YEDİNCİ BÂB

Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alî
“radıyallahü teâlâ anhüm” Menâkıbı:

Birinci Menâkıb: Muhyissünne İmâm-ı Begavî “rahimehullah” (Meâlimüt-tenzîl) kitâbında, Feth sûresinde, meâl-i şerîfi:

(Muhammed aleyhisselâm Allahü teâlânın Resûlüdür. Onunla berâber olanlar, kâfirlere karşı sert, birbirlerine karşı merhametlidirler.....) olan âyet-i kerîmenin tefsîrinde buyuruyor:

Mubârek bin Füdâleden, o da Hasenden rivâyet eder:

(Allahü teâlâ kâfî olan şâhiddir ki, Muhammed Allahın Resûlüdür) buyuruldukdan sonra;

(Onun ile olan kimse) kelâmı ile Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir.

(Kâfirlere karşı şiddetlidirler) ile Ömer bin Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir.

(Birbirlerine karşı merhametlidirler) ile Osmân bin Affân “radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir.

(Onları rükû’da ve secdede görürsün) ile Alî bin Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir.

(Allahü teâlâdan, dünyâda ve âhıretde her iyiliği, üstünlüğü ve rızâsını isterler!) kelâmı ile Cennet ile müjdelenen (Âşere-i Mübeşşere)nin geri kalanı kasd edilmekdedir.

(Onların hâlleri, şerefleri, Tevrâtda ve İncîlde bildirilmişdir. İncîlde bildirildiği gibi, onlar ekine benzer) kelâmı ile Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” kasd edilmekdedir.

(İnce bir filiz çıkarır) kelâmı ile, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh”,

(Onu kuvvetlendirir) kelâmı ile, Ömer bin Hattâb “radıyallahü anh”,

(Onu kalınlaşdırır) kelâmı ile, ya’nî yumuşak iken islâm dîni için sert olur kelâmı ile, Osmân bin Affân “radıyallahü anh”,

(Onu ayakda durdurur) kelâmı ile, islâmı kılınç ile müstekîm etdiği için Alî bin Ebû Tâlib “radıyallahü anh”,

(Herkes hayrete düşer) kelâmı ile, diğer mü’minler kasd edilmekdedir.

(Kâfirler kızarlar) kelâmı ile, sık, kalın, kuvvetli ve güzel ekin gibi ve kuvvetli olan mü’minlerin kâfirleri kîne boğacağı bildirilmekdedir. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” îmân ile müşerref olunca; “Bugünden sonra artık gizli ibâdet etmeyiz” buyurmuş idi.

-409-

İkinci Menâkıb: (Hulefâ-i râşidînin) yüce şânları için nâzil olan âyet-i kerîmeler beyânındadır. Ma’lûm olsun ki, yerlerin ve göklerin yaratanı Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri, Âdem aleyhisselâmdan beri, Enbiyâ-i ızâm “alâ nebiyyinâ ve aleyhimüssalâtü vesselâm” hazretlerine indirdiği yüzdört kitâbın baş tarafında; Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin ve Çihâr yâr-i güzîn olan; günâhdan çok sakınan Sıddîk ve çok anlayışlı Fârûk ve çok cömert Zinnûreyn ve çok vefâlı Alî “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerinin fazîletlerini beyân etmişdir. Bu tertîbin keşf ve beyânını ve şerh ve îzâhını, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin tevfîk ve yardımı ile açıklıyalım.

Allahü rabbül’âlemîn celle celâlühü ve azze şânühü ve amme nevâlühü hazretleri on suhuf Âdem alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm hazretlerine gönderdi. İlk suhufun başlangıcı Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve Çihâr yâr-i güzînin fadlı beyânında idi. Ondan sonra elli suhuf da Şit “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” hazretlerine gönderdi. Açık olarak ilk sahîfelerinde, Muhammed “aleyhissalâtü vesselâm” hazretlerinin ve Çihâr yâr-i güzînin şeref ve fadlının beyânı vardı. Ondan sonra otuz suhuf da İdris “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” hazretlerine gönderdi. Bunun da başlangıcı yine Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin ve Çihâr yâr-i güzînin ve Eshâb-ı kirâmın fadlı beyânındadır. Ondan sonra on suhuf da İbrâhîm Halîl “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” hazretlerine gönderdi. Bunun da başlangıcında aynı şeklde, onların fazîletleri açıklandı. Mûsâ “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” hazretlerine Tevrâtı gönderdi. O büyük kitâb içinde, birçok yerde Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini ve yârânlarını anlatdı.

Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, meâl-i şerîfi (Biz nidâ etdiğimizde, Tûr cânibinde sen olmadın) olan, Kasâs sûresinin 46.cı âyet-i kerîmesinin tefsîrinde buyurur ki, Cebrâîl aleyhisselâm benim yanıma geldi. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinden selâm getirdi. Dedi ki, Hak celle ve şânühü bu-

-410-

yurur ki: Ben Hudâyım. Cümle eşyâya kâdirim. Mûsâ bin İmrâna Tûr-i Sînâda vâsıtasız otuzbin kelime söyledim. Mûsâya işitdirdiğim otuzbin kelimenin yetmiş kelimesi Mûsâ hakkında ve ümmeti hakkında idi. Yirmidokuzbin dokuzyüzotuz kelimesi, yâ Muhammed, senin hakkında ve yârânın hakkında, Ebû Bekr-i Sıddîk ve Ömer-ül Fârûk ve Osmân-ı Zinnûreyn ve Alî Mürtedâ ve gayri eshâbın ve ümmetinin hakkında idi. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin kelâmı kadîmdir. Ve azîmdir. Ve mecîddir. Ve kerîmdir, ezelî ve ebedîdir. Ve evveli ve âhıri yokdur. Başlaması ve bitmesi yokdur. Lâkin, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin kelâmında bildirilen rakam, Mûsâ aleyhisselâmın duymasına [işitmesine] nisbetledir. Zebûru Dâvüd “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” hazretlerine gönderdi. Orada da, Muhammed Mustafânın “sallallahü aleyhi ve sellem” ve Çihâr yâr-i güzînin “radıyallahü teâlâ anhüm” üstünlüklerini bildirdi. İncîli Îsâ “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” hazretlerine gönderdi. Hazret-i Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve Çihâr yâr-i güzînin üstünlüklerini orada da bildirdi. Fürkân-ı azîm-üş-şânı gönderdi. Kur’ân-ı azîm-üş-şânda gelen [Alak sûresinin] beş âyetini, Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri Muhammed aleyhissalâtü vesselâm hazretlerinin şânı hakkında göndermişdir.

1– Meâl-i şerîfi (Herşeyi yaratan Rabbinin ismi ile oku!) olan [Alak sûresindeki] âyet-i kerîme, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin baht-ı hümâyûn ve şân-ı şerîfleri hakkındadır.

Meâl-i şerîfi, (İnsanı alakdan yaratdı) [uyuşmuş kandan yaratdı] olan âyet-i kerîme Ebû Bekr-i Sıddîkın “radıyallahü teâlâ anh” şân-ı şerîfleri hakkındadır.

Meâl-i şerîfi (Oku, Rabbin ekremdir) olan âyet-i kerîme; Ömer-ül Fârûkun “radıyallahü teâlâ anh” şân-ı şerîfleri hakkındadır.

Meâl-i şerîfi (O kimse ki kalem ile ta’lîm etdi) olan âyet-i kerîme, Osmân bin Affânın “radıyallahü teâlâ anh” şân-ı şerîfleri hakkındadır.

Me-âl-i şerîfi (İnsana bilmediğini bildirdi) olan âyet-i kerîme, hazret-i Alî bin Ebî Tâlibin “kerremallahü vecheh” şân-ı şerîfleri hakkındadır.

Âlimlerin ekserîsi, bunun üzerindedir ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri üzerine nâzil olan bu sû-

-411-

renin o beş âyet-i kerîmesinden, Onun fadlı ve şerefi anlaşılmalıdır.

Abdüllah bin Amr bin âs “radıyallahü teâlâ anhümâ” buyurdu ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine dedim; (Sizden işitdiğim hadîs-i şerîfleri yazayım mı?). Buyurdular ki, (Yaz ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri böyle buyurur: (Kalem ile ta’lîm etdi. İnsana bilmediğini öğretdi.) Katâde “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Kalem, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinden büyük bir ni’metdir ki, eğer kalem olmayaydı, din yeryüzünde bâkî kalmazdı. Kimse kendi maslahatını hıfz edemezdi [saklıyamazdı].

2– Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini ve Çihâr yâr-i güzîn “radıyallahü anhüm” hazretlerini, Sûre-i Fâtihada yâd etmişdir ve buyurmuşdur. Bismillâhirrahmânirrahîm. Elhamdülillahi rabbil’âlemîn. Bu âyet-i kerîme Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin şân-ı şerîfleri ve tâlı’-ı [çiçek tozu] mubârekleri hakkındadır. Delîl odur ki, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri, meâl-i şerîfi (Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik) olan âyet-i kerîmede buyurmuşdur.

(Errahmânirrahîm.) Bu âyet-i kerîme Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin şân-ı şerîfleri hakkındadır. Hücceti, delîli, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, (Ümmetimin en çok merhametlisi Ebû Bekrdir) buyurmuşdur.

Fâtihâ sûresinin üçüncü âyet-i kerîmesi, Ömer-ül Fârûkun “radıyallahü teâlâ anh” şân ve şerefi hakkındadır. Delîli o hadîs-i şerîfdir ki, hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu: (Allahın dîninde en kuvvetliniz, Ömer-ibnül Hattâbdır.)

Fâtihâ sûresinin dördüncü âyet-i kerîmesi, Osmân bin Affânın “radıyallahü teâlâ anh” şân-ı şerîfleri hakkındadır. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurmuşdur: (Hayâda en sâdık olanınız, Osmân bin Affândır.)

Fâtihâ sûresinin beşinci âyet-i kerîmesi, Alî bin Ebî Tâlib “kerremallahü vecheh ve radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin şân-ı şerîfleri hakkındadır. Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri; (Ümmetimin en çok ikrâm edeni ve âlimi, Alî bin Ebî Tâlibdir) buyurmuşdur. Sûre-i Fâtihânın geri kalan âyet-i kerîmesi, Allahü

-412-

teâlâ ve tekaddes hazretlerinin gadab etdiği ve dalâletde kalan kimseler, yehûdîler, hıristiyânlar, râfizî ve hâricîler hakkındadır. Bunlar, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin ve Çihâr yâr-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerinin düşmanlarıdır.

3– Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri Sûre-i Fâtihâdan sonra, Kur’ân-ı azîm-üş-şânda yemîn ederek buyurur ki: (Elif.lâm.mim). (Elif); Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin ilahlığı ve vahdâniyyeti hakkı için, (Lâm); Cebrâîl aleyhisselâmın elçiliği ve imâmeti hürmeti için, (Mim), Muhammed aleyhisselâmın nübüvveti ve risâleti hürmeti için denilmekdedir. (Elif), Allah lafzının elifidir. (Lâm), Lâ ilâhe illallah lafzının (lam)ı, (mim), Muhammed aleyhisselâmın ismindeki (mim)dir.

Beyt:

Seher vakti dostun cemâli görününce,

Benim cânım senin aşkından taht kurdu.

Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerinden on kişinin rivâyetiyle hadîs-i şerîfde bildirilmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki; (Ümm-i Hânî “radıyallahü teâlâ anhâ” se’âdethânesinden, beni mi’râca iletdikleri o gece, (Kabe kavseyn) makâmına giderken, Arşın önünde, arkasında, sağında ve solunda üçyüzbiner perdesinden her birinde, (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah. Ebû Bekr-i Sıddîk, Ömer-ül Fârûk, Osmân-ı Zinnûreyn, Aliyyül Mürtedâ) “radıyallahü teâlâ anhüm” yazılı idi.) Bu sûre-i azîmenin başlangıcında, Allahü tebâreke ve teâlâ buyurdu ki, (elif, lâm, mim) ve bu kasem neden ötürüdür? (Bu ulu kitâbdır ki, size bunun ile va’de vermişdik ve bu Kur’ândır ki, yirmiüç senede teenni ile size göndermişim ve bu kitâbdır ki, yüzyirmiüçbin dokuzyüz doksandokuz Nebî [Mevcûd Nebîlerin bir noksanı] “alâ nebiyyinâ ve aleyhimüssalâtü vesselâm” Allahü tebâreke ve teâlâ ve tekaddes hazretlerinden bu kitâbı istemişler ve Kur’ân-ı kadîm arzûsu ile dirilmişlerdir. Bunun arzûsu ile intikâl buyurmuşlar [göç etmişler]dir. Bunu ne görmüşler ve ne işitmişlerdir. Bu büyük bir ni’metdir.)

Ey müslimânlar, yüzondört sûre olan bu Kur’ân-ı kerîmin

-413-

kıymetini bilemez, hak ve hurmetini gözetemezsiniz. [Bunun için çalışmalıdır.] Ondan sonra Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri (Onda şübhe yokdur) buyurur. Ey benim kullarım! (Elif); benim hakkım için, zât ve sıfatım hakkı için. (Lâm), Cebrâîl-i emînim hurmeti için. (Mim), Resûlüm ve seçilmişim Muhammed hurmeti için ki, bu kitâb Kur’ândır. Kur’ân-ı azîme doğrulukda şübhe yokdur. Bu Kur’ân benim kelâmımdır. Benim kelâmımın doğruluğunda şek ve şübhe yokdur. Kadîmdir, ciddîdir [oyun değildir], sonradan meydâna gelme ve mahlûk değildir. Her ne kadar çok okunursa, dostların dili üzerinde, o kadar hafîf gelir. Kimse onu okumakdan usanmaz, bıkmaz. Onu ne kadar işitirler ise, dostların kalbinde ferâhlılık olur. Onu işitmekle kimseye bıkkınlık gelmez. (Müttekîler için hidâyetdir), beyândır ve delîldir. Mü’min ve zühd sâhiblerine ve müttekîlere bu kitâb doğru yoldur. Bu Kur’ân âşıkların gönlüne şifâdır. Fakîrlerin rûhuna gıdâdır.

Beyt:

Bize tâ’ate ve zühde yapışmayı anlatma,

Bize kerâmet makâmlarından bahs etme.

 

Çünki, biz ve o dört seçilmiş zât can gibiyiz,

Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alî.

Ey müslimân! Bu Kur’ân-ı azîm-üş-şân devleti ve bu îmân ni’meti, bütün müslimânlar ve cümle mü’minler hakkında umûmîdir. Lâkin, Çihâr yâr-i güzîn ve hulefâ-i râşidîn, mürşid-i emîr-ül mü’minîn Ebû Bekr-i Sıddîk ve emîr-ül mü’minîn Ömer-ül Fârûk ve emîr-ül mü’minîn Osmân-ı zinnûreyn ve emîr-ül mü’minîn Aliyyül Mürtedâ “rıdvânullahi aleyhim ecma’în” hazretlerinin haklarında husûsîdir. Bunun delîlini Kur’ân-ı azîm-üş-şândan getireyim.

(Gayba îmân eden kimseler) meâlindeki âyet-i kerîme, bütün mü’minler için umûmî, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hakkında husûsîdir.

(Nemâzlarını kılarlar) meâlindeki âyet-i kerîme, bütün mü’minler için umûmî, hazret-i Ömer-ül Fârûk “radıyallahü teâlâ anh” hakkında husûsîdir.

(Onlara verdiğimiz rızklardan dağıtırlar) meâlindeki âyet-i kerîme, bütün mü’minler hakkında umûmîdir. Hazret-i Osmân bin Affân “radıyallahü teâlâ

-414-

anh” hakkında husûsîdir.

(Sana indirilen kitâba ve senden önce indirilenlere inananlar..) meâlindeki [Bekara sûresinin 4.cü] âyet-i kerîme, bütün mü’minler için umûmîdir. Hazret-i Alî ibni Ebî Tâlib “kerremallahü vecheh ve radıyallahü teâlâ anh” hakkında husûsîdir.

4– Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin sehâveti [cömertliği], Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin muhabbetinde olduğu için, kabûl edip, âgâh olmak için; meâl-i şerîfi; (... Fekat, iyilik şu kimselerin iyiliğidir ki, Allahü teâlâya, Âhıret gününe, Meleklere, Kitâba, Peygamberlere inanır, sevdiği malını yakınlarına, yetîmlere, fakîrlere yolculara verir ve rikâbda sarf eder) olan Bekara sûresinin 177.ci âyet-i kerîmesinde buyurulmuşdur. Bu âyet-i kerîmede bildirilen güzel vasflar, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinde mevcûd idi.

Abdüllah bin Mes’ûd “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Eğer ister isen sen de o dereceye nâil olmak, çok sevdiğin o malını, sıhhatin kemâlde iken, buhl etmeyip [cimrilik yapmayıp], hâlisâne olarak; Allahü teâlâ için sadaka ver. Fakîr olmakdan korkma. Şükr edip, fekat öğünme. Hazret-i Sıddîk-ı ekber “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri bütün malını, mülkünü dîn-i islâm uğruna sarf edip, bir palas ile kalmış idi. Bu husûs birçok menkıbelerinde beyân olundu. Niçin mal koyarsın. Cânın hulkûma [rûhun gargaraya] geldiği ânda falana bu kadar verin; demenin kıymeti yokdur. Yukarıdaki âyet-i kerîme hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hakkındadır.

(Nemâzı kılar) meâl-i şerîfindeki âyet-i kerîme bütün nemâz kılan mü’minler için umûmîdir. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hakkında husûsîdir.

(Zekâtını verir) meâl-i şerîfindeki âyet-i kerîme, zekât veren bütün mü’minler için umûmîdir. Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hakkında husûsîdir.

(Verdikleri sözde dururlar) meâl-i şerîfindeki âyet-i kerîme; ahdinde vefâ gösteren bütün mü’minler için umûmîdir. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” hakkında husûsîdir.

5– Allahü teâlâ hazretleri, [Âl-i İmrân sûresi 17.ci âyet-i kerîmesinde meâlen] (Sabr edenler) buyurdu. Ya’nî Resûlullah

-415-

“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ki, tâ’at etmek üzerine ve müşriklerin cefâsı ve yaramazlıklarına sabr etdi. (Sâdık olurlar) buyurulması, ya’nî o kimseler ki, sırda [gizlide] ve âlâniyyede [açıkda] doğru olurlar, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” içindir.

Meâl-i şerîfi (Devâmlı itâ’at edenler) olan âyet-i kerîmede bahs edilenler, devâm üzere Allahü teâlâ hazretlerine mutî’ olan kimselerdir. Ömer bin Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” içindir.

Meâl-i şerîfi (İnfâk edenler) olan âyet-i kerîmede anlatılan kimseler, Allahü teâlâ yolunda infâk ederler, ya’nî malını dağıtırlar, buyurulması, malını Allah yolunda dağıtan Osmân bin Affân “radıyallahü teâlâ anh” içindir.

Meâl-i şerîfi (Seher vaktlerinde istigfâr edenler) olan âyet-i kerîmede bahs edilen kimseler, seher vaktinde istigfâr ederler. Aliyyül Mürtedâ “kerremallahü vecheh ve radıyallahü teâlâ anh” içindir.

6– Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri [Âl-i İmrân sûresi 134.cü âyet-i kerîmesinde meâlen] (O kimseler ki infâk ederler, sürûr ve sıkıntılı hâllerinde) buyurdu. Her zemân, mubârek eli sehâvetden [cömertlikden] ve fakîrlere yardımdan geri kalmayan, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” içindir.

(Gadablarını içine atanlar) meâlindeki âyet-i kerîmede kasd edilen o kimseler, aslâ kendi nefsi için gadablanmıyan, kızacağı zemân kendini tutanlardır. Ömer ibnül Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” ki, kendisi için gadaba gelmezdi. Geldiği takdîrde gadabını tutardı. Bu âyet-i kerîme hazret-i Ömer içindir.

(İnsanları afv ederler) meâlindeki âyet-i kerîmede buyurulan o kimselerdir ki, intikâma kâdir oldukları hâlde insanları afv ederler. Ya’nî hazret-i Osmân bin Affân “radıyallahü teâlâ anh” ki, dâimâ suçluları hatâ ve sehv etseler de afv eder, onlara ikrâmda bulunurdu. Bu âyet-i kerîme hazret-i Osmân içindir.

(Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri, ihsân edicileri sever) meâlindeki âyet-i kerîme, Aliyyül Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” içindir.

7– Hazret-i Resûl-i Hudâ Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve Çihâr yâr-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, şu âyet-i kerîmeleri düâlarında okurlardı. Hazret-i Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, me-âl-i şerîfi, (Yâ Rabbî! Mahlûkâtı boş yere, bâtıl yaratmadın. Se-

-416-

ni tenzîh ederim. Bizi Cehennem azâbından koru) olan, Âl-i İmrân sûresi 191.ci âyet-i kerîmesini okurdu.

Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh”, meâl-i şerîfi, (Yâ Rabbî! Cehenneme atdığın kimseyi çok zelîl edersin. Kâfirlerin [zulm edenlerin] yardımcıları yokdur) olan, Âl-i İmrân sûresi 192.ci âyet-i kerîmesini okurdu.

Hazret-i Ömer-ül Fârûk “radıyallahü teâlâ anh”, meâl-i şerîfi, (Yâ Rabbî! İnsanları îmâna çağıran bir münâdî işitdik, îmân etdik) olan, Âl-i İmrân sûresi 193.cü âyet-i kerîmesini okurdu.

Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh”, meâl-i şerîfi, (Yâ Rabbî! Günâhlarımızı mağfiret et. Rûhlarımızı, sâlihlerin rûhları ile berâber et) olan, Âl-i İmrân sûresi 193.cü âyet-i kerîmesinin devâmını okurdu.

Hazret-i Aliyyül Mürtedâ “kerremallahü teâlâ vecheh”, meâl-i şerîfi, (Yâ Rabbî! Resûllerin lisânı üzere bize va’d etdiğin sevâbı ver. Kıyâmet günü bizi rüsvay eyleme. Elbette sen va’dinden dönmezsin) olan, Âl-i İmrân sûresi 194.cü âyet-i kerîmesini okurdu.

8– Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri, Çihâr yâr-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretleri hakkında;

Âl-i İmrân sûresi 200.cü âyet-i kerîmesinde meâlen,

(Ey îmân edenler! Sabr ediniz!) buyurdu. Ya’nî, îmân getirmiş o kimselersiniz ki, hazret-i Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” dostluğunda sabr ediniz, demekdir.

(Sabr edici olunuz!) Ya’nî hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” dostluğunda, kâfirler ile gazâda sabrlı olunuz, demekdir.

(Rabt edici olunuz!) Ya’nî hazret-i Osmânın “radıyallahü teâlâ anh” dostluğunda sebât ediniz, demekdir.

(Allahü teâlâdan korkup, sakınınız. Ümîd edilir ki, felâh bulursunuz!) Ya’nî, hazret-i Aliyyül Mürtedânın “radıyallahü teâlâ anh” dostluğunda, Allahü teâlâdan korkunuz ki, felâh bulasınız, demekdir.

9– Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ve Çihâr yâr-i güzînin vasfları hakkında mutî’ olan mü’minlere müjde verip, buyuruyor ki: (Her kim ki mutî’ olur, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine ve Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine. O mutî’ olanlar ol kimselerdir ki, Allahü teâlâ hazretleri onları ni’metlendirmişdir!) [Nisâ sûresi 69.cu âyet-i kerîmesi.]

-417-

(Nebîlerden), hazret-i Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”,

(Sıddîklardan), mübâlega ile sâdık olanlardan, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri,

(Şehîdlerden), Ömer-ül Fârûk “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri,

(Sâlihlerden), Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri,

(Onlar ne güzel refîkdir) buyurulması, Alî bin Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir.

Meâl-i şerîfi (Bu fadl Allahdandır) olan Nisâ sûresi 70.ci âyet-i kerîmesi ile Ehl-i sünnetin kalbindeki Habîbullahın ve Çihâr yâr-i güzînin ve eshâbının sevgisi, Allahü teâlâdan olduğunu bildirmekdedir.

10– Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri [Mâide sûresi 55.ci âyetinde meâlen],

(Sizin velîniz ancak Allahü teâlâ ve Resûlüdür...) buyuruyor. Ya’nî, mü’minlerin velîsi, Allahü teâlâdan sonra Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleridir.

(Îmân eden kimselerdir); buyurulmakla, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri kasd edilmekdedir.

(Nemâzlarını kılarlar); buyurulmakla, Ömer-ül Fârûk “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri kasd edilmekdedir.

(Zekâtlarını verirler) buyurulmakla, Osmân bin Affân “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri kasd edilmekdedir.

(Rükû’da sadaka verirler) buyurulmakla, Alî “radıyallahü anh” kasd edilmekdedir. Müfessirler buyurmuşlardır ki, bir dilenci mescide gelip, birşey istedi. O sırada hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” o mescidde nemâzda olup, rükû’a varmış idi. Rükû’ içinde yüzüğünü işâretle çıkarıp, o dilenciye verdi. [Mâide sûresi 56..cı âyetinde meâlen], (Kim Allahü teâlâyı, Resûlünü ve mü’minleri dost edinirse, bilsin ki, şübhesiz Allahü teâlâdan yana olanlar üstün gelirler) buyuruldu. Allahü teâlânın Resûlünü “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve mü’minleri velî edinenler, Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerinin düşmanları üzerine gâlib gelirler.

11– Allahü teâlâ [Enfâl sûresi 2.ci âyet-i kerîmesinde meâlen],

(Hâlis mü’minler o kimselerdir ki, Allahü teâlânın ismi zikr olununca, kalblerinde korku hâsıl olur) buyurdu. Bu, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” içindir.

(Onlara Allahü teâlânın âyetleri zikr olunduğu zemân îmânları ziyâde olur) buyurulması, hazret-i Ömer-ül Fârûk “radıyallahü teâlâ anh” için-

-418-

dir.

(Onlar Rablerine tevekkül ederler) [Enfâl sûresi 2.ci âyetinin devâmı]; buyurulması, hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” içindir.

[Enfâl sûresi 3.cü âyetinde meâlen],

(Nemâzlarını kılanlar ve verdiğimiz rızklardan dağıtanlar..) buyurulması, Alî ibni Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anh” içindir.

[Enfâl sûresi 4.cü âyetinde meâlen],

(Onlar hakîkî mü’minlerdir) buyurulmuşdur. O büyüklerin ve onları sevenlerin hakîkî mü’min oldukları bildirilmekdedir.

12– [Tevbe sûresi 71.ci âyet-i kerîmesinde meâlen],

(Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, onlar ba’zıları ba’zılarının velîleridir. Ma’rûf ile emr ederler. Ya’nî nusret ile ve himmet ile ve hayrât ile. Ve münkerden nehy ederler) buyurulması, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” içindir.

(Nemâzlarını kılarlar) buyurulması, Ömer-ül Fârûk “radıyallahü teâlâ anh” içindir.

(Zekâtlarını verirler) buyurulması, Osmân “radıyallahü anh” içindir.

(Allaha ve Resûlüne itâ’at ederler) buyurulması, Alî “radıyallahü teâlâ anh” içindir. Âyet-i kerîmenin devâmında meâlen, (Onlara Allahü teâlâ yakında rahmet edecekdir) buyurulmuşdur.

13– [Tevbe sûresi 112.ci âyet-i kerîmesinde; Allahü teâlâ meâlen buyuruyor]:

(Allahü teâlâya tevbe edenler) [şirkden ve nifâkdan] ile Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh”,

(İbâdet edenler) ile Ömer-ül Fârûk “radıyallahü teâlâ anh”,

(hamd edenler) ile Osmân “radıyallahü teâlâ anh”,

(Oruc tutup, hac edenler) ile Alî “radıyallahü teâlâ anh”,

(rükû’ ediciler) ile hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh”,

(Secde ediciler) ile Ömer “radıyallahü teâlâ anh”,

(Sünnet ile ma’rûfu emr ediciler ve bid’atden nehy ediciler) ile Osmân “radıyallahü teâlâ anh”,

(Allahın hadlerini muhâfaza ediciler) ile Alî “radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir. Âyet-i kerîmenin devâmında,

(Yâ Muhammed! Mü’minleri Cennet ile müjdele) buyurularak; bu dört yâri sevmeği emr buyurmuşdur.

14– [Allahü teâlâ Ra’d sûresi 19.cu âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruyor]:

(Ancak akl sâhibleri ibret alırlar.) Burada hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” kasd ediliyor. [Aynı sûrenin 20.ci âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruluyor]:

(O kimseler Allahü teâlânın ahdinde vefâ ederler, ahdlerini bozmazlar.)

-419-

Burada Ömer-ül Fârûk “radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir.

[Aynı sûrenin 21.ci âyetinde meâlen buyuruluyor]:

(Allahü teâlânın sıla etmesini emr etdiği kimselere sıla-i rahm ederler. Rablerinden korkarlar. Hesâbın zorluğundan korkarlar.) Burada Osmân “radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir.

[Aynı sûrenin 22.ci âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruluyor]:

(Onlar Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için sabr ederler [emrleri yapmak ve yasaklardan kaçmak sûreti ile, birbirlerinin rızâsını taleb etmekden ötürü]. Nemâzlarını kılarlar. Ve bizim onlara verdiğimiz rızkdan gizli ve âşikâre olarak infâk ederler. Kötülüğe iyilik ile karşılıkda bulunurlar. Cennet serâyı onlar içindir.) Burada Alî “radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir.

[Aynı sûrenin 23-24.cü âyetlerinde meâlen buyuruluyor]: (Adn Cennetine dâhil olurlar şu kimseler ki, onların babaları, hanımları ve çocukları sâlih amel işlemiş olurlar. [Bu mü’minler Adn Cennetine dâhil olurlar.] Melekler onların yanına gelirler. Her kapıdan girdiklerinde selâm verirler. Dünyâda yapdığınız sabr sebebi ile, ne güzel serâya kavuşdunuz derler.) Ya’nî Çihâr yâr-i güzîn “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerinin dostlarınındır, demekdir.

Mukâtil, kendi tefsîrinde nakl etmişdir ki, dünyâ günlerinden bir gün bir gece mikdârı zemânda melekler üç kerre onların yanlarına gelip selâm verirler ve hediyye getirirler. Derler ki, hoş olsun size ey Çihâr yâr-i güzîn muhibleri [sevenleri]. Bütün bu ni’metleri ve kerâmetleri onların dostluğu sebebi ile buldunuz.

15– Mü’minûn sûresi birinci âyet-i kerîmesinde meâlen;

(Mü’minler, muhakkak felâh buldular) buyuruldu. İkinci âyet-i kerîmesinde, meâlen,

(Onlar, nemâzlarında huşû üzere olan kimselerdir) buyuruldu. Burada Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” kasd edilmekdedir. Üçüncü âyet-i kerîmesinde meâlen,

(Öyle mü’minler ki, lehv ve la’bdan kaçarlar) buyuruldu. Burada Ömer-ül Fârûk “radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir. Dördüncü âyet-i kerîmede meâlen,

(Zekâtlarını veren mü’minler) buyurulmakdadır. Burada Osmân “radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir. Beşinci âyet-i kerîmede meâlen,

(Öyle mü’minler ki, kendi ferclerini harâmdan hıfz edici olurlar) bu-

-420-

yuruldu. Burada Aliyyül mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir.

16– Furkân sûresi 63.cü âyet-i kerîmesinde meâlen,

(Allahü teâlâ hazretlerinin kulları, şu kimselerdir ki, yeryüzünde, sükûnet ve vakâr ve tevâzu’, ilm ve hikmet ile yürürler) buyuruldu. Burada Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir.

Âyet-i kerîmenin devâmında,

(Câhiller onlara kehânet olunan bir şey ile hitâb etdikleri zemân, günâh olmıyan şeylerle veyâ susarak karşılık verirler) buyurulmakdadır. Burada Ömer-ül Fârûk “radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir.

Furkân sûresi 64.cü âyet-i kerîmesinde meâlen,

(Onlar gecelerini, Rableri için evlerinde, secde edip, ayakda durarak geçirirler) buyurulmakdadır. Burada Osmân “radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir.

65.ci âyetinde meâlen:

(Onlar, Yâ Rabbî! Bizden Cehennem azâbını çevir, uzaklaşdır, derler) buyurulmakdadır. Burada Alî “radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir.

17– Şûrâ sûresi 36.cı âyet-i kerîmesinde meâlen,

(... Allahü teâlânın katında hayrlı ve bâkî olanlar; îmân edenler ve Rablerine tevekkül ve i’timâd edenler içindir...) buyurulmakdadır. Burada Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir.

37.ci âyet-i kerîmede meâlen,

(O kimseler için ki, büyük günâhlardan ve çirkin şeylerden kaçınırlar. Gadaba geldiklerinde afv ederler) buyurulmakdadır. Burada Ömer “radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir.

Otuzsekizinci âyet-i kerîmesinde meâlen;

(Rablerine icâbet edenler, nemâz kılanlar, işleri için aralarında meşveret edenler ve verdiğimiz rızklardan dağıtanlar içindir) buyurulmakdadır. Burada Osmân “radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir. Müfessirlerden ba’zısı der ki, bu âyet-i kerîme Ebû Bekr-i Sıddîkın “radıyallahü teâlâ anh” şân-ı şerîfi için nâzil olmuşdur. Çünki eline ne geçerse dağıtırdı. Kötülediler ve azarladılar. Cevâb vermedi. O vakt nâzil oldu.

39.cu âyet-i kerîmesinde,

(Onlara zulm isâbet etse, onlar adl ile karşılıkda bulunurlar) buyurulmakdadır. Burada Alî “radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir.

18– Zâriyât sûresi 17.ci âyet-i kerîmesinde meâlen;

(Onlar geceleri az uyurlar ve çok ibâdet ederlerdi) buyuruldu. Burada Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir.

18.ci

-421-

âyet-i kerîmesinde meâlen,

(Seher vaktlerinde istigfâr ederlerdi) buyuruldu. Burada Ömer “radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir.

19.cu âyet-i kerîmede meâlen,

(Onların mallarında birşey istiyenin ve [bir şey istemeyip de] mahrûm kalanların da hakkı vardı) buyuruldu. Burada Osmân “radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir.

20.ci âyet-i kerîmesinde meâlen,

(Yakîn sâhibi kimselere yeryüzünde alâmetler vardır) buyuruldu. Burada Alî “radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir.

19– Beled sûresi 17.ci âyet-i kerîmesinde meâlen,

(Bunları yapan kimselerin [köleleri âzâd eden ve fakîrleri doyuran] îmânlı olması lâzımdır) buyurulmakdadır ki, Ebû Bekr “radıyallahü anh” kasd edilmekdedir.

Âyet-i kerîmenin devâmında,

(Sabrı tavsiye ederler) buyurulmakdadır ki, Ömer “radıyallahü anh” kasd edilmekdedir. Ve

(Merhameti tavsiye ederler) buyurulmakdadır ki, Osmân “radıyallahü anh” kasd edilmekdedir.

18.ci âyet-i kerîmede meâlen,

(Onlar meymene eshâbıdır) [sağ taraf veyâ bereket eshâbı] buyurulmakdadır ki, Alî “radıyallahü anh” kasd edilmekdedir.

20– Tîn sûresinde, Allahü teâlâ meâlen,

(İncire yemîn ederim) buyuruyor. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîka “radıyallahü teâlâ anh” kasemdir ki, hazret-i Sıddîk-ı Ekber incire benzer idi ki, zâhiri ve bâtını güzel ahlâk ile dolu idi. [İncir güzel meyvedir, hazmı kolaydır.]

(Zeytine yemîn ederim) buyuruyor. Ömer-ül Fâruk “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine kasemdir ki, hazret-i Ömer zeytine benzer idi ki, onun içi, dış görünüşünden dahâ iyi idi.

(Tûr-i sînine yemîn ederim) buyuruyor. Osmân-ı Zinnûreyn “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine kasemdir ki, Osmân “radıyallahü teâlâ anh” Tûr-i sînâyı andırır. Zâhiri meyveler ile bezenmiş, bâtını çeşmeler ile donanmış idi.

(Ve bu Beledil-emîne yemîn ederim) buyuruyor ki, Aliyyül Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine kasemdir ki, Alî “radıyallahü teâlâ anh” Beledil-emîne ya’nî Mekke-i Mükerremeye benzerdi. Her kim Mekke şehrinde olursa, azâbdan emîn olur. Her kim Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini severse [ya’nî onun gibi inanır, ibâdet ederse], azâbdan emîn olur.

21– Tîn sûresi 6.cı âyet-i kerîmesinde meâlen,

(Ancak îmân edenler) buyuruluyor. Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ

-422-

anh” içindir.

(Sâlih amel işliyenler) buyuruluyor. Ömer bin Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” içindir.

(Onlar için kesilmez ecr vardır) buyurulması, hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” içindir. 7.ci âyet-i kerîmede meâlen,

(Ey Resûlüm! Seni ne tekzîb eder ve Ey insan! Senin kıyâmet gününü inkâr etmen, bildirdiğimiz delîllerden sonra ne sebebledir) buyuruldu ki, Alî “radıyallahü teâlâ anh” içindir.

22– Asr sûresinin üçüncü âyet-i kerîmesinde meâlen,

(Ancak îmân eden kimseler) buyuruluyor. Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hakkındadır.

(Sâlih amel işleyenler) buyuruluyor. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hakkındadır.

(Birbirlerine hakkı tavsiye ederler) buyuruluyor ki, hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hakkındadır.

(Birbirlerine sabrı tavsiye ederler) buyuruluyor ki, hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” şânındandır.

23– Âyet-i kerîmede işâret olundu ki, Allahü Sübhânehü ve teâlâ, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine va’d buyurdu ki, yâ Muhammed! Cennetde dört nev’ ırmak vardır. Su ve süt, şerâb ve bal. Her birisi ayrı bir lezzetdedir. Dünyâda da senin eshâbından dört dost tutarım. Ebû Bekr, Ömer ve Osmân ve Alî “radıyallahü teâlâ anhüm”. Onların herbirinin ayrı bir özelliği vardır. [Cennetdeki o dört ırmağa benzerler.]

Muhammed sûresi 15.ci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Müttekîlere va’d edilen Cennetde, kokusu ve tadı bozulmamış sudan nehrler vardır) buyuruyor. Bu su kokmaz. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” su gibidir. Her şey su ile hayât bulmuşdur. İslâm dîni de Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” ile hayât bulmuşdur. Nitekim Allahü teâlâ hazretleri

Enbiyâ sûresinin 30.cu âyetinde meâlen, (Biz her şeyi su ile diri kıldık) buyurmuşdur. Muhammed sûresinin 15.ci âyet-i kerîmesinde devâmla; meâlen, (Tadı bozulmamış sütden nehrler vardır) buyuruluyor. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” süt gibidir. Herkes süt ile kuvvet bulduğu gibi, İslâm dîni de Ömer “radıyallahü teâlâ anh” ile kuvvet bulur.

Aynı sûrenin devâmında meâlen, (İçenlere lezzet veren şerâbdan nehrler vardır) buyuruluyor. [Bu şerâb, dünyâ şerâbı gibi değildir.] Osmân “radıyallahü teâlâ anh” Cennet şerâbı gibidir. Nice gençlerin gönüllerinin neş’esi ve sürûru şerâb

-423-

ile olduğu gibi, gâzîlerin kalblerinin de kuvveti ve sürûru Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin fî sebîlillah infâkı ile olur. [Allahü teâlânın rızâsı için verdiği şeyler ile olur.]

Âyet-i kerîmenin devâmında meâlen, (Saf baldan nehrler vardır) buyuruluyor. Alî “radıyallahü teâlâ anh” bal gibidir. Nice hasta kimselerin şifâsı bal iledir. Mü’minlerin gönüllerinin şifâsı, Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin kâfirler ile karşı karşıya gelmesi ve muhârebe etmesi iledir.

Nükte: Cennetin hayât suyunu içmek istersen, hazret-i Sıddîk-ı ekberi “radıyallahü teâlâ anh” sev ki, Cennet suyuna benzer. Cennet südünü içmek istersen, hazret-i Ömeri sev ki, Cennet südüne benzer. Cennet şerâbını içmek istersen, Osmân “radıyallahü teâlâ anh”ı sev ki, Cennet şerâbına benzer. Cennet balını bulmak istersen, hazret-i Alîyi sev ki, Cennet balının benzeridir “radıyallahü teâlâ anhüm”.

(İşâret): Nehr, ırmağa derler. Ayn, çeşmeye derler. Cennetde çeşmeler de vardır. Selsebîl gibi ve zencebîl gibi. Ve rahîk ve kâfûr gibi.

İnsan sûresinin 5.ci âyetinde meâlen,

(Ebrâr, âhıretde, içinde şerâb olan (ke’s)den [çanakdan] içeceklerdir. Mizâcı kâfûrdur) buyuruldu.

6.cı âyetinde meâlen,

(Bu kâfûr bir çeşmedir. Allahü teâlânın seçilmiş kulları, çanaklarla şerâbı kâfûr suyu ile karışık içerler. O çeşmeyi istedikleri tarafa akıtırlar) buyurulmuşdur.

Yine İnsan sûresi 17.ci âyet-i kerîmesinde meâlen,

(Cennetde onlara zencebîl ile karışık şerâbdan çanaklar ile verilir) buyuruldu.

18.ci âyet-i kerîmesinde meâlen,

(Cennetde selsebîl isminde bir çeşme dahâ vardır) buyuruldu.

Mutaffifîn sûresi 25.ci âyet-i kerîmesinde meâlen,

(Onlara hatm okunmuş Rehîkden içirilir) buyuruluyor. Çihâr yâr-i güzîn hazretlerinin ismlerinin baş harfları (Ayn) kelimesinin baş harfi ile aynıdır. Atîk, Ömer ve Osmân, Alî “radıyallahü teâlâ anhüm” buna delîldir. [Bu kelimelerin baş harfleri Ayndır.] Cennetde o dört çeşmeyi bu dört yâr tutarlar. Her kim onları severse, o dört çeşme onun için olur. Bu dört muhteşemi sevmeyen ve buğz eden, iki cihânda mahrûm ve bîçâre kimsedir. [Onun için, Ehl-i sünnet i’tikâdında olmak, farzları yapıp, harâmlardan kaçmak, o büyükleri sevmek lâzımdır.]

Bu dört ırmağın ve bu dört çeşmenin bedeli, Cehennemde

-424-

dört nesnedir. Gıslîn ve Sadîd ve Hamîm ve Mehl.

Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri El-hakka sûresinin 36.cı âyetinde, meâlen,

(Cehennemdekilerin yiyeceği Gıslîndir) buyuruyor. [Gıslîn: Yaradan çıkan irin.]

