1– (Mesâbîh-i şerîf)de bu bâbın evvelinde Abdüllah
ibni Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerinden rivâyet olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurdular ki: (Geçmiş ümmetlerin ömrüne
nisbetle sizin ömrünüz, ikindi nemâzı vaktiyle güneşin batması arasındaki zemân
gibidir. Sizin, yehûdîlerin ve nasâranın hâli şuna benzer. İşçi çalışdırmak
istiyen bir adam dedi ki, kim benim için birer kırâta günün yarısına kadar
çalışır. Yehûdîler, günün yarısına kadar çalışdı. O kimse sonra, kim benim için
bir kırâta günün ortasından ikindi vaktine kadar çalışır. Nasâra, ikindi
vaktine kadar birer kırâta çalışdı. Sonra şöyle dedi, kim ikindi vaktinden
güneşin batmasına kadar ikişer kırâta çalışır. Dikkat ediniz, siz ikindi
vaktinden güneşin batmasına kadar çalışanlarsınız. Dikkat ediniz. Sizin
ücretiniz iki katdır. Yehûdîler ve nasâra kızdılar. Biz çok çalışıyor, az ücret
alıyoruz, dediler. Allahü teâlâ onlara, hakkınızı vermekde size zulm etdim mi?
buyurdu. Hâyır, dediler. Allahü teâlâ buyurdu ki, o benim dilediğime verdiğim
bir ihsândır.)
2– Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ
anh” hazretlerinden rivâyet olunmuşdur. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Ümmetimin
içinde beni en çok sevenler, benden sonra gelen, ehlini ve malını beni görmeğe
fedâ eden kimselerdir.) Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” onların şiddetli muhabbetlerini temennî
eder. Onların birisi ki, ehlini ve malını beni görmek için ve bana vâsıl olmak için
fedâ edeydi, o kimseler bu sıfatla sıfatlanmışlardır.
3– Enes “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerinden rivâyet edilmişdir. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Allahü teâlânın kullarından öyleleri vardır ki, Allahü teâlâya
birşey için yemîn etseler, muhakkak o şey yerine getirilir. Ümmetimden Allahü
teâlânın emrlerini yerine getirenler, eksik olmaz. Onlara karşı koyanlar, küçük
düşürmek
istiyenler, hiçbir
zarar yapamazlar. Allahü teâlânın emri gelinceye kadar, onlar bu hasletleri
üzere olurlar.) Bu
hadîs-i şerîfi rivâyet eden Enes “radıyallahü
anh” hazretleri dedi ki: Râbi’a adlı hanım benim halam idi. Ensârdan bir
câriyenin ön dişini kırdı. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûruna geldiler. Da’vâya Resûlullah bakdı. Kısâs yapılmasını emr etdiler. Enes
bin Nadr ki, Enes bin Mâlikin amcasıdır. O, Allahü teâlâya yemîn ederek, yâ
Resûlallah, onun dişini kırma dedi. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Yâ
Enes! Allahın kitâbı kısâsı emr ediyor!) Sonra dişi kırılan
câriyenin yakınları kısâs yerine diyeti kabûl etdiler. O durumda Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
buyurdular ki: (Allahü teâlânın öyle kulları vardır
ki, Allahın adı ile birşey için yemîn etseler, Allahü teâlâ bu sevgili
kullarının hâtırı için, o şeyi hemen yaratarak, istedikleri hâsıl olur.)
(Müslim) şerhinde beyân olunmuşdur: Enes
bin Nadrın (Hâyır, vallahi onun dişini kırma) demesinin ma’nâsı, Habîbullah
hazretlerinin hükm-i şerîflerini red değildir. Belki murâdı, kısâs etmeğe
müstahak olanları vaz geçirmekdir. Afv etmeleri için, Resûlullahı
onlardan yana afvda şefâ’at etmek için yöneltmek için idi. Kendisini yemîninde
hânis etmiyeceklerine kuvvetle inandığı için yemîn etdi. Veyâ Allahü tebâreke
ve teâlâ hazretlerinin fadlına ve lutfüne i’timâdı, güveni tam olup, yemînini
bozdurmayıp, hasmlarının kalbine afvı ilhâm buyurur, şeklindedir. Hadîs-i şerîfin ikinci kısmı Şâm ehli için
buyurulmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Şâm toprağında,
benim ümmetimden, Allahü teâlânın emrlerini yerine getiren kimseler eksik
olmaz. Onları zelîl etmek, onlara karşı çıkmak istiyenler, hiçbir zarar
yapamazlar. Allahü teâlâ şânühü hazretlerinin emr-i şerîfi gelene dekden murâd kıyâmetdir,
onlar o hasletleri üzere olurlar.)
4– Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ
anh” hazretlerinden rivâyet edilmişdir. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Ben
kardeşlerimi görmeği severim!) Eshâb-ı kirâm dediler ki: Yâ Resûlallah!
Biz senin ihvânın [kardeşlerin] değilmiyiz! Buyurdular ki, (Siz benim Eshâbımsınız. Kardeşlerim o kimselerdir ki,
gelmemişlerdir. Benden sonra gelirler. Ben onların ferâtıyım.) Ya’nî
evvel gidip, lâzım olanları onlar
için hâzırlarım. Bâbın evvelinden
buraya kadar zikr olunan hadîs-i şerîf, (Mesâbîh-i şerîf)in sahîh hadîslerinde vardır.
Hasen hadîslerinde ancak bu hadîs-i şerîf vârid
olmuşdur.
5– Enes “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerinden rivâyet olunmuşdur. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Ümmetim yağmur gibidir. Önce gelenler mi, yoksa sonra
gelenler mi üstündür bilinmez!) Türpüştî “rahimehullah” buyurmuşdur
ki, bu hadîs-i şerîf ile, evvelkilerin,
sonrakiler üzerine efdaliyyetlerinde tereddüt etmemelidir. Zîrâ önce gelenler,
sonra gelenlerden; zemânlarının sonraki zemânlardan kıymetli olacağından
üstündürler. Hadîs-i şerîfde tereddütden murâd,
fâideli olmalarındadır. Dîni neşr etmekde, hakîkat ile fâideli olmakdadır.
Yağmur, önce ekini bitirir. Sonra, sapı üzerine durduğu hâlde [o hâle gelince]
olgunlaşdırır, terbiye eder. Yağmurun fâidesinin evvelinde mi, sonunda mı
olduğu bilinmez. Böylece; bu ümmetde de, evvelkiler dîni kâim kıldılar;
kurdular. Sonrakiler, zemânla insanların bozduğu dîni doğru olarak, önceki gibi
kurdular. Bu hadîs-i şerîfde işâret olunmuşdur
ki, muhakkak bu ümmetin âhıri [sonra gelenleri] hayr ve salâhda, dînin kuvvetli
olmasında öncekiler gibi olur. O rivâyet üzerine, hadîs-i
şerîfde bildirildiği gibi, Mehdî hazretlerinin gelmesi mahallinde, Îsâ
bin Meryem “alâ nebiyyinâ ve aleyhisselâm” hazretlerinin gelmesi [nüzûlü]
vaktinde, geçmiş ümmetlerin aksine olarak, çok kuvvetli olup, önce gelenlere
benziyecekdir. Zîrâ onların [geçmiş ümmetlerin] sonra gelenleri dîni tebdîl ve
Kitâbullahı tahrîf etdiler. [Hadîd sûresi 16.cı âyet-i kerîmesinde meâlen], (... Kur’ân-ı kerîmden evvel kitâb verilenler gibi
olmayınız! Onlar, kendileri ile Peygamberleri arasındaki zemân uzayınca,
kalblerine kasvet yerleşip, çoğu dinden çıkıp, kitâblarına göre ameli terk
etdiler) buyurulmuşdur. (Meâlim-üt-tenzîl)de,
sûre-i Âl-i İmrânda, 110.cu âyet-i
kerîmenin tefsîrinde, Allahü teâlâ, meâlen, (Sizler,
bütün insanlar içinde en iyi bir ümmetsiniz, cemâ’atsiniz...!) buyurmuşdur.
Katâdeden nakl olunmuşdur ki,
onlar ümmet-i Muhammeddir. Ondan evvel hazret-i Mûsâdan, hazret-i Dâvüdden ve
hazret-i Süleymândan “aleyhimüsselâm” gayri bir Peygamber harb ile emr
olunmamışdır. Onlar küffâr ile harb ederler. Küffârı [kâfirleri] dinlerine dâhil
ederler. Onlar, insanlar için hayrlı üm-
met olurlar idi. Denildi ki,
linnâs kavl-i şerîfi uhricet kavli şerîfinin sılasındandır. Ma’nâsı şu demek
olur ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, insanlar için hayrlı olan bir
ümmet seçdi. Yine râvîler an’anesi ile Behrâm bin Hâkimden, o da babasından
nakl etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin, (Sizler, bütün insanlar içinde en iyi bir ümmetsiniz,
cemâ’atsiniz...) kavl-i şerîfinde [Âl-i İmrân sûresi 110.cu âyeti], buyurdu ki, (Siz yetmiş ümmeti, Allahü teâlâ katında, onların
en iyisi ve mükerremi olarak temâmladınız!) buyurmuşdur.
Yine râvîler an’anesi ile rivâyet edilmişdir. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Dahâ önce geçen yetmiş ümmetden Allahü teâlâ katında en
iyisi ve mükerremi bu [Peygamber efendimizin] ümmetdir.) Teveffi kavl-i şerîfi ifâdandır. Eşref
ma’nâsınadır.
Yine an’ane ile Ömer ibnül Hattâb “radıyallahü
teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet olunmuşdur. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Bütün
Peygamberlere “aleyhimüsselâm” ben
girmeden evvel Cennete girmeleri harâm kılınmışdır. Yine bütün ümmetlere, benim
ümmetim girmeden evvel Cennete girmeleri harâm kılınmışdır.) Yine
an’ane ile, Abdüllah bin Berdeden, o da babasından rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
buyurdular ki: (Cennet ehli yüzyirmi saf olur.
Sekseni bu ümmetden, kırkı sâir ümmetlerdendir.) (Me’âlim)den nakl
burada temâm oldu. Bizi Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden eyleyen Allahü
teâlâya hamd olsun. (Ravda-tül Ulemâ) sâhibi
beyân etmiş ki, denildi, her safın arası meşrıkla magrib arasınca olur. Her safın
arası dünyâ misâli olur.
6– (Mesâbîh)de, Hesâb, Kısâs ve Mîzân bâbında,
sahîh hadîs olarak nakl olunmuşdur. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki, (Nûh aleyhisselâm, kıyâmet gününde gelir. Ona denilir ki,
risâletini kavmine teblîg etdin mi. Nûh aleyhisselâm der ki, (Evet yâ Rabbî!)
