Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Yeni Pencere

Geri

 

SAYFA :

218

 

010 - YÛNUS SÛRESİ

 

CÜZ :

11

 

İleri

Sayfayı Yeni Pencerede Aç

 

 

 

 

 

 

 

 

 

89

Buyurdu ki: "ikinizin de duası kabul olundu. O halde dosdoğru yürümeye devam edin, sakın bilmezlerin yoluna uymayın!"

Yüce Allah'ın:

"Buyurdu ki: İkinizin de duası kabul olundu" âyeti ile ilgili olarakEbû'l-Âl-iyye şöyle demektedir: Mûsa dua etti, Harun da âmin dedi. Böylelikle Hazret-i Mûsa'nın yaptığı duaya amin diyen Hazret-i Harun'dan da, "dua eden kişi" olarak sözedilmiştir. Yapılan duaya amin demek de bir duadır. Rabbim, benim duamı kabul buyur, demektir.

Hazret-i Harun'un da Hazret-i Mûsa ile birlikte dua ettiği de söylenmiştir. Meânî (el-Kur'âni)ye dair eser yazanlar derler ki: Arapların, tek kişiye iki kişi imiş gibi hitap ettikleri de olur. Şair der ki:

"Arkadaşlarıma dedim ki: Onu kökten koparmakta bizi

Aceleye getirmeyiniz (bunun yerine) yavşan otu topla."

Bu açıklama ise, "âmin" demenin bir dua olmadığı ve Harun'un da dua etmediği görüşüne göredir.

en-Nehhâs der ki: Ben, Ali b. Süleyman'ı şöyle derken dinledim: Her ikisinin de dua ettiklerinin delili, Hazret-i Mûsa'nın "Rabbiniz" demesi ve sadece "Rabbim" dememesidir.

Ali ve es-Sülemî, "Dualarınız" diye duanın çoğulu ile okumuşlardır. İbnü'l-Semeyka' ise, yüce Allah'ın zatından haber vermesi şeklinde; "(.........): İkinizin de duasını kabul ettim" okumuş ve dolayısıyla "dua" kelimesini de mansub okumuştur.

Fâtiha Sûresi'nin sonlarında "âmin" demekle ilgili yeterli açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Amin, Peygamberimiz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ile, Hazret-i Harun ve Hazret-i Mûsa'ya özel olarak verilmiş özelliklerdendir. Rivâyete göreEnes b. Malik şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Allah benim ümmetime kendilerinden önce daha başka hiç bir kimseye vermediği üç şey vermiştir. Bunlar; cennetliklerin tahiyyesi (selamlaşma lâfzı) olan es-Selam (u aleykûm), melekler gibi saf saf dizilmek ve âmin demektir. Bundan tek istisna Mûsa ile Harun'un yaptıkları duaya amin demiş olmalarıdır."Bunu, Tirmizî el-Hakîm "Nevâdiru'l-Usul" adlı eserinde zikretmektedir. Fâtiha Sûresi'nde de(âmin bahsinde) geçmiş bulunmaktadır.

"O halde dosdoğru yürümeye devam edin." el-Ferrâ' ve başkları derler ki: Bu, onların şimdiye kadar olduğu gibi, işleri üzere dosdoğru yürümelerine, Fir'avun ve kavmini îmana davet, etmek şeklindeki çağrılan üzerinde sebat etmelerine ve bunu dualarının kabul edileceği vakit gerçekleşinceye kadar sürdürmelerine dair bir emirdir. Muhammed b. Ali veİbn Cüreyc de derler ki: Bu duanın kabulünden sonra Fir'avun ve kavmi kırk yıl kaldılar, sonra helâk edildiler.

