Birinci Menâkıb: Muhyissünne [İmâm-ı Begavî]
“rahimehullahü teâlâ” (Mesâbîh-i şerîf)inde,
bu bâbın evvelinde, Sa’d bin Ebî Vakkâs “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden
rivâyet etmişlerdir. Sa’d “radıyallahü anh” dedi ki, meâl-i şerîfi, (Geliniz! Biz ve siz oğullarımızı, kadınlarımızı ve
nefslerimizi çağıralım!)olan, Âl-i İmrân
sûresi
61.ci âyet-i kerîmesi
nâzil olduğu vaktde, Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem”, Alîyi, Fâtımayı, Haseni ve Hüseyni “radıyallahü anhüm”
çağırdı. Buyurdular ki, (Yâ Rabbî! Bunlar benim
ehl-i beytimdir.) Âişe “radıyallahü teâlâ anhâ” hazretleri
buyurdular ki: Resûlullahın “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” üzerinde bir bürd-i yemânî [Yemen kumaşından bir cübbe]
vardı. Kara yünden idi. O sırada Hasen bin Alî geldi. Onu kisvesinin
[cübbesinin] altına aldı. Sonra Hüseyn geldi. Onu da dâhil etdiler. Sonra Alî
geldi. Onu da dâhil etdiler. Sonra Fâtımayı çağırdılar. Hazret-i Fâtıma mestûre
olarak geldi. Onu da cübbesinin altına aldılar. Sonra meâl-i şerîfi, (... Allahü teâlâ sizlerden ricsi, ya’nî her kusûr ve kirleri
gidermek istiyor. Ve sizi tam bir tahâret ile temizlemek istiyor...) olan, Ahzâb sûresinin
33.cü âyet-i kerîmesini okudular.
Yine Muhyissünne İmâm-ı Begavî
“rahimehullah”, (Meâlimüt-tenzîl)de bu
âyet-i kerîmenin tefsîrinde nakl etmişdir. Ebû Sa’îd Ahmed bin Muhammed el
Hamîdî haber verdi. Ona İbni Abdüllah bin Dinâr haber verdi. O Şerîk bin
Ebîden, o Atâdan, o Yesârdan, o Ümm-ü Seleme “radıyallahü teâlâ anhâ”
hazretlerinden haber verdi. Ümm-ü Seleme “radıyallahü anhâ” buyurdu ki: Bu
âyet-i kerîme benim evimde nâzil oldu. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Fâtıma, Alî, Hasen ve Hüseyn
“radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” hazretleri için buyurdular ki: (Bunlar benim ehl-i beytimdir!) Ümm-ü Seleme dedi
ki: (Yâ Resûlallah! Ben senin ehl-i beytinden değil miyim, dedim.) Buyurdu ki, (Evet, inşâallahü teâlâ!) buyurdu. Zeyd bin Erkâm
dedi ki: Ehl-i beyt o kimsedir ki, ona zekât al-
mak harâmdır. Bunlar, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinden sonra, Alînin, Ukaylın, Ca’ferin ve Abbâsın yakınlarıdır
“radıyallahü teâlâ anhüm”. Muhyissünnenin kelâmı temâm oldu. Şerh-i Mesâbîhden
ba’zısında şöyle bildirilmişdir ki, ehl-i Resûl; kendilerinin zekât alması
harâm olan kimseler diye bahs olunmuşdur. (Müslim)in
ba’zı rivâyetlerinde de şöyle bildirilmişdir: Onlar Hâşimîdirler,
Muttalibîdirler, onların mevâlîleri de böyledir.
İkinci Menâkıb: Âişe “radıyallahü teâlâ anhâ”
hazretlerinden rivâyet olunmuşdur. Ezvâc-ı tâhirâtın “rıdvânullahi teâlâ
aleyhim ecma’în” hepsi, Resûlullahın “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” huzûr-u şerîflerinde idik. Fâtıma-tüz-zehrâ
“radıyallahü anhâ” geldi. Yürümesi Resûlullahın
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” yürümesinden hafî değildir. Fâtımayı
gördüğü vakt, (Merhabâ yâ kızım,) buyurdu.
Sonra oturdu. Sonra gizli konuşdular. Fâtıma yüksek sesle ağladı. O vakt,
Fâtımanın hüznünü gördü. İkinci kerre gizli konuşdular. O zemân Fâtıma güldü.
Sonra Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” se’âdetle kalkıp gitdi. Ben Fâtımadan “radıyallahü anhâ” sana gizli ne
söyledi diye sordum. Fâtıma “radıyallahü anhâ” dedi ki, ben Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin sırrını açıklıyamam. Resûlullah
hazretleri âhırete intikâl buyurdukları zemân, Âişe “radıyallahü anhâ”
buyurdular ki: Ben Fâtımaya dedim ki, sana yemîn veririm ki, benim senin
üzerinde hakkım olsun ki, onu haber veresin. Fâtıma “radıyallahü teâlâ anhâ” dedi:
Bana gizli söylediği vakt, haber verdi ki, (Cebrâîl
aleyhisselâm, Kur’ân-ı azîm-üş-şânı her sene benimle bir kerre mukâbele ederdi [okurdu]. Bu sene benimle iki kerre mukâbele etdi [okudu]. Bundan ecelimin yaklaşdığı anlaşılır. Allahü teâlâ
hazretlerine ittikâ eyle ve sabr eyle. Zîrâ muhakkak ben senin için ne güzel
selefim. [Senden önce ölürüm.]) Ben
ağladım. Üzüldüğümü görünce, ikinci kerre yine gizli olarak söyledi. Buyurdu
ki, (Yâ Fâtıma! Cennet ehli kadınların, mü’minlerin
hanımlarının, seyyidesi olursun. Râzı olmaz mısın.) Bir rivâyetde,
bana gizli olarak o hastalığında, vefâtının yaklaşdığını haber verdiğinde, ben
ağladım. Sonra gizli olarak, (Ehl-i beytimden bana
evvel kavuşan sen olursun) buyurdukda, ben güldüm, şeklinde
bildirilmişdir. (Mesâbîh)den alınmışdır.
Müsevvir bin Mahremeden rivâyet edilmişdir. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri
buyurdular ki: (Fâtıma benden bir parçadır. Her kim onu gadaba getirir ise,
beni gadaba getirir.) Başka bir rivâyetde, (Ona eziyyet eden, bana eziyyet etmiş olur) buyuruldu.
Üçüncü Menâkıb: Zeyd bin Erkam “radıyallahü teâlâ
anh” hazretlerinden rivâyet olunmuşdur. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Mekke ile Medîne arasında
bulunan Gadırhum denilen mevzi’de hutbe okudu. Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretlerine hamd ve senâ etdi. Va’z ve nasîhat etdi. Sonra buyurdu ki: (Ey insanlar! Ben insanım. Rabbimin huzûruna da’vet olundum.
