Birinci Menâkıb: Muhyissünne İmâm-ı Begavî “rahimehullah” (Meâlimüt-tenzîl) kitâbında, Feth sûresinde, meâl-i şerîfi:
(Muhammed aleyhisselâm Allahü teâlânın Resûlüdür. Onunla berâber
olanlar, kâfirlere karşı sert, birbirlerine karşı merhametlidirler.....) olan âyet-i
kerîmenin tefsîrinde buyuruyor:
Mubârek
bin Füdâleden, o da Hasenden rivâyet eder:
(Allahü teâlâ kâfî olan şâhiddir ki, Muhammed Allahın Resûlüdür) buyuruldukdan sonra;
(Onun ile olan kimse) kelâmı ile Ebû Bekr-i
Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir.
(Kâfirlere karşı şiddetlidirler) ile Ömer
bin Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir.
(Birbirlerine karşı merhametlidirler) ile Osmân
bin Affân “radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir.
(Onları rükû’da ve secdede görürsün) ile Alî
bin Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir.
(Allahü teâlâdan, dünyâda ve âhıretde her iyiliği, üstünlüğü ve
rızâsını isterler!) kelâmı
ile Cennet ile müjdelenen (Âşere-i Mübeşşere)nin
geri kalanı kasd edilmekdedir.
(Onların hâlleri, şerefleri, Tevrâtda ve İncîlde bildirilmişdir.
İncîlde bildirildiği gibi, onlar ekine benzer) kelâmı ile Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” kasd edilmekdedir.
(İnce bir filiz çıkarır) kelâmı ile, Ebû Bekr-i
Sıddîk “radıyallahü anh”,
(Onu kuvvetlendirir) kelâmı ile, Ömer bin Hattâb
“radıyallahü anh”,
(Onu kalınlaşdırır) kelâmı ile, ya’nî yumuşak iken islâm dîni için sert olur
kelâmı ile, Osmân bin Affân
“radıyallahü anh”,
(Onu ayakda durdurur) kelâmı ile, islâmı kılınç ile müstekîm etdiği için Alî bin Ebû Tâlib “radıyallahü anh”,
(Herkes hayrete düşer) kelâmı ile, diğer mü’minler
kasd edilmekdedir.
(Kâfirler kızarlar) kelâmı ile, sık, kalın, kuvvetli ve güzel ekin gibi ve
kuvvetli olan mü’minlerin kâfirleri kîne
boğacağı bildirilmekdedir. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” îmân ile
müşerref olunca; “Bugünden sonra artık gizli ibâdet etmeyiz” buyurmuş idi.
İkinci Menâkıb: (Hulefâ-i râşidînin) yüce şânları için nâzil olan âyet-i
kerîmeler beyânındadır. Ma’lûm olsun ki, yerlerin ve göklerin yaratanı Allahü
Sübhânehü ve teâlâ hazretleri, Âdem aleyhisselâmdan beri, Enbiyâ-i ızâm “alâ
nebiyyinâ ve aleyhimüssalâtü vesselâm” hazretlerine indirdiği yüzdört kitâbın
baş tarafında; Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerinin ve Çihâr yâr-i güzîn olan; günâhdan çok sakınan
Sıddîk ve çok anlayışlı Fârûk ve çok cömert Zinnûreyn ve çok vefâlı Alî
“radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerinin fazîletlerini beyân etmişdir. Bu
tertîbin keşf ve beyânını ve şerh ve îzâhını, Allahü teâlâ ve tekaddes
hazretlerinin tevfîk ve yardımı ile açıklıyalım.
Allahü
rabbül’âlemîn celle celâlühü ve azze şânühü ve amme nevâlühü hazretleri on
suhuf Âdem alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm hazretlerine gönderdi. İlk
suhufun başlangıcı Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve
Çihâr yâr-i güzînin fadlı beyânında idi. Ondan sonra elli suhuf da Şit “alâ
nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” hazretlerine gönderdi. Açık olarak ilk
sahîfelerinde, Muhammed “aleyhissalâtü vesselâm” hazretlerinin ve Çihâr yâr-i
güzînin şeref ve fadlının beyânı vardı. Ondan sonra otuz suhuf da İdris “alâ
nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” hazretlerine gönderdi. Bunun da başlangıcı
yine Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretlerinin ve Çihâr yâr-i güzînin ve Eshâb-ı kirâmın fadlı
beyânındadır. Ondan sonra on suhuf da İbrâhîm Halîl “alâ nebiyyinâ ve
aleyhissalâtü vesselâm” hazretlerine gönderdi. Bunun da başlangıcında aynı
şeklde, onların fazîletleri açıklandı. Mûsâ “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü
vesselâm” hazretlerine Tevrâtı gönderdi. O büyük kitâb içinde, birçok yerde Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerini ve yârânlarını anlatdı.
Ebû
Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, meâl-i şerîfi (Biz nidâ etdiğimizde, Tûr cânibinde sen olmadın) olan, Kasâs sûresinin
46.cı âyet-i kerîmesinin tefsîrinde buyurur ki, Cebrâîl aleyhisselâm
benim yanıma geldi. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinden selâm getirdi. Dedi
ki, Hak celle ve şânühü bu-
yurur ki: Ben Hudâyım. Cümle
eşyâya kâdirim. Mûsâ bin İmrâna Tûr-i Sînâda vâsıtasız otuzbin kelime söyledim.
Mûsâya işitdirdiğim otuzbin kelimenin yetmiş kelimesi Mûsâ hakkında ve ümmeti
hakkında idi. Yirmidokuzbin dokuzyüzotuz kelimesi, yâ Muhammed, senin hakkında
ve yârânın hakkında, Ebû Bekr-i Sıddîk ve Ömer-ül Fârûk ve Osmân-ı Zinnûreyn ve
Alî Mürtedâ ve gayri eshâbın ve ümmetinin hakkında idi. Allahü tebâreke ve
teâlâ hazretlerinin kelâmı kadîmdir. Ve azîmdir. Ve mecîddir. Ve kerîmdir,
ezelî ve ebedîdir. Ve evveli ve âhıri yokdur. Başlaması ve bitmesi yokdur.
Lâkin, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin kelâmında bildirilen rakam, Mûsâ
aleyhisselâmın duymasına [işitmesine] nisbetledir. Zebûru Dâvüd “alâ nebiyyinâ
ve aleyhissalâtü vesselâm” hazretlerine gönderdi. Orada da, Muhammed Mustafânın
“sallallahü aleyhi ve sellem” ve Çihâr yâr-i güzînin “radıyallahü teâlâ anhüm”
üstünlüklerini bildirdi. İncîli Îsâ “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm”
hazretlerine gönderdi. Hazret-i Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” ve Çihâr yâr-i güzînin üstünlüklerini orada da bildirdi. Fürkân-ı
azîm-üş-şânı gönderdi. Kur’ân-ı azîm-üş-şânda gelen [Alak sûresinin] beş
âyetini, Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri Muhammed aleyhissalâtü vesselâm
hazretlerinin şânı hakkında göndermişdir.
1– Meâl-i şerîfi (Herşeyi yaratan Rabbinin ismi
ile oku!) olan [Alak sûresindeki] âyet-i kerîme, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin baht-ı hümâyûn ve şân-ı şerîfleri hakkındadır.
Meâl-i
şerîfi, (İnsanı alakdan yaratdı) [uyuşmuş kandan yaratdı] olan âyet-i kerîme Ebû
Bekr-i Sıddîkın “radıyallahü teâlâ anh” şân-ı şerîfleri hakkındadır.
Meâl-i
şerîfi (Oku, Rabbin ekremdir) olan âyet-i kerîme;
Ömer-ül Fârûkun “radıyallahü teâlâ
anh” şân-ı şerîfleri hakkındadır.
Meâl-i
şerîfi (O kimse ki kalem ile ta’lîm etdi) olan âyet-i kerîme, Osmân
bin Affânın “radıyallahü teâlâ anh” şân-ı şerîfleri hakkındadır.
Me-âl-i
şerîfi (İnsana bilmediğini bildirdi) olan âyet-i kerîme, hazret-i Alî bin Ebî Tâlibin “kerremallahü vecheh”
şân-ı şerîfleri hakkındadır.
Âlimlerin
ekserîsi, bunun üzerindedir ki, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri üzerine nâzil olan bu sû-
renin o beş âyet-i kerîmesinden,
Onun fadlı ve şerefi anlaşılmalıdır.
Abdüllah
bin Amr bin âs “radıyallahü teâlâ anhümâ” buyurdu ki, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine dedim; (Sizden işitdiğim hadîs-i şerîfleri yazayım mı?). Buyurdular ki, (Yaz
ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri böyle buyurur: (Kalem ile ta’lîm etdi. İnsana bilmediğini öğretdi.)
Katâde “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Kalem, Allahü teâlâ ve tekaddes
hazretlerinden büyük bir ni’metdir ki, eğer kalem olmayaydı, din yeryüzünde
bâkî kalmazdı. Kimse kendi maslahatını hıfz edemezdi [saklıyamazdı].
2– Allahü
tebâreke ve teâlâ hazretleri, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini ve Çihâr yâr-i güzîn
“radıyallahü anhüm” hazretlerini, Sûre-i Fâtihada yâd etmişdir ve buyurmuşdur.
Bismillâhirrahmânirrahîm. Elhamdülillahi rabbil’âlemîn. Bu âyet-i kerîme Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin
şân-ı şerîfleri ve tâlı’-ı [çiçek tozu] mubârekleri hakkındadır. Delîl odur ki,
Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri, meâl-i şerîfi (Seni
ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik) olan
âyet-i kerîmede buyurmuşdur.
(Errahmânirrahîm.) Bu âyet-i kerîme Ebû Bekr-i
Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin şân-ı şerîfleri
hakkındadır. Hücceti, delîli, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, (Ümmetimin en
çok merhametlisi Ebû Bekrdir) buyurmuşdur.
Fâtihâ
sûresinin üçüncü âyet-i kerîmesi, Ömer-ül Fârûkun
“radıyallahü teâlâ anh” şân ve şerefi hakkındadır. Delîli o hadîs-i şerîfdir ki, hazret-i Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu: (Allahın
dîninde en kuvvetliniz, Ömer-ibnül Hattâbdır.)
Fâtihâ
sûresinin dördüncü âyet-i kerîmesi, Osmân bin
Affânın “radıyallahü teâlâ anh” şân-ı şerîfleri hakkındadır. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurmuşdur: (Hayâda en sâdık olanınız,
Osmân bin Affândır.)
Fâtihâ
sûresinin beşinci âyet-i kerîmesi, Alî bin Ebî
Tâlib “kerremallahü vecheh ve radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin
şân-ı şerîfleri hakkındadır. Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri; (Ümmetimin en çok ikrâm edeni ve âlimi,
Alî bin Ebî Tâlibdir) buyurmuşdur. Sûre-i Fâtihânın geri kalan
âyet-i kerîmesi, Allahü
teâlâ ve tekaddes hazretlerinin
gadab etdiği ve dalâletde kalan kimseler, yehûdîler, hıristiyânlar, râfizî ve
hâricîler hakkındadır. Bunlar, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin ve Çihâr yâr-i güzîn
“rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerinin düşmanlarıdır.
3– Allahü
teâlâ ve tekaddes hazretleri Sûre-i Fâtihâdan sonra, Kur’ân-ı azîm-üş-şânda
yemîn ederek buyurur ki: (Elif.lâm.mim). (Elif); Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretlerinin ilahlığı ve vahdâniyyeti hakkı için, (Lâm); Cebrâîl
aleyhisselâmın elçiliği ve imâmeti hürmeti için, (Mim), Muhammed aleyhisselâmın
nübüvveti ve risâleti hürmeti için denilmekdedir. (Elif), Allah lafzının
elifidir. (Lâm), Lâ ilâhe illallah lafzının (lam)ı, (mim), Muhammed aleyhisselâmın
ismindeki (mim)dir.
Beyt:
Seher vakti dostun cemâli görününce,
Benim cânım senin aşkından taht kurdu.
Sahâbe-i
güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerinden on kişinin
rivâyetiyle hadîs-i şerîfde bildirilmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurdular ki; (Ümm-i Hânî “radıyallahü teâlâ anhâ”
se’âdethânesinden, beni mi’râca iletdikleri o gece, (Kabe kavseyn) makâmına
giderken, Arşın önünde, arkasında, sağında ve solunda üçyüzbiner perdesinden
her birinde, (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah. Ebû Bekr-i
Sıddîk, Ömer-ül Fârûk, Osmân-ı Zinnûreyn, Aliyyül Mürtedâ) “radıyallahü
teâlâ anhüm” yazılı idi.) Bu sûre-i azîmenin başlangıcında, Allahü tebâreke ve
teâlâ buyurdu ki, (elif, lâm, mim) ve bu kasem neden ötürüdür? (Bu ulu kitâbdır
ki, size bunun ile va’de vermişdik ve bu Kur’ândır ki, yirmiüç senede teenni
ile size göndermişim ve bu kitâbdır ki, yüzyirmiüçbin dokuzyüz doksandokuz Nebî
[Mevcûd Nebîlerin bir noksanı] “alâ nebiyyinâ ve aleyhimüssalâtü vesselâm”
Allahü tebâreke ve teâlâ ve tekaddes hazretlerinden bu kitâbı istemişler ve
Kur’ân-ı kadîm arzûsu ile dirilmişlerdir. Bunun arzûsu ile intikâl buyurmuşlar
[göç etmişler]dir. Bunu ne görmüşler ve ne işitmişlerdir. Bu büyük bir
ni’metdir.)
Ey
müslimânlar, yüzondört sûre olan bu Kur’ân-ı kerîmin
kıymetini bilemez, hak ve
hurmetini gözetemezsiniz. [Bunun için çalışmalıdır.] Ondan sonra Allahü teâlâ
ve tekaddes hazretleri (Onda şübhe yokdur) buyurur. Ey benim kullarım! (Elif); benim hakkım
için, zât ve sıfatım hakkı için. (Lâm), Cebrâîl-i emînim hurmeti için. (Mim),
Resûlüm ve seçilmişim Muhammed hurmeti için ki, bu kitâb Kur’ândır. Kur’ân-ı
azîme doğrulukda şübhe yokdur. Bu Kur’ân benim kelâmımdır. Benim kelâmımın
doğruluğunda şek ve şübhe yokdur. Kadîmdir, ciddîdir [oyun değildir], sonradan
meydâna gelme ve mahlûk değildir. Her ne kadar çok okunursa, dostların dili
üzerinde, o kadar hafîf gelir. Kimse onu okumakdan usanmaz, bıkmaz. Onu ne
kadar işitirler ise, dostların kalbinde ferâhlılık olur. Onu işitmekle kimseye
bıkkınlık gelmez. (Müttekîler için hidâyetdir), beyândır ve delîldir. Mü’min ve zühd sâhiblerine ve
müttekîlere bu kitâb doğru yoldur. Bu Kur’ân âşıkların gönlüne şifâdır.
Fakîrlerin rûhuna gıdâdır.
Beyt:
Bize tâ’ate ve zühde yapışmayı anlatma,
Bize kerâmet makâmlarından bahs etme.
Çünki, biz ve o dört seçilmiş zât can gibiyiz,
Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alî.
Ey
müslimân! Bu Kur’ân-ı azîm-üş-şân devleti ve bu îmân ni’meti, bütün müslimânlar
ve cümle mü’minler hakkında umûmîdir. Lâkin, Çihâr yâr-i güzîn ve hulefâ-i
râşidîn, mürşid-i emîr-ül mü’minîn Ebû Bekr-i Sıddîk ve emîr-ül mü’minîn
Ömer-ül Fârûk ve emîr-ül mü’minîn Osmân-ı zinnûreyn ve emîr-ül mü’minîn Aliyyül
Mürtedâ “rıdvânullahi aleyhim ecma’în” hazretlerinin haklarında husûsîdir. Bunun
delîlini Kur’ân-ı azîm-üş-şândan getireyim.
(Gayba îmân eden kimseler) meâlindeki âyet-i kerîme,
bütün mü’minler için umûmî, Ebû Bekr-i Sıddîk
“radıyallahü teâlâ anh” hakkında husûsîdir.
(Nemâzlarını kılarlar) meâlindeki âyet-i kerîme,
bütün mü’minler için umûmî, hazret-i Ömer-ül
Fârûk “radıyallahü teâlâ anh” hakkında husûsîdir.
(Onlara verdiğimiz rızklardan dağıtırlar) meâlindeki âyet-i kerîme, bütün mü’minler hakkında umûmîdir. Hazret-i Osmân bin Affân “radıyallahü teâlâ
anh” hakkında husûsîdir.
(Sana
indirilen kitâba ve senden önce indirilenlere inananlar..) meâlindeki [Bekara
sûresinin 4.cü] âyet-i kerîme, bütün mü’minler için umûmîdir. Hazret-i Alî ibni Ebî Tâlib “kerremallahü vecheh ve
radıyallahü teâlâ anh” hakkında husûsîdir.
4– Ebû
Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin sehâveti [cömertliği],
Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin muhabbetinde olduğu için, kabûl edip,
âgâh olmak için; meâl-i şerîfi; (... Fekat, iyilik
şu kimselerin iyiliğidir ki, Allahü teâlâya, Âhıret gününe, Meleklere, Kitâba,
Peygamberlere inanır, sevdiği malını yakınlarına, yetîmlere, fakîrlere
yolculara verir ve rikâbda sarf eder) olan
Bekara sûresinin 177.ci âyet-i kerîmesinde
buyurulmuşdur. Bu âyet-i kerîmede bildirilen güzel vasflar, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerinde mevcûd idi.
Abdüllah
bin Mes’ûd “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Eğer ister isen sen de o
dereceye nâil olmak, çok sevdiğin o malını, sıhhatin kemâlde iken, buhl etmeyip
[cimrilik yapmayıp], hâlisâne olarak; Allahü teâlâ için sadaka ver. Fakîr
olmakdan korkma. Şükr edip, fekat öğünme. Hazret-i Sıddîk-ı ekber “radıyallahü
teâlâ anh” hazretleri bütün malını, mülkünü dîn-i islâm uğruna sarf edip, bir
palas ile kalmış idi. Bu husûs birçok menkıbelerinde beyân olundu. Niçin mal
koyarsın. Cânın hulkûma [rûhun gargaraya] geldiği ânda falana bu kadar verin;
demenin kıymeti yokdur. Yukarıdaki âyet-i kerîme hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh”
hakkındadır.
(Nemâzı kılar) meâl-i şerîfindeki âyet-i kerîme
bütün nemâz kılan mü’minler için umûmîdir. Hazret-i
Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hakkında husûsîdir.
(Zekâtını verir) meâl-i şerîfindeki âyet-i kerîme,
zekât veren bütün mü’minler için umûmîdir. Hazret-i
Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hakkında husûsîdir.
(Verdikleri sözde dururlar) meâl-i şerîfindeki âyet-i kerîme;
ahdinde vefâ gösteren bütün mü’minler için umûmîdir. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” hakkında husûsîdir.
5– Allahü
teâlâ hazretleri, [Âl-i İmrân sûresi 17.ci âyet-i
kerîmesinde meâlen] (Sabr edenler) buyurdu. Ya’nî Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” ki, tâ’at etmek üzerine ve müşriklerin cefâsı ve yaramazlıklarına sabr
etdi. (Sâdık olurlar)
buyurulması, ya’nî o kimseler ki, sırda [gizlide] ve âlâniyyede
[açıkda] doğru olurlar, Ebû Bekr-i Sıddîk
“radıyallahü teâlâ anh” içindir.
Meâl-i
şerîfi (Devâmlı itâ’at edenler) olan âyet-i kerîmede bahs edilenler, devâm üzere Allahü
teâlâ hazretlerine mutî’ olan kimselerdir. Ömer
bin Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” içindir.
Meâl-i şerîfi
(İnfâk edenler) olan âyet-i kerîmede anlatılan kimseler, Allahü teâlâ
yolunda infâk ederler, ya’nî malını dağıtırlar, buyurulması, malını Allah
yolunda dağıtan Osmân bin Affân
“radıyallahü teâlâ anh” içindir.
Meâl-i
şerîfi (Seher vaktlerinde istigfâr edenler) olan
âyet-i kerîmede bahs edilen kimseler, seher
vaktinde istigfâr ederler. Aliyyül Mürtedâ
“kerremallahü vecheh ve radıyallahü teâlâ anh” içindir.
6– Allahü
Sübhânehü ve teâlâ hazretleri [Âl-i İmrân sûresi
134.cü âyet-i kerîmesinde meâlen] (O kimseler
ki infâk ederler, sürûr ve sıkıntılı hâllerinde)
buyurdu. Her zemân, mubârek eli sehâvetden [cömertlikden] ve
fakîrlere yardımdan geri kalmayan, Ebû Bekr-i
Sıddîk “radıyallahü anh” içindir.
(Gadablarını içine atanlar) meâlindeki âyet-i kerîmede
kasd edilen o kimseler, aslâ kendi nefsi için gadablanmıyan, kızacağı zemân
kendini tutanlardır. Ömer ibnül Hattâb
“radıyallahü teâlâ anh” ki, kendisi için gadaba gelmezdi. Geldiği takdîrde
gadabını tutardı. Bu âyet-i kerîme hazret-i Ömer içindir.
(İnsanları afv ederler) meâlindeki âyet-i kerîmede
buyurulan o kimselerdir ki, intikâma kâdir oldukları hâlde insanları afv
ederler. Ya’nî hazret-i Osmân bin Affân
“radıyallahü teâlâ anh” ki, dâimâ suçluları hatâ ve sehv etseler de afv eder,
onlara ikrâmda bulunurdu. Bu âyet-i kerîme hazret-i Osmân içindir.
(Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri, ihsân edicileri sever) meâlindeki âyet-i kerîme, Aliyyül Mürtedâ
“radıyallahü teâlâ anh” içindir.
7– Hazret-i
Resûl-i Hudâ Muhammed Mustafâ
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve Çihâr yâr-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ
aleyhim ecma’în”, şu âyet-i kerîmeleri düâlarında okurlardı. Hazret-i Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”,
me-âl-i şerîfi, (Yâ Rabbî! Mahlûkâtı boş yere, bâtıl
yaratmadın. Se-
ni tenzîh ederim. Bizi
Cehennem azâbından koru) olan,
Âl-i İmrân sûresi 191.ci âyet-i kerîmesini
okurdu.
Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh”, meâl-i şerîfi, (Yâ Rabbî! Cehenneme atdığın kimseyi çok zelîl edersin.
Kâfirlerin [zulm edenlerin] yardımcıları
yokdur) olan, Âl-i İmrân sûresi 192.ci âyet-i kerîmesini okurdu.
Hazret-i Ömer-ül Fârûk “radıyallahü teâlâ anh”, meâl-i şerîfi, (Yâ Rabbî! İnsanları îmâna çağıran bir münâdî işitdik, îmân
etdik) olan, Âl-i İmrân sûresi 193.cü âyet-i kerîmesini okurdu.
Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh”, meâl-i şerîfi, (Yâ Rabbî! Günâhlarımızı mağfiret et. Rûhlarımızı, sâlihlerin
rûhları ile berâber et) olan, Âl-i İmrân sûresi 193.cü âyet-i kerîmesinin devâmını
okurdu.
Hazret-i Aliyyül Mürtedâ “kerremallahü teâlâ vecheh”, meâl-i şerîfi, (Yâ Rabbî! Resûllerin lisânı üzere bize va’d etdiğin sevâbı
ver. Kıyâmet günü bizi rüsvay eyleme. Elbette sen va’dinden dönmezsin) olan, Âl-i İmrân sûresi
194.cü âyet-i kerîmesini okurdu.
8– Allahü
teâlâ ve tekaddes hazretleri, Çihâr yâr-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim
ecma’în” hazretleri hakkında;
Âl-i İmrân sûresi 200.cü âyet-i kerîmesinde meâlen,
(Ey îmân edenler! Sabr ediniz!) buyurdu. Ya’nî, îmân getirmiş o kimselersiniz ki, hazret-i Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh”
dostluğunda sabr ediniz, demekdir.
(Sabr edici olunuz!) Ya’nî hazret-i Ömerin
“radıyallahü teâlâ anh” dostluğunda, kâfirler ile gazâda sabrlı olunuz,
demekdir.
(Rabt edici olunuz!) Ya’nî hazret-i Osmânın
“radıyallahü teâlâ anh” dostluğunda sebât ediniz, demekdir.
(Allahü teâlâdan korkup, sakınınız. Ümîd edilir ki, felâh
bulursunuz!) Ya’nî, hazret-i Aliyyül
Mürtedânın “radıyallahü teâlâ anh” dostluğunda, Allahü teâlâdan
korkunuz ki, felâh bulasınız, demekdir.
9– Allahü
Sübhânehü ve teâlâ hazretleri, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ve Çihâr yâr-i güzînin vasfları
hakkında mutî’ olan mü’minlere müjde verip, buyuruyor ki: (Her kim ki mutî’ olur, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine
ve Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine. O mutî’ olanlar
ol kimselerdir ki, Allahü teâlâ hazretleri onları ni’metlendirmişdir!) [Nisâ sûresi 69.cu
âyet-i kerîmesi.]
(Nebîlerden), hazret-i Resûl-i ekrem
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”,
(Sıddîklardan), mübâlega ile sâdık olanlardan, Ebû Bekr-i
Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri,
(Şehîdlerden), Ömer-ül Fârûk “radıyallahü
teâlâ anh” hazretleri,
(Sâlihlerden), Osmân “radıyallahü teâlâ
anh” hazretleri,
(Onlar ne güzel refîkdir) buyurulması, Alî bin Ebî
Tâlib “radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir.
Meâl-i
şerîfi (Bu fadl Allahdandır) olan Nisâ sûresi 70.ci
âyet-i kerîmesi ile Ehl-i sünnetin kalbindeki Habîbullahın ve Çihâr yâr-i güzînin ve eshâbının sevgisi, Allahü
teâlâdan olduğunu bildirmekdedir.
10– Allahü
tebâreke ve teâlâ hazretleri [Mâide sûresi 55.ci âyetinde
meâlen],
(Sizin velîniz ancak Allahü teâlâ ve Resûlüdür...) buyuruyor. Ya’nî, mü’minlerin
velîsi, Allahü teâlâdan sonra Muhammed
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleridir.
(Îmân eden kimselerdir); buyurulmakla, Ebû Bekr-i
Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri kasd edilmekdedir.
(Nemâzlarını kılarlar); buyurulmakla, Ömer-ül
Fârûk “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri kasd edilmekdedir.
(Zekâtlarını verirler) buyurulmakla, Osmân bin
Affân “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri kasd edilmekdedir.
(Rükû’da sadaka verirler) buyurulmakla, Alî “radıyallahü
anh” kasd edilmekdedir. Müfessirler buyurmuşlardır ki, bir dilenci mescide
gelip, birşey istedi. O sırada hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” o mescidde
nemâzda olup, rükû’a varmış idi. Rükû’ içinde yüzüğünü işâretle çıkarıp, o
dilenciye verdi. [Mâide sûresi 56..cı âyetinde
meâlen], (Kim Allahü teâlâyı, Resûlünü ve mü’minleri
dost edinirse, bilsin ki, şübhesiz Allahü teâlâdan yana olanlar üstün gelirler) buyuruldu. Allahü teâlânın Resûlünü “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” ve mü’minleri velî edinenler, Eshâb-ı güzîn
“rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerinin düşmanları üzerine gâlib
gelirler.
11– Allahü
teâlâ [Enfâl sûresi 2.ci âyet-i kerîmesinde
meâlen],
(Hâlis mü’minler o kimselerdir ki, Allahü teâlânın ismi zikr
olununca, kalblerinde korku hâsıl olur) buyurdu. Bu, Ebû Bekr-i
Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” içindir.
(Onlara Allahü teâlânın âyetleri zikr olunduğu zemân îmânları ziyâde
olur) buyurulması,
hazret-i Ömer-ül Fârûk “radıyallahü
teâlâ anh” için-
dir.
(Onlar
Rablerine tevekkül ederler) [Enfâl sûresi 2.ci âyetinin devâmı]; buyurulması, hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh”
içindir.
[Enfâl sûresi
3.cü âyetinde meâlen],
(Nemâzlarını kılanlar ve verdiğimiz rızklardan dağıtanlar..) buyurulması, Alî
ibni Ebî Tâlib
“radıyallahü teâlâ anh” içindir.
[Enfâl sûresi
4.cü âyetinde meâlen],
(Onlar
hakîkî mü’minlerdir) buyurulmuşdur.
O büyüklerin ve onları sevenlerin hakîkî mü’min
oldukları bildirilmekdedir.
12– [Tevbe sûresi 71.ci âyet-i kerîmesinde meâlen],
(Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, onlar ba’zıları ba’zılarının
velîleridir. Ma’rûf ile emr ederler. Ya’nî nusret ile ve himmet ile ve hayrât
ile. Ve münkerden nehy ederler) buyurulması, hazret-i Ebû
Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” içindir.
(Nemâzlarını kılarlar) buyurulması, Ömer-ül Fârûk “radıyallahü
teâlâ anh” içindir.
(Zekâtlarını verirler) buyurulması, Osmân “radıyallahü
anh” içindir.
(Allaha ve Resûlüne itâ’at ederler) buyurulması, Alî “radıyallahü teâlâ anh” içindir. Âyet-i
kerîmenin devâmında meâlen, (Onlara Allahü teâlâ
yakında rahmet edecekdir) buyurulmuşdur.
13– [Tevbe sûresi 112.ci âyet-i kerîmesinde; Allahü teâlâ
meâlen buyuruyor]:
(Allahü teâlâya tevbe edenler) [şirkden ve nifâkdan] ile Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh”,
(İbâdet edenler) ile Ömer-ül Fârûk
“radıyallahü teâlâ anh”,
(hamd edenler) ile Osmân
“radıyallahü teâlâ anh”,
(Oruc tutup, hac edenler) ile Alî
“radıyallahü teâlâ anh”,
(rükû’ ediciler) ile hazret-i Ebû Bekr
“radıyallahü teâlâ anh”,
(Secde ediciler) ile Ömer
“radıyallahü teâlâ anh”,
(Sünnet ile ma’rûfu emr ediciler ve bid’atden nehy ediciler) ile Osmân
“radıyallahü teâlâ anh”,
(Allahın hadlerini muhâfaza ediciler) ile Alî
“radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir. Âyet-i kerîmenin devâmında,
(Yâ Muhammed! Mü’minleri Cennet ile müjdele) buyurularak; bu dört yâri sevmeği emr buyurmuşdur.
14– [Allahü
teâlâ Ra’d sûresi 19.cu âyet-i kerîmesinde
meâlen buyuruyor]:
(Ancak akl sâhibleri ibret alırlar.) Burada hazret-i
Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” kasd ediliyor. [Aynı sûrenin 20.ci âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruluyor]:
(O kimseler Allahü teâlânın ahdinde vefâ ederler, ahdlerini
bozmazlar.)
Burada Ömer-ül
Fârûk “radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir.
[Aynı sûrenin
21.ci âyetinde meâlen buyuruluyor]:
(Allahü teâlânın sıla etmesini emr etdiği kimselere sıla-i rahm
ederler. Rablerinden korkarlar. Hesâbın zorluğundan korkarlar.) Burada Osmân
“radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir.
[Aynı sûrenin 22.ci âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruluyor]:
(Onlar Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için sabr ederler [emrleri yapmak ve yasaklardan
kaçmak sûreti ile, birbirlerinin rızâsını taleb etmekden ötürü]. Nemâzlarını kılarlar. Ve
bizim onlara verdiğimiz rızkdan gizli ve âşikâre olarak infâk ederler. Kötülüğe
iyilik ile karşılıkda bulunurlar. Cennet serâyı onlar içindir.) Burada Alî “radıyallahü
teâlâ anh” kasd edilmekdedir.
[Aynı sûrenin 23-24.cü âyetlerinde meâlen buyuruluyor]: (Adn Cennetine dâhil olurlar şu kimseler ki, onların
babaları, hanımları ve çocukları sâlih amel işlemiş olurlar. [Bu mü’minler Adn Cennetine dâhil olurlar.] Melekler
onların yanına gelirler. Her kapıdan girdiklerinde selâm verirler. Dünyâda
yapdığınız sabr sebebi ile, ne güzel serâya kavuşdunuz derler.) Ya’nî Çihâr yâr-i
güzîn “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerinin dostlarınındır,
demekdir.
Mukâtil,
kendi tefsîrinde nakl etmişdir ki, dünyâ günlerinden bir gün bir gece mikdârı
zemânda melekler üç kerre onların yanlarına gelip selâm verirler ve hediyye
getirirler. Derler ki, hoş olsun size ey Çihâr yâr-i güzîn muhibleri
[sevenleri]. Bütün bu ni’metleri ve kerâmetleri onların dostluğu sebebi ile
buldunuz.
15– Mü’minûn sûresi birinci âyet-i kerîmesinde meâlen;
(Mü’minler, muhakkak felâh buldular) buyuruldu. İkinci âyet-i kerîmesinde, meâlen,
(Onlar, nemâzlarında huşû üzere olan kimselerdir) buyuruldu. Burada Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” kasd
edilmekdedir. Üçüncü âyet-i kerîmesinde meâlen,
(Öyle mü’minler ki, lehv ve la’bdan kaçarlar) buyuruldu. Burada Ömer-ül Fârûk “radıyallahü teâlâ anh” kasd
edilmekdedir. Dördüncü âyet-i kerîmede meâlen,
(Zekâtlarını veren mü’minler) buyurulmakdadır. Burada Osmân
“radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir. Beşinci âyet-i kerîmede meâlen,
(Öyle mü’minler ki, kendi ferclerini harâmdan hıfz edici olurlar) bu-
yuruldu. Burada Aliyyül mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” kasd
edilmekdedir.
16– Furkân sûresi 63.cü âyet-i kerîmesinde meâlen,
(Allahü teâlâ hazretlerinin kulları, şu kimselerdir ki, yeryüzünde,
sükûnet ve vakâr ve tevâzu’, ilm ve hikmet ile yürürler) buyuruldu. Burada Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” kasd
edilmekdedir.
Âyet-i kerîmenin devâmında,
(Câhiller onlara kehânet olunan bir şey ile hitâb etdikleri zemân,
günâh olmıyan şeylerle veyâ susarak karşılık verirler) buyurulmakdadır. Burada Ömer-ül Fârûk “radıyallahü teâlâ anh” kasd
edilmekdedir.
Furkân sûresi 64.cü âyet-i kerîmesinde meâlen,
(Onlar gecelerini, Rableri için evlerinde, secde edip, ayakda
durarak geçirirler) buyurulmakdadır.
Burada Osmân “radıyallahü teâlâ anh”
kasd edilmekdedir.
65.ci âyetinde
meâlen:
(Onlar, Yâ Rabbî! Bizden Cehennem azâbını çevir, uzaklaşdır, derler) buyurulmakdadır. Burada Alî “radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir.
17– Şûrâ sûresi 36.cı âyet-i kerîmesinde meâlen,
(... Allahü teâlânın katında hayrlı ve bâkî olanlar; îmân edenler ve
Rablerine tevekkül ve i’timâd edenler içindir...) buyurulmakdadır. Burada Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” kasd
edilmekdedir.
37.ci âyet-i kerîmede meâlen,
(O kimseler için ki, büyük günâhlardan ve çirkin şeylerden
kaçınırlar. Gadaba geldiklerinde afv ederler) buyurulmakdadır. Burada Ömer “radıyallahü teâlâ anh” kasd
edilmekdedir.
Otuzsekizinci âyet-i kerîmesinde meâlen;
(Rablerine icâbet edenler, nemâz kılanlar, işleri için aralarında
meşveret edenler ve verdiğimiz rızklardan dağıtanlar içindir) buyurulmakdadır. Burada Osmân “radıyallahü teâlâ anh” kasd
edilmekdedir. Müfessirlerden ba’zısı der ki, bu âyet-i kerîme Ebû Bekr-i
Sıddîkın “radıyallahü teâlâ anh” şân-ı şerîfi için nâzil olmuşdur. Çünki eline
ne geçerse dağıtırdı. Kötülediler ve azarladılar. Cevâb vermedi. O vakt nâzil
oldu.
39.cu âyet-i kerîmesinde,
(Onlara zulm isâbet etse, onlar adl ile karşılıkda bulunurlar) buyurulmakdadır. Burada Alî “radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir.
18– Zâriyât sûresi 17.ci âyet-i kerîmesinde meâlen;
(Onlar geceleri az uyurlar ve çok ibâdet ederlerdi) buyuruldu. Burada Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” kasd
edilmekdedir.
18.ci
âyet-i kerîmesinde meâlen,
(Seher vaktlerinde istigfâr ederlerdi) buyuruldu. Burada Ömer “radıyallahü teâlâ anh” kasd
edilmekdedir.
19.cu âyet-i kerîmede meâlen,
(Onların mallarında birşey istiyenin ve [bir şey istemeyip de] mahrûm
kalanların da hakkı vardı) buyuruldu. Burada Osmân
“radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir.
20.ci âyet-i kerîmesinde meâlen,
(Yakîn sâhibi kimselere yeryüzünde alâmetler vardır) buyuruldu. Burada Alî “radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir.
19– Beled sûresi 17.ci âyet-i kerîmesinde meâlen,
(Bunları yapan kimselerin [köleleri âzâd eden ve fakîrleri doyuran] îmânlı olması lâzımdır) buyurulmakdadır
ki, Ebû Bekr “radıyallahü anh” kasd
edilmekdedir.
Âyet-i kerîmenin
devâmında,
(Sabrı tavsiye ederler) buyurulmakdadır ki, Ömer
“radıyallahü anh” kasd edilmekdedir. Ve
(Merhameti tavsiye ederler) buyurulmakdadır ki, Osmân
“radıyallahü anh” kasd edilmekdedir.
18.ci âyet-i kerîmede meâlen,
(Onlar meymene eshâbıdır) [sağ taraf veyâ bereket eshâbı] buyurulmakdadır ki, Alî “radıyallahü anh” kasd edilmekdedir.
20– Tîn sûresinde,
Allahü teâlâ meâlen,
(İncire yemîn ederim) buyuruyor. Hazret-i Ebû
Bekr-i Sıddîka “radıyallahü teâlâ anh” kasemdir ki, hazret-i
Sıddîk-ı Ekber incire benzer idi ki, zâhiri ve bâtını güzel ahlâk ile dolu idi.
[İncir güzel meyvedir, hazmı kolaydır.]
(Zeytine yemîn ederim) buyuruyor. Ömer-ül Fâruk “radıyallahü
teâlâ anh” hazretlerine kasemdir ki, hazret-i Ömer zeytine benzer idi ki, onun
içi, dış görünüşünden dahâ iyi idi.
(Tûr-i sînine yemîn ederim) buyuruyor. Osmân-ı
Zinnûreyn “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine kasemdir ki, Osmân
“radıyallahü teâlâ anh” Tûr-i sînâyı andırır. Zâhiri meyveler ile bezenmiş,
bâtını çeşmeler ile donanmış idi.
(Ve bu Beledil-emîne yemîn ederim) buyuruyor ki, Aliyyül Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerine kasemdir ki, Alî “radıyallahü teâlâ anh” Beledil-emîne ya’nî
Mekke-i Mükerremeye benzerdi. Her kim Mekke şehrinde olursa, azâbdan emîn olur.
Her kim Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini severse [ya’nî onun gibi
inanır, ibâdet ederse], azâbdan emîn olur.
21– Tîn sûresi 6.cı âyet-i kerîmesinde meâlen,
(Ancak îmân edenler) buyuruluyor. Hazret-i Ebû
Bekr “radıyallahü teâlâ
anh” içindir.
(Sâlih amel işliyenler) buyuruluyor. Ömer bin
Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” içindir.