Ümmetinden süâl olunur ki, Nûh size teblîg etdi mi. Onlar inkâr edib, (Bize
korkutucu kimse gelmedi) derler. Sonra Nûh aleyhisselâma denilir ki, şâhidlerin
kimdir. Buyurur ki, Muhammed Mustafâ aleyhisselâtü vesselâmın ümmetidir.) Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular
ki, (Siz gelirsiniz ve Nûh aleyhisselâm teblîg
etdi, diye şehâdet edersiniz!) Sonra Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, [meâl-i şerîfi] (Böylece, size insanlara şâhid ve örnek olmanız için...) olan [Bekara sûresinin
143.cü] âyet-i kerîmesini okudular. Bu âyet-i kerîme, ikinci cüz’ün
başındaki âyet-i kerîmedir. Muhyissünne Begavî (Me’âlim-üt-tenzîl)de
bu âyet-i kerîmeyi tefsîr etmişdir: Bu âyet-i kerîme nâzil olunca, yehûdî ileri
gelenleri, Mu’âz bin Cebele “radıyallahü anh” kıble hakkında dediler ki,
Muhammed bizim kıblemizi, hasedinden dolayı terk etdi. Bizim kıblemiz Enbiyâ
“aleyhimüsselâm” kıblesidir. Bizim insanlar arasında âdil olduğumuzu Muhammed
bilir, dediler. Mu’âz “radıyallahü anh”, muhakkak, hak üzere ve âdil olan
biziz. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri meâl-i şerîfi, (... bunun gibi, sizi adâletli ümmet kıldık...) olan [Bekara sûresinin
143.]cü âyet-i kerîmesinde bunu beyân buyurdu. (İbrâhîm aleyhisselâm ve
zürriyyetini seçip, ayırdığımız gibi, sizi de seçilmiş ve adâlet üzere olan
ümmet kıldık) buyuruldu. Bu da onun gibidir. Dinde eksikliği ve fazlalığı olan
din ehlinin, ikisi de zemmedilmişdir.
Bize Abdülvâhid bin Ahmed an’ane
ile Ebû Sâ’id-i Hudrî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden haber verdi. Bir
gün Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri ikindi nemâzından sonra bizim aramızda durdu. Orada,
kıyâmete kadar olacak şeyleri terk etmekden zikr etdi [söyledi]. Bir gün hurma
ağaçları arasında bir dıvârın yanında durup, buyurdu: (Âgâh olun [Dikkat ediniz], dünyânın ömründen, geçen zemâna nisbetle
kalanı, bugünün kalan zemânı kadar bile değildir. Bu ümmet, yetmiş ümmeti, hepsinin iyisi ve ekremi olarak
temâmlar!) Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin, [meâl-i şerîfi
yukarıda zikr olunan âyet-i kerîmenin devâmı olan] (Böylece,
insanlara şâhid olacaksınız!) kavl-i şerîfini okudular. (Kıyâmet
gününde Resûller insanlara teblîg etdikleri) ile alâkalı olarak İbni Cüreyh
dedi ki, ben Atâya (... Böylece insanlara şâhid
olacaksınız) kavl-i şerîfinin ma’nâsı nedir, dedim. O dedi ki,
insanlardan, hakkı terk edenler üzerine, Ümmet-i Muhammed şâhiddirler. (Resûl
de sizin üzerinize şâhiddir.) Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri de onları ta’dîl ve tezkiye
edici olur. Bunun beyânı şudur ki, muhakkak Allahü teâlâ şânühü evvelîn ve
âhırîni cem’ eder. Ya’nî Allahü teâlâ kıyâmet günü bütün in-
sanları yüksek bir yerde
toplayınca, kâfirlere (Size hiç uyarıcı, sakındırıcı Peygamber gelmedi mi)
buyurur. Onlar (bize korkutucu [sakındırıcı] ve müjde verici kimse gelmedi)
derler. Allahü Sübhânehü ve teâlâ Enbiyâ aleyhisselâmı bundan süâl eder. Enbiyâ
cevâb verirler ki, (biz onlara vahyi teblîg etdik.) Allahü teâlâ Enbiyâdan yine
süâl eder. Hâlbuki herşeyi bilir. Şâhid tutmakdan dolayı sorar. O zemân Ümmet-i
Muhammed getirilir. Ümmet-i Muhammed şehâdet ederler. Muhakkak Enbiyâ teblîg
etdiler. O ümmetler derler ki, bunlar nereden bilirler, bizden sonra geldiler.
Sonra bu ümmetden süâl olunur. Onlar derler ki, yâ Rabbî! Sen bize Resûl
gönderdin. O Resûl ile kitâb nâzil kıldın [gönderdin]. O kitâbda bize haber
verdin. Resûllerin ile gönderdiğin haberlerin hepsi doğrudur. Ondan sonra
Muhammed aleyhisselâm getirilir. Ümmetinin hâlinden süâl olunur. Onların temiz
ve doğru olduğuna şehâdet eder. (Me’âlim-üt-tenzîl)den
alınan kısm temâm oldu.
7– (Ravda-tül-ülemâ) kitâbının yirmibirinci bâbında,
Ebû Mûsâ-el-eş’arî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden nakl edilmişdir. Biz
mescidde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretlerinin huzûrunda oturmuşduk. Habîbullahı vahy ağırlığı kapladı.
Vahy geldiğinde hâl-i şerîfleri böyle olurdu ki, vahyin ağırlığı üzerlerini
kaplardı. Hattâ a’zâ-i şerîfleri ayrılır derecesinde olurdu. Mubârek başını bir
sâat aşağı saldı. Sonra başını kaldırdı ki, bize haber versin. İkinci ve sonra
üçüncü kerre yine vahy ağırlığı hâsıl oldu. Yine mubârek başını saldı. Sonra,
haber vermek için başını kaldırdı. Dördüncü kerre yine vahy ağırlığı kapladı.
Yine mubârek başını saldı. Sonra mubârek başını kaldırıp, secdeye vardı. Biz de
onunla berâber secdeye vardık. Secdeyi uzatdı. Mubârek başını secdeden
kaldırdı. Biz dedik. Yâ Resûlallah! Size gelen bu dört vahyden bize haber verir
misiniz? Buyurdular ki: (Bana Cebrâîl aleyhisselâm,
evvelki gelişinde dedi ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, sana selâm
söyledi ve buyurdu: Yâ Muhammed! Ümmetinin üçde birinin azâb ve hesâb görmeden
Cennete girmesini mi istersin, yoksa bütün günâhkârlarına şefâ’at etmeği mi
istersin! Cebrâîl aleyhisselâm, benden yana işâret etdi. Şefâ’atini ihtiyâr
etdim. Sonra, ne vakt ki Cebrâîl aleyhisselâm gitdi. Ben istedim ki, size haber
vereyim. O sâat yine geldi. Ve dedi ki, muhakkak Rabbil’âlemîn sana selâm
söyler ve buyurur ki: Ey Habîbim!
Ümmetinin yarısının
hesâbsız ve azâbsız, Cennete girmesini mi istersin. Yoksa ümmetinin bütün
günâhkârlarına şefâ’at etmeği mi istersin. Ben şefâ’atı ihtiyâr etdim [seçdim] ve istedim ki, size haber vereyim. O sâat yine geldi. Ve
dedi ki, muhakkak Rabbin selâm söyledi ve buyurdu ki, ey Habîbim! Ümmetinin
üçde ikisinin hesâb ve azâb olunmadan Cennete girmesini mi istersin. Yoksa
ümmetinin bütün günâhkârlarına şefâ’at etmeği mi istersin. Ben şefâ’ati ihtiyâr
etdim [seçdim] ve istedim ki, size haber
vereyim. O sâat yine geldi. Ve dedi ki, muhakkak Rabbin sana selâm söyler ve
buyurur ki: [Vedduhâ sûresi
5.ci
ve Tâhâ sûresi
130.cu âyet-i
kerîmesinin bir kısmını okudu. Me-âl-i şerîfi] (Yâ
Muhammed! Onlar bana ve sana îmân getirseler ve beş vakt nemâzı kılsalar,
farzları edâ etseler ve senin sünnetini yerine getirseler, sen râzı oluncaya
kadar şefâ’at etmene izn veririm.) Muhammed
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurur ki: (Bana
kâfi gelir, bana kâfi gelir!) [Vedduhâ
sûresi
5.ci
âyet-i kerîmesinde meâlen,] (İleride [kıyâmet
günü] Rabbin sana şefâ’at makâmı vermekde hoşnûd
olacaksın) ve Tâhâ sûresi
130.cu
âyet-i kerîmesinde meâlen, (... Tesbîh et [nemâz
kıl] ki, Allahın rızâsına eresin) buyuruldu.
8– (Ravda-tül-ulemâ) kitâbının aynı bâbında; Abdüllah
ibni Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerinden rivâyet olunmuşdur. Allahü
tebâreke ve teâlâ hazretlerinin kavl-i şerîfinde [Hicr
sûresi
2.ci âyet-i kerîmesinde] meâlen, (Kâfirler, dünyâda hezîmet, yâhud ölüm ânında, kıyâmet azâbı
vukû’unda, müslimân olmaklığı temennî ederler. Denildi ki, kâfirler Cehennemde
mü’minlerin günâhkârlarını görüp, siz müslimânlar iken Cehennemdesiniz.
İslâmınız size ne fâide etdi derler. Bir zemân sonra, Allahü teâlânın fadlı ve
rahmeti ile o müslimânlar nârdan çıkıp, Cennete gitdiklerinde, kâfirler o vakt
ne olaydı, biz de ehl-i islâmdan olaydık, derler) buyuruldu. Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü anhümâ” buyurdu
ki, bu ümmetden bir tâife sırat üzerinde habs olunur. Hâlbuki, Muhammed Mustafâ
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, bütün Peygamberlerden önce
Cennete dâhil olur. Ümmeti de, bütün ümmetlerden önce Cennete dâhil olur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Cennete
girdikden sonra, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, sıratda kalan tâifenin
nâr [Cehennem]dan tarafa gönderilmesini ve (Mâlik)e teslîmini emr eder.
Mâlik, onları görünce, yâ eşkiyâ
cemâ’ati, siz kimsiniz ve kimin ümmetindensiniz. Cehenneme girenlerin son
bulduğunu işitmişdim. Cehennem ehlinin hepsi bana, bağlı ve zincire vurulmuş
hâlde ve yüzleri üzerine sürünüp ve yüzleri kara, gözleri göğermiş hâlde gelirler.
Ammâ, sizin elleriniz bağlı değil ve zincire vurulmamışsınız. Yüzleriniz
kararmamış. Gözleriniz göğermemiş. Ayaklarınız üzerine yürürsünüz; kimsiniz,
der. Onlar, derler ki, yâ Mâlik, bunu bize sorma. Zîrâ biz, muhakkak sana bunu
haber vermeğe hayâ ederiz. Velâkin biz; Kur’ân-ı kerîme uyan, Ramezân ayında
oruc tutanlarız. Biz hacca gidenlerdeniz. Biz gâzîleriz [cihâda gidenlerdeniz].