Buradaki

"dosdoğru yürümeye devam edin"emrinin, bu dua üzere devam edin, anlamına geldiği de söylenmiştir. Dua üzere dosdoğru devam etmek ise, maksadın gerçekleşmesi hususunda aceleciliği terk etmektir. Aceleciliğin kalpten gitmesi, ancak ve ancak kalpte huzur ve sükûnun dosdoğru bir şekilde yerleşmesiyle mümkün olur. Böyle bir huzur ve sükûn (sekinet) ancak gaypten hasıl olan her şeye güzel bir şekilde razı olmakla gerçekleşir.

"Sakın bilmezlerin yoluna uymayın"âyetindeki

"sakın uymayın" anlamına gelen; kelimesinin sonundaki "nun", nehiy olarak cezm mahallinde "nun" harfi şeddeli okunur. İkinci "nun" ise, te'kid içindir. İki sakin bir araya geldiğinden dolayı "nun" hareke almıştır, bu harekenin esre olması ise, bu "nun"un tesniye "nun"unu andırmasından dolayıdır.

İbn Zekvân nefîy olarak "nun"u şeddesiz okumuştur. Bunun "dosdoğru yürüyün" emrinden hal olduğu da söylenmiştir.Yani, bilmeyenlerin yoluna uymaksızın dosdoğru yürüyün, demek olur. Âyet: Sizler, benim vadimin ve tehdidimin gerçek mahiyetini bilmeyen kimselerin yolunu izlemeyin, demektir.

90

İsraîloğullarını denizden geçirdik. Hemen Fir'avun, askerleriyle beraber haddi aşarak ve zulmederek arkalarına düştü. Nihayet boğulacağı anda şöyle dedi: "İsrailoğullarının Îman ettikleri İlândan başka bir ilâh olmadığına İnandım. Ben de müslümanlardanım."

Yüce Allah'ın:

"İsrailoğullarını denizden geçirdik"âyeti ile ilgili açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde

"Bir vakit sizin için denizi yarıp sizi kurtarmış..." (el-Bakara, 2/50) âyetini açıklarken geçmiş bulunmaktadır.

el-Hasen:

"Geçirdik" kelimesini şeklinde (cim'den sonra "elipsiz ve "vav" harfini şeddeli olarak) okumuştur ki, bunlar iki ayrı söyleyiştir.

"Hemen Fir'avun askerleriyle beraber... arkalarına düştü." Bir kimse diğerine yetişip ona kavuştuğu zaman aynı anlamda olmak üzere; denilir. "Te" harfi şeddeli olmak üzere; ise, arkasından yol aldı, onu izledi demektir. El Esmaî der ki: "Ona yetişti" tabiri ona kavuşup varması halinde kullanılır. "Te" harfi şeddeli olarak okunursa, arkasından onu izledi, demek olup yetişmesiveya yetişmemesi gözönünde bulundurulmaz. Ebû Zeyd de böyle demiştir.

Katade ise, bu kelimeyi şeklinde "te" harfini şeddeli olarak "onları izledi" anlamında okumuştur. şeklinde vasıl elifi ile; "belli bir işte ona uydu, anlamında olduğu söylenmiştir. şeklinder " hayır olsun şer olsun kat' "elifi ile;

"arkasından(başkasını) gönderdi" anlamına gelir. Ebû Amr'ın görüşü budur. Bu iki kullanımın aynı manaya geldiği de söylenmiştir,

Hazret-i Mûsa, İsrail oğulları ile birlikte -ki, sayıları altıyüz yirmibin idi- Mısır'ın dışına çıktılar. Fir'avun ise, sabah erkenden iki milyon altıyüz bin kişi ile birlikte Hazret-i Mûsa'nın arkasına düştü. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/50. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Haddi aşarak" kelimesi, hal olarak nasb edilmiştir.

"Ve zulmederek" de ona atfedilmiştir. Yani, haddi aşan, zulmeden, haksızlık eder bir halde arkalarına düştü, demek olur. fiili tıpkı Gazaya gitti, gider fiili gibi, (sonu vav'lı)dır.

el-Hasen ise, "ayn" ve "dal" harfini ötreli, "vav" harfini de şeddeli olarak; diye ve: Yükseldi, yükselir, fiilînin kullanılışı gibi okumuştur.