(Onlar için kesilmez ecr vardır) buyurulması, hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh”
içindir. 7.ci âyet-i kerîmede meâlen,
(Ey Resûlüm! Seni ne tekzîb eder ve Ey insan! Senin kıyâmet gününü
inkâr etmen, bildirdiğimiz delîllerden sonra ne sebebledir) buyuruldu ki, Alî “radıyallahü teâlâ anh” içindir.
22– Asr sûresinin
üçüncü âyet-i kerîmesinde meâlen,
(Ancak îmân eden kimseler) buyuruluyor. Hazret-i Ebû
Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hakkındadır.
(Sâlih amel işleyenler) buyuruluyor. Hazret-i Ömer “radıyallahü
teâlâ anh” hakkındadır.
(Birbirlerine hakkı tavsiye ederler) buyuruluyor ki, hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh”
hakkındadır.
(Birbirlerine sabrı tavsiye ederler) buyuruluyor ki, hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh”
şânındandır.
23– Âyet-i
kerîmede işâret olundu ki, Allahü Sübhânehü ve teâlâ, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine va’d buyurdu ki, yâ Muhammed!
Cennetde dört nev’ ırmak vardır. Su ve süt, şerâb ve bal. Her birisi ayrı bir
lezzetdedir. Dünyâda da senin eshâbından dört dost tutarım. Ebû Bekr, Ömer ve
Osmân ve Alî “radıyallahü teâlâ anhüm”. Onların herbirinin ayrı bir özelliği
vardır. [Cennetdeki o dört ırmağa benzerler.]
Muhammed sûresi 15.ci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Müttekîlere
va’d edilen Cennetde, kokusu ve tadı bozulmamış sudan nehrler vardır) buyuruyor. Bu su kokmaz. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” su gibidir.
Her şey su ile hayât bulmuşdur. İslâm dîni de Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh”
ile hayât bulmuşdur. Nitekim Allahü teâlâ hazretleri
Enbiyâ sûresinin 30.cu âyetinde meâlen, (Biz her şeyi su
ile diri kıldık) buyurmuşdur.
Muhammed sûresinin 15.ci âyet-i kerîmesinde
devâmla; meâlen, (Tadı bozulmamış sütden nehrler
vardır) buyuruluyor. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” süt gibidir.
Herkes süt ile kuvvet bulduğu gibi, İslâm dîni de Ömer “radıyallahü teâlâ anh”
ile kuvvet bulur.
Aynı sûrenin
devâmında meâlen, (İçenlere lezzet veren şerâbdan
nehrler vardır) buyuruluyor. [Bu
şerâb, dünyâ şerâbı gibi değildir.] Osmân
“radıyallahü teâlâ anh” Cennet şerâbı gibidir. Nice gençlerin gönüllerinin
neş’esi ve sürûru şerâb
ile olduğu gibi, gâzîlerin
kalblerinin de kuvveti ve sürûru Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin fî
sebîlillah infâkı ile olur. [Allahü teâlânın rızâsı için verdiği şeyler ile
olur.]
Âyet-i kerîmenin
devâmında meâlen, (Saf baldan nehrler vardır) buyuruluyor. Alî “radıyallahü teâlâ anh” bal
gibidir. Nice hasta kimselerin şifâsı bal iledir. Mü’minlerin gönüllerinin
şifâsı, Alî “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerinin kâfirler ile karşı karşıya gelmesi ve muhârebe etmesi iledir.
Nükte: Cennetin
hayât suyunu içmek istersen, hazret-i Sıddîk-ı ekberi “radıyallahü teâlâ anh”
sev ki, Cennet suyuna benzer. Cennet südünü içmek istersen, hazret-i Ömeri sev
ki, Cennet südüne benzer. Cennet şerâbını içmek istersen, Osmân “radıyallahü
teâlâ anh”ı sev ki, Cennet şerâbına benzer. Cennet balını bulmak istersen,
hazret-i Alîyi sev ki, Cennet balının benzeridir “radıyallahü teâlâ anhüm”.
(İşâret): Nehr,
ırmağa derler. Ayn, çeşmeye derler. Cennetde çeşmeler de vardır. Selsebîl gibi
ve zencebîl gibi. Ve rahîk ve kâfûr gibi.
İnsan sûresinin 5.ci âyetinde meâlen,
(Ebrâr, âhıretde, içinde şerâb olan (ke’s)den [çanakdan] içeceklerdir. Mizâcı kâfûrdur) buyuruldu.
6.cı âyetinde
meâlen,
(Bu kâfûr bir çeşmedir. Allahü teâlânın seçilmiş kulları, çanaklarla
şerâbı kâfûr suyu ile karışık içerler. O çeşmeyi istedikleri tarafa akıtırlar) buyurulmuşdur.
Yine İnsan sûresi 17.ci âyet-i kerîmesinde meâlen,
(Cennetde onlara zencebîl ile karışık şerâbdan çanaklar ile verilir)
buyuruldu.
18.ci âyet-i kerîmesinde meâlen,
(Cennetde selsebîl isminde bir çeşme dahâ vardır) buyuruldu.
Mutaffifîn sûresi 25.ci âyet-i kerîmesinde meâlen,
(Onlara hatm okunmuş Rehîkden içirilir) buyuruluyor. Çihâr yâr-i güzîn
hazretlerinin ismlerinin baş harfları (Ayn) kelimesinin baş harfi ile aynıdır. Atîk, Ömer ve
Osmân, Alî “radıyallahü teâlâ anhüm” buna delîldir. [Bu kelimelerin
baş harfleri Ayndır.] Cennetde o dört çeşmeyi bu dört yâr tutarlar. Her kim
onları severse, o dört çeşme onun için olur. Bu dört muhteşemi sevmeyen ve buğz
eden, iki cihânda mahrûm ve bîçâre kimsedir. [Onun için, Ehl-i sünnet
i’tikâdında olmak, farzları yapıp, harâmlardan kaçmak, o büyükleri sevmek
lâzımdır.]
Bu dört
ırmağın ve bu dört çeşmenin bedeli, Cehennemde
dört nesnedir. Gıslîn ve Sadîd ve
Hamîm ve Mehl.
Allahü
tebâreke ve teâlâ hazretleri El-hakka sûresinin 36.cı
âyetinde, meâlen,
(Cehennemdekilerin yiyeceği Gıslîndir) buyuruyor. [Gıslîn: Yaradan çıkan
irin.]
İbrâhîm sûresi 16.cı ve 17.ci âyetlerinde meâlen,
(Cehennemdekilere Sadîd suyundan içirilir. Onu yudum yudum alırlar.
Hemen yutamayıp, boğazlarında kalır) buyuruluyor. [Sadîd: Cehennemdekilerin derilerinden çıkan
irindir.]
Duhân sûresi 43 ve 44.cü âyet-i kerîmelerinde meâlen,
(Cehennemde büyük günâhlıların yiyeceği zakkûm ağacıdır) buyuruluyor. [Zakkûm ağacı,
Cehennemde bir ağacdır, meyvesi acı ve kerîhdir.]
Aynı sûrenin 45 ve 46.cı âyet-i kerîmesinde meâlen,
(Erimiş bakır gibi karınlarında galeyân eder. Hamîmin galeyânı da
böyledir) buyuruluyor.
Allahü teâlâya sığınırız. Yâ Rabbî! Bizi dört
büyük Sahâbeyi “radıyallahü teâlâ anhüm” hâlis ve sâdık sevenlerden
eyle. (Âmîn)
24– Çihâr
yâr-i güzînin şân-ı şerîfleri hakkında vârid olan, Allahü teâlânın Kur’ân-ı
azîm-üş-şânda Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerine göndermiş olduğu âyet-i kerîmeleri bu kitâbda
topladım. Eğer büyük âlimler bunlardan başkasını bilirler ise, beni
ayblamasınlar. Zîrâ Allahü Sübhânehü ve teâlâ Yûsüf
sûresi 76.cı âyet-i kerîmesinde meâlen, (Her
ilm sâhibinin üstünde âlim vardır) buyurmuşdur.
Üçüncü Menâkıb: Şimdi, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”in buyurduğu, âlimlerin bildirdiği hadîs-i şerîfleri bildirelim:
1– Kâdî
imâm-ı Nizâmüddîn Cemâl-ül-islâm müceddid-i kudat Ebû Muzaffer bin
Hibe-tullah-il esed, isnâd ile Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerinden nakl ediyor. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alîden müteşekkil dört kişinin
sevgisi, ancak mü’min kulun kalbinde toplanır.)
2– Yine
üstâdım, Kâdî imâm-ı Nizâmüddînden isnâd ile, Mu’âz bin Cebel “radıyallahü
teâlâ anh” hazretlerinden nakl ediyor. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Ümmetim
arasında bid’atler yayılıp, Eshâbım şetm olunduğu [kötülendiği] zemân, Âlimler üzerine lâzımdır ki, ilmleri-
ni açıklasınlar [doğruyu bildirsinler]. Eğer bildirmezler ise, Allahü teâlânın ve meleklerin
la’neti onların üzerine olsun.)
Âlimlerin
açıklayacağı ilm nedir, yâ Resûlallah, dediler. Buyurdu ki, (Ehl-i sünnet vel cemâ’at mezhebini açığa çıkarmak, Sahâbe-i
güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerinin fazîletlerini bildirmek. Tâ ki, bid’at
fırkaları fırsat bulmayıp, Ehl-i sünnet mezhebi gâlib gelsin [kuvvetlensin].)
3– İmâm-ı
Refî’uddîn Tâc-ül-islâm Osmân bin Aliyyi Mersedî sahîh isnâd ile, Abdüllah bin
Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerinden rivâyet eyler. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu
ki: (Muhakkak Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri,
sizin üzerinize nemâzı, orucu, haccı ve zekâtı farz etdi ise, Ebû Bekr, Ömer ve
Osmân ve Alî “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerinin
sevgilerini farz etdi. Her kimse bu dördünden birine buğz ederse, onun ne
nemâzını kabûl eder. Ve ne orucunu kabûl eder. Ve ne zekâtını ve haccını kabûl
eder. Kıyâmet günü kabrinden Cehenneme gitmek üzere haşr olunur.)
4– İmâm-ı
Zehrî sağlam isnâd ile, Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden
rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” buyurmuşlardır ki: (Allahü teâlâ
size, Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alînin sevgisini, nemâz, oruc, hac ve zekât gibi
farz etdi. Allahü teâlâ onların üstünlüklerini inkâr edenlerin nemâzlarını,
oruc, hac ve zekâtlarını kabûl etmez.)
5– Rükneddîn
Ahmed bin Cürcânî, Abdüllah bin Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerinden
rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki, (Zemân
ve mekândan mukaddes, kemiyyet ve keyfiyyetden münezzeh olan Allahü
teâlâ, Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alînin sevgisini sizin üzerinize farz etmişdir.
Nasıl ki, nemâzı ve zekâtı, orucu ve haccı farz
etmişdir. Nasıl ki, tenleriniz [vücûdlarınız], nemâzın ve zekâtın ve orucun, haccın şerefi ile şereflenir
ise, kalbleriniz de, Ebû Bekr ve Ömer, Osmân ve Alî “radıyallahü teâlâ anhüm”
hazretlerinin muhabbetleri ile süslenir, şerefli olur. Âgâh olunuz.
Her kim benim ümmetimden, bedeni ile nemâz kılar ve eliyle zekât verir ve ağzı
ile oruc tutar ve ayağı ile hacca gider, Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alîyi
kalbi ile dost edinir, o kimse,
Allahü tebâreke ve teâlâ huzûrunda, Cebrâîl ve Mikâîl aleyhimesselâm gibidir.
Her kim nemâz kılar, zekât verir, oruc tutar ve hac
eder ve lâkin, gönlü ile Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alîyi “radıyallahü teâlâ
anhüm” sevmezse, o kimse, Allahü teâlâ celle şânühü dergâhında iblîs gibidir ve
iblîsden kötü ve mel’ûndur.) Allahü teâlâ muhâfaza etsin.
Eğer bir
kimse, cehâlet ve tenbellikden dolayı ömrü boyunca az ibâdet işlemiş olsa ve
şartlarını yerine getirememiş olsa, kalbiyle bu dört serveri sevse, sonunda
firdevs-i alâya gelir. Eğer bir kimse Nûh ve Lokmân “aleyhimesselâm”
hazretlerinin ömrü kadar yaşayıp, her sâatinde bir çeşid hizmet ve tâ’at
işlese, kalbinde bu Çihâr yâr-i güzîne, bir zerre buğz olsa, sonunda Lazy
Cehenneminden başka yere gitmez. Sonunda, bin sene tâ’at ve ibâdet, bir zerre
sevilenlere buğz ile fâidesiz hâle gelip, Cehennemlik olur. Bin sene boyunca
hatâ ve ma’siyyet işlese, bir zerre Çihâr yâre sevgi ile Cennetlik olur.
Tabî’atiyle, sünnîlerin [ehl-i sünnet i’tikâdında olanların] günâhından îmân ve
tevhîd ve se’âdet kokusu gelir. Mübtedi’lerin [bid’at fırkasında olanların]
tâ’at ve ibâdetinden küfr ve ilhâd ve şekâvet kokusu gelir. Ebû Bekr-i Sıddîk
“radıyallahü teâlâ anh” nemâza benzer. Ömer-ül Fârûk “radıyallahü anh” zekâta
benzer. Osmân-ı Zinnûreyn “radıyallahü anh” oruca benzer. Aliyyül Mürtedâ
“radıyallahü teâlâ anh” hacca benzer. Senin de böyle bilmen lâzımdır.
Netîcesinde iyilik bulursun. Bunlar hakkında şâir senâ edip, demişdir ki:
Beyt:
Aklen güzel olan şudur ki, işe başlarken,
Sözün temeli, Allahdan başkası hâtıra gelmemesi.
Aczsiz kudret, cehlsiz hikmet Ona mahsûsdur,
Bütün herşeyi yaratan kudret sâhibi Odur.
Onun yaratdıkları sayısızdır,
Her mahlûkuna verdiği ni’metler de sayısızdır.
Bu âyetde her çeşid ihtilâf ile alâkalı muhâbere vardır,
Biz ehl-i sünnetin hizmetcisi, Çihâr yârın dostlarıyız.
6– Refi’üddîn
“rahmetullahi aleyh”, Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden
rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Muhakkak
ben ümmetimden, onları Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah kavline da’vet
etdiğim gibi, Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alînin “radıyallahü teâlâ
anhüm” sevgisini de isterim.) Bu hadîs-i şerîf hakkında açıklanacak çok şey vardır.
Eğer onları beyân edersek, söz uzar.
7– Enes
bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, doğru rivâyet ile bildirmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu
ki: (Ben ilmin şehriyim. Ebû Bekr zemînidir. Ömer
dıvârlarıdır. Osmân semâsıdır. Alî kapısıdır. Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alî
hakkında hayr söyleyiniz!) Eğer hayr söylerseniz, önünüze hayr
gelir. Onların dostlukları bereketinden hepiniz hayr bulursunuz. Eğer
bedbahtlık ve şer söylerseniz, onların yüksekliklerine zerre mikdârı eksiklik
gelmez. Lâkin, o ni’mete kavuşamamış bîçâre kendi bedbaht olup, o şer [kötülük]
sebebi ile, o din serverlerinin şefâ’atinden mahrûm olur. Aslâ kurtuluş bulmaz.
8– Sahîh
rivâyet ile Abdürrahmân ibni Avf “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri bildirdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurdular ki: (Ben yakında ölürüm. Siz
de ölürsünüz. Kıyâmet günü amellerinizden size süâl olunur. Size oğul, baba ve
dede fâide vermez. Ancak selîm kalb ile Allahü teâlâ hazretlerinin huzûruna
gelen kurtulur. Günâhı olanlara kıyâmet gününde şefâ’at etmemi ihsân, ikrâm
etmişlerdir. Benim şefâ’atim, benim eshâbıma kötü söyliyenlere, dil uzatanlara
harâm olur.)
9– Abdüllah
bin Ömer “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Eshâbıma söğen kimseleri gördüğünüz zemân, her neye kâdir
iseniz, tevbe etmeleri için onu yapınız. Müslimân olsunlar. Eğer onlar Ehl-i
sünnet ve cemâ’at olmazsa aranızdan gitsinler [aranızdan çıkarınız]. Sakın onlar gibi sapık fikrlere aldanmayınız, yanarsınız.)
10– Refi’üddîn
“rahmetullahi aleyh” Enes bin Mâlik “radı-
yallahü teâlâ anh” hazretlerinden
rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Ebû Bekr benim vezîrimdir.
Benim yerimi tutar. Ömer benim dilimdir. Ondan söz söyler. [Sözleri
bendendir.] Osmân bendendir. Ben Osmândanım. Alî
benim amcamın oğlu ve kardeşimdir. Yâ Ebâ Bekr! Öyle zan ediyorum ki, kıyâmet
günü, benim ümmetime şefâ’at edeceksin!) “radıyallahü teâlâ anhüm”.
11– Sahîh
rivâyet ile Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerinden
bildirilen hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurdu ki: (Ebû Bekr dînin direğidir.
Ömer fitnenin kilididir. Ömer hayâtda oldukça fitne olmaz. Osmân münâfıkların
mihnetidir. Ya’ni ibtilâsıdır. [Belâya düşürdükleri kimsedir.] Onun kâtilleri tarafında olanlar münâfık olup, Cehennemin
aşağılarında olsalar gerekdir. Alî bendendir ve ben Alîdenim. Onun olduğu yerde
ben olurum. Benim olduğum yerde Alî olur.)
12– Abdüllah
bin Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerinden rivâyet ile bildirilen hadîs-i şerîfde, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Ebû Bekr benim ümmetimin en iyisi ve en sâdığıdır. Ömer
ümmetimin en azîzidir. Osmân ümmetimin en hayâlısıdır ve en çok ikrâm edenidir.
Alî ümmetimin en nûrlusudur.) Bir rivâyetde (En âlimidir.)
13– Abdüllah
bin Mes’ûd “radıyallahü teâlâ anh” rivâyeti ile bildirilen hadîs-i şerîfde, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Ebû Bekr, islâmın tâcıdır. Ömer, islâmın hullesidir [elbisesidir]. Osmân, islâmın cevâhiri ile süslü imâmesidir. Alî, islâmın
güzel kokusudur.) Her kim başına tâc koymak, hulleyi örtünmek, süslü
imâmeyi [sarığı] başına bağlamak ve güzel koku sürünmek isterse, karanlığın
[zulmetin] ışığı ve doğru yol üzere olan bu imâmlara uymalıdırlar. Zîrâ onlar
yağmura benzer ki, nereye düşerlerse fâideli olurlar.
14– Hubeyş
bin Hâlid “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Âişe; Allahü teâlâ ve
tekaddes hazretlerinin
âlidir. Alî ve Hasen, Hüseyn ve Fâtıma; benim âlimdir. Allahü teâlâ ve tekaddes
hazretleri kıyâmet gününde, kendi âli ile benim âlimin arasını Cennet
bağçelerinden bir bağçe ile birleşdirir.)
15– Zübeyr
bin Avvâm “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Yâ Rabbî! Ümmetimden eshâbıma verdiğin bereketi geri tutma.
Eshâbımdan Ebû Bekre verdiğin bereketi ondan geri tutma. Eshâbımı Ebû Bekr
etrâfında topla. Onun işlerini dağınık etme. Ebû Bekr dâimâ senin işini kendi
işleri ve meşgûliyyetleri üzerine tercîh etmişdir. Allahım! Sen Ömer bin
Hattâbı azîz kıl. Osmânı sabr ve tehammül üzerine kıl. Alîye tevfiki refîk
kıl.)
16– Enes
“radıyallahü teâlâ anh” rivâyeti ile bildirilen hadîs-i
şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Ebû
Bekrin sevgisi gufrânı vâcib kılar. Ömerin sevgisi isyânı mahv eder. Osmânın
sevgisi îmânı kuvvetlendirir. Alînin sevgisi, Cehennem ateşini söndürür.)
17– Alî
bin Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri rivâyeti ile bildirilen hadîs-i şerîfde; Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Allahü teâlâ hazretleri Ebû Bekre rahmet etsin. Bana kızını
tezvîc etdi. Beni hicret şehrine götürdü. Ya’nî bana deve verdi ve bana
mu’âvenet etdi. Ve yoldaş oldu. Mekke-i Mükerremeden, Medîne-i münevvereye
vardık.) Âlimlerden ba’zısı derler ki, (hamelenî dâr-ı hicret) [Beni
hicret diyârına taşıdı]nın ma’nâsı odur ki, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri hicret gecesi, Mekkeden dışarı
çıkdılar. Bir mikdâr yaya gitdiler. Bir mikdâr yol gitdikden sonra yoruldular.
Gitmeğe ta’katları kalmadı. İstedi ki o yere otursunlar. Hâlbuki müşrikler
yollara gözcüler koymuşlar idi. Ebû Bekr hazretleri, kâfirler izlerince gelip,
bunları bulurlar diye korkdu. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini arkasına alıp, Allahü teâlânın
kendisine güç ve kuvvet vermesi ile, üç mil yâhud dahâ ziyâde mesâfe mikdârı
götürdü. Sonra develerin yanına vardılar. (Allahü
teâlâ şânühü rahmet etsin Ömere ki, acı da olsa, hakîkati söyler. Allahü teâlâ
rahmet etsin Osmâna ki, melekler ondan
hayâ ederler. Allahü
tebâreke ve teâlâ Alîye rahmet etsin. Allahım! Alîye, her bulunduğu yerde hakkı
söylemesini muvaffak eyle.)
18– Ebû
Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin rivâyet etdiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Rabbimden, ümmetimden râzı olmasını süâl etdim. Allahü
teâlâ, bana vahy gönderdi ki, ben ümmetinden, üç kimse hâriç râzı oldum. Bunlar
[ya’nî, râzı olmadıklarım], Kur’ân-ı
azîm-üş-şâna mahlûkdur diyen. Diğeri o kimse ki, senin eshâbını seb’ eyledi [kötüledi]. Biri o kimse ki, kader ile tekellüm eder [konuşur].) Ya’nî Kaderî olur. [Ehl-i sünnet i’tikâdında
olanlar kadere inanmış, hayrın ve şerrin Allahü teâlâdan olduğuna îmân
etmişlerdir.]
19– Âişe-i
Sıddîkanın “radıyallahü teâlâ anhâ” rivâyet etdiği hadîs-i
şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Ümmetimin
en şerlileri Eshâbımı “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” kötüleyenlerdir.) [Ya’nî şî’îlerdir.]
20– Enes
bin Mâlikin “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etdiği hadîs-i
şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Allahü
teâlâ hazretlerine iblîs münâcât edip, dedi ki, Yâ Rabbî! Âdem
aleyhisselâm Cennetden yeryüzüne indi. Ben bilirim ki, ona kitâb, resûl
gönderilir. Onların kitâbı nedir. Resûlleri kimdir. Allahü teâlâ buyurdu ki:
Onların Resûlleri melekler olur. Kendilerinden Peygamberler olur. Onların
kitâbı Tevrât ve İncîl ve Zebûr ve Fürkân olur. Dedi, yâ Rabbî! Benim kitâbım
nedir ve Resûlüm kimdir. Allahü teâlâ azze ismühü buyurdu ki: Senin kitâbın
odur ki, a’zâlarını [uzvlarını] iğne ile döğüp [iğne batırıp], üzerlerine çivid sürmek ve şi’r okumak. Resûllerin
kâhinlerdir ki, remil atarlar, gayb söylerler, cadılık ederler. Ta’âmın [yiyeceğin]
o yiyecekdir ki, onun üzerine benim ism-i şerîfim
anılmaya. Şerâbın [içeceğin] serhoş eden
her nesnedir ve evin hamâmdır. Âdem oğlu eğer bir hatâ edip, bir günâh işlerse,
sonra pişmân olup, istigfâr ederse, o günâhı yok olur. İblîs dedi; ben onların
kalblerine bir günâh salarım ve gözlerinde zînetlendiririm ki, o günâhdan
istigfâr ile halâs olmazlar. [Bu günâh] Ebû
Bekr ve Ömer ve Osmân ve Alî “radıyallahü teâlâ anhüm” hakkında kötü söz söy-
lemek, Onlara düşman
olmakdır.)
21– Abdüllah
bin Abbâsın “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyet etdiği hadîs-i
şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Her
şeyin bir aslı vardır. Îmânın aslı vera’dır. Her şeyin bir fer’i vardır. Îmânın
fer’i sabrdır. Her şeyin bir koruyucusu vardır. Bu ümmetin koruyucusu amcam
Abbâsdır. Her şeyin bir torunu vardır. Bu ümmetin torunu, oğullarım Hasen ve
Hüseyndir. Herşey için bir kanat vardır. Bu ümmetin kanadı, Ebû Bekr ve
Ömerdir. Her şey için bir hisâr vardır ki, onun sebebi ile düşman fırsat
bulamaz. Bu ümmetin kalkanı ve hisârı, Osmân ve Alîdir “radıyallahü
teâlâ anhüm”.)
22– Sahîh
rivâyet ile Ebû Zer-i Gıfârînin “radıyallahü teâlâ anh” bildirmiş olduğu hadîs-i şerîfde, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Yay gibi oluncaya kadar Allahü teâlâya ibâdet etseniz, yay
kirişi gibi oluncaya kadar oruc tutsanız, dizleriniz kuru oluncaya kadar nemâz
kılsanız, ehl-i beytimden veyâ eshâbımdan birisine buğz etseniz, elbette Allahü
teâlâ hazretleri sizi burnunuz üzerine sürüyerek Cehenneme dâhil eder.)
23– Enes
bin Mâlikin “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etdiği hadîs-i
şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Her Peygamberin
bir nazîri vardır. Benim ümmetimden Ebû Bekr İbrâhîm Halîle “aleyhisselâm”
benzer. Ömer, Mûsâ kelîme “aleyhisselâm”
benzer. Osmân, Hârûna “aleyhisselâm” benzer. Alî bana benzer. Îsâ bin Meryeme “aleyhisselâm”
bakmağı seven, Ebû Zer Gıfârîye baksın “radıyallahü
teâlâ anh”.)
24– Bera’
bin Azîbin “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmiş olduğu hadîs-i şerîfde, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Arş
üzerinde, Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah, Ebû Bekr-i Sıddîk, Ömer-ül Fârûk, Osmân-ı şehîd ve Aliyyül
Mürtedâ yazılıdır.)
25– Ebû
Hüreyrenin “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmiş olduğu hadîs-i şerîfde, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Ebû Bekr ne iyi kişidir. Ömer
ne iyi kişidir. Osmân
ne iyi kişidir. Alî ne iyi kişidir. Ebû Ubeyde ne iyi kişidir. Mu’âz bin Cebel
ne iyi kişidir.)
26– Seleme
tebnil-Ekvânın “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmiş olduğu hadîs-i şerîfde, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Yıldızlar, semâ ehli için emân halk olundu. Eshâbım,
ümmetime emân için halk olundu.) Yıldızlar gökde olduğu müddetçe,
semâ ehli âfetlerden emîndirler. Eshâbımın muhabbeti, gönüllerde oldukça,
ümmetim dürlü azâblardan emîn olur.
27– Enes
bin Mâlikin “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmiş olduğu hadîs-i şerîfde, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Üç şey Enbiyâ işlerindendir. Mu’allimlere ve üstâdlara
hediyye vermek. Âlimleri mükerrem tutmak. Eshâbımı sevmek.)
28– Ebû
Sâid-il Hudrî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin rivâyet etdiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Eshâbımı kötülemeyiniz! Rûhum onun yedinde olan Allahü
teâlâ hakkı için, eğer sizin biriniz Uhud dağı kadar altın sadaka fakîrlere
verseniz, onlardan birisinin bir müd mikdârı sadakasının yerini tutmaz ve yarım
müdünün sevâbına erişmez.) Bir müd ikiyüzyetmişüç dirhem ve iki dank
eder. [875 gramdır.]
29– Hazret-i
Ümm-i Selemenin “radıyalahü teâlâ anhâ” rivâyet etdiği hadîs-i
şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Gökden
bir kovanın indiğini gördüm. Ben ki, Resûlullahım! O kovadan on yudum içdim. Sonra ondan Ebû Bekr ikibuçuk
yudum içdi. Ömer onbuçuk yudum içdi. Ondan sonra Osmân onikibuçuk yudum içdi.
Sonra bu kova semâya kaldırıldı.) Bunun ma’nâsı, Allahü teâlâ bilir,
odur ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretlerinin o zemân ömrü on sene kalmışdı. Ebû Bekr “radıyallahü
teâlâ anh” ikibuçuk sene hilâfet etdiler. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” onbuçuk
sene halîfe oldular. Osmân “radıyallahü teâlâ anh” onikibuçuk sene halîfe
oldular.
30– Ebû
Sâid-i Hudrî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin rivâyet etdiği hadîs-i şerîfde, Muhammed Mustafâ “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri
buyurdular ki: (Size kelâm-ı kadîm ile
bildirilenleri yapmanız lâzımdır. Amel etmemekde aslâ özrünüz makbûl değildir.
Eğer Kitâbullahda olmazsa, benim sünnetim ile amel ediniz. Eğer benim
sünnetimde de olmazsa, benim Eshâbımın söyledikleri ile amel etmekle meşgûl
olunuz “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în.” Zîrâ, muhakkak benim eshâbım gökdeki yıldızlar gibidir. Hangisine
uyarsanız, hidâyet bulursunuz. Eshâbımın ihtilâfı size rahmetdir.)
Resûl-i
muhterem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin kavl-i şerîflerine
muvâfık [uygun] olarak başka yerlerde de buyurulmuşdur. (Ümmetim arasında ihtilâf rahmetdir.) Ya’nî
ümmetimin âlimleri, dînin aslını muhâfaza etmekde hırslıdırlar. (Kitâb, Sünnet,
İcmâ’ ve Kıyâs)dan dışarı çıkmazlar. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri bir
ümmetde bir tâife yaratdı. Bu söz sâhibi âlimler fürû-ı dinde ihtilâf etdiler.
Dînin aslını kıyâmete kadar, saklı tutdular [Üsûl-i dîne dokunmadılar.] Eshâb-ı
hadîs, eshâb-ı rey’ ehl-i sünnet vel cemâ’at üzeredir. Onları hıfz etmişdir. Şer’î
konularda birbirlerinin arasında ihtilâf olan âlimler, birbirlerine kâfir
demezler. Mu’tezile, hâricî ve râfizî tâifelerinden başka hiçbir tâife yokdur
ki, başka tâifeye kâfir desin. [Bu üç tâife de bozukdur.] Muhakkak ki onların
sıfatı ile alâkalı olarak Allahü teâlâ kelâm-ı kadîminde buyurmuşdur: (... Ancak Rabbinin rahmeti ile anlaşıp, ayrılmayanlar
müstesnâdır...) [Hûd sûresi 119.cu âyeti kerîmesi meâli.] Eshâb-ı
kirâmın ihtilâfında bizim için rahmet vardır. Onların herbirini sevmelisin ki,
rahmete kavuşasın.
31– Refî’üddînden
“rahmetullahi aleyh” sahîh rivâyet ile bildirildi. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Eğer Ebû Bekrin fazîletlerini gök üzerine koysalar idi,
ateş üzerinde tencerenin kaynaması gibi, gökün kaynamasını işitirdiniz. Ömer “radıyallahü
teâlâ anh” hazretleri, o kimsedir ki, heybeti
meleklere te’sîr eder. Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” o kimsedir ki, melekler gelip, Onun Kur’ân-ı kerîm okumasını
dinlerler. Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri
o kimsedir ki, üzerinde yürüdüğü için yer onunla öğünür.)
32– Sahîh
rivâyet ile Rüknül-islâm Ahmed-el Cürcânî, Enes
bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerinden bildirmiş olduğu hadîs-i şerîfde,
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
efendimiz hazretleri buyurdu ki: (Muhakkak benim
havzum için dört rükn vardır.) Ya’nî bu havzun şerâbına dört yol
vardır. Çihâr yâr-i güzîn olan Ebû Bekr, Ömer, Osmân, Alînin tasarrufundadır
“radıyallahü teâlâ anhüm”. Nebîlerden sonra, gelmiş ve gelecek bütün insanların
üstünüdürler. Kevser havzının birinci rüknü Ebû Bekrin elinde olur. İkinci
rüknü Ömerin elinde olur. Üçüncü rüknü Osmânın elinde olur. Dördüncü rüknü
Alînin elinde olur. Yüzyirmidörtbinden ziyâde Peygamberin ümmetinden bir
kimseye Çihâr yârdan iznsiz o havza varmağa izn yokdur. Kimsenin onun ile işi
yokdur. Halk o gün susuz ve başı açık ve hasta ve yanmış olup, Havz-ı Kevser
ile feryâdlarını gidermeğe, ferâhlamağa muhtâcdır. Her kim Ebû Bekri
“radıyallahü teâlâ anh” sever, Ömeri “radıyallahü teâlâ anh” sevmezse; o kimse
Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin yanına gidip, su
isterse, o kimseye su vermez. Her kim Ömeri “radıyallahü teâlâ anh” sevip, Ebû
Bekri “radıyallahü anh” sevmezse, o kişi hazret-i Ömerin yanına varınca,
hazret-i Ömer, Ebû Bekri sevmiyene su vermez. Her kim hazret-i Osmân bin Affânı
sevip, hazret-i Alîyi sevmese, o kişi hazret-i Osmânın yanına vardıkda,
hazret-i Osmân, hazret-i Alîyi sevmiyene su vermez. Her kim hazret-i Alîyi
sevip, hazret-i Osmânı sevmezse, hazret-i Osmânı sevmiyen hazret-i Alînin
yanına vardıkda, hazret-i Alî, ona su vermez.
Süâl: Eğer
sen dersen ki, hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömeri sevmiyeni, hazret-i Alî
hazret-i Osmânı sevmiyeni nereden bilir?
Cevâb: Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurmuşdur ki, (Bir kimse, benim eshâbımın zerre mikdârı buğz ve adâvetini
gönlünde tutarsa, alnında siyâh bir hat şeklinde yazı olduğu hâlde kalkar: (Bu
kimse Allahü teâlâ hazretlerinin rahmetinden ümîdini kesmişdir) yazılıdır.)
Ondan
sonra Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” buyurdular ki: (Bir kimse ki, dilinin
sözünü ve kalbinin i’tikâdını, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkın büyüklüğünde ve
temizliğinde iyi tutup ve Ebû Bekr-i Sıddîki hak üzere halîfe bilse, din ve is-
lâmını doğru etmişdir.
Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin rahmetine kavuşamamak derdinden emîn
olmuşdur. Her kim dilinin sözünü ve kalbinin i’tikâdını Ömer-ül Fârûkun
büyüklüğünde ve temizliğinde iyi tutup, Ömeri Ebû Bekrden sonra emîr ve imâm
bilirse, kendi kurtuluş yolunu bütün şübhelerden pâk eder. Hakîkat ve yakîn ile
yükü hafîfliyenler ve kurtulanlar cümlesinden olur. Bir kimse ki, dilinin
sözünü ve kalbinin i’tikâdını, Osmân bin Affânın büyüklüğü ve temizliğinde iyi
tutarsa [dili ile ve kalbi ile onu iyi bilirse], Ömerden sonra halîfe ve imâm
bilirse, nûr-ül lütf ve kemâl-i îmân ile ve Kur’ân-ı kerîmin nûru ile münevver
ve rûşen olur ve kabr karanlığını o sebeb ile kendinden uzak tutmuş olur. Bir
kimse dilinin kavlini [sözünü] ve kalbinin i’tikâdını Aliyyül
Mürtedânın büyüklüğü ve temizliğinde iyi tutup [onu iyi bilip], Alîyi Osmândan sonra halîfe ve imâm bilirse, o kimse,
takvâ elini îmân ağacının budaklarından [dallarından] bir budağa uzatmış, dostluk ve âşinâlık ahdini Allahü
tebâreke ve teâlâ hazretleri ile ve melekler ile ve Nebîler ile ve bütün
mü’minler ile sağlamlaşdırmış olur. Bir kimse, benim bütün eshâbıma ve Ehl-i
beytime, küçüğüne ve büyüğüne, günâhkârına ve günâhsızına, dili ile medh-ü senâ
etse, kalbiyle, hayr ve salâh, sıdk ve sevâb ve reşâd i’tikâd etse, o kimse
mü’mindir. Bir kimse benim eshâbıma, aralarındaki muhârebelerden ve sulhden,
hayrdan ve şerden, fâide ve zarardan, onlar hakkından dili ile kötü söz söyler
ise, kalbiyle onları inkâr ve buğz ederse, o kimse münâfıkdır. Ebedî Cehennemde
kalır ki, Allahü teâlâ Sûre-i Nîsâ 145.ci âyet-i kerîmesinde meâlen,
(Münâfıklar elbette Cehennemin esfel derekesinde olurlar. Onlar için hiçbir
yardımcı yokdur) buyurmuşdur.
Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin bu havzına Kur’ân-ı azîm ve
kitâb-ı kadîmde delîl vardır. Söz uzayacak ise de, bahs etmek lâzımdır. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin mubârek sözleri, Kur’ân-ı azîm-üş-şânda bildirilmişdir. Allahü Sübhânehü
ve teâlâ hazretleri buyuruyor: (Bismillâhirrahmânirrahîm.
İnnâ a’taynâ .......) Bu sûrenin
harflerini ve kelimelerini beyân edelim. Sonra fazîletini beyân edelim. Bu sûre
üç âyetdir. Kelimeleri ondur, harfleri kırkikidir. Emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü
teâlâ anh” haber verdi. Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem”
buyurdu ki: (Her kim bir kerre İnnâ a’taynâ sûresini okursa, Allahü
tebâreke ve teâlâ hazretleri, o kimseye, Cennetde o kadar ni’met ve hil’at,
makâm ve derece verir ki, temâmı, yeryüzü doğudan-batıya kadar deve ile dolu
olsa ve her deve üzerinde bir kitâb olsa, her kitâbın eni ve uzunluğu bütün
yeryüzü kadar büyük olsa, o kitâbların temâmı kıl kalem ile ince yazılmış olsa,
cümlesi bu sûre-i azîmeyi okuyanın kazandığı ni’metlerin, mülklerin, köşklerin,
çardakların, odaların vasflarını açıklamaya ancak yeter.)
Allahü
teâlâ hazretleri Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerine buyurdu ki: (Biz sana senden ötürü ve
senin ümmetinden ötürü bir havz i’tâ etdik. Bütün Peygamberler ve ümmetleri o
kıyâmet günü o havzın şerâbını arzû edici olurlar.) Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri o günde Cebrâîl aleyhisselâmdan İnnâ a’taynâ sûresini işitdi. Sonra
Mi’râca çıkdığında, gözleri ile gördü.
Eshâb-ı
güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” arasında Kevser havzından bahs
edilmediği ân az olur idi. Dünyâda, yaratıldığı ândan beri Havz-ı Kevsere
benzer bir havz görülmemişdir. Bundan sonra da kıyâmete kadar olması mümkin
değildir. Onu gördükden sonra, onun akması sesini işitdi. Murâd etdi ki [istedi
ki], Kevser havzının sesini vasf etsin. Mümkin olmadı. Zîrâ o ibâre Eshâb-ı
güzînin kudretine ve fehmine sığmaz. Cebrâîl aleyhisselâm geldi ve dedi ki, yâ
Resûlallah! Allahü teâlâ buyurdu ki: (Sen onun
sesini vasf etmekde zorluk çekiyorsun. Eshâbının da fehm etmeğe [anlamağa]
kudretleri yokdur. Biz kemâl-i lütfumuz ile,
zahmetsiz ve sıkıntısız, Kevser havzı suyu dört ırmağının sesini işitdirdik ki,
havz-ı kevsere gider. Su, süt, şerâb ve bal ırmaklarından gider. İşte senin
eshâbına ve ümmetine gösterdik. Her kim isterse ki, söyle, iki parmağını iki
kulağına koysun. O sesi bunca yıllık yoldan kendi kulağı ile işitir.)