Biz zekât edâ edenlerdeniz. Biz yetîmlere ikrâm edicilerdeniz. Biz cünüb olunca
gusl edenlerdeniz. Biz beş vakt nemâz kılıcılardanız. Mâlik der ki, ey mahşer
eşkiyâsı! Allahü teâlâ Kur’ân-ı azîmde sizi ma’siyyetden men’ etmedi mi. Onlar
derler ki, yâ Mâlik, bize tevbîh etme. Şimdi Allahü teâlânın tevbîhinden ve
süâlinden kurtulduk. Sonra onlar bu hâlde iken, Arş tarafından bir nidâ edici,
şiddetli nidâ eder ve der ki, yâ Mâlik, onları Nârın [Cehennemin] üst
tabakasına dâhil et. Hâlbuki onlar, Cehennemin kenârında dururlar. Sonra Mâlik
der ki, yâ mahşer eşkiyâsı! Şübhesiz söyleneni işitdiniz. Fehm etdiniz. Evet
işitdik, lâkin bize mühlet ver. Bir sâat nefslerimiz üzerine ağlıyalım, derler.
Mâlik der ki, benim size mühlet vermeğe izn yokdur. Mâlike Arş tarafından nidâ
gelir ki, (Yâ Mâlik, terk et onları, nefsleri üzerine ağlasınlar.)
Sonra nefsleri üzerine ağlamağa
başlarlar. Derler ki: (Biz nârda [Cehennemde] nasıl sabr edelim. Biz güneşin
harâretine sabr edemezdik. Katran elbisesi giymeğe nasıl sabr edelim. Biz
yumuşak elbiseler giymeyi tercih ederdik. Zakkum yimeğe ve hamîm içmeğe nasıl
sabr edelim. Biz hep güzel yemekler yir, soğuk içecekler içerdik.) Bunlar böyle
ağlarlar iken, Arş tarafından bir nidâ gelir. Yâ Mâlik! Bunları nârın
[Cehennemin] birinci tabakasına gönder. Sonra onların yanına şiddetli melekler
gelir. Onlar, kalb olmadığı için acıması olmıyan zebânîlerdir. Herbir insana
bir zebânî yapışır. O sırada, hepsi seslerini yükseltirler ve derler ki, (Yâ
Muhammed, Yâ Ebel Kâsım, Yâ Ebel Erâmil velyetâmâ. Yâ Fahrel kıyâmeh. Yâ
Fâtihal bâb. Yâ nârın kapısını ümmetine kapayan! Yâ ümmetine şefâ’at eden. Biz
ümmetinin za’îfleriyiz. Nârın [Cehennemin] ateşine dayanama-
yız. Şefâ’atin ile bize imdâd et.
Yâ Mâlik, biz ümmet-i Muhammeddeniz.) Sonra Mâlik hazretleri Cennetden tarafa
teveccüh eder [döner]. Ellerini kulaklarına koyar. Müezzinler gibi yüksek ses
ile nidâ eder ki: Yâ Muhammed! Muhakkak sen, Cennetde ni’metler içindesin
[ni’metlenir hâldesin]. Senin za’îf ümmetlerin Nârda feryâd ederler. Onların
feryâdına yetiş [eriş]. Zîrâ za’îfdirler. Cehennemin harâretine sabrları
yokdur. O hâlde, Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine
haber gelir. Hemen serîrinden [tahtından] sıçrayıp ve Buraka biner ve buyurur,
yâ Burak, çabuk ol ki, ümmetim za’îfdirler, Cehennemin harâretine sabr
edemezler. Burak da ayaklarını kaldırıp, Cehennemin kenârına koyar. Muhammed
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri onların seslerini işitdiği vakt,
ağlarlar. Sonra Muhammed aleyhisselâm Arşın kenârına erişir. Allahü tebâreke ve
teâlâ hazretlerine secdeye varır. Ve şefâ’at eder. Allahü teâlâ ve tekaddes
onların hakkındaki şefâ’atini kabûl eder. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin şefâ’ati ile Cehennemden
kurtulurlar. O vakt, kâfir oldukları hâlde, ehl-i nâr temennî ederler; ne
olaydı, müslimân olup, Ümmet-i Muhammedden olaydık. Allahü teâlâ hazretlerinin kavl-i
şerîfi buna işâretdir ki, [Hicr sûresi
2.ci
âyetinde; meâlen] (Kâfirlerden, müslimân olmağı
temennî etmiyen çok az kimse vardır!) buyurulmuşdur.
9– Yine (Ravda-tül-ülemâ)
kitâbında, kırkdördüncü bâbda, musîbete sabr beyânında; Sâbit-el
Benânî “rahimehullah” hazretlerinden rivâyet edilmişdir. Bize nakl edildi ki,
Osmân bin Maz’ûn “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin bir oğlu vefât etdi.
Ondan dolayı üzüntüsü çok olup, mahzûn oldu. Evinde oturdu. Evinde bir mescid
binâ etdi. Orada ibâdet ederdi. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri işitip, buyurdu ki, (Onu benim yanıma getirin. Onu Cennet ile müjdeleyin!) Sonra
onu, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” yanına götürdüler. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ona buyurdular ki; (Bil, yâ Osmân ki, muhakkak Cehennemin yedi kapısı vardır.
Ve Cennetin sekiz kapısı vardır. Cennet kapılarından her birine gitdiğinde,
oğlunu orada görüp, Allahü teâlâdan sana şefâ’at eder hâlde olduğunu görmeğe
râzı olmaz mısın!) Osmân bin Maz’ûn “radıyallahü teâlâ anh”, yâ
Resûlallah; râzı oldum, dedi. Süâl edildi ki, yâ Resûlallah! Bizim oğullarımız
da böyle
olur mu? Buyurdular ki, (Evet olur, kıyâmete kadar ümmetimden sabr eden ve sevâb
istiyen herkese de böyledir!)
10– Yine (Ravda-tül-ülemâ)
kitâbının Cum’a faslı bâbında nakl edilmişdir. Bize imâm-ı Nasr-ül
Harbî üstâdı Amr bin Şu’aybdan, o babasından, o da dedesinden “radıyallahü
teâlâ anh” haber verdi. Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular: (Bir âlem vardır ki, beydâ ve
melsâdır [beyâz ve düzdür]. Gümüş gibidir. Bu dünyânın yedi büyüklüğünde ve
melekler ile doludur. O şeklde ki bir iğne atsan yere düşmez. Belki meleklerin
üzerine düşer. Onlardan her bir melek, elinde bir alem [bayrak] vardır ki,
üzerinde (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah)
yazılmışdır. Her bir Cum’a gecesi toplanırlar. O alemin etrâfında Allahü
tebâreke ve teâlâyı tedarru’ ederler. Ümmet-i Muhammedin selâmeti üzerine düâ
ederler. Sabâh oluncaya kadar derler ki, yâ Rabbî! Ümmet-i Muhammede acı!
Onlara azâb etme! Çünki, sabâh olup, kıyâmetden emîn olurlar. (Yâ Rabbî! Gusl
edenleri, Cum’aya hâzırlananları afv eyle, istediklerini bağışla!) diye düâ
ederler. Rivâyet eden der ki, alemlerin [bayraklarının] uzunluğu kırk fersâh
olur. Düâ etdiklerinde, ağlıyarak seslerini yükseltirler. Rabbil’âlemîn onlara
ne istersiniz diye buyurur. Derler ki, ümmet-i Muhammedi afv etmeni isteriz.
Allahü teâlâ ve tekaddes, (onları afv etdim) buyurur.)
11– Yine (Ravda-tül-ülemâ)
kitâbı altmışdördüncü bâbında, Leyletül-Kadrin fazîleti açıklanırken
nakl edilmişdir. Denildi ki, Allahü teâlâ ve tekaddes ve azze şânühü; ümmet-i
Muhammede Ramezânda beş şey verir ki, onlardan başka kimseye vermemişdir. 1–
Ramezânın ilk gecesi olduğu zemân, onlara [bu ümmete] rahmet nazarı ile nazar
eder. Her kime ki, Allahü Sübhânehü ve teâlâ rahmet nazarı ile bakar, ona azâb
etmez. 2– Allahü teâlâ meleklere buyurur. Bu ayda ibâdetleri bırakın. Ümmet-i
Muhammede istigfâr edin. 3– Allahü teâlâ şânühü Cennet meleklerinin reîsi
(Rıdvân)a buyurur. Cenneti süsle ve kapılarını aç. Ümmet-i Muhammedden bir
kimse bu ayda ölürse, cesedi gelinceye kadar, rûhu Cennete dâhil olsun. 4–
Allahü teâlâ hazretleri, Cehennem meleklerinin reîsi (Mâlik)e, Cehennemin
kapılarını bağlaması için emr eder. Eğer, bu ümmetden isyân edenlerden birisi
ölür ise, Ramezân ayı geçene kadar, Ce-
hennemde azâb olunmasın. 5– Allahü
teâlâ, onlara Kadr gecesini verir. Hattâ eğer bir kimse, o gecede Allahü teâlâ
hazretlerine ibâdet etse, günâhlarını afv eder. O gecede Cehennemden âzâd olur.
O gecede bütün Ramezân ayı müddetince âzâd olanlar kadar mü’min âzâd olur.
12– (Mesâbîh) kitâbında, Îsâ aleyhisselâmın
nüzûlü [gökden inmesi] bâbında, sahîh hadîs olarak bildirilmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurdular ki, (Îsâ bin Meryem
“aleyhisselâm” gökden iner. Mü’minlerin emîri, hazret-i Îsâya gel bize imâm ol,
der. Hazret-i Îsâ buyurur, sizin ba’zınız ba’zınız üzerine emîrsiniz.) Denildi
ki, yâ Resûlallah, niçin o zemânda Allahü teâlâ müslimânlar üzerine emîri
kendilerinden yapar. Buyurdular ki, (Bu ümmetin
emîrlerini kendilerinden kılmak, bu ümmete ikrâmdır ve şânlarının
büyüklüğündendir.)
13– Yine (Mesâbîh)de
(Haşr) bâbında, sahîh hadîs olarak bildirilmişdir. Ebû Sâ’id-i Hudrî
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurdular ki: (Allahü teâlâ hazretleri [Âdem
aleyhisselâma] buyurur: Yâ Âdem! Âdem aleyhisselâm
der ki, Lebbeyk, [buyur yâ Rabbî!] Hayr
Senin elindedir. Allahü teâlâ buyurur: Nâra [Cehenneme] müstehak olanı gönder. Âdem der ki, nâra müstehak nedir [ne
kadardır]. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri
buyurur: Her binde dokuzyüzdoksandokuzu. O zemân çocuk yaşlı olur. Hâmile
kadının çocuğu dünyâya gelir. İnsanlar, serhoş olmadıkları hâlde serhoş gibi
görünürler. Allahü teâlânın azâbı çok şiddetlidir.) Yâ Resûlallah!