İbrâhîm sûresi 16.cı ve 17.ci âyetlerinde meâlen,

(Cehennemdekilere Sadîd suyundan içirilir. Onu yudum yudum alırlar. Hemen yutamayıp, boğazlarında kalır) buyuruluyor. [Sadîd: Cehennemdekilerin derilerinden çıkan irindir.]

Duhân sûresi 43 ve 44.cü âyet-i kerîmelerinde meâlen,

(Cehennemde büyük günâhlıların yiyeceği zakkûm ağacıdır) buyuruluyor. [Zakkûm ağacı, Cehennemde bir ağacdır, meyvesi acı ve kerîhdir.]

Aynı sûrenin 45 ve 46.cı âyet-i kerîmesinde meâlen,

(Erimiş bakır gibi karınlarında galeyân eder. Hamîmin galeyânı da böyledir) buyuruluyor. Allahü teâlâya sığınırız. Yâ Rabbî! Bizi dört büyük Sahâbeyi “radıyallahü teâlâ anhüm” hâlis ve sâdık sevenlerden eyle. (Âmîn)

24– Çihâr yâr-i güzînin şân-ı şerîfleri hakkında vârid olan, Allahü teâlânın Kur’ân-ı azîm-üş-şânda Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine göndermiş olduğu âyet-i kerîmeleri bu kitâbda topladım. Eğer büyük âlimler bunlardan başkasını bilirler ise, beni ayblamasınlar. Zîrâ Allahü Sübhânehü ve teâlâ Yûsüf sûresi 76.cı âyet-i kerîmesinde meâlen, (Her ilm sâhibinin üstünde âlim vardır) buyurmuşdur.

Üçüncü Menâkıb: Şimdi, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”in buyurduğu, âlimlerin bildirdiği hadîs-i şerîfleri bildirelim:

1– Kâdî imâm-ı Nizâmüddîn Cemâl-ül-islâm müceddid-i kudat Ebû Muzaffer bin Hibe-tullah-il esed, isnâd ile Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden nakl ediyor. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alîden müteşekkil dört kişinin sevgisi, ancak mü’min kulun kalbinde toplanır.)

2– Yine üstâdım, Kâdî imâm-ı Nizâmüddînden isnâd ile, Mu’âz bin Cebel “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden nakl ediyor. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Ümmetim arasında bid’atler yayılıp, Eshâbım şetm olunduğu [kötülendiği] zemân, Âlimler üzerine lâzımdır ki, ilmleri-

-425-

ni açıklasınlar [doğruyu bildirsinler]. Eğer bildirmezler ise, Allahü teâlânın ve meleklerin la’neti onların üzerine olsun.)

Âlimlerin açıklayacağı ilm nedir, yâ Resûlallah, dediler. Buyurdu ki, (Ehl-i sünnet vel cemâ’at mezhebini açığa çıkarmak, Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerinin fazîletlerini bildirmek. Tâ ki, bid’at fırkaları fırsat bulmayıp, Ehl-i sünnet mezhebi gâlib gelsin [kuvvetlensin].)

3– İmâm-ı Refî’uddîn Tâc-ül-islâm Osmân bin Aliyyi Mersedî sahîh isnâd ile, Abdüllah bin Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerinden rivâyet eyler. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Muhakkak Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, sizin üzerinize nemâzı, orucu, haccı ve zekâtı farz etdi ise, Ebû Bekr, Ömer ve Osmân ve Alî “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerinin sevgilerini farz etdi. Her kimse bu dördünden birine buğz ederse, onun ne nemâzını kabûl eder. Ve ne orucunu kabûl eder. Ve ne zekâtını ve haccını kabûl eder. Kıyâmet günü kabrinden Cehenneme gitmek üzere haşr olunur.)

4– İmâm-ı Zehrî sağlam isnâd ile, Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurmuşlardır ki: (Allahü teâlâ size, Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alînin sevgisini, nemâz, oruc, hac ve zekât gibi farz etdi. Allahü teâlâ onların üstünlüklerini inkâr edenlerin nemâzlarını, oruc, hac ve zekâtlarını kabûl etmez.)

5– Rükneddîn Ahmed bin Cürcânî, Abdüllah bin Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerinden rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki, (Zemân ve mekândan mukaddes, kemiyyet ve keyfiyyetden münezzeh olan Allahü teâlâ, Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alînin sevgisini sizin üzerinize farz etmişdir. Nasıl ki, nemâzı ve zekâtı, orucu ve haccı farz etmişdir. Nasıl ki, tenleriniz [vücûdlarınız], nemâzın ve zekâtın ve orucun, haccın şerefi ile şereflenir ise, kalbleriniz de, Ebû Bekr ve Ömer, Osmân ve Alî “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerinin muhabbetleri ile süslenir, şerefli olur. Âgâh olunuz. Her kim benim ümmetimden, bedeni ile nemâz kılar ve eliyle zekât verir ve ağzı ile oruc tutar ve ayağı ile hacca gider, Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alîyi

-426-

kalbi ile dost edinir, o kimse, Allahü tebâreke ve teâlâ huzûrunda, Cebrâîl ve Mikâîl aleyhimesselâm gibidir. Her kim nemâz kılar, zekât verir, oruc tutar ve hac eder ve lâkin, gönlü ile Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alîyi “radıyallahü teâlâ anhüm” sevmezse, o kimse, Allahü teâlâ celle şânühü dergâhında iblîs gibidir ve iblîsden kötü ve mel’ûndur.) Allahü teâlâ muhâfaza etsin.

Eğer bir kimse, cehâlet ve tenbellikden dolayı ömrü boyunca az ibâdet işlemiş olsa ve şartlarını yerine getirememiş olsa, kalbiyle bu dört serveri sevse, sonunda firdevs-i alâya gelir. Eğer bir kimse Nûh ve Lokmân “aleyhimesselâm” hazretlerinin ömrü kadar yaşayıp, her sâatinde bir çeşid hizmet ve tâ’at işlese, kalbinde bu Çihâr yâr-i güzîne, bir zerre buğz olsa, sonunda Lazy Cehenneminden başka yere gitmez. Sonunda, bin sene tâ’at ve ibâdet, bir zerre sevilenlere buğz ile fâidesiz hâle gelip, Cehennemlik olur. Bin sene boyunca hatâ ve ma’siyyet işlese, bir zerre Çihâr yâre sevgi ile Cennetlik olur. Tabî’atiyle, sünnîlerin [ehl-i sünnet i’tikâdında olanların] günâhından îmân ve tevhîd ve se’âdet kokusu gelir. Mübtedi’lerin [bid’at fırkasında olanların] tâ’at ve ibâdetinden küfr ve ilhâd ve şekâvet kokusu gelir. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” nemâza benzer. Ömer-ül Fârûk “radıyallahü anh” zekâta benzer. Osmân-ı Zinnûreyn “radıyallahü anh” oruca benzer. Aliyyül Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” hacca benzer. Senin de böyle bilmen lâzımdır. Netîcesinde iyilik bulursun. Bunlar hakkında şâir senâ edip, demişdir ki:

Beyt:

Aklen güzel olan şudur ki, işe başlarken,

Sözün temeli, Allahdan başkası hâtıra gelmemesi.

 

Aczsiz kudret, cehlsiz hikmet Ona mahsûsdur,

Bütün herşeyi yaratan kudret sâhibi Odur.

 

Onun yaratdıkları sayısızdır,

Her mahlûkuna verdiği ni’metler de sayısızdır.

 

Bu âyetde her çeşid ihtilâf ile alâkalı muhâbere vardır,

Biz ehl-i sünnetin hizmetcisi, Çihâr yârın dostlarıyız.

-427-

6– Refi’üddîn “rahmetullahi aleyh”, Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Muhakkak ben ümmetimden, onları Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah kavline da’vet etdiğim gibi, Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alînin “radıyallahü teâlâ anhüm” sevgisini de isterim.) Bu hadîs-i şerîf hakkında açıklanacak çok şey vardır. Eğer onları beyân edersek, söz uzar.

7– Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, doğru rivâyet ile bildirmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Ben ilmin şehriyim. Ebû Bekr zemînidir. Ömer dıvârlarıdır. Osmân semâsıdır. Alî kapısıdır. Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alî hakkında hayr söyleyiniz!) Eğer hayr söylerseniz, önünüze hayr gelir. Onların dostlukları bereketinden hepiniz hayr bulursunuz. Eğer bedbahtlık ve şer söylerseniz, onların yüksekliklerine zerre mikdârı eksiklik gelmez. Lâkin, o ni’mete kavuşamamış bîçâre kendi bedbaht olup, o şer [kötülük] sebebi ile, o din serverlerinin şefâ’atinden mahrûm olur. Aslâ kurtuluş bulmaz.

8– Sahîh rivâyet ile Abdürrahmân ibni Avf “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri bildirdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Ben yakında ölürüm. Siz de ölürsünüz. Kıyâmet günü amellerinizden size süâl olunur. Size oğul, baba ve dede fâide vermez. Ancak selîm kalb ile Allahü teâlâ hazretlerinin huzûruna gelen kurtulur. Günâhı olanlara kıyâmet gününde şefâ’at etmemi ihsân, ikrâm etmişlerdir. Benim şefâ’atim, benim eshâbıma kötü söyliyenlere, dil uzatanlara harâm olur.)

9– Abdüllah bin Ömer “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Eshâbıma söğen kimseleri gördüğünüz zemân, her neye kâdir iseniz, tevbe etmeleri için onu yapınız. Müslimân olsunlar. Eğer onlar Ehl-i sünnet ve cemâ’at olmazsa aranızdan gitsinler [aranızdan çıkarınız]. Sakın onlar gibi sapık fikrlere aldanmayınız, yanarsınız.)

10– Refi’üddîn “rahmetullahi aleyh” Enes bin Mâlik “radı-

-428-

yallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Ebû Bekr benim vezîrimdir. Benim yerimi tutar. Ömer benim dilimdir. Ondan söz söyler. [Sözleri bendendir.] Osmân bendendir. Ben Osmândanım. Alî benim amcamın oğlu ve kardeşimdir. Yâ Ebâ Bekr! Öyle zan ediyorum ki, kıyâmet günü, benim ümmetime şefâ’at edeceksin!) “radıyallahü teâlâ anhüm”.

11– Sahîh rivâyet ile Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerinden bildirilen hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Ebû Bekr dînin direğidir. Ömer fitnenin kilididir. Ömer hayâtda oldukça fitne olmaz. Osmân münâfıkların mihnetidir. Ya’ni ibtilâsıdır. [Belâya düşürdükleri kimsedir.] Onun kâtilleri tarafında olanlar münâfık olup, Cehennemin aşağılarında olsalar gerekdir. Alî bendendir ve ben Alîdenim. Onun olduğu yerde ben olurum. Benim olduğum yerde Alî olur.)

12– Abdüllah bin Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerinden rivâyet ile bildirilen hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Ebû Bekr benim ümmetimin en iyisi ve en sâdığıdır. Ömer ümmetimin en azîzidir. Osmân ümmetimin en hayâlısıdır ve en çok ikrâm edenidir. Alî ümmetimin en nûrlusudur.) Bir rivâyetde (En âlimidir.)

13– Abdüllah bin Mes’ûd “radıyallahü teâlâ anh” rivâyeti ile bildirilen hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Ebû Bekr, islâmın tâcıdır. Ömer, islâmın hullesidir [elbisesidir]. Osmân, islâmın cevâhiri ile süslü imâmesidir. Alî, islâmın güzel kokusudur.) Her kim başına tâc koymak, hulleyi örtünmek, süslü imâmeyi [sarığı] başına bağlamak ve güzel koku sürünmek isterse, karanlığın [zulmetin] ışığı ve doğru yol üzere olan bu imâmlara uymalıdırlar. Zîrâ onlar yağmura benzer ki, nereye düşerlerse fâideli olurlar.

14– Hubeyş bin Hâlid “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Âişe; Allahü teâlâ ve

-429-

tekaddes hazretlerinin âlidir. Alî ve Hasen, Hüseyn ve Fâtıma; benim âlimdir. Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri kıyâmet gününde, kendi âli ile benim âlimin arasını Cennet bağçelerinden bir bağçe ile birleşdirir.)

15– Zübeyr bin Avvâm “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Yâ Rabbî! Ümmetimden eshâbıma verdiğin bereketi geri tutma. Eshâbımdan Ebû Bekre verdiğin bereketi ondan geri tutma. Eshâbımı Ebû Bekr etrâfında topla. Onun işlerini dağınık etme. Ebû Bekr dâimâ senin işini kendi işleri ve meşgûliyyetleri üzerine tercîh etmişdir. Allahım! Sen Ömer bin Hattâbı azîz kıl. Osmânı sabr ve tehammül üzerine kıl. Alîye tevfiki refîk kıl.)

16– Enes “radıyallahü teâlâ anh” rivâyeti ile bildirilen hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Ebû Bekrin sevgisi gufrânı vâcib kılar. Ömerin sevgisi isyânı mahv eder. Osmânın sevgisi îmânı kuvvetlendirir. Alînin sevgisi, Cehennem ateşini söndürür.)

17– Alî bin Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri rivâyeti ile bildirilen hadîs-i şerîfde; Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Allahü teâlâ hazretleri Ebû Bekre rahmet etsin. Bana kızını tezvîc etdi. Beni hicret şehrine götürdü. Ya’nî bana deve verdi ve bana mu’âvenet etdi. Ve yoldaş oldu. Mekke-i Mükerremeden, Medîne-i münevvereye vardık.) Âlimlerden ba’zısı derler ki, (hamelenî dâr-ı hicret) [Beni hicret diyârına taşıdı]nın ma’nâsı odur ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri hicret gecesi, Mekkeden dışarı çıkdılar. Bir mikdâr yaya gitdiler. Bir mikdâr yol gitdikden sonra yoruldular. Gitmeğe ta’katları kalmadı. İstedi ki o yere otursunlar. Hâlbuki müşrikler yollara gözcüler koymuşlar idi. Ebû Bekr hazretleri, kâfirler izlerince gelip, bunları bulurlar diye korkdu. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini arkasına alıp, Allahü teâlânın kendisine güç ve kuvvet vermesi ile, üç mil yâhud dahâ ziyâde mesâfe mikdârı götürdü. Sonra develerin yanına vardılar. (Allahü teâlâ şânühü rahmet etsin Ömere ki, acı da olsa, hakîkati söyler. Allahü teâlâ rahmet etsin Osmâna ki, melekler ondan

-430-

hayâ ederler. Allahü tebâreke ve teâlâ Alîye rahmet etsin. Allahım! Alîye, her bulunduğu yerde hakkı söylemesini muvaffak eyle.)

18– Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin rivâyet etdiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Rabbimden, ümmetimden râzı olmasını süâl etdim. Allahü teâlâ, bana vahy gönderdi ki, ben ümmetinden, üç kimse hâriç râzı oldum. Bunlar [ya’nî, râzı olmadıklarım], Kur’ân-ı azîm-üş-şâna mahlûkdur diyen. Diğeri o kimse ki, senin eshâbını seb’ eyledi [kötüledi]. Biri o kimse ki, kader ile tekellüm eder [konuşur].) Ya’nî Kaderî olur. [Ehl-i sünnet i’tikâdında olanlar kadere inanmış, hayrın ve şerrin Allahü teâlâdan olduğuna îmân etmişlerdir.]

19– Âişe-i Sıddîkanın “radıyallahü teâlâ anhâ” rivâyet etdiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Ümmetimin en şerlileri Eshâbımı “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” kötüleyenlerdir.) [Ya’nî şî’îlerdir.]

20– Enes bin Mâlikin “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etdiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Allahü teâlâ hazretlerine iblîs münâcât edip, dedi ki, Yâ Rabbî! Âdem aleyhisselâm Cennetden yeryüzüne indi. Ben bilirim ki, ona kitâb, resûl gönderilir. Onların kitâbı nedir. Resûlleri kimdir. Allahü teâlâ buyurdu ki: Onların Resûlleri melekler olur. Kendilerinden Peygamberler olur. Onların kitâbı Tevrât ve İncîl ve Zebûr ve Fürkân olur. Dedi, yâ Rabbî! Benim kitâbım nedir ve Resûlüm kimdir. Allahü teâlâ azze ismühü buyurdu ki: Senin kitâbın odur ki, a’zâlarını [uzvlarını] iğne ile döğüp [iğne batırıp], üzerlerine çivid sürmek ve şi’r okumak. Resûllerin kâhinlerdir ki, remil atarlar, gayb söylerler, cadılık ederler. Ta’âmın [yiyeceğin] o yiyecekdir ki, onun üzerine benim ism-i şerîfim anılmaya. Şerâbın [içeceğin] serhoş eden her nesnedir ve evin hamâmdır. Âdem oğlu eğer bir hatâ edip, bir günâh işlerse, sonra pişmân olup, istigfâr ederse, o günâhı yok olur. İblîs dedi; ben onların kalblerine bir günâh salarım ve gözlerinde zînetlendiririm ki, o günâhdan istigfâr ile halâs olmazlar. [Bu günâh] Ebû Bekr ve Ömer ve Osmân ve Alî “radıyallahü teâlâ anhüm” hakkında kötü söz söy-

-431-

lemek, Onlara düşman olmakdır.)

21– Abdüllah bin Abbâsın “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyet etdiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Her şeyin bir aslı vardır. Îmânın aslı vera’dır. Her şeyin bir fer’i vardır. Îmânın fer’i sabrdır. Her şeyin bir koruyucusu vardır. Bu ümmetin koruyucusu amcam Abbâsdır. Her şeyin bir torunu vardır. Bu ümmetin torunu, oğullarım Hasen ve Hüseyndir. Herşey için bir kanat vardır. Bu ümmetin kanadı, Ebû Bekr ve Ömerdir. Her şey için bir hisâr vardır ki, onun sebebi ile düşman fırsat bulamaz. Bu ümmetin kalkanı ve hisârı, Osmân ve Alîdir “radıyallahü teâlâ anhüm”.)

22– Sahîh rivâyet ile Ebû Zer-i Gıfârînin “radıyallahü teâlâ anh” bildirmiş olduğu hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Yay gibi oluncaya kadar Allahü teâlâya ibâdet etseniz, yay kirişi gibi oluncaya kadar oruc tutsanız, dizleriniz kuru oluncaya kadar nemâz kılsanız, ehl-i beytimden veyâ eshâbımdan birisine buğz etseniz, elbette Allahü teâlâ hazretleri sizi burnunuz üzerine sürüyerek Cehenneme dâhil eder.)

23– Enes bin Mâlikin “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etdiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Her Peygamberin bir nazîri vardır. Benim ümmetimden Ebû Bekr İbrâhîm Halîle “aleyhisselâm” benzer. Ömer, Mûsâ kelîme “aleyhisselâm” benzer. Osmân, Hârûna “aleyhisselâm” benzer. Alî bana benzer. Îsâ bin Meryeme “aleyhisselâm” bakmağı seven, Ebû Zer Gıfârîye baksın “radıyallahü teâlâ anh”.)

24– Bera’ bin Azîbin “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmiş olduğu hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Arş üzerinde, Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah, Ebû Bekr-i Sıddîk, Ömer-ül Fârûk, Osmân-ı şehîd ve Aliyyül Mürtedâ yazılıdır.)

25– Ebû Hüreyrenin “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmiş olduğu hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Ebû Bekr ne iyi kişidir. Ömer

-432-

ne iyi kişidir. Osmân ne iyi kişidir. Alî ne iyi kişidir. Ebû Ubeyde ne iyi kişidir. Mu’âz bin Cebel ne iyi kişidir.)

26– Seleme tebnil-Ekvânın “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmiş olduğu hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Yıldızlar, semâ ehli için emân halk olundu. Eshâbım, ümmetime emân için halk olundu.) Yıldızlar gökde olduğu müddetçe, semâ ehli âfetlerden emîndirler. Eshâbımın muhabbeti, gönüllerde oldukça, ümmetim dürlü azâblardan emîn olur.

27– Enes bin Mâlikin “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmiş olduğu hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Üç şey Enbiyâ işlerindendir. Mu’allimlere ve üstâdlara hediyye vermek. Âlimleri mükerrem tutmak. Eshâbımı sevmek.)

28– Ebû Sâid-il Hudrî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin rivâyet etdiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Eshâbımı kötülemeyiniz! Rûhum onun yedinde olan Allahü teâlâ hakkı için, eğer sizin biriniz Uhud dağı kadar altın sadaka fakîrlere verseniz, onlardan birisinin bir müd mikdârı sadakasının yerini tutmaz ve yarım müdünün sevâbına erişmez.) Bir müd ikiyüzyetmişüç dirhem ve iki dank eder. [875 gramdır.]

29– Hazret-i Ümm-i Selemenin “radıyalahü teâlâ anhâ” rivâyet etdiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Gökden bir kovanın indiğini gördüm. Ben ki, Resûlullahım! O kovadan on yudum içdim. Sonra ondan Ebû Bekr ikibuçuk yudum içdi. Ömer onbuçuk yudum içdi. Ondan sonra Osmân onikibuçuk yudum içdi. Sonra bu kova semâya kaldırıldı.) Bunun ma’nâsı, Allahü teâlâ bilir, odur ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin o zemân ömrü on sene kalmışdı. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” ikibuçuk sene hilâfet etdiler. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” onbuçuk sene halîfe oldular. Osmân “radıyallahü teâlâ anh” onikibuçuk sene halîfe oldular.