33– Kevser
havzı vasfı için söylenen haberler devâmla şöyledir. Abdüllah bin Ömer “radıyallahü
teâlâ anhümâ” hazretlerinin rivâyet etdiği hadîs-i
şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Muhakkak
benim için bir havz vardır. Rabbim bana va’d etmişdir. Kıyâmet
günündeki, o havuzdan
çok hayr ve fâide görülse gerekdir. O havzın adı Kevserdir. O havzın sâkîleri,
Ebû Bekr-i Sıddîk, Ömer-ül Fârûk, Osmân-ı Zinnûreyn ve Aliyyül Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretleridir. O havzın eni magrib ile meşrık arası
kadardır. Uzunluğu gök ile yer arası kadardır. Onun çanakları ve kadehleri,
ibrikleri ve maşrapalarının sayısı, yıldızlar adedince, beşyüz senelik yol
boyunca güzel bir şeklde dizilmiş. Her [âhıret] şerâbı içici, bu bardaklar, kadehler, ibrik ve maşrapalar
ile içer. Üzerlerinde kudret-i ilâhî ile bütün [mü’minlerin] ismleri yazılmışdır. Her yer bir cevherden ve her kadeh bir
bakırdan, her cam bir heykelden, her kadeh bir sûretden, her ibrik bir
hilkatdendir. O havzın dibinde taş parçaları ve kum yerine kırmızı yâkut ve
yeşil zeberced vardır. O çakıl taşlarının altında çamur yerine, kokucu misk ve
çamurun altında yer ve toprak yerine güzel kokulu kâfûr, her tarafı nûr üzerine
nûr, sürûr üzerine sürûrdur. Etrâfında za’ferân kubbeleri, mercân incisi
çadırları, her yerde renk renk döşekler döşenmiş, her yerde tahtlar ve istinât
yerleri koyulmuş. O havzın şerâbı sütden beyâz ve baldan tatlı, kardan
soğukdur. Dünyâda olan her güzel kokudan dahâ güzel kokusu vardır. Âb-ı
hayâtdan ziyâde hazm olucudur. Her kim o havuza dalsa, boğulmaz. İstese ki o havuzdan
bir dağ kadar su götürebilir. Gücü yeter, za’îflik yokdur. Her kim ki, onun
şerâbından bir katre tatsa, başından ayağına kadar bütün ağrılardan,
dertlerden, hastalıklardan kurtulur. Hiç susamaz. Korkudan emîn olur. Kim ki
bir katrenin kokusunu o havz-ı kevserden alsa, bütün insanların ve kokuların ve
ferâhlığın aslını ve fer’ini, o kimse cânında ve teninde işitir. Menba’ı [kaynağı]
ve yolu Tûbâ ağacının kökündedir. Aslı sidret-ül
müntehâdandır. Dört ırmakdır, dört tarafından gelir. O ırmaklar birbirine
mülâkat etdikden sonra, havz-ı kevsere gelir. Biri su ırmağı, biri süt ırmağı,
biri şerâb ırmağı, biri bal ırmağı. Su ırmağı Ebû Bekr tâli’ine, süt ırmağı
Ömer-ül Fârûk tâli’ine, şerâb ırmağı Osmân-ı Zinnûreyn tâli’ine, bal ırmağı
Aliyyül mürtedâ tâli’ine “radıyallahü teâlâ anhüm” akarlar. Bir şerâb ki, hem simâ’ eder, hem cemâl verir, hem
kuşlar gibi uçar, pervâz eder [döner],
hem ma’şuklar ve dilberler gibi işve ve naz eder. İçenler ile söyleşir. Onda
her vakt tavus var, ve arûs [gelin] var.
Kuşlar var. Deve
boynu gibi boynu olan
herbir kuş, o şerâbın [havz suyunun] üzerinde, dostların murâdı
üzerine gelirler.) Ebû Bekr-i Sıddîk ve Ömer-ül Fârûk dediler ki: Yâ
Resûlallah! O kuşlar ikrâm edici mi olurlar. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (O kimseler ki, o
kuşları yir. Onlar ziyâde ikrâm edici olur.) Sonra, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: Muhakkak benim havzımın dört
rüknü olur. Birincisi Ebû Bekrin elinde olur. İkinci rüknü Ömerin elinde olur.
Üçüncü rüknü Osmânın elinde olur. Dördüncü rüknü Alînin elinde olur
“radıyallahü anhüm ecma’în”.
34– Câbir
bin Abdüllah “radıyallahü teâlâ anh” rivâyeti ile bildirilen hadîs-i şerîfde, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Allahü tebâreke
ve teâlâ hazretleri bütün âlemlerden, Peygamberlerden ve Resûllerden beni
seçdi. Peygamberler ve mürselînden gayri, bütün âlemler üzerine benim Eshâbımı
seçdi. Bütün Eshâbımdan Çihâr yârı ihtiyâr etdi [seçdi]. Ebû Bekr, Ömer, Osmân
ve Alî. Bunları bütün eshâbımdan büyük ve fazîletli yapdı “radıyallahü anhüm”.
Sonra yüzyirmidört binden ziyâde Peygamberin ümmeti arasında benim ümmetimi
ihtiyâr etdi [seçdi]. Ümmetim arasında dört devr seçdi. Bu dört devrden üçü
birbiri akabincedir. Sahâbe, tâbi’în, tebe-i tâbi’în. Bir kavm ki, vakti Îsâ
aleyhisselâmın nüzûlü vaktidir. [Dördüncü devre, bu devredir.] Bu dört tâifenin
zikri Kur’ân-ı mecîdde, Vâkıa sûresinin evvelinde gelmişdir. O üç tâifenin
hakkında, (Onların büyük kısmı eski ümmetlerdendir) diye bildirilmiş, dördüncü kısmdakiler ise, (Bir kısmı da sonrakilerdendir) buyurularak bildirilmişdir. [Vâkıa
13-14])
35– Nu’mân
bin Beşîr “radıyallahü teâlâ anh” rivâyeti ile bildirilen hadîs-i şerîfde, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Ümmetimin en merhametlisi Ebû Bekrdir. Allahın dîninde en
kuvvetli olanınız Ömerdir. Hayâda en sâdık olanınız Osmândır. En isâbetli hükm
vereniniz Alîdir.) Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri bu ümmete
mahsûs dört büyük ni’met vermişdir ki, hiçbir ümmete, insanların evveli Âdem
“alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” hazretlerinin zemân-ı şerîfinden bu
ümmete gelinceye kadar böyle
ni’met vermemişdir. Bu dört
ni’metin şükrünü bu ümmetden, bunun hüccetini ve hikmetini bilen bu dört kimse
üzerine farz etmişdir. Birincisi, Muhammed “aleyhisselâtü vesselâm” hazretleri
gibi bir Peygamber, ya’nî Resûl ni’metidir. İkincisi, islâm dîni gibi, kıymetli
bir din ni’metidir. Üçüncüsü, Kur’ân-ı kadîm gibi, bir kelâm-ı kerîm ni’metidir.
Dördüncüsü, kendi zât-ı pâkına mahsûs muhabbeti, dostluğu, bu ümmete hediyye
etme ni’metidir. [Allahü teâlâ Mâide sûresi 54.cü
âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ onları sever.
Onlar da Allahü teâlâyı severler) buyurmuşdur.]
Âlem halk olunalıdan beri, bizden başka kimseye, Allahü Sübhânehü ve teâlâ
hazretlerinden bu dört ni’met müyesser olmamışdır. Bu dört hil’at
verilmemişdir. Bizden evvel olan ümmetlerde Peygamberler çok idi. Lâkin
Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri gibi yok idi. Bu
ümmetlere de kitâb nâzil olmuş idi. Lâkin Kur’ân-ı azîz ve mecîd-i kerîm gibi
nâzil olmamışdı. Bizden önceki ümmetlere Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri
çok ni’metler verdi. Lâkin kendi husûsî muhabbeti gibi kimseye vermedi. [Bu
ümmete verdi.] Ondan dolayı ki, Cebrâîl ve Mikâîlin kulluğu husûsî ni’metler
ile, İsrâfîl ve Azrâîlin kulluğu husûsî hil’atlar iledir. Bunun gibi, Ruhâniyân
ve Kerûbiyân meleklerinin kulluğu husûsî ni’metler iledir. Hamele-i arş ve
kürsîyi nakl eden meleklerin ve Levh-i mahfûz emînlerinin ve Kalem-i alâ
rakîblerinin kulluğu husûsî hil’at iledir. Ümmet-i Muhammedin ya’nî bize mahsûs
hil’at ve ni’met, onun dostluğudur.
Beyt:
Güneşde zerreyi görmek, dahâ kuvvetle mümkündür,
Fekat her zerrede güneşi görmek nasıl mümkündür.
Gece bekçisi aynı olur mu hiç,
Kucağında Sultânı besliyen kimse ile.
Allahü
Sübhânehü ve teâlâ ve tekaddes hazretleri, bu ümmete dört büyük ni’met ve
hil’at ihsân buyurdu. Bu dört ni’metin şükrünü temâm ve lâyık olduğu üzere, bu
ümmetden talep etdi. Buyurdu ki: Eğer siz bu dört ni’metin şükrünü istenilen
şeklde yerine getirirseniz, üzerinize hıfz ederim. Onun üzerine dîdâr ve
cemâlimi görmeği ziyâde ederim. [İbrâhîm sûresi 7.ci
âyet-i kerîmesinde meâlen], (Ni’metlerime şükr ederseniz, onları artdırırım) buyurulmuşdur.
Burada, (artdırırım, ziyâde ederim) kelâmı, dîdâra, Cenâb-ı Hakkın cemâlini
görmek ma’nâsınadır. Çünki, Yûnüs sûresi 26.cı âyetinde
meâlen, (Dünyâda güzel amel işleyenlere Hüsnâ ve
ziyâde vardır) [Cennet ve Allahü teâlâyı görmek vardır] buyurulmuşdur.
Lâkin, bu cümle ile Allahü teâlâ bilir ki, bizim ömrümüz, diğer ümmetlerin
ömründen kısadır. Bizim bedenimiz, diğer ümmetlerin bedenlerinden küçükdür. Bu
ni’metleri ki bize verdi ve şükrünü vâcib kıldı. Bilir ki, Ona lâyık şükr
etmeğe kâdir değiliz. Şükr kemâl üzere olmayıp, azl edilmiş ve ayrı düşmüş
kalırız. Sonra kendi fadlı ve rahmeti ile takdîr ve tedbîr edip, bu ümmetden
dört kimseyi, bu dört ni’metin şükrü için seçdi. Birincisi, Ebû Bekr-i Sıddîkı,
Muhammed Mustafa “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ni’metinin şükründen
dolayı seçdi. İkincisi, Ömer-ül Fârûku; dîn-i islâm ni’metinin şükründen dolayı
seçdi. Üçüncü; Osmân Zinnûreyni, Kur’ân-ı azîm ni’metinin şükründen dolayı
seçdi. Dördüncü, Aliyyül Mürtedâyı, kendi muhabbeti ni’metinin şükründen dolayı
seçdi. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh”, Muhammed Mustafâ “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” ni’metinin şükrünü lâyıkı ile edâ etdi. Teni ve cânı ve
malı ve evlâdı ile yardımda bulundu. Fâide ve zararını hep onun işi yoluna harc
etdi. Ömer-ül Fârûk “radıyallahü teâlâ anh” islâm ni’metinin şükrünü kemâli ile
edâ etdi. Bütün gayretini, şiddetini islâmiyyet yolunda kullandı. Gizli islâmı
âşikâr etdi. Osmân-ı Zinnûreyn “radıyallahü teâlâ anh” Kur’ân-ı azîm-üş-şânın
şükrünü gerekdiği gibi edâ etdi. Kur’ân-ı kerîmi topladı. Kendi beş adet
Kelâmullah yazdırdı. İslâmın dört bir tarafındaki beldelere gönderdi. İki
rek’at nemâzda Kur’ân-ı kerîmi hatm etdi. Aliyyül mürtedâ “radıyallahü teâlâ
anh” hazretleri, özel muhabbetin şükrünü hakkıyla edâ etdi. Kılıncını kınından
çekdi. O kılıncın kahrı ile dostları düşmanlardan ayırdı. O dört ni’metin hayr
ve bereketi ve o dört hil’atin şükrü, bugün dünyâda ve yarın âhıretde ebedî
kalacakdır. Bizim üzerimizde o hayrın ma’nâsı şudur: Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Ümmetimden,
ümmetim üzerine en merhametlisi Ebû Bekr-i Sıddîkdır. Allahü teâlânın dîninde
en kuvvetli olanınız Ömer-ül Fârûkdur. Hayâ cihetinden en sâdık olanınız,
Osmân bin Affândır. En
cömerdiniz, hem beden, hem mal ile Alî bin Ebî Tâlibdir.)
Rahmetin
en kâmil olanı Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” nasîbidir. Kuvvetin temâm
olanı Ömerin “radıyallahü anh” nasîbidir. Hayânın en yükseği Osmânın
“radıyallahü anh” nasîbidir. Cömertlik ve yiğitlikde en önde olmak Alînin
“radıyallahü anh” nasîbidir. Ebû Bekr “radıyallahü anh” rahmet ile
vasflandırılmışdır. Rahmetin yeri gönüldür. Ömer kuvvet ile vasflandırılmışdır.
Kuvvetin mahalli bedendir. Ebû Bekr gönül yerindedir. Ömer beden yerindedir.
Gönül ile beden birbiri ile berâber bulunur. Lâkin beden gönlün hizmetindedir.
Gönül bedenin âmiridir. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hilâfetin aslıdır.
Ömer fer’idir. Bunun gibi, hayâ Osmânın “radıyallahü teâlâ anh” sıfatıdır.
Civânmertlik Alînin sıfatıdır. Hayânın mahalli gözdür. Civânmertlik el ile
olur. Göz ve el ikisi de kişinin zînetidir. Lâkin göz elden üstündür. O
sebebden ki, yarın kul kıyâmet gününde, eli ile Allahü teâlâ hazretlerinin
hil’atını tutar. Ammâ, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin bîçûn ve bîçûgûne
[nasıl olduğu anlaşılamıyan ve anlatılamıyan] cemâl-i ezelîsini, gözü ile
[nasıl olduğu anlaşılamıyan ve anlatılamıyan şeklde] müşâhede eder.
36– Zehrî
“rahmetullahi aleyh”, isnâd ile Abdürrahmân bin Avfdan “radıyallahü teâlâ anh”
rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri, bir gün Medîne-i münevverenin mescidinde,
ömrlerinin altmışüç yaşının son günlerinde, çok cemâ’at arasından kalkdı.
Minbere çıkdı. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine hamd ve senâ eyledi.
Başlangıc sözünden sonra buyurdu. (Bana ne olmuşdur
ki, sizi ihtilâf içinde görürüm. Ey havâs ve avâm! Benim sevgim, ehl-i beytimin
sevgisi, Eshâbımın sevgisi, benim ümmetimin üzerine kıyâmet gününe kadar
farzdır.) Buyurdu ki, (Ebû Bekr-i Sıddîk
nerededir.) Ebû Bekr de olduğu yerden sür’atle ayak üzerine kalkıp,
dedi ki, yâ Resûlallah! Ben buradayım. Hazret-i Server-i âlem buyurdu: (Bana yakın gel yâ Ebâ Bekr!) O da yakınına
vardı. Buyurdu: (Minber üzerine gel.) Minber
üzerine vardı. Resûlullahın huzûruna vardı. Onu
yanına aldı. Onun yüzünü kendi mubârek sînesine [göğsüne] tutdu. Bir müddet yü-
zünü, mubârek sînesine sürdü. İki
gözünün arasından öpdü. Orada o kadar ağladı ki, mubârek gözlerinin yaşı,
mubârek yüzünden kendi üzerine ve Ebû Bekrin üzerine akıyordu. Yüksek ses ile: (Ey müslimânlar! Bu gördüğünüz Ebû Bekr-i Sıddîkdır. Muhâcîr
ve Ensârın seyyidi ve büyüğüdür. O kimsedir ki, Allahü tebâreke ve teâlâ bana
emr etdi ki, ben onu kendime, dünyâda baba mertebesinde tutdum. Âhıretde sonsuz
olarak dost edindim. Bu benim musâhibimdir. Cümle halk beni tekzîb ederken, o
beni tasdîk etdi. O vakt ki, bütün herkes beni sürdüğü zemân bu beni
mekânlandırdı, makâmlandırdı. Herkes benden kaçıp, nefret etdiği zemân bu
benimle ülfet ve ünsiyyet etdi. Herkes beni öldürmek istediği zemân, malını,
cânını, bedenini bana fedâ etdi. Kızı Âişe-i Sıddîkayı bana tezvîc etdi. Bilâli
kendi malından benim için âzâd etdi. Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin
la’neti ve meleklerin la’neti, bütün insanların la’neti, buna buğz edenlerin
üzerine olsun. Allahü teâlâ buna buğz edenlerden bîzârdır. Ben de bîzârım. Her
kim isterse ki, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinden ve benden bîzâr olmak;
Ebû Bekrden bîzâr olsun.) Sonra buyurdu ki; (Ey müslimânlar! Burada bulunup, benim sözlerimi
işitiyorsunuz! Bu sözleri, benim ümmetimden burada bulunmıyanlara, kıyâmete dek
iletiniz. Yâ Ebâ Bekr! Geri dön, yerinde otur. O şeyi ki, ben senin hakkında
söyledim. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri bilir, gerçekdir, sâbitdir. Ve
benim söylediğimden ziyâdedir.) Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh”
minberden inip, yerine oturdu.
Sonra
buyurdu ki, (Ömer bin Hattâb nerededir).
Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri yerinden sür’atle kalkıp, dedi ki, (Yâ
Resûlallah! Ben buradayım.) Buyurdu: (Yâ Ömer,
benim yanıma gel!) O da geldi. Buyurdu: (Yâ
Ömer, minber üzerine gel.) Ömer “radıyallahü anh”da minber üzerine
geldi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” onun yüzünü mubârek sînesine [göğsüne] dayadı. İki gözünün arasından
öpdü. Gördük ki, mubârek gözlerinin yaşı hazret-i Ömerin üzerine damladı. Sonra
minber üzerinde yüksek ses ile buyurdu ki; (Ey
müslimânlar! Bu Ömer-ibnül Hattâbdır. Muhâcir ve Ensârın büyüğüdür. Bu o
kimsedir ki, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri bana emr etdi ki, ben bunu
yardımcı ve meşveret edici ola-
rak aldım. Bu o
kimsedir ki, Allahü Sübhânehü ve teâlâ Kur’ân-ı kerîmi bunun lisânı, kalbi ve
yed-i üzerine nâzil etmişdir [indirmişdir]. Bu o kimsedir
ki, acı da olsa, hakkı kabûl eder. Bu o kimsedir ki, Allahü teâlâ hazretlerinin
emr ve yasaklarında, ayblayanların ayblamalarından çekinmez. Bu o kişidir ki,
şeytân ondan kaçar. Bu odur ki, bunun heybetinden, hârâ taşı, demir ve çelik
erir ve mahv olur. Bu odur ki, yarın Cennetin ışığıdır ve Cennet ehlinin
mefâhiridir. Buna buğz edenin üzerine Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin,
meleklerin ve bütün halkın la’neti olsun. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri
buna buğz edenlerden berîdir [uzakdır],
ben de uzağım.)
Sonra (Osmân bin Affân) nerededir, buyurdu. Osmân bin
Affân “radıyallahü teâlâ anh” oturduğu yerden sür’atle kalkıp, (Yâ Resûlallah!
İşte ben buradayım) dedi. Buyurdu: (Yâ Osmân bana
yakın gel!) O da gelip, minbere çıkdı. Onu da mubârek göğsüne çekip,
iki gözünün arasından öpdü. Sonra o kadar ağladı ki; Nakl eden der ki: Mubârek
gözlerinin yaşı akıp, hazret-i Osmânın üzerine döküldüğünü gördüm. Sonra yüksek
sesle buyurdu: (Ey müslimân cemâ’ati! Bu Osmân bin
Affândır. Muhâcir ve Ensârın büyüğüdür. Bu, o kimsedir ki, Allahü teâlâ
hazretleri bana emr etdi ki, ben onu sened ve dâmâd ittihâz etdim [seçdim]. İki kızımı vererek dâmâd seçdim. Eğer üçüncü kızım olaydı,
onu da tezvîc ederdim. Bu, o kimsedir ki, gökdeki melekler bundan hayâ eder.
Buna buğz edenler üzerine Allahü teâlâ hazretlerinin ve bütün la’net edenlerin
la’neti olsun!)
Sonra buyurdu:
(Alî bin Ebî Tâlib nerededir.) Alî
“radıyallahü teâlâ anh” oturduğu mekândan sür’atle kalkıp, dedi ki: (Yâ
Resûlallah! Ben burada hâzırım.) Resûl-i Hudâ Muhammed Mustafâ “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, (Bana yakın ol)
buyurdu. O da yakın oldu. (Minber
üzerine gel) buyurdu. O da geldi. Yüzünü mubârek göğsüne basdı. İki
gözünün arasından öpdü. O kadar ağladı ki, mubârek gözlerinin yaşı hazret-i
Alînin “radıyallahü teâlâ anh” üzerine akdı. Sonra mubârek eli ile tutup,
yüksek sesle buyurdu ki, (Ey müslimân cemâ’ati! Bu
Alî bin Ebî Tâlibdir. Bu Muhâcir ve Ensârın bü-
yüğüdür. Ve benim
kardeşimdir. Amcam oğludur. Ve benim dâmâdımdır. Tenimdendir, kanımdandır,
tüyümdendir. Bu, iki torunumun babasıdır. Hazret-i Hasen ve Hüseyn ki, Cennet
gençlerinin seyyidleridir. Bu, çok gam ve gussayı benden gidermişdir. Çok alçak
ve kuvvetli düşmanları susdurmuşdur. Bu o kimsedir ki, adı mukâbilinde, Allahü
teâlânın aslanı ve kılıncıdır. Allahü teâlânın ve bütün la’net edenlerin
la’neti, yeryüzünün düşmanlarına ve buna buğz edenlere olsun. Allahü teâlâ ona
buğz edenlerden berîdir [uzakdır]. Ben de berîyim [uzağım]. Kim Allahü teâlâdan uzak olmak istemezse, Alî bin Ebî
Tâlibden uzak olmasın. Sizden hâzır olanlarınız, bu vasiyyetleri, burada
bulunmıyanlara ulaşdırsın.) Sonra buyurdular ki; (Var otur, yâ Ebel Hasen. Her ne ki, senin hakkında
söyledim. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri âlimdir ki, fazlası ile
doğrudur.) Ondan sonra yüksek sesle buyurdu: (Ey müslimânlar! Eğer, Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerine
ibâdet etmekden yay kirişi gibi incelseniz, dizleriniz kuruyuncaya kadar nemâz
kılsanız, ondan sonra ehl-i beytimden ve eshâbımdan birine buğz etseniz, Allahü
teâlâ hazretleri sizi, Cehennem zebânîlerine emr ederek, yüzünüz üzerine
Cehenneme dâhil ederler.)
37– Câbir
bin Abdüllah “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (O gün ki, hazret-i Cebrâîl-i emîn aleyhisselâm bu âyet-i
kerîmeyi getirdi. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri [Mâide sûresi
6.cı âyet-i kerîmesinde meâlen] buyurur: (Ey îmân
edenler! Nemâza kalkdığınız zemân, yüzünüzü ve dirseklere kadar kollarınızı
yıkayınız! Başınıza mesh ediniz! Topuklara kadar ayaklarınızı yıkayınız!)
Cebrâîl aleyhisselâm, Hilâfet hüccetini [delîlini], abdest âyet-i kerîmesi ile bana bildirdi. Dedi: Yâ
Muhammed! Muhakkak, yüz ve eller, baş ve ayaklar tahâretde, Ebû Bekr-i Sıddîk,
Ömer bin Hattâb, Osmân bin Affân, Aliyyül Mürtedâ “radıyallahü teâlâ
anhüm” gibidir.) Bunun beyânı uzun sürer,
ammâ, onu söylemekden başka çâre yokdur.
Bu Çihâr
yâr-i güzîni “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” sevmek farzdır. Bunu anlatmak
îcâb eder. Bu dört işin yapılması birbirinden ayrı değildir. Birbiri ile
alâkalıdır. Bu Çihâr yârın
dostluğu [sevgisi] de ayrı
değildir. Birbiri ile alâkalıdır. Tahâret [abdestde yıkanacak] mahalli dört
uzvdur. Halîfelik mahalli de dört şahsdır. Tahâretde yıkanacak farz olan mahal
dörtdür. Lâkin o mahallerin aslı birdir ki, kalb ve dindir. Bu dört işin
doğruluğu, bu dört mahalde niyyete bağlıdır. Niyyet olmayınca tahâret olmaz.
Diğer tarafdan bu dört büyük halîfenin sevgisi risâlete [Peygamberliğe]
bağlıdır. Risâlet olmayınca halîfelik olmaz. Zîrâ burada, bu dört uzvun
tahâretinde tertîb farzdır. Evvelâ yüzü yıkamak, sonra kolları yıkamak, ondan
sonra başı mesh etmek, ondan sonra ayakları yıkamak. Burada da Çihâr yâr-i
güzînin dostluğunda tertîb farzdır. Evvelâ Ebû Bekr, ondan sonra Ömer, sonra
Osmân, dahâ sonra Alîdir “radıyallahü teâlâ anhüm”. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ
anh” abdestde yüz menzilesindedir. [Ya’nî yüz gibidir.] Yüzün temâmını yıkamak
farzdır. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” abdestde kol yerindedir. Kolların
yarısını yıkamak farzdır. Osmân “radıyallahü teâlâ anh” abdestde baş
yerindedir. Başın dörtde birini mesh etmek farzdır. Alî “radıyallahü teâlâ anh”
abdestde ayak yerindedir. Ayağı topuğu ile yıkamak farzdır. [Bacağın] sekizde
biridir. Bunun gibi, temâmı yıkanan uzv, yarısı yıkanan uzvdan efdaldir. Yarısı
yıkanan uzv, dörtde biri mesh olunan uzvdan efdaldir. Dörtde biri mesh olunan
uzv, sekizde biri yıkanan uzvdan efdaldir. Böylece Ebû Bekr, Ömerden; Ömer,
Osmândan; Osmân, Alîden “radıyallahü teâlâ anhüm” efdaldir. Alî “radıyallahü
anh”, kendi vaktinden kıyâmete kadar olan bütün müslimânlardan efdaldir.
İşâret: Ebû
Bekr-i Sıddîk, tehâretde yüz [çehre] menzilesindedir. Ömer-ül Fârûk el [kol]
menzilesindedir. Osmân-ı Zinnûreyn baş menzilesindedir. Aliyyül Mürtedâ ayak
menzilesindedir. Yarın Cennetde ayağın işi ve meşgûliyyeti, tahta oturmak ve
bir Cennet bineğine binmekdir. Başın meşgûliyyeti ve işi, gölgelik ve tâc
takmakdır. Elin işi ve meşgûliyyeti, yimek, içmek ve alıp vermekdir. Yüzün işi
ve meşgûliyyeti, bîçûn ve bîçûgûne olan Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin,
cemâl-i ezeliyyesini müşâhede etmekdir. [Kıyâmet sûresi 22.ci âyet-i
kerîmesinde meâlen buyuruldu ki:] (Kıyâmet günü bir
kısm yüzler güzel ve parlak olup, Allahü teâlâ hazretlerine âşikâre, hicâbsız
nazar ederler.)
38– Nu’mân
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin rivâyet etdiği hadîs-i
şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Allahü
teâlâ ve tekaddes hazretlerinden mi’râcda, sidret-ül müntehâda süâl etdim.
Rabbim o makâmda yok idi. Rabbim o makâmlardan münezzehdir. Dedim, yâ Rabbî, yâ
Pâdişâh-ı Mutlak! Benden sonra benim eshâbım aralarında ihtilâf ederler. Ve
aralarına ihtilâf salarlar. Sen o hilâf edenlere ve ihtilâf salanlara ne
yaparsın. O kimselerden ba’zısı diğerinin sözünü tutar. Ba’zısı bir başkasının
sözünü tutar. Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri buyurdu: (Benim Habîbim,
benim azîzim! Senin Eshâbın benim katımda yıldızlar gibidir. Ba’zısı
ba’zısından nûrludur. Aralarında olan ihtilâflardan dolayı onları afv ederim.
Her kimse ki, onlardan birisinin kavliyle ve fetvâsıyla amel eder ve yol giderse,
hidâyet üzeredir. O yolu hidâyet ile süslemişim.)
39– Abdüllah
bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerinin rivâyet etdiği hadîs-i şerîfde; Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Benim
Eshâbım Nûh aleyhisselâmın gemisi gibidir. Nûh aleyhisselâmın ümmetinden, Nûh
aleyhisselâma îmân getirip, verdiği habere i’tikâd edip, emrine uyup gemiye
binen, dünyâda tûfan azâbından, âhıretde, Cehennem azâbından ve hicrândan,
mahrûmlukdan emîn oldu. Her kim ki, Nûh aleyhisselâm hazretlerine îmân
getirmedi ve i’tikâd ile emrine uymayıp, gemiye girmedi, dünyâda tûfandan
boğulmağa mübtelâ olup ve âhıretde mahrûmluğa, hicrâna ve azâba düçâr oldu [yakalandı]. Böylece, benim ümmetimden her kim ki, eshâbıma muhabbet
ederse, dünyâda bid’at ve dalâlet deryâsına gark olmakdan halâs olur [kurtulur]. Âhıretde, ayrılık, mahrûmluk, hicrân azâbından selâmet
bulur. Ümmetimden bir kimse, eshâbıma muhabbet etmeyip, benim eshâbım hakkında
söylediğim habere i’tikâd etmeyip, eshâbıma buğz ve adâvet etse, dünyâda hâricî
ve râfizî yolunu tutmuş, bid’at ve dalâlet tûfanında gark olmuşdur [boğulmuşdur]. Âhıretde hüsrân ve nedâmet ve hicrân acısına gömülüp,
artık, kurtuluş ümîdi kalmaz.)
40– Sahîh
rivâyet ile bildirilen bir hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
buyurdular ki, (Allahü teâlâ
hazretleri, Cebrâîl
aleyhisselâm vâsıtası ile bana vahy etdi ki, sizin Rabbiniz olan ben, Ebû
Bekrin isteklerini yerine getirdim. Bunların en aşağısı olarak, kıyâmete kadar
onu sevenleri ve onun dostlarını afv etdim.)
41– Yine
sahîh rivâyet ile bildirilen bir hadîs-i şerîfde;
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurdular ki: (Ömer-ibnül Hattâb “radıyallahü
teâlâ anh”, hüccet ve izzet ve gayret ve salâbet
cihetinden, Allahü teâlânın katında demir bir dağ gibidir. Emr ve yasakları
yerine getirmekde kötüleyenlerin [ayblıyanların] sözü ona mâni’ olamaz.)
42– Yine
sahîh rivâyet ile bildirilen bir hadîs-i şerîfde;
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurdular ki: (Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretleri meleklerine, ümmetimin hepsi için umûmî, Osmân ve Alî “radıyallahü
anhüm” için husûsî olarak öğünür.)
43– Yine
bir hadîs-i şerîfde, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Ebû Bekrin günlerinden bir gün, Ömerin kendi günlerinden ve
kendi vaktinden kıyâmete kadar olan günlerden hayrlıdır. Ömerin günlerinden bir
gün, Osmânın bütün günlerinden ve kendi zemânından kıyâmete kadar olan
günlerden hayrlıdır. Osmânın aynı şeklde. Alînin günlerinden bir gün, bütün
ümmetin kıyâmete kadar olan günlerinden hayrlıdır.)
44– Sahîh
rivâyet ile bildirilen bir hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurdular ki: (Muhakkak, dünyâ göğünde,
seksenbin melek vardır ki, Ebû Bekr ve Ömeri “radıyallahü anhümâ” sevenler için istigfâr ederler. İkinci gökde seksenbin melek
vardır ki, Ebû Bekr ve Ömere “radıyallahü anhüm” buğz edenlere la’net ederler. Üçüncü gökde de seksenbin
melek vardır ki, Osmân ve Alîye “radıyallahü anhüm” muhabbet edenlere [sevenlere] istigfâr ederler. Dördüncü gökde de seksenbin melek vardır
ki, Osmân ve Alîye “radıyallahü teâlâ anhümâ” buğz edenlere la’net ederler.)
45– Bir
hadîs-i şerîfde, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Allahü
teâlâ ve tekaddes hazretlerinin,
her gökde dörtyüz
meleği vardır ki, Allahü teâlâ onları benim eshâbımın dostlarına hayr düâ
etmeğe, düşmanlarına nefret ve la’net etmeğe vazîfelendirmişdir.)
46– Bir
hadîs-i şerîfde, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Her gökde ikiyüzbin melek dâimâ, Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve
Alînin dostlarına istigfâr ederler. İkiyüzbin melek dâimâ, Ebû Bekr, Ömer,
Osmân ve Alînin düşmanlarına nefret ve la’net ederler.)
47– Bir
hadîs-i şerîfde, Fahr-i âlem ve Resûl-i muhterem
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri, Cenneti yaratdığı
zemândan bugüne ve bugünden kıyâmete kadar, hergünde, Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve
Alînin dostları için, birbirine benzemiyen yediyüz çeşid rahmet ve se’âdeti
Cennetde meydâna çıkaracakdır.)
Dördüncü Menâkıb: (Çihâr yâr-i güzînin şerefli şânları hakkında mu’teber
kitâblarda nakl olunan haberler hakkındadır.)
Sahih
isnâd ile Muhtâr bin Abdüllah, Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerinden rivâyet etmişdir. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bir gün Medîne-i münevvereden
çıkdı. Ben de çıkdım. Ensârdan birinin bostânına girdi. Ben de girdim. Buyurdu
ki: (Yâ Enes! Kapıyı bağla.) Ben de
bağlayıp, huzûr-ı şerîflerine geldim. O sâatde bir şahs gelip, kapıyı çaldı. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurdu ki: (Yâ Enes! Var kapıyı aç! O
şahsı Cennet ile müjdele. Ona benden haber ver ve söyle ki, Benden sonra
ümmetim üzerine halîfe olacakdır!) Ben de vardım, kapıyı açdım.
Hâlbuki, kapıyı çalanın kim olduğunu bilmiyordum. Bakdım ki, Ebû Bekr-i Sıddîk
“radıyallahü teâlâ anh” hazretleridir. Ben de hazret-i Server-i âlemin
buyurdukları haberi verdim. Kapıyı bağladım, geldim.
Bir kişi
dahâ gelip, kapıya vurdu. Resûlullah yine
buyurdu ki: (Yâ Enes! Var kapıyı aç, o kişiye
Cennet ile haber ver ki, Ebû Bekrden sonra, ümmetim üzerine halîfe olsa
gerekdir.) Ben de vardım, kapıyı açdım. Hâlbuki kim olduğunu
bilmezdim. Bakdım ki, Ömer-ül Fârûkdur “radıyallahü teâlâ anh”.
Hazret-i
Seyyid-i veledi âdemin buyurdukları müjdeleri haber verdim. Sonra kapıyı
bağladım, geldim.
Sonra
bir şahs dahâ gelip, kapıyı çaldı. Resûlullah
yine buyurdu ki: (Yâ Enes! Var kapıyı aç! O şahsa
Cennet ile müjde ver. Ebû Bekr ve Ömerden sonra, ümmetim üzerine halîfe
olacağını haber ver. Ve haber ver ki, hilâfeti zemânında, mazlûm ve günâhsız
olarak öldürülse gerekdir ve o kanını akıtdıkları zemân sabr etsin.) Ben
de kapıyı açmağa vardım. Hâlbuki kim olduğunu bilmiyordum. Kapıyı açdım, bakdım
ki, Osmân-ı Zinnûreyndir “radıyallahü teâlâ anh”. Habîb-i ekrem ve Nebiyyi
muhterem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin buyurdukları
haberleri söyledim. O dedi ki, (Yâ Rabbî! Yardım, herkese Senden gelir. Bize
sabr ihsân eyle.) Kapıyı bağladım.
Ondan
sonra bir şahs dahâ kapıya vurdu. Resûlullah
yine buyurdu ki: (Var yâ Enes, kapıyı aç! O şahsa
Cenneti müjdele. Ve haber ver ki, Ebû Bekr, Ömer ve Osmândan sonra, ümmetim
üzerine halîfe olsa gerekdir. Hilâfet onun ile temâm olur. Hilâfetinin sonunda,
nemâz kılarken katl olunsa gerekdir.) Ben de vardım. Hâlbuki kim
olduğunu bilmezdim. Kapıyı açdım. Aliyyül Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh”
hazretleridir. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerinin buyurdukları müjdeleri haber verdim.
Beşinci Menâkıb: Yine Enes “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri ile bir vaktde de bir bostâna vardık. O tertîb ile Çihâr yâr-i güzîn
“radıyallahü teâlâ anhüm” gelip, Resûlullah
hazretlerinin huzûr-ı şerîflerinde ayak üzeri durdular. Resûlullah hazretleri bostândan dışarı çıkdılar. Ben önde Çihâr
yâr-i güzîn arkamda, Resûlullahı “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” ta’kib etdik. Mubârek gözleri yaşlı idi. Çihâr yâr-i
güzîn ve ben de ağladık. Gözlerimiz yaş ile doldu. Resûlullah
hazretleri, bostândan dışarı çıkdıkdan bir müddet sonra, buyurdular ki: (Yâ Enes! Görür müsün ki, haber verdiğim o sözlerden,
hepimizin gözleri yaş ile doldu. Yâ Enes! Ondan gayri ilâh olmıyan Allah hakkı
için, benim vefâtımdan kıyâmete kadar, benim ümmetimden, eshâbımın ve ehl-i
beytimin çekdiği sıkıntılar için gözleri yaşaran [ağ-
lıyan] ve
kalbleri mahzûn olan [üzülen] kimselere
Allahü teâlâ nazar eder. Allahü teâlânın nazar etdiği kimse, Cehennem azâbından
emîn olur.)
Altıncı Menâkıb: Bir vakt Cebrâîl-i emîn aleyhisselâm, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin huzûrlarına geldi. Dedi ki: Senden sonra ümmetin üzerine Ebû Bekr
halîfe olacakdır. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri de Mi’râc gecesi
vâsıtasız olarak [harfsiz ve sessiz olarak] Resûlullah
hazretlerine buyurmuşdu ki, (Senden sonra ümmetin üzerine islâm halîfesi ve hak
üzere halîfe Ebû Bekr olacakdır.) O Ebû Bekrin halîfeliği senin emrinle olmadı.