Müfessirler derler ki:

"Haddi aşarak" kelimesi, sözlerde haksız yere üstünlüğü sağlamak isteyerek;

"Zulmederek" ise, davranışı ile bunu yapmak isteyerek... anlamındadır. Bu açıklamaya göre bu kelimeler mef'ûlün leh olarak nasb edilmişlerdir.

"Nihayet boğulacağı anda" yani, boğulma noktasına vardığında

"şöyle dedi; İsrailoğullarının îman ettikleri İlândan başka bir ilâhın olmadığına inandım" bunu tasdik ettim.

Aslında demektir. Cer harfi hazfedildiğinden dolayı

"inandım" fiili teaddi ederek "elif -nûn"un hemzesi nasbedilmiştir. Esreli olarak da okunmuştur. Yani, "ben îman ettim" İfadesinden sonra yeni bir cümle başlamış olur. (Anlamı da şöyle olur: Şuna inandım ki, İsrailoğullarının îman ettikleri İlahtan başka bir ilâh yoktur)

Ebû Hatim ise, buradaki "demek"den türeyen fiilin hazfedildiğini iddia eder. Yani;

"İnandım ve dedim ki: Şüphesiz..."takdirindedir.

Böyle bir durumda imanın faydası olmaz. İlahi azâbın görülmesinden önce yapılan tevbe makbuldür. Ancak bundan sonra ve bu hal ile iç içe olduktan sonra yapılacak tevbe kabul edilmez. Nitekim Nisa Sûresi'nde(4/17 18. âyetler, 3. başlıkta) açıklaması önceden geçmişti.

Denildiğine göre, Fir'avun siyah bir at üzerinde idi. Denize girmekten korktu. Fir'avun'un ordusunda kısrak bulunmuyordu. O bakımdan, Hazret-i Cebrâîl, Haman suretinde bir kısrak üzerinde geldi ve ona: İleri atıl dedi. Arkasından denize daldı. Fir'avun'un atı da bu kısrağın arkasından gitti. Mikâil ise arkalarından onları ileri doğru sürüklüyordu. Kimse onlardan geri kalmadı. Son fertleri de denize dalıp ilk baştakiler karaya çıkmak noktasına geldiklerinde, deniz üzerlerine kapandı. Boğucu sular Fir'avun'un ağzına kadar geldiğinde, "İsrailoğullarının da kendisine îman ettiğine ben de îman ettim" demekteyken, Hazret-iCebrâîl onun ağzına denizin çamurlarını doldurdu.

Tirmizî'ninİbn Abbâs'tan rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Allah Fir'avunu suda boğduğu sırada o: İsrailoğullarının kendisine îman ettiğinden başka bir ilâh olmadığına îman ettim, dedi. Cebrâîl dedi ki; Ey Muhammed! Ben, rahmetin ona yetişeceği korkusuyla denizin çamurundan alıp da onun ağzına nasıl koyduğumu bir görseydin."Ebû Îsa et-Tirmizî dedi ki: Bu, hasen bir hadistir. Tirmizî, Tefsir 10. sûre 4; Müsned, I, 245, 309.

Dilcilerin açıklamasına göre: "Denizin çamuru, denizin dibinde bulunan siyah çamur" demektir.

Yine İbn Abbâs'ın, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivâyetine göre, Hazret-i Peygamber şunu zikretmiştir:"Fir'avun'un lâ ilahe illallah demesi ve Allah'ın ona rahmet etmesi korkusu ileCebrâîl Fir'avun'un ağzına çamur doldurmaya başladı..."(Tirmizî) dedi ki: Bu, hasen, garip, sahih bir hadistir. Tirmizî, Tefsir 10. sûre 5: Müsned, I, 240, 340.Tirmizî, Tefsir 10. sûre 5:Müsned, I, 240, 340.

