ki, o bir tevvab bulunuyor

(.......) artık tesbîh et rabbına hamd ile -seni ınayet ve terbiyei hassasiyle yetiştirip hüdâ ve hak dîni ile göndererek (.......) va'dini yerine getirmek üzere o hamd-ü tebcile şayan muvaffakıyyetlere irdiren, sana kevseri verip düşmanlarını ebter kılan rabbının büyük atâ ve ıhsanına mazheriyyetten dolayı ona lâyık her türlü övgü ve ta'zîmat ile hamd ederek onun zati sübhanîsini her vechile, ya'ni zatında, sıfatında, ef'alinde, esmasında şanına yaraşmıyan eksiklik şâibelerinden tenzih ve takdise daha ziyade devam et. Demek ki, bütün bunlardan: nusret ve fetihten ve neşri dînden netice, gayei hikmet tesbih ve tahmiddir.(.......) buyurulduğu üzere ehli Cennetin Cennette de evvel ve âhir duâları tesbih ve tahmiddir. (.......) mantukunca Meleklerin de işi odur. Ve hattâ her şey kendi hususıyyetine göre halikına hamd ile tesbih ettiğine nazaran hamd ile tesbih bütün hılkatin gayesi demektir, (.......) yukarılarda geçmişti ki, tesbîh esasen balığın suda, kuşun ve atın hevada, nücumun eflâkte hızla geçişleri gibi sür'atle geçmek, ya'ni hızla yüzmek ma'nasına sibahatten tef'ıl olduğu için çok yüzdürmek ma'nasının lâzımı olarak çok uzaklaştırmak veya pâklikte, temizlikte çok ileri götürmek ma'nasından me'huz olarak tenzihte mütearef olmuştur.Râgıb: der ki, tesbîh Allahü teâlâyı tenzihtir, bunun aslı da Allah’a ıbadette sür'atle gidiştir, ib'ad « (.......) = Allah irağ etsin» gibi şerr hakkında kullanıldığı gibi tesbih de fı'li hayra tahsıys edilmiştir, ve tesbîh, gerek kavil ve gerek fiil ve gerek niyyet ıbadâtin hepsine de ıtlak olunur, (.......) minelmusallîn, diye tefsîr edilmiştir, Maamafih evlâ olan

üçüne de şâmil olmaktır (.......) demek hamdin bir ifadei mahsusası olduğu gibi (.......) demek de tesbîhin bir alemi mahsusu olduğundan dolayı Kamusta mezkûr olduğu üzere tesbîh, sübhânallah demek ma'nasına da gelir, ve yerine göre(.......) demek teaccüb makamında da söylenir. Eğer teaccüb fevkal'âde bir güzellik münasebetiyle istihsan makamında ise yaradanı bu bedî' sun'ıyle tenzih ma'nasında olur, ve eğer bir münasebetsizliğe teaccüb ile istihcan makamında ise Halık tealâyı ondan tenzih ederim ma'nasında olur. «Sübhan» kelimesinin esmâi husnâdan olarak zati bâriye ıtlak olunduğu da zikr olunmuştur. Ebül'beka külliyyatında da şöyle mezkûrdur: Kur’ân’da tezekkî, islâm ma'nasına olduğu gibi tesbih de hep salâttır, maamafih Kur’ân’da tesbîh, vücuh ile tenzih ma'nasına da varid olmuştur. Tesbihten tenzih ve zikri mücerred murad olduğunda harfi cerr ile teaddî etmez (.......) denilmez, fiıl, ya'ni salâta makrun tenzih murad olunduğu zaman ise bu murada tenbih için harfi cerr ile teaddî eder, bir de tesbîh, taât ve ıbadat ile, takdis de mearif ve ı'tikadat ile olur. Tesbîh, lâyık olmıyanı nefiydir, takdis lâyık olanı isbattır, (.......) ma'nasınadır (.......),ya'ni burada (.......) ile teaddî etmiş değildir. Tesbîhin hamd ile cem'i emr olunmuştur. Râzî der ki, Hak teâlânın sıfatları selb-ü îcab, nefy-ü isbatta mülâhaza olunur. Sülûb ise îcabâta mukaddemdir. Tesbîh, vâcibül'vücudun sıfati selbiyyesine işarettir ki, bunlar celâl sıfatlarıdır. Tahmid de sıfati sübutiyyeye işarettir ki, bunlar da ikram sıfatlarıdır (.......)

Şu halde tesbîh ile hamdin cem'i zül'celâli vel'ikram ismi hukmünce celâl ve ikram sıfatlarının isbat ve ızharı

demek olur. Bu şöyle de izah olunur: Yine müfessirînin zikr ettikleri vechile Resulullah sallâllahü aleyhi ve selleme tesbihten suâl olunduğunda buyurmuştur ki, «(.......) = Allahü teâlâyı her ârızadan, şâibeden tenzihtir (.......)» Bu ise gerek sıfati zatiyyesinde ve gerek sıfati fi'linde nefiy veya isbatı câiz ve lâyık olmıyacak her nakîsadan nezîh demek olur, binaenaleyh tesbîh Allahü teâlânın zatinde, sıfatında, ef'alinde esmâsında nezâhet ve pâkliğini ifade eder. Bu da hadîsat ve mümkinatın şanından olan çirkinliklere, eksikliklere ve kemali ilâhiye münafî bulunan ahvale karşı sıfatı fi'ilden olan gadab ve celâl sıfatının tecellisini ve zatında hiç bir noksan kabul etmiyen sıfatı cemalin, hüsni ekmelin bütün pâkliğile tahakkukunu istilzam eyler. Bundan dolayıdırki(.......) kavliilâhîsi tesbihin sıfatı celâl ile alâkasını açık olarak ifade etmektedir. O halde tesbihin hakikati, hamdin hakikati gibi doğrudan doğru Allahü teâlânın kendisine mahsus olan ve subbuh, kuddûs Hamîd ismi şeriflerinin muktezası bulunan fi'ildir. Mahlûkata aid olan tesbih ise her birinin mevahibi fıtriyyesine göre mümkin olabilen istitaati mahsusası nisbetinde gerek fi'len ve gerek kavlen ve gerek i'tikaden onun ızhar ve i'lânı için emriilâhîye ittiba'dan ıbarettir. Bu haysiyyetledirki tesbih kavil, fi'il, niyyet ve ı'tikada şâmil olmak üzere ve bilassa namaz ma'nasına ve sübhâneke ve sübhanâllah gibi tenzihi ifade eden ezkâr ile sena ma'nalarına gelmektedir, ve onun için burada ekser müfessirîn mutlâka tenzîh ile, ba'zıları da namaz ile, diğer ba'zıları da subhânallah demek ile tefsir eylemişler, ba'zıları da (.......) gibi tesbîhi teaccub olarak bu muvaffakıyyetin şayanı hayret bir surette büyüklüğünü tes'ıyd için olduğunu anlatmışlardır. Ebüssûud bu vecihleri şöyle hulâsa eylemiştir: Rabbına hamd ederek sübhânallah, de, yâhud kimsenin kalbine hutur etmiyecek

vechile sana o şayanı hayret galebe ve muvaffakıyyetleri müyesser kıldığından dolayı onun o güzel, o bedî' sun'una hamd ederek teaccub et, yâhud ziyade in'amından dolayı ziyade ibadet ve senâ olmak üzere onu tesbîh ve hamd ederek zikret.