Benden sonra size iki şey bırakıyorum. Bunlara yapışırsanız, yoldan
çıkmazsınız. Birincisi ikincisinden dahâ büyükdür. Biri Allahü teâlânın kitâbı
olan Kur’ân-ı kerîmdir ki, gökden yere kadar uzanmış sağlam bir ipdir. İkincisi
ehl-i beytimdir, ehl-i beytimdir, ehl-i beytimdir. Bunların ikisi birbirinden
ayrılmaz. Bunlara uymıyan benim yolumdan ayrılır.) Bir rivâyetde,
Allahü teâlânın kitâbı, Allahın ipidir. Ona tutunan hidâyete kavuşur. Onu terk
eden dalâletde olur, buyuruldu. (Şerh-i sünne)de
dedi ki, bunlara sekaleyn tesmiye etdi. Onun için ki bunlar ile ahz, bunlar ile
amel etmek ağırdır. Ve yine böylece muhâfaza ve onlara ihtirâm ve halîfe
oldukları zemân emrlerine uymak ağırdır.
Dördüncü Menâkıb: Berâ’ bin Âzib “radıyallahü teâlâ
anh” hazretlerinden rivâyet edilmişdir. Dedi ki: Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini gördüm. Hasen bin Alî
“radıyallahü teâlâ anhümâ” omuzu üzerinde idi. Buyurdu ki, (Allahım! Muhakkak, ben bunu severim. Sen de sev! Bunu
sevenleri de sev!) Ebû Hüreyreden “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet
olunur. Ben Resûlullah hazretleri ile gündüz
vakti bir sâatde, dışarı çıkdık. Fâtıma-tüz-Zehrânın “radıyallahü anhâ” evine
geldik. Buyurdu ki: (Küçük çocuk, küçük çocuk.) Küçük
çocuk diye hazret-i Haseni irâde ederler idi. Gecikmeden hemen hazret-i Hasen
sür’atle geldi. Hattâ birbiri ile kucaklaşdılar. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Yâ Rabbî! Ben onu severim. Sen de sev! Onu sevenleri de
sev!) Ebû Bekrden “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etdiler. Dedi ki:
Ben, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” efendimizi minber üzerinde gördüm. Hasen bin Alî “radıyallahü teâlâ
anh” da yanında idi. Resûl aleyhisselâm bir kerre cemâ’ate bakardı. Bir kerre
torunu Hasene bakardı. Buyurdu ki: (Bu benim
oğlum seyyiddir. Ümmîd
edilir ki, Allahü teâlâ müslimânlardan iki büyük fırkayı bu oğlum sebebi ile
barışdırır.)
Türpüştî “rahimehullahü teâlâ”
buyurmuş ki: (İki büyük cemâ’at diye vasf etdiler. Zîrâ müslimânlar o günde iki
fırka oldular. Bir fırka hazret-i Hasen tarafında, bir fırka hazret-i Mu’âviye
tarafında idi. Hazret-i Hasen “radıyallahü anh” o gün bütün müslimânlar üzerine
halîfe olmaya en ziyâde hakkı olan idi. Lâkin vera’ı, bütün insanlara şefkati,
onu mülkü ve dünyâyı terk etmeğe sevk etdi. Hâşâ ki hilâfeti bırakmak isteği,
illetden ve zilletden dolayı değildi. Zîrâ o günde hazret-i Hasene kırk bin
kimse, uğrunda cân ve baş fedâ etmek üzerine bî’at etdi. Hazret-i Hasen buyurdu
ki, fâide ve zararı bileliden beri, Muhammed aleyhisselâmın halîfesi olmak için
olsa bile, bir hacamât dolusu kanın dökülmesini bile arzû etmedim.
Hazret-i Hasenin bu işi ba’zı
tâifesine güç geldi. Hattâ asabiyyetle ve câhiliyyet gayreti ile bu işe
kızanlar oldu. Hasen “radıyallahü anh” hazretlerinin yanına geldiklerinde,
esselâmü aleyke yâ Ar-el mü’minîn [Ey mü’minlerin ar etdiği kimse] diye söylemeğe
başladılar. Hazret-i Hasen “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki, (El-ar hayr
minennâr) (Ar [utanmak], nârdan hayrlıdır.) Bu hadîs-i
şerîfi Sahâbe-i güzîn hazretlerinden bir cemâ’at rivâyet etmişdir. Şeref
ve fazîlet cihetinden bu kâfîdir. Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ona seyyid diye ad koymuşdur. O kimsede
bundan ziyâde şeref olamaz.) Türpüştînin kelâmı sona erdi.
(Şerh-i Sünne)de buyurmuş ki, bu hadîs-i şerîfde, bunun üzerine delîl vardır ki, bu iki
fırkadan hiçbiri islâm milletinden çıkmamışdır. Zîrâ Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri hepsine müslimân buyurdu.
Hâlbuki birisi ictihâdında hatâ etmiş, birisi doğruyu bulmuşdur. Her yerdeki
rey’ ve mezhebde ihtilâf vâki’ olur. Onda te’vîlinin yolu budur ki, eğer te’vîl
etdiğinde bir şübhesi olursa, o te’vîlde hatâ dahî etmiş ise, bundan dolayıdır
ki, ehl-i bâgînin şehâdeti kabûl olmak üzerine ve kâdîlarının hükmi nâfiz olmak
üzerine ve selef ihtilâf etdiler ki, bu şekldeki fitnelerde konuşmamak iyidir.
Allahü tebâreke ve teâlâ, o işlere ellerimizi bulaşdırmadı, biz de dillerimizi
bulaşdırmamalıyız. (Şerh-i Sünne)nin
kelâmı sona erdi.
Abdüllah ibni Ömerden “radıyallahü
teâlâ anhümâ” rivâyet
olunmuşdur. Hazret-i Hasen ve
Hüseyn hakkında Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (İkisi
dünyâdan iki reyhândır.) (Mefâtih) kitâbının sâhibi beyân etmiş ki,
burada reyhân, rızkla tefsîr olunmuşdur. Zimâhşerî dedi ki, ya’nî o ikisi
Allahü teâlâ hazretlerinin o rızkındandır ki, beni bunlarla rızklandırdı.
Nitekim, şöyle de denir; (Sübhânellahi reyhânehü). Bu kelimeler masdariyye
olarak mensûb, mef’ûldürler. Ya’nî (Esbehallahe sübhâna ve istezekahü
istirzâkan) (Sübhânımız, Rabbimiz) olan Allahü teâlâyı noksan sıfatlardan
tenzîh eder, ondan rızklandırması için rızk isterim demekdir. Denildi ki, hadîs-i şerîfde geçen reyhân ile güzel koku murâd
edilmişdir. Zîrâ evlâdı reyhân gibi koklarlar. Enes “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerinden rivâyet ediliyor. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, hazret-i Haseni ziyâde okşardı.
Hazret-i Hüseyn, Resûlullah hazretlerine en çok
benziyen kimse idi.
Beşinci Menâkıb: Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü
teâlâ anhümâ” hazretlerinden rivâyet edilmişdir. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bir gün beni mubârek sînelerine
basdı. Buyurdu ki, (Yâ Rabbî! Buna hikmeti öğret!) ve
bir rivâyetde (Kitâbı öğret!) buyurdu.