Avn b. Abdullah dedi ki: Bana ulaştığına göreCebrâîl, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e şöyle dedi: İblis, benim Fir'avundan daha çok nefret ettiğim bir kimseyi doğurmuş değildir. Çünkü, o boğulmaya yaklaştığında,

"inandım" dedi. Ben de, onun bunu söyleyerek merhamete nail olacağından korktum, o bakımdan bir miktar toprak veya çamur alıp ağzına doldurdum.

Şöyle de açıklanmıştır: Ona bu şekilde davranılmasının sebebi, yaptıklarının büyüklüğüne ceza olsun diyedir.

Ka'b el-Ahbâr da der ki: Allah Fir'avun döneminde Mısır'daki Nil nehrinin akmasını durdurdu. Kiptiler ona: Sen bizim rabbimiz isen haydi bizim için suyu akıt, dediler. Bunun üzerine Fir'avun atına bindi. Bütün kumandanlarına da ayrı ayrı binmelerini emretti. Kumandanları da derecelerine göre yerlerini alıp durdular. Kendisi görünmeyecek bir yere kadar gittikten sonra bineğinden indi. Başka elbiseler giyindi, secdeye varıp yüce Allah'a yalvarıp yakardı. Allah da Nil nehrini akıttı. Bu sefer Fir'avun, henüz yalnızken Hazret-iCebrâîl, görüş soran bir kişi kılığında yanına vardı ve şöyle dedi: Bir kimsenin nimetinde yetişip büyüyen ve kendisinden başka hiçbir kimsesi bulunmayan bir kölesi varsa ve bu köle efendisinin nimetlerine karşı nankörlük edip hakkını tanıma, ondan ayrı ve ona karşı efendilik iddiasında bulunursa, böyle birisinin hükmü nedir, emir bu konuda ne der? Bu sefer, Fir'avun ona şunu yazdı; Ebû'l-Abbas el-Velid b. Mus'ab b. er-Reyyân der ki: Böyle birisinin cezası, denizde suda boğulmasıdır. Hazret-iCebrâîl, onun bu yazısını aldı, gitti, Fir'avun boğulacak noktaya gelince, Cebrâîl(aleyhisselâm) ona el yazısıyla yazdığı bu hükmü uzattı. Bu açıklamalar daha önce el-Bakara Sürçsi'nde(2/50. âyetin tefsirinde) Abdullah b. Amr b. el-Âs ile İbn Abbâs'tan senedi ile nakledilmiş idi. Bu olay, yine el-Bakara Sûresi'nde açıklandığı üzere, Aşure gününde cereyan etmişti. Burada tekrarlamanın bir anlamı yoktur.

"Ben de müslümanlardanım" yani, emre uymak ve itaat etmek suretiyle teslimiyet arzeden ve Allah'ı tevhid edenlerdenim.

91

Şimdi mi? Halbuki bundan önce sen İsyan etmiş ve fesatçılardan olmuştun.

Bu âyetin, yüce Allah'ın sözü olduğu söylendiği gibi, Cebrâîl'in Fir'avun'a söylediği sözdür, Mikail'in söylediği sözdür, yahut da onların dışında melekler tarafından söylenen bir sözdür, de denilmiştir. Fir'avun'un kendi kendisine söylediği sözü olduğu da söylenmiştir. O bunu, diliyle söylememişti de bu kanaat, kalbinden geçmiş ve bunu kendi kendisine söylemişti. Ancak, o bu sözünü pişmanlığın fayda vermeyeceği bir sırada içinden geçirmişti.Yüce Allah'ın:

"Biz size ancak Allah'ın rızası için yediriyoruz" (el-İnsan, 76/9) âyeti buna benzemektedir.

Yüce Allah, onlar sözlü olarak bu sözleri söylediler diye değil, kalplerinden bunu geçirdiklerinden ötürü onlardan övgüyle söz etmiştir. Esasen gerçek anlamda söz, kalbin içinden geçirdiği sözdür.