Sonunda Alînin halîfeliği de senin emrinle olmadı. Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretlerinin emri ile ve mü’minlerin seçmesi ile olmuşdur. Eğer bunu yakîn
üzerine bilmek istersen, Huzeyfe bin Yemân “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet
buyurduğu haberi dinle. Rivâyet eder ki, Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ
aleyhim ecma’în”, (Yâ Resûlallah! Bizim gönüllerimiz onun sebebi ile emîn
olması ve muhâliflerin [düşmanların] dedi-kodularının kesilmesi için, kendi
ihtiyârın ile bizim üzerimize bir halîfe ta’yîn buyurur musun!) dediler. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
cevâbında buyurdular ki: (Eğer sizin üzerinize
benden sonra kendi emrim ile halîfe ta’yîn etsem, sonra siz ona âsî olsanız,
üzerinize azâb nâzil olur. Ben kendi murâdım ile ümmetimin başına halîfe ta’yîn
etmeği uygun bulmam ki, Mûsâ-i kelîm aleyhisselâm Hârûn aleyhisselâmı kendi
ihtiyârı ile, kırk gün kavmi üzerine halîfe ta’yîn etdi. Geri döndükde, sekiz
bin âdem buzağıya tapıp, kâfir oldular, dinden çıkdılar. Ben de eğer ümmetim üzerine
kendi re’yim ile halîfe ta’yîn etsem, bilirim ki, kıyâmetde hiçbir kimseyi,
doğru din üzerine, Kitâb ve Sünnet ahdi üzerine geri bulmam. Lâkin, ben bir iş
işlerim ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerini ümmetim üzerine halîfe
kılarım. (Vallahü halîfeti aleyküm.) Ben ümmetimi Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretlerine ısmarladım. Allahü teâlâ bilir. O kimi irâde ederse, tarafından
ta’yîn buyurur.) Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri, kendi
tarafından Ebû Bekr-i Sıddîkı halîfe yapdı. Bütün âlem bilir ki, Ebû Bekr-i
Sıddîk, beyânları ile ve nişânlar ile, Resûlullah
hazretlerinin halîfesidir.
Lâkin burhân ve fermân ile Allahü
teâlâ hazretlerinin halîfesidir. Bilmiş ol ey civânmert. Sen ki, benim cânım
sana fedâ olsun. Âlem halk olunan zemândan, kıyâmete kadar, Resûlullah hazretleri gibi bir Nebî ne gelmişdir ve ne
de gelecekdir. Bundan dolayı ki, Ebû Bekr-i Sıddîk gibi bir sâdık takvâ sâhibi
ne gelmişdir ve ne de gelecekdir “radıyallahü teâlâ anh”. Râfizîye söyle ki,
dünyâda ve âhıretde, kör ve zelîl ve başı aşağı eğik olsun.
Beyt:
Giden gitdi, olan da oldu,
Gönlün gamlanması fâide vermez.
Yedinci Menâkıb: Câbir “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Bir vakt,
muhâcir ve ensârdan, kalabalık bir cemâ’at ile, Medîne-i münevverenin bir
mahallinde, ensârdan sâlihâ bir hâtunun ziyâfetinde, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ile berâber oturmuşduk. Elimizi
yiyeceğe uzatmadan evvel, Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Bu sâatde [şimdi]
Cennet ehlinden bir merd gelir ki, benden sonra o
merd, ümmetim üzerine hak üzere halîfe olur.) Bunu söylediği sırada,
Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” içeri girdi. Sonra buyurdu ki: (Şimdi, ehl-i Cennetden bir merd dahâ gelir ki, ümmetimin
üzerine Ebû Bekrden sonra, hak üzere halîfe olur.) Bunu söylediği
ânda, Ömer-ül Fârûk “radıyallahü teâlâ anh” meclise dâhil oldu. Sonra buyurdu
ki: (Bu vaktde ehl-i Cennetden bir şahs dahâ bu
meclise dâhil olur ki, Ömerden sonra hak üzere halîfe olur.) Sözü
temâmlandığı ânda Osmân-ı Zinnûreyn “radıyallahü teâlâ anh” meclisde hâzır
oldu. Sonra buyurdu ki: (Ey benim eshâbım,
yârlarım! Yemek hâzır oldu. Lâkin bir merd dahâ kalmışdır ki, o merdin de bu
yemekde bizim ile berâber rızkı vardır. Ehl-i Cennetdir. Osmândan sonra ümmetim
üzerine hak üzere halîfe olur. Bu sırada gelir. Ondan sonra ta’âm yinecekdir.) Câbir
“radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bu sözü söyledi. Bir sâat bekledi. Mubârek
yüzünü kapı tarafına çevirip, başka şey ile meşgûl olduğu hâlde düâ edip,
buyurdu: (Yâ Rabbî, Alîyi bu zümrede kıl!) Üç
kerre bu düâyı buyurdu. Hemen Aliyyül Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” kapı-
dan girdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu: (Ta’âmı koyunuz. Size âfiyet olsun!)
Sekizinci Menâkıb: Sa’îd bin Cübeyr “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir.
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri Medîne-i münevverede, Mescid-i şerîfi binâ etmek istediler. Onbinden
ziyâde taş toplanmışdı. Resûlullah hazretleri bu
kadar taşdan bir taş kaldırdı. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine
buyurdular ki: (Sen de bir taş kaldır!) Sonra
Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine buyurdular ki: (Sen de bir taş kaldır!) Sonra Osmân “radıyallahü
teâlâ anh” hazretlerine buyurdular ki: (Sen de bir
taş kaldır!) Sonra Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine
buyurdular ki: (Sen de bir taş kaldır!) Her
birisi bir taş kaldırdılar. Ya’nî ellerine taş aldılar. Eshâb-ı güzîn
“rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, muhâcir ve ensâr, huzûrda el kavuşdurup,
dururlardı. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretleri, mubârek elleri ile kaldırdığı taşı, götürüp, gerekli
yere koydu. Ondan sonra buyurdular ki: (Yâ Ebâ
Bekr! Kaldırdığın taşı getir, benim koyduğum taşın yanına koy!) O da
getirip, yanına koydu. Sonra buyurdular ki: (Yâ
Ömer! Sen de getir, o taşı Ebû Bekrin taşının yanına koy!) O da
getirip, koydu. Ondan sonra buyurdular ki: (Yâ
Osmân! Sen de getir o taşı Ömerin taşının yanına koy!) O da getirip,
koydu. Ondan sonra buyurdular ki: (Yâ Alî! Sen de
getir o taşı Osmânın taşının yanına koy!) O da getirip, koydu.
Sonra, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri, Eshâb-ı güzîne hitâb edip, buyurdular ki: (Ey Eshâbım! Bu taşlar arasında gördüğünüz sıra, benden
sonra halîfe, Ebû Bekr, ondan sonra Ömer, ondan sonra Osmân, ondan sonra Alînin
olacağına açık bir delîldir. Siz ki benim eshâbım, muhâcir ve ensâr! Herkes ne
mikdâr bu taşlardan ister ise, alıp nereye ister iseniz koyunuz.) Medîne-i
münevvere mescidinin yapılışındaki bu taş haberi çok yerde anlatılmışdır. Ammâ,
bize gelen haberlerin en sahîhi budur.
Dokuzuncu Menâkıb: Bu haberin râvîsi Sefînedir “radıyallahü teâlâ anh.”
Sefîne, Sahâbe-i güzînden olup, Ümm-i Seleme “radıyallahü teâlâ anhâ”
hazretlerinin kölesidir. Ümm-i Seleme hazretleri ezvâc-ı tâhirâtdan idi.
Sefîneyi alıp, hayâtı boyunca
[yaşadığı sürece] Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin hizmet-i şerîflerinde bulunması şartı ile âzâd etdi. O da bu şart
ile âzâd olmağı kabûl etdi. Resûlullah
hazretlerinin hizmet-i şerîflerinde bulunurdu. Bir gün ondan sordular. Sefîne
adını sana kim koydu. Dedi ki: Ma’lûmunuz olsun ki, biz Resûlullah hazretleri ile, bir seferde idik. Bir konak yerinde,
eşyâlarımız ve silâhlarımız çoğaldı. Davârlarımız za’îf idi. Bir büyük
kilimimiz var idi. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” ben kuluna buyurdu ki, (O kilimi yere döşe ve askerin fazla
eşyâsını o kilim üzerine topla.) Ben de o sâatde kilimi yere döşeyip, eşyâları
ve silâhları o kilim üzerine topladım. Bana buyurdu ki, (Kilimin uçlarını bağla! Kilimin içinde olan sefer
takımlarını götür. Yola gir. Mert şeklde git ki, sen Sefînesin!) Ben
de o bütün silâhları Onların himmetleri ile götürüp, atlılar ile berâber
yürüdüm. Gideceğimiz menzile erişdim. Aslâ yolda bir zorluk ve elem görmedim. O
günden bugüne kadar istediğim zemân on devenin yükünü götürürdüm. On menzil
yere iletirdim. Bunu Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin mubârek lafzları [sözleri] bereketiyle
yapardım. O zemândan beri ismim Sefînedir.
O Sefîne
rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri hergün sabâh nemâzının farzını edâ etdikden sonra,
mubârek yüzünü, eshâbına döndürüp, süâl buyururlar: (Sizden
bir kimse bu gece bir rü’yâ görmüş ise, haber versin.) Eğer gören
var ise anlatırdı. Dinleyip, ta’bîrini beyân buyururlardı. Eğer kimse görmemiş
ise, Nebiyyi muhterem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri uygun
buldukları bir konuda onlar ile söyleşip, kalkarlar idi. Bir gün de hiç kimse
rü’yâ görmemişdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Ey
eshâbım! Bu gece ben acâib bir rü’yâ gördüm. Gördüm ki, gökden bir terâzî aşağı
asdılar. O terâzînin iki latîf ve güzel ve büyük kefeleri var. Beni terâzînin
bir kefesine koydular. Ebû Bekri diğer kefesine koydular. İkimizi tartdılar.
Ben Ebû Bekrden ziyâde [ağır] geldim.
Sonra beni terâzînin kefesinden çıkardılar. Ömeri koydular. Ömer ile
Ebû Bekri tartdılar. Ebû Bekr Ömerden ağır geldi. Sonra Ebû Bekri çıkardılar.
Osmânı o kefeye koydular. Ömeri Osmân ile tartdılar. Ömer Osmândan ağır geldi.
Ömeri çıkardılar. Alîyi o kefeye
koydular. Osmânı Alî ile
tartdılar. Osmân Alîden ağır geldi. Osmânı o kefeden dışarı çıkardılar. Sonra
Alînin vaktinden kıyâmete kadar, cümle ümmeti o
kefeye koyup, bütün ümmeti Alî ile bir tartdılar. Alî cümleden ziyâde geldi [ağır
geldi]. Sonra o terâzîyi gök yüzüne
çekdiler.)
Onuncu Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular
ki: (Ondan başka ilâh olmıyan Allahü teâlâya yemîn
ederim ki, âlemin yaratılmasından beri hiç bir Nebî ve Mürsel, ümmetlerinden
Ebû Bekr-i Sıddîkdan fazîletli kimse ile sohbet etmemişdir.) Yine Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
buyurmuşdur ki: (Âlem halk olunalıdan beri,
yüzyirmidört bin Peygamberden hiçbiri, Ömer bin Hattâb gibi dîni kuvvetli
birisi ile sohbet etmemişdir.) Yine Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurmuşdur ki: (Hiç
kimsenin dili, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin kelâmını, Osmândan çok
zikr etmemişdir.) Yine Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurmuşdur ki: (Âlem
vücûda geleliden beri, hiçbir behâdırın eli ve kolu ehl-i kâfirin başına,
Alînin eli ve kolu kadar kuvvetli kılıç vurmamışdır.)
Onbirinci Menâkıb: Abdüllah bin Ebî Baysânîye Allahü teâlânın Arşından
sordular. O dedi ki, Yahyâ bin Ebî Tâlibden; Allahü teâlânın Arşından süâl
etdim. O da dedi ki, ben de, Abdülvehhâb bin Atâdan, Rabbil’izzenin Arşından
süâl etdim. O da Sa’îd bin Urveye Rabbil’izzenin Arşından süâl etdim, dedi. O
da, Katâde bin Deâmeye Rabbil’izzenin Arşından süâl etdim, dedi. O da, Enes bin
Mâlike “radıyallahü anh” Rabbil’izzenin Arşından süâl etdim, dedi. O da, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerine süâl etdi. Resûlullah se’âdetle
buyurdular ki: (Ben de Rabbimin Arşından Cebrâîl
aleyhisselâma süâl etdim. O dedi, süâl eyledim, Mikâîl aleyhisselâmdan,
Rabbil’izzenin Arşından. O buyurdu, süâl eyledim İsrâfîl aleyhisselâmdan,
Rabbil’izzenin Arşından.O buyurdu; ben süâl eyledim Levh-i mahfûza,
Rabbil’izzenin Arşından. O dedi, süâl eyledim, Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretlerine, Arşından ve Arşın büyüklüğünden. Allahü Sübhânehü ve teâlâ
buyurdu ki, Arş-ı Mecîdin üçyüzaltmışbin kâimesi var,
ya’nî ayağı var. Her
ayağının altmışbin kerre yedi kat gök ve yer kadar büyüklüğü var. Her ayağının
altında altmışbin sahrâ, her sahrâda altmış bin âlem, her âlemin yaratılan
insan ve cinnin altmış bin katı kadar mahlûku var.) Burada anlaşıldığı üzere, Allahü
teâlânın yaratdıkları kemâl üzeredir ve cemâldedir. Ondan dahâ mükemmelinin
olması mümkin değildir. Herkes Allahü teâlânın yaratdıklarını fehm edip, Allahü
teâlânın azamet ve celâlini anlıyamaz. Herkesin ilmi ve aklı, Allahü Sübhânehü
ve teâlâ hazretlerinin melekûtinin izzetine ve ceberûtinin sırrına erişemez.
Allahü teâlâ hazretlerinin gayb-ül gayb esrârının sırrından, cümle halkden bir
kimse bir nefesi âşikâre alamaz. Nasıl ki, bir şâir beyân etmişdir:
Aşk yolunu tutanların kapısında bekle,
Âşıklığın bayrağını meydâna çıkarma.
Aşk nişânsız ve belirsizdir,
Kimse o nişânsız Zâtdan bahs etmesin.
Sermâye kalmayınca aşk da kalmaz,
Câna ve cihâna güvenme.
..
Âşıkların lebbeykini söylemiyen,
Büyüklük mahremi olamaz.
[Allahümmagfir lî ve li-vâlideyye ve li-ecdâdî ve ceddâtî ve
li-âbâî-ve ceddât-i zevcetî ve li-ihvetî ve ehavâtî ve lil-mü’minîne
vel-mü’minât vel-müslimîne vel-müslimât el-ahyâ-i minhüm vel-emvât bi-rahmetike
yâ Erhamerrâhimîn.]
Çok
sayıdaki mahlûklar ve melekler, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin Âdemi ve
evlâdını, iblîsi, gökleri ve yerleri Cenneti ve Cehennemi yaratdığını
bilmezler. Sâdece Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alî “radıyallahü teâlâ anhüm”
hazretlerine ve onların muhib sâdıklarına istigfâr ederler. Onların afv
olunmasını taleb ederler. Burada Ehl-i sünnet vel cemâ’at i’tikâdında olanlara
büyük şeref ve fazîlet vardır. Bunun için sevinmeli, Allahü teâlâya şükr ve
hamd etmelidir.
Onikinci Menâkıb: Bu hadîs-i şerîfin
tercemesi çokdur ve uzundur. Lâkin lâzım olduğu mikdâr beyân edelim. Abdüllah
ibni Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretleri rivâyet et-
mişdir. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: Allahü tebâreke
ve teâlâ hazretleri ne vakt ki, vâsıtasız ve âletsiz Âdem “alâ nebiyyinâ
aleyhissalâtü vesselâm” hazretlerini kendi yed-i kudreti ile halk etdi. O zemân
onu bir aksırma ile imtihân buyurdu. Aksırma Âdem “aleyhisselâm” hazretlerinin
mubârek ağzından çıkdı. Cân-ı azîzi [rûhu] istedi ki, aksırma ile bedeninden
ayrılsın. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri Âdem aleyhisselâma ilhâm
buyurdu. O zemân Allahü teâlâ hazretlerine tahmîd etdi. [Ya’nî Elhamdülillah,
dedi.] Karşılığında Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri (Yerhamükellah)
buyurdu. Ma’nâsı şudur: Allahü teâlâ sana rahmet eder ve senin nesline rahmet
eder ve bereket verir. (Elhamdülillah) bereketi ile Âdem aleyhisselâmın bedeni
aksırma sıkıntısından kurtuldu, râhata kavuşdu. (Yerhamükellah) bereketi ile
cân-ı azîzi [rûhu], mubârek bedeninde râhatlayıp, râhat oldu. Lâkin, Allahü
tebâreke ve teâlâ hazretlerinden (Yerhamükellah) mubârek lafzını işitince,
hemen o zemân iki elini, başı üzerine koyup, dedi ki, âh, âh, herhâlde bir
günâh işledim. O melekler o vakt orada hâzır idiler. Dediler ki: Yâ Âdem! Sen
ilm-i gaybı bilmezsin. Olmamış günâhı nasıl bildin. Âdem aleyhisselâm buyurdu
ki: Evet, ben ki, Âdemim. Günâh işlemeseydim Allahü teâlâ hazretlerinin
rahmetine kavuşmazdım. Zîrâ, Allahü teâlâ hazretlerinin rahmeti ve mağfireti
günâhkârlar içindir.
Abdüllah
ibni Abbâs “radıyallahü anhümâ” hazretleri der ki, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Âdem aleyhisselâmın bedeninin bir bölüğü canlı, bir bölüğü
cansız olduğu vakt, Âdem arkası ile göğsü arasından bir söyleyicinin sesini
işitdi ki, Âdemin rûhu o sesin aşkı ile titredi. O söyleyici dedi
ki, (Rabbimize şükr olsun. Onun çocuğu yokdur. Mülkünde ortağı yokdur. Onu çok
büyük bilmek lâzımdır.) Ondan sonra bir ses dahâ işitdi ki, (Doğru söyledin. Rabbimiz büyükdür. Azîzdir) diyordu. O
sesden sonra gördü ki, bir nûr mubârek göğsünde meydâna geldi. O nûrun
şevketinden Cennetin kapıları açıldı. Ondan sonra o nûrun berâberinde birbirine
müsâvî iki nûr dahâ Âdem aleyhisselâmın göğsünde meydâna geldi. O iki nûr
birbirine muvâfakat ve müsâadetle, öyle bir parıldadılar ki, Cennetin dereceleri
ve bu dere-
celerde ne var ise
hepsi, açıkca göründüler. Beşinci kerre Âdem aleyhisselâm kendi bâtını
aynasında [rûhunun
aynasında] bir şahs sûreti gördü. Şemâilinde [görünüşünde]
heybet ve şefkat sebeblerinden ve eserlerinden çok
çok zuhûra gelip hâsıl olmuş bir şahs ki, çok kuvvetli, gâyet şiddetli,
fevkal’âde heybetli, iri yapılı ve sıhhatli idi. Aynı zemânda kemâl-i gayret ve
salâbetle süslü bir kılınç sûreti de o sûretin omuzuna konulmuş. Âdem
aleyhisselâm buyurdu ki, o beş nesne o beş kimsedendir. Birinci,
söyleyiciden, ikinci, tasdîk ediciden, üçüncü, nûrdan, dördüncü, nûrdan,
beşinci söyliyen ve o kılıncı taşıyan heybetli ve siyâsetli şahsdan ki, onun
gibi birbirine ulaşmış ve rahmet ve kerâmetle süslenmişdir.)
Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: Cebrâîl aleyhisselâm
dedi: Âdem aleyhisselâmın, üst yarısı rûhu ile canlı, alt yarısı cansız olduğu
vaktde, kendi baş gözü ile ve gerekli kulağı ile o beş nesneyi ve o beş
nesneden görmesi gerekeni gördü, işitmesi gerekeni işitdi. O acâibliği görünce,
başından kendi kendine hareket etdi. Mubârek lisânını tesbîh ve tehlîl ve
tahmîd ve tekbîr ile Allahü teâlânın yüceliğini dile getirdi. (Sübhâneke rabbî.
Sübhâneke rabbî. Sübhâneke rabbî. Mâ a’zameke ve mâ a’zam kudretike ve mâ evsa’
mağfiretike ve rahmetike. Lâ ilâhe illâ ente tebârekete ve teâleyte rahmeten
vesiat külle şey’in ilmen ve ahseyte külle şey’in adeden.) [Ey noksan
sıfatlardan münezzeh olan Rabbim. Seni tesbîh ederim. Seni noksan sıfatlardan
tenzîh ederim. En büyük kudret, en geniş magfiret ve rahmet Sendedir. Senden
başka ilah yokdur. Sen çok büyüksün ve şânın çok yüksekdir. İlmin herşeyi içine
almışdır.] Yâ Rabbel’alemîn! Bana haber ver ki, bu gördüğüm şaşılacak iş nedir.
İşitdiğim güzel ses neden ötürüdür. O kimse kim idi. Sana şükr ve senâ etdi.
İkinci kim idi ki, evvelkini tasdîk etdi. O nûr ne nûr idi ki, Cennetin
kapıları o nûr ile açıldı. Yâ o iki nûrlar da ne nûr idi, o nûrdan sonra ki,
Cennetin dereceleri o iki nûrdan aydınlandı. O âhıretde gördüğüm; heybetli,
salâbetli sûret, kimin sûreti idi. Allahü Sübhânehü ve teâlâ buyurdu ki: Yâ
Âdem! Henüz onların meydâna çıkmaları vakti gelmedi. Ammâ sen bu sâatde
Âdemsin. Sana lâzımdır ki, onlardan iki nesneye kanâat edesin. Birincisi,
onların adları o yerde yazılmışdır; göresin. İkincisi, sıfatlarını benden
işitesin. Âdem “aleyhisselâm” dedi
ki: Yâ Rabbil’âlemîn! Sen neyi irâde edersen o olur. Ne buyurursan o meydâna
gelir. Allahü teâlâ hazretlerinden buyruk geldi ki, (Yâ Âdem! Biz bu sırrı sana
açdık, perdeyi kaldırdık. Bak, göresin.) Âdem aleyhisselâm iki gözünü arş
tarafına çevirdi. Arşın kenârında, (Lâ ilâhe illallah. Muhammedün Resûlullah! Ebû Bekr-i Sıddîk. Ömer-ül Fârûk. Osmân-ı
Zinnûreyn. Aliyyül Mürtedâ.) yazılmış gördü. Âdem “aleyhisselâm” dedi ki: Yâ
İlâhî! Meğer bunları benden evvel yaratmışsın. Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretleri buyurdu: Yâ Âdem, ben onları senden evvel yaratmadım. Muhakkak senin
neslinden yaratacağım. Lâkin adlarını gökden ve yerden, Cennet ve Cehennemden
ikibin kerre bin sene evvel, Arş üzerinde ve tâcı üzerinde yazmışım. Senin
evlâdların dünyâda, her ne vakt ki, benim ismlerimi zikr ederler. Benim
bendelerim olan melekler de, ulvî âlemde, onların ismlerini zikr ederler. Âdem
aleyhisselâm dedi: Yâ Rabbî! Onların yüzünü görmeyip ve onları görmekle şâd ve
hurrem olmadıkdan sonra, bana onların adlarını görmekden ne fâide olur. Allahü
Sübhânehü ve teâlâ hazretleri buyurdu: Yâ Âdem; onların adlarını bu vaktde
görmenin fâidesi şudur ki, ilmel yakîn bilesin ki, senin hayâtın vaktinde veyâ
senin evlâdın vaktinde karşılaşacağınız her lüzûm ve ihtiyâc, onların sebebi
ile görülür. Onların şefâ’atinden gayri kurtuluş yokdur. Senin etdiğin her düâ
veyâ senin evlâdının etdiği düâların kabûlüne sebeb onların şefâ’atlarından
gayri yokdur. Bu söz söylendi ve geçdi.
Hayât
Âdem aleyhisselâmın mubârek teninde karâr kıldı. [Ya’nî bedeni canlandı.]
Cennete girdi. Yasak edilen ağacdan yidi. Bu sebeble Cennetden dışarı düşdü
[çıkarıldı]. Dürlü dürlü ve çeşidli üzüntüler ile karşılaşdı. Üçyüz sene
aralıksız Allahü teâlâdan hayâ edip, istigfâr ve düâlar eyledi. Üçyüz sene
temâm oldukda, bir gün yukarıda söylenilen sözler hâtırına geldi. Hemen o
sâatde iki elini kaldırıp ve iki gözünü arş-ı azîm tarafına dikip, dedi ki: Ey
âlemlerin Rabbî! O beş kimsenin hürmeti için ki, onların rûhlarını kendi
sînemde müşâhede etdim. Ve ismlerini Arşın kenârında yazılmış gördüm. Onlar,
Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ve Ebû Bekr-i
Sıddîk ve Ömer-ül Fârûk ve Osmân-ı Zinnûreyn ve Aliyyül Mürtedâdır “radıyallahü
teâlâ anhüm
ecma’în”. Benim günâhımı onların
hürmetine afv et. Hemen Cebrâîl aleyhisselâm geldi ve dedi ki: Yâ Âdem, senin
özrün ve düzelmen ve tevben kabûl olması, O kimselerin hurmetine ve haşmetine
oldu. Âdem “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm”, işte böyle işleri ve
sözleri işitdikden ve gördükden sonra, o beş kişinin şânını ve hâlini Allahü
Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinden süâl etdi. Allahü teâlâ onların hâllerini,
sîretlerini, yollarını ve güzel mu’âmelelerini beyân buyurdu. O vaktde Âdeme
bildirdi ki, yâ Âdem! Şükr ve senâ etdiğin o söyleyici, âlemin vücûdunun
aslıdır ve âlemde yaşıyanların kutbudur. Üzerine hüccetdir. Bütün varlıklar
onun sâyesinde vardır. O kimsedir ki, halkla, benimle ve kendi ile doğrudur. O
kimse ki, şirkin ve nifâkın kökünü ve temelini keser. İnâd perdesini yırtar. O,
bâtılın başını ve boynunu kırar. Ve söndürür. O, küfrün hiçbir yerinde kâdir ve
kıymetini koymaz. O, benim ismetimin sırrındadır. Ve nusretimin himâyesindedir.
O bir çırâğdır. Ben kara gönülleri o çırâğın nûru ile parlatır, aydınlatırım. O
bir dostdur ki, ben onun dostlarının cürüm ve cefâsını ve kendi dostlarımın
sehv ve hatâsını onun hürmeti ile örterim. O resûl, rahmet ve kerâmetdir. O
kıyâmet gününde, yalnız başına mahşerdekilere şefâ’at eder. O arabî olan Ahmed,
Hâtem-ül nebiyyin ve Kureyşi olan Muhammeddir. Bütün Resûllerin seyyididir.
Yâ Âdem!
O ikinci ki, birinciyi üç kerre tasdîk etdi. O Ebû Bekr-i Sıddîkdır. O ihtiyâr
[şeyh] çok büyük, kemâl ve cemâl ile süslenmişdir. Ahlâkı güzelliklerde öğülmüş
ve beğenilmiş bir yegânedir [eşsizdir]. Hayrlı ve çok iyidir. Dînin
muhiblerinin [sevenlerin] güzîdesidir. Hiçbir amel işlemezden evvel bizim kabûl
olunmuşumuzdur. Vücûda gelmezden [yaratılmadan] evvel, husûsî muâmele edilen
üstün kimselerin tanınmışıdır. Onun sîreti ehl-i islâma ışıklı yoldur. Onun
tarîkati [yolu] ehl-i sünnet vel cemâ’at için ana caddedir. Hem râzı olmuş, hem
de râzı olunmuşdur. Hem muvaffak, hem mukarrebdir. Sâbıkdır ve sâdıkdır.
Müslimânlık dîninin aslında, doğru ve dürüstdür. Atîk-i ezhardır. Sâdık-ı
ekberdir. Yüzyirmidörtbin ümmetin büyüğü ve efendisidir.
Yâ Âdem!
O nûr ki, onun ışığı ile Cennetin kapıları açıldı.
O kimsedir ki, bu kendi
gönderdiğim Hak dînime onunla nusret veririm. Ben islâmı onunla azîz ederim.
Ben hakkı ve hak ehlini onunla meydâna çıkarırım. Bâtıl ve bâtıl ehlini onunla
yok ederim. Şeytânı onun ile korkuturum ve kaçırırım. Ben îmânı küfrden, küfrü
îmândan onunla ayırırım. Âhır zemânda Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretlerinin dînine nusreti onunla peydâ ederim. O milletin
direğidir. Zînetidir, hüccetidir; çırâğıdır. O vâhib (afv eden), evvâb, tevvâb
[tevbe edici] ve Ömer-ül Hattâbdır.
Yâ Âdem!
Ammâ o iki nûr ki, birbirine muvâfık ve müsâid ve birisi îmân nûru ve birisi
Kur’ân nûrudur. O iki nûrun ehli ve o nûrun mahremi, hayâ sâhibi Osmân bin
Affândır. Hem nâşîr-i Kur’ândır. O, benden râzıdır. Ben ondan râzıyım. Doğru
kanâatli ve doğru düşüncelidir. Her ne yaparsa ihlâs üzeredir. Her ne söyler ve
buyurur ve işitirse ihlâs üzeredir. Geceleri kıyâmda ve kuûdda [ka’dede],
rükû’da ve secdede diri tutar. Nebîlerin rûhunu ve meleklerin şahsını, kendi
tehlîl ve tesbîhi ile âsûde ve râhatlıkda tutar. Dirlik vaktinde [sulh
zemânında] kerâmet ehli olur. Kıtâl [harb] vaktinde, kemâl ve şehâdet ehli
olur.
Yâ Âdem!
O civânmert ki, onun sûreti sînenle iki yanın arasında tasvîr edilmişdir. O
merddir ki, fütüvvet ve mürüvvet esâsı olarak ne varsa, şecâat ve şehâmet
temeli olarak ne mevcûd ise, hepsi bir onun şemâilinin rüzgârında yer
tutmuşdur. Civânmerddir ve şîr-i merddir [aslan gibi yiğitdir]. Sığınılacak bir
kal’adır. İlm hazînesidir. Hilm kaynağıdır. Süvârî olduğu [ata bindiği] vaktde,
mukaddem ve sâbıkdır. Yaya olduğu zemân müctehidlerin büyüğü, hidâyet ehlinin sancağı
ve vilâyet ehlinin rabbânîsidir. Kendi ameli ile sâbık ve benim hükmümle
nâtıkdır. Her gâlib üzerine gâlib ve adı Alî ibni Ebî Tâlibdir “radıyallahü
teâlâ anh”.
Diğer rivâyet: Âdem “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” onların
ism-i şerîflerini arşda gördüğü vakt, dedi ki: Yâ Rabbî! Gördüm ve bildim,
ammâ, onların herbirşeyi benimle kalır mı, yoksa benden ayrılır mı? Cevâb geldi
ki, yâ Âdem! Sen bizim ahdimizde vefâ üzerindesin. Bizim emrimizde ve rızâmıza
tâbi’sin. Bu hediyyeler, bu inciler, bu nûrlar, sendedir,
seninledir. Ahdimizi bozar ve
vefâdan dönersen ve emr ve rızâmıza muhâlefet edersen, o vakt sen bilirsin.
Hazret-i Âdemin cânı [rûhu], mubârek tenine dağılıp, yerleşdi. Bedende [tende]
sükûnet buldu. Cennet hullesini giydi. Kerâmet tâcını başının üzerine koydu.
Kurbiyyet kemerini bağladı. İzzet tahtının üzerine oturdu. Aslı misk-i esfer
[çok güzel koku] olan o uğurlu ve bereketli binek üzerinde, gökler melekûtine
geldi. O binek üzerinde Cennetlere geldi. Kudsî âlemlerin hepsinde dolaşdı. Her
âlemde, o âlem halkının kıblesi oldu. Cebrâîl ve Mikâîl Âdemin ma’iyyetinde
gidiyordu. Bütün bu fazîletleri, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri Fahr-i
âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin bereketi ile verdi. Âdem
aleyhisselâmın hullesinin [elbisesinin] rengi yıldız gibi ve mubârek teninin
rengi ay gibi, mubârek yüzünün rengi güneş gibi idi. Mubârek alnı üzerinde
yazılmış: Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah.
Ebû Bekr-i Sıddîk, Ömer-ül Fârûk, Osmân-ı Zinnûreyn, Aliyyül Mürtedâ.
Mukarreblerden, mukaddeslerden, rûhânîlerden, kerûbîlerden o kadar melek,
hazret-i Âdemin gelip-geçeceği yollar üzerine dururlardı. Âdem aleyhisselâmın
yüzüne bakarlar, alnında yazılı olan (lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah, Ebû Bekr-i Sıddîk, Ömer-ül Fârûk, Osmân-ı
Zinnûreyn, Aliyyül Mürtedâ)yı görürlerdi. Âdem aleyhisselâm Cennetde
ni’metlenip ve zevklendi. Sonra sûrî isyân olup, Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretleri, lutf-i kereminden tevbesini kabûl edip, zellesini afv etdi. Âdem
aleyhisselâm düâ edip, dedi: Yâ Rabbî! Bir kerre dahâ o beş nûru bana getir.
Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmın düâsını kabûl edip, Âdeme Cennetin şimşîr
ağacından bir tabût [sandık] indirdi. O tabutda, ezelî ilmi ve ezelî irâdesi
te’alluk etmiş, üç arşın yüksekliği, üç arşın eni vardı. Tabutda yüzyirmidört
bin Nebînin sûreti, o sûretin herbirine bir hâne olmak üzere yüzyirmidört bin
hâne, her hâneye de dıvâr, dam, kapı, pencere, perde ve perdedâr halk etmiş.
Başlangıçda Âdem aleyhisselâmın hânesi, sonunda Muhammed Mustafâ “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin hânesi vardır. Bir tarafında Enbiyâ
hânesi, bir tarafında hazret-i Resûlullahın
kırmızı yâkutdan hânesi. Hâne ortasında nemâza durmuş ve sağ elinin ayasını sol
elinin üzerine koymuş ve Resûlullah hazretlerinin
sağ tarafında bir merd-i mutî’nin
[itâat eden merdin] sûreti vardır
ki, alnında yazılmışdır: Bu Ebû Bekr-i Sıddîkdır. Sol tarafında da bir merdin
sûreti vardır ki, alnında yazılmışdır: Bu Ömer-ül Fârûkdur. O merd ki, Allahü
tebâreke ve teâlâ hazretlerinden gayri kimseden korkmaz. Önünde Osmânın
“radıyallahü anh” sûreti ve alnı üzerinde yazılmışdır ki: Bu, iyi merdlerin
hâsı ve iyi kulların büyüğüdür. Hazret-i Mustafânın “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” arkasında Aliyyül Mürtedânın sûreti, kılıcını omuzuna almış ve alnı
üzerinde yazılmış ki, Mustafâ hazretlerinin birâderi ve amcazâdesidir. Ondan
sonra Çihâr yâr sûretinin etrâfında amcaların ve dayıların sûreti ve diğer
halîfeler ile vekîllerinin sûreti, muhâcir ve ensârın gâzîlerinin hepsi, başlarında
yeşil imâme ve yeşil tâclar ve yeşil silâhlar ve binekleri de hepsi yeşil.
Yarın kıyâmetde de böyle gelirler. Dünyâda güneşin nûru dünyâyı aydınlatdığı
gibi, onların atlarının tırnaklarının nûru arasat meydânını nûrlandırır. Âdem
aleyhisselâm dünyâda hayâtda idi; o tabut yanında idi. Âdem aleyhisselâm
dünyâdan göç etdiler. Şît “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm”
hazretlerine mîrâs kaldı. Şîtden “aleyhisselâm” İdrîse “aleyhisselâm” ve
böylece tâ İbrâhîm Halîl ve İsmâ’îl ve Mûsâ Kelîmullah ve Îsâ ibni Meryem “alâ
nebiyyinâ ve aleyhimüssalâtü vesselâm” hazretlerine mîrâs kaldı. Bu kıssa
uzundur. Bundan maksad odur ki, hazret-i Âdemin zemân-ı şerîfinden, hazret-i
Îsânın zemân-ı şerîfine kadar her bir Nebî ve her bir Resûl, gazâya gideceği ve
Allahın düşmanları ile harb edeceği zemân, o tabutu kendi ile berâber
götürürdü. Muhammed Mustafa “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin
berekât ve hayrâtından ve Çihâr yâr-i güzînin berekâtından zafer ve nusret ve
fırsat müyesser olurdu. Bu konu (Kısâs)da
mevcûddur.
Onüçüncü Menâkıb: Sahîh isnâd ile Atâdan, o da Abdüllah bin Abbâsdan
“radıyallahü teâlâ anhümâ” bildirilen hadîs-i şerîfde,
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
buyurdular ki: (Kıyâmet günü bir nidâ edici, nidâ
eder ki, Ehlullah olan kalksın! Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alî “radıyallahü
teâlâ anhüm” kalkarlar. Ebû Bekre denilir ki: Var,
Cennet kapısında dur. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin rahmeti ile,
istediklerini Cennete koy. İstemediğini de Allahü teâlânın kudreti ile Cennete
koyma. Ömere “radıyallahü teâlâ anh” denir:
Var, mî-
zân [terâzî] yanında dur! Kimi istersen, Allahü teâlânın bereketi ile
mîzânını ağır et. Kimi istersen, Allahü teâlânın bereketi ile, mîzânını hafîf
et. Osmâna “radıyallahü teâlâ anh” denilir.
Al bu asâyı. Var Kevser havzının yanına dur! Kimi istersen havuzdan su içir.
Kimi istersen içirme. Alîye “radıyallahü teâlâ anh” denilir ki: Bu hulleyi giy! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri
bu hulleyi senin için hâzırlamışdır.)
Şimdi,
ey sünnîler, ehl-i sünnet i’tikâdında olan temiz müslimânlar! Bu dört hâl,
Çihâr yâr-i güzîn “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” hazretlerinin şeref ve
fazîletinin ifâdesidir. Ma’lûm olsun ki, Alî “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerinin hulle giymesi, ikbâl-i tâmdır. Kevser şerâbı üzerine emîn olmak,
Osmânın “radıyallahü teâlâ anh” işi oldu. Adâlet terâzisini kendi fermânında
tutmak Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” işi oldu. Cennetde tesarruf etmek Ebû
Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” işi oldu. Cümlesinden üstün ve efdaldir.
Ondördüncü Menâkıb: Ubeyy bin Kâ’b “radıyallahü teâlâ anh”, Eshâb-ı güzîn
“rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerinin Kur’ân-ı kerîm okuyanlarının
efdallerindendir. O rivâyet etmişdir. Ben bir gün Vel-Asr
sûresini, Resûlullahın “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” huzûr-ı şerîflerinde okudum. Bitirince, dedim ki: Yâ
Resûlallah! Vallahi, benim canım, babam ve anam sana fedâ olsun ki, lutf
eyleyip, bu sûre-i azîm-üş-şânın tefsîrini beyân buyurun. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurdular ki: Birinci âyet-i kerîmede meâlen, (Allahü tebâreke ve teâlâ günün âhırine yemîn ederim) buyurmuşdur. İkinci âyet-i kerîmede meâlen, (Elbette, Ebû Cehlin işi ziyânda, zelîl ve başı aşağıdadır) buyurmuşdur. Üçüncü âyet-i kerîmede meâlen, (Ancak îmân edenler) buyurması,
Ebû Bekr-i Sıddîk içindir. [ve devâmında meâlen] (Amel-i
sâlih işliyenler) buyurulması,
Ömer-ül Fârûk içindir ki, çok amel işleyici ve şükr edici ve iyi işler
yapıcıdır. (Hakkı tavsiye ederler);
Osmân-ı Zinnûreyn içindir ki, sabr tutucu ve hayâ-hilm sâhibidir. (Sabrı tavsiye ederler), Aliyyül
Mürtedâ içindir ki, vefâkârdır ve kendini hıfz edicidir.
Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Kelâm-ı kadîm tefsîrinde, Ebû
Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ
anh” hazretlerini îmâna benzetdi.
Ömer-ül Fârûk “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini amel-i sâlihe benzetdi.
Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini hak işde vasıyyete denk etdi.