Yâhud ni'metine hamd ederek onun için namaz kıl. Kâ'benin kapısını açtığı zaman Resulullahın sekiz rek'at kuşluk namazı kılmış olduğu rivayet olunmuştur.

Yâhud va'dini yerine getirdiğinden dolayı hamd ederek onu zalimlerin söylediklerinden tenzih et,yâhud ikram sıfatlarına hamd ederek celâl sıfatlarıyla senâ et (.......)

Resulullahın birçok âyetlerde geçtiği üzere daha evvelden dahi tesbîh ve hamd ile emr olunduğu ve binaenaleyh fetihten evvel dahi tesbîh ve hamd etmekte bulunduğu ma'lûm olmak hasebiyle buradaki emrin devam, veya tezyid veya diğer bir nükte ile bir ma'nayı mahsus ifade etmesi lâzım geleceğinden zikr olunan vucuh ile müfessirîn bunu anlatmak istemişlerdir. Şu muhakkaktırki Allahü teâlânın celâl ve ikram tecelliyâtı hiç bir lâhza munkati' olmadığından dolayı her zaman ona tesbîh ve hamd vazîfedir, ve hamd Fatihada izah olunduğu üzere yalnız ni'meti gayri vâsıleden dolayı değil, ni'meti vâsıleden dolayı da olur. Ve o zaman hamd, şükür ma'nasında olur. Binaenaleyh celâl ve ikram tecelliyâtı tezayüd ettiği nisbette de tesbîh ve hamdin tezyidi icyab eder. Zira ni'met ve ikrama irince mün'imi ve sıfatı celâlini unutmak ve celâl eseri karşısında cemal ve ikrâm tecelliyâtını unutmak, husrana götüren cehil ve küfrân huylarındandır. Nasr-u fetihte ise bir taraftan izharı celâl, bir taraftan da ikram ile va'de vefa vardır. Binaenaleyh bunların tehakkukiyle tesbîh ve hamd vazîfesi bitmiş olmayıp asıl bu muvaffakıyyeti müşahededen sonra tesbîh ve hamdin ziyadesiyle iyfası maksuddur. En yüksek pâklik ile en yüksek hamd-ü şükür zevkı asıl o zamandır. Ve asıl o zamandır

ki, kalbin daha yüksek bir ferağ ve temizlikle Hak teâlânın celâl ve cemali neş'esini duyarak ona müteveccih olması lâzımdır. Netekîm (.......) buyurmuştu, ve onun için ehli Cennetin bütün da'vası da tesbîh ve hamddir. İşte (.......) diye zikre müvazabet de bu zevk-u neş'e ile cemali hakka olan o şevk-u rağbetin i'lân ve izharı ve ruhun bütün külliyyetiyle ona tevcihi demek olduğu gibi ta ibtidai risalette(.......) buyurulmuş olan asnâmın bu feth-u zafer üzerine kırılması ve zâhir-ü bâtında şirk âsâr ve ahlak ve âdâtının silinmesi için tathirat icrası da o tesbîh ve tenzihin muktezasıdır. Bundan dolayı burada (.......) emri, Allahü teâlâyı zikr-ü tenzihin teksirini ifade ederken zâhir-ü bâtının tathiri emrini de ifade etmiş olur. Fakat ânifen ıhtar olunduğu üzere tesbîh ve tahmidin hakıkati yine Allah’a mahsus olduğu için her kim olursa olsun Dünyada hiç bir mahlûkun onu bütün kemaliyle iyfası kabil olmaz, abid, ma'sum olsa da münezzeh sübhan olamaz. Her ne kadar hulükı azîm olan ilâhî ahlak ile tehalluk etse, (.......) olsa dahi Halık tealânın (.......) olan zati sübhânîsine nisbetle mahlûkun kusur ve noksanı mahiyyetinin lâzımıdır, onun bütün kemali (.......) mîsakıyle Allahü teâlânın avn-ü ınayetinden aldığı feyzı imdada bağlıdır. Her hususta nasr-u fetih ondandır, netekim Resulullah « (.......) = ben sana senayı sayıp tüketemem, sen kendi senâ ettiğin gibisin» demiştir. (.......) vârid olmuştur. Bu kusuru örtecek, bu eksikliği ikmâl edecek olan da ancak Allahü teâlânın mağfiretidir. O da taleb edene mev'ud olduğundan buna işaret olarak da buyuruluyor ki,(.......) ve ona istiğfar et -Sûreyi Muhammedde(.......)

buyurulduğu üzere gerek kendin ve gerek ümmetin için mağfiretini dile, ki, (.......) hukmü de zâhir olarak bütün temizlikle Rabbına rucu' edesin (.......) çünkü o muhakkak bir tevvab bulunuyor- tevbe ile kendine rucu' edenleri ötedenberi kabul ile mağfiret ede gelmiştir. Binaenaleyh istiğfar ve tevbe edenler kabulünü ümid etsinler. Kelâmın zâhir (.......) denilmek iken (.......) buyurulması nüktelidir. Tesbîhin hamde ıktiranı gibi bununla istiğfarın tam faidesi tevbeye iktiranı halinde olacağına bir tenbih vardır. İstiğfar,(.......) yâhud(.......) «yarab bana mağfiret et, bize mağfiret buyur, mağfiretini niyaz ederim» gibi duâ ve niyaz ile mağfiret istemektir. Tevbe ise yukarılarda izah olunduğu üzere günaha nedamet ve bir daha yapmamak üzere azm ile rucu'dur, insan başkalarının günahları için de istiğfar edebilir, Kur'ânda (.......) gibi bunun pek güzel misâlleri vardır. Onun için buradada (.......) emri Peyamberin sade kendisi için olmak lâzım gelmeyip ümmeti için de olur. Ve hattâ daha ziyade ümmeti için denilmiştir. Lâkin kimse başkasının namına tevbe edemez, bununla beraber istiğfar tevbeyi de tezammun edebilir.Âlûsînin nakl ettiği vechile İbn-i Receb demiştir ki, mücerred istiğfar, duâda mağfiret talebiyle beraber tevbedir,(.......) gibi tevbeyi de zikr ederek istiğfar ise sade mağfiret talebiyle duâdır. Bir de demiştir ki, mücerred istiğfar geçmiş günaha nedametle onun şerrinden vikayeyi duâ ile taleb ve gelecek günahın şerrinden de onu yapmamağa azm ile vikayeyi talebdir. Ve işte «(.......) = ısrar ile sagîre yoktur, istiğfar ile de kebîre yoktur» gibi vârid olan eserlerde ısrarı men'eden ve mücerred olarak zikr edilen istiğfardan murad böyle nedamet ve azm ile tevbeyi mutazammın olan istiğfardır,

eğer geçmiş günâha nedamet yoksa o sade duâdır, nedamete mukarin ise tevbedir (.......) Bunun hâsılı; şer'an istiğfara mev'ud ve müterettib olan ahkâm, tevbe ma'nasında olan istiğfardadır, mutlak olarak istiğfar denildiği zaman o murad olunur, tevbe, nedamet ma'nası bulunmıyan ve günâhına peşiman olmaksızın sadece onun afv-u mağfiretini istemekten ibaret kalan istiğfar, sade bir duâdır, makbul olmamak gerektir. Çünkü hem günaha peşimanlık duymamak hem de onun mağfiretini istemek Allah karşı sû'i edebdir, ancak bu kişinin kendi günahı hakkındadır. Bir de bu Âyette ihtibâk san'atı olduğu söylenmiştir. Asıl kelâm «ona istiğfar et, çünkü o bir gaffardır, ve tevbe et çünkü o bir tevvabdır» demek olup her birinden birinin hazfiyle diğerine işaret edilmiştir.