92

Bugün sadece senin bedenini kurtaracağız. Senden sonrakilere ibret olasın diye. İnsanların birçoğu, şüphesiz âyetlerimizden gafildirler.

"Bugün sadece senin bedenini kurtaracağız." Yani, Biz seni yerin yüksekçe bir tarafına bırakacağız. Çünkü, İsrailoğulları Fir'avun'un suda boğulduğuna inanmayıp, o boğulmayacak kadar büyüktür, diyorlardı. Yüce Allah da onu gözleriyle görecekleri şekilde denizden yüksekçe bir toprak parçası üzerine bıraktı. Burada merhum müfessirimiz kontunuzla ilgisini kuramadığımız Evs b. Hacer'in yağan bir yağmuru anlatan bir beyitini kaydetmektedir. Bundan dolayı biz de bunu zikretmeye gerek görmüyoruz.

el-Yezidî ve İbn es-Semeyka' ise,

"Seni... kurtaracağız" anlamındaki kelimeyi; "Seni bir kenara bırakacağız" anlamında "ha" harfi ile okumuşlardır. Alkame de bu kıraati İbn Mes'ûd'dan nakletmektedir. Yani sen, denizin bir kıyısında bırakılacaksın.

İbn Cüreyc der ki: İsrailoğulları onu görecek şekilde Fir'avun deniz kıyısına atıldı. Bir öküzmüş gibi kısa boylu ve kırmızı tenli idi. Alkame ise, Abdullah (b. Mes'ûd)'dan; "Seni nidan(dua etmen) sebebiyle (kurtaracağız)" anlamında okuduğunu nakletmektedir.

Ebû Bekr el-Enbarî der ki: Böyle bir okuyuş Mushaf’ımızın(noktasız) yazılışına muhalif değildir. Çünkü bu kelime "dal" harfinden sonra "ye" ve "kaf ile yazılır. Zira "zulumât" ile "semâvât" kelimelerinden elif düştüğü gibi, Mushafın hattının sıralanışında bu kelimeden de "elif" düşer. Bu şekilde "elif hazf edildikten sonra "Senin bedenini" kelimesinin yazılışı ile; "Yalvarışın, duan,.." in yazılışı arasında fark kalmaz. Bununla birlikte böyle bir kıraat şazz olduğundan ve genel olarak müslümanların kabul ettiği kıraate muhalif olduğundan dolayı benimsenmemiştir. Çünkü kıraat, sonrakilerin öncekilerden alıp bellediği bir yoldur. Ayrıca, İbn Mes'ûd'dan rivâyet edilen bu kıraatin anlamının yorumlanmasında bizim kıraate göre eksiklik vardır. Zira bu kıraatte Fir'avun'un zırhı ile alakalı açıklamalara yer yoktur. Bu zırh ile ilgili rivâyetler ise birbirini pekiştirmektedir. Şöyle ki: İsrailoğulları Fir'avun'un boğulması hususunda ayrılığa düşmüş, yüce Allah'tan boğulmuş haliyle onu kendilerine göstermesini istemişlerdi. Bunun üzerine Fir'avun bedeni ile yüksekçe bir yere bırakılmıştı. Savaşlarda giyindiği zırhı da üzerinde idi.

İbn Abbâs veMuhammed b. Ka'b el-Kurazî derler ki: Giyindiği zırh, güzel bir şekilde dizilmiş inciden idi. Altından olduğu da söylenmiştir ve- Fir'avun bu zırhı ile tanınırdı. Demirden olduğu da söylenmiştir. Demirden olduğunu Ebû Sahr söylemiştir. "Beden," aynı zamanda kısa zırh anlamına da gelir. Nitekim Ebû Ubeyde, el A'şa'ya ait şöyle bir beyit nakletmektedir:

"Ve su birikintisini andıran güzelce işlenmiş bir zırh ki,

Bedenin (zırhın) yakasının, üstünde de demirden bir miğferi var."