Aliyyül Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini, sabr işinde vasıyyete
benzetdi. Ebû Bekr “radıyallahü anh” îmân yerinde oldu. Ömer “radıyallahü anh”
amel yerinde oldu. Ömer Ebû Bekrin fer’idir. Ebû Bekr îmân yerindedir. Îmân
kalbin fi’lidir. Ömer amel yerindedir. Amel bedenin fi’lidir. Kalb bedene tâbi’
değil, beden kalbe tâbi’dir. Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin Kur’ân-ı
kerîminde okursun ve görürsün. Âyet-i kerîmede;
(Îmân edenler, sâlih amel işleyenler, hakkı tavsiye
edenler, sabrı tavsiye edenler) buyurulması,
burada da, önce Allahü teâlâ hazretlerini bilesin. Sonra Muhammed Mustafâ
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini bilesin ve dîn-i islâmı
tutasın. Dîn-i islâm üzerine sülûk edesin [ilerleyesin]. O Ebû Bekr
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini hak üzere halîfe ve imâm bilesin. Ondan
sonra Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini, ondan sonra Osmân “radıyallahü
teâlâ anh” hazretlerini, ondan sonra Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini
hak üzere halîfe ve imâm bilesin. Ümîd olur ki, onların muhabbetleri hurmetine
müslimân dirilirsin ve kıyâmet günü müslimânlar safında olup, müslimânlar
zümresinde haşr olursun. Bütün şiddetlerden ve belâlardan emîn olasın,
inşâallahü teâlâ.
Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu: (Her kim bir kerre nemâzda veyâ nemâz hâricinde Velasr
sûresini okursa, o kimse, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinden iki şey
bulur. Biri dünyevî, biri uhrevî. Dünyevî olan odur ki, Allahü tebâreke ve
teâlâ hazretleri, ömrünün sonuna kadar sabr mührünü vurur. Tâ ki, o kimsenin
ölüm cihetinden hiçbir korku ve sıkıntı önüne gelmez. Uhrevî olan odur ki,
Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri o kimseyi kıyâmetde hak ehli ile ve kendi
hâs kulları ile haşr eder. Tâ o kimsenin de gönlüne yalnızlık ve kimsesizlik
cihetinden bir korku ve yabancılık fikri gelmez. Her bir okumağa bu iki ni’metin
karşılığı hâzırdır. Bu Vel-asr sûresi hem hakkı zikr eder, hem sabrı zikr eder.
Bu sûreyi okuyanın, dünyâda ömrünün sonu sabr üzere olur. Âhıretde haşrı, hak
ehli ile olur. Âyetleri dörtdür. Kelimeleri ondörtdür. Harfleri altmışsekizdir.
Her âyetin sonunda çok tehıyyât
ve salavât ve her
kelimenin sonunda çok berekât ve hayrât ve harflerinin mukâbilinde çok derece
ve hasenât vardır.)
Onbeşinci Menâkıb: Bu haber, Çihâr yâr-i güzîn “radıyallahü teâlâ anhüm”
hazretleri hakkında meşhûr haberlerden biridir ve onların fazîlet ve şerefleri
beyânında vârid olmuşdur. Onların muhabbetleri bizim bedenimizde ve canımızda
hayâtımız gibi olmuşdur. Cânımızda îmânımız gibi olmuşdur. Elhamdülillah!
Onların muhabbet güneşleri bundan da fazla olursa, lâyıkdırlar. Eğer yüz bu
kadar veyâ bin bu kadar veyâ dahâ da fazla olursa yine lâyıkdırlar. Hiçbir
kimse, bu âna kadar onların dostluğundan dolayı ziyân etmemişdir. Bundan sonra
da etmez. Hiçbir ferd bu zemâna kadar onlara düşmanlık yapmanın fâidesini
görmemişdir, zararını görmüşdür. Bundan böyle kıyâmete kadar onlara adâvet
sebebi ile bir fâide bulmak ihtimâli yokdur. Mutlaka zarar vardır. O kimseler
hem Muhammed Mustafânın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” makbûlü ve mardîsi
olur ve hem Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin
mahbûb ve memdûhu olur. Dahâ ne istersin. Bundan ziyâde ne gerek. Oradan ki,
niyyet himmetdir ve ta’rîf-i muhabbetdir. Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerinin ve Çihâr yâr-i güzînin temiz olmalarında ve
büyüklüklerinde şek ve şübhe yokdur. Kur’ân-ı kerîmde geçen âyet-i kerîmeleri
zikr etdik. Menâkıb-ı şerîflerinde ve o haberler ve eserlerin çokluğundan ki,
tafsîl etdik ki, şerefli şânlarında gelmişdir. Acaba o insâfsız ve mürüvvetsiz
ve zâlim ve münâfık kimseler, bu kadar Kur’ân-ı azîm âyetlerini ve bu kadar Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin hadîs-i şerîflerini okur ve
dinlerler de, niçin gönlünde tutmaz ve inkiyâd ile kabûl etmezler. Göklerin ve
yerin bile Çihâr yâr-i güzînin şerefinden haberleri vardır. Cennet ve Cehennem
onların nefesinden haberdârdır. Süflî âlem [dünyâ], üzerinde o büyükleri
taşıdığı için iftihâr duyar [öğünür]. Levh ve kalemin her ikisi, Çihâr yâr-i
güzîni senâ eder. Arş ve Kürsînin her ikisi Çihâr yâr-i güzîne düâ eder. Allahü
teâlâ ve Resûli, Çihâr yâr-i güzîni medh ederler.
[Meâl-i
şerîfi; (... Sabr edenler ...) olan Âl-i İmrân sûresi
17.ci âyet-i kerîmesi, Çihâr yâr-i güzîn ile alâkalıdır.] Sağlam ri-
vâyet ile Abdüllah bin Abbâsın “radıyallahü
teâlâ anhümâ” bildirdiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri, bir cemâ’ate karşı buyurdu ki, kıyâmet günü olunca, herkesin niyyet
ve himmeti, gam ve sıkıntıdan kendisini kurtarmak olur. Önce gelenler ve sonra
gelenler, murâdlı ve murâdsız [istekli, isteksiz] bir meydânda toplanırlar.
Kendi defterlerini okumak üzerine ve kendi yönlerinin katılığı üzerine ve kendi
iyi bahtını kabûl etmek üzerine veyâ Allahü teâlâ muhâfaza etsin, kendi kötü
bahtını kabûl etmek üzerine gönül verirler. Eğer bu tarafda söz söyler isek,
söz uzar ise de, eğer söylemeyip, geçersek, gam ve gussada kalırız. Bunun için
burayı uygun bir şeklde beyân edelim. Lâkin gönül katılığı ve göz körlüğü fâide
vermez. Âdem “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” hazretlerinin zemân-ı
şerîflerinden kıyâmet kopuncaya kadar, her kim ki, vücûda gelmişdir, hepsi
toplu olarak veyâ müteferrik olarak temâmı toplanırlar. Bir kavm ayak üzerine
durmuş, bir kavm dizleri üzerine durmuş şekldedir. (Her
ümmeti dizleri üzerine oturarak toplanmış görürsün!) buyurulmuşdur. [Câsiye
sûresi 28.ci âyet-i kerîme meâli.] Kalbleri göğüsde hurûşa gelmiş,
beyinleri dimâglarda cûşa gelmiş olur. Dizleri üzerine gelmiş kimsenin gönlü
sıkıntıda olur. Kendilerinden bîzâr olurlar. Ümîd etdikleri şeylere
kavuşamadıklarını, lezzetlerden uzak olduklarını görürler. Gönüllerini
[kalblerini] kendi yapdıklarının ve dediklerinin cezâsı ile başbaşa bırakırlar.
Büyük ve küçük günâhlıları, bir tarafda tutarlar. Kuvvetli ve za’îf hasmları
diğer tarafda tutarlar. Mürâîlik, yankesicilik, nemmâmlık, ikiyüzlülük
perdelerini yırtarlar. [Ya’nî bu vasflar açığa çıkar.] Dimâglarda, gönüllerde
olan her ne varsa açığa çıkar. Yâ se’âdet nûruna kavuşur. Veyâ Allahü teâlâ
korusun, şekâvet ve zulmetine kavuşur. [Şûrâ sûresi
7.ci âyet-i kerîmesinde meâlen], (Bir fırkası
Cennetde, bir fırkası Cehennemde olurlar) buyuruldu.
Mü’min ve kâfirin başdan gidecekleri yer belli olur. Bu bâbda bu kadar yazıldı.
Biz
bîçâreler ve derdine dermân arayanlar. Ne edelim, ne yapmağa kâdiriz. Biz
nasîbsiz kimseler, kime ne söyliyelim, kime ne ağlayıp, sızlayalım. Keşki,
annemizden doğmıyaydık. Veyâ çocuk iken ölse idik. [Meryem
sûresi 23.cü âyet-i kerîmesinde; Îsâ aleyhisselâmın doğumu zemânında;
hazret-i Meryemin;
(Ne olaydı bu hâlden
evvel ölmüş olsaydım; unutulup gitseydim) dediği bildirilmekdedir.] Yâ Rabbî! Sana karşı
ağlayıp-sızlayalım. Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerini sana şefâ’atçi getirelim. Sonra Çihâr yâr-i güzîn “radıyallahü
teâlâ anhüm” hazretlerini de sana şefâ’atçi getirelim. Evet, evet. Vallahi
delîl budur. Gözümüzün suyu, böyle günde, böyle vaktde gâyet hoşdur, büyük
sermâyedir.
Rubâi’:
Senin aşkın zarar olsa da, her ne kadar, yine hoşdur,
Aşkında can korkusu olsa yine de hoşdur.
Diyelim ki, bu dünyâda sana kavuşamadım,
Âhıretde bir ümîd, bulunsa yine de hoşdur.
Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” kıyâmet gününün şiddetini, dehşetini beyân
etdikden sonra buyurdular ki, bu şiddetli ânda iki minber getirirler. Her ikisi
de kemâli nûr ile münevver, her ikisi hâlis nûrdandır. Birisini Arşın sağ
tarafına, birisini sol tarafına koyarlar. İki şahs, ikisi de mukarreb melek,
ikisi de heybetli ve haşmetli gelirler. O iki minber üzerine otururlar. Ondan
sonra, o sağ tarafda minberde oturan güzel ses ile der ki, (Beni bilmiyenler
bilsin ki, Cennetin hâzini Rıdvânım. Cennetin makâmları, hazîneleri,
dereceleri, benim elimdedir. Sevâb işleyenlerin işlerini gören benim. Şimdi
emîn olun ve bilin, işte Cennetin anahtârları bendedir. Bugün Allahü Sübhânehü
ve teâlâ hazretleri buyurdu, yâ Rıdvân! Kilitleri, Muhammed Mustafâya
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” teslîm et. Ben de iletdim. Resûlullah hazretleri bana buyurdu ki, bu kilitleri
Ebû Bekre ve Ömere teslîm et. İkisine benden selâm da söyle. Ve hem Allahü
teâlâ ve tekaddes hazretlerinden selâm söyle. Ve onlara söyle ki, Cennet
kapılarını açınız. Kendi dostlarınızı, gönlünüzün murâdı üzerine azâbsız
Cennete götürünüz. Şimdi ben geldim. Kilitleri Ebû Bekre ve Ömere teslîm etdim.
Siz şâhid olunuz.)
Ondan
sonra o ikinci melek, Arşın sol yanındaki minberden yüksek sesle nidâ eder.
Heybetlidir ve haşmetlidir. (Yâ mahşer halkı. Her kim beni bilirse hoşdur. Her
kim beni bilmez ise, bilsin ki, ben Cehennem meleği Mâlikim. Azâb ehlini ben
bilirim.
Cehennem
derecelerini, tabakalarını, acı yerlerini bilirim. Cinnîleri ve Âdem
oğullarını, eğer istesem; arasat meydânından bir elimle tutar alırım. Ben ki
bir sayhâ ile [bağırma ile] ve bir helâk edici bağırma ile insanların ve
cinnîlerin başına intikâm getiririm. Eğer istesem, Cehennemin dörtyüz
derekesini bir boncuk gibi, elimin ayası üzerinde döndürürüm. Eğer istesem,
ağaçlar yaprağı adedince, sahrâlar kumu adedince olan zincir ve halkaları,
yılan ve akrebleri bir da’vet ile Cehennemin hâviyesinden dışarı çıkarırım. Şimdi,
size haber vermeğe ve söylemeğe geldim. İyi bakınız ve dinleyiniz. Bunlar,
Cehennemin kilitleridir. Allahü teâlâ bana emr etdi ki, Cehennemin bütün
kilitlerini Muhammed Mustafâya vereyim. Ona söyliyeyim ki, her kimi ister isen,
Cehennemden geri tut. Ben de geldim kilitleri teslîm etdim. Allahü tebâreke ve
teâlânın emrlerini haber verdim. Muhammed aleyhisselâm buyurdu ki, şimdi sen
de, Allahü teâlâ şânühü hazretlerinin emri ile ve benim buyruğum ile Cehennemin
bu kilitlerini, Ebû Bekr ve Ömere teslîm et. Ve onlara söyle. Her ikiniz
düşmanlarınızı Cehenneme götürünüz. Şimdi, ben ki Mâlikim. İşte getirdiğim
kilitleri, Ebû Bekr ve Ömere teslîm etdim. Siz şâhid olunuz.)
Ondan
sonra, konulan o iki minber üzerine Rıdvân ile Mâlik çıkıp, otururlar. Sonra
iki minber dahâ, cemâl ve kemâl-i nûr ile münevver oldukları hâlde getirirler.
O iki minberin yanına koyarlar. Birinin sağında ve birinin solunda. Mukarreb ve
mutahhar iki şahs [melek] gelip, herbiri bir minber üzerine çıkıp, otururlar.
Ondan sonra o sağ tarafdaki minberde oturan mukarreb melek nidâ eder ve der ki,
Yâ mahşer halkı. Ben Mikâîlim. İzzet hazînelerine müvekkilim. Minnet zâhireleri
üzerine düşmüşüm. Suların, rüzgârların ve rızkların hazînedârı benim.
Meşgûliyyetlerin, işlerin, fethlerin ve nusretlerin koruyucusu benim. Allahü
teâlâ şânühû, kevser havzının kaynağını, suyunun dolup-boşalmasını, dağıtım ve
tutumunu bundan önce benim emrime vermişdi. Bugün bana buyurdu ki, biz o
nesneyi, sana vermiş idik. Bizim emrimiz ile benim hâs Resûlüm Muhammed
Mustafâya “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” teslîm et. Bugün Kevser havzında
cârî olan herşey, Resûlün “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” murâdı ve rızâsı
ile cârî olacakdır. Ben vardım bu hükmü ve bu işi, hazret-i Mustafâya teslîm
et-
dim. Muhammed Mustafâ hazretleri,
bu işi, Osmân-ı Zinnûreyn hazretlerine verdi. Kendi dostlarını ve Ebû Bekr,
Ömer ve Alînin “radıyallahü teâlâ anhüm” dostlarını havzın şerâbından içirerek
kandırsın. O Çihâr yârın düşmanlarını, havz-ı kevserden mahrûm edip, geri
döndürür. Sonra Arşın sol tarafında olan minberdeki melek nidâ eder: Yâ mahşer
halkı. İşte cümle meleklerin büyüğü olan rûh benim. Vilâyetin fahri ve
memleketin zeyni, cümle meleklerin berâberi benim ki, benim şânımda gelmişdir.
Allahü teâlâ hazretleri [Nebe sûresi 38.ci âyet-i
kerîmesinde meâlen], (... Kıyâmet günü Rûh ve
melekler saf olup, dururlar...) buyurdu.
Şimdi bakın ve görün ki, sıratdan geçmek berâtı benim elimdedir. Görün ki,
Allahü teâlâ şânühü, bundan evvel beni, sırat yolcularının gözeticisi etmişdi.
Hiç kimse, benim icâzetim olmayınca, sıratdan geçemez. Bugün Allahü Sübhânehü
ve teâlâ bana buyurdu ki, var bu cevâzı Muhammed Mustafâya ver. Ben de vardım,
bu cevâzı Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine
teslîm etdim. Muhammed aleyhisselâm bana buyurdu ki, sen bu cevâzı Aliyyül
Mürtedâya teslîm et. Bugün Aliyyül Mürtedâ kendi dostlarını ve Ebû Bekr, Ömer
ve Osmânın dostlarını selâmetle sıratdan geçirsin. Düşmanlarını, tepe aşağı
Cehenneme yollasın.
Onaltıncı Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” oturunca, sağ
tarafına Ebû Bekr-i Sıddîk, sol tarafına Ömer-ül Fârûk, karşı tarafına Osmân-ı
Zinnûreyn, arka tarafına Aliyyül Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anhüm” otururdu.
Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh”, Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerinin sağ tarafında oturmasının sebebi, ondan
dolayıdır ki, bu ümmetde Ebû Bekrden dahâ merhametli kimse olmamışdır. Cennet
rahmet serâyıdır. Cennet sağ tarafdadır. [Vâkı’a
sûresi 27.ci âyet-i kerîmede meâlen; (Defteri
sağ tarafdan verilenler, ne mutlu o eshâb-ı yemîne [sağcılara].) buyuruldu. 28.ci âyet-i kerîmede meâlen; (Eshâb-ı yemîne Cennetde ne ikrâmlar olacakdır. Onlar, dikeni
olmıyan, meyvesi çok olan sedir ağaçlarının altında olurlar) buyuruldu.] Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerinin sağ tarafda oturması bundan dolayıdır.
Ömer-ül
Fârûk “radıyallahü teâlâ anh”, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin sol tarafında oturması ondan dolayıdır
ki, iblis-i la’în her kavmin arasına sol tarafdan gelir. Ya’nî İblîsin yolu sol
tarafdan idi. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” şeytânın yolu üzerine oturmuş
olurdu. Âlem yaratılalıdan beri şeytân kimseden, hazret-i Ömerden korkduğu gibi
korkmazdı. Hangi evde hazret-i Ömer olur ise, şeytân oraya giremezdi. Bir evde
şeytân olduğu zemân, hazret-i Ömer o eve girdiği gibi, İblîs fîrâr ederdi.
Dâimâ Ömer “radıyallahü teâlâ anh”, toplantılarda ve meclislerde; Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin
sol tarafında otururdu. Tâ ki, iblîs o yoldan kavmin arasına gelmesin diye.
Osmân-ı
Zinnûreyn “radıyallahü teâlâ anh”, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin önünde oturmasının pek büyük
fâideleri var idi. Zîrâ Resûlullahın “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” meclisi, dervîşlerin ve gayrilerin ve yetîmlerin
ümîdgâhları idi. Bir arzûsu, derdi olanların, çâre bulacakları yer idi. Her
vaktde, her sâatde, gün olurdu ki, on kerre, fakîrler ve dilek ve ricâ
sâhibleri, ihtiyâcları için bu meclise gelirlerdi. Kendilerine gerekli olan
önemli şeyleri o hazretden taleb ederlerdi. Osmân “radıyallahü teâlâ anh”
onların en zengini ve en cömerdi idi. Dinâr dizileri ve dirhem keseleri önünde
konulmuş idi. Elbiseleri ve dürlü dürlü hediyyeleri hizmetcileri tutup,
dururdu. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri kalb ile cümlenin en zengini idi. Lâkin beden ile dervîş
idi. İstek sâhibleri gelirler, murâdlarını ve maksadlarını ve arzûlarını taleb
ederlerdi. Hazret-i Osmân kalkar, o meclisin hakkını ve O hazretin hakkını
kendi malından edâ ederdi.
Aliyyül
Mürtedâ, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretlerinin, mubârek arka tarafında oturmasının sebebi şu idi. Böyle
bir meclisde, onun gibi büyük ve iftihâr edilen böyle bir rehber ve Peygamber
düşmansız olmazdı ve kıskananları, inâdcıları olacakdı. Bu düşman ve hâsid ve
muânidler [inâdcılar], hîle ve zarar etmeğe gelecekleri zemân, çok def’a arka
tarafdan gelirler. Alî “radıyallahü teâlâ anh” onun için muhâfız ve gözcü
(bekçi) idi. Gerçi hakîkî muhâfız ve koruyu-
cu Allahü teâlâ hazretleridir.
Lâkin zâhiren, sebebe yapışarak arkada otururdu. Eğer bir düşman gelip, çirkin
bir hareket etse idi, Allahın aslanı o kimsenin başını Zülfikâr adındaki kılıcı
ile keserdi.
Onyedinci Menâkıb: Şakîk-i Belhî “rahimehullahü teâlâ” dedi ki, islâm bir
ağaca benzer ki, ona dört şey lâzımdır. Kök, gövde, dal ve meyve. Ebû Bekr
“radıyallahü anh” islâm ağacının köküdür. Ömer “radıyallahü anh” gövdesidir.
Osmân “radıyallahü anh” dalıdır. Alî “radıyallahü anh” meyvesidir. Muhammed
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin ism-i şerîfi dört harfdir.
Mim; Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine uygunluğudur. Ha, Resûlullahın müslimânların işlerinde hasbiyetidir.
Ya’nî her ne işler ise, Allahü teâlâ hazretlerinin rızâ-ı şerîfi idi. Kimseden
bir nesne tama’ etmez, birşey beklemezdi. Mim; akrâba ve ehline muhabbet ve
muâşeretdir. Dal; islâm dînine kâfirleri da’vetdir. Muvâfakat, Ebû Bekrin
nasîbi oldu. Hasbet, Ömerin nasîbi oldu. Muâşeret, Osmânın nasîbi oldu. Da’vet
Alînin nasîbi oldu “radıyallahü teâlâ anhüm.”
İşâret: Ebû
Bekr “radıyallahü teâlâ anh” seferde ve hazarda, cânını ve malını fedâ ederek
mime muvâfakatı hıfz etdi. Allahü teâlâdan bu hil’atı buldu ki, (Mağarada
bulunan iki kişinin, ikincisi) diye anılmak şerefine mazhar oldu. Ve hazîre-i
kudüsde mucâvereti Rabbil’âlemîni buldu. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” âlemi
ihtisâb kamçısı ile düzene sokdu. Binlerce mescidlerin bağrında nûr saçan
minberler ta’yîn etdi. Hiç kimseden korkmadı. Kendi oğlu üzerine dîni had
cezâsını uyguladı. Bütün hâllerinde bağlılığını sâdece Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretlerine hasretdi. [Muhammed sûresi 11.ci âyet-i
kerîmesinde meâlen]; (Elbette Allah îmân
edenlerin velîsidir) buyuruldu.
Allahü teâlâ, hakkında böyle buyurdu. Osmân “radıyallahü teâlâ anh” muâşeret
mimini seçdi. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinden başka, bütün
yaratıklardan alâkasını kesip, Rabbil’âlemînin hizmeti ile meşgûl oldu. Her gece
iki rek’atde bütün Kur’ân-ı kerîmi hatm etdi. Dünyâ muhabbetini kalbinden
dışarı atdı. Ni’met ve malını Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine ve Eshâb-ı güzîne harc et-
di. Meâl-i şerîfi, (Dînî vazîfelerine devâm eden, geceleri secdede ve kıyâmde
geçiren...) olan, Zümer sûresinin 9.cu âyet-i kerîmedeki hitâba nâil
oldu. Alî “radıyallahü teâlâ anh” halkı da’veti seçdi. Keskin kılıcı ile
kâfirleri kahr etdi. Sabr ve sebâtından dolayı Cennete gitdi. [İnsan sûresi 12.ci âyetinde meâlen], (Sabrları sebebi ile, Onlara Cennet ve ipek elbise giymekle
karşılık verir) buyuruldu ki,
buradaki ihsânlara kavuşdu. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Her
kim Ebû Bekri severse, beni bulur. Her kim Ömeri severse, beni görür. Her kim
Osmânı severse, o bana lâyıkdır. Her kim Alîyi severse hemnişînim olur.) [hemnişîn:
Celis: Meclisinde bulunan].
Onsekizinci Menâkıb: Şakîk-i Belhî “rahimehullahü teâlâ” buyurdu: Ebû Bekr-i
Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin ismine câhiliyye devrinde (Atîk)
derlerdi. İslâmiyyet zemânında Ebû Bekr dediler. Gökde Sıddîk dediler.
Yeryüzünde Abdüllah dediler. Cennetde Zülfadl [fazîlet sâhibi] olacakdır.
Arşdakiler Züsse’a [ya’nî vüs’at, kudret sâhibi] dediler. Tevrâtda Mu’tî
okudular. İncîlde müttekî okudular. Zebûrda Ma’meyân okudular. Kur’ân-ı kerîmde
sâhib okudular. Kıyâmetde Şâfi’ okudular. Cehennemde rahîm okudular. Melekler
Cevâd okudular. Allahü teâlânın dîdârına kavuşma ânında Mükerrem okudular
(dediler).
Ömer bin
Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine câhiliyye zemânında Ömer derlerdi.
İslâmiyyet devrinde Ebû Hafs dediler. Düşmanları Bâsıta [memleketleri feth
ederek yayılıcı] dediler. Cennetde Sirâc denilecekdir. Yeryüzünde Kâhir
dediler. Gökyüzünde Fârûk dediler. Tevrâtda nâsır okudular. İncîlde Mensûr
okudular. Zebûrda Nâtık-ı bil hak [ya’nî hak ile konuşan] okudular. Kur’ân-ı
kerîmde (Eşiddâü alel küffâr) [ya’nî kâfirlere karşı şiddetli davranan]
okudular. Kıyâmetde Fâtih okudular. Cehennemde Hâmid okudular. Melekler âdil dediler.
Allahü teâlânın dîdârını görme vaktinde (Mu’azzam) diyeceklerdir.
Osmâna
“radıyallahü anh”, câhiliyye devrinde Ebû Ömer dediler. İslâmiyyet devrinde
Osmân dediler. Evinde Zinnûreyn dediler. Arşda Müstehyî [hayâ sâhibi] dediler.
Tevrâtda
Müşfik okudular. İncîlde Reşîd
okudular. Zebûrda Sa’îd okudular. Kur’ân-ı kerîmde şehîd okudular. Kıyâmetde
Sahî [cömerd] dediler. Cennetde Münfik [nafaka veren] dediler. Cehennemde Mutık
[gücü yeten] dediler. Melekler Kânit [dindâr, itâ’atli] dediler. Allahü teâlâyı
rü’yet vaktinde muhterem diyeceklerdir.
Alî
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin ismine câhiliyye zemânında Haydar
dediler. İslâmiyyet devrinde Ebül Hasen dediler. Gökde Alî dediler. Yeryüzünde
Emîr-ül mü’minîn dediler. Tevrâtda Millî [din ile alâkalı] okudular. İncîlde
Esedillah okudular. Zebûrda civânmerd okudular. Kur’ân-ı kerîmde Ehl-i beyt
okudular. Cehennemde Kerrâr dediler. Melekler Hâzim-ül ahzâb dediler. Rü’yet
zemânında Müeyyed diyeceklerdir.
Ondokuzuncu Menâkıb: Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretleri
ve Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri dediler ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin huzûr-ı şerîflerine vardık. Ebû Zer-i Gıfârî “radıyallahü teâlâ
anh” hazretleri huzûrlarında oturmuş idi. Buyurdular ki, (Yâ Ebâ Zer! Muhâcir ve Ensâra câmi’e gelin diye nidâ et!) O
da nidâ eyledi [seslendi]. Mescidi doldurdular. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri minbere çıkdı. Belîg bir hutbe
okudu. Sonra buyurdu ki, (Ey Muhâcirler ve Ensâr!
Ben size bir hediyye vereyim mi? Cebrâîl aleyhisselâm, bana yedi kat göklerin üstünden hediyye getirdi.) Biz
verin, yâ Resûlallah! dedik. Rıdâ-i şerîflerinin altından bir ayva çıkardı. Ebû
Bekr-i Sıddîka verdi. Sonra Ömere verdi. Ondan sonra Osmâna verdi. Sonra da
Alîye verdi “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”. O ayva fasîh lisân ile tesbîh,
tahmîd ve tehlîl etmeğe başladı. Râvî [nakl eden] der ki, Muhâcir ve Ensâr
işitip, konuşma ve güzel sesinden hayret etdiler. O ayva, benim sesimden ve konuşmamdan,
siz hayret mi ediyorsunuz, dedi. Muhammed aleyhisselâmı hak Peygamber göndermiş
olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri,
hazret-i Âdem aleyhisselâmı yaratmadan seksen bin sene önce, yedinci gökde,
seksen bin şehr yaratmışdır. Her şehrde seksen bin kasr, her kasrda seksen bin
ev, her evde seksen bin bostân, her bostânda seksen bin ağaç, her
ağaçda seksen bin dal, her dalda
seksen bin yaprak, her yaprağın altında seksen bin ayva yaratmışdır. Her ayva
tesbîh, tahmîd, tehlîl, takdîs ve tekbîr ederler. Sevâbını Ebû Bekr, Ömer,
Osmân ve Alînin “radıyallahü anhüm” dostlarına ve muhiblerine verirler.
Yirminci Menâkıb: Ebû Bekr-i Şiblî “rahimehullahü teâlâ” hazretlerinden, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
buyurduğu (Ben ilmin şehriyim, Alî kapısıdır) hadîs-i şerîfini sordular. Şiblî cevâb verdi ki, Siz
Alîyi; Ebû Bekr, Ömer ve Osmândan “radıyallahü teâlâ anhüm” evvel zikr
ediyorsunuz. Dört nesne Resûlullaha “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” mahsûs oldu. Bu dört nesneyi Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretleri, Resûlüne mahsûs kıldı. Sıdkı Resûlüne mahsûs kıldı [Resûlullahın sıdkı temâm oldu]. Ma’rifete mahsûs
kıldı. Ma’rifeti kemâle erişdi. İlme has kıldı.
Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu: (Ben sıdkın şehriyim. Ebû Bekr o şehrin kapısıdır!) Bunun
doğruluğu Kur’ân-ı kerîm ile bildirilmişdir. [Zümer
sûresi 33.cü âyetinde meâlen], (Onlar ki,
sıdk ile geldiler ve onu tasdîk etdiler) buyuruldu.
Burada kasd edilen Ebû Bekrdir “radıyallahü
teâlâ anh”.
Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Ben
îmânın şehriyim. O şehrin kapısı Ömerdir.) Bunun tahkîki
kitâbullahdadır. [Enfâl sûresi 64.cü âyetinde
meâlen], (Ey Resûlüm! Sana Allah ve mü’minlerden
sana tâbi’ olanlar yetişir) buyuruldu.
Burada kasd edilen Ömer “radıyallahü
teâlâ anh” hazretleridir.
Yine Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu
ki: (Ben ma’rifetin şehriyim. Osmân o şehrin
kapısıdır.) Bunun tahkîki kitâbullahdadır. [Zümer
sûresi 9.cu âyetinde meâlen], (Geceleri
devâmlı secdede ve ayakda ibâdet eden ile küfr ve isyânda olan bir olur mu?) buyuruldu. Burada kasd edilen Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazretleridir.
Sonra Şiblî
“rahimehullah” sükût etdi. O süâl eden kimse dedi ki; niçin Alînin fadlına
istidlâl etmeyip, sükût etdin. Şiblî “rahimehullahü teâlâ” buyurdu: Biz şunun
üzerine şübhe etmeyiz ki, Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu: (Ben ilmin
şehriyim! O şehrin kapısı Alîdir.) Bunun tahkîki kitâbullahdadır. [İnsan sûresi 7.ci âyet-i kerîmesinde meâlen], (Nezrlerinde vefâ gösterenler, şiddeti yaygın olan kıyâmet
gününden korkarlar) buyuruldu. Bu
rada kasd edilen Alîdir “radıyallahü anh”.
Yirmibirinci Menâkıb: Sahîh rivâyet ile nakl olunmuşdur. Hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm,
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerine, dört elma getirdi. Resûlullah,
birisini Ebû Bekre “radıyallahü anh” verdi. Birisini Ömere “radıyallahü anh”
verdi. Birisini Osmâna “radıyallahü anh” verdi. Birisini Alîye “radıyallahü
anh” verdi. Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” elması üzerinde, (Hâzâ
hediyyetün minel Melik-işşefîk alâ Ebî Bekr-i Sıddîk) [Bu, meliküşşefîkden
Sıddîka hediyyedir] yazılmışdı. Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” elması üzerinde,
(Hâzâ hediyyetün minel melikil vehhâb alâ Ömer-il Hattâb), [Bu, melikül
vehhâbdan, Ömer-ül Hattâba hediyyedir] yazılmışdı. Osmânın “radıyallahü teâlâ
anh” elması üzerinde, (Hâzâ hediyyetün minel melik-ül hannân el mennân alâ
Osmân bin Affân) [Bu, melikül Hannân ve mennândan Osmân bin Affâna hediyyedir]
yazılmışdı. Alînin “radıyallahü teâlâ anh” elması üzerinde, (Hâzâ hediyyetün
minel melikil Vâhibil Gâlib alâ Alî ibni Ebî Tâlib) [Bu, Melikül Vâhibül
Gâlibden, Alî bin Ebî Tâlibe hediyyedir] yazılmışdı. Yine Ebû Bekrin
“radıyallahü anh” elması üzerine, (Ebû Bekre buğz eden zındıkdır) yazılmış idi.
Ömerin “radıyallahü anh” elması üzerine, (Ömere buğz edenin yeri Sekar
[Cehennem]dir) yazılmış idi. Osmânın “radıyallahü anh” elması üzerine, (Osmâna
buğz edenin hasmı Rahmândır) yazılmış idi. Alînin “radıyallahü anh” elması
üzerine, (Alîye buğz edenin hasmı Nebîdir) yazılmış idi.
Yirmiikinci Menâkıb: Hadîs-i şerîfde Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Nûh aleyhisselâm, kavminden, haddinden
ziyâde eziyyet ve müşkilât çekip, müslimân olmalarından da kat’î ümîdini kesip,
düâ edip, [Nûh sûresi 26.cı âyet-i kerîmesinde
meâlen buyurulduğu gibi], (Yâ Rabbî! Yeryüzünde
dolaşan hiçbir kâfiri bırakma.) dedi.
Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri düâsını kabûl etdi. Cebrâîl aleyhisselâm
gelip, tûfanın nasıl olacağını ve nasıl gemi yapacağını söyledi. Nûh
aleyhisselâma neccârlığı [marangozluğu] ta’lîm etdi ve dedi ki: Allahü
Sübhânehü ve teâlâ hazretleri buyurdu ki, bir gemi yapacaksın. Nûh aleyhisselâm
dedi; nasıl yapmam lâzım. Cebrâîl
aleyhisselâm dedi: Yüzyirmidört
bin Peygamber adına birer tahta yont. Nûh aleyhisselâm buyurdu: Yâ Cebrâîl! Ben
bütün Peygamberlerin adlarını bilmem. Cebrâîl aleyhisselâm dedi: Allahü teâlâ
hazretleri, senin tahta yontmanı emr buyurur. Cümle eşyânın hâlıkı olarak, ben
onların adlarını halk edip, tahtalar üzerinde zuhûra getiririm buyurur. İlk
tahtayı ki kesip, yontdu. Âdem “alâ nebiyyinâ aleyhissalâtü vesselâm”
hazretlerinin ismi o tahta üzerinde meydâna geldi. Bir tahta dahâ yontdu. Şis [Şît]
aleyhisselâmın ismi meydâna geldi. Üçüncü tahtada İdrîs aleyhisselâmın ismi,
dördüncü tahtada Nûh aleyhisselâmın ismi meydâna geldi. Böylece her bir tahta
üzerinde bir Peygamberin ism-i şerîfi meydâna geldi. Son tahtayı traş etdikde
Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin ism-i şerîfi
zuhûra geldi. Sonra yüzyirmidört bin mıh [çivi] yapdı. Her çivi üzerinde bu
tertîb ile, bir Peygamberin ism-i şerîfinin yazılmış olduğunu gördü. Cebrâîl
aleyhisselâm geldi ve dedi ki: Allahü teâlâ buyurur: Tahtaları terkîb edip,
mıhları [çivileri] muhkem et. Temâmını yerleşdirdi. Temâm olmadı. Dört tahtalık
yer eksikdi. Cebrâîl aleyhisselâm gelip, dedi. Yâ Nûh! Muhammed Mustafâ
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hâtem-ün-nebiyyindir. Onun dört yâri vardır.
Birincisi Ebû Bekr, ikincisi Ömer, üçüncüsü Osmân, dördüncüsü Alîdir
“radıyallahü teâlâ anhüm”. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri buyurur ki: Bu
dört tahtaya da Çihâr yâr ismine yont ki, senin gemin temâm olsun. Nûh
aleyhisselâm dört tahta dahâ yontup, terkîb etdikde, o gemi temâm oldu. Cebrâîl
aleyhisselâm (Şimdi senin sefînen temâm oldu) buyurdu.)
İşâret: Yâ
Nûh! Mustafâ adı ve Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alî adı yazılmış olmayınca, su
tûfanından sana kurtuluş olmaz, diye bildirildi. Ey mü’min! Muhammed Mustafâ
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin muhabbeti ve Çihâr yâr-i
güzînin muhabbeti senin kalbinde olmayınca, Cehennem ateşinden kurtulamazsın.
Ebedî Cennete erişmezsin. Bîçûn ve bîçûgûne olanın dîdârını görmezsin. Dâr-ı
islâmda doğru oturmazsın.
Yirmiüçüncü Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, (Dîni pâk ve muvahhid her mü’min hâlis kalb ile
(Bismillâhirrahmânirrahîm)
söylese, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, ondan dolayı Cennetde kırmızı
yâkutdan bir şehr binâ eder. Her şehrde, zebercedden bin kasr, her kasrda bin
serây, her serâyda bin hâne, her hânede bin taht, her tahtda sündüsden ve
harîrden [ipekden]
bir döşek. Her döşeğin üzerinde bir hûrî, ayağından
beline kadar anber, belinden gerdânına kadar, beyâz kâfûrdan, gerdânından
başına kadar nûrdandır. Alnına Ebû Bekr-i Sıddîk, sağ yanağına Ömer-ül Hattâb,
sol yanağına Osmân bin Affân, çenesinde Aliyyül Mürtedâ, dudaklarına
(Bismillâhirrahmânirrahîm yazılmışdır.). Mutî’ ve muhlis olanların
hepsi, ömürlerinde dilleri ile bir kerre besmele söylese, onun kurtulmasına ve
halâsına sebeb olur. Nerede kaldı ki, gece ve gündüzde farz ve nâfile
nemâzlarda mü’minler besmele okurlar. Gâfil olmayıp, âgâh olanlar, her
işlerinin başında besmele okurlar.
Yirmidördüncü Menâkıb: Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ”
hazretlerinin rivâyet etdiği bir hadîs-i şerîfde,
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurdular ki: (Cebrâîl aleyhisselâmdan işitdim, dedi ki:
Rabbil’âlemîn, Muhammedin “aleyhisselâm” nûrunu yaratdıkdan sonra [akabinde],
bir kandil halk etdi. O kandili Arş-ı azîmin altına asdılar. Muhammed Mustafâ
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin nûru o kandilin etrâfında iki
bin sene ibâdet etdi. Ondan sonra dört katre su o kandilden damladı. Medîne-i
münevvereye düşdü. Emr geldi ki, yâ Cebrâîl o toprağı kaldır. Bir şemâme yap.
Ben de yapdım. Buyruk geldi ki, o şemâmeyi Rıdvânın önüne ilet. Onu kâfûr ve
anber ile, misk ve za’ferân ile yoğursun. Rıdvânın yanına iletdim. O şemâmeyi yoğurdu.
Ondan sonra buyruk geldi ki, yâ Cebrâîl! Bu kâfûr ve anber, misk ve za’ferân
ile yoğrulan çamuru, rahmet deryâsına daldır. Götürdüm, rahmet deryâsına
daldırdım. Bin sene orada kaldı. Buyruk [emr] geldi ki, yâ Cebrâîl! Şimdi,
rahmet deryâsından onu çıkar. Heybet deryâsına ilet [götür]. Heybet deryâsına
götürdüm. Bin sene de orada kaldı. Emr geldi ki, çıkar, hayâ deryâsına daldır.