Sûrenin başında da işaret olunduğu üzere imamAhmed ibni Hanbelin Müsnedinde ve sahihi Müslimde ve daha başkalarında Hazret-i Aişeden rivayet olunmuşturki: Resulullah son zamanlarında(.......) kavlini çok söyler olmuştu, ve sorulduğunda: Rabbım bana ümmetimde bir alemet göreceğimi haber verdi, ve onu gördüğüm zaman hamd ile tesbîh ve istiğfar etmemi emir buyurdu, demişti. TefsiriKeşşafta derki; tesbîh emriyle beraber istiğfar emri dînin kıvamı olan emr ile emri tekmil içindir,ya'ni dînin kıvamı tâat ile ma'sıyetten korunmak beynini cemi'dedir, bir de Resullahın ısmetiyle beraber bu emr ümmetine lûtf olmak içindir. Bir de istiğfar Allah için tevazu'dan ve hazmı nefsidendir ve ondan dolayı nefsinde bir ibadettir. Peygamber sallallâhu aleyhi vesellem Hazretlerinin «ben gece ve gündüz yüz kerre istiğfar ederim» dediği de rivayatı sahiha cümsindendir(.......)

Âlûsî derki: âbid her ne kadar bezli mechûd etse de ma'budun celâline lâyık olanı gereğî gibi iyfade kusurdan halî olamıyacağına işaret için birçok taatlardan sonra istiğfar

da meşru' kılınmıştır, onun için zikretmişlerdirki: farz namazı kılan kimse için akıbinde üç kerre istiğfar etmesi, teheccüd kılanın sehar vakıtleri dilediği kadar istiğfar etmesi, ve hâcının hacdan sonra istiğfar etmesi meş'ru' kılınmıştır, (.......) Kezalik abdestin nihayetinde ve her meclisin hıtamında istiğfarın meşru' olduğu da rivayet olunmuştur: Resulullah her hangi bir meclisten kalkarken de (.......) derdi. Bu vechile istiğfar emrinden anlaşıldığı nakl edilen vefat haberine bir remiz var demektir, meşhuru da bu işaret, emri dînin tekâmüliyle da'vet vazîfesinin temama yaklaşmış olduğuna delâletten anlaşılmıştır(.......)

(.......) âyetleri Resulullahın irsali, Hak dîninin bütün dînlere karşı ızharı hikmeti için olduğunu anlattığı ve(.......) gibi âyetlerde de kâfirlere karşı yapılmış olan vaîdlerin ba'zısı Peygamberin vefatından evvel Dünyada göreceğine işaret buyurulduğu gibi bu Sûrede de nasır ve fethin geleceği ve halkın alay alay dîni hakka girmeğe başladıklarını Resulûllahın muhakkak göreceği va'd olunarak bu görüş tehakkuk ettiği zaman tesbîh ve hamd ile istiğfarın emr olunması ve sonra buna ta'lil makamında tevvab ismi şerifiyle hıtam verilmesi ve tesbîh ve hamd ehli Cennetin evvel ve âhir gayesi da'vası olduğunun ma'lûm bulunması ve mağfirette örtmek, tevvabda rücuu kabul etmek ma'nalarının da esas olması düşünülünce muhakkak bir va'di kerîm ile onun sureti kat'iyyede incazını ifade eden bu (.......) ta'likın bir çok nüktelere delâlet eyliyen müfadinin hasılı: o vakıt gelince, va'din temam olup risalet vazîfesinin hıtama irerek(.......) emrinin tehakkuk edeceğini ve binaenaleyh o alâmetler görülünce va'din sıdkını ve hakkındaki ınayet ve tecelliyâtı ilâhiyyenin kudsiyyet ve azametini görmüş, kevserin zevkı

cereyanını müşahede eylemiş olan zati Muhammedînin o neşei muvaffakıyyetle mutmainn ve müsaffa lekesiz olarak bu âlemi fânîden, bu dari imtihan ve ma'rekei zünüb olan Dünyadan çekilip ruhi kâk ve sirri pâk ile hakkal'yakîn likaullaha kavuşmak üzere tesbîh, hamd ve en ziyade ümmeti için istiğfar ederek (.......) hukmüne hâzır ve âmade bulunması lüzumunu iş'ar olduğu sezilir, ki, bunda(.......) mazmunundaki ıhlâs ve tebşirin de bir îyzah ve incazı vardır. Rivayet olunmuştur ki, bu Sûre, nâzil olduğunda Resulullah sallâllahü aleyhi ve sellem bir hutbe iyrad edip şöyle buyurmuştu: «(.......) = bir kul, Allah onu Dünya ile kendi likası arasında muhayyer kıldı, o Allah’ın likasını ihtiyar eyledi». Bunun ne demek olduğunu Ebû Bekir radıyallahü anh anlamıştı da: nefislerimiz ve mallarımız, atalarımız ve evlâdlarımızla sana feda olalım! Demişti, yine rivayet olunmuştur ki, Resulullah bunu ashabına okuduğu vakıt sevinmişler, fakat Hazret-i Abbas radıyallahü anh ağlamıştı,aleyhissalâtü ves-selâm neye ağlıyorsun amuca? Buyurdu, sana vefatın haber veriliyor (.......) dedi, evet dediğin gibi (.......) buyurdu. Hazret-i Ömerin ve İbn-i Abbasın bunu anlayışları da yukarıda zikrolunmuştu.

Nasır, fetih ve ru'yet bu üç şarta tesbîh ve hamd, istiğfar, bu üç emrin terettübüne müteallık nükteleri beyan ederkenRâzî, tefsirinde derki: Hak yolcularının seyrinde iki tarik vardır; kimisi « (.......) = hiç birşey görmedim ille ondan sonra Allah’ı gördüm» demiştir. Kimisi de «(.......) = hiç birşey görmedim ille ondan evvel Allah’ı gördüm» demiştir. Şek yok ki, bu tarik daha ekmeldir, zira mealimi hikemiyye i'tibariyle müessirden esere inmek eserden müessire çıkmaktan mertebece daha yüksektir. Riyazât erbabının fikirlerince

de nur kaynağı vâcibülvücud, zulmet kaynağı mümkinülvücud olduğundan vâcibülvucudda istiğrak elbette daha eşreflidir, hem asl ile tâbi'a istidlâl tâbi' ile asla istidlâldan daha kuvvetlidir. Bu anlaşıldıktan sonra bu âyet de işte bu iki tarikın eşrefi olan tarika delâlet eylemektedir. Zira Halık ile iştiğali nefs ile iştiğale takdim ederek evvela Halika âid iki emr: tesbîh ve hamd zikr olunmuş, sonra da üçüncü mertebede istiğfar zikredilmiştirki hem Halika, hem de halka iltifat olan memzuc bir halettir. Tesbîh, sıfatı celâl olan sıfâtı selbiyyeye, tahmid de sıfatı ikram olan sıfâtı sübutiyyeye delâlet ettiğinden dolayı celâli mülâhaza ikramı mülâhazaya takdim olunmak için tesbîh, hamde takdim olunmuş, sonra da Halıktan halka nüzul tarikıyle istiğfar zikredilmiştir. Çünkü bunda nefsin kusurunu ve hakkın cudunu görmek ve nefs için aslâh ve ekmel olanı taleb etmek vardır. Ma’lûm ki, kul, Allahdan gayrisinin mütaleasiyle meşgul olduğu nisbette Allahü teâlânın Hazret-i celâlini mütaleadan mahrum olur, istiğfarın tesbîh ve tahmidden sonraya te'hîri bu dakikaya işaret eyler (.......) Lâkin şunu da unutmamak lâzım gelirki burada halka olan bu nuzul halkta kalmak için değil, halktan halika ekmel vechile rucu' ve onun mağfiretiyle lütfi cemaline müstağrak olmak üzere huzurı ehadiyyetine kabul için olduğuna tenbihen nihayeti tevvab ismi şerifiyle hatm olunmuştur. Bunda zikrolunan iki tarikın ikisini de câmi' olmak üzere halka nüzulden sonra yine Halika rucu' ve evvel ve âhir tevhid ile mead ve müntehada karar vardır. (.......)