Amr b. Ma'dîkerib'e ait şu beyiti de nakletmektedir:

"Ve kadınları oldukça geniş sağlamca dokunmuş, vücudu tamamıyla örten

Zırhlarla da bedenlerle (yarım kısa zırhlarla) da gittiler."

Ka'b b. Malik de şöyle demektedir:

"Sen, orada bedenleri (yarım zırhları) kahramanlar üzerinde vücutları örtmüş görürsün

Ve oldukça sağlam (derilerden yapılan Yemen) zırhlarını da."

Burada geçen "el-Yeleb", Yemen zırhlan demektir. Bu zırhlar, birbiri üstüne dikilen derilerden yapılırdı. Cins ismi olup, tekili "Yelebe"dir. Amr. b. Külsûm da şöyle demektedir:

"Miğferler var üzerimizde ve Yemen'in Yeleb'leri de.

Bir de dümdüz kılıçlar ile bükülü kılıçlar."

"Senin bedenini" Mücahid tarafından ruhsuz olarak cesedini... diye açıklanmıştır.

el-Ahfeş der ki: Bundan kastın, seni zırhınla birlikte kurtaracağız demek olduğuna dair görüşün hiç bir kıymeti yoktur.

Ebû Bekr (el-Enbarî) der ki: İsrailoğulları, yüce Allah'tan Fir'avunu boğulmuş olarak görmek için yalvardıklarında, Allah onu kendilerine göstermiş, onlar da Fir'avun'u ruhsuz bir cesed halinde görmüşlerdi. İsrailoğulları onu bu haliyle görünce: Evet ey Mûsa, bu boğulmuş haliyle Fir'avun'dur, dediler. Böylelikle şüphe kalplerinden uzaklaştı ve deniz önceden olduğu gibi Fir'avunu tekrar yuttu. Buna göre "bugün sadece senin bedenini kurtaracağız" ifadesinin iki anlama gelme ihtimali olmaktadır. Birincisine göre seni, yüksekçe bir yere bırakacağız, demektir. İkincisine göre ise, ruhsuz haliyle cesedini açığa çıkarıp göstereceğiz demektir.

Şâz kıraat olan "nidan, duan sebebiyle" anlamındaki kıraatin anlamı ise, o da cemaatin kıraatine racidir. Çünkü buradaki "nida" iki şekilde açıklanır. Birincisine göre; Biz seni tevbeni ihtiva eden sözün sebebiyle ve tevbe kapısı kapatıldıktan sonra ve tevbenin kabulü geçtikten sonra söylediğini:

"İsrail oğullarının îman ettikleri ilahtan başka bir ilahın olmadığına inandım. Ben de müslümanlardanım" (Yûnus, 10/90) sözün sebebiyle seni yüksekçe bir yere bırakacağız anlamındadır. Diğer açıklamaya göre; bugün, Biz seni, "ben sizin en yüce rabbinizim" diye seslendiğin için, denizin görünmez yerlerinden seni bir kenara çıkartacağız.

Buna göre, o daha önce seslenip de iftirada bulunduğu, kendisinin de yalan söylediğini, âciz olduğunu ve böyle bir şeyi hak etmediğini bildiği halde; kudret ve emir iddiasında bulunarak geçmişteki küfrü dolayısıyla, âlemlerin Rabbi Allah tarafından cezalandırılmak üzere bedeniyle kurtarılmış oldu. Ebû Bekr el-Enbarî der ki: Bizim kıraatimiz şaz kıraatin ihtiva ettiği manaları ihtiva ettiği gibi; onun ihtiva etmediği manaları da fazladan ihtiva eder.

"Senden sonrakilere bir ibret olasın diye" yani, İsrailoğullarına ve Fir'avun kavminden boğulmayıp kendisine bu haberin henüz ulaşmadığı geriye kalan kimselere bir ibret olasın diye, demektir.

"İnsanların bir çoğu şüphesiz âyetlerimizden gafildirler." Âyetlerimizin üzerinde dikkatle düşünmekten, gereği gibi tefekkür etmekten yüz çeviricidirler.