30– Ebû Sâid-i Hudrî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin rivâyet etdiği hadîs-i şerîfde, Muhammed Mustafâ “sallallahü

-433-

teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Size kelâm-ı kadîm ile bildirilenleri yapmanız lâzımdır. Amel etmemekde aslâ özrünüz makbûl değildir. Eğer Kitâbullahda olmazsa, benim sünnetim ile amel ediniz. Eğer benim sünnetimde de olmazsa, benim Eshâbımın söyledikleri ile amel etmekle meşgûl olunuz “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în.” Zîrâ, muhakkak benim eshâbım gökdeki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız, hidâyet bulursunuz. Eshâbımın ihtilâfı size rahmetdir.)

Resûl-i muhterem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin kavl-i şerîflerine muvâfık [uygun] olarak başka yerlerde de buyurulmuşdur. (Ümmetim arasında ihtilâf rahmetdir.) Ya’nî ümmetimin âlimleri, dînin aslını muhâfaza etmekde hırslıdırlar. (Kitâb, Sünnet, İcmâ’ ve Kıyâs)dan dışarı çıkmazlar. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri bir ümmetde bir tâife yaratdı. Bu söz sâhibi âlimler fürû-ı dinde ihtilâf etdiler. Dînin aslını kıyâmete kadar, saklı tutdular [Üsûl-i dîne dokunmadılar.] Eshâb-ı hadîs, eshâb-ı rey’ ehl-i sünnet vel cemâ’at üzeredir. Onları hıfz etmişdir. Şer’î konularda birbirlerinin arasında ihtilâf olan âlimler, birbirlerine kâfir demezler. Mu’tezile, hâricî ve râfizî tâifelerinden başka hiçbir tâife yokdur ki, başka tâifeye kâfir desin. [Bu üç tâife de bozukdur.] Muhakkak ki onların sıfatı ile alâkalı olarak Allahü teâlâ kelâm-ı kadîminde buyurmuşdur: (... Ancak Rabbinin rahmeti ile anlaşıp, ayrılmayanlar müstesnâdır...) [Hûd sûresi 119.cu âyeti kerîmesi meâli.] Eshâb-ı kirâmın ihtilâfında bizim için rahmet vardır. Onların herbirini sevmelisin ki, rahmete kavuşasın.

31– Refî’üddînden “rahmetullahi aleyh” sahîh rivâyet ile bildirildi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Eğer Ebû Bekrin fazîletlerini gök üzerine koysalar idi, ateş üzerinde tencerenin kaynaması gibi, gökün kaynamasını işitirdiniz. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, o kimsedir ki, heybeti meleklere te’sîr eder. Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” o kimsedir ki, melekler gelip, Onun Kur’ân-ı kerîm okumasını dinlerler. Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri o kimsedir ki, üzerinde yürüdüğü için yer onunla öğünür.)

32– Sahîh rivâyet ile Rüknül-islâm Ahmed-el Cürcânî, Enes

-434-

bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden bildirmiş olduğu hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” efendimiz hazretleri buyurdu ki: (Muhakkak benim havzum için dört rükn vardır.) Ya’nî bu havzun şerâbına dört yol vardır. Çihâr yâr-i güzîn olan Ebû Bekr, Ömer, Osmân, Alînin tasarrufundadır “radıyallahü teâlâ anhüm”. Nebîlerden sonra, gelmiş ve gelecek bütün insanların üstünüdürler. Kevser havzının birinci rüknü Ebû Bekrin elinde olur. İkinci rüknü Ömerin elinde olur. Üçüncü rüknü Osmânın elinde olur. Dördüncü rüknü Alînin elinde olur. Yüzyirmidörtbinden ziyâde Peygamberin ümmetinden bir kimseye Çihâr yârdan iznsiz o havza varmağa izn yokdur. Kimsenin onun ile işi yokdur. Halk o gün susuz ve başı açık ve hasta ve yanmış olup, Havz-ı Kevser ile feryâdlarını gidermeğe, ferâhlamağa muhtâcdır. Her kim Ebû Bekri “radıyallahü teâlâ anh” sever, Ömeri “radıyallahü teâlâ anh” sevmezse; o kimse Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin yanına gidip, su isterse, o kimseye su vermez. Her kim Ömeri “radıyallahü teâlâ anh” sevip, Ebû Bekri “radıyallahü anh” sevmezse, o kişi hazret-i Ömerin yanına varınca, hazret-i Ömer, Ebû Bekri sevmiyene su vermez. Her kim hazret-i Osmân bin Affânı sevip, hazret-i Alîyi sevmese, o kişi hazret-i Osmânın yanına vardıkda, hazret-i Osmân, hazret-i Alîyi sevmiyene su vermez. Her kim hazret-i Alîyi sevip, hazret-i Osmânı sevmezse, hazret-i Osmânı sevmiyen hazret-i Alînin yanına vardıkda, hazret-i Alî, ona su vermez.

Süâl: Eğer sen dersen ki, hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömeri sevmiyeni, hazret-i Alî hazret-i Osmânı sevmiyeni nereden bilir?

Cevâb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurmuşdur ki, (Bir kimse, benim eshâbımın zerre mikdârı buğz ve adâvetini gönlünde tutarsa, alnında siyâh bir hat şeklinde yazı olduğu hâlde kalkar: (Bu kimse Allahü teâlâ hazretlerinin rahmetinden ümîdini kesmişdir) yazılıdır.)

Ondan sonra Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Bir kimse ki, dilinin sözünü ve kalbinin i’tikâdını, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkın büyüklüğünde ve temizliğinde iyi tutup ve Ebû Bekr-i Sıddîki hak üzere halîfe bilse, din ve is-

-435-

lâmını doğru etmişdir. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin rahmetine kavuşamamak derdinden emîn olmuşdur. Her kim dilinin sözünü ve kalbinin i’tikâdını Ömer-ül Fârûkun büyüklüğünde ve temizliğinde iyi tutup, Ömeri Ebû Bekrden sonra emîr ve imâm bilirse, kendi kurtuluş yolunu bütün şübhelerden pâk eder. Hakîkat ve yakîn ile yükü hafîfliyenler ve kurtulanlar cümlesinden olur. Bir kimse ki, dilinin sözünü ve kalbinin i’tikâdını, Osmân bin Affânın büyüklüğü ve temizliğinde iyi tutarsa [dili ile ve kalbi ile onu iyi bilirse], Ömerden sonra halîfe ve imâm bilirse, nûr-ül lütf ve kemâl-i îmân ile ve Kur’ân-ı kerîmin nûru ile münevver ve rûşen olur ve kabr karanlığını o sebeb ile kendinden uzak tutmuş olur. Bir kimse dilinin kavlini [sözünü] ve kalbinin i’tikâdını Aliyyül Mürtedânın büyüklüğü ve temizliğinde iyi tutup [onu iyi bilip], Alîyi Osmândan sonra halîfe ve imâm bilirse, o kimse, takvâ elini îmân ağacının budaklarından [dallarından] bir budağa uzatmış, dostluk ve âşinâlık ahdini Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri ile ve melekler ile ve Nebîler ile ve bütün mü’minler ile sağlamlaşdırmış olur. Bir kimse, benim bütün eshâbıma ve Ehl-i beytime, küçüğüne ve büyüğüne, günâhkârına ve günâhsızına, dili ile medh-ü senâ etse, kalbiyle, hayr ve salâh, sıdk ve sevâb ve reşâd i’tikâd etse, o kimse mü’mindir. Bir kimse benim eshâbıma, aralarındaki muhârebelerden ve sulhden, hayrdan ve şerden, fâide ve zarardan, onlar hakkından dili ile kötü söz söyler ise, kalbiyle onları inkâr ve buğz ederse, o kimse münâfıkdır. Ebedî Cehennemde kalır ki, Allahü teâlâ Sûre-i Nîsâ 145.ci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Münâfıklar elbette Cehennemin esfel derekesinde olurlar. Onlar için hiçbir yardımcı yokdur) buyurmuşdur.

Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin bu havzına Kur’ân-ı azîm ve kitâb-ı kadîmde delîl vardır. Söz uzayacak ise de, bahs etmek lâzımdır. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin mubârek sözleri, Kur’ân-ı azîm-üş-şânda bildirilmişdir. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri buyuruyor: (Bismillâhirrahmânirrahîm. İnnâ a’taynâ .......) Bu sûrenin harflerini ve kelimelerini beyân edelim. Sonra fazîletini beyân edelim. Bu sûre üç âyetdir. Kelimeleri ondur, harfleri kırkikidir. Emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” haber verdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”

-436-

buyurdu ki: (Her kim bir kerre İnnâ a’taynâ sûresini okursa, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, o kimseye, Cennetde o kadar ni’met ve hil’at, makâm ve derece verir ki, temâmı, yeryüzü doğudan-batıya kadar deve ile dolu olsa ve her deve üzerinde bir kitâb olsa, her kitâbın eni ve uzunluğu bütün yeryüzü kadar büyük olsa, o kitâbların temâmı kıl kalem ile ince yazılmış olsa, cümlesi bu sûre-i azîmeyi okuyanın kazandığı ni’metlerin, mülklerin, köşklerin, çardakların, odaların vasflarını açıklamaya ancak yeter.)

Allahü teâlâ hazretleri Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine buyurdu ki: (Biz sana senden ötürü ve senin ümmetinden ötürü bir havz i’tâ etdik. Bütün Peygamberler ve ümmetleri o kıyâmet günü o havzın şerâbını arzû edici olurlar.) Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri o günde Cebrâîl aleyhisselâmdan İnnâ a’taynâ sûresini işitdi. Sonra Mi’râca çıkdığında, gözleri ile gördü.

Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” arasında Kevser havzından bahs edilmediği ân az olur idi. Dünyâda, yaratıldığı ândan beri Havz-ı Kevsere benzer bir havz görülmemişdir. Bundan sonra da kıyâmete kadar olması mümkin değildir. Onu gördükden sonra, onun akması sesini işitdi. Murâd etdi ki [istedi ki], Kevser havzının sesini vasf etsin. Mümkin olmadı. Zîrâ o ibâre Eshâb-ı güzînin kudretine ve fehmine sığmaz. Cebrâîl aleyhisselâm geldi ve dedi ki, yâ Resûlallah! Allahü teâlâ buyurdu ki: (Sen onun sesini vasf etmekde zorluk çekiyorsun. Eshâbının da fehm etmeğe [anlamağa] kudretleri yokdur. Biz kemâl-i lütfumuz ile, zahmetsiz ve sıkıntısız, Kevser havzı suyu dört ırmağının sesini işitdirdik ki, havz-ı kevsere gider. Su, süt, şerâb ve bal ırmaklarından gider. İşte senin eshâbına ve ümmetine gösterdik. Her kim isterse ki, söyle, iki parmağını iki kulağına koysun. O sesi bunca yıllık yoldan kendi kulağı ile işitir.)

33– Kevser havzı vasfı için söylenen haberler devâmla şöyledir. Abdüllah bin Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerinin rivâyet etdiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Muhakkak benim için bir havz vardır. Rabbim bana va’d etmişdir. Kıyâmet

-437-

günündeki, o havuzdan çok hayr ve fâide görülse gerekdir. O havzın adı Kevserdir. O havzın sâkîleri, Ebû Bekr-i Sıddîk, Ömer-ül Fârûk, Osmân-ı Zinnûreyn ve Aliyyül Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretleridir. O havzın eni magrib ile meşrık arası kadardır. Uzunluğu gök ile yer arası kadardır. Onun çanakları ve kadehleri, ibrikleri ve maşrapalarının sayısı, yıldızlar adedince, beşyüz senelik yol boyunca güzel bir şeklde dizilmiş. Her [âhıret] şerâbı içici, bu bardaklar, kadehler, ibrik ve maşrapalar ile içer. Üzerlerinde kudret-i ilâhî ile bütün [mü’minlerin] ismleri yazılmışdır. Her yer bir cevherden ve her kadeh bir bakırdan, her cam bir heykelden, her kadeh bir sûretden, her ibrik bir hilkatdendir. O havzın dibinde taş parçaları ve kum yerine kırmızı yâkut ve yeşil zeberced vardır. O çakıl taşlarının altında çamur yerine, kokucu misk ve çamurun altında yer ve toprak yerine güzel kokulu kâfûr, her tarafı nûr üzerine nûr, sürûr üzerine sürûrdur. Etrâfında za’ferân kubbeleri, mercân incisi çadırları, her yerde renk renk döşekler döşenmiş, her yerde tahtlar ve istinât yerleri koyulmuş. O havzın şerâbı sütden beyâz ve baldan tatlı, kardan soğukdur. Dünyâda olan her güzel kokudan dahâ güzel kokusu vardır. Âb-ı hayâtdan ziyâde hazm olucudur. Her kim o havuza dalsa, boğulmaz. İstese ki o havuzdan bir dağ kadar su götürebilir. Gücü yeter, za’îflik yokdur. Her kim ki, onun şerâbından bir katre tatsa, başından ayağına kadar bütün ağrılardan, dertlerden, hastalıklardan kurtulur. Hiç susamaz. Korkudan emîn olur. Kim ki bir katrenin kokusunu o havz-ı kevserden alsa, bütün insanların ve kokuların ve ferâhlığın aslını ve fer’ini, o kimse cânında ve teninde işitir. Menba’ı [kaynağı] ve yolu Tûbâ ağacının kökündedir. Aslı sidret-ül müntehâdandır. Dört ırmakdır, dört tarafından gelir. O ırmaklar birbirine mülâkat etdikden sonra, havz-ı kevsere gelir. Biri su ırmağı, biri süt ırmağı, biri şerâb ırmağı, biri bal ırmağı. Su ırmağı Ebû Bekr tâli’ine, süt ırmağı Ömer-ül Fârûk tâli’ine, şerâb ırmağı Osmân-ı Zinnûreyn tâli’ine, bal ırmağı Aliyyül mürtedâ tâli’ine “radıyallahü teâlâ anhüm” akarlar. Bir şerâb ki, hem simâ’ eder, hem cemâl verir, hem kuşlar gibi uçar, pervâz eder [döner], hem ma’şuklar ve dilberler gibi işve ve naz eder. İçenler ile söyleşir. Onda her vakt tavus var, ve arûs [gelin] var. Kuşlar var. Deve

-438-

boynu gibi boynu olan herbir kuş, o şerâbın [havz suyunun] üzerinde, dostların murâdı üzerine gelirler.) Ebû Bekr-i Sıddîk ve Ömer-ül Fârûk dediler ki: Yâ Resûlallah! O kuşlar ikrâm edici mi olurlar. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (O kimseler ki, o kuşları yir. Onlar ziyâde ikrâm edici olur.) Sonra, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: Muhakkak benim havzımın dört rüknü olur. Birincisi Ebû Bekrin elinde olur. İkinci rüknü Ömerin elinde olur. Üçüncü rüknü Osmânın elinde olur. Dördüncü rüknü Alînin elinde olur “radıyallahü anhüm ecma’în”.

34– Câbir bin Abdüllah “radıyallahü teâlâ anh” rivâyeti ile bildirilen hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri bütün âlemlerden, Peygamberlerden ve Resûllerden beni seçdi. Peygamberler ve mürselînden gayri, bütün âlemler üzerine benim Eshâbımı seçdi. Bütün Eshâbımdan Çihâr yârı ihtiyâr etdi [seçdi]. Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alî. Bunları bütün eshâbımdan büyük ve fazîletli yapdı “radıyallahü anhüm”. Sonra yüzyirmidört binden ziyâde Peygamberin ümmeti arasında benim ümmetimi ihtiyâr etdi [seçdi]. Ümmetim arasında dört devr seçdi. Bu dört devrden üçü birbiri akabincedir. Sahâbe, tâbi’în, tebe-i tâbi’în. Bir kavm ki, vakti Îsâ aleyhisselâmın nüzûlü vaktidir. [Dördüncü devre, bu devredir.] Bu dört tâifenin zikri Kur’ân-ı mecîdde, Vâkıa sûresinin evvelinde gelmişdir. O üç tâifenin hakkında, (Onların büyük kısmı eski ümmetlerdendir) diye bildirilmiş, dördüncü kısmdakiler ise, (Bir kısmı da sonrakilerdendir) buyurularak bildirilmişdir. [Vâkıa 13-14])

35– Nu’mân bin Beşîr “radıyallahü teâlâ anh” rivâyeti ile bildirilen hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Ümmetimin en merhametlisi Ebû Bekrdir. Allahın dîninde en kuvvetli olanınız Ömerdir. Hayâda en sâdık olanınız Osmândır. En isâbetli hükm vereniniz Alîdir.) Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri bu ümmete mahsûs dört büyük ni’met vermişdir ki, hiçbir ümmete, insanların evveli Âdem “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” hazretlerinin zemân-ı şerîfinden bu ümmete gelinceye kadar böyle

-439-

ni’met vermemişdir. Bu dört ni’metin şükrünü bu ümmetden, bunun hüccetini ve hikmetini bilen bu dört kimse üzerine farz etmişdir. Birincisi, Muhammed “aleyhisselâtü vesselâm” hazretleri gibi bir Peygamber, ya’nî Resûl ni’metidir. İkincisi, islâm dîni gibi, kıymetli bir din ni’metidir. Üçüncüsü, Kur’ân-ı kadîm gibi, bir kelâm-ı kerîm ni’metidir. Dördüncüsü, kendi zât-ı pâkına mahsûs muhabbeti, dostluğu, bu ümmete hediyye etme ni’metidir. [Allahü teâlâ Mâide sûresi 54.cü âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ onları sever. Onlar da Allahü teâlâyı severler) buyurmuşdur.] Âlem halk olunalıdan beri, bizden başka kimseye, Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinden bu dört ni’met müyesser olmamışdır. Bu dört hil’at verilmemişdir. Bizden evvel olan ümmetlerde Peygamberler çok idi. Lâkin Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri gibi yok idi. Bu ümmetlere de kitâb nâzil olmuş idi. Lâkin Kur’ân-ı azîz ve mecîd-i kerîm gibi nâzil olmamışdı. Bizden önceki ümmetlere Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri çok ni’metler verdi. Lâkin kendi husûsî muhabbeti gibi kimseye vermedi. [Bu ümmete verdi.] Ondan dolayı ki, Cebrâîl ve Mikâîlin kulluğu husûsî ni’metler ile, İsrâfîl ve Azrâîlin kulluğu husûsî hil’atlar iledir. Bunun gibi, Ruhâniyân ve Kerûbiyân meleklerinin kulluğu husûsî ni’metler iledir. Hamele-i arş ve kürsîyi nakl eden meleklerin ve Levh-i mahfûz emînlerinin ve Kalem-i alâ rakîblerinin kulluğu husûsî hil’at iledir. Ümmet-i Muhammedin ya’nî bize mahsûs hil’at ve ni’met, onun dostluğudur.

Beyt:

Güneşde zerreyi görmek, dahâ kuvvetle mümkündür,

Fekat her zerrede güneşi görmek nasıl mümkündür.

 

Gece bekçisi aynı olur mu hiç,

Kucağında Sultânı besliyen kimse ile.

Allahü Sübhânehü ve teâlâ ve tekaddes hazretleri, bu ümmete dört büyük ni’met ve hil’at ihsân buyurdu. Bu dört ni’metin şükrünü temâm ve lâyık olduğu üzere, bu ümmetden talep etdi. Buyurdu ki: Eğer siz bu dört ni’metin şükrünü istenilen şeklde yerine getirirseniz, üzerinize hıfz ederim. Onun üzerine dîdâr ve cemâlimi görmeği ziyâde ederim. [İbrâhîm sûresi 7.ci

-440-

âyet-i kerîmesinde meâlen], (Ni’metlerime şükr ederseniz, onları artdırırım) buyurulmuşdur. Burada, (artdırırım, ziyâde ederim) kelâmı, dîdâra, Cenâb-ı Hakkın cemâlini görmek ma’nâsınadır. Çünki, Yûnüs sûresi 26.cı âyetinde meâlen, (Dünyâda güzel amel işleyenlere Hüsnâ ve ziyâde vardır) [Cennet ve Allahü teâlâyı görmek vardır] buyurulmuşdur. Lâkin, bu cümle ile Allahü teâlâ bilir ki, bizim ömrümüz, diğer ümmetlerin ömründen kısadır. Bizim bedenimiz, diğer ümmetlerin bedenlerinden küçükdür. Bu ni’metleri ki bize verdi ve şükrünü vâcib kıldı. Bilir ki, Ona lâyık şükr etmeğe kâdir değiliz. Şükr kemâl üzere olmayıp, azl edilmiş ve ayrı düşmüş kalırız. Sonra kendi fadlı ve rahmeti ile takdîr ve tedbîr edip, bu ümmetden dört kimseyi, bu dört ni’metin şükrü için seçdi. Birincisi, Ebû Bekr-i Sıddîkı, Muhammed Mustafa “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ni’metinin şükründen dolayı seçdi. İkincisi, Ömer-ül Fârûku; dîn-i islâm ni’metinin şükründen dolayı seçdi. Üçüncü; Osmân Zinnûreyni, Kur’ân-ı azîm ni’metinin şükründen dolayı seçdi. Dördüncü, Aliyyül Mürtedâyı, kendi muhabbeti ni’metinin şükründen dolayı seçdi. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh”, Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ni’metinin şükrünü lâyıkı ile edâ etdi. Teni ve cânı ve malı ve evlâdı ile yardımda bulundu. Fâide ve zararını hep onun işi yoluna harc etdi. Ömer-ül Fârûk “radıyallahü teâlâ anh” islâm ni’metinin şükrünü kemâli ile edâ etdi. Bütün gayretini, şiddetini islâmiyyet yolunda kullandı. Gizli islâmı âşikâr etdi. Osmân-ı Zinnûreyn “radıyallahü teâlâ anh” Kur’ân-ı azîm-üş-şânın şükrünü gerekdiği gibi edâ etdi. Kur’ân-ı kerîmi topladı. Kendi beş adet Kelâmullah yazdırdı. İslâmın dört bir tarafındaki beldelere gönderdi. İki rek’at nemâzda Kur’ân-ı kerîmi hatm etdi. Aliyyül mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, özel muhabbetin şükrünü hakkıyla edâ etdi. Kılıncını kınından çekdi. O kılıncın kahrı ile dostları düşmanlardan ayırdı. O dört ni’metin hayr ve bereketi ve o dört hil’atin şükrü, bugün dünyâda ve yarın âhıretde ebedî kalacakdır. Bizim üzerimizde o hayrın ma’nâsı şudur: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Ümmetimden, ümmetim üzerine en merhametlisi Ebû Bekr-i Sıddîkdır. Allahü teâlânın dîninde en kuvvetli olanınız Ömer-ül Fârûkdur. Hayâ cihetinden en sâdık olanınız,

-441-

Osmân bin Affândır. En cömerdiniz, hem beden, hem mal ile Alî bin Ebî Tâlibdir.)