Tayyibî “rahimehullah” buyurmuş ki, bunun ma’nâsı budur ki, hikmetden sünnet
murâd olunur. Zîrâ hikmet kitâb ile söylenince, sünnet irâde olunur. [Ya’nî
sünnet ma’nâsına gelir.] Hikmet, eşyânın aslını efdal ilmler ile bilmek
demekdir.
Buhârî şerhinde beyân olunmuş ki,
kitâbdan murâd ile Kur’ân-ı azîm-üş-şânın lafzları kasd edilmekdedir. Allahü
teâlâ hazretleri, Resûlullahın “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem”, Abdüllah ibni Abbâs hakkındaki düâsını kabûl etmişdir. Yine
Abdüllah ibni Abbâsdan rivâyet edilmişdir. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” halâya gitmişdi. Ben abdest suyunu
hâzırladım. Buyurdular ki, bu suyu kim hâzır etdi. Cevâb verdiler ki, Abdüllah
ibni Abbâs hâzırladı. Buyurdular ki: (Yâ Rabbî! Onu
dinde fakîh yap!)
Altıncı Menâkıb: Üsâme bin Zeyd “radıyallahü teâlâ
anh” hazretleri rivâyet etmişdir. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri beni kucağına alırdı ve Haseni
“radıyallahü anh” da kucağına alırdı. Buyururdu ki: (Yâ
Rabbî! Bu ikisini
sev, ben bunları
seviyorum.) Yine
Üsâmeden “radıyallahü anh” rivâyet edilmişdir. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri beni bir dizi üzerine oturtdu.
Haseni de diğer dizi üzerine oturtdu. Sonra ikimizi bir yere getirdi ve buyurdu
ki: (Yâ Rabbî, bu ikisine merhamet et! Ben bunlara
merhamet ediyorum!) Ma’lûm olsun ki, bu bâbın evvelinden buraya
kadar nakl olunan hadîs-i şerîfler, (Mesâbîh-i şerîf)in sahîhinden [sahîh
hadîslerinden] nakl olunmuşdur. Bundan böyle, inşâallahü teâlâ haseninden nakl
olunur [hasen hadîsler bildirilir].
Yedinci Menâkıb: Câbir “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerinden rivâyet olunmuşdur. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini arafe günü hacda gördüm. Kusvâ
adlı devesi üzerinde hutbe okudu. (Ey insanlar!
Size, onlara yapışıp, dalâlete düşmemeniz için, Allahü teâlânın kitâbını ve
ıtrem ehl-i beytimi bırakdım) buyurduğunu işitdim. Türpüştî
“rahimehullahü teâlâ” buyurmuşdur ki, ıtre için ba’zıları dediler ki, kişinin
ıtresi, yakınları demekdir. Ba’zıları dedi ki, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin ıtresi, Abdülmuttalib
oğullarıdır. Ba’zısı dedi, kişinin ıtresi, ehl-i beytidir. Yakın olsun, uzak
olsun ev halkıdır. Lügat ma’nâsı i’tibâriyle de, kişinin ehl-i beyti ve
kavminin yakınlarıdır. Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ıtreyi beyân buyurdular. Ehl-i beyt ile
berâber ifâde olunduğunda, ıtreden murâd-ı şerîfleri, asabeleri ve ezvâc-ı
tâhirâtıdır “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”.
Zeyd bin Erkam “radıyallahü anh”
rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Muhakkak
ben size, eğer benden sonra onlara tutunursanız, iki şey bırakıyorum. Birisi,
diğerine nazaran dahâ büyükdür. Bu Kitâbullahdır ki, gökden yere kadar uzanan
ipdir. İkincisi, ıtrem olan ehl-i beytimdir. Aslâ birbirlerinden ayrılmazlar.
Tâ ki benim havzıma ulaşırlar. Siz de, o ikisinden yana ne yol ile halef
olursunuz nazar ediniz.) Tayyibî “rahmetullahi aleyh” hazretleri
beyân buyurmuşlar ki, bir şeye imsâk etmek, tutunmak, ona bağlanmak, onu hıfz
etmekle [korumak ile] olur. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri [Hac sûresi
65.ci
âyetinde meâlen] buyurur: (Elbette Allahü
teâlâ semâyı, yere düşmemesi için tutar. Ancak [kıyâmet
günü] kendi izni ile tutar.) Ancak lâyık olan şeye tutunulur. Temessük geçen
yerlerde temessük olunan
şey de bildirilmişdir ki, ipdir.
(Kitâbullah, gökden yere kadar uzanan ipdir) sözünde sanki insanlar,
tabî’atlerinin, şehvetlerinin istediği şeylerin bulunduğu bir yerde durmuşlar,
nefslerinin çirkin arzûlarını yerine getirmek isterken, Allahü teâlâ lutf edip,
insanların yükselmesini irâde ederek, Kur’ân-ı kerîm ipini onlara yaklaşdırır.
O ipe tutunanlar kurtulur. Orada kalanlar helâk olur. Kur’ân-ı azîm-üş-şâna
temessük, onda bildirilen ile amel etmek, yasak edilenden kaçmakdır.Itrete
temessük ma’nâsı, onlara muhabbetdir. Ya’nî ehl-i beyti sevmek, onların doğru
yolunda, izinde yürümekdir.
Yine Zeyd bin Erkam “radıyallahü
teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Alî, Fâtıma, Hasen ve Hüseyn “radıyallahü
anhüm” için buyurdular ki: (Onlarla muhârebe
edenler ile ben harbdeyim. Onları selâmetde bırakana, ben de selâmetdeyim!) Burada
harb adâlet ma’nâsınadır. Selâmet de sulh ma’nâsınadır. Burada mübâlağalı
ma’nâda kullanılmakdadır.
Âişe “radıyallahü teâlâ anhâ”
hazretlerinden Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerine, insanların en sevgilisi kim idi diye süâl
olundu. Buyurdular ki: (Fâtıma-tüzzehrâ.) Erkeklerden
sevgili olan hangisidir, diye süâl olundu. Buyurdular ki: (Fâtımanın zevci “radıyallahü anhüm”.) Ebû Sa’îd “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerinden rivâyet edilmişdir. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Hasen
ve Hüseyn, Cennet ehlinin gençlerinin seyyididir.)
İmâm-ı Nevevî “rahimehullah”
hazretleri fetvâsında buyurmuşlardır ki, bu hadîsde bir mes’ele vardır. Bu hadîs-i şerîf sahîh midir, değil midir. Ma’nâsı ne
demekdir. Onlar genç iken mi, yaşlandıkda mı vefât etdiler. Ebû Sa’îd-i
Hudrîden “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Hasen
ve Hüseyn, Cennet ehlinin gençleridir.) (Tirmizî) rivâyet etdi ve
dedi ki, bu hadîs-i şerîf hasen ve sahîhdir.
Enes “radıyallahü anh” hazretlerinden bildirilmişdir. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Ebû Bekr ve Ömer “radıyallahü
teâlâ anhüm” hazretlerine; (Peygamberlerden sonra,
önce ve sonra gelenlerden Cennet ehlinin yaşlılarının seyyidi bu ikisidir.) buyurdu.