"Senden sonrakilere, arkanda kalanlara" âyeti, şeklinde "lâm" harfi üstün olarak da okunmuştur. Senden sonra, senin yaşadığın topraklarda sana halef olacak kimselere... anlamındadır. Ali b. Ebî Tâlib ise, bunu "kaf" harfi İte; "Seni yaratana" diye okumuştur. Seni yaratanın yaratıcılığına bir alâmet olasın, diye demek olur.

93

Yemin olsun ki Biz, İsrailoğullarını gerçekten çok güzel bir yere yerleştirdik. Onları hoş ve temiz şeylerle rızıklandırdık. Kendilerine ilim gelinceye kadar anlaşmazlığa düşmediler. Muhakkak ki Rabbin, anlaşmazlığa düştükleri şeyler hakkında kıyâmet günü aralarında hüküm verecektir.

"Yemin olsun ki Biz, İsrailoğullarıru çok güzel bir yere yerleştirdik" âyetindeki "Mubevve'e sıdk" övülmeye değer, seçkin ve üstün mevki demek olup, bununla Mısır kastedilmektedir. Ürdün ve Filistin olduğu da söylenmiştir. ed-Dahhâk ise Mısır ve Şam bölgeleridir, demektedir.

"Onları hoş ve temiz şeylerle"meyve ve diğer mahsullerle

"rızıklandırdık." İbn Abbâs der ki: Kurayza ve Nadiroğulları ile, Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)'in çağdaşı olan İsrailoğulları kastedilmektedir. Bunlar, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e(önceleri) îman ederler ve onun ortaya çıkmasını beklerlerdi. Fakat peygamber olarak ortaya çıkınca onu kıskandılar. İşte bundan dolayı

"kendilerine ilim gelinceye kadar"yani, Kur'ân ve Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) gelinceye kadarMuhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliği hususunda

"anlaşmazlığa düşmediler."

Burada

"ilim" malum (bilinen şey) anlamındadır. Çünkü onlar, Hazret-i Peygamber çıkmadan Önce de onun peygamber olduğunu biliyorlardı. Bu açıklamayı İbn Cerir et-Taberî yapmıştır.

"Muhakkak ki Rabbin" dünya hayatında iken

"anlaşmazlığa düştükleri şeyler hakkında kıyâmet günü aralarında hüküm verecektir." Aralarında hüküm verecek ve haklıyla haksızı ayırt edecektir. Böylelikle itaat edeni mükâfatlandıracak, isyankârlık edeni de cezalandıracaktır.

94

Eğer sana indirdiğimizden şüphede İsen, senden önce Kitabı okuyanlara sor. Yemin olsun ki, hak sana Rabbinden gelmiştir. O halde sakın şüphe edenlerden olma!

95

Sakın Allah'ın âyetlerini yalanlayanlardan olma! Sonra zarara uğramışlardan olursun.

Yüce Allah'ın:

"Eğer sana indirdiğimizden şüphede isen" âyeti, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e hitap olmakla birlikte maksat, ondan başkalarıdır. Yani, sen bu hususta şüphe içerisinde değilsin amma senden başkaları şüphe içindedir.

Ebû Ömer Muhammed b. Abdulvahid ez-Zâhid der ki: Ben, iki İmâm Sa'leb ve el-Müberred'i şöyle derken dinledim:

"Eğer sana İndirdiğimizden şüphede isen" âyetinin anlamı şudur: Ey Muhammed! Kâfir kimseye de ki: Eğer bizim sana indirdiğimizden şüphede isen

"senden önce kitabı okuyanlara sor."Ey puta tapan, eğer Kur'ân-ı Kerîm'den'yana şüphede isen, Yahudilerden İslâm'a girenlere sor. Yani, Abdullah b. Selâm ve benzerlerine. Çünkü puta tapanlar, kitap sahipleri olduklarından ötürü yahudilerin kendilerinden daha bilgili olduğunu kabul ediyorlardı. Böylelikle Hazret-i Peygamber, puta tapanlardan kendilerinden daha bilgili olduklarını kabul ettikleri kimselere sormalarını emretti: Allah, Mûsa'dan sonra bir peygamber gönderecek mi, göndermeyecek mi diye.

el-Kurtubî de der ki: Bu, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i kafi olarak yalanlamamakla birlikte onu tasdik de etmeyen, bu hususta şüphe ve tereddüt içerisinde bulunan kimselere bir hitaptır.