Kevser kendisine verilmiş olan Fahriâlemsallâllahü aleyhi ve sellem nihayet böyle mansur ve muzaffer olarak kendisine fütuhat kapıları açıldığı ve halkın alay alay, akın akın Allah dînine girmeğe başladıklarını gördüğü ve bu suretle dîn tekâmül ederek

risalet vazîfesi hıtama irip mucebince Dünyada icrayı ahkâm etmek üzere bütün Dünya maddeten ve ma'nen kendisine teveccüh eylemiş bulunduğu sırada (.......) hukmünce iki mükâfatın tecellîsi karşısında bulunuyordu. Birisi: zafer ve fethin muktezası olarak Dünya saltanat ve ganîmetinin teveccühü, birisi de onu kazandıran Allah dîninin muktezası olarak o fâni Dünya ıkbaline meyl-ü iltifat etmeyip Allah’ın lûtf-ü ınayetiyle mahza Allah için yapılmış olan o mesai, ve mücahedenin ecrini hiç bir dünyevî garazla kirletmiyerek(.......) hukmünü tehakkuk ettirmek üzere bu muvaffakıyyetle şükran içinde pâk, musaffâ olarak Allah’a kavuşmak. Bir nâmi de Tevdî' Sûresi olan bu Sûre işte bu saatin hulûlünde onun artık tesbih ve hamd ederek bundan böyle bu dîni ekmelin icrayı ahkâmını ümmetine tevdi' ve mihnet-ü fena âlemi olan bu cismaniyyet âlemine veda' edip Rabbın likasını istemesine işaret ediyordu. Hazret-i Yusüf mülkte muvaffakıyyetinin neticesinde(.......) diye müslim olarak alınıp salihlere ilhakını istediği gibi Resuli Ekrem sallâllahü aleyhi ve sellem de hutbesinde (.......) diye işaret eylediği vechile Dünyayı bırakıp Allah’ın likasını ihtiyar eyledi.

Hicretin onuncu senesi (.......) âyetinin nâzil olduğu veda' haccini yaptıktan

ve « (.......) = Bakınız tebliğ ettimmi? Bakınız tebliğ ettimmi?» Diye diye iyrad buyurduğu meşhur veda' hutbesini iyrad eyledikten sonra Medîneye avdet buyurmuştu, hem hamd ile tesbih ediyordu. Bu arada son âyet olarak (.......) âyeti nâzil olmuştu, derken on birinci senei hicriyyesi Saferinin sonlarında bir baş ağrısından rahatsızlanarak Rebiulevvelin on ikinci gününe kadar devam eden bu rahatsızlığı esnasında dahi son üç günden maadasında mescidi saadet çıkıp namazı kıldırmaktan kalmamıştı, bu esnada birgün Fadl İbn-i Abbas ile Aliyy İbn-i ebî Talib Hazretlerinin ikisi arasında minbere çıkıp hamd-ü sena ettikten sonra iyrad buyurduğu hutbesinde: (.......) ben kimin sırtına bir değnek vurdumsa işte sırtım benden kısas etsin ve eğer ben bir kimsenin ırzına şetm etmiş isem işte ırzım ona kısas etsin, ben kimsenin malını almışsam işte malım ondan alsın ve benim tarafımdan husumet olur diye korkmasın o benim şanımdan değildir, dedi indi, öğle namazını kıldıktan sonra yine minbere döndü, evvelki sözünü tekrar eyledi. Bunun üzerine üç dirhem iddia eden bir kişiye derhal bedelini verdi, sonra şöyle buyurdu: haberiniz olsun Dünya mahcubluğu Âhıret mahcubluğndan ehvendir, sonra ashabi Uhude duâ etti ve onlar için istiğfar eyledi, sonra da bâlâda zikr olunduğu üzere: bir kul, Allah onu Dünya ile likası beyninde muhayyer kıldı da o Allah’ın likasını ağlamıştı da(.......) demişti, sonra da Ensarı tavsıye buyurdu. Ancak üç gün mescide çıkamamıştı, ezan okununca Ebû Bekre emr edin nâsa namazı kıldırsın buyurdu, Rebîul'evvelin on ikinci günü, Pazartesi günü -ki, mevlidi günüdür- Hazret-i Âişeden rivayet olunduğu vechile önündeki bardağa mübarek elini batırıp su ile yüzünü mesh ediyor, « (.......) = Allah’ım

bana ölüm sekeratına karşı yardım buyur» diye duâ ediyordu, kuşluk vaktı idi derken ağırlaştı Hazret-i Aişe kucağına almıştı, bu fanî âleme gözünü yumdu, son kelâmı « (.......) = hayır refık a'lâ» diye rabbine arzı iştiyak oldu, maksudu olan likaullaha kavuştu((.......) bak). sallâllahü aleyhi ve alâ alihi ve sahbihi.

Bu muvaffakıyyete, bu güzel hâtimeye, böyle tesbîh ve hamd ile Allah’ın mağfiretine kavuşturan Allah dînine mukabil bu ni'metin kadrini bilmeyip küfr-ü küfranda ısrar eden ve kendilerine (.......) denilen ve tevbeye yanaşmıyan kâfirlerin sui akıbetleriyle cezaları da en bâriz bir misal ile gösterilmek ve Peygamberin vefatiyle islâmın fütuhat ve intişarına halel gelmeyip ona düşmanlık edenlerin yine muradlarına iremiyecekleri anlatılmak üzere bunun akıbinde Hazret-i Peygamberin amucası iken ona îman şerefine nâil olmayıp küfür ve husumet edenlerle beraber olduğundan dolayı haseb-ü nesebi, servet-ü mesaîsi kendisine fâide vermemiş olan Ebû Lehebin ebedî husranını anlatan (.......) Sûresi gelecektir.