Tirmizî rivâyet etdi ve dedi ki, bu hadîs hasendir. Ebû Bekr ve Ömer; Ha-
sen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ
anhüm ecma’în” hazretleri yaşlı olarak vefât etdiler. Hadîs-i
şerîfin ma’nâsı budur ki, muhakkak Hasen ve Hüseyn genç olarak Cennete
girenlerin seyyidleridir. Ebû Bekr ve Ömer yaşlı olarak Cennete girenlerin
seyyididirler. Cennet ehlinin hepsi, otuzüç yaşında kimseler olacaklardır.
Seyyid olan o kimselerin ömrleri, diğerlerinden az veyâ çok olabilir. [Seyyid
olanlar, diğerlerinden dahâ üstün ve kemâl sâhibidirler.] (Nevevî)nin fetvâsı burada sona erdi.
Üsâme bin Zeyd “radıyallahü anh”
hazretleri, rivâyet eder. Ben Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûruna bir gece, ba’zı
hâcetimden dolayı varmışdım. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” birşey ile örtünmüş olarak çıkdı. Bu şeklde
neden çıkdığını bilemedim. Hâcetimi [işimi] bitirdikden sonra dedim ki, (Yâ
Resûlallah, örtündüğün şeyin altında ne vardır.) Örtüyü açdı. Hasen ve Hüseyn
“radıyallahü teâlâ anh” hazretleri mubârek kucaklarında idi. Buyurdular ki: (Bu ikisi oğullarımdır. Kızımın oğullarıdır. Yâ Rabbî! Bu
ikisini seviyorum. Bunları sevenleri de seviyorum!) Enes
“radıyallahü teâlâ anh” hazretleri rivâyet etmişdir. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden süâl olundu ki, ehl-i
beytinizden hangisini dahâ çok seviyorsunuz. Buyurdu: (Hasen ve Hüseyn ve Fâtımayı “radıyallahü teâlâ
anhüm” seviyorum. İki oğlumu çağırın. Koklıyayım ve
bağrıma basayım!) Gayb yolu ile, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” o ikisini koklar ve bağrına basar. Büreyde
“radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri hutbe okuyordu. O sırada Hasen
ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhüm” geldiler. Üzerlerinde kırmızı gömlek vardı.
Yürürken düşerlerdi. Zîrâ yaşları küçük idi. Hemen Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” minberden inip, ikisini de yanına alıp,
minbere çıkardı. Karşısına oturtdu. Sonra; meâl-i şerîfi, (Mallarınız ve evlâdlarınız ancak fitnedir) âyet-i
kerîmesini okudu. Sonra, (Bu iki sabinin yüzlerine
bakdım. Düşerler ve yürürler idi. Sabr edemedim. Sözlerimi kesip, bu ikisini
yukarı götürdüm) buyurdular.
Ya’lâ bin Mürre “radıyallahü teâlâ
anh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Hüseyn
benden, ben de Hüseyndenim. Hüseyni seveni Allahü teâlâ da sever. Hüseyn, torunlardan
bir torundur.) Şârih
Tayyibî “rahimehullahü teâlâ”
beyân eylemişlerdir ki; Kâdî “rahimehullah” buyurdu ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, hazret-i
imâm-ı Hüseyn ile kavmi arasında meydâna gelecek hâdiseleri bilip, o sebebden
hazret-i Hüseyni husûsî olarak zikr edip, beyân buyurdular ki, kendi zât-ı
şerîfleri ile hazret-i imâm-ı Hüseyn muhabbetde, hurmetde ve ta’rizde ve
muhârebede ve onu te’kidde bir olduğu anlaşılsın. (Hüseyni
seveni, Allahü teâlâ sever) buyurdular. Zîrâ, muhakkak, hazret-i
Hüseyne muhabbet, Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerine muhabbetdir. Resûlullaha
muhabbet Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine muhabbetdir.
Türpüştî “rahimehullahü teâlâ”
buyurdular ki: (Sibt: Torun), sebâtdandır. Sebât o şecereye derler ki, çok
dalları vardır. Bir gövdeye bağlıdır. Veled [oğul] şecere [ağaç] menzilesinde
[yerinde] olur. Bunun tefsîrinde denildi ki, (Elbette o, hayrda, ümmetlerden
bir ümmetdir.) Yine hadîs-i şerîfde buyrulmuşdur
ki: (Hasen ve Hüseyn, Resûlullahın iki torunudur.)
Şunu da derim ki, (Sibt)den murâd kabîledir. Ya’nî o ikisinden iki
kabîle hâsıl olur [dal, budak salar, çoğalır]. O ikisine (sibt) tesmiye
etdiler. [Torun dediler.] O ikisi asl olur [gövde olur]. Evlâdı, torunları da
tâife olur. Türpüştînin kelâmı temâm oldu.
Buyurulmuşdur ki, avâm arasında
Hasen “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin nesilleri bitmişdir diye yanlış bir
inanış vardır. Böyle inanmak doğru değildir. Türpüştînin rivâyet buyurduğu hadîs-i şerîf, böyle düşünenlerin i’tikâdını tekzîb
eder. Hem menâkıb-ı şerîflerini beyân etdiler. Açıklamışlardır ki, vefât
etdiklerinde ondört oğulları kaldı. Birçok kızları kaldı. Mahdûmlarının
ismleri, Abdüllah, Kâsım, Hüseyn-el Ebrim ve Ukayl, Hasen-el Müsennâ ve Zeyd,
Abdürrahmân ve Ahmed, Ömer ve İsmâ’îl ve Fadl ve Ebû Bekr ve Talha. Bu kadar
evlâddan nesîlleri kalmamak mümkün değildir.
Nakl olunmuşdur ki, Abdülkâdir-i
Geylânî “kuddise sirruhül’azîz” hazretleri kendi tasnîf etdiği (Gunyet-üt-tâlibîn) adı verilen risâlede, kendi
dedelerinin silsilesini Hasen “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine ulaşdırır.
Bu yol ile beyân buyurmuşdur: Muhyiddîn Ebû Muhammed Abdülkâdîr ibni Ebî Sâlih
Cengi Dost bin Abdüllah bin Yahyâ bin Dâvüd bin Mûsâ bin Abdüllah bin Hasen-el
Müsennâ ibni Hasen bin Alî bin Ebî Tâ-
lib “radıyallahü teâlâ anhümâ ve
rahmetullahi aleyhim ecma’în”. Bu fakîr ve pürtaksîr-ül âciz, Seyyid Eyyûb der
ki, biz de böyle tesbît etdik. Seyyid Mahmûd el-mülekkab bil azîz [Azîz lakabı
ile lakablanmış] “kuddise sirruh” hazretlerinin meclis-i şerîflerinde hâzır
olan ba’zı ehibba ve arkadaşları buyururlardı, biz Hasenîyiz. Siyâdetimiz
silsilesi Hasen “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine erişir. Hem ekserî i’timâd
edilir kişilerden işitdiğimiz budur ki, Mekke-i mükerreme şerrefehallahü teâlâ
bi şerefihâ [orasını şeref ile şereflendirdi], şerîflerin silsileleri hazret-i
Hasene ulaşır. Bu tafsîlatlı bilgiden gâye odur ki, bunların hepsini boş sayıp,
temâmını inkâr gerekmez. Neseb-i şerîfleri, ihtimâl ki kalmışdır.