Bu hitaptan kastın, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in olduğu, başkasının kastedilmediği de söylenmiştir. Yani: Eğer bizim sana verdiğimiz haberlere dair sana herhangi bir şüphe gelir de, bu hususta kitap ehline soracak olursan, onlar senin şüpheni giderirler.

Buradaki "şüphe"nin, göğsün daralması anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani, eğer bunların küfür ve inkârlarından dolayı göğsün daralıyor ise, sabret ve senden önce kitap okuyanlara sor. Onlar sana, senden önceki peygamberlerin kavimlerinin eziyet ve işkencelerine sabrettiklerini ve sonunda İşlerinin nasıl bir güzel akibetle sonuçlandığını bildireceklerdir.

Şüphe (şek), sözlükte asıl anlamı itibariyle darlık demektir. Meselâ, Elbiseyi şek etti denirken, tıpkı bir kabı andıracak hale gelsin diye onu bir şeylerle birbirine kattı, ekledi anlamındadır. Aynı şekilde bağlı örtü (sofra) da böyledir. Bunun bağları torba gibi büzülünceye kadar uzatılıp çekilir. O bakımdan şek (şüphe) de kalbi sıkar ve daralıncaya kadar onu sıkıştırır.

el-Hüseyn b. el-Fadl da der ki: Şart edatı ile birlikte(yani cevabın başına gelen) "fe" harfi, ne fiilin yapılmasını gerektirir, ne de yapıldığını. Buna delil de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bu âyet-i kerimenin inmesi üzerine şöyle dediğine dair nakledilen rivâyettir: "Allah'a yemin ederim ki, ben asla şüphe etmem..." Süyûtî, ed-Dürru’l-Memûr, IV, 389.

Daha sonra yeni bir cümle ile şöyle buyurulmaktadır: "Yemin olsun ki, hak sana Rabbinden gelmiştir, o halde sakın şüphe edenlerden"yani, şüphe ve tereddüte düşenlerden "olmaleyhisselâmakın Allah'ın âyetlerini yalanlayanlardan da olmaleyhisselâmonra zarara uğramışlardan olursun." Bu iki âyet-i kerimede de hîtab Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e olmakla birlikte maksat ondan başkalarıdır.

96

Doğrusu üzerlerine Rabbinin sözü hak olmuş bulunanlar Îman etmezler;

Yüce Allah'ın:

"Doğrusu üzerlerine Rabbinin sözü hak olmuş bulunanlar îman etmezler" âyetine dair açıklamalar, bu sûrede (10/33. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Katade der ki: Masiyetleri sebebiyle Allah'ın gazabı ve Öfkesi üzerlerine hak olanlar îman etmezler.

97

Onlara her türlü âyet gelse bile; acıklı azâbı görecekleri ana kadar.

"Onlara her türlü âyet gelse bile."Buradaki;

"Her" kelimesinin müennes kabul edilmesi mana ciheti iledir ki, "Bütün âyetler kendilerine gelse bile" anlamındadır.

"Acıklı azâbı görecekleri ana kadar." İşte o vakit îman ederler ama, imanlarının kendilerine bir faydası olma?

 

 

 

 

Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Aynı Pencere

Geri

 

(T :  M : 1273  H : 671)

 

KURTUBÎ TEFSÎRİ - (TÜRKÇE)

 

MÂLİKÎ

 

İleri

Sayfayı Büyüterek Aynı Pencerede Aç