Hangimiz o binde birden oluruz, diye sorduk. Buyurdu: (Bana müjdelediler. Sizden bir, Ye’cûc ve Me’cûcden bin
olacakdır.) Sonra buyurdu: (Nefsim
kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Cennet ehlinin dörtde biri siz
olursunuz!) Biz tekbîr getirdik. Sonra buyurdu: (Siz Cennet ehlinin üçde biri olursunuz!) Biz
yine tekbîr getirdik. Sonra buyurdu: (Siz Cennet
ehlinin yarısı olursunuz!) Biz yine tekbîr getirdik. (Müslim) hadîs kitâbını şerh eden “rahimehullah”
demiş ki, bir rivâyetde, bir âhır hadîsde buyurdular ki: (Siz Cennet ehlinin üçde ikisi olursunuz. Cennet ehli
yüzyirmi saf olacak. Seksen safı ümmetimden olacakdır.)
(Müslim)i şerh eden diyor ki, çocuğun
ihtiyârlaması, hâmile
kadının çocuk doğurması, bu ahvâl
dünyâdan çıkmadan öncedir. Çocuğun yaşlanması, hâmile kadının çocuk doğurması,
zâhiri üzerine olur. Denildi ki, belki bu ahvâl kıyâmetde olur. Ma’nâsı o demek
olur ki, onların üzerine dehşetli ve şiddetli bir mertebe erişir ki, eğer
hâmile tasavvur olunsa, muhakkak doğurur. Denilir ki, hâmile olarak ölen kadın,
hâmile olduğu hâlde haşr olunur. Böyle olduğu takdîrde, o hâlde çocuğunu doğurur.
Nihâyet sonra buyurdular ki: (Müjdeler olsun size
ki, şübhesiz sizden bir şahs ehl-i Cennet, Ye’cûc ve Me’cûcden bin şahs ehl-i
nâr olur!) Sonra buyurdular ki: (O
Allahü teâlâ hakkı için ki, benim nefsim yedindedir. Ben ricâ ederim ki, [Cennetlik
olan bir kişi] siz olursunuz!)
(Müslim şerhi)nde beyân olunmuş ki, hadîs-i şerîfde (Siz) hitâbları, bütün ümmetdir.
Birincide, ehl-i Cennetin dörtde biri siz olursunuz, buyurdu. İkincide buyurdu,
üçde bir olursunuz. Üçüncüde buyurdu, yarısı olursunuz. (Müslim şerhi)nde buyurdu: (İnsanlar arasında
siz) hitâbı, müslimânlaradır. İnsanlardan murâd kâfirlerdir. Ba’zı
rivâyetlerde, entüm (siz) yerine elmüslimûn tasrîh etmişdir (müslimânlar
buyurmuşdur). Ve finnâs (insanlar) yerine fil küffâr tasrîh etmişdir (kâfirler
buyurmuşdur). Selmâsî “rahimehullah” beyân etmiş ki, (Sizin bütün insanlara nisbetle, azlık bakımından durumunuz, beyâz bir
öküzün üzerinde bulunan bir siyâh kıl gibidir. Bu derece az olmanıza rağmen
ehl-i Cennetin yarısı olursunuz.)
14– Yine (Mesâbîh)
kitâbında, Havz ve şefâ’at bâbında, sahîh hadîs olarak nakl
olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Muhakkak,
benimhavzımın iki ucunun arası Île ile Aden arasındaki mesâfeden uzakdır. Île
bir beldedir ki bahr-i ahmer [Kızıldeniz]in
Şâm tarafındadır. Oradan Adene birbuçuk aylık mikdârı yol olur. Muhakkak onun
bardaklarının sayısı yıldızlardan çokdur. Bir kimse kendi havzına başkalarının
develerinin girmesine nasıl mâni’ olursa, ben de ümmetimden başkalarını
havzımdan men’ ederim.) Dediler, yâ Resûlallah, Siz bizi bilir
misin? Buyurdular ki, (Evet, sizi bilirim. Sizin
için bir alâmet olur ki, başka ümmetlerde olmaz. Siz, yüzleriniz, elleriniz ve
ayaklarınız, abdestin eserinden ak [nûrlu] olduğunuz hâlde gelirsiniz.)
15– Yine (Mesâbîh)de,
aynı bâbın sahîh hadîslerinde, Enes
“radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerinden nakl olunmuşdur. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Ne zemân ki kıyâmet günü
olur. İnsanlar arasat meydânında toplanır. Ba’zısı ba’zısından yana dalga
vurur, birbirine karışırlar. Sonra Âdem aleyhisselâma gelirler ve derler ki,
Rabbinden şefâ’at eyle. Hazret-i Âdem der ki, ben şefâ’ate ehl değilim. Lâkin,
İbrâhîm aleyhisselâma gidin ki, muhakkak o Halîl-ül rahmândır. Sonra İbrâhîm
aleyhisselâma gelirler. O da der ki, ben şefâ’ate ehl değilim. Mûsâ
aleyhisselâma gidin. Muhakkak o kelîmullahdır. Sonra Mûsâ aleyhisselâma
gelirler. O da der ki, ben şefâ’ate ehl değilim. Lâkin Îsâ aleyhisselâma gidin
ki, muhakkak o, rûhullahdır ve kelîmetullahdır. Sonra Îsâ aleyhisselâma
gelirler. O da der ki, ben şefâ’ate ehl değilim. Lâkin, Muhammed Mustafâ
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine gidin. Sonra bana gelirler.
Ben derim. Ben şefâ’ate ehilim. Sonra şefâ’at üzerine izn taleb ederim. Bana
izn verilir. Rabbimin bana ilhâm etdiği hamdler ile hamd ederim. Bu ânda o
hamdler hıfzımda değildir. Sonra, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine o
hamdler ile hamdler ederim. Sonra, secde ederim. Rabbime secde etdiğim hâlde
bana buyurur: Yâ Muhammed! Kaldır başını, söyle işitilir, süâl eyle cevâb
verilir. Şefâ’at eyle, şefâ’atin kabûl olunur. Sonra ben derim ki, yâ Rabbî!
(Ümmetî, ümmetî). Rahmet et ümmetime. Ve tafdîl et onların üzerine kerâmetle.
[Tekrâr buyurmaları, te’kîdden dolayı veyâ nidâ içindir. Böylece ümmeti kendine
yakın olsunlar. Ateş onlara yakın olmasın. Zîrâ nûr-i şerîfleri ateşi
söndürür.] Sonra bana denilir, (Git ve çıkar
ateşden o kimseyi ki, kalbinde zerre mikdârı veyâ hardal dânesi kadar îmânı
olsun!))
(Müslim) hadîs kitâbını şerh eden beyân
etmişdir ki, îmândan murâd, a’mâl-ı zâidedir [işlerin, amelin fazlalığıdır].
Zerre mikdârı îmânda, nefsin tasdîki üzerine, fazladan zâhir veyâ bâtın ameli
bulunur. Zîrâ, sâdece îmânı olup, amelden bir fazlalığı olmıyanlara şefâ’at
izni olmaz. Yanında amelden hiçbirşeyi olmayıp [ya’nî hiç amel yapmayıp],
sâdece îmânı olan kimsenin işi, Allahü tebâreke ve teâlânın rahmetine
kalmışdır. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” buyurdular ki: (Ben de giderim. Her kimin kalbinde arpa mikdârı îmânı
var ise, nârdan [Cehennemden] çıkarırım. Sonra avdet ederim. O hamdler ile hamd
ederim ve secde eylerim. Bana denilir ki, yâ Muhammed, başını
kaldır! Söyle işitilir. Süâl et,
cevâb verilir. Şefâ’at et, şefâ’atin kabûl olunur. Ben derim: Yâ Rabbî!
Ümmetime rahmet et. Denilir ki, git, kalbinde bir zerre veyâ bir hardal dânesi
mikdârı îmânı olan kimseyi nârdan çıkar.) Zerre, ufacık sarı karıncaya derler.
Veyâ bacadan giren güneş ışığında görülen tozların bir dânesine zerre derler. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
buyurdular ki: (Ben de giderim. Kalbinde zerre mikdârı îmânı olanı çıkarırım.
Yine gelirim, secdeye varıp, niyâz ederim. Bana denilir, git, her kimin
kalbinde, pek cüz’î, pek cüz’î, pek cüz’î hardal dânesi mikdârı îmânı olursa,
nârdan çıkar. Pek cüz’înin tekrârı mübâlaga içindir. Sonra varırım, nârdan
çıkarırım. Sonra dönerim. Dördüncü kerre ben derim ki: Yâ Rabbî, Lâ ilâhe
illallah, diyen kimselere şefâ’at etmem için bana izn ver!)
Selmâsî “rahimehullah” demişdir
ki, ben ricâ ederim, bunlardan murâd o kimselerdir ki, ömrlerinde bir amel
işlememişlerdir ki, onunla rahmete kavuşsun ve nârdan [Cehennemden] kurtulmağa
müstehak olsun. Dünyâda bu kelime-i tayyibeyi demişdir. Sonra bu kimsenin
şefâ’ate ihtiyâcı da çokdur. Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri buyurur:
Onları nârdan çıkarmak senin üzerine değil, velâkin, izzetim ve celâlim ve
kibriyâm hakkı için, elbette o kimseyi, Lâ ilâhe illallah, dediği için ben
çıkarırım.
Halhâlî “rahimehullah” buyurmuşlar
ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin (Leyse zâlike) kavl-i şerîfinin iki
ma’nâsı olabilir. Birisi; Lâ ilâhe illallah diyen kimseyi, nârdan çıkarmak için
sana şefâ’at etmeğe izn verilmiş ise de, bu iş sana bırakılmamışdır. İkinci
ma’nâsı odur ki, onlar hakkında sana şefâ’at izni yokdur. Ancak ben onları fadl
ve keremimle afv ederim. Bu ma’nâya göre; hayrlı amel işlemiyen kimsenin nârdan
[Cehennemden] çıkarılması şefâ’at ile mümkin olmayıp, onun işi Allahü teâlânın
lutf ve keremine kalmışdır.
16– Yine (Mesâbîh)de,
Seyyid-il Mürselîn “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin
fazîletleri bâbında, sahîh hadîs-i şerîf olarak
rivâyet olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Allahü teâlâ
hazretleri arzı [yeryüzünü] benim için
cem’ etdi [küçültdü]. Ben yeryüzünün [arzın]
doğusunu batısını gördüm. Muhakkak benim ümmetimin
mülkü arzdan [yeryüzünden] bana
gösterilen yere kadar yayıla-
cakdır. Bana kırmızı ve
beyâz olmak üzere iki hazîne verildi.)