Alî “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerinden rivâyet olunmuşdur. Hasen, Resûl-i muhterem “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerinin göğüsden başa kadar olan kısmına, Hüseyn; Resûlullahın göğüsden aşağıya kadar kısmına,
insanların en çok benziyenidir. Huzeyfe “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden
rivâyet edilmişdir. Huzeyfe der ki, vâlideme dedim ki: Bana izn ver, varayım,
Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleriyle akşam nemâzı
kılayım. Söyliyeyim de, bana ve sana istigfâr etsin [ya’nî düâ buyursun].
Geldim. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” ile akşam nemâzını kıldım. Sonra yine nemâz ile meşgûl oldu. Yatsı
nemâzını da kıldı. Sonra geri döndü. Ben de tâbi’ oldum. Benim sesimi
[gelişimi] işitdi. (Kimdir, Huzeyfe midir) buyurdu.
Evet yâ Resûlallah! dedim. Buyurdular ki: (Nedir
hâcetin [isteğin]. Allahü teâlâ
hazretleri seni ve anneni afv etsin.) Sonra buyurdular ki: (Şimdiye kadar hiç bir yere gelmemiş melek bu gece geldi.
Rabbinden izn istemiş ki, benim üzerime selâm versin ve Bana müjde versin ki,
muhakkak Fâtıma, Cennet ehli kadınların seyyidesidir. Hasen ve Hüseyn, Cennet
ehli gençlerin seyyididirler.)
Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü
teâlâ anhümâ” hazretleri rivâyet etmişdir. Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri, Hasen bin Alîyi omuzuna almışdı. Bir kişi dedi
ki; Yâ oğul; ne güzel zâtın omuzundasın. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu: (Omuzumdaki
de güzeldir.) Bu menkıbenin evvelinden buraya kadar temâmı, (Mesâbîh)in hasen hadîslerinden bildirilmişdir.
Sekizinci Menâkıb: İmâm-ı Hasen ve imâm-ı Hüseyn ve
Abdüllah bin Ca’fer “radıyallahü teâlâ anhüm” Medîne-i münevvereye giderken,
yolda erzâkları kalmadı. Sahrâda oldukları için, yiyecek birşey alacak yer de
olmayıp, açlık ve susuzlukdan gâyet muzdarib oldular. Allahü teâlâya tevekkül
etdik deyip, yoldan sapdılar. Birâz gitdikleri gibi, ovanın orta yerinde bir
karaltı gördüler. Ona doğru sürüp, gitdiler. Bakdılar ki, bir kara çadır
içinde, bir kadıncıkdan başka kimse yok. Kadıncağıza selâm verdiler. O
kadıncağız da, letâfet ile selâmlarını alıp ve bunlara dikkat ile bakdı.
Hâtırına bu geldi ki, bu üç sultânın dünyâda benzerleri az bulunur. Kadına
dediler ki, bir yiyeceğin var mıdır. O dedi ki, bir keçim vardır. Kendiniz
sağınız, südünü içiniz. İmâmlardan birisi sağdı, bir çanak südü bir imâma
verdi. Bir çanak da Abdüllaha verdi. Bir çanak da kendi içdi. Ondan sonra
kadına dediler ki, başka yiyeceğin yok mudur. Kadıncağız dedi ki, bu keçimi
boğazlayıp, yiyin. O kadın, bunu böyle söyleyince, Abdüllah hazretleri o keçiyi
kesip, pişirip, yidiler. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerine hamd edip,
atlarına bindiler. Sonra kadıncağıza dediler ki, Medîne-i münevvereye vardığın
zemân, mutlaka bize uğrayasın ki, biz Seyyidlerdeniz ve Hâşimîlerdeniz.
Se’âdetle dönüp, gitdiler. Bir zemân sonra o kadıncağızın kocası geldi. Gördü
ki, ortada keçi yok. Keçi ne oldu diye sordu. Hanımı da meydâna gelen hâdiseyi
anlatdı. Kocası da huzûrsuz olup, ey aklsız hanım! Niçin böyle yapdın. Bizim
ondan gayri nesnemiz yok idi, dedi. Hanımcağız dedi ki, Allahü teâlâ rahîmdir.
Kullarını aç koymaz. Bunun gibi güzel yiğitler, asîlzâdeler evimize geldi.
Onları müsâfir etmeden göndermek insâf değildir. Bir keçi nedir ki, öyle
sultânlardan esirgerim. Ammâ kadıncağız, imâmları bilmez idi. Güzel yiğitleri
gördüğünde, mubârek yüzlerinin nûrânîliğinden ve sözlerinin tatlılığından,
firâsetle bildi ki, asîlzâdeler ve çelebî insanlardır. Onun için kendilerinden
bir nesne esirgemedi. Bu dünyâda bütün malı bir keçi olup, onu da müsâfirlerine
ikrâm etmek o kadıncağızın kemâl derecede cömerdliğini gösterir.
Artık, kadıncağız, kocası ile
birşeyler alıp-satmak için, Medîne-i münevvereye gitdiler. Şehr içinde
gezerken, hikmet-i ilâhî, imâm-ı Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine Bâb-ı
selâm önünden geçerken rast geldiler. İmâm hazretleri, kadıncağızı gördü ve
tanıdı. Acele adam gönderip, huzûr-ı şerîflerine
getirdiler. Kadıncağıza hitâb
edip, buyurdular ki, benim kim olduğumu bilir misin? Bilmem, deyip, cevâb
verdi. İmâm hazretleri buyurdu ki, o üç yiğit, bir zemân senin çadırına
uğradılar. Sen onlara süt içirdin. Keçiyi kesdiler. Onların biri, benim. Emr
etdi, bunlara ziyâde ikrâmda bulundular. Hikmet-i Rabbânî imâm hazretlerinin
yanında fazla bir şey bulunmadığından, beyt-ül mâl emînine adam gönderdiler.
Bize bin dirhem gümüş ve yüz koyun versin. İnşâallah biz yine veririz, dediler.
Beyt-ül mâl emîni verdi. Huzûr-ı şerîflerine getirdiler. Temâmını kadıncağıza
verip, bizi ma’zûr tut, dedi. Yanlarına adam verip, imâm-ı Hasen “radıyallahü
teâlâ anh” hazretlerine gönderdi. İmâm-ı Hasen de bunları iyi karşılayıp,
yanında bulunduğu kadar ikrâm etdi. Ve onların yanında fazla nesne bulunmadığı
için, beyt-ül mâl emînine adam gönderip, bin dirhem ile ikiyüz koyun karz
[ödünç, borç] aldılar. Hepsini o kadıncağıza verip, özr dilediler. Sonra
yanlarına bir adam verip, Abdüllah bin Ca’fer hazretlerine gönderdiler.