Rahmetin en kâmil olanı Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” nasîbidir. Kuvvetin temâm olanı Ömerin “radıyallahü anh” nasîbidir. Hayânın en yükseği Osmânın “radıyallahü anh” nasîbidir. Cömertlik ve yiğitlikde en önde olmak Alînin “radıyallahü anh” nasîbidir. Ebû Bekr “radıyallahü anh” rahmet ile vasflandırılmışdır. Rahmetin yeri gönüldür. Ömer kuvvet ile vasflandırılmışdır. Kuvvetin mahalli bedendir. Ebû Bekr gönül yerindedir. Ömer beden yerindedir. Gönül ile beden birbiri ile berâber bulunur. Lâkin beden gönlün hizmetindedir. Gönül bedenin âmiridir. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hilâfetin aslıdır. Ömer fer’idir. Bunun gibi, hayâ Osmânın “radıyallahü teâlâ anh” sıfatıdır. Civânmertlik Alînin sıfatıdır. Hayânın mahalli gözdür. Civânmertlik el ile olur. Göz ve el ikisi de kişinin zînetidir. Lâkin göz elden üstündür. O sebebden ki, yarın kul kıyâmet gününde, eli ile Allahü teâlâ hazretlerinin hil’atını tutar. Ammâ, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin bîçûn ve bîçûgûne [nasıl olduğu anlaşılamıyan ve anlatılamıyan] cemâl-i ezelîsini, gözü ile [nasıl olduğu anlaşılamıyan ve anlatılamıyan şeklde] müşâhede eder.

36– Zehrî “rahmetullahi aleyh”, isnâd ile Abdürrahmân bin Avfdan “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, bir gün Medîne-i münevverenin mescidinde, ömrlerinin altmışüç yaşının son günlerinde, çok cemâ’at arasından kalkdı. Minbere çıkdı. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine hamd ve senâ eyledi. Başlangıc sözünden sonra buyurdu. (Bana ne olmuşdur ki, sizi ihtilâf içinde görürüm. Ey havâs ve avâm! Benim sevgim, ehl-i beytimin sevgisi, Eshâbımın sevgisi, benim ümmetimin üzerine kıyâmet gününe kadar farzdır.) Buyurdu ki, (Ebû Bekr-i Sıddîk nerededir.) Ebû Bekr de olduğu yerden sür’atle ayak üzerine kalkıp, dedi ki, yâ Resûlallah! Ben buradayım. Hazret-i Server-i âlem buyurdu: (Bana yakın gel yâ Ebâ Bekr!) O da yakınına vardı. Buyurdu: (Minber üzerine gel.) Minber üzerine vardı. Resûlullahın huzûruna vardı. Onu yanına aldı. Onun yüzünü kendi mubârek sînesine [göğsüne] tutdu. Bir müddet yü-

-442-

zünü, mubârek sînesine sürdü. İki gözünün arasından öpdü. Orada o kadar ağladı ki, mubârek gözlerinin yaşı, mubârek yüzünden kendi üzerine ve Ebû Bekrin üzerine akıyordu. Yüksek ses ile: (Ey müslimânlar! Bu gördüğünüz Ebû Bekr-i Sıddîkdır. Muhâcîr ve Ensârın seyyidi ve büyüğüdür. O kimsedir ki, Allahü tebâreke ve teâlâ bana emr etdi ki, ben onu kendime, dünyâda baba mertebesinde tutdum. Âhıretde sonsuz olarak dost edindim. Bu benim musâhibimdir. Cümle halk beni tekzîb ederken, o beni tasdîk etdi. O vakt ki, bütün herkes beni sürdüğü zemân bu beni mekânlandırdı, makâmlandırdı. Herkes benden kaçıp, nefret etdiği zemân bu benimle ülfet ve ünsiyyet etdi. Herkes beni öldürmek istediği zemân, malını, cânını, bedenini bana fedâ etdi. Kızı Âişe-i Sıddîkayı bana tezvîc etdi. Bilâli kendi malından benim için âzâd etdi. Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin la’neti ve meleklerin la’neti, bütün insanların la’neti, buna buğz edenlerin üzerine olsun. Allahü teâlâ buna buğz edenlerden bîzârdır. Ben de bîzârım. Her kim isterse ki, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinden ve benden bîzâr olmak; Ebû Bekrden bîzâr olsun.) Sonra buyurdu ki; (Ey müslimânlar! Burada bulunup, benim sözlerimi işitiyorsunuz! Bu sözleri, benim ümmetimden burada bulunmıyanlara, kıyâmete dek iletiniz. Yâ Ebâ Bekr! Geri dön, yerinde otur. O şeyi ki, ben senin hakkında söyledim. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri bilir, gerçekdir, sâbitdir. Ve benim söylediğimden ziyâdedir.) Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” minberden inip, yerine oturdu.

Sonra buyurdu ki, (Ömer bin Hattâb nerededir). Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri yerinden sür’atle kalkıp, dedi ki, (Yâ Resûlallah! Ben buradayım.) Buyurdu: (Yâ Ömer, benim yanıma gel!) O da geldi. Buyurdu: (Yâ Ömer, minber üzerine gel.) Ömer “radıyallahü anh”da minber üzerine geldi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” onun yüzünü mubârek sînesine [göğsüne] dayadı. İki gözünün arasından öpdü. Gördük ki, mubârek gözlerinin yaşı hazret-i Ömerin üzerine damladı. Sonra minber üzerinde yüksek ses ile buyurdu ki; (Ey müslimânlar! Bu Ömer-ibnül Hattâbdır. Muhâcir ve Ensârın büyüğüdür. Bu o kimsedir ki, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri bana emr etdi ki, ben bunu yardımcı ve meşveret edici ola-

-443-

rak aldım. Bu o kimsedir ki, Allahü Sübhânehü ve teâlâ Kur’ân-ı kerîmi bunun lisânı, kalbi ve yed-i üzerine nâzil etmişdir [indirmişdir]. Bu o kimsedir ki, acı da olsa, hakkı kabûl eder. Bu o kimsedir ki, Allahü teâlâ hazretlerinin emr ve yasaklarında, ayblayanların ayblamalarından çekinmez. Bu o kişidir ki, şeytân ondan kaçar. Bu odur ki, bunun heybetinden, hârâ taşı, demir ve çelik erir ve mahv olur. Bu odur ki, yarın Cennetin ışığıdır ve Cennet ehlinin mefâhiridir. Buna buğz edenin üzerine Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin, meleklerin ve bütün halkın la’neti olsun. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri buna buğz edenlerden berîdir [uzakdır], ben de uzağım.)

Sonra (Osmân bin Affân) nerededir, buyurdu. Osmân bin Affân “radıyallahü teâlâ anh” oturduğu yerden sür’atle kalkıp, (Yâ Resûlallah! İşte ben buradayım) dedi. Buyurdu: (Yâ Osmân bana yakın gel!) O da gelip, minbere çıkdı. Onu da mubârek göğsüne çekip, iki gözünün arasından öpdü. Sonra o kadar ağladı ki; Nakl eden der ki: Mubârek gözlerinin yaşı akıp, hazret-i Osmânın üzerine döküldüğünü gördüm. Sonra yüksek sesle buyurdu: (Ey müslimân cemâ’ati! Bu Osmân bin Affândır. Muhâcir ve Ensârın büyüğüdür. Bu, o kimsedir ki, Allahü teâlâ hazretleri bana emr etdi ki, ben onu sened ve dâmâd ittihâz etdim [seçdim]. İki kızımı vererek dâmâd seçdim. Eğer üçüncü kızım olaydı, onu da tezvîc ederdim. Bu, o kimsedir ki, gökdeki melekler bundan hayâ eder. Buna buğz edenler üzerine Allahü teâlâ hazretlerinin ve bütün la’net edenlerin la’neti olsun!)

Sonra buyurdu: (Alî bin Ebî Tâlib nerededir.) Alî “radıyallahü teâlâ anh” oturduğu mekândan sür’atle kalkıp, dedi ki: (Yâ Resûlallah! Ben burada hâzırım.) Resûl-i Hudâ Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, (Bana yakın ol) buyurdu. O da yakın oldu. (Minber üzerine gel) buyurdu. O da geldi. Yüzünü mubârek göğsüne basdı. İki gözünün arasından öpdü. O kadar ağladı ki, mubârek gözlerinin yaşı hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” üzerine akdı. Sonra mubârek eli ile tutup, yüksek sesle buyurdu ki, (Ey müslimân cemâ’ati! Bu Alî bin Ebî Tâlibdir. Bu Muhâcir ve Ensârın bü-

-444-

yüğüdür. Ve benim kardeşimdir. Amcam oğludur. Ve benim dâmâdımdır. Tenimdendir, kanımdandır, tüyümdendir. Bu, iki torunumun babasıdır. Hazret-i Hasen ve Hüseyn ki, Cennet gençlerinin seyyidleridir. Bu, çok gam ve gussayı benden gidermişdir. Çok alçak ve kuvvetli düşmanları susdurmuşdur. Bu o kimsedir ki, adı mukâbilinde, Allahü teâlânın aslanı ve kılıncıdır. Allahü teâlânın ve bütün la’net edenlerin la’neti, yeryüzünün düşmanlarına ve buna buğz edenlere olsun. Allahü teâlâ ona buğz edenlerden berîdir [uzakdır]. Ben de berîyim [uzağım]. Kim Allahü teâlâdan uzak olmak istemezse, Alî bin Ebî Tâlibden uzak olmasın. Sizden hâzır olanlarınız, bu vasiyyetleri, burada bulunmıyanlara ulaşdırsın.) Sonra buyurdular ki; (Var otur, yâ Ebel Hasen. Her ne ki, senin hakkında söyledim. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri âlimdir ki, fazlası ile doğrudur.) Ondan sonra yüksek sesle buyurdu: (Ey müslimânlar! Eğer, Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerine ibâdet etmekden yay kirişi gibi incelseniz, dizleriniz kuruyuncaya kadar nemâz kılsanız, ondan sonra ehl-i beytimden ve eshâbımdan birine buğz etseniz, Allahü teâlâ hazretleri sizi, Cehennem zebânîlerine emr ederek, yüzünüz üzerine Cehenneme dâhil ederler.)

37– Câbir bin Abdüllah “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (O gün ki, hazret-i Cebrâîl-i emîn aleyhisselâm bu âyet-i kerîmeyi getirdi. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri [Mâide sûresi 6.cı âyet-i kerîmesinde meâlen] buyurur: (Ey îmân edenler! Nemâza kalkdığınız zemân, yüzünüzü ve dirseklere kadar kollarınızı yıkayınız! Başınıza mesh ediniz! Topuklara kadar ayaklarınızı yıkayınız!) Cebrâîl aleyhisselâm, Hilâfet hüccetini [delîlini], abdest âyet-i kerîmesi ile bana bildirdi. Dedi: Yâ Muhammed! Muhakkak, yüz ve eller, baş ve ayaklar tahâretde, Ebû Bekr-i Sıddîk, Ömer bin Hattâb, Osmân bin Affân, Aliyyül Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anhüm” gibidir.) Bunun beyânı uzun sürer, ammâ, onu söylemekden başka çâre yokdur.

Bu Çihâr yâr-i güzîni “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” sevmek farzdır. Bunu anlatmak îcâb eder. Bu dört işin yapılması birbirinden ayrı değildir. Birbiri ile alâkalıdır. Bu Çihâr yârın

-445-

dostluğu [sevgisi] de ayrı değildir. Birbiri ile alâkalıdır. Tahâret [abdestde yıkanacak] mahalli dört uzvdur. Halîfelik mahalli de dört şahsdır. Tahâretde yıkanacak farz olan mahal dörtdür. Lâkin o mahallerin aslı birdir ki, kalb ve dindir. Bu dört işin doğruluğu, bu dört mahalde niyyete bağlıdır. Niyyet olmayınca tahâret olmaz. Diğer tarafdan bu dört büyük halîfenin sevgisi risâlete [Peygamberliğe] bağlıdır. Risâlet olmayınca halîfelik olmaz. Zîrâ burada, bu dört uzvun tahâretinde tertîb farzdır. Evvelâ yüzü yıkamak, sonra kolları yıkamak, ondan sonra başı mesh etmek, ondan sonra ayakları yıkamak. Burada da Çihâr yâr-i güzînin dostluğunda tertîb farzdır. Evvelâ Ebû Bekr, ondan sonra Ömer, sonra Osmân, dahâ sonra Alîdir “radıyallahü teâlâ anhüm”. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” abdestde yüz menzilesindedir. [Ya’nî yüz gibidir.] Yüzün temâmını yıkamak farzdır. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” abdestde kol yerindedir. Kolların yarısını yıkamak farzdır. Osmân “radıyallahü teâlâ anh” abdestde baş yerindedir. Başın dörtde birini mesh etmek farzdır. Alî “radıyallahü teâlâ anh” abdestde ayak yerindedir. Ayağı topuğu ile yıkamak farzdır. [Bacağın] sekizde biridir. Bunun gibi, temâmı yıkanan uzv, yarısı yıkanan uzvdan efdaldir. Yarısı yıkanan uzv, dörtde biri mesh olunan uzvdan efdaldir. Dörtde biri mesh olunan uzv, sekizde biri yıkanan uzvdan efdaldir. Böylece Ebû Bekr, Ömerden; Ömer, Osmândan; Osmân, Alîden “radıyallahü teâlâ anhüm” efdaldir. Alî “radıyallahü anh”, kendi vaktinden kıyâmete kadar olan bütün müslimânlardan efdaldir.

İşâret: Ebû Bekr-i Sıddîk, tehâretde yüz [çehre] menzilesindedir. Ömer-ül Fârûk el [kol] menzilesindedir. Osmân-ı Zinnûreyn baş menzilesindedir. Aliyyül Mürtedâ ayak menzilesindedir. Yarın Cennetde ayağın işi ve meşgûliyyeti, tahta oturmak ve bir Cennet bineğine binmekdir. Başın meşgûliyyeti ve işi, gölgelik ve tâc takmakdır. Elin işi ve meşgûliyyeti, yimek, içmek ve alıp vermekdir. Yüzün işi ve meşgûliyyeti, bîçûn ve bîçûgûne olan Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin, cemâl-i ezeliyyesini müşâhede etmekdir. [Kıyâmet sûresi 22.ci âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki:] (Kıyâmet günü bir kısm yüzler güzel ve parlak olup, Allahü teâlâ hazretlerine âşikâre, hicâbsız nazar ederler.)

-446-

38– Nu’mân “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin rivâyet etdiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinden mi’râcda, sidret-ül müntehâda süâl etdim. Rabbim o makâmda yok idi. Rabbim o makâmlardan münezzehdir. Dedim, yâ Rabbî, yâ Pâdişâh-ı Mutlak! Benden sonra benim eshâbım aralarında ihtilâf ederler. Ve aralarına ihtilâf salarlar. Sen o hilâf edenlere ve ihtilâf salanlara ne yaparsın. O kimselerden ba’zısı diğerinin sözünü tutar. Ba’zısı bir başkasının sözünü tutar. Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri buyurdu: (Benim Habîbim, benim azîzim! Senin Eshâbın benim katımda yıldızlar gibidir. Ba’zısı ba’zısından nûrludur. Aralarında olan ihtilâflardan dolayı onları afv ederim. Her kimse ki, onlardan birisinin kavliyle ve fetvâsıyla amel eder ve yol giderse, hidâyet üzeredir. O yolu hidâyet ile süslemişim.)

39– Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerinin rivâyet etdiği hadîs-i şerîfde; Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Benim Eshâbım Nûh aleyhisselâmın gemisi gibidir. Nûh aleyhisselâmın ümmetinden, Nûh aleyhisselâma îmân getirip, verdiği habere i’tikâd edip, emrine uyup gemiye binen, dünyâda tûfan azâbından, âhıretde, Cehennem azâbından ve hicrândan, mahrûmlukdan emîn oldu. Her kim ki, Nûh aleyhisselâm hazretlerine îmân getirmedi ve i’tikâd ile emrine uymayıp, gemiye girmedi, dünyâda tûfandan boğulmağa mübtelâ olup ve âhıretde mahrûmluğa, hicrâna ve azâba düçâr oldu [yakalandı]. Böylece, benim ümmetimden her kim ki, eshâbıma muhabbet ederse, dünyâda bid’at ve dalâlet deryâsına gark olmakdan halâs olur [kurtulur]. Âhıretde, ayrılık, mahrûmluk, hicrân azâbından selâmet bulur. Ümmetimden bir kimse, eshâbıma muhabbet etmeyip, benim eshâbım hakkında söylediğim habere i’tikâd etmeyip, eshâbıma buğz ve adâvet etse, dünyâda hâricî ve râfizî yolunu tutmuş, bid’at ve dalâlet tûfanında gark olmuşdur [boğulmuşdur]. Âhıretde hüsrân ve nedâmet ve hicrân acısına gömülüp, artık, kurtuluş ümîdi kalmaz.)

40– Sahîh rivâyet ile bildirilen bir hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Allahü teâlâ

-447-

hazretleri, Cebrâîl aleyhisselâm vâsıtası ile bana vahy etdi ki, sizin Rabbiniz olan ben, Ebû Bekrin isteklerini yerine getirdim. Bunların en aşağısı olarak, kıyâmete kadar onu sevenleri ve onun dostlarını afv etdim.)

41– Yine sahîh rivâyet ile bildirilen bir hadîs-i şerîfde; Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Ömer-ibnül Hattâb “radıyallahü teâlâ anh”, hüccet ve izzet ve gayret ve salâbet cihetinden, Allahü teâlânın katında demir bir dağ gibidir. Emr ve yasakları yerine getirmekde kötüleyenlerin [ayblıyanların] sözü ona mâni’ olamaz.)

42– Yine sahîh rivâyet ile bildirilen bir hadîs-i şerîfde; Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri meleklerine, ümmetimin hepsi için umûmî, Osmân ve Alî “radıyallahü anhüm” için husûsî olarak öğünür.)

43– Yine bir hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Ebû Bekrin günlerinden bir gün, Ömerin kendi günlerinden ve kendi vaktinden kıyâmete kadar olan günlerden hayrlıdır. Ömerin günlerinden bir gün, Osmânın bütün günlerinden ve kendi zemânından kıyâmete kadar olan günlerden hayrlıdır. Osmânın aynı şeklde. Alînin günlerinden bir gün, bütün ümmetin kıyâmete kadar olan günlerinden hayrlıdır.)

44– Sahîh rivâyet ile bildirilen bir hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Muhakkak, dünyâ göğünde, seksenbin melek vardır ki, Ebû Bekr ve Ömeri “radıyallahü anhümâ” sevenler için istigfâr ederler. İkinci gökde seksenbin melek vardır ki, Ebû Bekr ve Ömere “radıyallahü anhüm” buğz edenlere la’net ederler. Üçüncü gökde de seksenbin melek vardır ki, Osmân ve Alîye “radıyallahü anhüm” muhabbet edenlere [sevenlere] istigfâr ederler. Dördüncü gökde de seksenbin melek vardır ki, Osmân ve Alîye “radıyallahü teâlâ anhümâ” buğz edenlere la’net ederler.)

45– Bir hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin,

-448-

her gökde dörtyüz meleği vardır ki, Allahü teâlâ onları benim eshâbımın dostlarına hayr düâ etmeğe, düşmanlarına nefret ve la’net etmeğe vazîfelendirmişdir.)

46– Bir hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Her gökde ikiyüzbin melek dâimâ, Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alînin dostlarına istigfâr ederler. İkiyüzbin melek dâimâ, Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alînin düşmanlarına nefret ve la’net ederler.)

47– Bir hadîs-i şerîfde, Fahr-i âlem ve Resûl-i muhterem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri, Cenneti yaratdığı zemândan bugüne ve bugünden kıyâmete kadar, hergünde, Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alînin dostları için, birbirine benzemiyen yediyüz çeşid rahmet ve se’âdeti Cennetde meydâna çıkaracakdır.)

Dördüncü Menâkıb: (Çihâr yâr-i güzînin şerefli şânları hakkında mu’teber kitâblarda nakl olunan haberler hakkındadır.)