Türpüştî “rahimehullah” demişdir
ki, bundan kasd edilen altın ile gümüşdür. Onun için ki, Kisrâ [Îrân]
milletinin ve memleketinin nakd parasının çoğu altın, Kayser [Bizans]
milletinin ve memleketinin nakd parasının çoğu da gümüşdür.
(Ben Rabbimden,
ümmetimi umûmî kıtlık ile helâk etmemesini, eğer islâm beldesinde kıtlık vâki’
olursa, az bir yerde olsun; istedim. Ve ırzlarına dokunmamaları için,
nefslerinden başka düşman musallat etmemesini, istedim. Rabbim bana buyurdu: Yâ
Muhammed! Muhakkak ben bir hükm etsem, elbette o red olunmaz. Ben sana, va’d
verdim, ümmetin için ki, onları umûmî kıtlık ile helâk etmem. Onlar üzerine
nefslerinden gayri, nefslerine dokunmasınlar diye düşman musallat etmem. Onlar
birbiri arasında muhârebe ederlerse, onların düşmanları, onların kendileridir.
Ba’zısı ba’zısını helâk eder. Ba’zısı ba’zısını esîr eder.)
Tayyibî “rahimehullah” demişdir
ki; bu ümmetin ayb kirleri ve günâh pislikleri, yine bu ümmetin elleri ile
temizlenir. Ba’zısı ba’zısını temizler. Zîrâ mü’minlerin ba’zıları ba’zılarının
evliyâsıdır [yardımcısıdır]. Eğer mü’min mü’mine bir şeyde yardımcı olsa, o
sûretle yardımcıdır. Eğer mü’min mü’mine eziyyet etse, o sûretle yardımcıdır.
Zîrâ o şey mü’mine erişdikde, ya’nî mü’min eziyyet gördükde, günâhlarına
keffâretdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretleri bunun için, ümmeti arasındaki anlaşmazlıklarda düâ için
men’ olundular.
17– Yine (Mesâbîh)
kitâbının sahîh hadîslerinde, yukarıdaki hadîs-i
şerîfin akabinde, Sa’d “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden nakl
edilmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretleri Medîne-i münevverede Benû Mu’âviye mescidine teşrîf
buyurdular. O mescidde iki rek’at nemâz kıldı. Biz de berâber kıldık. Uzun bir
düâ etdi. Sonra döndü ve buyurdu ki: (Rabbimden üç
şey istedim. İkisini bana verdi. Birisinden beni men’ etdi. Ümmetimi umûmî
kıtlık ile helâk etmemesini istedim. Suda boğulmakla helâk etmemesini istedim.
Bunları bana verdi.) (Mefâtih) sâhibi “rahimehullah” beyân etmiş ki,
suda boğulmakdan murâd, umûmî boğulmadır. Ya’nî Rabbimden, ümmetimin hepsini
suda, fir’avnın kavmini denizde, Nûh aleyhisselâmın kavmini tûfanda boğması
gibi, boğmamasını is-
tedim; demekdir. (Ümmetimin arasında harblerin olmamasını istedim. Beni men’
etdi) buyurdu.
18– Yine (Mesâbîh)
kitâbında aynı bâbda hasen hadîs olarak bildiriliyor. Habbâb bin
Eret “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri nemâz kıldı ve nemâzı uzatdı. [Ya’nî uzun okuyarak kıldı.] Dediler;
yâ Resûlallah! Bir nemâz kıldın ki, böyle uzun nemâz kılmamış idin. Buyurdular
ki: (Evet, bu nemâz rağbet ve heybet nemâzıdır!)
(Mefâtih) kitâbının sâhibi beyân etmişdir: Bir nemâzdır ki, onda
Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine rağbet vardır. Ya’nî Allahü teâlâ
hazretlerinden korku vardır. Ya’nî hudû’ ve huşû’ vardır. Bu ümmete şunu
öğretmekdedir ki, onlara bir yaramazlık [musîbet] ulaşsa, Allahü teâlâ
hazretlerinden korkarak ve ona sığınarak, nemâz kılsınlar. Böylece, o zarar,
Allahü teâlâ hazretlerinin fadlı ve rahmeti ile ondan gitsin. Lutf ve keremiyle
maksadları hâsıl olur. (Ben Allahü teâlâ
hazretlerinden, ümmetim için üç şey istedim. İkisini bana verdi. [Kendilerine]
kendi nefslerinden başka düşman musallat
etmemesini, umûmî kıtlık ile helâk etmemesini istedim; bana verdi. Ba’zısının
ba’zısına zarar vermemesini ve katl etmemesini istedim. Bunu benden men’ etdi.)
19– Yine (Mesâbîh)de
hasen olarak nakl olunan hadîs-i şerîfin
akabinde, Ebû Mâlik-el Eş’arî “radıyallahü anh” hazretlerinden nakl edilmişdir.
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurdular: (Muhakkak Allahü teâlâ azze
ve celle sizi üç hasletden afv etdi.) (Mefâtih) sâhibi
“rahimehullahü teâlâ” demişdir ki, (Hadîs-i şerîfde
geçen hılâl kelimesi, haslet ma’nâsına gelen, “Halk” kelimesinin çoğuludur.
Ya’nî Allahü teâlâ azze ve celle, ikrâm ederek,
sizi üç zarardan korudu. Peygamberiniz sizin üzerinize beddüâ etmez. Yoksa,
cümleniz helâk olursunuz. Ehl-i bâtıl ehl-i Hak üzerine gâlib olmaz. Türpüştî
“rahimehullah” demişdir ki, buradan ehl-i hakkın temâmen ortadan silinmiyeceği,
hiç olmazsa bir cemâ’atin dâimâ bulunacağı anlaşılır. Çünki, Allahü teâlâ,
Resûlüne bu dîni kıyâmete kadar koruyacağına söz vermişdir [kefîl olmuşdur]. Üçüncüsü, dalâlet üzerine birleşmenizden korudu.)
20– Yine o hadîs-i
şerîfin akabinde, Avf bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden
rivâyet edilmişdir. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri buyurdular ki: (Allahü tebâreke
ve teâlâ hazretleri, bu ümmet üzerine, biri kendilerinden, biri de
düşmanlarından olmak üzere iki kılıcı cem’ etmez!) (Mefâtih) sâhibi
demişdir: Ya’nî hem müslimânlar ve hem de kâfirler ile bu ümmet aynı ânda
muhârebe etmez. Müslimânlar, yâ kendi aralarında veyâ kâfirler ile harb eder.
21– Yine (Mesâbîh)
kitâbında, o bâbın haseninde, Amr bin Kays “radıyallahü anh”
hazretlerinden rivâyet edilmişdir. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Biz
dünyâya gelmekde âhirleriz [sondayız].
Kıyâmet gününde, Cennete girmekde ve sâir fazîletlerde sâbıklarız [öndeyiz]. Söyliyeceğim sözler ile öğünmüyorum. İbrâhîm Halîlullah,
Mûsâ Kelîmullahdır ve ben Habîbullahım. Kıyâmet günü livâ-i hamd benim
elimdedir. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri bana va’d etdi ümmetimin şânında
ve onları üç şeyden halâs etdi. Umûmî kıtlıkdan, düşmanın temâmen helâk
etmesinden, dalâlet üzerine birleşmelerinden korudu.)
22– Yine (Mesâbîh)de
o bâbın haseninde, Ka’b-ül Ahbâr “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet
edilmişdir. Tevrâtdan hikâye eder. Buyurdu ki, Tevrâtda yazılmış bulduk: Muhammed
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, Allahü teâlânın Resûlüdür. Benim seçilmiş
kulumdur. Cefâ edici, hakkı kötüleyici değildir. Kaba değildir. Kelbiden
menkûldür: Sözde ve kalb fi’linde kaba değildir. Sokaklarda bağırıcı değildir.
Kötülüğe kötülükle karşılık verici değildir. Fekat afv edicidir. Merhametlidir.
Doğum yeri Mekkedir. Hicret yeri Tayyibe [Medîne]dir. Mülkü Şâmdır.
Halhâlî “rahimehullahü teâlâ”
demişdir ki, mülkden murâd nübüvvet ve dindir. Ya’nî dîni bütün beldelere
yayılır. Şâm ehli Resûlullaha önce tâbi’ olmakda
ve kâfirlere gâlib olmakda öncedir. Kâfirler onun üzerine gâlib olmakdan emîn
olmadı. Ümmeti çok hamd edicidirler. Allahü teâlâ hazretlerine gizli âşikâr her
yerde hamd ederler. Yüksek yerlerde tekbîr getirirler. Allahü teâlâ
hazretlerinin azamet ve kudretinde hayretde kalırlar. Şemse [güneşe] râidirler.
[Râi: koruyan, çoban demekdir.] (Mefâtih) kitâbının
sâhibi demişdir ki; ru’ât, râinin cemi’dir. Güneşi gözetliyenlerden murâd, o
kimselerdir ki, nemâz vaktlerini hıfz ederler. Şemsin [güneşin] doğuşu ile ve
batışı ve seyrine [hareketine]
bakarak, nemâz vaktini bilirler.
Nemâzları vaktinde kılarlar. Bedenlerinde; diz ile topuk arasındaki kısma kadar
izâr bağlarlar. Bedenlerinin etrâfını, yüzlerini ve kulaklarını, başlarını ve
ayaklarını yıkayarak abdest alırlar. Müezzinleri, yüksek yerlerde ezân okur.
Muhârebedeki safları ile nemâzdaki safları aynıdır.
Tayyibî “rahimehullah” demişdir:
Teşbîh olundu. Cemâ’at ile nemâzda olan saflar, nefs-i emmâre ile ve şeytân ile
mücâhede sebebi ile olduğundan, din düşmanları ile muhârebe ve mücâhede
saflarına benzer şeklinde ta’bîr buyurdular. Bu açıklamadan ötürü bunlardan her
benziyen ve benzetilen olabilir. Belki salât safının zikrini sona almakla,
benzetilen yapılması tercîh edilmişdir. Çünki, nemâz safındaki cihâd, (Cihâd-ı
ekber)dir. Onların sesi, Tesbîh ve tehlîl, kırâet-i Kur’ân-ı azîm ve zikr
okumakla bal arısının sesi gibidir.
23– Sûre-i Enbiyânın sonunda [105.ci âyet-i
kerîmesinde meâlen], (Biz Tevrâtdan sonra,
Dâvüdün Zebûrunda yazdık ki, arz-ı Cennete benim sâlih kullarım vâris olur!) buyurulmakdadır. Bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde
Muhyissünne İmâm-ı Begavî “rahimehullah” hazretleri (Me’âlimüt-tenzîl)
kitâbında buyurmuşdur: Sa’îd bin Cübeyr “radıyallahü teâlâ anh” ve
Mücâhid “rahimehullah” buyurmuşlar ki, Zebûr, gökden indirilen kitâblardandır.