Abdüllah hazretleri, imâmlar ile buluşdunuz mu diye süâl etdi. Evet, onlardan
geliriz, dediler. Abdüllah hazretleri buyurdu: Ne olaydı, önce bizim yanımıza
gelseydiniz! Zîrâ onların ellerinde, dünyâ malı karâr etmez [bulunmaz]. Hâzır
nesneleri bulunmadığı için, belki ızdırâb çekmişlerdir. Bunlar dediler ki, her
biri biner dirhem ve yüz ve ikiyüzer koyun ihsân etdiler. Abdüllah hazretleri
çok ni’metler verip, ikibin dirhem ve dörtyüz koyun ihsân etdi. Hazret-i
Abdüllah bin Ca’fer varlıklı idi. Ondan sonra, kadıncağız kocası ile dörtbin
dirhem gümüş ve bu kadar [yediyüz] koyunu alıp, sevinerek evlerine döndüler. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin evlâdının sehâveti [cömerdliği, ikrâmları] bu mertebede olunca,
lâyık olan odur ki, ümmeti olan kişi dünyâya rağbet etmeyip, eline geçeni infâk
edip, onların izinden gidip, tâ ki, dünyâda müslimânlıkları ma’mûr, âhıretde de
günâhları afv edilmiş olur.
Dokuzuncu Menâkıb: Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü
teâlâ anhümâ” hazretlerinden nakl edilmişdir: Ben Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûrunda idim. Hazret-i
Fâtıma “radıyallahü teâlâ anhâ” ağlıyarak gelip, dedi ki, yâ babacağım! Hasen
ve Hüseyn evden çıkıp, gitdiler. Uzun müddet geçdi. Alî de evde yok ki, gidip,
onları çağırsın. Ne yapacağız? Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurdu ki: Yâ Fâtıma!
Gam yime. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri onları hıfz eder. Düâ buyurdu ki:
(Yâ Rabbî! O ikisini, eğer denizde iseler de,
inâyet kayığın ile, kenâra getir. Eğer sahrâda iseler de, hidâyet rehberin ile
menzile getir [evine getir].) Hazret-i
Cebrâîl aleyhisselâm gelip, dedi ki, yâ Resûlallah! Onlar dünyâdakilerin
fâdılları, âhıretdekilerin büyüklerindendir. Vâlideleri onlardan a’lâdır. Hiç
elem çekme ki, o iki şeyhzâdeleriniz Neccâr oğullarının bağçesinde
emniyyetdedirler. Allahü teâlâ hazretleri onların muhâfazasına iki melek
müvekkîl etmişdir. Kanatlarını onlara gerip, hizmetleri ile meşgûldürler. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri,
o bağçeye doğru yola koyuldu.
İmâm-ı Hüseyni melek getirip, eve dönerken, Ebû Eyyûb-i Ensârî “radıyallahü
teâlâ anh” meleği his etmeyip, zan etdi ki, ikisini de hazret-i Resûl-i ekrem götürmekdedir. Dedi ki, yâ Resûlallah!
Şeyhzâdelerin birini bana verin, götüreyim. Cenâbınızın yükünü hafîfleteyim.
Hazret-i Resûl-i ekrem buyurdu ki, (Yâ Ebâ Eyyûb! Bunlar dünyâda mükerrem, ukbâda [âhıretde]
muhteremdir. Vâlideleri kendilerinden eşref ve
efdaldir.) Sahâbe-i güzîn hazretlerine teveccüh edip, buyurdular ki,
(Ey kavmim! Size haber vereyim mi, ced ve cedde [dede
ve nine] cihetinden [yönünden] insanların en şereflisi kimdir.) Dediler, siz
buyurun. Buyurdular ki, (Hasen ve Hüseyn ki,
cedleri [dedeleri] Resûlullah, ceddeleri [nineleri] Hadîce binti Huveyliddir. Arab kabîlelerinin şereflisindendir. Haber
vereyim mi, baba ve anne cihetinden eşref kimdir.) Dediler, yâ
Resûlallah, siz buyurun. Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Hasen ve
Hüseyn ki, babaları Alî bin Ebî Tâlib, anneleri Fâtıma binti Resûlullahdır “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem”. Ve size dayı ve teyze
cihetinden efdal kimdir, haber vereyim mi!) Dediler, kimdir siz
söyleyin yâ Resûlallah! Buyurdular ki, (Hasen ve
Hüseyn ki, dayıları Kâsım bin Resûlullahdır. Teyzeleri Zeyneb binti Resûlullahdır. Ve haber vereyim mi size, amca ve hala cihetinden eşref
kimdir.) Dediler, kimdir, yâ Resûlallah! Buyurdular, (Hasen ve Hüseyn ki, amcaları Ca’fer Tayyâr, halaları
Ümmihâni binti Ebû Tâlibdir “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”.)
Onuncu Menâkıb: Abdüllah ibni Zübeyr “radıyallahü
teâlâ anhümâ” hazretleri rivâyet etmişdir. İmâm-ı Hasen “radıyallahü teâlâ anh”
hazretleri ile bir sefere çıkmışdık. Bir hurmalığa
uğradık. Hurma ağaçlarında hurma
kalmamış, kurumuşdu. Orada konakladık. Abdüllah ibni Zübeyr der ki, ben arzû etdim
ki, ne olaydı, bu ağaçlarda hurma olsaydı. İmâm-ı Hasene dedim. İmâm arzûmu kabûl
edip, düâ ile meşgûl olmağa başladı. Düâsı çabuk kabûl olup, hemen bir ağaç
yeşerip, hurma meydâna geldi. [Orada bulunanlar bu sihrdir, dedi. Hâyır, Resûlullahın torununun düâsı ile Allahü teâlâ yaratdı,
buyurdu. (Şevâhid-ün nübüvve)de böyle
yazılıdır.]
Onbirinci Menâkıb: (Kenz-ül Gârâib) kitâbında yazılıdır. Bir gün bir
a’râbî Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretlerine, bir ceylân yavrusunu hediyye getirdi. Hazret-i Fahr-i
kevneyn onu imâm-ı Hasene lutf etdi [hediyye buyurdu]. Hazret-i imâm-ı Hüseyn
bunu işitince, Muhammed Mustafâ hazretlerinin huzûr-ı şerîflerine gelip, dedi
ki, yâ dedeceğim. Ben de ceylân yavrusu isterim. Hiçbir behâne ile tesellî
bulmayıp, ağlamağa başladı. Hazret-i Resûl-i ekrem
düşünceli otururken gördü ki, sahrâdan bir ceylân, yavrusunu alıp, acele ile
gelir. Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin
huzûr-ı şerîfine geldikde, fasîh bir lisân ile; yâ Resûlallah! Allahü tebâreke
ve teâlâ hazretleri ben fakîre iki yavru ihsân etmişdi. Birini bir avcı tutup,
size getirdi. Biri benim ile kaldı. Onu emzirmeğe meşgûl iken, nidâ geldi ki,
ey azîz, bir yavrun Hasene vâsıl oldu. Hazret-i Hüseyn de ceylân yavrusu
istiyor. Ağlamağa başladı. Durmayıp, bir yavrunu da çabuk huzûra götür. Onun
sıkıntısını kalbinden gider. Yoksa bir damla göz yaşı çıkarsa arş titrer.