TEBBET

Bu (.......) Sûresi ki,(.......) Sûresi de denilir, bilâ hılâf Mekkîdir. Buharî,Tirmizî ve daha başkalarıİbn-i Abbastan rivayet etmişlerdir ki,(.......), âyeti nâzil olunca Resulullah sallallâhü aleyhi vesellem Safaya çıkıp (.......) diye nida etmişti, bu kim dediler, başına toplandılar, onlara ne dersiniz? Ben size şu dağın arkasından bir takım âtlar çıkacak diye haber versem beni tasdîk edermisiniz? Buyurdu, biz sende bir yalan tecribe etmedik, dediler, öyle ise ben sizi önümde şiddetli bir azâb ile inzar ediyorum, buyurdu. Ebû Leheb, «(.......) = yuh sana!» Bizi bunun içinmi topladın? Dedi ve kalktı, bunun üzerine (.......) nâzil oldu, ba'zı rivayetlerde onu söylemekle beraber iki eliyle bir taş alıp Resulullaha atmak da istemişti.Beyhekînin Delâilde yineİbn-i Abbastan bir rivayetinde: Ebû Leheb şı'bdan çıkıp Kureyşe müzahir olduğu zaman, Muhammed, bize olduğunu görmediğimiz bir takım şeyler va'dediyor, ölümden sonra olacağını zu'm eyliyor, benim elime ne koydu!... Deyip iki elini üflemiş de, « (.......) = yuf size» ben sizde Muhammedin söylediklerinden birşey görmüyorum, demişti. Bunun üzerine (.......) nâzil oldu denilmiştir. Neysâburi, tefsîrinde: İbn-i Abbas demiştir ki, Resulullah sallallâhü aleyhi vesellem

ilk ba'solunduğu vakıt emrini gizli tutuyor, ve Mekke şıabında namaz kılıyordu, tâ (.......) emri nâzil olana kadar üç sene. O vakıt Safaya çıktı, ya Âle galib diye nida etti, onlar mescidden ona çıktılar, Ebû Leheb, işte Galib sana geldi, ne var yanında? Dedi, sonra da Âle lüey diye nida etti, Lüeyden olmıyanlar döndü, yine Ebû Leheb işte Lüey geldi ne var? Dedi, sonra ya Âle kilab dedi, sonra ya Âle kusay dedi, yine Ebû Leheb işte kusay sana geldi ne var yanında? Dedi, o vakıt buyurduki: Allah bana en yakın ma'şerimi, inzar eylememi emretti, en yakınlarım da sizlersiniz, sizler (.......) demedikçe ben size ne Dünyadan bir hazza ne Âhıretten bir nasîbe mâlik değilim, onu derseniz Rabbınızın ındinde onunla lehinize şehadet edeceğim, bunun üzerine Ebû Leheb «(.......) = yuf sana bizi onun içinmi çağırdın, dedi, bu Sûre nâzil oldu. Bir de denilmiştir ki, Resulullah, amucalarını toplamış onlara bir sahfede bir taam takdim etmişti, onlar onu istihkar ettiler, bizim her birimiz bir koyun yer dediler, öyle ise yeyin buyurdu, yediler, doydular, yemekten az birşey eksilmişti, sonra (.......); senin yanında ne var? Dediler, onun üzerine onları İslâma da'vet etti, Ebû Leheb de o söylediğini söyledi. Ve yine rivayet olunmuşturki: ben İslâma gelirsem bana ne var? Dedi, müslimîne olan buyurdu, ben onlara tafdil olunmıyacakmıyım? Dedi, Nebiy sallallâhü aleyhi vesellem ne ile tafdil olunacaksın? Buyurdu, o vakıt Ebû leheb: «benimle başkasının müsavî olacağı bu dîne yuh olsun(.......) dedi (.......) nâzil oldu. Târıkı Muharibîden de şöyle mervîdir: demiştir ki, Resulûllahı Zil'mecaz çarşısında gördüm: « (.......) deyin felah bulasınız» diyordu arkasında da bir adam ona taş atıyordu ökçelerini kanatmıştı, onu dinlemeyin diyordu. Bu kim? Dedim, Muhammed ve amucası dediler. Yine İbn-i Abbas demiştir ki, Ebû

Leheb, Peygameber hakkında o, sâhirdir diyerek kavmı ondan soğutur, görüşmeden giderlerdi, çünkü kabîlenin pîri ve Peygamberin babası gibi olduğundan ittiham edilmezdi, fakat bu Sûre nâzil olup da işitince gadab ile şiddetli adavet ızhar etmeğe başlamış ve ondan dolayı müttehem olup artık Resulûllah aleyhine sözü kabul edilmemeğe başlanmış, bütün sa'yi boşa gitmişti(.......) Bu rivayetlerin cem'ınde bir münâfat yoktur, sebeb-i nüzul gerek birisi ve gerek hepsi, her hangisi olursa olsun bu Sûre evvel nâzil olan Sûrelerdendir. Hattâ yukarıda geçtiği vechile (.......) dan evvel nâzil olmuştur. Böyle iken burada Peygamberin zafer ve muvaffakıyyetiyle ona küfr ve adavet edenlerin başında bulunan amucası Ebû Lehebin hal ve akıbeti yanyana getirilerek nusrat ile hızlânin, şükran ile küfranın, husni hâtime ile süi hâtimenin fark ve mükayesesi yakından gösterilmek, bir de Peygamberin vefatından sonra dahi düşmanlar fitne çıkarmak isteseler de dîninin beka ve intişarına mani olamıyacaklarına işaret olmak üzere âhirden evvele ircaı nazar ettirilmek, sonra da Ihlâs ve Muavvizeteyn ile Kur’ân hatm olunmak üzere bu Sûre Nasır Sûresinin ardınca konmuştur.

Âyetleri - Beştir.

Fasılası - (.......) harfleridir.

(.......) tebabdandır. Tebab, helâk ve helâke götüren husran, ve emeği boşa çıkıp müradına irmemek;ya'ni muvaffakıyyetin zıddı olan haybet, yuf olmak, yuh olmak, berbad olmak ma'nalarına gelir, (.......) ta'birleri yuf ona, yuh sana gibi levm ve bed duâ makamında kullanılır.

Buharîde tebab; husran, tetbîb: tedmîrdir dir, Râgıb tebab: husranda istimrardır, demiş, ekser müfessirîn de helâke götüren husran veya helâk demişlerdir.

1

Yuh oldu iki eli Ebû Lehebin, kendi de yuh

(.......) tebâb oldu - bu fiıl esasen ıhbara mevzu' olmakla beraber ıbare veya işaretiyle inşa dahi olur. İnşa olması ya tekvînî surette husranı inşa yâhud Arabın urfü üzere (.......) kahr olası gibi bed duâ üslûbunda husran ve helâke istihkakı anlatarak lâzımı olan zemm-ü takbihı inşa ma'nâsında olur. İlk nüzule nazaran çokları bu ma'nâya haml eylemişlerdir. Bundan dolayı elleri kurusun diye terceme edilmesi de şâyi' olmuştur, eli kurusun ta'biri daha ziyade (.......)ya'ni eli çolak olsun ma'nasında zâhirdir, bununla beraber mecaz olarak müflis olsun, elinde avucunda bir şey kalmasın, tutacağını tutamasın, her tuttuğu boşa çıksın, gibi husrana duâ ve inkisar makamında da kullanılır ki, böyle terceme edenlerin maksadı da odur. Bunu yuf olsun, yuhe gitsin berbad olsun diye ifade etmek, (.......) de olduğu gibi tebâbın