Zikr, ümm-ül kitâbdır; Allahü teâlâ hazretlerinin katındadır. (Bundan sonra
onun zikri levh-i mahfûzda yazıldı) demekdir. Şübhesiz ki, yeryüzü sâlih
kullara mîrâs bırakılır. Mücâhid dedi ki, ümmet-i Muhammed vârisdirler. Delîli,
Allahü teâlâ kavl-i şerîfinde [Zümer sûresi 74.cü
âyetinde meâlen], (Allahü teâlâya hamd olsun
ki, bize va’dini yerine getirdi. Bizi arza [Cennete] vâris kıldı!) buyurmuşdur.
İbni Abbâs “radıyallahü anhümâ”
buyurdu: Murâd odur ki, kâfirlerin hâkim oldukları toprakları müslimânlar alır.
Bu, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin dîninin izhârı ile ve müslimânların
i’zâzı ile bildirilmiş olur. Denildi ki, arzdan, arz-ı Mukaddeseyi irâde [kasd]
etdi. “Muhakkak ki, bu Kur’ânda (Belâg) vardır. Buradaki (Belâg) maksûda
kavuşmak demekdir. Ya’nî her kim ki, Kur’ân-ı azîme ittibâ’ eder ve onunla amel
eder, umduğu sevâba [karşılığa] kavuşur. Denildi ki, belâgan, ya’nî kifâye
vardır ve denilir ki, bu şeyde belâg ve belîge vardır, deriz. Ya’nî kifâye
vardır. Kur’ân-ı azîm ise Cennet azığıdır.
Misâfirin belâgı gibi. İbâdet
edenlerden maksad ise, o mü’minler ki, Allahü teâlâya ibâdet edenlerdir. İbni
Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ”, (âlimler) olarak açıkladı. Ka’b-ül ahbâr ise,
ümmet-i Muhammedin, beş vakt nemâz kılanları ve oruc tutanlarıdır, diye
açıkladı.
24– Bir fârisî risâleden terceme
olunmuşdur: Hazret-i Süleymân “alâ nebiyyinâ aleyhissalâtü vesselâm” bir gün,
deniz kenârında oturmuşlar idi. Bir karıncanın geldiğini gördü. Ağzında bir
yeşil yaprak tutardı. Deniz kenârına ulaşdı. Sudan bir kurbağa çıkdı. O yaprağı
karıncadan alıp, denize döndü. Karınca geri döndü. Karıncadan sordular ki,
bunun hikmeti nedir. Karınca cevâb verdi ki, bu deryânın ortasında, Allahü
Sübhânehü ve teâlâ hazretleri bir taş halk etmişdir. O taşın arasında [içinde]
bir kurdcağız [böcek] halk etmişdir. Beni onun rızkına sebeb etmişdir. Ben her
gün o nesneyi, ona yetecek kadar rızkı getiririm. Deniz kenârına ulaşdırırım.
Allahü teâlâ hazretlerinin, kurbağa sûretinde yaratdığı bir meleği o rızkı
benden alır, o kurdcağıza [böceğe] verir. O böcek, Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretlerinin kudreti ile, fasîh dil ile söyler ki; Sübhânallah ki, beni halk
etdi, deniz ortasında ve taş arasında bana mekân verdi. Benim rızkımı unutmadı.
İlâhî, ümmet-i Muhammedi ümîdsiz etme!
25– (Mesâbîh)de, Kitâb ve sünnete sıkı sarılmak
bâbının hasen hadîsler kısmında, Bilâl bin Hâris-el Müzenî “radıyallahü teâlâ
anh” hazretlerinden rivâyet edilmişdir. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Bir kimse, benim terk edilmiş veyâ unutulmuş sünnetlerimden
bir sünnetimi, meselâ cemâ’at ile nemâz kılmak gibi, bayram nemâzı gibi,
Kur’ân-ı azîm-üş-şânı kırâ’et etmek gibi ve ilm tahsîli gibi, ihyâ etse, kendi
amel etmekle, yâ ondan yana tergîb ile muhakkak o kimseye, onunla amel
edenlerin ecri kadar onların ecrlerinden bir şey noksan olmaksızın, ecr
verilir. Bir kimse, bid’at, dalâlet ihdâs etse [çıkarsa] ki, Allahü tebâreke ve teâlâ ve Resûlü ona râzı olmaz.)
Bid’at iki nev’dir. Biri
hasenedir. İmâmların ihdâs etdikleri âdet-i hasenedir. Meselâ minâre gibi.
Birisi seyyiedir. İmâmların inkâr etdikleri bid’atlerdir. Kabr üzerine binâ
etmek gibi. Bid’ati ihdâs eden kimsenin üzerine, onunla amel edenlerin
günâhları da yüklenir ve onların günâhından bir şeyi eksilmez.
[(Fâideli
Bilgiler) kitâbının 164.cü ve
408.ci
sahîfelerinde (Bid’at) hakkında ma’lûmât
vardır. Lütfen oradan okuyunuz!]
26– Yine o bâbın hasen hadîsler
kısmında, Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet
edilmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Siz öyle bir
zemânda geldiniz ki, Allahü teâlânın emrlerinden onda dokuzunu yapıp, birini
yapmazsanız helâk olursunuz! Cehenneme gidersiniz! Bir zemân gelecek ki, o
zemânın mü’minleri, emrlerin birini yapabilip, dokuzunu bıraksalar, Cehennemden
kurtulurlar! O zemânda îmânı olanlara müjdeler olsun!)
Türpüştî “rahimehullahü teâlâ”
beyân etmiş ki, bu kavli sarf etmek, bütün emrler için câiz değildir. [Ya’nî
emr olunanların hepsi için değildir.] Zîrâ muhakkak biz biliriz, dînin aslında
bildirildiği gibi öyle emrler vardır ki, mü’minlerden hiçbir ferd onu terk
edemez. Onu ihmâl etmek için özr makbûl olmaz. O farzlar kendisini
ilgilendirir. Bunlardan mu’âf olamaz. Bu hadîs-i şerîf,
emr-i ma’rûf ve nehy-i münker içindir. Ya’nî, muhakkak siz bir zemândasınız ki,
sizden biriniz, emr-i ma’rûf ve nehy-i münkerden emr olunanların onda birini
terk etse helâk olur. Zîrâ muhakkak din kuvvetlenmiş, hak meydâna çıkmışdır.
Dînin yardımcıları çokdur. Sizden biriniz ma’zûr olmaz. Gevşekliği özr olmaz.
Fekat, fesâd zemânında, fitneler çoğaldığında Hak gizli olur. O zemân böyle
değildir.
27– Yine (Mesâbîh)
kitâbının ilm bölümünde, hasen hadîslerden biri, Ebû Hüreyre
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet olunmuşdur. İmâm-ı Begavî
buyurmuş ki, bize erişmişdir. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Allahü teâlâ azze ve celle hazretleri, bu ümmet için, her
yüz senenin başında bir müceddid gönderir. Bu dîni kuvvetlendirir!) Ya’nî
ilm azalsa, mübtedi’ler gâlib olsa [bid’at sâhibleri çoğalsa], Allahü tebâreke
ve teâlâ hazretleri rabbânî ilm sâhibi âlime tevfîk verir ki, insanlara dînî
ilmleri ta’lîm eder ve beyân eder. Böylece, sünnet bid’atden ayrılır. Dînin
emrlerini hakkı ile yapanlar çoğalır. Bu, Allahü teâlâ hazretlerinin bu ümmete
bir lutfudur.
28– Yine (Mesâbîh-i
şerîf) kitâbının, Tahâret bölümünün, sahîh hadîsler kısmında, Ebû
Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerinden rivâyet olunmuşdur.
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurdular ki: (Benim ümmetim, kıyâmet
günü da’vet olunduklarında [çağrıldıklarında], abdestin te’sîri ile, yüzleri, kol ve ayakları, beyâz ve
nûrludur. Beyâzlığını çoğaltabilen çoğaltsın!) Şârih [Mesâbîhi şerh
eden] “rahimehullahü teâlâ” beyân etmişdir ki, da’vet olunurlar kavl-i
şerîfinden murâd, ihtimâldir ki, ismlendirilmiş olmakdır. Ya’nî benim ümmetime,
ey yüz, kol ve ayakları beyâz olanlar, Cennete dâhil olunuz, denilir. Demek
olur ki, benim ümmetim, yüz, kol ve ayakları beyâz oldukları hâlde, Cennetden
yana çağrılırlar.
(Müslim) kitâbını şerh eden “rahimehullahü
teâlâ” demişdir ki, ba’zıları bu hadîs-i şerîf
ile bunun üzerine istidlâl etmişdir ki, muhakkak abdest bu ümmetin
hasâisindendir. Ba’zıları dediler ki, abdest bu ümmete mahsûs değildir. Abdest
uzvlarının beyâz ve nûrlu olması bu ümmete mahsûsdur. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, abdest aldıkdan sonra
buyurmuşdur ki: (Bu benim ve benden evvel gelen
Peygamberlerin abdestidir!) Bu hadîs-i şerîf
za’îfdir. Sahîh olduğu takdîrde, Enbiyâ “alâ nebiyyinâ aleyhissalâtü vesselâm”
hazretleri, kendileri abdest alıp, ümmetleri abdest almamış olma ihtimâli
vardır, şeklinde cevâb verildi. Yine hadîs-i şerîfin
akabinde, Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet
olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Mü’minin
abdest suyu erişdiği yerine, hilye de erişir!) Ya’nî nûr, abdest
alınan uzv üzerine ulaşır. Hilye; nûr, beyâzlık demekdir.
29– Yine (Mesâbîh-i
şerîf)de Savm [oruc] bölümünün, sahîh hadîsler kısmında, nakl
olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Bizim
orucumuz ile ehl-i kitâbın orucu arasındaki fark, sahûr yemeğidir!) (Müslim) kitâbını
şerh eden “rahimehullah” beyân etmişdir ki, bizim savmımız ile ehl-i kitâbın
savmının arasındaki fark sahûr yemeğidir. Zîrâ onlar sahûra kalkmazlar ve bizde
sahûr müstehâbdır. (Ekletül seharî), sahûr yimeğe derler. (Gudve) ve (aşve),
yinilen şey çok da olsa sabâh ve akşam yemeğidir. Hemzenin ötüresi ile ükleten
okunursa, bir lokma anlamına gelir. (Ekle) kelimesinin başındaki hemze
fethalıdır. Ya’nî (Ekleten) diye okunur. Bir kerre yemek demekdir. Kâdî
“rahimehullah” bu
hadîs-i şerîfdeki (ekleten] kelimesini;
(ükleten) diye okumuş, böyle olduğunu söylemişdir. Doğru olanı fetha ile
(ekleten) şeklinde okunmasıdır. Zîrâ, burada maksad odur.