Melekler onun üzüntüsüne tâkat getiremezler. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bu haberden mesrûr olup, o
ceylân yavrusunu da Hüseyne verip, hâtır-ı şerîfini tesellî etdi. Ey azîzler!
Gökdeki melekler ve yeryüzündeki vahşî hayvânlar, bir damla göz yaşının o
mubârek torunun gözünden damlamasını revâ görmediler. Onların gönüllerini
incitenler ne cevâb verir.
Onikinci Menâkıb: Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ
aleyhim ecma’în” hazretlerinden Dıhye “radıyallahü teâlâ anh” dâimâ ticâret
için, sefere gidip-gelirdi. Allahü teâlâ hazretleri bir güzellik vermiş idi ki,
seferden geldikde, şehre girdiği vakt, Medîne ehlinin hâtunları varıp, Dıhye
hazretlerinin hüsn ve cemâlini seyr ederlerdi. Hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm
Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûr-ı
şerîfleri
ne geldikde, ekserî Dıhye
hazretlerinin sûretinde gelirdi. Birgün hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm, Fahr-i
âlem hazretlerinin huzûr-ı şerîflerinde oturdu. Hazret-i Hasen ve Hüseyn
“radıyallahü teâlâ anhümâ” o zemân henüz çocuk idiler. O sırada biri Dıhyeyi
görüp, geriye dönüp, kardeşine haber verdi ki, büyük babamızın yanında Dıhye
oturur. Gel yanına varalım dedi. İkisi de acele ile mescide girdiler. Hazret-i
Cebrâîl aleyhisselâmın mubârek dizleri üzerine oturdular. Mubârek ellerini
hazret-i Cebrâîlin mubârek koynuna uzatdılar. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bu şeyhzâdelerin böyle
yapdıklarını görünce, hicâb edip, bunları men’ etmek istedi. Hazret-i Cebrâîl, Resûlullah hazretlerinin mahcûb olduğunu görünce
buyurdu ki, yâ Resûlallah! Niçin elem çekersin. Bunlar küçük iken, hazret-i
Fâtıma “radıyallahü teâlâ anhümâ” teheccüd nemâzını kılarken, Allahü Sübhânehü ve
teâlâ hazretleri beni gönderdi. Hazret-i Fâtıma nemâzda iken elem çekmeyip,
râhatca teheccüd kılsın diye, bunların beşiklerini sallardım. Ammâ yâ
Resûlallah! Bu tecessüsden murâd-ı şerîfiniz nedir, ben onun için hayretdeyim.
Yoksa bu hareketlerini bana karşı bir edebsizlik mi saydınız; böyle saymayınız.
Hazret-i Fâtıma teheccüd nemâzından sonra uyurken, bunlar ağlardı. Allahü
teâlâdan bana, var bunların beşiklerini salla, Fâtıma “radıyallahü teâlâ anhâ”
uykusundan uyanmasın diye fermân gelirdi. (Cennetde, Alî, Hasen ve Hüseyn
“radıyallahü anhüm” için bir nehr vardır). Sadâsını bunların mubârek
kulaklarına ben getirmişdim. Onların üzerine çıkıp, ellerini koynuma sokmaları
acâib olmaz. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Yâ kardeşim!
Ma’sûmlardır. Şimdi birşey yapmadılar. Bir küstâhlık ederler diye
mâni’ oldum. Zîrâ Dıhye derler eshâbımdan birisi
vardır ki, dışarıya gider, her geldiğinde bize gelse, bunlara bir hediyye ile
gelirdi. Sizi Dıhye zan edip, ellerini koynunuza uzatdılar.) Cebrâîl
aleyhisselâm, Allahü teâlâ hazretlerine teveccüh edip, buyurdu ki, yâ Rabbî!
Habîbin yanında beni utandırma. Niyâz etdiği gibi, güzel hitâb erişdi ki,
(oturduğun yerden gözlerini yum. İki elini Cennet içine uzat. Her ne eline
gelirse, al.) Hazret-i Cebrâîl ellerini Cennete uzatdığı gibi, bir yeşil salkım
üzüm ve bir kırmızı nâr eline gelip, büyük şeyhzâde ki, hazret-i Hasendir,
üzümü aldı. Küçük şeyhzâde ki hazret-i Hüseyndir, nârı aldı. Şeyhzâdeler
bunları yerken, bir dilenci seslendi ki, yâ ehl-i beyt. O üzüm ve nârdan bana
da verin. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazret-
leri fıtratları îcâbı vermek
istedikde, hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm mâni’ oldu. Yâ Resûlallah! Bu dilenci
iblîsdir. Cennet meyvesi ona harâm iken, hîle ile almak ister. İblîs oradan
kayb olup, şeyhzâdeler meyveleri yirken, hazret-i Cebrâîl ağlamağa başlayıp,
buyurdu ki, yâ Resûlallah! Bu iki şeyhzâdelerin birini cam zehri ile ve birini
kılınç ile şehîd etseler gerekdir. Bu musîbetler ile Senin derecen
yükselecekdir.
Onüçüncü Menâkıb: (Hadîka-i Fudûli) kitâbından nakl edilmişdir. Bir
bayram günü halk toplanmış, neş’eli idiler. Şeyhzâdeler [hazret-i Hasen ve
hazret-i Hüseyn] de geldiler. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin hizmetine müşerref olup
[huzûr-ı şerîflerine varıp], tazarru’ ile arz etdiler ki, ey Seyyidi Kâinât!
Kureyş ileri gelenlerinin çocukları, giydikleri yeni ve renkli elbise ile
övünürler. Bizim de yeni ve renkli elbisemiz olsa idi, giyerdik. Habîbullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bu endîşe ile, Allahü teâlânın dergâhına
niyâz ederken, hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm gelip, Cennetden kâfurlu iki
elbise getirdi. Birini hazret-i Hasene, birini hazret-i Hüseyne verdi. O
şeyhzâdeler elbiseleri renksiz görüp, tazarru’ etdiler ki, bizim elbiselerimiz
de renkli olsa idi dediler. Cebrâîl aleyhisselâm bu kolaydır; yâ Resûlallah.
Emr buyur, su getirsinler. Ben elbiselerin üzerine dökeyim. Siz de ayı ikiye
bölen eliniz ile ovalayın. Şeyhzâdeler renk beğensinler, dedi. O emr
söylendikde, hazret-i Hasen, buyurdu, bana, zümrüt renkli elbise sevimlidir.