Ben de hayâ deryâsına daldırdım. Bin sene de orada kaldı. Emr [buyruk] geldi:
Temâm oldu mu dedi. Temâm oldu, dedim. Her şeyi en iyi şeklde Sen bilirsin,
dedim. Emr geldi ki, ondan çıkar, ilm deryâsına götür. Ben de çıkarıp, ilm der-
yâsına götürdüm. Bin sene de orada
kaldı. Emr geldi ki, temâmdır. Cebrâîl aleyhisselâm der ki, küstahlık edib,
dedim ki, yâ Rabbî! Bu nûrdan ne halk etmek istersin. Buyruk geldi ki, yâ
Cebrâîl! Bu nûrdan bir kulu halk etmek isterim ki, Arşdan toprağa kadar âlemde
ondan azîz bir kul olmaz. Arşın kenârına bakdım. Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah, yazılmış gördüm. Senin adını bildim ve
dedim, yâ Rabbî! Kâfûr ve anber, misk ve za’ferândan ne halk etmek istersin.
Buyurdu ki, onun kemiğini kâfûrdan, halk ederim. Etini anberden, sinirini
za’ferândan. Ey Cebrâîl, za’ferân renginde yüzünü, miskden tüyünü ve anberden
kokusunu halk ederim. Rahmet deryâsından Ebû Bekri halk ederim. Heybet
deryâsından Ömeri, hayâ deryâsından Osmânı, ilm deryâsından Alîyi halk ederim
“radıyallahü teâlâ anhüm”.)
Yirmibeşinci Menâkıb: Sahîh rivâyet ile gelmişdir. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: Allahü teâlâ bir bostân halk
etmişdir. O bostânda kendi kudret ve nusretiyle dört ırmak yaratmışdır. Biri,
ikrâr ırmağı. Biri, tevhîd ırmağı. Biri, ahkâm-ı islâmiyye ırmağı. Biri, kelâm
ırmağı. Her bir ırmağı bir bucakda [köşede] yaratdı. Ebû Bekr muhabbetini bir
bucağa [köşeye] koydu. Ömer muhabbetini ikinci bucağa koydu. Osmân muhabbetini
üçüncü bucağa koydu. Alî muhabbetini dördüncü bucağa [köşeye] koydu. Her köşede
on ağaç halk etdi [yaratdı].
Ebû Bekr
“radıyallahü anh” muhabbetinin köşesinde halk etdiği on ağacın birincisi,
şehâdet ağacı, ikincisi, havf ağacı, üçüncüsü, recâ ağacı, dördüncüsü, şevk
ağacı, beşincisi, cehd, altıncısı, hayr, yedincisi, şükr, sekizincisi tevâdu’,
dokuzuncusu nusret, onuncusu, ihlâs ağacı idi.
Ömer
“radıyallahü anh” muhabbetinin olduğu köşede halk etdiği [yaratdığı] on ağacın,
birincisi emânet ağacı, ikincisi salâbet ağacı, üçüncüsü şefkat, dördüncüsü
inâbet, beşincisi muhabbet, altıncısı ihlâs, yedincisi kanâat, sekizincisi
rızâ, dokuzuncusu temyîz, onuncusu tevfîk ağacı idi.
Osmân
“radıyallahü anh” muhabbetinin köşesinde halk etdiği on ağacın birinci ağacı
vefâ ağacı, ikincisi haşyet ağacı,
üçüncüsü hurmet, dördüncüsü
müvâneset, beşincisi tevekkül, altıncısı hamiyyet, yedincisi ilm, sekizincisi
hilm, dokuzuncusu sehâ, onuncusu hayâ ağacıdır.
Alî
“radıyallahü teâlâ anh” muhabbetinin köşesinde halk etdiği on ağacın, birinci
ağacı şefâ’at ağacı, ikincisi sehâvet, üçüncüsü istikâmet, dördüncüsü nemâz,
beşincisi sabr, altıncısı istitâ’at, yedincisi zühd, sekizincisi rahmet,
dokuzuncusu yakîn, onuncusu sadâkat ağacıdır.
Bu
bostânı hâzır edince, iki tâife bostâna geldiler. Bir tâife riâyet edip,
bostâna nazar etmediler. Önlerine bakdılar. Adâvet ağacını gördüler. Sağ
taraflarına bakdılar, la’net ağacını gördüler. Sol taraflarına bakdılar,
şekâvet ağacını gördüler. Arkalarına bakdılar, gadab ağacını gördüler. Dediler,
gelin bu bostâna girelim. Ayaklarını; adâvet ve la’net ve şekâvet ve gadab
vâdisine koymağı kasd etdikleri gibi, buyruk erdi ki [emr geldi ki], ey bağban
[bahçevân], bunları geri döndür. Ses melekûte yayılınca, bunlar kimlerdir
fermânı gelince, bunlar râfizîlerdir denildi. Bundan evvel bir tâife bostâna
girmek istediler. Edeble ve hurmetle ayaklarını koydukları gibi, Çihâr yârin
muhabbeti kalblerinde sâbit olduğu hâlde, nidâ geldi ki, ey bağban [bahçevân],
kapıyı aç, dostlar içeri girsinler. Bunlar bizim dostlarımız cümlesindendir.
Bostâna girdiler. Bir nesne tatmadılar, meyvelerinden yimediler. Ellerini
farzlara vurdular. Ayaklarını sünnet makâmına koydular. [Sünnet üzere hareket
ederler.] Muhabbet bostânı tarafına giderler. O bostân ortasında tecrîd tahtını
koydular. Rızâ yasdığına dayandılar. İhtiyâr döşeğini döşediler. Bu tahtın
ortasında hamd simâtını döşediler. O simât [sofra] üzerine hazret ta’âmı koydular.
O sofranın kenârlarında şükr şekerini dizdiler. Bu sofranın önünde, se’âdet ve
şehâdet iskemlesini koydular. Ve kerâmet lâmbasını onun üzerine koydular. Ve
ihlâs yağını o lâmbadan içine koydular. Yakîn fitilini ona dikdiler
[geçirirler]. Muhabbet ateşi ile ışıklandırdılar. Bu ta’âmı yidiler. Mahmûr
oldular. Ellerini havf çalgısına götürdüler. Sabr ibrişîmini ona bağladılar.
Aşk mızrâbı ile, sabr ibrişîmine vurup, na’me çıkardılar ki; biz Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Çihâr
yârını, ya’nî, Ebû Bekr, Ömer, Osmân, Alî “radıyallahü teâlâ anhüm”
hazretlerini cândan seve-
riz. Sonra, onlara rahmet nazarı
ile nazar olundu. Se’âdet makâmına onları oturturlar.
Yirmialtıncı Menâkıb: Ebû Zer-i Gıfârî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri ile bir bağa gitdik. Hazret-i Resûl-i ekrem,
bana buyurdu ki, (Yâ Ebâ Zer! Bilmiş ol ki,
Hallâk-ı âlem celle celâlühü, bu bağda, Âdem “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü
vesselâm” hazretlerinden bin kerre bin sene evvel bir emânet koymuşdur.).
Ebû Zer
“radıyallahü anh” der ki, o bağa girdik. Dört dal gördük. Herbir dalda
yapraklar var. Bir dalın yapraklarında, (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah, ben Ebû Bekr-i Sıddîkım) yazılı olduğunu
gördüm. Bunu görünce, istedim ki, geri döneyim. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine haber vereyim. İkinci dal bana
dedi ki, sabr et, ki göresin. İkinci dal üzerindeki kırmızı yapraklar üzerinde,
(Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah, ben Ömer-ül
Fârûkum) yazılmış gördüm. İstedim ki, geri döneyim. Üçüncü dal bana dedi ki,
sabr et, göresin. Üçüncü dal üzerinde, beyâz yapraklar üzerinde, (Lâ ilâhe
illallah Muhammedün Resûlullah. Ben şehîd
Osmânım) yazılmış gördüm. İstedim ki, geri döneyim. Dördüncü dal bana dedi,
sabr et de göresin, [neler göreceksin]. Dördüncü dal üzerinde, yeşil yapraklar
üzerinde, (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah.
Ben Aliyyül Mürtedâyım) yazılmış gördüm. Ayrıca herbir yaprak üzerinde; Allahü
tebâreke ve teâlânın la’neti, bunları seb’ edenlere, bunlara buğz edenler
üzerine olsun, yazılı idi.
Yirmiyedinci Menâkıb: Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretleri
rivâyet etmişdir. Bir gün Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûr-ı şerîflerine vardım. Gördüm ki,
mubârek dudağını dudağı üzerine koymuş. Resûlullahı
o şeklde hiç görmemiş idim. Mubârek eli ile bana işâret eyleyip, yanına
çağırdı. Varıp, yanına, ne oldu yâ Resûlallah, dedim. Buyurdu ki, (Yâ Abbâs
oğlu! Bu sâatde bir melek yanıma geldi. Bir turunçu bana sundu [verdi]. Elime
almazdan evvel, turunç dört pâre oldu. Bir pâresi [parçası] ikiye bölünüp,
gördüm, içinden bir hûrî çıkdı ki, yetmiş bölük kisve-
si var. Yetmiş hulle giymiş ki, o
hullelerden [elbiselerden], kemiklerinin ilikleri görünür. Eğer ağzının suyu
deryâlara [denizlere] salınsa [damlasa], denizler tatlı olurdu. Dedim, sen
kimsin ve kimin içinsin. Ben müslimânların imâmı, muhâcirlerin evveli, Ebû
Bekr-i Sıddîk içinim. İkinci parça da iki bölük olup, onun içinden bir hûrî
çıkdı ki, eğer gözünü açsa idi, gözünün nûrundan, dünyâ münevver olurdu. Allahü
tebâreke ve teâlâ hazretleri, onu kâfûrdan ve miskden ve anberden halk etmiş.
Dedim, sen kimin içinsin. Dedi, ben Ömer ibnül Hattâb içinim. Üçüncü parça da
iki bölük olup, içinden bir hûrî çıkdı. Başı üzerine bir tâc koymuş. O tâcın
dört tarafı var. İnci ve yâkut dizilmiş. Ben dedim, sen kimin içinsin. Dedi,
ben Osmân bin Affân içinim. Dördüncü parça da bölünüp, içinden bir hûrî çıkdı.
Hulleler giymiş. Saçlarını [zülüflerini] salıvermiş. Ben dedim, sen kimin
içinsin. Ben Fâtıma içinim, dedi. Onların [üç halîfenin] karşılığı hûrîler
oldu. Alînin karşılığı hûrî olmadı. Zîrâ hazret-i Alîye Fâtıma-tüz-zehrâ
verilmiş idi ki, bin kerre bin hûrîden dahâ iyidir [kıymetlidir] “radıyallahü
teâlâ anhüm ecma’în”.)
Yirmisekizinci Menâkıb: Bir vakt Cebrâîl aleyhisselâm, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûruna geldi. Dedi ki: yâ
Resûlallah! Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri, Âdem “aleyhisselâm” hazretlerini
halk edip, rûhunu bedenine verdi. O vakt buyurdu ki, yâ Cebrâîl! Cennete var,
bir elma getir. O elmayı kuvvetlice sık. Tâ ki, elmadan su çıksın. Elmayı
getirdim. Kuvvet ile sıkdım. Ondan bir katre su çıkdı. O bir katreyi Âdem
“aleyhisselâm” hazretlerinin boğazına damlatdım. Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretlerinin emri ile o beş katre [damla] oldu. Bir katreden seni halk etdi
ki, Muhammed aleyhisselâmsın. İkinci katreden Ebû Bekri halk etdi. Üçüncüden
Ömeri, dördüncüden Osmânı, beşinciden Alîyi halk etdi [yaratdı]. Bundan ötürü
ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri buyurdu: (Ben ve eshâbım bir
sudan yaratıldık.)
Yirmidokuzuncu Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular
ki: Bir gün Cebrâîl aleyhisselâm benim yanıma geldi. Ben dedim, ey Cebrâîl. Sen
ne zemândan beri, Ebû Bekri
bilirsin [tanırsın]. Dedi ki, yâ Resûlallah! Allahü teâlâ seni ve Âdemi halk
etmezden onsekizbin sene evvel, beni halk etdi [yaratdı]. Başımı secdeye
koydum. Emr geldi ki, yâ Cebrâîl ben kimim! Başımı yukarı kaldırıp, dedim ki,
(Sen yaratıcı olan Allahsın!) Bir kerre dahâ başımı secdeye koydum. Yine emr
olundu ki, ben kimim. Başımı kaldırıp, dedim ki, (Sen her şeyi yaratan
Allahsın!) Sonra âlemi yaratdı. Emr etdi ki, Cebrâîl ileri gel. İleri gitdim.
Nidâ geldi ki, doğru söyledin. Başımı secdeye koydum. Küstâhlık etdim, dedim:
Ey Allahım! Benden evvel kimse halk etdin mi? Önüne bak diye hitâb geldi.
Bakdım, bir nûr gördüm. Sağıma ve soluma bakdım. Nûr gördüm. Ardıma bakdım, nûr
gördüm. Dedim, ey Allahım! Bu nûrlar nedir. Nidâ geldi ki, ey Cebrâîl, önce bu
nûru yaratdım. Bu nûra Muhammed Mustafâ diye ad verdim. Yâ Rabbel’âlemîn. Bu
dört nûr ki, dört tarafındadır. Bu nûrlar nedir. Nidâ geldi ki, yâ Cebrâîl! O
önündeki nûr, Ebû Bekr-i Sıddîkdır. O sağındaki nûr, Ömer bin Hattâbdır. O
solundaki nûr, Osmân bin Affândır. O arkadaki nûr, Aliyyül Mürtedâdır. [Ya’nî
onun nûrudur.] Ben dedim, yâ Rabbel’âlemîn! Onların Senin dergâhında ne kadar
kıymetleri vardır. Nidâ geldi ki, yâ Cebrâîl! Benim izzetim celâlim hakkı için,
her kim, benim birliğime inanıp, Muhammed Mustafânın risâletine şehâdet ederek,
kıyâmet gününe gelir, bu çâr-i yârin [ya’nî hülefâ-i râşidînin] muhabbeti onun
kalbinde olursa, onu Cennete dâhil kılarım.
Otuzuncu Menâkıb: Rivâyet edilmişdir ki, dört âyet nâzil oldu. Bu dört
âyet-i kerîmenin herbiri ile, Çihâr yâr-i güzîn “radıyallahü teâlâ anhüm”,
kendini kurtulmağa sebeb edindi. Bundan sonra Allahü tebâreke ve teâlâ Çihâr
yâr-i güzînin senâsı hakkında dört âyet-i kerîme dahâ nâzil kıldı. Meâl-i
şerîfi (İşte onlar, Allahü teâlâya karz-ı hasen ile
borç verirler...) olan, Bekara sûresi 245.ci âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Ebû
Bekr “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, bu âyet-i kerîme nâzil oldukdan sonra,
ben dünyâ malından kendime bir nesne alıkoymam dedi. Her ne malı var ise,
hepsini verdi. Meâl-i şerîfi (İşte o verenler, takvâ
sâhibi oldukları için verirler) olan,
Leyl sûresi 5.ci âyet-i kerîmesi nâzil oldu.
Meâl-i şerîfi (... Cum’a günü nemâz için ezân
okunduğu zemân, Allahı anmağa koşun. Alış-verişi bırakı-
nız...) olan, Cum’a
sûresi 9.cu âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Ömer “radıyallahü teâlâ anh”
buyurdu ki, (Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri buyurdu ki, bir sâat bey’
etmeyiniz. Bundan sonra bey’ etmem.)
[Nûr sûresi 37.ci âyet-i kerîmesinde meâlen], (O kimselerin alış-verişleri Allahın zikrine engel olmaz...) buyuruldu. Sonra, meâl-i şerîfi (Geceleri biraz uyudukdan sonra nemâza kalk. Bu senin için
nâfiledir...) olan, İsrâ sûresi 79.cu âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Osmân
“radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, Allahü teâlâ hazretleri buyurur: (Bir sâat
uyumayın). Ben bundan böyle geceleri uyumam. Bu âyet-i kerîme nâzil oldu. [Zümer sûresi 9.cu âyet-i kerîmesinde meâlen], (Bütün gece devâmlı secde ederek, ayakda durup ibâdet edip,
Rabbinin rahmetini ümîd eden...) buyuruldu.
Meâl-i
şerîfi (Allahü teâlâ mü’minlerin nefslerini, Allah
yolunda fedâ etmelerini istedi) olan,
Tevbe sûresi 111.ci âyet-i kerîmesi nâzil oldu.
Alî “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, Allahü teâlâ hazretleri buyurur: (Cihâd
eyle.) Ben bundan sonra cihâdı terk etmem. Meâl-i şerîfi (Allahü teâlâ din yolunda saf olup, cihâd edenleri elbette
sever) olan, Saf sûresi 4.cü âyet-i kerîmesi nâzil oldu.
Otuzbirinci Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki, Allahü
Sübhânehü ve teâlâ hazretleri beni güzîde kıldı. Benim için Eshâbımı güzîde
kıldı. Onların ba’zısını kayınbabam etdi. Ba’zısını benim dâmâdım yapdı. Hepsi
benim Eshâbımdandır. Bana nusret edicidirler. Onlardan sonra bir kavm gelecekdir.
Onları seb’ ederler. O kavm ile su içilmez. Onlara kız verilmez. Onların nemâzı
kılınmaz. Onları aranızdan çıkarınız. Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alîye
“radıyallahü anhüm” buğz ederler. Toprak onların başlarına olsun. Güneşi ve Ayı
ve Ülkeri ve Tan yıldızını sevmezler. Ebû Bekr güneş gibidir. Ömer Ay gibidir.
Osmân Ülker gibidir. Alî Tan yıldızı gibidir. Meyve güneş ile pişer. Ay ile
renk tutar. Ülker ile lezzetlenir. Tan yıldızı ile belâdan emîn olur. İslâm,
Ebû Bekrin îmânı ile mekân tutdu. Ömerin îmânı ile süslendi. Osmânın îmânı ile
hoş oldu. Alînin îmânı ile düşman belâsından emîn oldu.
İşâret: Ebû
Bekr “radıyallahü teâlâ anh” incir gibi idi. Zâhiri-bâtını bir idi. Ömer
“radıyallahü teâlâ anh” zeytin gibi idi. Sırrı, alâniyyesinden iyi idi. Osmân
“radıyallahü teâlâ anh” sinîn [Tûr-i sînâ] gibi idi. Zâhiri meyve ile süslü,
bâtını su çeşmeleri ile donanmış idi. Alî “radıyallahü teâlâ anh” Mekke-i
mükerreme şehri gibi idi. Her kim Mekkede oldu, azâbdan emîn oldu.
Ebû Bekr
“radıyallahü teâlâ anh” sâhib-ül gâr [mağara arkadaşı] idi. Ömer “radıyallahü
teâlâ anh” şeyh-ül iftihâr idi. Osmân “radıyallahü teâlâ anh” Fâtih-ül emsâr
[şehrler feth eden] idi. Alî “radıyallahü teâlâ anh” kâtil-i füccâr [kâfirleri
öldüren] idi. Ebû Bekr “radıyallahü anh” Resûlullaha
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ilm idi. Ömer “radıyallahü anh” o hazrete
haşmet idi. Osmân “radıyallahü anh” dirhem idi. Alî “radıyallahü anh” kalem
idi. Ebû Bekr “radıyallahü anh” ârif idi. Ömer “radıyallahü anh” âdil idi.
Osmân “radıyallahü anh” âkıl idi. Alî “radıyallahü anh” âlim idi. Ebû Bekr-i
Sıddîk, sıdk ve safâ ile idi. Ömer-ül Fârûk, kuvvet ve salâbet ile idi. Osmân-ı
Zinnûreyn cevâd ve sehâ ile idi. Aliyyül Mürtedâ, heybet ve şecâ’at ile idi.
Ebû Bekr
“radıyallahü anh” tâc-ı islâm idi. Ömer “radıyallahü anh” izz-i islâm idi.
Osmân “radıyallahü anh” nûr-i islâm idi. Alî “radıyallahü anh” fahr-ül islâm
idi. Ebû Bekr “radıyallahü anh” takî idi. Ömer “radıyallahü anh” nakî idi.
Osmân “radıyallahü anh” zekî idi. Alî “radıyallahü anh” vefî [vefâlı] idi. Ebû
Bekr “radıyallahü anh” Seyyid-üs-sâbikîn idi. Ömer “radıyallahü anh”
Seyyid-ül-sâdikîn idi. Osmân “radıyallahü anh” Seyyid-ül-münfikîn idi. Alî
“radıyallahü anh” Seyyid-ül-mü’minîn idi. Ebû Bekr “radıyallahü anh” Dâî-i Hak
ve Seyyid-ül Berere [Hakka da’vet edici, iyilerin seyyidi] idi. Ömer-ül Fârûk
“radıyallahü anh” Kâhir-ül-Fecere [fâsıkları kahr edici] idi. Osmân
“radıyallahü anh” Seyyid-ül-Hiyere [seçkinlerin efendisi] idi. Alî “radıyallahü
anh” Kâtil-ül-kefere [kâfirleri öldürücü] idi.
Her kim
Ebû Bekri “radıyallahü anh” severse, Allahü teâlâ onu sever. Her kim Ömeri
“radıyallahü anh” severse, işleri iyi olur. Her kim Osmânı “radıyallahü anh”
severse, sevâbı bîşu-
mâr [hesâbsız] olur. Her kim Alîyi
“radıyallahü anh” severse, karşılığı Cennet ve dîdâr olur. Her kim bunları
sevmezse, karşılığı Cehennem ve nâr olur. Devleti nigünsâr [baş aşağı] olur.
Allahü teâlâ ondan bîzâr olur.
Otuzikinci Menâkıb: Rivâyet ederler ki, bir gün Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin Sahâbe-i güzîni “rıdvânullahi
teâlâ aleyhim ecma’în” toplanmışlar idi. Kendi hâllerinden söz söyliyorlar idi.
Birisi aralarından kalkıp, dedi ki, yâ Ebâ Bekr! Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretlerinin izzet ve azameti için söyle, bu mertebeye ne ile erişdin. Buyurdu
ki: Yemîn verdiğiniz için söylemek lâzımdır. Dünyâya karşı, dîni ihtiyâr etdim
[seçdim]. Âhıretden, Allahü teâlânın rızâsını seçdim. Hiçbir gün önüme bir hâl
gelmedi ki, o husûsda, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin hakkını, kendi
hakkım üzerine üstün tutmıyayım. [Ya’nî Allahü teâlânın hakkını üstün tutdum.]
Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine süâl etdiler. Sen bu mertebeye ne ile
erişdin. Buyurdu ki: Onunla erişdim ki, muhakkak iki cihânda, Allahü teâlânın,
istediğini azîz etdiğini ve istediğini zelîl etdiğini aklımdan çıkarmadım.
Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine süâl etdiler. Sen ne ile bu dereceye
erişdin. Buyurdu ki, Kitâbullahı sağ tarafıma koydum. Resûlullahın
sünnetini sol tarafıma koydum. Muhakkak bildim ki, Allahü teâlâ hazretleri
benim sırrıma muttalîdir. Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden süâl
etdiler: Sen ne ile bu dereceye erişdin. Cevâb buyurdu ki; cihâd ile erişdim.
Otuz sene mücâhede kılıncı ile ve haşyet zırhıyle ve vera’ kalkanı ile, tâ’at
ve ibâdet oku ile, gönül kapısında oturdum. Bir nesneyi ki, gönlüme koymadım ve
hâtırıma getirmedim. Allahü teâlânın rızâsı dışında bir nesneyi gönlüme
sokmadım.
Otuzüçüncü Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu: (Ebû Bekr benim görür gözümdür ve işitir kulağımdır.) Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin gözüne ve kulağına ta’n eden kimsenin gözleri kör olsun. Yine
buyurdu: (Ömer benim arkam [sırtım] ve sığınağımdır.) O hazretin arkasını ta’n eden
kimsenin arkası kırılsın. Buyurdu: (Osmân benim
elimdir.) O Sultân-ı Enbiyânın elini ta’n eden kimsenin eli
kesilsin. Buyurdu: (Alî benim gömleğim-
dir.) Server-i âlemîn gömleğini ta’n
eden kimsenin gömleği parça parça olsun. Haberde vârid olmuşdur ki, kıyâmet
gününde ümmet-i Muhammedin güzîdeleri [seçilmişleri] arş önüne varırlar.
Âsîlerin ahvâllerini görürler ki, arz ederler. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü
teâlâ anh” der ki, yâ Rabbî, doğru sözlüleri bana bağışla. Ömer-ül Fârûk
“radıyallahü teâlâ anh” der ki, yâ Rabbî! Âdilleri bana bağışla. Osmân
“radıyallahü teâlâ anh” der ki, yâ Rabbî! Hayâ edenleri bana bağışla. Alî
“radıyallahü teâlâ anh” der ki, yâ Rabbî! Civânmerdleri bana bağışla. Muhammed
Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurur; yâ Rabbî, fakîrleri
bana bağışla.
Otuzdördüncü Menâkıb: Bir gün Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” oturmuş idi. Cebrâîl aleyhisselâm geldi.
Cehennem kıssasını söyledi. Ümmet-i Muhammedin günâhkârlarının Cehenneme
gideceklerini söyledi. Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” üzülüp, mahzûn oldular. Çihâr yâr-i güzîn “rıdvânullahi
teâlâ aleyhim ecma’în” hazretleri birbirine bakışdılar. Dediler, ne dersiniz?
Ebû Bekr “radıyallahü anh” buyurdu: Ben onların günâhlarının yarısını
götürürüm. Ömer “radıyallahü anh” buyurdu: Ben de yarısını götürürüm. Osmân
“radıyallahü anh” buyurdu: Ben Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerine düâ
ederim. Tâ beni onlara fedâ etsin. Beni o kadar büyük [iri] yapsın ki,
Cehennemde onların bütün yerlerini doldurayım. Onlara girecek yer kalmasın. Alî
“radıyallahü anh” buyurdu: Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri bana o kadar
kuvvet versin ki, sırâtın köşesini düz tutayım. Tâ ki, onlar selâmetle sırâtı
geçsinler. Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri, Meryem
sûresi 85.ci âyet-i kerîmesinde meâlen, (O
gün müttekîleri rahmân huzûrunda elçiler olarak haşr ederiz) buyurmuşdur. Âyet-i kerîmedeki (Vefd) kelimesi
Sahâbelerdir. Kıyâmet günü olunca, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin hizmetinde ve ümmet-i
Muhammedin şefâ’atinde kıyâm gösterirler.
Otuzbeşinci Menâkıb: Rivâyet olunmuş ki, Ebû Nevâs bir şâir idi. Ömrünü günâh
ile geçirmiş, hüsrân ile sonuna götürmüş, amel defterini de simsiyâh etmişdi.
Öldükden sonra, bunca günâhkârlığı ile, rüyâda gördüler. Süâl etdiler ki,
Allahü
Sübhânehü ve teâlâ sana ne
mu’âmele etdi. Cevâb verdi ki, Çihâr yâr-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim
ecma’în” hazretlerinin ve diğer sahâbîlerin medhleri hakkında yazmış olduğum
dört beyt sebebi ile beni bağışlayıp, afv etdi. O beytleri evimin falan yerine
koymuşdum. Rü’yâyı gören varıp, bu beytleri ta’rîf edilen yerde yazılmış buldu:
Sâhib-i
gâr Atîki [Ebû Bekri], sevdiğim gibi derim,
Ebû Hafsı [Ömeri] ve Onu sevenleri severim.
Râzı
olmadım Şeyhin, ben evinde katline,
Çok severim, Şeyhi [Osmânı] de Alîyi de.
Bence
bütün sahâbe önderdirler ilmde,
Aksini söyliyenler, yara açarlar bu dinde.
Yâ
Rab! Sen bilirsin hepsini sevdiğimi,
Onların
hurmetine, âzâd et nârdan beni.
Otuzaltıncı Menâkıb: Süleymân bin Zekvân adında, zâhid, derecesi çok yüksek,
tatlı bir kimse olduğu rivâyet edilen bir kimse var idi. O der ki: Benim bir
komşum var idi. Müfsid ve aşağı bir kimse idi. Gündüz pazarda olurdu. Gece
gelir şerâb içerdi. Bana çok cefâ verirdi. Âciz oldum. Oğluma dedim, gel; bu
mahalleden bir başka mahalleye gidelim. Bunu görmiyelim. Kalkdık, bir başka
mahalleye gitdik. Orada oturduk. Sonra, o adam öldü. O öldükden sonra, vatan-ı
aslîmize geldik. Gecelerden bir gece, bir kimse kapıyı çaldı. Çıkıp, kapımı
açdım. Bir merd gördüm ki, ayağı yerde, ama, o kadar yukarı bakdım, yüzünü
göremedim. Bana dedi ki, dışarı gel. Ben dedim, korkarım. Korkma, dışarı gel,
benim ardımca yürü. Ben de dışarı çıkdım ve izince gitdim. Kabristâna vardık.
Bir mezâr üzerinde durduk. Bana dedi ki, bu mezârı aç. Ben de o mezârın
toprağını açıp, lahdin kerpicine erişdim. Dedi ki, kerpici kaldır. Kerpici
kaldırdığım gibi, bir bağçe gördüm ki, nihâyeti yok. Ve orta yerinde bakdım bir
taht kurulmuş. Üzerinde elvân döşekler döşenmiş. O müfsid dediğim merd onun
üzerine oturmuş. Bana dedi ki, bu merdi tanır mısın. Ben dedim, bu benim
komşumdur. Ben mahalleyi bunun yaramazlığı yüzünden terk etmişdim. Bana acâib
gelmişdi [Hayretler içinde kaldım]. O Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri hakkı
için ki, sana bu kerâmeti vermiş-
dir. Söyle ki, o merd bu kadar
fısk ve fücûr ile bu mertebe-i aliyyeye ne sebeble erişmişdir. O dedi,
hakîkaten, bu adam senin dediğin gibi idi. Lâkin, bir iyi âdeti var idi. Ben
dedim, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri için, o âdeti beyân eyle. Dedi,
âdeti bu idi ki, farz nemâzı kılıp, selâm verip, nemâzdan çıkdıkdan sonra, (Yâ
Rabbî! Ebû Bekre, Ömere, Osmâna ve Alîye “radıyallahü anhüm” rahmet et) diye
düâ okurdu. Bu kıssadan ma’lûm oldu ki, her kim Çihâr yâre muhabbet besler ise;
Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri o kimseye ne kadar mücrim ve günâhkâr dahî
olsa da rahmet eyler.
Otuzyedinci Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri islâmı
âşikâre eylediği vaktde, âlemin zulmeti cemâli nûrânîsi ile münevver oldu. Her
tarafa elçiler ile mektûblar gönderdi. Bütün insanları, karadan ve denizden,
dağ ve ovadan Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine da’vet etdi. Dıhye
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini nâme [mektûb] ile rûm şâhı Kaysere
gönderdi. Dıhye “radıyallahü anh” rûm diyârına vardıkda, Kaysere haber
verdiler. Mekke-i mükerremede Peygamberlik da’vâsı eden Muhammed Mustafâdan
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” elçi gelmişdir, kapıda durur. Rûm Kayseri,
çağırın içeri gelsin, dedi. Dıhye “radıyallahü anh” der ki, ben içeri girdim.
Mektûbu Kaysere sundum. Kayser mektûbu benden alıp, ayağa kalkdı. Başı üzerine
koydu. Gözlerine sürdü ve öpdü. Sonra mektûbu açdı. Önüne koydu. Davûl ve kös
çalınmasını söyledi. Cümle reâyası [devlet adamları] toplandılar. Kayser,
hatîblerin minbere çıkdıkları gibi yüksek bir yere çıkdı. Zîrâ minber yok idi.
Sonra yüksek ses ile dedi ki, ey kavmim, bilin ve âgâh olun ki, o merd ki,
Mekke-i mükerremede risâlet da’vâsı eder. Bu mektûbu bize göndermişdir.
Cümlemizi hak dînine da’vet etmişdir. Siz ne dersiniz ve ne cevâb verirsiniz. O
kavm birden feryâd edip, bağırdılar. Dediler ki, sen nasâra dînine kötülük
yapmak istersin ve başka bir dîne girmek istersin. Kayser dedi ki, elem
çekmeyiniz. Murâdım sizi tecrîbe etmek idi. Göreyim dinlerine nusret ederler
mi. Geri dönün. Selâmetle evinize varınız. Kayser de kalkıp, serâyına vardı.
Dıhye
“radıyallahü anh” der ki, bir gün Kayser beni çağırdı. Kayserin yanına vardım.
Yalnız idik. Elimi tutup, serâyına ilet-
di. O serâydan içeride bir başka
serâya götürdü. Sonra bir odanın kapısını açdı. Gâyet süslü ve çok insan
sûretleri o odada nakş edilmişdi. Bana dedi ki, yâ Dıhye, bu üçyüzonüç Nebînin
sûretleridir ki, Îsâ aleyhisselâm bu dıvârda nakş edilmişdir. Dıhye der ki, ben
o sûretlere nazar ederken [bakarken], nâgâh, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin hilye-i şerîfine gözüm
takıldı. O sûretler [resmler] arasında, ondördüncü ayın yıldızlar arasında
parladığı gibi parlıyor idi. Ben dedim ki, bu bizim Peygamberimiz Muhammed
Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin sûret-i şerîfidir.
Kayser dedi, doğru söylersin; ben de kitâblarımızda böyle buldum. Dıhye der ki,
bakdım o Serverin sağ yanında bir sûret gördüm; oturmuş. Kayser bana dedi; bu
kimdir. Ben dedim, Ebû Bekr-i Sıddîkin sûretidir. Sol yanında oturmuş birini
gördüm. Yüksek ve heybetli, uzun boylu idi. Kayser dedi, bu kimdir. Ben dedim,
Ömer bin Hattâbın sûretidir. Kayser dedi, ben de kitâbda böyle bulmuş idim.
Birini dahî gördüm, önünde hayâ ile oturmuş. Kayser dedi, bu kimdir. Ben dedim,
Osmân bin Affânın sûretidir. Kayser dedi, ben de kitâbda böyle bulmuş idim.
Birini dahî gördüm, ardında; dalkılınç olmuş durur. Kayser dedi, bu kimdir. Ben
dedim, Alî bin Ebî Tâlibin sûretidir. Kayser dedi, doğru söylersin. Bizim
kitâbımızda da böyledir. Dıhye der ki, Mekke-i mükerremeye döndüm. Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
huzûr-ı şerîfine vardım. Kayserin kıssasını haber verdim. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
buyurdular ki: (Kayser doğru söylemiş. Kayser doğru
söylemiş. Yâ Dıhye! Onlar beni ve benim Eshâbımı bilirler. Ammâ, ezelî şekâvet
bedbahtlık ki, onlara erişmişdir; zarûrî olarak mahrûm olup, Cehennemlik
olurlar.)
Otuzsekizinci Menâkıb: Ey müslimânlar, muvahhidler ve sünnîler. Bu makâmda çok
şirin bir kelâm edelim; inşâallahü teâlâ. Ma’lûm ola ki, her ikbâl ve devlet,
salâh ve se’âdet, çok ve az, Allahü teâlâ âlemde halk etmişdir. O devlet, ikbâl
ve salâh ve se’âdetin aslını ve beyânını dört şeyde koymuşdur. O cümlenin
hudûdunu ve sayısını Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinden gayri kimse
bilmez. Lâkin o mikdâr bu hâlde bu fakîr ve bîçârenin fehminde ve ilmindedir.
İşitin ve hâtırınızda tutun.
1–
Allahü Sübhânehü ve teâlâ, çok memleketlerde zemânın salâhını [düzenini] dört
şey ile te’mîn etmişdir. Yaz, kış, behâr, güz.
2–
Dünyânın salâhını dört şeyde koymuşdur. Nebîler “aleyhimüsselâm” ve âlimler,
hâkimler ve bezîrgânlar [tüccârlar].
3–
Cennetin salâhını dört şeyde koymuşdur. Altın ve gümüş, cevher ve nûr.
4–
Cehennemin sıkıntısı dört şeydedir. Bend [Zincirden bağ bukağı], gul [demir
tasma], çâh [ateş kuyusu] ve zulmet [karanlık].
5– Gök
yüzünün büyüklüğünün [yüksekliğinin] salâhını dört şeyde koymuşdur. [Ya’nî
düzeni dört şey iledir.] Yıldız, ay, güneş ve melekler.
6– Yer
bostânının [yeryüzünün] salâhını [düzenini] dört şeye bağlamışdır. Toprak ve
su, ateş ve rüzgâr [yel].
7–
Kur’ân-ı azîm-üş-şân dört şeyden hâsıl olmuşdur. Harf ve kelime, âyet ve sûre.
8–
Îmânın keşfinin salâhını dört şeye bağlamışdır. Sabr ve yakîn, cihâd ve adl.
9– Îmân
ve sabrının salâhını dört şeye bağlamışdır. Havf [korku] ve şevk, zühd ve
murâkabe.
10– Îmân
yakîninin salâhını dört şeye bağlamışdır. Hikmet ve basîret, gayret ve sünnet.
11– Îmân
cihâdının salâhını dört şeye bağlamışdır. Emr-i ma’rûf ve nehy-i münker. Hamiyyet
ve salâbet.
12– Îmân
adlinin salâhını dört şeye bağlamışdır. Fehm ve ahkâm-ı islâmiyye, ilm ve hilm.
13–
Merdin [erkeğin] kurtuluşunu dört şeye bağlamışdır. [Ya’nî kişinin se’âdetini
dört şeye bağlamışdır.] İyi adı olmak, iyi bahtlılık, tevadu’ ve kanâ’at.
14–
Kadının salâhını dört şeye bağlamışdır. [Ya’nî kadının iyiliği dört şey
iledir.] Gayret ve iffet, setr ve emânet.
15–
Aklın salâhı dört şey iledir. Uygunluk, şükr edici olmak. Sakınıcı olmak ve iyi
işli olmak.
16–
Tabî’atin salâhını dört şeyde koymuşdur. [Tabî’atin dü-
zeni dört şey iledir.] Harâret
[sıcaklık], burûdet [soğukluk], rutûbet [nem] ve yübûset [kuraklık].
17–
Dînin salâhı dört şey iledir. Nemâz ve zekât, oruc ve hac.
18–
Nemâzın salâhı dört şey ile meydâna gelir. Kıyâm, rükü’, secde, kade-i ahîre.
19–
Zekâtın salâhı dört şey iledir. Verici ve alıcı, nisâb ve hamûl [mal].
20–
Orucun salâhını dört şeyde koymuşdur. Oruca niyyet ve imsâk ve ka’biliyyet,
vakt.
21–
Haccın salâhını dört şeyde koymuşdur. İhrâm ve vukûf, tavâf ve say’.
22– Gazâ
etmenin salâhını dört şeyde koymuşdur. Kuvvet ve gayret, şehâmet ve şecâ’at.
23–
Farzın salâhını dört şeyde koymuşdur. Şart ve rükn, eb’az ve hey’et.
24–
İnsanın düzeni dört şey iledir. Yiyecek, içecek, giyecek ve ev.
25–
Dünyânın salâhını dört şeyde koymuşdur. Hil’at, hürmet, muhabbet ve meveddet.
26–
Yüzyirmidört bin Nebînin “aleyhimüsselâm” salâhı dört Peygamberdedir. Âdem,
İbrâhîm, Mûsâ ve Muhammed Mustafâ “alâ nebiyyinâ aleyhissalâtü vesselâm”.
27–
Gökden inen kitâblar dört dânedir. Tevrât ve İncîl, Zebûr ve Kur’ân-ı
azîm-üş-şân.
28– Şehâdet
kelimesini dört kelimeye koymuşdur. Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah.