(Mefâtih) sâhibi “rahimehullah” beyân etmiş
ki, yimek, içmek ve cimâ’, benî İsrâîl üzerine, orucları gecelerinde uyudukdan
sonra harâm idi; onlara câiz değildi. Onlara akşam uyuyuncaya kadar câiz idi.
İslâmiyyetin başlangıcında da böyle idi. Sonra Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri
fecre kadar yimek, içmek ve cimâ’a izn verdi.
30– Yine (Mesâbîh)in
Kur’ân-ı kerîmin fazîletleri bölümünün hasen hadîsler kısmında rivâyet
edilmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Allahü teâlâ
ve tekaddes hazretleri, arzı ve semâvatı yaratmazdan bin sene evvel, Tâhâ ve
Yasîn sûrelerini meleklere okudu. Ya’nî ma’nâlarını ilhâm etdi. Ne vakt ki
melekler Kur’ân-ı azîm-üşşânı işitdiler, dediler, ne güzel bir hayâtdır ki,
Tûbâ ağacı o ümmet için olsun ki, bu Kur’ân-ı azîm onların üzerine nâzil olur;
bu Kur’ân-ı hakîmi yüklenen kalblere ve okuyan dillere müjdeler olsun!)
31– (Mesâbîh)de aynı faslın hasen hadîsler
kısmında, Ubeyy bin Ka’b “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet
olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Ben ümmî bir
ümmet üzerine gönderildim!) (Mefâtih) kitâbının sâhibi beyân etmiş
[açıklamışdır]ki, ümmî lügatde mensûbdur. Arablarda okuma ve yazma bilmiyendir.
Her kim ki, okumak ve yazmak bilmez, o kimselere denir. Ya’nî anadan doğduğu
hâl üzere kalmışdır. Onlardan ba’zısı kadın, ba’zısı ihtiyâr erkek, ba’zısı
çocukdur, ya’nî küçükdür. Ba’zı kişiler aslâ okumamışdır. (Mefâtih) kitâbının sahîbi demişdir. Eğer bir
kırâet üzere okusam, ümmet okumağa kâdir olmazlar. Zîrâ insanlardan birkaç
kimsenin dili bir tarafa mâildir. Anlatmağa kâdir olmaz. O kimsenin dili idgâma
mâildir. O kimse ki, dili, izhâra mâildir. Bunların gayri gibi.
Cebrâîl aleyhisselâm buyurdu: Yâ
Muhammed! Muhakkak Kur’ân-ı kerîm yedi harf üzerine nâzil oldu. Bir rivâyetde
buyurdu, bu harflerden herbiri şifâ vericidir. Ya’nî bunlardan her biri kırâet
eden kârîlerin sadr [göğüs]larına, illetlerine, hastalık-
larına şifâ verir. Murâdları hâsıl
olur. [Hadîs-i şerîfde buyuruldu: (Önce inen kitâblar, bir harf, ya’nî kelime idi ve birşeyi
bildirirlerdi. Kur’ân-ı kerîm yedi harf üzerine nâzil oldu. Yedi şey
bildirmekdedir. Zecr (yasak), Emr,
Halâl, Harâm, Muhkem (açık bildirilenler),
müteşâbîh (açıkca anlaşılamıyan) ve
misâller. Bunlardan, halâli halâl biliniz! Harâmı harâm biliniz! Emr edilenleri
yapınız! Yasak edilenlerden sakınınız! Misâl ve hikâye olanlardan ibret alınız!
Muhkem olanlara uyunuz. Müteşâbîh olanlara inanınız. Bunlara inandık. Hepsini
Rabbimiz bildirmişdir, deyiniz!) (Kıyâmet ve Âhıret) kitâbı 184.cü
sahîfeye bakınız!]
(Mefâtih) kitâbının sâhibi bu vechle beyân
etmişdir. Ba’zı şârihler demişlerdir ki, (Kâfiye kelimesi, ecrde) Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin sıdkına hüccet olmakda mu’cize olduğu içindir.
32– Yine (Mesâbîh)de,
De’avât [düâlar] bölümünün, sahîh hadîsler sonunda, Ebû Hüreyre “radıyallahü
teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet olunmuşdur. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Her nebî için bir da’vet-i müstecâbe vardır. [Her
Peygamberin bir düâsı kabûl olundu.] Her Peygamber
düâsının kabûl olunması için acele etdi. Peygamberler “alâ nebiyyinâ
ve aleyhissalâtü vesselâm”, Allahü tebâreke ve
teâlâya, ümmetleri üzerine denizde boğulmaları, suda gark olmaları, zelzele,
sayha, taş atılması, kötü şekle girmek ve yere batması gibi; felâketleri için
düâ etdiler. Ben düâmı; ümmetim üzerine şefâ’at etmek için sakladım. Allahü
teâlâya şirk koşmadan ölmüş olan kimseye, benim şefâ’atimi Allahü teâlâ kabûl
eder.)
(Müslim) hadîs kitâbını şerh eden demişdir
ki, inşâallah buyurdukları, temennî ve teberrük içindir. Allahü Sübhânehü ve
teâlâ hazretlerinin şu emr-i şerîfine imtisâlen buyurdu: (Yârın ben şu işi yaparım demeyin, inşâallah yaparım deyin.) [Kehf sûresi 23.cü
âyet-i kerîme meâlî.] Ba’zı şârihler
buyurmuşlar ki, bu hadîs-i şerîfde, mü’minlerin
âsîlerinin Cehennemde sonsuz kalmıyacaklarına delîl vardır. Zîrâ, şefâ’at
hastalığa ilâc gibidir. İlâc, rûh sâhibi olan diri kimseye şifâ verir. Îmân rûh
gibidir. Günâh hastalık gibidir. Şirk, Allahü teâlâ muhâfaza etsin, rûhsuz
meyyit gibidir. Mâdem rûh vardır. İlâc fâide verir. Rûh çık-
dıkdan sonra ilâc da fâidesiz
kalır.
33– Yine (Mesâbîh)de;
Tesbîh, tahmîd, tehlîlin sevâbı bâbında bildirilen hasen hadîs-i şerîflerde; Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Mi’râc gecesi, İbrâhîm aleyhisselâm ile karşılaşdım. Bana
dedi, yâ Muhammed! Benden, ümmetine selâm söyle! Onlara haber ver ki, muhakkak
Cennetin toprağı tayyibdir. Suyu tatlıdır. Zemîni düz ve ağaçsız olduğundan,
oraya dikilen fidanın, Sübhânallahi velhamdülillâhi ve lâ ilâhe illallahü
vallahü ekber olduğunu haber ver.) Türpüştî “rahimehullahü teâlâ”
demiş ki, fidan tayyib (temiz) toprakda yetişir. Tatlı su ile gelişir. Ekinin
iyisi düz ve ağaçsız arazîde olur. Bu kelimeleri söyliyen Cennete vârîs olur,
buyurulmuşdur. Cennetde ağaç dikmek için uğraşmak boşa gitmez. Zîrâ oradaki
ekinin telef olması, çabuk çürümesi yokdur.
34– Yine (Mesâbîh)de,
Hesâb, kısâs ve Mîzân bâbında, hasen hadîs olarak bildiriliyor. Ebû Emâme
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinden işitdim. Buyurdular ki: (Rabbim bana
ümmetimden yetmiş bin kimseyi, hesâb ve azâb olunmadan Cennete dâhil etmeği
va’d etdi. Bunlardan her bin ile yetmiş bin kişi dahî ve Rabbimin avuçları ile
üç avuç mikdârı kimseler Cennete girer!) (Müslim) kitâbını şerh eden
demişdir ki, (avuç, avuç) kavl-i şerîfinden murâd, ümmetin Cennete çok
gireceğinden, mübâlagadır. Yoksa avuç ve ölçü Allahü teâlâ için yokdur. Allahü
teâlâ mahlûklara âid şeylerden münezzehdir, uzakdır. Buradaki mübâlagadan
maksad, hadsiz ve hudûdsuzdur. Bu ümmetden hesâb ve azâb görmeden Cennete
girenlerin çok olduğu bildirilmekdedir. Fekat bu, Allahü teâlânın rahmet
deryâsının genişliğine nisbeten bir avuç buğday menzilesindedir.
35– Yine (Mesâbîh)de,
o hadîs-i şerîf yazıldıkdan sonra, bir hadîs-i şerîf rivâyet olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
buyurdular ki: (Muhakkak ki, Allahü teâlâ kıyâmet
günü insanlar arasından ümmetimden birini seçer. Onun için, herbirinin uzunluğu
gözün görebildiği yere kadar olan doksan dokuz amel defteri neşr eder [ortaya
çıkarır, açar].) (Eserîden nakl
edilmişdir ki, bu her amel defterinin genişliği ve uzunluğu, insanın gözünün
görebildiği yere kadardır.) Sonra,
Allahü teâlâ o kimseye, ([bu amel
defterinde] yazılı olanlardan bir şeyi inkâr edebilir misin. Sana benim Hafazâ
meleklerim zulm etdiler mi, diye sorar. O kimse der ki; hâyır yâ Rabbî! Sonra
Allahü teâlâ hazretleri buyurur ki; senin için bir özr var mıdır. O kul; hâyır
yâ Rabbî, der. Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri buyurur ki; Evet muhakkak
ki, bizim indimizde senin için bir hasene vardır. Bugün aslâ sana zulm edilmez.
Sonra Allahü teâlâ, üzerinde “Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne
Muhammeden abdühü ve Resûlüh” yazılı olan bir kâğıd çıkarır. O kimseye;
terâzîni hâzırla buyurur. O kul, yâ Rabbî, bu amel defterlerinin yanında bu
kâğıdın ağırlığı ne olur ki, der. Allahü teâlâ buyurur ki, bugün sana aslâ zulm
olunmaz.) Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri sözlerine devâmla buyurdular ki; (Sonra amel defterleri bir
kefeye, o kâğıd bir kefeye konur. Amel defteri hafîf, o kâğıd ağır gelir.)
Allahü teâlânın tevhîdini bildiren kelime-i tevhîd karşısında ma’siyyetden
hiçbir şey ağır gelemez. Bilâkis kelime-i tevhîd bütün ma’siyyetler karşısında
ağır gelir.