ma'nasına daha uygun görünür. Ancak Ebû Leheb Bedri müteakıb ye's ü hirman ile vefat etmiş olup (.......) Sûresinin nüzulünde onun husran ve helâki tehakkuk etmiş bulunduğu cihetle bu Sûrenin tertibde buraya konulması bunda ıhbar ma'nası maksud olduğuna ve hattâPeygamberin bu şanlı vefatiyle dahi Ebû Lehebin muradı hasıl olmayıp bil'akis husranı gittikçe daha ziyade tehakkuk etmiş olacağına bir işareti tezammun eder, bu da lâzımı olarak yine zemm-ü takbîhi dolayısiyle ifade etmesine mani' de olmaz, ya'ni sade yuf olsun değil, yuf oldu, yuhe gitti(.......) iki eli -sağdan soldan, gerek müsbet, gerek men'fi, gerek tutmak, gerek itmek için kullanmak istediği bütün erbab ve vesaitı, gerek Dünyaya gerek dîne uzatmak istediği eller ikisi de husrana düştü, o Peygamberin zaferine ve hak dîninin izharına mâni' olmak ve küfre sarılmak için müraceat ettiği maddî ma'nevî her şey kendi aleyhine çıktı da yuh diye üflediği elleri hakîkaten yuh oldu(.......) Ebi Lehebin- Peygambere küfr-ü adavette ileri giden ve dîni islâmın neşrine mani' olmak için her türlü fitne ve fesad ateşlerini alevlendirmeğe çalışan Ebû Cehil ve emsali azgın kâfirlerin küfr-ü tuğyanları Kur’ân’da anlatılmış olmakla beraber hiç birinin adı sarahaten zikr edilmemiş olduğu halde Ebû Lehebin bilhassa zikr olunması, hem de Peygambere dair olan(.......) Sûresiyle Allah’a dair olan Ihlâs Sûresi arasında zikr edilmesi şayanı dikkattir, bu

EVVELA: ona (.......) mazmunu üzere bir temâyüz vermektir. Onun Peygamber ile Allah arasına girmek, fevzıne mâni' olmak isteyen âteşîn düşmanlar arasında kale alınmağa değer bir imtiyazı mahsusu hâiz bulunduğunu iş'ar eder. Çünkü Ebû Leheb Peygamberin baba bir amucası olmak haysiyyetiyle bir şerefi mahsusu

hâiz bulunuyordu. Böyle iken bu şeref ve ni'metin kadrini takdir etmediği ve ona yardım edecek yerde bil'akis mani' olmak için küfr-ü adâvetle ateş püskürmek istiyenlerin önünde düştüğü cihetle bunun hepsinden ziyade te'essüfe şayan olduğunu ıhtar ederek yine Peygamberin şanını tebcil ve neseb şeref-ü haysiyyetlerin fevkında olan cilveli hakkın büyüklüğüne tenbih olur.

SANİYEN: Ebû Leheb, şahsı gösteren bir künye olmakla beraber lügaten bu terkibin asıl mefhumu alev babası demek olması i'tibariyle bunun Peygambere ve islâma karşı ateş püskürmek isteyip de kendini Cehenneme atmış olan kâfirlerin cümlesinin mümessili ma'nasında olmak haysiyyetiyle onun husranı hepsinin husranına misal yapılmıştır ki, (.......) mazmununa işaret olur. Künyeler ismialem olmakla beraber yerine göre Hâtimin cûd ile Ebû Hanîfenin ılm ile iştihârı gibi vasfiyyet ifade edebildiklerinden dolayı ılmi me'anîde Ebû Leheb isminin de ateş babası demek olmasından dolayı kinâye suretiyle «Cehennemî» vasfına delâlet eylediği meşhur bir misal olarak söylendiğine ve kinâyeler hakikatin iradesine mani' olmıyacağına binaen burada bu ma'nanın ehemmiyyeti mahsusası vardır.

Ya'ni maksad yalnız Ebû Lehebin şahsını söylemekten ibaret olmayıp vasfına ve bu vasıfta ona benziyenlerin hallerine de işaret edilmiş demek olur. Onun asıl ismi Abdül'uzzâ İbn-i Abdilmuttalib iken yanakları pek kırmızı olduğu için ateşe teşbih olunarak Ebû Leheb denilmiş, bu künye ile şöhret bulmuştu, pek âteşîn, çok ateşli demek gibi bu alev babası künyesi ona bidayeten yüzünün parlaklığı veya cevvaliyyeti, hiddet ve şiddeti i'tibariyle bir medh vasfı mülahaza olunarak verilmiş, fakat bunun hakikatinde bir ateş kaynağı olmak veya ateşi sevmek ma'nası bulunduğu ve ateşin en şiddetlisi de Cehennem ateşi olduğu için ef'al ve harekâtı

i'tibariyle onun neticesi kendini ateşe sürükliyerek Cehennemîlik unvanı olmuş, ehli Cehennemin babası olmak ma'nasına mesel olmak üzere kullanılmıştır. Burada bu nüktenin maksud olduğuna bilhassa(.......) ile tenbih buyurulmuştur.

Ya'ni Peygamberin amucası olmak gibi yüksek bir neseb ve karabet ve haseb ve haysiyyet şerefini hâiz olduğu halde îmana gelmeyip de ona küfr-ü adâvette ısrar ettiğinden dolayı Ebû Lehebin hâli böyle husran olur, o neseb ve haseb onu kurtarmazsa Peygambere buğz edip de tevbe etmiyen diğerlerinin ne kadar ebter ve bedbaht olacakları ıbret nazariyle teemmül olunsun.

Keşşafta derki: tekniye tekrim ifade ederken burada künye ile anılmasında üç vecih vardır: birisi ismiyle değil, künyesiyle şöhretidir, ikincisi ismi Abdül'uzzâ olduğu için ondan udûl olunmuştur.

Üçüncüsü meali(.......) olan ehli nardan olduğu için künyesi, hâline uygun olmasıdır. Şirrîre Ebüşşer, hayır sahibine Ebülhayr denilmesi kabîlinden de Ebû Leheb denilir (.......) Evet, Ebû Lehebin iki eli yuha, husrana gitti, tebâb oldu (.......) kendi de tebab oldu, -muradına iremeyip husran ile ziyan ve helâk oldu, yuh oldu gitti. Ebû Leheb, Peygambere karşı Kureyş ile beraber olduğu halde hastalığından dolayı Bedre bizzat iştirâk edememiş, fakat malen yardım ederek Ebû Cehlin kardeşi Âs İbn-i Hişamı bedel göndermiş idi, kendisi adese denilen çiçek kabîlinden bir ıllete tutulmuş, Kureyşin kırıldığını haber alınca Bedrden yedi gün sonra kahrinden helâk olmuştu. Âlûsî ve daha sairlerinin de nakl ettiği vechile Kureyş adeseden tâuun gibi sakındıkları için sirayet korkusiyle ailesinden bile kimse yanına yaklaşmamış,

ölüsü üç gün kalmış ve kokmuş idi, nihayet ârdan korktukları için Südanîlerden bir kaç kişiyi ücretle tutmuşlar, onlar götürüp gömmüşler, bir rivayette bir çukur kazıp ağaçlarla içine kakmışlar örtünciye kadar da üzerine taş atmışlar, diğer bir rivayette çukur da kazmamışlar, bir dıvârın dibine dayayıp arkasından örtülünciye kadar taş atmışlardı.

Demek ki, ondan on beş sene evvel Kur’ân’ın haber verdiği gibi olmuştu, maamafih murad, sade böyle oluşundan ıbaret değil, Dünyada maksadına nâil olamadığı gibi Âhırette çekeceği azâbdan dolayı cismanî ve ruhanî her vechile ebedî husrana düşerek ziyan ve helâk olmasıdır.

2

Ne malı fâide verdi ona ne kazandığı

(.......) bu(.......) istifhamı inkârî veya doğrudan doğru nâfiyedir, ve husranını izahtır.