29–
Sûre-i ihlâsın salâhı dört âyetde yerleşdirilmişdir. Kul hü ... Allahü ... Lem
... Ve lem... .
30–
Onsekizbin âlemin salâhını dört şeyde koymuşdur. Arş ve Kursî, Lehv ve Kalem.
31–
Doksandokuz esmâ-i hüsnânın salâhını dört ismde koymuşdur. Evvel ve âhır, zâhir
ve bâtın.
32– Yedi
kat gökün ve yedi kat yerin ehlinin hâl ve bağlan-
tısının salâhını dört kimsede
koymuşdur. Cebrâîl ve Mikâîl, İsrâfil ve Azrâîl “aleyhimüsselâm”.
33– Ulvî
ve süflî âlem ehlinin salâhını dört şeyde koymuşdur. Hareket ve sükûn. İctimâ
ve iftirak [toplanmak ve ayrılmak].
34–
Âlimlerin salâhı dört şey iledir. Hak söylemek ve nasîhat etmek. İlmi büyük
tutmak ve bildiği ile amel etmek.
35–
Müteallim [talebe]lerin salâhı dört şey iledir. Hakkı işitmek, nasîhat kabûl
etmek. İlm üzerine konuşmak. Âlimi büyük tutmak.
36–
Pâdişâhların salâhı da dört şey iledir. Vilâyet, asker, vezîr ve hazîne.
37–
Reâyânın salâhı dört şey iledir. Sultânın adâleti. İnfâk, ülfet. Dostlar
arasında ve düşmanlardan emîn olmak.
38–
Zâhirin salâhı dört şey iledir. Göz ve kulak, el ve ayak.
39–
Bâtının düzeni de dört şey iledir. İlm ve akl, havf ve recâ [korku ve ümîd].
40–
Abdest dört şey ile temâm olur. Yüzü yıkamak ve kolları yıkamak. Başını mesh
etmek ve ayaklarını yıkamak.
41–
Ayların salâhını dört şeyde koymuşdur. Receb, Zilka’de, Zilhicce ve Muharrem.
42–
Onsekiz bin âlemin din ve ibâdetinin salâhını, Çihâr yâr-i güzînin muhabbetinde
koymuşdur. Bunlar, emîr-ül mü’minîn Ebû Bekr-i Sıddîk, emîr-ül mü’minîn Ömer-ül
Fârûk, emîr-ül mü’minîn Osmân-ı Zinnûreyn, emîr-ül mü’minîn Aliyyül Mürtedâdır
“radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”. Bunların hepsini, tafsîl etdik. Her dörtden
biri yerine getirilmez ise veyâ birisi olmaz ise, o şey zâyi’ olur ve harâb
olur. Eğer, Allahü teâlâ muhâfaza etsin, bir bedbaht ve bir devletsiz ve rezîl
ve bir aşağılık, bir utanmaz ve yüzü kara, zerre kadar bu dört yâre buğz ve
adâvet ve düşmanlığı beğense ve kalbinde ona yer etse, dünyâda ve âhıretde
hüsrânda, ziyânda, mel’ûn ve bahtsız olur. (Dünyâda ve âhıretde hüsrân, o
kimseler içindir.)
Otuzdokuzuncu Menâkıb: (Münebbihât) kitâbından terceme olunmuşdur. [Bu
kitâbı İbni Hacer Askalânî yazmışdır.] O
haberleri ve sözleri beyân
ederken, evvelâ Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerinin hadîs-i şerîflerini
nakl eder. Sonra Çihâr yâr-i güzînin o hadîs-i şerîfe
muvâfık tertîbi ile her birinden bir eser (söz) nakl eder.
İki maddeli kıymetli sözler: Rivâyet olunmuş ki, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bir hadîs-i
şerîfde buyurdular ki: (İki haslet [özellik]
vardır ki, o ikisinden efdal birşey yokdur. Allahü
tebâreke ve teâlâ hazretlerine îmân getirmek. Müslimânlara fâideli olmak.) Ebû
Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet olunmuşdur: (Bir kimsenin
azıksız kabre girmesi, gemisiz denize girmesi gibidir.) Ömer “radıyallahü teâlâ
anh” hazretleri buyurdu ki: (Dünyânın izzeti mal iledir. Âhıretin izzeti amel
iledir.) Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: (Dünyâ gammı
kalbe zulmetdir. Âhıret gammı kalbe nûrdur.) Alî “radıyallahü teâlâ anh”
hazretleri buyurdu ki: (Bir kimse ilm talebinde olsa, Cennet de onu taleb eder.
Bir kimse ma’siyyet talebinde olsa, nâr [Cehennem] da onu taleb eder.)
Üç maddeli kıymetli sözler: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular
ki: (Bir kimse geçim darlığından şikâyetci olduğu
hâlde sabâha çıksa, Rabbinden şikâyet etmiş gibi olur. Bir kimse dünyâ işi için
üzülerek [mahzûn olduğu hâlde] sabâha
çıksa, Allahü teâlâyı darıltmış olarak sabâhlamış olur. Bir kimse tevâdu’ etse
bir zengine zenginliğinden ötürü, dîninin üçde ikisi gider.) Ebû
Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: (Üç şeye üç şey ile
ulaşılmaz. Zenginliğe arzû ile erişilmez. Yiğitliğe boya ile [süslenmekle]
erişilmez. Sıhhate devâlar [ilâclar] ile erişilmez.) Ömer “radıyallahü teâlâ
anh” hazretleri buyurdu ki: (İnsanlar ile güzel geçinmek aklın yarısıdır. Güzel
süâl sormak ilmin yarısıdır. Güzel tedbîr ma’îşetin yarısıdır.) Osmân
“radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: (Bir kimse dünyâyı terk etse,
Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri o kimseyi sever. Bir kimse günâhları terk
etse, melekler o kimseyi sever. Bir kimse, başka insanlardan tama’ı kesse,
insanlar onu sever.) Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: (Dünyâ
ni’metlerinden ni’met olmak cihetinden, islâm sana kifâyet eder. Dünyâ
meşgûliyyetinden sa-
na ibâdet etmek, meşgûl olmak
cihetinden kifâyet eder. İbret almak cihetinden ölüm sana kifâyet eder.)
Dört maddeli kıymetli sözler: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Ebû Zer
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine buyurdular ki: (Yâ
Ebâ Zer! Gemiyi yenile. Muhakkak ki, deryâ derindir. Azık al, zîrâ yolculuk
uzundur. Yükünü hafîf et. Zîrâ geçilmesi zor geçitler var. Amelini hâlis eyle.
Zîrâ; hâlisi-bozuğu ayıran Basîrdir.) Yine Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Yıldızlar
gök ehli için emândır. Ne zemân ki yıldızlar gök ehlinin üzerine dökülür; kazâ
nâzil olur. Benim eshâbım da ümmetim üzerine emândır. Ne vakt eshâbım zâil
olursa, ümmetim üzerine kazâ nâzil olur. Eshâbım üzerine de ben emânım. Ben
gitdim, eshâbım üzerine kazâ nâzil olur. Dağlar yer ehli için emândır. Ne zemân
ki dağlar yer üzerinden gitdi. Yer ehli üzerine kazâ nâzil oldu.)
Ebû Bekr
“radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: (Dört şey vardır ki, dört şey ile temâm
olur. Nemâz, secde-i sehv ile temâm olur. Oruc sadaka-ı fıtr ile temâm olur.
Hac fidye ile temâm olur. Îmân cihâd ile temâm olur.) Ömer “radıyallahü teâlâ
anh” hazretleri buyurdu ki: (Deryâlar dörtdür: Allahü teâlâ hazretlerinin
rahmeti, günâhlar için deryâdır. Nefs, şehvetler için deryâdır. Ölüm, ömrler
için deryâdır. Kabr, nedâmetler [pişmânlıklar] için deryâdır.) Osmân
“radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: (Dört şey vardır ki, zâhirleri
fazîletdir. Ve bâtınları farzdır. Kur’ân-ı azîm-üş-şânın tilâveti fazîletdir.
Onunla amel farzdır. İnsanlara ihsân etmek fazîletdir. Hasımları birbirinden
râzı etdirmek farzdır. Sâlihler ile berâber bulunmak fazîletdir. Yapdıklarına
uymak farzdır. Hastaları sormak fazîletdir. Vasıyyetlerini kabûl etmek
farzdır.) Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: (Bir kimse Cennete
müştak olsa [Cenneti arzû etse], hayrlı işlere koşar. Bir kimse ateşden
[Cehennemden] korksa, şehvetlerinden kendini men’ eder. Bir kimse ölümü yakın
bilse, dünyâ lezzetlerinden sakınır. Bir kimse dünyâyı bilse [tanısa],
musîbetler ona hor olur [musîbetlerin te’sîrinde kalmaz].)
Beş maddeli kıymetli sözler: Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri, bir hadîs-i şerîfde buyurdular ki:
(Her kim beş nesneyi hakîr ve hor görse, beş nesneden mahrûm olur.
Bir kimse ulemâyı hakîr görse, dinden mahrûm olur ve dînine ziyân eder. Bir
kimse ümerâyı [âmirleri]
hakîr görse, dünyâdan mahrûm olur. Bir kimse
akrabâsına istihfâf etse [hafîf görse],
mürüvvetden mahrûm olur. Bir kimse kendi ehline istihfâf etse [aşağı
görse], ma’îşetden mahrûm olur. Bir kimse
komşularına istihfâf etse [aşağı görse],
menfe’atlerinden mahrûm olur.) Yine Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, bir hadîs-i
şerîfde buyurdular ki: (Muhakkak Allahü
tebâreke ve teâlâ hazretleri bir kimseye beş şeyi hâzırlamadan beş şeyi vermez.
Bir kimseye, ni’metini artdırmasını hâzırlamadıkça şükr vermez. Kabûl etmeği
hâzırlamadıkça düâ vermez. Afv etmeği hâzırlamadıkça istigfâr vermez. Kabûl
edeceğini hâzırlamadıkça tevbe vermez. Karşılığını hâzırlamadan sadaka verdirmez.)
Ebû Bekr
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden mervîdir. Buyurdular ki: (Beş zulmetin
beş ışığı vardır. Dünyâ zulmetdir. Işığı, tâ’atdır. Günâh zulmetdir. Işığı
tevbedir. Kabr zulmetdir. Işığı, Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullahdır. Âhıret karanlıkdır. Bunun ışığı, sâlih
ameldir. Sırat karanlıkdır. Işığı, yakîndir.) (Münebbihât)dan
bizde olan nüshasında, kabr zulmetine ışık, Lâ ilâhe illallah, yazılıdır. Lâkin
Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin menâkıb-ı şerîflerinde zikr
olundu ki, Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah sözlerini birbirinden ayrı dememişdir. Son
menâkıbda mufassal beyân olunmuşdur. Bu âdet-i şerîfleri bozulmasın diye,
burada da berâber yazıldı. En doğrusunu Allahü teâlâ bilir.
Ömer
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden mervîdir. Merfû olarak, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu
ki, (Eğer böyle olmasa idi, ya’nî Allahü âlem, bu şehâdete magrûr olup, ibâdete
ve tâ’ate tenbellik edip, gevşek davranmasalardı, beş kimseye şehâdet ederdim
ki, muhakkak onlar Cennet ehlindendir. Birisi, ıyâl [çoluk-çocuk] sâhibi olan
kimse. Birisi, zevci ondan râzı olan hanım. O hanım ki, mehrini ve çeyizini
zevcine hediyye eder. Birisi o kimse ki, vâlideyni
[anne-babası] ondan râzı olur.
Birisi o kimse ki, günâhdan tevbe eder.)
Osmân
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden mervîdir. Buyurdu ki: (Beş nesne
müttekîler alâmetlerindendir. Dînini ıslâh eden kimseler ile oturmak. Fercinin
ve lisânının üzerine gâlib olmak. Kendisine dünyâdan erişen çok şeyi vebâl
görmek. Âhıretden az bir şey erişirse, onu kendisine ganîmet bilmek. Harâm olur
korkusu ile halâlden mi’desini çok doldurmamak. Başkalarını kurtulmuş,
kendisini helâk olmuş bilmek.)
Alî
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden mervîdir. Buyurdu ki: (Beş haslet
olmasaydı, insanların hepsi sâlih olurlar idi. Câhilliğe kanâ’at etmek. Dünyâya
harîs olmak. Malın fazlasına cimrilik. Reyde, fikrde ucb, kendini beğenmek.)
Altı maddeli kıymetli sözler: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular
ki: (Altı şey, altı vatanda [mahalde,
hâlde] garîbdir. Mescidler, içinde nemâz kılmıyan
kavm arasında garîbdir. Okumıyanlar arasında Kur’ân-ı kerîm garîbdir. Kur’ân-ı
kerîm, fısk işleyenler yanında garîbdir. Kötü huylu, zâlim kocanın elindeki
sâliha kadın garîbdir. Kendini dinlemiyen kavmin arasındaki âlim garîbdir. Kötü
huylu kadının elindeki sâlih zevc garîbdir. Allahü teâlâ onlara kıyâmet gününde
elbette rahmet nazarı ile bakmaz.)
Ebû Bekr
“radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: (İblîs, önünde durur. Nefs,
sağında durur. Hevâ solunda durur. Dünyâ arkanda durur. Etrâfında a’zâlar
durur. Cebbâr [mekânlı olmıyan] seni devâmlı görür. İblîs, seni dînini terk
etmekden yana da’vet eder. Nefs, seni ma’siyyetden yana da’vet eder. Hevâ,
şehvetlerden yana da’vet eder. Dünyâ, kendini âhırete tercîhden yana da’vet
eder. A’zâlar [uzvlar], günâh işlemekden yana da’vet eder. Cebbâr, seni Cennet
ve magfiretden yana da’vet eder. Her kim ki, iblîse icâbet ederse, dîni gider.
Her kim ki, nefse icâbet etdi, rûhu necât bulmaz. Her kim ki, hevâya icâbet
ederse, akl ondan gider. Her kim ki, dünyâya icâbet ederse, âhıreti gider. Her
kim ki, a’zâlara [uzvlara] icâbet ederse, Cennet elinden gider. Her kim ki,
Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerine icâbet ederse, bütün fenâ ve zararlı
şeyler ondan gider. Bütün hayrlara nâil olur.)
Ömer
“radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: (Muhakkak Allahü teâlâ hazretleri altı
nesneyi altı nesnede gizledi. Rızâ-ı şerîfini tâ’atda gizledi. Gadabını ma’siyyetde
gizledi. İsm-i a’zamını Kur’ân-ı kerîmde gizledi. Evliyâsını insanlar arasında
gizledi. Ölümü, ömr içinde gizledi. Kadr gecesini Ramezân-ı şerîf içinde
gizledi. Salât-ı vustâyı beş vakt içinde gizledi.)
Osmân
“radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: (Muhakkak ki, mü’min altı nev’ korkudadır.
Birisi, Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri cânibinden [tarafından] korkudadır
ki, onun rûhunu ânîden alır, diye. İkincisi, hafaza melekleri cihetinden
korkudadır ki, onun üzerine yazdıkları nesne sebebi ile, kıyâmet gününde rüsvay
olur. Üçüncü, şeytân cânibinden korkudadır ki, onun amelini bâtıl eder.
Dördüncü, melek-ül-mevt hazretleri cânibinden korkudadır ki, gafletde iken
rûhunu alır. Beşinci, dünyâ cânibinden korkudadır ki, dünyâya magrûr olup,
dünyâ onu âhıretden meşgûl eder. Altıncı, ehl-i ıyâl cânibinden korkudadır ki,
onlar ile meşgûl olup, onlar onu Allahü teâlânın zikrinden meşgûl ederler.)
Alî
“radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdular ki: (Altı hasleti bulunduran
kimseler, Cennete çağrılan yolların hiçbirini terk etmez. Nâra [Cehenneme]
götürecek yolların hiçbirine varmaz. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerini
bilip, ona tâ’at etmek. Şeytânı bilip, ona ısyân etmek. Bâtılı bilip, ondan
sakınmak. Hakkı bilip, ona ittibâ’ etmek. Âhıreti bilip, onu taleb etmek.
Dünyâyı bilip, onu terk etmek.)
Yedi maddeli kıymetli sözler: Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet
etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri buyurdular ki: (Allahü Sübhânehü
ve teâlâ hazretleri, yedi kimseyi, Arş-ı azîmin gölgesinde o günde
gölgelendirir. O gün Arş-ı azîmin gölgesinden başka gölgelenecek yer olmaz.
Yalnız Arş-ı azîmin gölgesi olur. Bunlar:
1– Âdil devlet başkanı,
2– Allahü teâlâya tâ’atde bulunarak yetişen genç,
3– Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerini tenhâlarda zikr edip ve
gözlerinden Allahü teâlânın korkusundan yaş akıtan kimse,
4– Kalbi mescide bağlı olan kimse,
5– Sağ elinin verdiği sadakayı, sol elinin bilmediği kimse,
6– Birbirini Allahü teâlâ için seven iki kimse,
7– Bir cemâl sâhibi kadın [güzel kadın] kendisini da’vet
etdiği zemân, ondan kaçıp, Âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâdan korkarım diyen
kimse.)
Ebû Bekr
“radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: (Bahillerin [cimrilerin] malı, yedi belâdan
birinde olur [birine uğrar]. Mîrâs yiyen bir vârisi, malını isrâf eder, onu
Allahü teâlâ hazretlerinin tâ’atinden başka yerde harcar. Veyâ Allahü teâlâ ve
tekaddes hazretleri o bahilin [cimrinin] üzerine bir eziyyet edici kimseyi
[zâlimi] musallat eder. Onun malını, onun nefsini hor ve zelîl etdikden sonra
alır. O bahili [cimriyi] bir şehvet harekete getirir ki, o şehvet ile uygunsuz
işler yaparak malını ifsâd eder. Onda bir düşünce peydâ olur. İftihâr [öğünmek]
için bir binâ yapar. Yâ bir fâidesiz harâbeyi ta’mîr eder. Malını onlara sarf
eder. Yâ dünyâ âfetlerinden bir âfet peydâ olur. Suda gark olur, hırsız çalar
veyâ ona dâimî bir dert erişir. Malını doktorlara yidirir. Yâ malını bir
mekânda saklar. Sonra unutur.)
Ömer
“radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: (Çok gülen kimsenin heybeti az
olur. Çok şaka yapan istihfâf edilir [hakîr görülür]. Çok konuşan çok yanılır.
Çok hatâ edenin hayâsı az olur. Hayâsı az olanın vera’ı az olur. Vera’ı az
olanın kalbi ölü olur. Kalbi ölü olanı Allahü teâlâ Cehenneme dâhil eder.)
Osmân
“radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: (Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri [Kehf sûresi 82.ci âyet-i kerîmesinde meâlen], (Onun altında ikisine âid hazîne var idi) buyurdu. O kenz altından bir levha idi. Onda
yedi satır var idi.
1– Ben
teaccüb ederim [şaşarım] o kimseye ki, muhakkak, bütün işler takdîr iledir.
Hâlbuki o kimse kaçırdığı şeyler için üzülür.
2– Şaşarım
o kimseye ki, ölümü bildiği hâlde güler.
3– Şaşarım
o kimseye ki, Cehennemi bildiği hâlde günâh işler.
4– Şaşarım
o kimseye ki, Cenneti bildiği hâlde istirâhat eder.
5– Şaşarım
o kimseye ki, Al-
lahü tebâreke ve teâlâ ve tekaddes
hazretlerini bildiği hâlde, başkasını zikr eder.
6– Şaşarım
o kimseye ki, dünyânın fânî olduğunu bildiği hâlde içindekilere rağbet eder.
7– Şaşarım
o kimseye ki, Kıyâmetde hesâba çekileceğini bildiği hâlde mal biriktirir.)
Alî
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden süâl olundu ki: (Gökden ağır olan nedir,
yerden geniş olan nedir, denizden engin olan nedir, ateşden sıcak nedir, taşdan
katı nedir, Zemherîrden soğuk nedir, zehrden acı olan nedir?) Alî “radıyallahü
teâlâ anh” cevâb verdi ki: (Gökden ağır olan, temiz bir kimseye iftirâ
etmekdir. Yerden geniş olan; Hak, doğru olan şeydir. Denizden engin olan,
kanâ’at eden kalbdir. Ateşden sıcak olan, zulm eden sultândır. Taşdan katı
olan, münâfıkın kalbidir. Zemherirden soğuk olan; levm eden, kınayan kimseye
ihtiyâcını arz etmekdir. Zehrden acı olan, sabr etmekdir.)
Sekiz maddeli kıymetli sözler: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bir hadîs-i şerîflerinde buyurdular ki:
(Sekiz şey, sekiz şeyden doymaz. Göz nazardan [bakmakdan]. Yer yağmurdan. Kadın erkekden. Âlim ilmden. Süâl soran
sormakdan. Harîs, mal yığmakdan. Deryâ [deniz] sudan. Ateş odundan.)
Ebû Bekr
“radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: (Sekiz şey, sekiz şeyin
zînetidir: İffet, fakrin süsüdür. Şükr, zenginliğin süsüdür. Sabr, belânın
süsüdür. Tevâdu’, hasebin [asâletin] süsüdür. Hilm, ilmin süsüdür. Çok ağlamak
korkunun süsüdür. Başa kakmamak, ihsânın süsüdür. Huşû’ nemâzın süsüdür.)
Ömer “radıyallahü
teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: (Bir kimse fuzûlî konuşmağı [fazla, lüzûmsuz
konuşmağı] terk etse, ona hikmet bağışlanır. Bir kimse fuzûlî bakmağı terk
etse, ona huşû’ bağışlanır. Bir kimse fuzûlî yimeği terk etse, ona ibâdetin
lezzetini duymak bağışlanır. Bir kimse gülmeği terk etse, ona heybet
bağışlanır. Bir kimse mîzâhı [şakalaşmağı] terk etse, ona hüsn ve melâhat
[güzellik ve tatlılık] verilir. Bir kimse dünyâ sevgisini terk etse, ona âhıret
sevgisi verilir. Bir kimse, başkalarının aybı ile meşgûl olmağı terk etse, ona
nefsinin
ayblarını ıslâh etmek nasîb olur.
Bir kimse Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin zât-i pâkinin keyfiyyetinden
tecessüsü terk etse, ona nifâkdan berâat bağışlanır [ya’nî o nifâkdan
korunur].)
Osmân
“radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: (Âriflerin alâmeti sekizdir:
Kalbi, korku ve ümîd iledir. Dili, hamd ve senâ iledir. Gözleri, hayâ ve ağlama
iledir. İrâdesi, dünyâyı terk etmek ve Allahü teâlânın rızâsını kazanmakdır.)
Alî
“radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: (Huşû’ olmıyan nemâzda hayr
yokdur. Boş söz konuşulmanın terk edilmediği orucda hayr yokdur. Dikkat etmeden
Kur’ân-ı kerîm okumakda hayr yokdur. Vera’ olmıyan ilmde hayr yokdur. Sehâ
[cömerdlik] olmıyan malda [zenginlikde] hayr yokdur. Devâmlı olmıyan ni’metde
hayr yokdur. İhlâs, ta’zîm ve tekrîm olmıyan düâda hayr yokdur.)
Dokuz maddeli kıymetli sözler: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bir hadîs-i şerîfde buyurdular ki,
(Allahü teâlâ Mûsâ “aleyhissalâtü vesselâm” hazretlerine Tevrâtda
vahy etdi. Muhakkak hatâların anası üçdür. Kibr, hırs ve hased. Onlardan altı
hatâ dahâ doğdu. Temâmı dokuz oldu. O altı hatâ; Tokluk. Uyku. Râhatlık. Mal
sevgisi. Övünme sevgisi. Reîs olma sevgisidir.)
Ebû Bekr
“radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: (Âbidler üç sınıfdır. Her bir
sınıfın alâmetleri vardır ki, o alâmetler ile bilinir. Bir sınıfı, Allahü teâlâ
hazretlerine korku yolu ile ibâdet ederler. Bir sınıfı, ümîd yolu ile ibâdet
ederler. Bir sınıfı, muhabbet yolu ile ibâdet ederler. Birinci sınıf için üç
alâmet vardır: Sevdiği nesneyi bağışlar. Rabbinin râzı olmasına, nefsinin
gadabını değişmez. Herhâlde Rabbinin emrini yapıp, nehyinden kaçar. İkinci
sınıf için de üç alâmet vardır: Kendi nefsini hakîr, aşağı görür. Yapdığı ihsânı
kıymetsiz bulur. Akranlarını [emsâllerini] üstün görür. Üçüncü sınıf için de üç
alâmet vardır: Herhâlde insanlara önder olur. Bütün insanların cömerdi olur.
Allahü teâlâya, halkın temâmının hakkında hüsn-i zannı olur.)
Ömer
“radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: (İblîsin
zürriyyetinde dokuz nefer vardır
ki şunlardır: Zenbûr; sokaklar sâhibidir. Sokakda bayrağını diker. Vetin;
musîbetler sâhibidir. Evân; sultân sâhibidir [onunla berâberdir]. Hefâf;
şerâbın sâhibidir [onunla arkadaşdır]. Mürre; mizmârlar [çalgılar] sâhibidir.
Lekûs, mecûsînin sâhibidir [onunla arkadaşdır]. Müsavvit; yalan haberler
sâhibidir. Dâsim, hâneler, evler sâhibidir. Eğer bir şahs evine geldikde,
Allahü teâlânın ism-i şerîfini zikr etmezse,o kişi ile hanımı arasında adâvet
ve münâze’a vâki’ olur. Hattâ aralarında talâk ve hul’ ve darb [dövme] vâki’
olur. Velhân; abdestde, nemâzda ve diğer ibâdetlerde vesvese verir.)
Osmân
“radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: (Bir kimse beş vakt nemâzını vaktinde,
devâmlı kılsa, Allahü teâlâ ona dokuz ikrâmda bulunur. Allahü teâlâ o kimseyi
sever. Bedeni sıhhatli olur. Melekler onu korurlar. Onun evine bereket nâzil
olur. Sâlihlerin sîmâsi, yüzünde zâhir olur. Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretleri, onun kalbini yumuşak kılar. Sıratdan şimşek gibi geçer. Allahü
teâlâ hazretleri onu Cehennemden korur. (Onlar
üzerine korku ve hüzn dahî olmaz) kelâmı
ile medh edilenler ile berâber olur.)
Alî
“radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: (Ağlamak üç şeydendir. Birisi,
Allahü teâlâ korkusundan, ikincisi, gadabından, üçüncüsü, kat’iyyet-i
haşyetinden. Birinci ağlamak, günâhlara keffâretdir. İkinci ağlamak, ayblarının
temizlenmesidir. Üçüncü ağlamak, vilâyet ve mahbûbun rızâsıdır. Günâhlarının
temizlenmesinin semeresi, kurtuluşdur. Ayblardan temizlenmenin semeresi,
Na’îmde olmakdır. Vilâyet ve mahbûbun rızâsının semeresi Allahü teâlâyı
rü’yetdir.)
On maddeli kıymetli sözler: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bir hadîs-i şerîflerinde buyurdular ki:
(Misvâk kullanmağa devâm ediniz! Zîrâ onda on haslet vardır. Ağzı
temizler. Allahü teâlâ ondan râzı olur. Şeytânı gadaba getirir. Hafaza
melekleri onu severler. Diş etlerini kuvvetlendirir. Balgamı keser. Ağız
kokusunu güzelleşdirir. Safra harâretini söndürür. Göze cilâ verir. Ağız
kokusunu keser.) Misvâkı
kullanmak sünnetdir.
Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki:
(Allahü teâlâ hazretleri on haslet ile kullarını âfâtdan koruyup,
mukarreblerin derecesine çıkarır:
1–
Kanâ’at eden kalb ile devâmlı sıdk.
2–
Devâmlı şükr ile, kâmil sabr.
3– Hâzır
zühd ile devâmlı fakîrlik.
4– Aç
karın ile devâmlı zikr.
5–
Fâsılasız korku ile devâmlı hüzn.
6–
Mütevâzî beden ile devâmlı gayret.
7– Dâim
rahm ile devâmlı rıfk.
8– Hayâ
ile devâmlı muhabbet.
9–
Devâmlı hilm ile fâideli ilm.
10–
Sâbit akl ile dâimî îmân.)
Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: (On şey, on şeyden başkası
ile düzgün olmaz, ıslâh edilemez:
1– İlm,
vera’dan başkası ile ıslâh olmaz.
2– Amel,
ilmsiz olmaz.
3–
Korkusuz kurtuluş olmaz.
4–
Sultân, adâletden başka şey ile ıslâh olmaz.
5–
Asâlet [şeref], edeb ile ıslâh olur. 6– Sevinç, emniyyet ile olur.
7–
Zenginlik, cömerdlik ile ıslâh olur.
8–
Üstünlük tevâdû’ ile olur.
9–
Fakîrlik, kanâ’at ile ıslâh olur.
10–
Tevfîk olmadan cihâd olmaz.)
Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: (On şey,
muhakkak kayb edilmişdir:
1– Süâl
sorulmıyan âlim.
2– Amel
edilmiyen ilm.
3– Kabûl
edilmiyen doğru fikr.
4–
Kullanılmıyan silâh.
5– Nemâz
kılınmıyan mescid.
6–
Okunmıyan Kur’ân-ı kerîm.
7–
Fakîrlere verilmiyen mal.
8–
Binilmiyen at.
9–
Yalnız dünyâ için olan ilm.
10– Yol
azığı hâzırlanılmadan geçen uzun ömür.)
Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyuruyor ki:
(Mîrâsın
hayrlısı ilmdir.
Rızkın
en iyisi edebdir.
Azığın
hayrlısı, takvâdır.
Sermâyenin
en kazanclısı ibâdetdir.
En iyi
rehber sâlih amellerdir.
Arkadaşın
iyisi güzel huydur.
Hilm, en
iyi yardımcıdır.
Muhtâc
olmamanın en iyisi kanâ’atdir.
Yardımın
hayrlısı tevfîkdir.
Terbiye
edicilerin en iyisi ölümdür.)
Buraya
kadar (Münebbihât)dan nakl olunmuşdur.
Kırkıncı Menâkıb: Bir gün Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Âişe-i Sıddîka “radıyallahü
teâlâ anhâ” hazretlerinin mubârek evine vardı. İnsanlık îcâbı karınları
acıkmışdı. Buyurdular ki,
(Yâ Âişe! Hiç bir yiyecek var mıdır?) Mubârek sözlerini temâmlamadan, kapı çalındı.
Kapıyı açdılar. Gördüler ki, Ebû Bekr-i Sıddîk
“radıyallahü teâlâ anh” hazretleridir. Resûlullah
hazretleri “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
buyurdu ki: (Yâ Ebâ Bekr! Bu vakt gelmenize sebeb nedir?) Ebû
Bekr-i Sıddîk cevâb verdi ki, (Yâ Resûlallah! Üç gündür bir ta’âm yimemişim.
Açlık cânıma kâr etdi. Geldim ki, mubârek dîdâr-ı şerîfinizin müşâhedesi ile
karnım tok olsun.)
Bu konuşma sırasında iken, yine kapı
çalındı. Kapıyı açdıkda, bakdılar ki, Ömer “radıyallahü
teâlâ anh” hazretleridir.
Sonra Alî
“radıyallahü teâlâ anh” geldi. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu: (Gelmenize sebeb nedir.) Buyurdular ki, yâ
Habîb-i Rabbil’âlemîn! Üç gündür yemek yimedik. Çok acıkdık. Geldik ki,
mubârek, emsâlsiz cemâlinizin müşâhedesi ile, bu dağdağadan halâs olup,
karnımız tok olsun. Hazret-i Alî dedi ki, yâ Resûlallah. Üç gündür seyyidünnisâ
Fâtıma-tüz-zehrâ “radıyallahü teâlâ anhâ” hazretleri ve imâmeyn-i ciğer
gûşeleriniz Hasen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretleri de açlıkdan
kat’î bunalmışlardır.
Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu: (Üç gündür ben de ta’âm yimedim. Karnım açdır.) Hazret-i
Alî dedi ki, yâ Nebiyyallah! Dün yoldan geçerken, Mu’âz
bin Cebelin “radıyallahü teâlâ anh” havlusunda olan hurma ağacında
hurma gördüm. Bunu söyleyince, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki, (Kalkın, Mu’âzın evine gidelim! Bizi hurma ile konuk etsin [müsâfir
etsin]!)
Server-i Enbiyâ, Çihâr yâr-i güzîn hazretleri ile, Mu’âz hazretlerinin
kapısına gitdiler. Güçlükle vardılar. Vay başımıza, vay cânımıza! Sultân-ı
kevneyn ve Resûl-i sakaleyn ki, onsekizbin âlem onun yüzü suyu hürmetine yaratılmışdır.
Görünüz hazret-i Çihâr yâr-i güzîn ile birlikde ne zahmetler çekmişlerdir.
Allah saklasın, bir gün aç kalmış olsak, başımıza kıyâmet kopar. Dünyâ bize
zindân olur. Eğer Eshâb hazretlerinden birisi merkad-ı şerîflerinden
[kabrlerinden] başını kaldırıp, bu zemânda olan ümmet-i Muhammede nazar etse
[baksa], teâccüb edip [hayret edip] der ki, acabâ bunlar hangi milletdendir,
hangi tâifedendir. Hangi Peygamberin ümmetidir. Biz de insâf etsek. Hergün dahâ
iyiye mi gidiyoruz! Allahü teâlâ şânühü hazretleri, bu sultânların hurmetine,
kendi lutf, kerem, fadl ve ihsânı ile, bizim o yüzümüzün karalığına bakmayıp,
afv buyursun. Biz âsî ve mücrim kullarını dîdârı ile şereflendirsin. Âmîn! Yâ
Rabbî, âmîn diyen kullarını magfiret buyur.
Murâdımıza gelelim. Mu’âz
hazretlerinin kapısına vardılar.
Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri seslendi ki, yâ Mu’âz! Devlet kuşu
başına kondu. Allahü teâlânın Resûlü kapına geldi. İçeride olanlardan kimse
duymadı. Mu’âzın bir küçük kızcağızı var idi. O duydu. Annesini çağırdı. Yâ
ana, yâ ana! Ne yatarsın, hazret-i Ebû Bekr kapımıza geldi; çağırıyor. Annesi
kızı azarladı. Ne yalan söylersin; hiç bu vakt, hazret-i Ebû Bekr kapımıza
gelir mi? Kızı da, ne yapsın; yatdı.
Birâz
sonra, Ömer “radıyallahü teâlâ anh”
çağırdı. Yine kız uyandı. Annesine haber verdi. Annesi evvelki gibi azarladı.
Birâz
sonra da hazret-i Alî “radıyallahü
teâlâ anh” çağırdı. Yine kız uyandı. Annesine haber verdi ki, yâ anne! Hazret-i
Alî kapıya gelmiş; çağırıp durur. Annesi kızı, yine azarladı. Behey kız, deli
mi oldun; ne söylersin. Kız yine sükût edip, yatdı.
Sonra, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, (Yâ Mu’âz) diye seslendi. Kız evvelki gibi
uyanıp, dedi ki, yâ anne! Sana demedim mi ki, Ebû Bekr, Ömer ve Alî kapıya
geldiler. Bana inanmadın. İşte Sultân-ı Enbiyâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” kendisi çağırır. Annesi diledi ki, yine kızı red eylesin. Kız
vâlidesine bakmayıp, babasının yanına vardı. Resûlullah
hazretlerinin şevkiyle babasını çağırdı. Yâ baba, ne yatarsın. Devlet ve
se’âdet kuşu başına kondu. Allahü teâlânın Resûlü “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” ve Ebû Bekr, Ömer ve Alî “radıyallahü anhüm” hazretleri kapıya
gelmişlerdir. Hemen o sâat, hazret-i Mu’âz kızından bu haberi işitince, acele
ile yerinden kalkıp, kapıya koşdu. Kapıyı açıp, dedi ki, devlet ve se’âdet
Mu’âzın başına kondu. Habîbullah hazretlerinin mubârek ayaklarının tozlarına
yüz sürüp, içeri buyurun, dedi. Fahr-i âlem hazretleri de, Eshâb-ı güzîn ile
içeri dâhil oldular.
Ondan
sonra buyurdular ki, (Yâ Mu’âz! Üç gündür ben ve
Eshâbım yemek yimemişiz! Dün Alî yoldan geçerken, senin havlunda olan hurma
ağacında hurma görmüş. Onun için geldik ki, bizi hurma ile müsâfir edesin.)
Mu’âz
“radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, yâ Nebiyyallah! O hurmaları bugün düşürdük
[ağacından topladık]. Kimini biz yidik. Ba’zısını fakîrlere ve komşularımıza
ulaşdırdık. Bir hurma kalmamışdır.
Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri karşısına bakdı. Bir büyük
zenbil gördü. Hemen hazret-i Alîye buyurdu ki, (Yâ
Alî! Bu zenbili eline al! Bu gördüğün hurma ağacına
var. Benden selâm eyle!
Ve söyle ki, Resûlullah senden hurma taleb eder.) Alî “radıyallahü teâlâ anh”
hazretleri o zenbili alıp, hurma ağacının yanına vardı. Peygamberin selâmını
götürdü, iletdi. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin izni ile hurma ağacı
fasîh bir lisân ile selâmı aldı. Ta’zîm eyleyip, eğildi. Sonra Allahü teâlânın
izni ile, ağacda hurmalar doldu. Hazret-i Alî o zenbili hurma ile doldurup, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
huzûr-ı şerîflerine getirdi. O hurmadan yidiler. Bütün Eshâba ulaşdırdılar.
Hattâ o zenbili hurma ağacına asdılar. Resûlullah
hazretlerinin dâr-ı bekâya intikâline kadar hiç boşalmadı.
Kırkbirinci Menâkıb: Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” bir gün hastalandı.
Ebû Bekr, Ömer ve Osmân “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretleri iyâdetine [hasta
ziyâretine] vardılar. Hazret-i Alînin yanında bir tas bal var idi. Bu tas ile
balı bunların önüne götürdü. Tas ak, içindeki bal kızıl idi. O tasın içinde
kara bir kıl vardı.
Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, biz baldan, her
birimiz bu üçü için bir misâl getirmeyince yimeyiz. Kendisi buyurdu ki: (Dîn-i
islâm tasdan münevverdir [nûrludur]. Îmân baldan tatlıdır. Dînin hükmü kıldan
incedir.)
Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: (Cennet tasdan
münevverdir. Cennetin ni’metleri baldan tatlıdır. Sırat köprüsü kıldan
incedir.)
Osmân
“radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: (Kur’ân-ı azîm-üş-şân tasdan münevverdir.
Kur’ân-ı kerîm okumak baldan tatlıdır. Kur’ân-ı kerîmin tefsîri kıldan
incedir.)
Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: (Müsâfirin nûru tasdan
münevverdir [nûrludur]. Müsâfirin sözü baldan tatlıdır. Müsâfirin gönlüne
ri’âyet etmek kıldan incedir.) Her biri kendi hâllerine münâsib kelâm
buyurdular.
Kırkikinci Menâkıb: Birgün Fahr-i kevneyn ve Resûl-i sakaleyn Muhammed Mustafâ
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim
ecma’în” hazretleri ile oturur idi. Kudretden ortaya bir ak tas geldi. İçi ak
bal ile dolu idi. Üstünde bir ak kıl vardı Hayret etdiler. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurdular ki: (Gelin her birimiz bu üçüne bir temsîl getirmeyince
el sürmiyelim.)
Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: (Resûlullah hazretleri bu tasdan nûrludur. Resûlullah ile konuşmak bu baldan tatlıdır. Resûlullahın sünnetini yerine getirmek bu kıldan
incedir.)
Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: (Îmân bu tasdan
nûrludur. Îmân getirmek bu baldan tatlıdır. Îmân ile gitmek bu kıldan incedir.)