36– Yine (Mesâbîh)
kitâbının Kur’ân-ı kerîmin fazîletleri bölümünün hasen hadîsler
faslının evvelinde, Ebû Sa’îd-il Hudrî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden
rivâyet edilmişdir. Buyurdu ki; ben muhâcirlerin fakîrlerinden bir cemâ’at ile
oturuyordum. Ba’zılarının üzerini elbiseleri örtmediği için, birbirlerini siper
ederler idi. Bir kâri’ yanımızda Kur’ân-ı kerîm okuyordu. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” o
sırada gelip, yanımızda durdu. O kâri’ sükût etdi [susdu]. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” selâm
verdi. Sonra buyurdu: (Siz ne işlersiniz [ne
yapıyorsunuz]). Biz dedik ki,
(Kitâbullahı dinliyorduk.) Buyurdu ki: (Allahü
teâlâya hamd olsun ki, ümmetimden berâber bulunmağa emr olunduğum kimseler
kıldı.)
(Mefâtih) kitâbının sâhibi beyân etmişdir.
Allahü teâlâya hamd olsun ki, ümmetimden sâlihler, fakîrler ve kendine yakın
kıldığı bir zümre yaratdı. Onları kendine çok yakın kılması sebebiyle bana
onlarla birlikde bulunmaya sabr etmemi emr etdi. [Kehf
sûresi
28.ci âyetinde meâlen]
(Sabâh akşam Rablerinin rızâsını dileyerek, Ona
yalvaranlarla berâber sen de sabr et. Dünyâ hayâtının güzelliklerini isteyerek,
gözlerini o kimselerden ayırma. Bizi anmakdan gâfil kıldığımız ve işinde aşırı
gide-
rek hevesine uyan kimseye uyma) buyurdu. Bu âyet-i kerîmedeki sabr, habs (hâkim olmak) demekdir. “Sabâh akşam Rablerinin rızâsını dilerler” buyurulmasını müfessîrler, (Onlar Kur’ân-ı kerîmi ve ahkâm-ı islâmiyyeyi sabâh ve akşam senden öğrenirler) demekdir, diye tefsîr etmişlerdir. Âyet-i kerîmede “Onun vechini isterler” buyurulmasını ise, (Onlar Allahü teâlânın rızâsını taleb ederler) diye tefsîr etmişlerdir. “Gözlerini onlardan çevirme” buyurulmasını da, )gözlerini, bakışlarını onlardan çevirip, zenginler tarafına bakma(, diye tefsîr etmişlerdir.
Nebî, Sıddîk ve Selmân,
Kâsım, Ca’fer, Bistâmî,
irfân kaynağı oldu, Ebül-Hasen Harkânî.
Ebû Alî Fârmedî geldi
sonra bu meydâna,
çok Velî yetişdirdi, hem Yûsüf-i Hemedânî.
Abdülhâlık Goncdüvânî,
ma’rifetler semâsında,
dünyâyı aydınlatdı, hem Ârif-i Rîvegerî.
Mâverâ-ün-nehr ili,
Tûr-i Sînâ gibi oldu,
nûrlandıranlardan biri, Mahmûd-i İncirfagnevî.
Alî Râmîtenîdir Azîzân
ve pîr-i Nessâc,
çok kerâmet gösterdi, Muhammed Bâbâ Semmâsî.
Seyyid Emîr Gilâl de,
ilm deryâsında sadef,
andan meydâna geldi, Behâüddîn-i Buhârî.
Alâ’üddîn-i Attâr,
zemânının kutbu idi,
Ya’kûb-ı Çerhîde oldu zâhir, envâr-ı rahmânî.
Ubeydüllah-i Ahrâr ve
kâdî Muhammed Zâhid,
Dervîş Muhammed geldi ve Hâcegî Muhammed Emkenegî.
Bâkî billahdan gelen,
nûrlara kendi de katıp,
binlerce kalb temizledi, imâm-ı Ahmed Rabbânî.
Urvet-ül-vüskâ Ma’sûm
ve Seyfeddînle seyyid Nûr,
ve Mazherle Abdüllah, sonra Hâlid-i Bağdâdî.
Feyz verdiler bunlar
da, sonra bu nûru Abdüllah,
Anadoluya yaydı, hem de
Tâhâ-yı Hakkârî.
---------------------------------
[1] 1- Bu şi’rin bir
sûreti (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbının
969.cu sahîfesinde mevcûddur. 2- Her ism hakkında geniş
bilgi, (Se’âdet-i Ebediyye) sahîfe 1059 da başlıyan yazıda mevcûddur.
Hem seyyid-i Sâlih de,
kardeşin yerini tutup,
fenâ-fillâha kavuşdu Sıbgatullâh-i Hîzânî.
Bu üç Velînin sohbetlerinde
yükselip,
mürşid-i kâmil oldu, seyyid Fehîm-i Arvâsî.
Bu otuzdört Velînin
kalbleri, bir ayna gibi,
yaydılar hep cihâna, envâr-ı Resûlillâhi.
Bütün bu nûrlar en son,
toplandı bir hazînede,
ismi bu hazînenin: Abdülhakîm-i Arvâsî.
Gelince kalblere müceddid-i
elfin feyzi,
yetişdi her yerde birer hakîkî Velî.
Bu hâli görünce mason
ile yehûdî,
müslimânlara saldırdı, canavar gibi.
Bu hücûmları, islâmı
yok etmek içindi,
bunu haber veriyor, Mâide sûresi.
Hem bu sûre, islâma
müşrikler saldıracak diyor,
masonların müşrik olduklarını haber veriyor.
Meşhûr yalanları ile
aldatıp câhilleri,
Ehl-i sünnetden ayırdılar, binlerce müslimânı.
Hücûmlardan korunur,
(Âyet-el kürsî) okuyan,
hıfz-ı ilâhîde olur, (istigfâr düâsı) okuyan.[1]
Resûlullah buyurdu ki, (Âhıretde azâb görmez,
dünyâ işlerinde, bana tâbi’ olan).
Se’âdete kavuşamaz, önderi şeytân olan!
dostlar, ahbâblar kaldı mı, ne oldu anan baban?
Bir hocamız, mason olmuş, dîne çatdı hiç durmadan,
ingiliz diploması var, lâkin, kafası bomboş nâdân.
Güler yüzle, tatlı dille,
bol numara vermekle,
arkadaşlarımı aldatdı, yalan sözlerle hemân.
Îmânım var diyor, her
bozuk inanan,
Ehl-i sünnetdedir, iyi bil, hakîkî îmân!
Çok şükr islâm âlimi
gördüm, sözleri ilm ve irfân,
dedi ki, (aldatılamaz, fen dersleri okuyan!)
Dînimi ondan öğrendim,
rûhu olsun şâdümân!
Avrupa, hem Amerika,
kısacası bütün cihân.
---------------------------------
[1] İstigfâr düâsı,
(Estagfirullahel’azîm, ellezî lâ ilâhe illâ huv elhayyel kayyûme ve
etûbü ileyh)dir. İstigfâr, (Estagfirullah)dır. Ma’nâsı, (Beni afv et
Allahım)dır. Urvet-ül vüskâ Ma’sûm-ı Müceddidî, beş vakt nemâzdan sonra, üç
kerre istigfâr düâsı ve 67 kerre istigfâr okurdu ve yüzkırkbin talebesine
okumasını emr ederdi.
Dinleri bozuk ise de,
diyorlar vardır Nîrân!
kâfirler yanacak, kurtulur ancak iyi insan!
İyi insan olmak için,
Muhammed aleyhisselâma inan,
Cehenneme girmeyecek, bu son Peygambere uyan.
Târîhi dikkat ile oku,
ey körpecik Nev-civân!
mala, makâma aldananın sonu olmuş âh, figân.
Aman yâ Rabbî, el-aman!
Garîb oldu âhır zemân!
İslâmiyyet unutuldu, moda oldu harâm, yalan!
Pârisde, Profesör
olunca, Resûlullaha çatan,
Hamîdullah kurtulamaz, ebedî azâbdan.
(Fâideli Bilgiler) kitâbı,
sözlerini yazıyor,
Çok alçak olduğunu anlar, bunları okuyan.
Seyyid Kutb denilen bir
ahmak da, kendini müctehid zan ediyor,
Mahv olur, doğru sanarak, sözlerine aldanan.
Ömür geçer, herşey
biter, kâfirlerin gideceği mekân.
karanlık bir çukurdur, arkadaş olur yılan, çiyan,
Hak teâlâ, bu vatanı
pek kıymetlendirdi,
toprağının çok yerine mü’minler secde etdi.
Bu topraklardan gelen,
ecdâdımızın seslerini duyan,
anlar ki, Cennete kavuşur, Muhammed aleyhisselâma uyan.
Yâ Rabbî! Bu vatanı
koruyan kumandanlara yardım et,
bu millete hizmet etmeği, herbirine nasîb et.
Mü’minlere hizmet, çok
büyük ni’metdir,
bu ni’mete kavuşanın gideceği yer Cennetdir.
Müslimânın kabri,
Cennet bağçesi olur,
bu ni’mete kavuşamaz, mü’minin kalbini kıran.
Vandan gelen bir Velî
İstanbulda, senelerce,
bunları hep söyledi, yerleşdi hakîkî îmân.
Ankaranın toprağı,
binüçyüzaltmışikide,
cem’i zıddeyn yaparak, şâd oldu Hâcı Bayram.
Düâ edeceğin zemân,
Silsileyi oku hemân!
Sâlihleri söyleyince, yağar rahmet-i Rahmân!
Selâm olsun, düâ olsun,
bu yazardan dâimâ,
Silsile-i aliyyenin
ervâhına yâ Sübhân!
Sonra, bir Fâtiha ile istigfâr
düâsı okuyup, sevâbını Muhammed aleyhisselâmın mubârek rûhuna ve Enbiyânın ve
Evliyânın ve Silsile-i aliyyenin ve Âbâ ve Ecdâdının ervâhına hediyye ve nûrlu
kalblerine ilticâ etmelidir.
1960 Erzincan.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Allahü teâlânın çok sevdiği kimse, dînini öğrenen ve başkalarına öğretendir. Dîninizi islâm âlimlerinin ağızlarından öğreniniz!)
Hakîkî âlim bulamıyan, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarından öğrenmeli ve bu kitâbların yayılmasına çalışmalıdır. İlm, amel ve ihlâs sâhibi olan müslimâna (İslâm âlimi) denir. Bu üçünden biri noksan olup da, kendini âlim tanıtana (kötü din adamı, yobaz) denir. İslâm âlimi, dînin bekçisidir. Yobaz, şeytânın yardımcısıdır.[1] İstigfâr düâsını okumak, derdlere, sıkıntılara mâni’ olan sebeblere kavuşdurur. İstigfâr düâsı, (Estagfirullahel'azîm ellezî lâ ilâhe illâ hüv el hayyel kayyûme ve etûbü ileyh) dir.
---------------------------------
[1] İhlâs ile amel etmek için öğrenilmeyen ilmin fâidesi olmaz. (Hadîka) cild 1, sahîfe 366 ve 367 ve (Mektûbât) cild 1. 36, 40 ve 59. cu ve 157.ci mektûblarına bakınız!