Hazret-i Hüseyn buyurdu, bana lâle renkli elbise sevimlidir. Hemen istedikleri
gibi mesrûr olup, elbiseleri giyip, sevindiklerinde, hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm
ağladı. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri buyurdu ki: (Yâ kardeşim
Cebrâîl! Herkesin sevindiği bir zemânda senin ağlamanın hikmeti nedir!) Cebrâîl
aleyhisselâm buyurdu ki: Ey seyyid-i mükerrem! Cennetde gördüğün kasrları
unutdun mu ki, hazret-i Hasenin kasrı yeşil, hazret-i Hüseynin kasrı
kırmızıdır. Bu elbiselerin rengi de onlara işâretdir ki, hazret-i Hasen zehr
içip, vefât edeceği sırada, mubârek rengi zümrüt gibi olur. Hazret-i Hüseynin
mubârek yüzü kana boyandığı zemân, rengi kırmızı olur. Kıt’a:
Zemânın sâkisinin
iltifâtı budur ki, Hasenin bardağına zehr
dökmekdir,
Felek cellâdının ahdi
de, şehîd Hüseyne kılıç
çekmekdir.
Ondördüncü Menâkıb: (Şevâhid-ün nübüvve) kitâbında yazılıdır. Bir gün Hasen
ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ” Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûr-ı şerîflerinde güreş
tutarlardı. Resûlullah hazretleri; yâ Hasen tut
Hüseyni, buyururdu. Fâtıma “radıyallahü anhâ” orada hâzır idi. Dedi, yâ
Resûlallah! Hasen, kardeşinden büyükdür. Acabâ, küçük olana yardımcı olmak dahâ
uygun iken, niçin Hasen tarafını tutarsınız! Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Yâ
Fâtıma! Hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm Hüseyne yardım ediyor.)
Onbeşinci Menâkıb: (Uyûn-ür-rızâ) kitâbında, Hüseyn bin Alîden
“radıyallahü teâlâ anhümâ” nakl edilmişdir. Bir gün büyük Ceddimin hizmetinde
Ubeyy bin Kâ’b “radıyallahü teâlâ anh” hâzır idi. Ben vardım. Resûl-i ekrem hazretleri buyurdular ki, (Merhabâ! Yâ Ebâ Abdüllah! Yâ zeynes-semâvat-i velard!).
Ubeyy bin Kâ’b “radıyallahü anh” dedi ki, yâ Resûlallah! Âsûmânın ve yerin
senden başka zîneti var mıdır. Resûl-i ekrem
hazretleri buyurdu: (Ey Ubeyy bin Kâ’b! O ma’bûd
hakkı için ki, beni insanlara resûl olarak gönderdi, Hüseyn bin Alî yeryüzünün
merkezinin süsüdür. Ondan ziyâde zînet, göklerin tabakalarıdır.)
Onaltıncı Menâkıb: İbni İshâk İsbâdâti nakl etmişdir.
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurdular ki, (Hasen ve Hüseyn “radıyallahü
teâlâ anhümâ” Arşın iki süsüdürler!) O
zemân, Allahü teâlâya Cennet, lisân-ı hâl ile dedi ki, (Yâ Rabbî! Sebebi nedir
ki, beni miskînlere ve dervîşlere mesken edersin.) Nidâ geldi ki, ey Cennet! Bu
se’âdete râzı olmaz mısın ki, erkânını [köşelerini] Hasen ve Hüseyn ile
süslerim! Cennet o müjdeye övünüp, râzıyım, râzıyım, dedi. Ne mutlu se’âdete
kavuşmuş olanlara ki, arşın ve Cennetin köşelerinin zînetleri olan bunların
yakınlık derecelerini düşünmelidir.
Onyedinci Menâkıb: Osmân “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerinin menkıbeleri bâbında beyân olunmuş idi. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine ziyâfet vermişdi. Alî
“radıyallahü teâlâ anh” o ziyâfetden çıkıp, eve geldi. Hazret-i
Fâtıma-tüz-zehrâ “radıyallahü teâlâ anhümâ”, hazret-i Alîde hüzün görüp, sordu:
Yâ Alî! Bu ne hüzündür ki, sende müşâhe-
de ederim. Hazret-i Alî buyurdu
ki, yâ Fâtıma! Eğer bizim de dünyâlığımız olsa idi, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini evimize da’vet ederdik.
Nitekim bugün hazret-i Osmân da’vet etdi. Hazret-i Fâtıma buyurdu ki: Biz de
da’vet edelim. Hazret-i Alî dedi: Yâ Resûlullahın
kızı. Yâ Habîbullahın kerîmesi. Ne ile ikrâm edersin. Hangi ta’âmı yidirirsin.
Hazret-i Fâtıma buyurdu ki: O Habîbullahdır. Ona Allahü teâlâ ikrâm eder ve
ta’âm verir. Hazret-i Alî, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûrlarına varıp, dedi ki:
Yâ Resûlallah! Kerîmeniz Fâtıma-tüz-zehrâ sizi evine da’vet eder. Habîbullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu: (Yâ
Alî! Yalnız beni mi, eshâbımla berâber mi?) Alî “radıyallahü anh”
dedi ki: Eshâb-ı kirâm da berâber buyursunlar. Eshâb-ı kirâm ile berâber
kalkıp, devletli ve se’âdetli hazret-i Fâtımanın, mubârek evlerine geldiler.
Hazret-i Fâtıma, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin dergâhına teveccüh
edip, dedi ki, yâ Rabbî! Muhakkak senin Habîbin bugün miskîn kulunun evine
geldi. Sen onlara ikrâm eyle, ni’metler ver. Ben fakîr, onlara ikrâm etmeğe ve
ni’met vermeğe kâdir değilim [gücüm yetmez]. Bir çömleği vardı. Ateş üzerine
[ocağa] koydu. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri kendi lutf ve keremi ile o
çömleği ta’âm ile doldurdu. Hazret-i Fâtıma o ta’âmı Resûlullahın
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûr-ı şerîflerine getirdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri ve Eshâb-ı güzîn o ta’âmdan yidiler. Resûlullah
hazretleri buyurdular ki, (İş bu ta’âm Cennet
ta’âmlarındandır.) Ondan sonra hazret-i Fâtıma “radıyallahü teâlâ
anhâ” evine girip, secde eyledi ve dedi ki, (Yâ Rabbî! Benim kölem yokdur ki
âzâd edeyim. Velâkin dilerim ki, ümmet-i Muhammedin günâhkârlarından bir
mikdârını, Cehennem ateşinden âzâd eyleyesin!) Derhâl Cebrâîl aleyhisselâm
geldi. Dedi ki, yâ Resûlallah! Senin kızın Fâtıma-tüz-zehrâ günâhkâr ümmet
için, münâcât etdi. Allahü teâlâ buyurdu ki: (Habîbime selâm eyle ve de ki, Fâtımanın
evine gelenlerin her bir adımına yüz er ve yüz kadın Cehennem azâbından âzâd
eyledim.) Bizi müslimân olmakla ve Muhammed aleyhisselâmın ümmeti olmakla
şereflendiren Allahü teâlâya hamd olsun. Resûlüne, âline, ezvâcına ve eshâbına
ve evlâdına ve uyanlara selâm olsun.