Ondan sonra,
Osmân
“radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: (Kur’ân-ı kerîm bu tasdan nûrludur.
Kur’ân-ı kerîm okumak bu baldan tatlıdır. Kur’ân-ı kerîmin buyurduğunu tutmak
bu kıldan incedir.) Ondan sonra
Alî “radıyallahü
teâlâ anh” buyurdu: (Müsâfirin yüzü bu tasdan nûrludur. Müsâfir ile yemek yimek
bu baldan tatlıdır. Müsâfirin hâtırını yerine getirmek bu kıldan incedir.)
Ondan sonra
hazret-i Âişe “radıyallahü teâlâ anhâ” buyurdu ki: (Halâl [zevcin] yüzü
bu tasdan nûrludur. Halâli ile söyleşmek bu baldan tatlıdır. Halâlin hizmetini
yerine getirmek bu kıldan incedir.) Ondan sonra
Fâtıma-tüz-zehrâ “radıyallahü teâlâ anhâ” buyurdu ki: (Kız çocuğun yüzü bu
tasdan nûrludur. Annesini-babasını sever olması bu baldan tatlıdır. Kız
çocuğunun aybsız evlenmesi bu kıldan incedir.) Ondan sonra
Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Ümmetimin yüzü bu tasdan nûrludur. Ümmetim için şefâ’at bu
baldan tatlıdır. Şefâ’atin kabûl olması bu kıldan incedir.)
Kırküçüncü Menâkıb: Ebû Zer-i Gıfârî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Bir
gün Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri se’âdethânesinden dışarı çıkdı. Yürümeğe başladılar. Ben de
ardınca gitdim. Bir mevzi’e vardı. Ben huzûruna vardım. Karşısında selâm verip,
oturdum. Buyurdu: (Neden geldin, yâ Ebâ Zer!) Dedim,
(Allahü teâlâ bilir.) O sırada Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” geldi. Resûlullah hazretlerinin sağ tarafına oturdu. Sonra
Ömer “radıyallahü teâlâ anh” geldi. Ebû Bekrin sağ tarafına oturdu. Sonra Osmân
“radıyallahü teâlâ anh” geldi. Ömerin sağ tarafında oturdu. Sonra Alî
“radıyallahü teâlâ anh” geldi. Osmânın sağ tarafında oturdu. Sonra Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri yerden yedi tâne taş aldı. Mubârek avucunun içinde tutdu. O taşlar
tesbîh etmeğe başladılar. Şöyle ki, onların sesini bal arısı gibi işitir idim.
Ondan sonra o taşcağızları yere koydu. Sesleri kesildi. Sonra onları kaldırdı,
Ebû Bekrin eline verdi. Yine ev-
velki gibi tesbîhe başladılar. O
da yere koydu. Sesleri kesildi. Sonra yine Habîbullah hazretleri onları
kaldırdı, Ömerin eline verdi. Yine evvelki gibi tesbîh eylediler. O da yere
koydu. Sesleri kesildi. Yine onları yerden alıp, Osmânın eline verdi. Yine
tesbîh eylediler. O da yere koydu. Sesleri kesildi. Onları Alînin eline verdi.
Yine tesbîhe başladılar. O da yere koydu. Sükût eylediler. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.
Kırkdördüncü Menâkıb: Çihâr yâr-i güzînin “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”
medhini, bu menâkıb-ı şerîfin toplayıcısı ve yazarı olan âsî ve müsrif, Allahü
teâlânın kullarının en hakîri ve fakîri, Seyyid Eyyûb bin Sıddîk ibni Seyyid
Alî bin Muhammed el müştehir bi hazret bâbâ el mülekkab bi âcizî Urmavî der ki,
ceddi âlimiz olan hazret-i Bâbâ “kaddesallahü sirrehül’azîz ve nevverallahü
merkadehü ve ce’alel cennete mesvahü” ba’zı vecd ve sekr hâlinde, huzûr veren,
hikmet dolu bir kitâb te’lîf etmişlerdir. (Bâbâ) demekle şöhret bulmuşdur. O
kitâba mahsûs bir hikâye yazmışdır. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin na’t-i şerîfleri, medh-i
şerîfleri beyânında ve Çihâr yâr-i bâ safâ “radıyallahü teâlâ anhüm”
hazretlerinin medh-i şerîfleri beyânında. O hikâyeden de bir mikdâr teberrüken
yazalım. Nûr-ün alâ nûr olsun. Hikâye şi’r şeklinde nakl edildi ve yazıldı.
Bir
sözüm vardır, derim ey merdümân [insanlar],
Cânını mum eyleyip, önünce yan.
Dinler
isen, bir hikâye söyleyim,
Mustafânın Çihâr yârın medh eyleyim.
Tabi’i
merdâne isen gel beri,
Ger usanırsan da gâyet git geri.
Neyse
ki, meclis bu dem biraz gider,
Aşk ile dinlediğin sana yeter.
Aşk
ile dinler isen ey din eri,
Nitekim bu tanıtır, her bir eri.
Var
ise gözün yaşı sığa, gide,
Aç
kulağı ki, bu söze yer ede.
Değme
bir sözler gibi sanma bunu,
Kalb içinde mesrûr eyler ol cânı.
Başa
yüzü sana dâim göstere,
Dünyâ âhır üstüne kanat gere.
Anun
ile tanıyasın sen onu,
Maksûda ermek dilersen koy beni.
Ben
diyenler maksûduna ermedi,
Bil yakîn kim hakka mahrûm olmadı.
Andan
özge gayri görme aradan,
Dinlemiyen olur savış git oradan.
Tabi’i
iblîsliğin ma’lûm ola,
Fi’li kubhun [kötü işin] karşına perde ola.
Dinleyen
için derim ben bu sözü,
Yâ İlâhî! meclise aç ol yüzü.
Ola
ki, meclisimiz pür nûr ola,
Fikr-i vesvese kalbimizden dûr [uzak] ola.
Mü’min
isen bir salevât ver ona,
Cümle melek işitip, kalsın dona.
Dinlesin
ki, bunca dürûd kimedir,
[dürûd:
medh, selâm, düâ]
Bu dürûdun biri ânda binedir.
Bu
dürûd ki adı dilde söylenir,
Cümle eşyâ ol dürûdu kullanır.
Ol
dürûdu dîme dağ ve taş söyler,
Ol dürûdun âhıri, asla yeter.
Kim
onun yoluna verse bir dürûd,
Cânım önünce olsun onun şem’i od.
Odur
sermâye, onun zülfün tut,
Görmemiş âşık, orada böyle sevd.
Er
isen şem’ ol, bu yolda yanasın,
Ne ise her harf işitesin kanasın.
Cân fedâ ol, bubde ol cânana sen, [bûb: yaygı]
Başına erişesin cânâne sen.
Ten
olasın, câyı onu bilesin,
Cân ve dilden ona ikrâr veresin.
Çün
yürürsen, dîninle yürü sen,
Çün bilesin aldın imdi biri sen.
Kim
onun yoluna verse bir dinâr,
Koymaz onu tamu’da ki yandıra nâr.
Nâr
onun içindir onu tanımaya,
Çâr-ı yârına onun inanmıya.
Her
ki bu mâni’den almadı haber,
Kılmadı o nefsini zîr-ü zeber.
Bağlamadı
beline nûrdan kemer,
Kalbi kara, gözünü gaflet yumar.
Gaflet
olmasa gözünde ey civân,
Sen seni her dem göresin hoş iyân.
Cümle
eşyâ maksûdu sen olduğun,
Hem görürsün âna hayrân kaldığın.
Kim
ki tanıdı onu kurtuldu ol,
Ölü gördü nefsini Hak buldu ol.
Ey
işiten sıdk söyle sâdık ol,
Ândan oldu, ehl-i Hakka doğru yol.
Bil
onun dîni ulaşmışdır sana,
Hâl onun zikri ulaşmışdır sana.
Zî
beşâret bir tecellîdir gelir,
Hamdü
lillah ki gönül dolmuş gelir.
•
Çâr-i yârin mührü dâim sendedir,
Mustafânın mi’râcı seyrindedir.
Bil yakîn ki, lâyık oldun dergâha,
Hakkın feyzi her dem içindedir.
Cümle melek tesbîhi oldun bu kez,
Tesbîhine çarh olanlar bendedir.
•
Çâr-ı
yârı münkir olan yazık oğul,
Sen bu medhi, bu âsîden yaz oğul.
Nerde
olsan sen bunu okuyasın,
Rûha kuvvet, nefsini kakıyasın.
Azûben
azgın yola gitmiyesin,
Mustafânın dînini unutmıyasın.
Küfrü
îmânı bir yere katmıyasın,
Dünyâlığa özünü satmıyasın.
Dünyâyı
gör, niceleri hor eyledi,
Tutdu zihnini, görmedi kör eyledi.
Rahmet-i
Hakdan onu, kaçar eyledi,
Âhır onun yerini nar eyledi.
Ver
salevât, gör tecelli-i safâ, Mustafâya,
hem Çâr-ı yâre bâ-safâ.
Bil
ki onlar dînin çırâğıdır,
Ver salevât kalbinin durağıdır.
Ölü
gönül Hak ile her dem dirile,
Rahmet-i Hak, gele kalbe dizile.
Hubb-ı
dünyâ kalb içinden sürüle,
Hazret-i
Hakdan sana hidâyet verile.
•
Çünki
kalbin ânların meydânıdır,
Meydân eri durmaz özün tanıtır.
Paylarında
bu âşıkın cânıdır,
Önlerinde yatmak onun şânıdır.
Pervâz
eyler, her dem ona gitmeğe,
Bu tecellî bu âşıkın cânıdır.
Çünki
cânım onların kurbanıdır,
Çünki
onlar kalbimin sultânıdır.
Cümle
eşyâ kuldur, onlar hânıdır,
Durma
yürü, Hakkı onlar tanıtır.
•
Beyt
içinde bil yakîn Allah olur,
Kalb-i mü’min, cümle beytullah olur.
Ma’nâ
ehli iki cihânda şâh olur,
Ermiyen
bu ma’nâya gümrâh olur.
•
Gayri
yerde olduğun kurban değil,
Bu kadehden içmeyen mestân değil.
Söz
onun Kur’ân ki dilde okunur,
Onsuz okur isen Kur’ân değil.
Herze
nefsin tutsağıdır, hân değil,
Bu bahre dalmıyan sultân değil.
Nice
âşık olmamışsan ol yüze,
Ara
yerde küfr imiş, îmân değil.
•
Her
nâmerdin yerin dâr-ı meydân değil,
Bu yola koşulmıyan merd âdem değil.
Bir
kuru gövde gezer ol cân değil,
Rahmet-i Hak kalbine iyân değil.
Bu
salâta gelmiyenin savmı yok,
Bundan özge pâdişâhın emri yok.
Hakkın
emridir, işit ey mü’minân,
Mustafâ
dîninden özge kavli yok.
•
İşlemiyen
kişi gâyet yorulur,
Hac
ve zekât boynuna Hak buyurur.
Vesveselerini
kalb içinden süre ol,
Cennete onun için dîn-i islâm süre ol.
Bu
sebebden nice ise, dürlü yol,
Hâk-ı pâyini gözüne süre ol.
Girdi
onun eline dosdoğru yol,
Bil
yakîn ki, yetdi bugün yere ol.
•
Yâd önünce tutmayasın kâhe sen, [kâhe: saman, çöp]
Çıkma yoldan, düşmeyesin çâhe sen. [çâh: kuyu]
Sev onları, yanmayasın nâra sen,
Pişmân olup, kılmayasın ahe sen.
•
Binme bunda her gün nefsin atına,
Özünü yetir onun Hazretine.
Her deminde kalbine nûr akıta,
Gel ey âsî, yan aşkının oduna.
Âşıkı mest eyleyen o kokudur,
Seyyid-i sâdât onların şâhıdır.
Bu sülûke girmeyen sâlik değil,
Ol kokudan almıyan âşık değil.
•
Her
nefesde nice perde geçilir,
Kande baksan yüzüne bâb açılır.
Durma
yürü, râh onların râhıdır,
Taht-ı
sultân senin kalbinin mâhıdır.
•
Mustafânın
şerî’ dosdoğru yolun,
Onlar
ile okunur, dâim hâlin.
Kamu
bilsin hoca hoş ola huyun,
Bu sülûkden açılır, perr-ü bâlin.
Ol
kişinin hükmü erdi bâtına,
Kim ki erdi onların hazerâtına.
Ver
salevât onların kuvvetine,
Din açıldı onların heybetine.
Durma
din zât gele, kalbe dola,
Ver salevât dînine hem kuvvet ola.
Kande
olsa koğala, çevkân topunu,
Yol eri isen, sa’îd eyle cânını.
Sen
şerîfsin, cümle nebîden güzîn,
Seyyid-i sâdât, hâtem-i dünyâ ve din.
Hak
teâlâ rahmetidir, kovanları,
Tâ gele, haşrde bile sevenleri.
Meydân
içre aşk atını çâpesiz,
Kim ki haşrde onlar ile kopensiz.
Kalk
ayağa sen dahî, şirâne gel,
Sen dahî merd isen koş meydâna gel.
Sen
çırâğı ümmetânsın, ey şefi’il müznibîn,
Olma melûl haşr için ey mü’minîn.
Ümmet
isen, durma sev gel onları,
Mü’min isen ayrı görme onları.
Bil
yakîn kim hulle olur donları,
Her kişi ki, bunda sevse onları.
Vasla
yetmiş evveli ve âhıri,
Ebter
olmaz herkiz onun sonları.
•
Senden
oldur ki, onları sevesin,
Ölmek
için yollarında ivesin.
Cân
ve dilden tesbîhini diyesin,
Hulle-i tecellî rıdâsın giyesin.
Çünki
tecellîn âşıka don imiş,
Bî-haberler işbu sırdan nâdan imiş.
Allah
ile bî’at eden ol imiş,
Doğru gider kim ki, yolun tanımış.
Doğru
git ki yetesin menzilgehe,
Sapma yoldan irmişken iyiliğe.
Ver
salevât Mustafâya sıdk ile,
Dayanak ola her dilekde dînine.
Nice
onlar dînin direğidir,
Cemi’ muhtâcların dilediğidir.
Ondan
oldu Arş ve Kürsî, Levh-ü Kalem,
Nice kim cümle Nebînin önüdür.
Ver
salevât onlara din açıla,
Üstünüze dürr-i rahmet saçıla.
Meclis
içre şâd-ı şerbet içile,
Kalbimizden fikr-i vesvâs saçıla.
Din
odur ki, onlar gele açıla,
Kanat
oldur, onlar gele uçula.
•
Pes
gerek ki onlar ile uçasın,
Her deminde maksûduna yitesin.
Sıdk
ile hem ma’bûduna yitesin,
Benliğini kalb içinden atasın.
Gül
içinde buy veresin güle sen,
Dönesin bu hâllerine gülesin.
Bulmaya
hiç kimse senden bir haber,
Gül
olup, bülbül önünde bitesin.
Gök
içinde benzeyesin güne sen,
Öyle san ki, ma’şûkunla bilesen.
Pes
gerek kim yoluna seyr olasın,
Cân-u dilden âna esîr olasın.
Arta
kemâl Mûsâya tûr olasın,
Nice
müşkillere tedbîr olasın.
•
Ver
salevât meclise açdı cemâl,
Mustafâdan açılır zevk-u kemâl.
Kim
kemâli Mustafâdan aldı ise,
Kalbi ayılmaz ânın gözü humar.
Hiç
humardan almak olmadı haber,
Bu haberden özge olmaz mu’teber.
Bu
haber eyler seni zir-ü zeber,
Bu haberden bağlanır bele kemer.
Mustafâya
her zemân getir îmân,
Çâr-ı yâra olmasın şek ve gümân.
Cânın
her dem önlerince peyk ola,
Hazret-i
Hakdan sana rahmet ine.
•
Mustafâ kavliyle tut dâim işi,
Mustafâ kavli mum eyler, her taşı.
Delîl
oldun, bil yakîn her râhe sen,
Kande gidersin imdi ey kişi sen.
Himmet
ile kişi oldun ey kişi,
Tâbi’ oldun, dahî çekme teşvişi.
Tâbi’
olan Hakdan alır, alışı,
Âyinedir
gösteren her bir işi.
Âyineye
baku ben özün göre,
Her arada Mustafâ sözün göre.
Her
ne hâcet dileye Allahdan ol,
Her
kapıyı yüzüne açık göre.
•
Başına
dâim hisârda olasın,
Kalbine bir yeni mühr vurasın.
Açıla
rahmet kapısı yüzüne,
Cümle eşyâyı tecellî bürüye.
İşi
gerek, her kişinin işi bu,
Seyri uça fahr ana kim hoş huylu.
Çâr-ı
yâr hubbını al kalbine,
Mustafâ
âyine ola, aynına.
•
Emîn
eyle taşranı endîşeden,
Ehem bil sen bunları her pîşeden.
Hâk-ı
bay-ı Mustafâdan yâ ganî,
Sen bizi ayırmağıl bu rîşeden. [rîşe: kök, asl]
Dâimâ
perde açılır, yüzüne,
Meclis ehli rahmet ala özüne.
Ver
salevât durma meveddetine,
Mustafâ ve Çihâr yâr hazretine.
Âcizin
derdine merhem olur,
Nice ki, Allaha, ulu yâr olur.
Onların
nazarına yokdur hicâb,
Her dem onlara, olubdur, feth-i bâb.
Enbiyâdan,
Evliyâdan, yâ İlâhî,
Sen bizi ayırma, hiç, ey Pâdişâh.
Okuyanı,
dinleyeni, yazanı,
Rahmetinle, hesâba çek, yâ Ganî.
Kırkbeşinci Menâkıb: Mûsâ kelîmullah “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm”
hazretleri, varıp, Tûr-i Sînâda, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri ile
mukâleme etdikde [konuşdukda], kelâm-ı Rabbânînin hazzından, bir mertebeye
varırdı ki, dünyâ ve içindekiler unutulduğu gibi, kendinden geçer, aklı
başından giderdi. O hâle geldikde, akllı olanlara nisbetle, ba’zı büyük süâller
sorardı ki, akla ağır gelirdi. Bir günde vecd ve sekrleri kemâle erdikde, süâl
etdiler ki, (ey Hay ve Alîm! İleride cihâna gelecek olan ve bütün dinlerin
hükmlerini yürürlükden kaldıracak olan Muhammed kimdir. O Muhammed mi üstündür,
ben mi?) Allahü tebâreke ve teâlâ ve tekaddes hazretleri buyurdu: (Yâ Mûsâ!
Falan vâdiye var. Hayretler içinde kalacak acâiblikler göreceksin.) Hazret-i
Mûsâ da o vâdîye varıp, bir mikdâr durdukda, gördü ki, bir kuş, bir dal üzerine
konar. Allahü tebâreke ve tekaddes hazretlerinin kemâl-i kudreti ile nutka
gelip [konuşmağa başlayıp], fasîh bir lisân ile, Mûsâ kelîm “aleyhisselâm”
hazretlerine selâm verip, der ki, yâ Mûsâ, sen Rabbil’âlemîne münâcâtda ve
arz-ı hâcetde süâl etdin ki; ben mi yükseğim [üstünüm], yoksa Muhammed mi. Sen
bilmez misin ki, Enbiyâ ve Evliyâ, hepsi Onun nûrundan halk olunmuşdur. Dünyâda
ve âhıretde âşıklarıdırlar ve Onu taleb ederler [ararlar]. Mûsâ aleyhisselâm o
kuşdan vehm alıp, der ki, Allahü teâlâ hazretleri için olsun bize haber
veresin, kimsin ve adın nedir. Seni gördüm, hayretde kaldım. Sözün bana gâyet
te’sîr eyledi. Bahtlılığa dil ve cânıma tatlı oldu. O kuş da der ki, ben Ebû
Bekr-i Sıddîkın rûhuyum. Muhammed aleyhisselâm bu cihâna gelip, devletle şark
ve garbı alır. O zemân ki, Mekkeden Medîneye hicret ederken, bir mağaraya
varırız. O mağaraya girdiğimiz gibi, kapısına örümcekler ağ örüp, güvercinler
yumurta çıkarır. Kâfirler bunları görmekle bize kötülük yapamazlar [burada
yoklar derler]. Sonra Fahr-i âlem ve Resûlü muhterem “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretleri asâyiş etdikde, çeşidli mahlûklar gelirler. Hazret-i
Resûl ekremden nasîb alırlar. Sonra bir ejder [yılan] gelir. Bir koğukdan
başını çıkarır. Ben de mâni’ olup, onun murâdını almağa mâni’ olup, ökçemi o
deliğe tıkarım. Çâresiz kalınca ökçemi ısırıp, zehri bütün vücûduma
dağılacakdır.
Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, uy-
kudan uyanıp, rengimi değişmiş
gördükde, süâl buyururlar. Ben de olup-bitenleri huzûrlarına arz ederim. Dönüp
o ejderhâya hitâb edip, azarladıklarında, ejderhâ fasîh lisân ile cevâb verir
ki, yâ Nebiyyallah! Ben geldim ki, mubârek cemâlini göreyim. Huzûr-u şerîfinde
îmân getirmekle maksadıma ereyim. Sıddîk mâni’ olup, koymadı. Zor durumda
kalıp, bir hatâ etdim. Kereminizden afv buyurun. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkın
da bütün a’zâsını mubârek eliniz ile sığayınız, zehr gayb olur; diyecekdir. Ben
o Sıddîkım ki, ejderhâları sıdkımla zebûn ederim. Yâ Mûsâ! Senin asân ejderhâ
oldu. Onun heybetinden korkup, geri döndün. Bunu dedi. Zuhûr edip, o kuş gitdi.
Sonra
ağaç başına bir kuş dahâ geldi. Mûsâ aleyhisselâm hazretlerine selâm verip,
dedi ki, yâ Mûsâ! Sen Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri ile yarışamazsın. Çünki, Muhammed Mustafânın “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” dîninde, her birgün ve gecede beş vaktde ezânlar okunup, yeri
ve gökü onun heybeti kaplar. Dîn-i Muhammedî âşikâre olur. Sâir dinlerden ne
varsa yürürlükden kalkar. Hazret-i Mûsâ aleyhisselâm o kuşa süâl buyurdu ki, ey
kuş. Bütün sözlerin latîf ve mevzûn ve zarîf. Kimsin, söyle seni bileyim. O kuş
dedi ki, ben Ömer-ül Fârûkun rûhuyum. Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretlerinin âşıkıyım ve hayrânıyım. Emvâlime [malıma] ve evlâdıma
meylim yokdur. Mekke-i mükerremede kamçımı yere sapladığım zemân, rûm kayserini
tahtı üzerinden yıkarım. Bunu söyledi ve uçup gitdi. Yerine bir başka kuş
geldi. O da Mûsâ aleyhisselâm hazretlerine selâm verip, ağzını açıp, hoş sözler
söyledi. Dedi: Yâ Mûsâ bin İmrân! Hiç kimse Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerinden bahtlı gelmedi. O Muhammed bütün âlemin
şâhıdır. Bütün insanların matlûbu ve âlemlere rahmetdir. Yine Mûsâ aleyhisselâm
sordu ki, Allahü teâlâ hakkı için söyle, sen kimsin. Onları bildim. Seni de
bileyim. O kuş dedi, yâ Mûsâ! Ben Osmân-ı Zinnûreynin rûhuyum. Muhammed Mustafâ
hazretlerinin üçüncü yâriyim. Ben, Kur’ân-ı azîm-üş-şânı toplarım. O Habîb bir
kızını bana verir. O vefât eder, yine bir kızını verir. O kızı da vefât edince,
buyurur ki, eğer bir üçüncü kızım olsa idi, onu da sana verirdim. Ve benim
dünyâlığıma aslâ iltifât etmez. Yâ Mûsâ! Dünyâda sen Şu’ayb
peygamber “salevâtullahi alâ
nebiyyinâ ve aleyhi ve sellem” hazretleri ile on sene müşerref olursun. Bunu
dedi, o da uçup gitdi. Onun yerine kuş sûretinde bir şehsüvâr zât geldi. O da
Mûsâ aleyhisselâm hazretlerine selâm verip, konuşmaya başlayıp, der ki, yâ Mûsâ
kelîm! O Muhammed Mustafâ hazretleri ki, Allahü tebâreke ve teâlâ ve şânühü
hazretleri onun hakkında, (Sen olmasaydın eflâki
yaratmazdım) ve (Elbette sen huluk-i
azîm üzeresin) buyurmuşdur. Bunun misâli âyet-i kerîmeler gönderir.
Enbiyâdan bir kimsenin ondan efdal olmak ihtimâli olur mu? Hazret-i Mûsâ
“aleyhisselâm” der ki, söyle sen kimsin, bileyim. O kuş der ki, ben Aliyyül
Mürtedânın rûhuyum. Muhammed Mustafâ hazretlerinin doğru yâriyim. O Muhammed
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” geldiği vakt, zemân yenilenir. Onun şerefli
zemânına yetişip de dîne gelmiyenin vay başına gelen belâ ve helâke. Yâ Mûsâ!
Benim sözüm çokdur. Uğrarım bir behâdır ere. Yâ Mûsâ “aleyhisselâm” hazretleri,
onu yere yıkıp, göğsü üzerine çıkarım. Zebûn olup, ağlar. Cân ve ciğerini
dağlar. Ben ona o hâlde derim; ey Pehlivân. Bir cândan ötürü bunca feryâd ve
fîgân nedir? O der ki; er öldüğü için ağlamaz. Zîrâ koç, her zemân kurban
içindir. Ama, beni yere düşüren ve ömür ipimi kesen Alî mi ola, yoksa Alî gibi
bir er mi ola. Adı-sânı belli server mi ola. Ben de Alî olduğumu ona
bildiririm. Sonra kasd edip, onu öldüreyim. Der ki; (Sen ben Alîyim diyorsun.
Alî isen hani sahâvetin. Sana sahî [cömerd] derler. Şimdi beni öldürüp, kanımı
yere dökmek istersin. Bu cömerdlik işi midir. Cömerd odur ki, ağlamışı
güldürür. Nerede kaldı ki, dirileri öldürsün. Onun için ağlarım yâ Alî. Sana
kanımı halâl eylerim. Lâkin Çin pâdişâhının kızına âşıkım. Senin başını benden
ağırlık istediler. Atına bin, elbisesini giy gel, sana kızı verelim dediler.
Ben de geldim ki, senin ile murâdıma ereyim. Sen şimdi beni murâdıma
kavuşdurmamak istersin.) Bunu ki söyler. Ben de üzerinden kalkarım. Gel şimdi
başımı kes ve elbisemi giy. Ve atıma bin. Gidip, ağırlığını ver. Tâ ki murâdına
erişesin. O da bu işâreti benden görünce, diye ki, dünyâda senden başkasına
yaşamak harâmdır. Hâşâ, sümme hâşâ. Seni kılınç ile değil, belki gül ile
vurayım. O sâatde karşımda şehâdet parmağını kaldırıp, sıdk ile îmân getirir.
Sonra onu sevgilisinin yanına gönderir, hasretine kavuş, derim. Bu sözleri
söyleyip, o kuş da yukarı uçdu.
Sonra
sayısız kuşlar gelip, her birisi Mûsâ aleyhisselâm hazretlerine konuşurlar. O
kadar konuşurlar ki, Mûsâ aleyhisselâm hayretler içinde kalır. Derler ki; yâ
Mûsâ! Biz hepimiz Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin ümmetleriyiz. Yeryüzünde her gün beş kerre münâcât edip, Allahü
tebâreke ve teâlâ hazretlerinden dürlü hâcet dileriz [isteklerde bulunuruz]. Yâ
Mûsâ! Sen ise yetmiş günde bir Tûr dağına varırsın. Hâcetlerini arz edersin. Yâ
Mûsâ! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinden, sen dilek diledin ve dedin ki: (Yâ Rabbî! Bana kendini göster, sana bakayım.) Allahü Sübhânehü ve teâlâ sana buyurur: (Sen beni hiçbir zemân göremezsin. Fekat, şu karşıki dağa
bak. Eğer o dağ yerinde durur ise, sen beni görürsün.)
Beyt:
Dîdârına ey dilber, Mûsâ nasıl katlanır,
Dağlar ki karâr etmez, yüzündeki envâra.
Muhammed
o Muhammeddir ki, bindiği Burakdır ve Kabe kavseyn menzilidir, bir sâatde dokuz
felekden geçip, cevlân eder. Hazret-i Bâri’yi yalnız seyr eder ve gâh göklere
çıkar ve gâh yere iner. Kim ola ki, Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretlerinin menziline erer. Yüzyirmidört bin Enbiyâ
“aleyhimüssalevât” ve yüzkırkdört Evliyâ tabakasının hepsi, Muhammed Mustafânın
hayrânıdır. Hepsi onun askerleridir ve O onların sultânıdır.
Nazm:
Sad
hezârân şükr minnetdir bize,
Hem size, hem bize, cümlemize.
Mustafânın
ümmetiyiz şükr biz,
Biz günâhkârlara şefî’ ol azîz.
Odur
hem rahmeten lil âlemîn,
Onu sevenler ateşden oldu emîn.
Söz
temâm oldu azîzim anlıya,
Bu
sözü kim anlıya kim dinliye.
Akserâylı
Îsâ miskin kim ola,
Tâ Muhammed Mustafâ medhin kıla.
Üstâdından
eğer nevben söyledi,
Nazma getirdi ve bünyâd eyledi.
Benden
o üstâdıma bin kerre selâm,
Ondan açıldı bize işbu kelâm.
Hiç
kemâl değildir o Muhammede,
O iki âlem murâdı Ahmede.
Bizdeki
sözü ki dillerde doğa,
Afv edile cümleye rahmet yağa.
Yâ
Rabbî! Doğru yoldan ayırma,
Son
nefesde îmândan ayırma.
Ma’lûm
olsun ki, Akserâylı Îsâ, Bâbâ hazretlerinin talebesidir. Yine bu medh, (Tezkire)den alınmışdır. Orada manzûm yazılmışdır.
Lâkin naklini ihtisâr için nesir ile yapdık. (Diğer Na’t) yine (Tezkire)de hazret-i Bâbâdan nakl edilmişdir
“kuddise sirruh”.
Nazm:
Geldi
yine aşk bülbülü,
Doldu
sadâ-yı Mustafâ “aleyhisselâm”.
Açıldı
mü’minler gülü,
Erdi nişân-ı Mustafâ “aleyhisselâm”.
Söyler
tûtîler zevkle,
Rahmet
saçıldı gül ile.
Âlem
dolu bedr nûr ile,
Devr-i zemân-ı Mustafâ “aleyhisselâm”.
Melekler
çün arşda durur,
El
kavuşdurup, saf saf yürür.
Hepsi
salevât getirir,
Bahr-ı revân-ı Mustafâ “aleyhisselâm”.
O
şâh-ı mâzag-el basar,
Bir
kez aya kıldı nazar.
Ay
oldu venşakkal kamer,
Gökler
ayân-ı Mustafâ “aleyhisselâm”.
Bezediler
Cennetleri,
Karşı
çıkdı bin bir hûrî.
Çağrışırlar
ol her biri,
Derler ki, hani Mustafâ “aleyhisselâm”.
Başı
açık-yalın ayak,
Mahşerde
gezer bu yayak.
Ona
ne hulle, ne burak,
Neyler cânânı Mustafâ “aleyhisselâm”.
Resûl
ile gâra giren,
Ankebût
eşiğin uran [örümcek eşiğini ören].
Ejder
tabanını soran [ısıran],
Sıddîkdır yâr-i Mustafâ “aleyhisselâm”.
Kâ’bede
kamçısını kakan,
Kayseri
tahtından yıkan.
Ömerdir
üstüne çıkan,
O açdı şer’-i Mustafâ “aleyhisselâm”.
Ehl-i
hayânın ma’deni,
Kör
olsun sevmiyen onu.
Cem’
etdi Osmân Kur’ânı,
Duyuldu şer’-i Mustafâ “aleyhisselâm”.
Gelin,
olun şekden berî,
Serveridir
o din erî.
O,
vardı, yıkdı Hayberi,
Alîdir yâr-i Mustafâ “aleyhisselâm”.
Bu
onsekiz bin âlemin,
Bütün
cinnînin ve âdemin.
Cümle
arab ve acemin,
Dîn-i îmânı Mustafâ “aleyhisselâm”.
Kim
ki yolunu tutup gide,
Yol
içinde mi’râc ede.
Koyma
âcizi tamûda [nârda],
Cümleye
cândır Mustafâ “aleyhisselâm”.
•
Ey Ebû Bekr! Sen
hilâfet burcunun güneşisin,
Hem Ömer-ül Fârûk,
fethler yapıp, islâmı yayandır.
Osmân-ı Zinnûreyn
kalbinin kanı ile boyadı Furkânı,
Aliyyül Mürtedâ rikâbda
kılınçla yardı düşman saflarını.
•
Çâr-ı divâr-ı serây-ı
dîn-i Ahmed Çâr-ı yâr,
Ya’nî Ebû Bekr ve Ömer ve Osmân ve Alî nâmdâr.
Cennet içre onların
ervâhını şâd eylesin,
Ol kerîm-ü ol rahîm ve
o gafûr Girdigâr.
•
Serverimiz yâr-i oldu
çâr-ı yâr bâ vefâ,
Yâr Ebâ Bekr oldu fâik
der-i bâ sıdk ve safâ.
Çekdi o, onun yolunda
şikâyet etmeden çok cefâ,
Seyyidimiz yârımızdır çâr-ı yâr-i Mustafâ.
Birinin nâmı Ömer ki, o
adliyle meşhûrdur,
Küfr zulmetini ve
dalâleti def’ eden bir nûrdur.
Sevmiyen makhûr ânı her
kim sever mensûrdur,
Seyyidimiz yârımızdır çâr-ı yâr-i Mustafâ.
Biri zinnûreyn-i tâbân
hazret-i Osmândır,
Tuğyânı, cehli kesen ve
câmi’i Kur’ândır.
Sâhib-i hilm ve hayâ ve
kâmil-i îmândır,
Seyyidimiz yârımızdır çâr-ı yâr-i Mustafâ.
Birisi kân-ı sehâvetdir
şehî düldül süvâr,
Heybet-i seyfin
görenler dediler bî ihtiyâr.
Kılıç yalnız
Zülfikârdır, yiğit ancak Alîdir,
Seyyidimiz, yârımız,
çâr-ı yâr-i Mustafâ “aleyhisselâm”.
Kırkaltıncı Menâkıb: Allahü Sübhânehü ve teâlâ azze şânühü mi’râc gecesi,
Fahr-i âlem seyyid-i veled-i âdem Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” efendimiz hazretlerinin mubârek terinden
kızıl gül halk etdi [kırmızı gül yaratdı]. Allahü tebâreke ve teâlâ Lût kavmini
helâk etmeğe Cebrâîl aleyhisselâm hazretlerini gönderdi ki, o zemân da Cebrâîl
o gecenin şiddetinden terledi. Allahü teâlâ hazretleri onun mubârek terin-
den ak [beyâz] gülü halk etdi
[yaratdı]. Mi’râc gecesi Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” buraka binip, burak da, göklere götürürken terledi.
Burakın o terinden Allahü teâlâ celle şânühü sarı gülü halk eyledi. Hazret-i
Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” islâm şerefi ile müşerref oldukda,
nübüvvet heybetinden terledi. Allahü tebâreke ve teâlâ ve tekaddes, onun
mubârek terinden sünbülü halk etdi. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri
islâm şerefi ile müşerref oldukda; Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, kucaklayıp, şiddetle sıkdıkda,
o ızdırâbdan terledi. Onun terinden, yerlerin ve göklerin Hâlıkı, menekşeyi
yaratdı. Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” da islâm şerefi ile müşerref
oldukda, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretlerinin ayağının tozuna yüzünü sürdüklerinde, hayâsından,
terledi. Rabbil’âlemîn o terden yâsemîni halk etdi. Hazret-i Alî “radıyallahü
teâlâ anh” dünyâya gelip, Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri şerefli beşikleri üzerine, devlet ve
se’âdetle müteveccih oldukda, Aliyyül Mürtedâ hazretleri, beşiklerinde uyurken,
Resûlullahın emsâline rastlanmıyan güzel
kokusunu alıp, Hakkı gören gözlerini açıp, Resûlullahın
nûr saçan mubârek yüzünü görünce terledi. Allahü teâlâ azze ve celle onun
terinden zanbağı yaratdı. Her zemân vücûd-u şerîfleri bu zikr olunan güzel
kokular gibi kokardı. Terledikçe mubârek terleri de öylece kokardı. Yanlarında
bulunanlar bu kokuyu duyarlardı.
Şurası
muhakkakdır ki, Çihâr yâr-i güzîn “radıyallahü anhüm” hazretlerinin menâkıb-ı
şerîflerinden bu kitâbda toplananlar, onların fazîletleri ve büyüklükleri
yanında, bütün yıldızlara nazaran bir yıldız, deryâya göre bir damla veyâ bir
gülistândan bir gül kadardır. Bunca acz ile ve taksîr ile ve denâet ile öyle
şânı yüce serverlerin vasfını ve medhini etmek ve onların medh edicisi ve
vasflarını dile getirici olmakdan maksad odur ki, Süleymân aleyhisselâm
hazretlerine, bunca kıymetli cevherler ve pahâlı eşyâlar hediyye eden
pâdişâhlar arasında, çekirgenin budunu hediyye getiren karınca misâli veyâ
hazret-i Yûsüf aleyhisselâtü vesselâm hazretlerinin satış meydânında satıldığı
zemân, pahâlı mallar ve kıymetli kumaşlar ile almak istiyen zenginler arasında,
birkaç iplikle müşteri olan ihtiyâr kadının
misâli gibi olup, dikkatle nazar
edenlere ziyâde te’accübden gülme ve tebessüm hâsıl olur. Nitekim, ba’zı
kitâblarda bildirildiği şeklde, diğerlerinin yanında karınca ve koca karı seyr
edenleri güldürmüşdür. Nazar edenler [bakanlar] birbirine istihzâ yolu ile
gösterip, derler ki, bak, bak bu karıncaya ki, çekirge budunu hazret-i Süleymân
aleyhisselâma, (dünyâ pâdişâhı ve hem âhıret pâdişâhıdır) peşkeş [hediyye]
götürmüşdür. Bu ihtiyâr kadın ki, hazret-i Yûsüf aleyhisselâm gibi bir
güzellikler sâhibine birkaç parça iplikle gelip, müşteri olmuşdur. Bunca
zemândan beri nakl edenler, karıncayı pâdişâhlar arasından, ihtiyâr kadını da
zenginler arasından çıkarmamışlardır. Bu mücrim ve âsî ve fakîrin, en büyük
murâdı odur ki, mahşer meydânında görünen ve görünmiyen kusûrlarımıza
bakılmadan, Çihâr yâr-i güzîn “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerini vasf ve
medh eden ve sevenler zümresinden ayrılmamalıdır. Yâ Rabbî! Bizi Senin sevgin
ile ve Senin indinde sevgili olanların sevgisi ile rızklandır. Âmîn.
Sultân-ı serîr-i mülk-i
esrâr,
dâmâd-ı Nebî Aliyy-i kerrâr.
Şems idi vücûdü
filhakîka,
dördüncüde etdi, nûrun izhâr.
Gün gibi vilâyetin
cihâna,
İzhâr buyurdu, Rabb-i settâr.
Sibtayne peder, Resûle
dâmâd,
hakk-ı şerefi olunmaz inkâr.
Hayber şiken-ü Amr
fikender,
ol pâdişeh-i gürûh-i ebrâr.
A’dâsına seyf-i kahri,
Dûzâh,
ahbâbına cûdü lutfi, gülzâr.
Âlemde anın uluvvi
şânın,
idrâk-i lebîb, emr-i
düşvâr.