Ya'ni ne fâide verdi ona? Hiç bir fâide vermedi- onu kurtaracak hiç bir hayra yaramadı(.......) malı (.......) ve kazandığı, yâhud kazancı: meksûbatı veya kesbi -bu (.......), mevsul veya masdariyyedir. Maamafih evvelki gibi istifhamı inkârî veya nâfiye olması da melhuzdur. Ne fâide verdi ona malı? Ve ne kazandı? Onu felâketten kurtaracak hiç bir şey'e yaramadı ve kendisi hiç bir hayır kazanmadı demek de olabilir, lâkin «malı da fâide vermedi ona, kesbi de» ma'nâsına olmak, iki elin husranını beyana daha muvafıktır. Malı sermayesi, kesbi de sermayesinden kazandığı kâr, hasılât ve varıdât, yâhud kazanmak için tuttuğu kazanç yolu, ticaret ve saire; yâhud malı babasından mîras aldığı mal, kesbi kendi kazandığı, yaptığı işler;yâhud daha zâhiri malı eskisi ve yenisi bütün malına, kesbi ve kazandığı da gerek malından sarf ve istihlâk ve gerek sair erbabdan intifa' suretiyle fikir-ü arzusuna göre kendi hisabına ettiği istifade, aldığı hazz-u nasîb, ya'ni sa'y-ü

ameli, çektiği emeği ile yaptığı işler ve nâil olduğu şeylere şâmil olmaktır ki, bunda kesb-ü iradesi tealluk ederek gaye edinip vâsıl olduğu bütün meksûbâtı: evlâdı, mevkıi ictimaîsi, ı'tikadınca kendine, kavmına, âdetine iyilik namına yaptığı işleri, sonra Peygambere karşı yaptığı keyd-ü adavet hepsi dahil olur.İbn-i Abbastan: mâ kesebi, veledidir, ve nakl olunmuştur ki, Ebû Lehebin oğulları niza' ederek kendisine muhakeme olmuşlar, derken yanında biribiriyle çarpışmağa başlamışlardı, Ebû Leheb kalkıp ayırmak için aralarına girmişti, birisi itiverip düşmüştü, bunun üzerine gadabe gelip «çıkarınız yanımdan bu kesbi habîsi» demişti. Bir Hadîs-i şerifte de: «(.......) = her adamın yiyeceğinin en temizi kesbindendir, evladı da kesbindendir, diye vârid olmuştur, Dahhâkten: «mâkesebi, ameli habîsi, ya'ni Resulullaha adâvette keydidir diye, Katâdeden de: mâkesebi, iyilik yapıyorum zanniyle yaptığı amelidirki(.......) ma'nasındadır. Diye nakledilmiş ve rivayet olunmuşturki «eğer kardeşimin oğlunun söylediği hakk ise ben ondan malımı ve evladımı fidye vererek kurtulurum» dermiş. Fakat bu ma'naların birisi diğerine münafî değildir, maksad, tahsıys değil, misal demektir, kesb hepsine de şâmil olduğundan ma'na şöyle olmak zâhirdir: ne malı ne de hiç bir kazancı kendisine fâide vermedi, onu husran ve helâkten kurtarmadı, zira:

3

O bir alevli ateşe yaslanacak

(.......) o bir nâra yaslanacak ki, -yarın Âhırette bir ateşe girecek ki, (.......) pek lehebli- gayet alevli, Dünyada misli görülmedik son derece şiddetli bir alev, iltihabı olan bir ateş, ya'ni sade cisimleri yakan bir ateş değil, ruhları sarıp gönüllere muttali' olan(.......) buyurulan Cehennem ateşi

4

karısı da, odun hammalı olarak

(.......) karısı da -ki, Harbin kızı Ümmü Cemîl ve Ebû Süfyan İbn-i

Harbin kız kardeşi imiş, bu isimlerin ma'nalarındaki iymalar da şayanı dikkattir. Bu, (.......) nın tahtinde müstetir Ebû Lehebe raci' olan (.......) zamirine ma'tuftur, ya'ni Ebû Lehebin yalnız kendisi değil, karısı da o ateşe yaslanacak. (.......) diğer kıraetlerin hepsinde (.......) haber olarak ötre okunur, bu surette Ebû Lehebe ma'tuf olmayıp cümle ondan hal olur. Bizim Asım kıraetinde ise üstün okunur, vâv atf olur, bunda iki vecih mümkindir:

BİRİSİ: (.......) den hal olmaktır ki, karısı da odun hammalı olarak Cehenneme girecek, Ebû Lehebi götürecek veya onun ateşinin alevini artırmak için Dünyada küfrüne, arzusuna hizmet ettiğinden dolayı Cehennemde de azâbına o suretle iştirâk ile hizmet edecek. Çünkü (.......) buyurulduğu üzere Cehennemin odunu, çırası kâfirler olduğundan küfre hizmet Cehenneme odun taşımak ma'nasında olur, bu suretle onun sırtındaki Cehennem odunu da Ebû Lehebin kendisi olmak en baliğ ma'na olur.

İKİNCİSİ: zemm üzere mansub olarak «ya'ni o hamaletelhateb karı» demek olmasıdır. Bu surette (.......) de vakıf câizdir. Bunda da hatabdan murad Ebû Leheb olmak gerektir. Bundan başka bir de (.......) ta'biri nemmam, koğucu, öteye beriye lâf götüren fesadcı ma'nasına mecaz olarak mesel olmuştur. Sahib Keşşaf derki: nas arasında nemîmelerle koğuculuk eden müfside « (.......) = aralarında odun taşıyor» denilir, beyinlerinde nâire iykad ediyor, şerr iyrâs eyliyor demektir.

Netekim: (.......)

Diyen şâir bu ma'nayı söylemiş, bir yaş odun demeside dumanı çok olacağından dolayı şerrin ziyade olacağına işaret eylemiştir(.......) Bu ma'na lisanımızda kundakçılık etmek ta'biriyle ifade olunur. «Yangına körükle gitmek» ta'biri de buna müşabihtir. Lâkin lisanımızda «odun hammalı» ta'birinden biz bu ma'naları anlamayız, sade bir tezlîl anlarız. Bahusus ızzet ve servet içinde büyümüş bir kadının odun hammallığı etmesi acıklı bir sefalettir. Bundan koğuculuk, müfsidlik ma'nasını anlamak için ya kundakçı demek yahud(.......) ta'birini terceme etmiyerek mesel halinde aynen söylemek daha muvafık olur. Bu ma'naca hâl nare dühulün sebebi olan Dünyadaki hâl ile ta'lil de olmuş olur. Fakat asıl ma'na Dünyadaki aile şeref ve haysiyyetine ve servet-ü ızzetine rağmen Âhıretteki sefalet ve hakaretini duyurmak ve Ebû Lehebin arzusuna mutave'at edenler içinde en sakınması lâzım gelen karısının bile böyle ateş içinde hakaretle kendisinin azâbını teşdide hizmet etmekte bulunduğunu ifade eylemek olduğu cihetle biz diğer vecihleri de nazarı dikkate alarak odun hammalı diye anlatmayı daha vâzih gördük, zira bir de İbn-i zeydden ve daha başkalarından rivayet olunmuşturki: Resulullahın geçeceği yola Ebû Lehebin karısı geceleyin diken dalları bıraktırmak suretiyle ona ezâ etmek isterdi, onun için bu ta'bir ile tezlîl edilmiştir. Maamafih bu rivayet de onun Peygambere ezâ etmek ve dînin neşrine mani' olmak için kocasının fikrine hizmet etmek üzere gizliden gizliye nemîme ve sair suretle iz'ac etmeğe çalıştığını temsîlen bir ifade olarak mülâhaza edilirse ma'naların hepsi birleşmiş olur.

5

Gerdanında bir ip ki, fitillisinden

(.......) Bu cümle de «hammale» nin tahtinde müsteir (.......) zamirinden hâldir.

Ya'ni gerdanında ziynet yerine bir ip ki,...

Cîd, boyun demek ise de unuk gibi sade boyun değil,

bilhassa gerdanlık gibi huliyyat ile süslü veya süslemeğe lâyık güzel ra'na boyunlar hakkında söylenir, onun için(.......) denilmemiş «ficiydiha» buyurulmuştur, gerçi burası tahkîr makamıdır (.......) gibi gull ve emsâli ile tezlil ve tahkîr mevki'lerinde de unuk zikr olunur, lâkin burada onun hammalı diye tahkîrden sonra « (.......) = boynunda bir ip» denilseydi ziyade bir ma'na olmazdı, halbuki «ciyd» şâirin:(.......) dediği gibi ziynet ve medh ile söylenir, bu fark lisanımızda da vardır. Biz de bu makamda «gerdan» ta'birini kullanırız, bu sebeble burada tahkîrden sonra (.......) denilmekle kadının kadınlık onurunu tehyic etmek suretiyle bu halin fecaatini bir telkın vardır; binaenaleyh bunu sade boynunda bir ip diye anlamamalı «gerdanında o dilber boynunda gerdanlık yerine bir ip» diye anlamalıdır ki, (.......) fahvası üzere ziynet ile gerdanlıklara tezyin ve ı'zaz edilerek yetiştirilen ve muhasame ve cidal mevkı'lerinde bulunmaması ıktiza eden bir gerdanın hammallık ipi ile tezlil edilmesindeki hakaret ve tehekkümün acılığındaki belâğat duyulabilsin. Fil'vakı' Sa’îd İbn-i Müseyyebden ve saireden mervîdirki: onun gerdanında cevahirden bir «kılâdei fâhıre» kıymetli bir gerdanlık vardı. Öyle iken onun yerine bir ip ki,(.......) mesedden -sağlam elyaftan, kuvvetli tellerden bükülmüş, kıvratılmış, örülmüş fitillisinden.Râgıbın Müfredatında: mesed, hurma cerîdinden, ya'ni: şahlarından ittihaz edilir de mesd olunur, ya'ni fitillenir: sağlam bükülüp örülür lîfdir, (.......) de hılkati, habli memsûd ya'ni, bükülmüş ip gibi dernekli kadındır (.......)

Bunun hasılı mesed, hurma lifinden bükülmüş sağlâm bir urgan demek oluyor. Lâkin Zemahşerî diyor ki, mesed, iplerden fetli şedîd ile fetl edilmiş olândır.

Ya'ni şiddetli bükülmüş olandır, lîften olsun, deriden olsun,

başkalarından olsun şâir: (.......) demiştir. « (.......) = hılkati memsûd adam, sağlam yapılı kavi adam demektir (.......) Kamusta «mim» in fethi ve «sin» in sükûniyle(.......) ip bükmek ve yolda bir düzeye cidd-ü teabla sürüp gitmek ma'nasınadır, (.......) denilir, «fetelehu» demektir. Fethateynle (.......), demirden olan çarh okuna ve iğine denilir, ve hurma lifinden ve bir kavilde mukl ağacının lifinden bükülmüş ipe ve ba'zılarınca mutlâka bükülmüş ipe denir,yâhud muhkem ve metîn bükülüp örülmüş olan ipe denir, Besâirde beyanına göre «mesd» masdar ve fethateynle «mesed» isimdir, memsûd ma'nasınadır ki, pek muhkem örülmüş ipe denir. «(.......) = ya'ni gerdanında şiddetli buruluşla burulmuş demir bir ip yapılmış olarak» demektir(.......) Demek ki, mesed, esâsen memsûd ma'nasına olarak hurma veya mukl ağacının lifleri gibi kuvvetli el'yaftan bildiğimiz kendir urganlar tarzında fitil fitil, kat kat bükülmüş kıvratılmış veya örülmüş sağlam urgan demek olup sağlam, kuvvetli olmak ma'nasiyle kıl, deri demir gibi her hangi şeyden olursa olsun ip halinde bükülmüş veya örülmüş olan muhkem ve metin telli, fitilli urgan ve halat ve zincir mekulesinin hebsine de ıtlak olunmuştur. Burada da murad ipin maddesinden ziyade kuvvetini kıvraklığını ifade olduğundan en kuvvetlisi olarak ne mülâhaza edilebilirse onu ıhtar eder demektir. (.......) mazmunu üzere Cehenneme giden kâfirlere mev'ud olan da zincirler ve bağlardır. Bir gerdana gerdanlık yerine yakışan da bir zincirdir, fakat bir odun hammalının sırtına aldığı odunu bağlayıp uçlarını gerdanlık yerine sarkıtacağı sağlam ipin de bir zincir olması değil, lîften bir urgan olması yakışır.

Bu tasvirde kâfirin hassasiyyetine dokunan en acıkla manzaralardan birisi de budur: sırtında Cehennem odunu olan kocasını taşırken gerek iftihar ettiği gerdanlık ve gerek örgülü kıvrak saçlarının gerdanında sarkışı yanacağı ateşin odununu kendi taşıyan bir odun hammalının boynuna düğümleyip geçirdiği tazyikı kuvvetli lîf urganının fitil fitil boynundan sarkışı halinde tasvir olunmuş, Dünyada Allah yoluna sarf olunmıyan o servet ve kesbin, o şükrü bilinmiyen şeref ve hasebin akıbetindeki hakaretle, zillet ve fecaatine bir mesel yapılmıştır.

Ve işte o ateş babası Ebû Leheb parlaklığına ve bir takım meziyyetine rağmen Allah’a ve Resulüne karşı küfr ocağı yakmak istediğinden dolayı o ateşe odun olarak böyle husran ve helâke gitmiş ve karısiyle beraber bu suretle âleme mesel olmuştur. Ta risâletin bidayetinde haber verilmiş olan bu hakikat böylece tehakkuk etmiş Resulullahın tebliğ ettiği vechile Allah’ın birliğine îman etmediği için onun şefaatinden müstefid olamamış, ne nesebinin şerefi, ne de mal ve kesbi gibi hasebinin kuvveti ile kendini husrandan kurtaramayıp ona (.......) dediğine tevbe de nasîb olmayıp böyle tebâb olmuş gitmiştir.

(.......) Şimdi biri, tenbîh ve hamd ve istiğfar ile Allah’a giden, biri de husran ve hakaretle ateşe giden iki akıbet böyle beyan ve hulâsa edildikten sonra o güzel hâtimeye irmek ve o tebâb-ü husrandan kurtulmak için yegâne çare Allah dînine sarılmak ve onun için de evvelâ tevhid ve ıhlâs ile Allah’ı, tanımak sonra da mâsivânın şerrinden onun hıfz-u ınayetine sığınmaktan ıbâret olduğu anlatılarak ma'rifetullahda karar kılınmak üzere hâtime olarak da Allah, ta'rif edilerek tevhid ve ıhlâs ile ona iltica emrolunacaktır

 

 

 

 

Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Aynı Pencere

Geri

 

(Ö :  M :1942  H :1361)

 

ELMALILI - ORİJİNAL - (TÜRKÇE)

 

HANEFî

 

İleri

Sayfayı Büyüterek Aynı Pencerede Aç