Sahih isnâd ile Muhtâr bin Abdüllah, Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bir gün Medîne-i münevvereden çıkdı. Ben de çıkdım. Ensârdan birinin bostânına girdi. Ben de girdim. Buyurdu ki: (Yâ Enes! Kapıyı bağla.) Ben de bağlayıp, huzûr-ı şerîflerine geldim. O sâatde bir şahs gelip, kapıyı çaldı. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Yâ Enes! Var kapıyı aç! O şahsı Cennet ile müjdele. Ona benden haber ver ve söyle ki, Benden sonra ümmetim üzerine halîfe olacakdır!) Ben de vardım, kapıyı açdım. Hâlbuki, kapıyı çalanın kim olduğunu bilmiyordum. Bakdım ki, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretleridir. Ben de hazret-i Server-i âlemin buyurdukları haberi verdim. Kapıyı bağladım, geldim.

Bir kişi dahâ gelip, kapıya vurdu. Resûlullah yine buyurdu ki: (Yâ Enes! Var kapıyı aç, o kişiye Cennet ile haber ver ki, Ebû Bekrden sonra, ümmetim üzerine halîfe olsa gerekdir.) Ben de vardım, kapıyı açdım. Hâlbuki kim olduğunu bilmezdim. Bakdım ki, Ömer-ül Fârûkdur “radıyallahü teâlâ anh”.

-449-

Hazret-i Seyyid-i veledi âdemin buyurdukları müjdeleri haber verdim. Sonra kapıyı bağladım, geldim.

Sonra bir şahs dahâ gelip, kapıyı çaldı. Resûlullah yine buyurdu ki: (Yâ Enes! Var kapıyı aç! O şahsa Cennet ile müjde ver. Ebû Bekr ve Ömerden sonra, ümmetim üzerine halîfe olacağını haber ver. Ve haber ver ki, hilâfeti zemânında, mazlûm ve günâhsız olarak öldürülse gerekdir ve o kanını akıtdıkları zemân sabr etsin.) Ben de kapıyı açmağa vardım. Hâlbuki kim olduğunu bilmiyordum. Kapıyı açdım, bakdım ki, Osmân-ı Zinnûreyndir “radıyallahü teâlâ anh”. Habîb-i ekrem ve Nebiyyi muhterem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin buyurdukları haberleri söyledim. O dedi ki, (Yâ Rabbî! Yardım, herkese Senden gelir. Bize sabr ihsân eyle.) Kapıyı bağladım.

Ondan sonra bir şahs dahâ kapıya vurdu. Resûlullah yine buyurdu ki: (Var yâ Enes, kapıyı aç! O şahsa Cenneti müjdele. Ve haber ver ki, Ebû Bekr, Ömer ve Osmândan sonra, ümmetim üzerine halîfe olsa gerekdir. Hilâfet onun ile temâm olur. Hilâfetinin sonunda, nemâz kılarken katl olunsa gerekdir.) Ben de vardım. Hâlbuki kim olduğunu bilmezdim. Kapıyı açdım. Aliyyül Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” hazretleridir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin buyurdukları müjdeleri haber verdim.

Beşinci Menâkıb: Yine Enes “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ile bir vaktde de bir bostâna vardık. O tertîb ile Çihâr yâr-i güzîn “radıyallahü teâlâ anhüm” gelip, Resûlullah hazretlerinin huzûr-ı şerîflerinde ayak üzeri durdular. Resûlullah hazretleri bostândan dışarı çıkdılar. Ben önde Çihâr yâr-i güzîn arkamda, Resûlullahı “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ta’kib etdik. Mubârek gözleri yaşlı idi. Çihâr yâr-i güzîn ve ben de ağladık. Gözlerimiz yaş ile doldu. Resûlullah hazretleri, bostândan dışarı çıkdıkdan bir müddet sonra, buyurdular ki: (Yâ Enes! Görür müsün ki, haber verdiğim o sözlerden, hepimizin gözleri yaş ile doldu. Yâ Enes! Ondan gayri ilâh olmıyan Allah hakkı için, benim vefâtımdan kıyâmete kadar, benim ümmetimden, eshâbımın ve ehl-i beytimin çekdiği sıkıntılar için gözleri yaşaran [ağ-

-450-

lıyan] ve kalbleri mahzûn olan [üzülen] kimselere Allahü teâlâ nazar eder. Allahü teâlânın nazar etdiği kimse, Cehennem azâbından emîn olur.)

Altıncı Menâkıb: Bir vakt Cebrâîl-i emîn aleyhisselâm, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûrlarına geldi. Dedi ki: Senden sonra ümmetin üzerine Ebû Bekr halîfe olacakdır. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri de Mi’râc gecesi vâsıtasız olarak [harfsiz ve sessiz olarak] Resûlullah hazretlerine buyurmuşdu ki, (Senden sonra ümmetin üzerine islâm halîfesi ve hak üzere halîfe Ebû Bekr olacakdır.) O Ebû Bekrin halîfeliği senin emrinle olmadı. Sonunda Alînin halîfeliği de senin emrinle olmadı. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin emri ile ve mü’minlerin seçmesi ile olmuşdur. Eğer bunu yakîn üzerine bilmek istersen, Huzeyfe bin Yemân “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet buyurduğu haberi dinle. Rivâyet eder ki, Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, (Yâ Resûlallah! Bizim gönüllerimiz onun sebebi ile emîn olması ve muhâliflerin [düşmanların] dedi-kodularının kesilmesi için, kendi ihtiyârın ile bizim üzerimize bir halîfe ta’yîn buyurur musun!) dediler. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” cevâbında buyurdular ki: (Eğer sizin üzerinize benden sonra kendi emrim ile halîfe ta’yîn etsem, sonra siz ona âsî olsanız, üzerinize azâb nâzil olur. Ben kendi murâdım ile ümmetimin başına halîfe ta’yîn etmeği uygun bulmam ki, Mûsâ-i kelîm aleyhisselâm Hârûn aleyhisselâmı kendi ihtiyârı ile, kırk gün kavmi üzerine halîfe ta’yîn etdi. Geri döndükde, sekiz bin âdem buzağıya tapıp, kâfir oldular, dinden çıkdılar. Ben de eğer ümmetim üzerine kendi re’yim ile halîfe ta’yîn etsem, bilirim ki, kıyâmetde hiçbir kimseyi, doğru din üzerine, Kitâb ve Sünnet ahdi üzerine geri bulmam. Lâkin, ben bir iş işlerim ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerini ümmetim üzerine halîfe kılarım. (Vallahü halîfeti aleyküm.) Ben ümmetimi Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine ısmarladım. Allahü teâlâ bilir. O kimi irâde ederse, tarafından ta’yîn buyurur.) Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri, kendi tarafından Ebû Bekr-i Sıddîkı halîfe yapdı. Bütün âlem bilir ki, Ebû Bekr-i Sıddîk, beyânları ile ve nişânlar ile, Resûlullah hazretlerinin halîfesidir.

-451-

Lâkin burhân ve fermân ile Allahü teâlâ hazretlerinin halîfesidir. Bilmiş ol ey civânmert. Sen ki, benim cânım sana fedâ olsun. Âlem halk olunan zemândan, kıyâmete kadar, Resûlullah hazretleri gibi bir Nebî ne gelmişdir ve ne de gelecekdir. Bundan dolayı ki, Ebû Bekr-i Sıddîk gibi bir sâdık takvâ sâhibi ne gelmişdir ve ne de gelecekdir “radıyallahü teâlâ anh”. Râfizîye söyle ki, dünyâda ve âhıretde, kör ve zelîl ve başı aşağı eğik olsun.

Beyt:

Giden gitdi, olan da oldu,

Gönlün gamlanması fâide vermez.

Yedinci Menâkıb: Câbir “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Bir vakt, muhâcir ve ensârdan, kalabalık bir cemâ’at ile, Medîne-i münevverenin bir mahallinde, ensârdan sâlihâ bir hâtunun ziyâfetinde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ile berâber oturmuşduk. Elimizi yiyeceğe uzatmadan evvel, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Bu sâatde [şimdi] Cennet ehlinden bir merd gelir ki, benden sonra o merd, ümmetim üzerine hak üzere halîfe olur.) Bunu söylediği sırada, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” içeri girdi. Sonra buyurdu ki: (Şimdi, ehl-i Cennetden bir merd dahâ gelir ki, ümmetimin üzerine Ebû Bekrden sonra, hak üzere halîfe olur.) Bunu söylediği ânda, Ömer-ül Fârûk “radıyallahü teâlâ anh” meclise dâhil oldu. Sonra buyurdu ki: (Bu vaktde ehl-i Cennetden bir şahs dahâ bu meclise dâhil olur ki, Ömerden sonra hak üzere halîfe olur.) Sözü temâmlandığı ânda Osmân-ı Zinnûreyn “radıyallahü teâlâ anh” meclisde hâzır oldu. Sonra buyurdu ki: (Ey benim eshâbım, yârlarım! Yemek hâzır oldu. Lâkin bir merd dahâ kalmışdır ki, o merdin de bu yemekde bizim ile berâber rızkı vardır. Ehl-i Cennetdir. Osmândan sonra ümmetim üzerine hak üzere halîfe olur. Bu sırada gelir. Ondan sonra ta’âm yinecekdir.) Câbir “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bu sözü söyledi. Bir sâat bekledi. Mubârek yüzünü kapı tarafına çevirip, başka şey ile meşgûl olduğu hâlde düâ edip, buyurdu: (Yâ Rabbî, Alîyi bu zümrede kıl!) Üç kerre bu düâyı buyurdu. Hemen Aliyyül Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” kapı-

-452-

dan girdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu: (Ta’âmı koyunuz. Size âfiyet olsun!)

Sekizinci Menâkıb: Sa’îd bin Cübeyr “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Medîne-i münevverede, Mescid-i şerîfi binâ etmek istediler. Onbinden ziyâde taş toplanmışdı. Resûlullah hazretleri bu kadar taşdan bir taş kaldırdı. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine buyurdular ki: (Sen de bir taş kaldır!) Sonra Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine buyurdular ki: (Sen de bir taş kaldır!) Sonra Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine buyurdular ki: (Sen de bir taş kaldır!) Sonra Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine buyurdular ki: (Sen de bir taş kaldır!) Her birisi bir taş kaldırdılar. Ya’nî ellerine taş aldılar. Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, muhâcir ve ensâr, huzûrda el kavuşdurup, dururlardı. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, mubârek elleri ile kaldırdığı taşı, götürüp, gerekli yere koydu. Ondan sonra buyurdular ki: (Yâ Ebâ Bekr! Kaldırdığın taşı getir, benim koyduğum taşın yanına koy!) O da getirip, yanına koydu. Sonra buyurdular ki: (Yâ Ömer! Sen de getir, o taşı Ebû Bekrin taşının yanına koy!) O da getirip, koydu. Ondan sonra buyurdular ki: (Yâ Osmân! Sen de getir o taşı Ömerin taşının yanına koy!) O da getirip, koydu. Ondan sonra buyurdular ki: (Yâ Alî! Sen de getir o taşı Osmânın taşının yanına koy!) O da getirip, koydu. Sonra, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Eshâb-ı güzîne hitâb edip, buyurdular ki: (Ey Eshâbım! Bu taşlar arasında gördüğünüz sıra, benden sonra halîfe, Ebû Bekr, ondan sonra Ömer, ondan sonra Osmân, ondan sonra Alînin olacağına açık bir delîldir. Siz ki benim eshâbım, muhâcir ve ensâr! Herkes ne mikdâr bu taşlardan ister ise, alıp nereye ister iseniz koyunuz.) Medîne-i münevvere mescidinin yapılışındaki bu taş haberi çok yerde anlatılmışdır. Ammâ, bize gelen haberlerin en sahîhi budur.

Dokuzuncu Menâkıb: Bu haberin râvîsi Sefînedir “radıyallahü teâlâ anh.” Sefîne, Sahâbe-i güzînden olup, Ümm-i Seleme “radıyallahü teâlâ anhâ” hazretlerinin kölesidir. Ümm-i Seleme hazretleri ezvâc-ı tâhirâtdan idi. Sefîneyi alıp, hayâtı boyunca

-453-

[yaşadığı sürece] Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin hizmet-i şerîflerinde bulunması şartı ile âzâd etdi. O da bu şart ile âzâd olmağı kabûl etdi. Resûlullah hazretlerinin hizmet-i şerîflerinde bulunurdu. Bir gün ondan sordular. Sefîne adını sana kim koydu. Dedi ki: Ma’lûmunuz olsun ki, biz Resûlullah hazretleri ile, bir seferde idik. Bir konak yerinde, eşyâlarımız ve silâhlarımız çoğaldı. Davârlarımız za’îf idi. Bir büyük kilimimiz var idi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ben kuluna buyurdu ki, (O kilimi yere döşe ve askerin fazla eşyâsını o kilim üzerine topla.) Ben de o sâatde kilimi yere döşeyip, eşyâları ve silâhları o kilim üzerine topladım. Bana buyurdu ki, (Kilimin uçlarını bağla! Kilimin içinde olan sefer takımlarını götür. Yola gir. Mert şeklde git ki, sen Sefînesin!) Ben de o bütün silâhları Onların himmetleri ile götürüp, atlılar ile berâber yürüdüm. Gideceğimiz menzile erişdim. Aslâ yolda bir zorluk ve elem görmedim. O günden bugüne kadar istediğim zemân on devenin yükünü götürürdüm. On menzil yere iletirdim. Bunu Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin mubârek lafzları [sözleri] bereketiyle yapardım. O zemândan beri ismim Sefînedir.

O Sefîne rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri hergün sabâh nemâzının farzını edâ etdikden sonra, mubârek yüzünü, eshâbına döndürüp, süâl buyururlar: (Sizden bir kimse bu gece bir rü’yâ görmüş ise, haber versin.) Eğer gören var ise anlatırdı. Dinleyip, ta’bîrini beyân buyururlardı. Eğer kimse görmemiş ise, Nebiyyi muhterem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri uygun buldukları bir konuda onlar ile söyleşip, kalkarlar idi. Bir gün de hiç kimse rü’yâ görmemişdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Ey eshâbım! Bu gece ben acâib bir rü’yâ gördüm. Gördüm ki, gökden bir terâzî aşağı asdılar. O terâzînin iki latîf ve güzel ve büyük kefeleri var. Beni terâzînin bir kefesine koydular. Ebû Bekri diğer kefesine koydular. İkimizi tartdılar. Ben Ebû Bekrden ziyâde [ağır] geldim. Sonra beni terâzînin kefesinden çıkardılar. Ömeri koydular. Ömer ile Ebû Bekri tartdılar. Ebû Bekr Ömerden ağır geldi. Sonra Ebû Bekri çıkardılar. Osmânı o kefeye koydular. Ömeri Osmân ile tartdılar. Ömer Osmândan ağır geldi. Ömeri çıkardılar. Alîyi o kefeye

-454-

koydular. Osmânı Alî ile tartdılar. Osmân Alîden ağır geldi. Osmânı o kefeden dışarı çıkardılar. Sonra Alînin vaktinden kıyâmete kadar, cümle ümmeti o kefeye koyup, bütün ümmeti Alî ile bir tartdılar. Alî cümleden ziyâde geldi [ağır geldi]. Sonra o terâzîyi gök yüzüne çekdiler.)

Onuncu Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Ondan başka ilâh olmıyan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, âlemin yaratılmasından beri hiç bir Nebî ve Mürsel, ümmetlerinden Ebû Bekr-i Sıddîkdan fazîletli kimse ile sohbet etmemişdir.) Yine Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurmuşdur ki: (Âlem halk olunalıdan beri, yüzyirmidört bin Peygamberden hiçbiri, Ömer bin Hattâb gibi dîni kuvvetli birisi ile sohbet etmemişdir.) Yine Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurmuşdur ki: (Hiç kimsenin dili, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin kelâmını, Osmândan çok zikr etmemişdir.) Yine Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurmuşdur ki: (Âlem vücûda geleliden beri, hiçbir behâdırın eli ve kolu ehl-i kâfirin başına, Alînin eli ve kolu kadar kuvvetli kılıç vurmamışdır.)

Onbirinci Menâkıb: Abdüllah bin Ebî Baysânîye Allahü teâlânın Arşından sordular. O dedi ki, Yahyâ bin Ebî Tâlibden; Allahü teâlânın Arşından süâl etdim. O da dedi ki, ben de, Abdülvehhâb bin Atâdan, Rabbil’izzenin Arşından süâl etdim. O da Sa’îd bin Urveye Rabbil’izzenin Arşından süâl etdim, dedi. O da, Katâde bin Deâmeye Rabbil’izzenin Arşından süâl etdim, dedi. O da, Enes bin Mâlike “radıyallahü anh” Rabbil’izzenin Arşından süâl etdim, dedi. O da, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine süâl etdi. Resûlullah se’âdetle buyurdular ki: (Ben de Rabbimin Arşından Cebrâîl aleyhisselâma süâl etdim. O dedi, süâl eyledim, Mikâîl aleyhisselâmdan, Rabbil’izzenin Arşından. O buyurdu, süâl eyledim İsrâfîl aleyhisselâmdan, Rabbil’izzenin Arşından.O buyurdu; ben süâl eyledim Levh-i mahfûza, Rabbil’izzenin Arşından. O dedi, süâl eyledim, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine, Arşından ve Arşın büyüklüğünden. Allahü Sübhânehü ve teâlâ buyurdu ki, Arş-ı Mecîdin üçyüzaltmışbin kâimesi var,

-455-

ya’nî ayağı var. Her ayağının altmışbin kerre yedi kat gök ve yer kadar büyüklüğü var. Her ayağının altında altmışbin sahrâ, her sahrâda altmış bin âlem, her âlemin yaratılan insan ve cinnin altmış bin katı kadar mahlûku var.) Burada anlaşıldığı üzere, Allahü teâlânın yaratdıkları kemâl üzeredir ve cemâldedir. Ondan dahâ mükemmelinin olması mümkin değildir. Herkes Allahü teâlânın yaratdıklarını fehm edip, Allahü teâlânın azamet ve celâlini anlıyamaz. Herkesin ilmi ve aklı, Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin melekûtinin izzetine ve ceberûtinin sırrına erişemez. Allahü teâlâ hazretlerinin gayb-ül gayb esrârının sırrından, cümle halkden bir kimse bir nefesi âşikâre alamaz. Nasıl ki, bir şâir beyân etmişdir:

Aşk yolunu tutanların kapısında bekle,

Âşıklığın bayrağını meydâna çıkarma.

 

Aşk nişânsız ve belirsizdir,

Kimse o nişânsız Zâtdan bahs etmesin.

 

Sermâye kalmayınca aşk da kalmaz,

Câna ve cihâna güvenme.

..

Âşıkların lebbeykini söylemiyen,

Büyüklük mahremi olamaz.

[Allahümmagfir lî ve li-vâlideyye ve li-ecdâdî ve ceddâtî ve li-âbâî-ve ceddât-i zevcetî ve li-ihvetî ve ehavâtî ve lil-mü’minîne vel-mü’minât vel-müslimîne vel-müslimât el-ahyâ-i minhüm vel-emvât bi-rahmetike yâ Erhamerrâhimîn.]

Çok sayıdaki mahlûklar ve melekler, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin Âdemi ve evlâdını, iblîsi, gökleri ve yerleri Cenneti ve Cehennemi yaratdığını bilmezler. Sâdece Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alî “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerine ve onların muhib sâdıklarına istigfâr ederler. Onların afv olunmasını taleb ederler. Burada Ehl-i sünnet vel cemâ’at i’tikâdında olanlara büyük şeref ve fazîlet vardır. Bunun için sevinmeli, Allahü teâlâya şükr ve hamd etmelidir.

Onikinci Menâkıb: Bu hadîs-i şerîfin tercemesi çokdur ve uzundur. Lâkin lâzım olduğu mikdâr beyân edelim. Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretleri rivâyet et-

-456-

mişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri ne vakt ki, vâsıtasız ve âletsiz Âdem “alâ nebiyyinâ aleyhissalâtü vesselâm” hazretlerini kendi yed-i kudreti ile halk etdi. O zemân onu bir aksırma ile imtihân buyurdu. Aksırma Âdem “aleyhisselâm” hazretlerinin mubârek ağzından çıkdı. Cân-ı azîzi [rûhu] istedi ki, aksırma ile bedeninden ayrılsın. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri Âdem aleyhisselâma ilhâm buyurdu. O zemân Allahü teâlâ hazretlerine tahmîd etdi. [Ya’nî Elhamdülillah, dedi.] Karşılığında Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri (Yerhamükellah) buyurdu. Ma’nâsı şudur: Allahü teâlâ sana rahmet eder ve senin nesline rahmet eder ve bereket verir. (Elhamdülillah) bereketi ile Âdem aleyhisselâmın bedeni aksırma sıkıntısından kurtuldu, râhata kavuşdu. (Yerhamükellah) bereketi ile cân-ı azîzi [rûhu], mubârek bedeninde râhatlayıp, râhat oldu. Lâkin, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinden (Yerhamükellah) mubârek lafzını işitince, hemen o zemân iki elini, başı üzerine koyup, dedi ki, âh, âh, herhâlde bir günâh işledim. O melekler o vakt orada hâzır idiler. Dediler ki: Yâ Âdem! Sen ilm-i gaybı bilmezsin. Olmamış günâhı nasıl bildin. Âdem aleyhisselâm buyurdu ki: Evet, ben ki, Âdemim. Günâh işlemeseydim Allahü teâlâ hazretlerinin rahmetine kavuşmazdım. Zîrâ, Allahü teâlâ hazretlerinin rahmeti ve mağfireti günâhkârlar içindir.

Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü anhümâ” hazretleri der ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Âdem aleyhisselâmın bedeninin bir bölüğü canlı, bir bölüğü cansız olduğu vakt, Âdem arkası ile göğsü arasından bir söyleyicinin sesini işitdi ki, Âdemin rûhu o sesin aşkı ile titredi. O söyleyici dedi ki, (Rabbimize şükr olsun. Onun çocuğu yokdur. Mülkünde ortağı yokdur. Onu çok büyük bilmek lâzımdır.) Ondan sonra bir ses dahâ işitdi ki, (Doğru söyledin. Rabbimiz büyükdür. Azîzdir) diyordu. O sesden sonra gördü ki, bir nûr mubârek göğsünde meydâna geldi. O nûrun şevketinden Cennetin kapıları açıldı. Ondan sonra o nûrun berâberinde birbirine müsâvî iki nûr dahâ Âdem aleyhisselâmın göğsünde meydâna geldi. O iki nûr birbirine muvâfakat ve müsâadetle, öyle bir parıldadılar ki, Cennetin dereceleri ve bu dere-

-457-

celerde ne var ise hepsi, açıkca göründüler. Beşinci kerre Âdem aleyhisselâm kendi bâtını aynasında [rûhunun aynasında] bir şahs sûreti gördü. Şemâilinde [görünüşünde] heybet ve şefkat sebeblerinden ve eserlerinden çok çok zuhûra gelip hâsıl olmuş bir şahs ki, çok kuvvetli, gâyet şiddetli, fevkal’âde heybetli, iri yapılı ve sıhhatli idi. Aynı zemânda kemâl-i gayret ve salâbetle süslü bir kılınç sûreti de o sûretin omuzuna konulmuş. Âdem aleyhisselâm buyurdu ki, o beş nesne o beş kimsedendir. Birinci, söyleyiciden, ikinci, tasdîk ediciden, üçüncü, nûrdan, dördüncü, nûrdan, beşinci söyliyen ve o kılıncı taşıyan heybetli ve siyâsetli şahsdan ki, onun gibi birbirine ulaşmış ve rahmet ve kerâmetle süslenmişdir.)

Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: Cebrâîl aleyhisselâm dedi: Âdem aleyhisselâmın, üst yarısı rûhu ile canlı, alt yarısı cansız olduğu vaktde, kendi baş gözü ile ve gerekli kulağı ile o beş nesneyi ve o beş nesneden görmesi gerekeni gördü, işitmesi gerekeni işitdi. O acâibliği görünce, başından kendi kendine hareket etdi. Mubârek lisânını tesbîh ve tehlîl ve tahmîd ve tekbîr ile Allahü teâlânın yüceliğini dile getirdi. (Sübhâneke rabbî. Sübhâneke rabbî. Sübhâneke rabbî. Mâ a’zameke ve mâ a’zam kudretike ve mâ evsa’ mağfiretike ve rahmetike. Lâ ilâhe illâ ente tebârekete ve teâleyte rahmeten vesiat külle şey’in ilmen ve ahseyte külle şey’in adeden.) [Ey noksan sıfatlardan münezzeh olan Rabbim. Seni tesbîh ederim. Seni noksan sıfatlardan tenzîh ederim. En büyük kudret, en geniş magfiret ve rahmet Sendedir. Senden başka ilah yokdur. Sen çok büyüksün ve şânın çok yüksekdir. İlmin herşeyi içine almışdır.] Yâ Rabbel’alemîn! Bana haber ver ki, bu gördüğüm şaşılacak iş nedir. İşitdiğim güzel ses neden ötürüdür. O kimse kim idi. Sana şükr ve senâ etdi. İkinci kim idi ki, evvelkini tasdîk etdi. O nûr ne nûr idi ki, Cennetin kapıları o nûr ile açıldı. Yâ o iki nûrlar da ne nûr idi, o nûrdan sonra ki, Cennetin dereceleri o iki nûrdan aydınlandı. O âhıretde gördüğüm; heybetli, salâbetli sûret, kimin sûreti idi. Allahü Sübhânehü ve teâlâ buyurdu ki: Yâ Âdem! Henüz onların meydâna çıkmaları vakti gelmedi. Ammâ sen bu sâatde Âdemsin. Sana lâzımdır ki, onlardan iki nesneye kanâat edesin. Birincisi, onların adları o yerde yazılmışdır; göresin. İkincisi, sıfatlarını benden

-458-

işitesin. Âdem “aleyhisselâm” dedi ki: Yâ Rabbil’âlemîn! Sen neyi irâde edersen o olur. Ne buyurursan o meydâna gelir. Allahü teâlâ hazretlerinden buyruk geldi ki, (Yâ Âdem! Biz bu sırrı sana açdık, perdeyi kaldırdık. Bak, göresin.) Âdem aleyhisselâm iki gözünü arş tarafına çevirdi. Arşın kenârında, (Lâ ilâhe illallah. Muhammedün Resûlullah! Ebû Bekr-i Sıddîk. Ömer-ül Fârûk. Osmân-ı Zinnûreyn. Aliyyül Mürtedâ.) yazılmış gördü. Âdem “aleyhisselâm” dedi ki: Yâ İlâhî! Meğer bunları benden evvel yaratmışsın. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri buyurdu: Yâ Âdem, ben onları senden evvel yaratmadım. Muhakkak senin neslinden yaratacağım. Lâkin adlarını gökden ve yerden, Cennet ve Cehennemden ikibin kerre bin sene evvel, Arş üzerinde ve tâcı üzerinde yazmışım. Senin evlâdların dünyâda, her ne vakt ki, benim ismlerimi zikr ederler. Benim bendelerim olan melekler de, ulvî âlemde, onların ismlerini zikr ederler. Âdem aleyhisselâm dedi: Yâ Rabbî! Onların yüzünü görmeyip ve onları görmekle şâd ve hurrem olmadıkdan sonra, bana onların adlarını görmekden ne fâide olur. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri buyurdu: Yâ Âdem; onların adlarını bu vaktde görmenin fâidesi şudur ki, ilmel yakîn bilesin ki, senin hayâtın vaktinde veyâ senin evlâdın vaktinde karşılaşacağınız her lüzûm ve ihtiyâc, onların sebebi ile görülür. Onların şefâ’atinden gayri kurtuluş yokdur. Senin etdiğin her düâ veyâ senin evlâdının etdiği düâların kabûlüne sebeb onların şefâ’atlarından gayri yokdur. Bu söz söylendi ve geçdi.

Hayât Âdem aleyhisselâmın mubârek teninde karâr kıldı. [Ya’nî bedeni canlandı.] Cennete girdi. Yasak edilen ağacdan yidi. Bu sebeble Cennetden dışarı düşdü [çıkarıldı]. Dürlü dürlü ve çeşidli üzüntüler ile karşılaşdı. Üçyüz sene aralıksız Allahü teâlâdan hayâ edip, istigfâr ve düâlar eyledi. Üçyüz sene temâm oldukda, bir gün yukarıda söylenilen sözler hâtırına geldi. Hemen o sâatde iki elini kaldırıp ve iki gözünü arş-ı azîm tarafına dikip, dedi ki: Ey âlemlerin Rabbî! O beş kimsenin hürmeti için ki, onların rûhlarını kendi sînemde müşâhede etdim. Ve ismlerini Arşın kenârında yazılmış gördüm. Onlar, Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ve Ebû Bekr-i Sıddîk ve Ömer-ül Fârûk ve Osmân-ı Zinnûreyn ve Aliyyül Mürtedâdır “radıyallahü teâlâ anhüm

-459-

ecma’în”. Benim günâhımı onların hürmetine afv et. Hemen Cebrâîl aleyhisselâm geldi ve dedi ki: Yâ Âdem, senin özrün ve düzelmen ve tevben kabûl olması, O kimselerin hurmetine ve haşmetine oldu. Âdem “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm”, işte böyle işleri ve sözleri işitdikden ve gördükden sonra, o beş kişinin şânını ve hâlini Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinden süâl etdi. Allahü teâlâ onların hâllerini, sîretlerini, yollarını ve güzel mu’âmelelerini beyân buyurdu. O vaktde Âdeme bildirdi ki, yâ Âdem! Şükr ve senâ etdiğin o söyleyici, âlemin vücûdunun aslıdır ve âlemde yaşıyanların kutbudur. Üzerine hüccetdir. Bütün varlıklar onun sâyesinde vardır. O kimsedir ki, halkla, benimle ve kendi ile doğrudur. O kimse ki, şirkin ve nifâkın kökünü ve temelini keser. İnâd perdesini yırtar. O, bâtılın başını ve boynunu kırar. Ve söndürür. O, küfrün hiçbir yerinde kâdir ve kıymetini koymaz. O, benim ismetimin sırrındadır. Ve nusretimin himâyesindedir. O bir çırâğdır. Ben kara gönülleri o çırâğın nûru ile parlatır, aydınlatırım. O bir dostdur ki, ben onun dostlarının cürüm ve cefâsını ve kendi dostlarımın sehv ve hatâsını onun hürmeti ile örterim. O resûl, rahmet ve kerâmetdir. O kıyâmet gününde, yalnız başına mahşerdekilere şefâ’at eder. O arabî olan Ahmed, Hâtem-ül nebiyyin ve Kureyşi olan Muhammeddir. Bütün Resûllerin seyyididir.

Yâ Âdem! O ikinci ki, birinciyi üç kerre tasdîk etdi. O Ebû Bekr-i Sıddîkdır. O ihtiyâr [şeyh] çok büyük, kemâl ve cemâl ile süslenmişdir. Ahlâkı güzelliklerde öğülmüş ve beğenilmiş bir yegânedir [eşsizdir]. Hayrlı ve çok iyidir. Dînin muhiblerinin [sevenlerin] güzîdesidir. Hiçbir amel işlemezden evvel bizim kabûl olunmuşumuzdur. Vücûda gelmezden [yaratılmadan] evvel, husûsî muâmele edilen üstün kimselerin tanınmışıdır. Onun sîreti ehl-i islâma ışıklı yoldur. Onun tarîkati [yolu] ehl-i sünnet vel cemâ’at için ana caddedir. Hem râzı olmuş, hem de râzı olunmuşdur. Hem muvaffak, hem mukarrebdir. Sâbıkdır ve sâdıkdır. Müslimânlık dîninin aslında, doğru ve dürüstdür. Atîk-i ezhardır. Sâdık-ı ekberdir. Yüzyirmidörtbin ümmetin büyüğü ve efendisidir.

Yâ Âdem! O nûr ki, onun ışığı ile Cennetin kapıları açıldı.

-460-

O kimsedir ki, bu kendi gönderdiğim Hak dînime onunla nusret veririm. Ben islâmı onunla azîz ederim. Ben hakkı ve hak ehlini onunla meydâna çıkarırım. Bâtıl ve bâtıl ehlini onunla yok ederim. Şeytânı onun ile korkuturum ve kaçırırım. Ben îmânı küfrden, küfrü îmândan onunla ayırırım. Âhır zemânda Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin dînine nusreti onunla peydâ ederim. O milletin direğidir. Zînetidir, hüccetidir; çırâğıdır. O vâhib (afv eden), evvâb, tevvâb [tevbe edici] ve Ömer-ül Hattâbdır.

Yâ Âdem! Ammâ o iki nûr ki, birbirine muvâfık ve müsâid ve birisi îmân nûru ve birisi Kur’ân nûrudur. O iki nûrun ehli ve o nûrun mahremi, hayâ sâhibi Osmân bin Affândır. Hem nâşîr-i Kur’ândır. O, benden râzıdır. Ben ondan râzıyım. Doğru kanâatli ve doğru düşüncelidir. Her ne yaparsa ihlâs üzeredir. Her ne söyler ve buyurur ve işitirse ihlâs üzeredir. Geceleri kıyâmda ve kuûdda [ka’dede], rükû’da ve secdede diri tutar. Nebîlerin rûhunu ve meleklerin şahsını, kendi tehlîl ve tesbîhi ile âsûde ve râhatlıkda tutar. Dirlik vaktinde [sulh zemânında] kerâmet ehli olur. Kıtâl [harb] vaktinde, kemâl ve şehâdet ehli olur.

Yâ Âdem! O civânmert ki, onun sûreti sînenle iki yanın arasında tasvîr edilmişdir. O merddir ki, fütüvvet ve mürüvvet esâsı olarak ne varsa, şecâat ve şehâmet temeli olarak ne mevcûd ise, hepsi bir onun şemâilinin rüzgârında yer tutmuşdur. Civânmerddir ve şîr-i merddir [aslan gibi yiğitdir]. Sığınılacak bir kal’adır. İlm hazînesidir. Hilm kaynağıdır. Süvârî olduğu [ata bindiği] vaktde, mukaddem ve sâbıkdır. Yaya olduğu zemân müctehidlerin büyüğü, hidâyet ehlinin sancağı ve vilâyet ehlinin rabbânîsidir. Kendi ameli ile sâbık ve benim hükmümle nâtıkdır. Her gâlib üzerine gâlib ve adı Alî ibni Ebî Tâlibdir “radıyallahü teâlâ anh”.

Diğer rivâyet: Âdem “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” onların ism-i şerîflerini arşda gördüğü vakt, dedi ki: Yâ Rabbî! Gördüm ve bildim, ammâ, onların herbirşeyi benimle kalır mı, yoksa benden ayrılır mı? Cevâb geldi ki, yâ Âdem! Sen bizim ahdimizde vefâ üzerindesin. Bizim emrimizde ve rızâmıza tâbi’sin. Bu hediyyeler, bu inciler, bu nûrlar, sendedir,

-461-

seninledir. Ahdimizi bozar ve vefâdan dönersen ve emr ve rızâmıza muhâlefet edersen, o vakt sen bilirsin. Hazret-i Âdemin cânı [rûhu], mubârek tenine dağılıp, yerleşdi. Bedende [tende] sükûnet buldu. Cennet hullesini giydi. Kerâmet tâcını başının üzerine koydu. Kurbiyyet kemerini bağladı. İzzet tahtının üzerine oturdu. Aslı misk-i esfer [çok güzel koku] olan o uğurlu ve bereketli binek üzerinde, gökler melekûtine geldi. O binek üzerinde Cennetlere geldi. Kudsî âlemlerin hepsinde dolaşdı. Her âlemde, o âlem halkının kıblesi oldu. Cebrâîl ve Mikâîl Âdemin ma’iyyetinde gidiyordu. Bütün bu fazîletleri, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin bereketi ile verdi. Âdem aleyhisselâmın hullesinin [elbisesinin] rengi yıldız gibi ve mubârek teninin rengi ay gibi, mubârek yüzünün rengi güneş gibi idi. Mubârek alnı üzerinde yazılmış: Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah. Ebû Bekr-i Sıddîk, Ömer-ül Fârûk, Osmân-ı Zinnûreyn, Aliyyül Mürtedâ. Mukarreblerden, mukaddeslerden, rûhânîlerden, kerûbîlerden o kadar melek, hazret-i Âdemin gelip-geçeceği yollar üzerine dururlardı. Âdem aleyhisselâmın yüzüne bakarlar, alnında yazılı olan (lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah, Ebû Bekr-i Sıddîk, Ömer-ül Fârûk, Osmân-ı Zinnûreyn, Aliyyül Mürtedâ)yı görürlerdi. Âdem aleyhisselâm Cennetde ni’metlenip ve zevklendi. Sonra sûrî isyân olup, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, lutf-i kereminden tevbesini kabûl edip, zellesini afv etdi. Âdem aleyhisselâm düâ edip, dedi: Yâ Rabbî! Bir kerre dahâ o beş nûru bana getir. Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmın düâsını kabûl edip, Âdeme Cennetin şimşîr ağacından bir tabût [sandık] indirdi. O tabutda, ezelî ilmi ve ezelî irâdesi te’alluk etmiş, üç arşın yüksekliği, üç arşın eni vardı. Tabutda yüzyirmidört bin Nebînin sûreti, o sûretin herbirine bir hâne olmak üzere yüzyirmidört bin hâne, her hâneye de dıvâr, dam, kapı, pencere, perde ve perdedâr halk etmiş. Başlangıçda Âdem aleyhisselâmın hânesi, sonunda Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin hânesi vardır. Bir tarafında Enbiyâ hânesi, bir tarafında hazret-i Resûlullahın kırmızı yâkutdan hânesi. Hâne ortasında nemâza durmuş ve sağ elinin ayasını sol elinin üzerine koymuş ve Resûlullah hazretlerinin sağ tarafında bir merd-i mutî’nin

-462-

[itâat eden merdin] sûreti vardır ki, alnında yazılmışdır: Bu Ebû Bekr-i Sıddîkdır. Sol tarafında da bir merdin sûreti vardır ki, alnında yazılmışdır: Bu Ömer-ül Fârûkdur. O merd ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinden gayri kimseden korkmaz. Önünde Osmânın “radıyallahü anh” sûreti ve alnı üzerinde yazılmışdır ki: Bu, iyi merdlerin hâsı ve iyi kulların büyüğüdür. Hazret-i Mustafânın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” arkasında Aliyyül Mürtedânın sûreti, kılıcını omuzuna almış ve alnı üzerinde yazılmış ki, Mustafâ hazretlerinin birâderi ve amcazâdesidir. Ondan sonra Çihâr yâr sûretinin etrâfında amcaların ve dayıların sûreti ve diğer halîfeler ile vekîllerinin sûreti, muhâcir ve ensârın gâzîlerinin hepsi, başlarında yeşil imâme ve yeşil tâclar ve yeşil silâhlar ve binekleri de hepsi yeşil. Yarın kıyâmetde de böyle gelirler. Dünyâda güneşin nûru dünyâyı aydınlatdığı gibi, onların atlarının tırnaklarının nûru arasat meydânını nûrlandırır. Âdem aleyhisselâm dünyâda hayâtda idi; o tabut yanında idi. Âdem aleyhisselâm dünyâdan göç etdiler. Şît “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” hazretlerine mîrâs kaldı. Şîtden “aleyhisselâm” İdrîse “aleyhisselâm” ve böylece tâ İbrâhîm Halîl ve İsmâ’îl ve Mûsâ Kelîmullah ve Îsâ ibni Meryem “alâ nebiyyinâ ve aleyhimüssalâtü vesselâm” hazretlerine mîrâs kaldı. Bu kıssa uzundur. Bundan maksad odur ki, hazret-i Âdemin zemân-ı şerîfinden, hazret-i Îsânın zemân-ı şerîfine kadar her bir Nebî ve her bir Resûl, gazâya gideceği ve Allahın düşmanları ile harb edeceği zemân, o tabutu kendi ile berâber götürürdü. Muhammed Mustafa “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin berekât ve hayrâtından ve Çihâr yâr-i güzînin berekâtından zafer ve nusret ve fırsat müyesser olurdu. Bu konu (Kısâs)da mevcûddur.

Onüçüncü Menâkıb: Sahîh isnâd ile Atâdan, o da Abdüllah bin Abbâsdan “radıyallahü teâlâ anhümâ” bildirilen hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Kıyâmet günü bir nidâ edici, nidâ eder ki, Ehlullah olan kalksın! Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alî “radıyallahü teâlâ anhüm” kalkarlar. Ebû Bekre denilir ki: Var, Cennet kapısında dur. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin rahmeti ile, istediklerini Cennete koy. İstemediğini de Allahü teâlânın kudreti ile Cennete koyma. Ömere “radıyallahü teâlâ anh” denir: Var, mî-

-463-

zân [terâzî] yanında dur! Kimi istersen, Allahü teâlânın bereketi ile mîzânını ağır et. Kimi istersen, Allahü teâlânın bereketi ile, mîzânını hafîf et. Osmâna “radıyallahü teâlâ anh” denilir. Al bu asâyı. Var Kevser havzının yanına dur! Kimi istersen havuzdan su içir. Kimi istersen içirme. Alîye “radıyallahü teâlâ anh” denilir ki: Bu hulleyi giy! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri bu hulleyi senin için hâzırlamışdır.)

Şimdi, ey sünnîler, ehl-i sünnet i’tikâdında olan temiz müslimânlar! Bu dört hâl, Çihâr yâr-i güzîn “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” hazretlerinin şeref ve fazîletinin ifâdesidir. Ma’lûm olsun ki, Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin hulle giymesi, ikbâl-i tâmdır. Kevser şerâbı üzerine emîn olmak, Osmânın “radıyallahü teâlâ anh” işi oldu. Adâlet terâzisini kendi fermânında tutmak Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” işi oldu. Cennetde tesarruf etmek Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” işi oldu. Cümlesinden üstün ve efdaldir.

Ondördüncü Menâkıb: Ubeyy bin Kâ’b “radıyallahü teâlâ anh”, Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerinin Kur’ân-ı kerîm okuyanlarının efdallerindendir. O rivâyet etmişdir. Ben bir gün Vel-Asr sûresini, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûr-ı şerîflerinde okudum. Bitirince, dedim ki: Yâ Resûlallah! Vallahi, benim canım, babam ve anam sana fedâ olsun ki, lutf eyleyip, bu sûre-i azîm-üş-şânın tefsîrini beyân buyurun. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: Birinci âyet-i kerîmede meâlen, (Allahü tebâreke ve teâlâ günün âhırine yemîn ederim) buyurmuşdur. İkinci âyet-i kerîmede meâlen, (Elbette, Ebû Cehlin işi ziyânda, zelîl ve başı aşağıdadır) buyurmuşdur. Üçüncü âyet-i kerîmede meâlen, (Ancak îmân edenler) buyurması, Ebû Bekr-i Sıddîk içindir. [ve devâmında meâlen] (Amel-i sâlih işliyenler) buyurulması, Ömer-ül Fârûk içindir ki, çok amel işleyici ve şükr edici ve iyi işler yapıcıdır. (Hakkı tavsiye ederler); Osmân-ı Zinnûreyn içindir ki, sabr tutucu ve hayâ-hilm sâhibidir. (Sabrı tavsiye ederler), Aliyyül Mürtedâ içindir ki, vefâkârdır ve kendini hıfz edicidir.

Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Kelâm-ı kadîm tefsîrinde, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ

-464-

anh” hazretlerini îmâna benzetdi. Ömer-ül Fârûk “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini amel-i sâlihe benzetdi. Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini hak işde vasıyyete denk etdi. Aliyyül Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini, sabr işinde vasıyyete benzetdi. Ebû Bekr “radıyallahü anh” îmân yerinde oldu. Ömer “radıyallahü anh” amel yerinde oldu. Ömer Ebû Bekrin fer’idir. Ebû Bekr îmân yerindedir. Îmân kalbin fi’lidir. Ömer amel yerindedir. Amel bedenin fi’lidir. Kalb bedene tâbi’ değil, beden kalbe tâbi’dir. Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin Kur’ân-ı kerîminde okursun ve görürsün. Âyet-i kerîmede; (Îmân edenler, sâlih amel işleyenler, hakkı tavsiye edenler, sabrı tavsiye edenler) buyurulması, burada da, önce Allahü teâlâ hazretlerini bilesin. Sonra Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini bilesin ve dîn-i islâmı tutasın. Dîn-i islâm üzerine sülûk edesin [ilerleyesin]. O Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini hak üzere halîfe ve imâm bilesin. Ondan sonra Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini, ondan sonra Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini, ondan sonra Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini hak üzere halîfe ve imâm bilesin. Ümîd olur ki, onların muhabbetleri hurmetine müslimân dirilirsin ve kıyâmet günü müslimânlar safında olup, müslimânlar zümresinde haşr olursun. Bütün şiddetlerden ve belâlardan emîn olasın, inşâallahü teâlâ.

Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu: (Her kim bir kerre nemâzda veyâ nemâz hâricinde Velasr sûresini okursa, o kimse, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinden iki şey bulur. Biri dünyevî, biri uhrevî. Dünyevî olan odur ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, ömrünün sonuna kadar sabr mührünü vurur. Tâ ki, o kimsenin ölüm cihetinden hiçbir korku ve sıkıntı önüne gelmez. Uhrevî olan odur ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri o kimseyi kıyâmetde hak ehli ile ve kendi hâs kulları ile haşr eder. Tâ o kimsenin de gönlüne yalnızlık ve kimsesizlik cihetinden bir korku ve yabancılık fikri gelmez. Her bir okumağa bu iki ni’metin karşılığı hâzırdır. Bu Vel-asr sûresi hem hakkı zikr eder, hem sabrı zikr eder. Bu sûreyi okuyanın, dünyâda ömrünün sonu sabr üzere olur. Âhıretde haşrı, hak ehli ile olur. Âyetleri dörtdür. Kelimeleri ondörtdür. Harfleri altmışsekizdir. Her âyetin sonunda çok tehıyyât

-465-

ve salavât ve her kelimenin sonunda çok berekât ve hayrât ve harflerinin mukâbilinde çok derece ve hasenât vardır.)

Onbeşinci Menâkıb: Bu haber, Çihâr yâr-i güzîn “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretleri hakkında meşhûr haberlerden biridir ve onların fazîlet ve şerefleri beyânında vârid olmuşdur. Onların muhabbetleri bizim bedenimizde ve canımızda hayâtımız gibi olmuşdur. Cânımızda îmânımız gibi olmuşdur. Elhamdülillah! Onların muhabbet güneşleri bundan da fazla olursa, lâyıkdırlar. Eğer yüz bu kadar veyâ bin bu kadar veyâ dahâ da fazla olursa yine lâyıkdırlar. Hiçbir kimse, bu âna kadar onların dostluğundan dolayı ziyân etmemişdir. Bundan sonra da etmez. Hiçbir ferd bu zemâna kadar onlara düşmanlık yapmanın fâidesini görmemişdir, zararını görmüşdür. Bundan böyle kıyâmete kadar onlara adâvet sebebi ile bir fâide bulmak ihtimâli yokdur. Mutlaka zarar vardır. O kimseler hem Muhammed Mustafânın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” makbûlü ve mardîsi olur ve hem Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin mahbûb ve memdûhu olur. Dahâ ne istersin. Bundan ziyâde ne gerek. Oradan ki, niyyet himmetdir ve ta’rîf-i muhabbetdir. Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin ve Çihâr yâr-i güzînin temiz olmalarında ve büyüklüklerinde şek ve şübhe yokdur. Kur’ân-ı kerîmde geçen âyet-i kerîmeleri zikr etdik. Menâkıb-ı şerîflerinde ve o haberler ve eserlerin çokluğundan ki, tafsîl etdik ki, şerefli şânlarında gelmişdir. Acaba o insâfsız ve mürüvvetsiz ve zâlim ve münâfık kimseler, bu kadar Kur’ân-ı azîm âyetlerini ve bu kadar Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin hadîs-i şerîflerini okur ve dinlerler de, niçin gönlünde tutmaz ve inkiyâd ile kabûl etmezler. Göklerin ve yerin bile Çihâr yâr-i güzînin şerefinden haberleri vardır. Cennet ve Cehennem onların nefesinden haberdârdır. Süflî âlem [dünyâ], üzerinde o büyükleri taşıdığı için iftihâr duyar [öğünür]. Levh ve kalemin her ikisi, Çihâr yâr-i güzîni senâ eder. Arş ve Kürsînin her ikisi Çihâr yâr-i güzîne düâ eder. Allahü teâlâ ve Resûli, Çihâr yâr-i güzîni medh ederler.

[Meâl-i şerîfi; (... Sabr edenler ...) olan Âl-i İmrân sûresi 17.ci âyet-i kerîmesi, Çihâr yâr-i güzîn ile alâkalıdır.] Sağlam ri-

-466-

vâyet ile Abdüllah bin Abbâsın “radıyallahü teâlâ anhümâ” bildirdiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, bir cemâ’ate karşı buyurdu ki, kıyâmet günü olunca, herkesin niyyet ve himmeti, gam ve sıkıntıdan kendisini kurtarmak olur. Önce gelenler ve sonra gelenler, murâdlı ve murâdsız [istekli, isteksiz] bir meydânda toplanırlar. Kendi defterlerini okumak üzerine ve kendi yönlerinin katılığı üzerine ve kendi iyi bahtını kabûl etmek üzerine veyâ Allahü teâlâ muhâfaza etsin, kendi kötü bahtını kabûl etmek üzerine gönül verirler. Eğer bu tarafda söz söyler isek, söz uzar ise de, eğer söylemeyip, geçersek, gam ve gussada kalırız. Bunun için burayı uygun bir şeklde beyân edelim. Lâkin gönül katılığı ve göz körlüğü fâide vermez. Âdem “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” hazretlerinin zemân-ı şerîflerinden kıyâmet kopuncaya kadar, her kim ki, vücûda gelmişdir, hepsi toplu olarak veyâ müteferrik olarak temâmı toplanırlar. Bir kavm ayak üzerine durmuş, bir kavm dizleri üzerine durmuş şekldedir. (Her ümmeti dizleri üzerine oturarak toplanmış görürsün!) buyurulmuşdur. [Câsiye sûresi 28.ci âyet-i kerîme meâli.] Kalbleri göğüsde hurûşa gelmiş, beyinleri dimâglarda cûşa gelmiş olur. Dizleri üzerine gelmiş kimsenin gönlü sıkıntıda olur. Kendilerinden bîzâr olurlar. Ümîd etdikleri şeylere kavuşamadıklarını, lezzetlerden uzak olduklarını görürler. Gönüllerini [kalblerini] kendi yapdıklarının ve dediklerinin cezâsı ile başbaşa bırakırlar. Büyük ve küçük günâhlıları, bir tarafda tutarlar. Kuvvetli ve za’îf hasmları diğer tarafda tutarlar. Mürâîlik, yankesicilik, nemmâmlık, ikiyüzlülük perdelerini yırtarlar. [Ya’nî bu vasflar açığa çıkar.] Dimâglarda, gönüllerde olan her ne varsa açığa çıkar. Yâ se’âdet nûruna kavuşur. Veyâ Allahü teâlâ korusun, şekâvet ve zulmetine kavuşur. [Şûrâ sûresi 7.ci âyet-i kerîmesinde meâlen], (Bir fırkası Cennetde, bir fırkası Cehennemde olurlar) buyuruldu. Mü’min ve kâfirin başdan gidecekleri yer belli olur. Bu bâbda bu kadar yazıldı.

Biz bîçâreler ve derdine dermân arayanlar. Ne edelim, ne yapmağa kâdiriz. Biz nasîbsiz kimseler, kime ne söyliyelim, kime ne ağlayıp, sızlayalım. Keşki, annemizden doğmıyaydık. Veyâ çocuk iken ölse idik. [Meryem sûresi 23.cü âyet-i kerîmesinde; Îsâ aleyhisselâmın doğumu zemânında; hazret-i Meryemin;

-467-

(Ne olaydı bu hâlden evvel ölmüş olsaydım; unutulup gitseydim) dediği bildirilmekdedir.] Yâ Rabbî! Sana karşı ağlayıp-sızlayalım. Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini sana şefâ’atçi getirelim. Sonra Çihâr yâr-i güzîn “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerini de sana şefâ’atçi getirelim. Evet, evet. Vallahi delîl budur. Gözümüzün suyu, böyle günde, böyle vaktde gâyet hoşdur, büyük sermâyedir.

Rubâi’:

Senin aşkın zarar olsa da, her ne kadar, yine hoşdur,

Aşkında can korkusu olsa yine de hoşdur.

 

Diyelim ki, bu dünyâda sana kavuşamadım,

Âhıretde bir ümîd, bulunsa yine de hoşdur.

Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” kıyâmet gününün şiddetini, dehşetini beyân etdikden sonra buyurdular ki, bu şiddetli ânda iki minber getirirler. Her ikisi de kemâli nûr ile münevver, her ikisi hâlis nûrdandır. Birisini Arşın sağ tarafına, birisini sol tarafına koyarlar. İki şahs, ikisi de mukarreb melek, ikisi de heybetli ve haşmetli gelirler. O iki minber üzerine otururlar. Ondan sonra, o sağ tarafda minberde oturan güzel ses ile der ki, (Beni bilmiyenler bilsin ki, Cennetin hâzini Rıdvânım. Cennetin makâmları, hazîneleri, dereceleri, benim elimdedir. Sevâb işleyenlerin işlerini gören benim. Şimdi emîn olun ve bilin, işte Cennetin anahtârları bendedir. Bugün Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri buyurdu, yâ Rıdvân! Kilitleri, Muhammed Mustafâya “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” teslîm et. Ben de iletdim. Resûlullah hazretleri bana buyurdu ki, bu kilitleri Ebû Bekre ve Ömere teslîm et. İkisine benden selâm da söyle. Ve hem Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinden selâm söyle. Ve onlara söyle ki, Cennet kapılarını açınız. Kendi dostlarınızı, gönlünüzün murâdı üzerine azâbsız Cennete götürünüz. Şimdi ben geldim. Kilitleri Ebû Bekre ve Ömere teslîm etdim. Siz şâhid olunuz.)

Ondan sonra o ikinci melek, Arşın sol yanındaki minberden yüksek sesle nidâ eder. Heybetlidir ve haşmetlidir. (Yâ mahşer halkı. Her kim beni bilirse hoşdur. Her kim beni bilmez ise, bilsin ki, ben Cehennem meleği Mâlikim. Azâb ehlini ben bilirim.

-468-

Cehennem derecelerini, tabakalarını, acı yerlerini bilirim. Cinnîleri ve Âdem oğullarını, eğer istesem; arasat meydânından bir elimle tutar alırım. Ben ki bir sayhâ ile [bağırma ile] ve bir helâk edici bağırma ile insanların ve cinnîlerin başına intikâm getiririm. Eğer istesem, Cehennemin dörtyüz derekesini bir boncuk gibi, elimin ayası üzerinde döndürürüm. Eğer istesem, ağaçlar yaprağı adedince, sahrâlar kumu adedince olan zincir ve halkaları, yılan ve akrebleri bir da’vet ile Cehennemin hâviyesinden dışarı çıkarırım. Şimdi, size haber vermeğe ve söylemeğe geldim. İyi bakınız ve dinleyiniz. Bunlar, Cehennemin kilitleridir. Allahü teâlâ bana emr etdi ki, Cehennemin bütün kilitlerini Muhammed Mustafâya vereyim. Ona söyliyeyim ki, her kimi ister isen, Cehennemden geri tut. Ben de geldim kilitleri teslîm etdim. Allahü tebâreke ve teâlânın emrlerini haber verdim. Muhammed aleyhisselâm buyurdu ki, şimdi sen de, Allahü teâlâ şânühü hazretlerinin emri ile ve benim buyruğum ile Cehennemin bu kilitlerini, Ebû Bekr ve Ömere teslîm et. Ve onlara söyle. Her ikiniz düşmanlarınızı Cehenneme götürünüz. Şimdi, ben ki Mâlikim. İşte getirdiğim kilitleri, Ebû Bekr ve Ömere teslîm etdim. Siz şâhid olunuz.)

Ondan sonra, konulan o iki minber üzerine Rıdvân ile Mâlik çıkıp, otururlar. Sonra iki minber dahâ, cemâl ve kemâl-i nûr ile münevver oldukları hâlde getirirler. O iki minberin yanına koyarlar. Birinin sağında ve birinin solunda. Mukarreb ve mutahhar iki şahs [melek] gelip, herbiri bir minber üzerine çıkıp, otururlar. Ondan sonra o sağ tarafdaki minberde oturan mukarreb melek nidâ eder ve der ki, Yâ mahşer halkı. Ben Mikâîlim. İzzet hazînelerine müvekkilim. Minnet zâhireleri üzerine düşmüşüm. Suların, rüzgârların ve rızkların hazînedârı benim. Meşgûliyyetlerin, işlerin, fethlerin ve nusretlerin koruyucusu benim. Allahü teâlâ şânühû, kevser havzının kaynağını, suyunun dolup-boşalmasını, dağıtım ve tutumunu bundan önce benim emrime vermişdi. Bugün bana buyurdu ki, biz o nesneyi, sana vermiş idik. Bizim emrimiz ile benim hâs Resûlüm Muhammed Mustafâya “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” teslîm et. Bugün Kevser havzında cârî olan herşey, Resûlün “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” murâdı ve rızâsı ile cârî olacakdır. Ben vardım bu hükmü ve bu işi, hazret-i Mustafâya teslîm et-

-469-

dim. Muhammed Mustafâ hazretleri, bu işi, Osmân-ı Zinnûreyn hazretlerine verdi. Kendi dostlarını ve Ebû Bekr, Ömer ve Alînin “radıyallahü teâlâ anhüm” dostlarını havzın şerâbından içirerek kandırsın. O Çihâr yârın düşmanlarını, havz-ı kevserden mahrûm edip, geri döndürür. Sonra Arşın sol tarafında olan minberdeki melek nidâ eder: Yâ mahşer halkı. İşte cümle meleklerin büyüğü olan rûh benim. Vilâyetin fahri ve memleketin zeyni, cümle meleklerin berâberi benim ki, benim şânımda gelmişdir. Allahü teâlâ hazretleri [Nebe sûresi 38.ci âyet-i kerîmesinde meâlen], (... Kıyâmet günü Rûh ve melekler saf olup, dururlar...) buyurdu. Şimdi bakın ve görün ki, sıratdan geçmek berâtı benim elimdedir. Görün ki, Allahü teâlâ şânühü, bundan evvel beni, sırat yolcularının gözeticisi etmişdi. Hiç kimse, benim icâzetim olmayınca, sıratdan geçemez. Bugün Allahü Sübhânehü ve teâlâ bana buyurdu ki, var bu cevâzı Muhammed Mustafâya ver. Ben de vardım, bu cevâzı Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine teslîm etdim. Muhammed aleyhisselâm bana buyurdu ki, sen bu cevâzı Aliyyül Mürtedâya teslîm et. Bugün Aliyyül Mürtedâ kendi dostlarını ve Ebû Bekr, Ömer ve Osmânın dostlarını selâmetle sıratdan geçirsin. Düşmanlarını, tepe aşağı Cehenneme yollasın.

Onaltıncı Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” oturunca, sağ tarafına Ebû Bekr-i Sıddîk, sol tarafına Ömer-ül Fârûk, karşı tarafına Osmân-ı Zinnûreyn, arka tarafına Aliyyül Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anhüm” otururdu. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh”, Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin sağ tarafında oturmasının sebebi, ondan dolayıdır ki, bu ümmetde Ebû Bekrden dahâ merhametli kimse olmamışdır. Cennet rahmet serâyıdır. Cennet sağ tarafdadır. [Vâkı’a sûresi 27.ci âyet-i kerîmede meâlen; (Defteri sağ tarafdan verilenler, ne mutlu o eshâb-ı yemîne [sağcılara].) buyuruldu. 28.ci âyet-i kerîmede meâlen; (Eshâb-ı yemîne Cennetde ne ikrâmlar olacakdır. Onlar, dikeni olmıyan, meyvesi çok olan sedir ağaçlarının altında olurlar) buyuruldu.] Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin sağ tarafda oturması bundan dolayıdır.

-470-

Ömer-ül Fârûk “radıyallahü teâlâ anh”, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin sol tarafında oturması ondan dolayıdır ki, iblis-i la’în her kavmin arasına sol tarafdan gelir. Ya’nî İblîsin yolu sol tarafdan idi. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” şeytânın yolu üzerine oturmuş olurdu. Âlem yaratılalıdan beri şeytân kimseden, hazret-i Ömerden korkduğu gibi korkmazdı. Hangi evde hazret-i Ömer olur ise, şeytân oraya giremezdi. Bir evde şeytân olduğu zemân, hazret-i Ömer o eve girdiği gibi, İblîs fîrâr ederdi. Dâimâ Ömer “radıyallahü teâlâ anh”, toplantılarda ve meclislerde; Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin sol tarafında otururdu. Tâ ki, iblîs o yoldan kavmin arasına gelmesin diye.

Osmân-ı Zinnûreyn “radıyallahü teâlâ anh”, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin önünde oturmasının pek büyük fâideleri var idi. Zîrâ Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” meclisi, dervîşlerin ve gayrilerin ve yetîmlerin ümîdgâhları idi. Bir arzûsu, derdi olanların, çâre bulacakları yer idi. Her vaktde, her sâatde, gün olurdu ki, on kerre, fakîrler ve dilek ve ricâ sâhibleri, ihtiyâcları için bu meclise gelirlerdi. Kendilerine gerekli olan önemli şeyleri o hazretden taleb ederlerdi. Osmân “radıyallahü teâlâ anh” onların en zengini ve en cömerdi idi. Dinâr dizileri ve dirhem keseleri önünde konulmuş idi. Elbiseleri ve dürlü dürlü hediyyeleri hizmetcileri tutup, dururdu. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri kalb ile cümlenin en zengini idi. Lâkin beden ile dervîş idi. İstek sâhibleri gelirler, murâdlarını ve maksadlarını ve arzûlarını taleb ederlerdi. Hazret-i Osmân kalkar, o meclisin hakkını ve O hazretin hakkını kendi malından edâ ederdi.

Aliyyül Mürtedâ, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin, mubârek arka tarafında oturmasının sebebi şu idi. Böyle bir meclisde, onun gibi büyük ve iftihâr edilen böyle bir rehber ve Peygamber düşmansız olmazdı ve kıskananları, inâdcıları olacakdı. Bu düşman ve hâsid ve muânidler [inâdcılar], hîle ve zarar etmeğe gelecekleri zemân, çok def’a arka tarafdan gelirler. Alî “radıyallahü teâlâ anh” onun için muhâfız ve gözcü (bekçi) idi. Gerçi hakîkî muhâfız ve koruyu-

-471-

cu Allahü teâlâ hazretleridir. Lâkin zâhiren, sebebe yapışarak arkada otururdu. Eğer bir düşman gelip, çirkin bir hareket etse idi, Allahın aslanı o kimsenin başını Zülfikâr adındaki kılıcı ile keserdi.

Onyedinci Menâkıb: Şakîk-i Belhî “rahimehullahü teâlâ” dedi ki, islâm bir ağaca benzer ki, ona dört şey lâzımdır. Kök, gövde, dal ve meyve. Ebû Bekr “radıyallahü anh” islâm ağacının köküdür. Ömer “radıyallahü anh” gövdesidir. Osmân “radıyallahü anh” dalıdır. Alî “radıyallahü anh” meyvesidir. Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin ism-i şerîfi dört harfdir. Mim; Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine uygunluğudur. Ha, Resûlullahın müslimânların işlerinde hasbiyetidir. Ya’nî her ne işler ise, Allahü teâlâ hazretlerinin rızâ-ı şerîfi idi. Kimseden bir nesne tama’ etmez, birşey beklemezdi. Mim; akrâba ve ehline muhabbet ve muâşeretdir. Dal; islâm dînine kâfirleri da’vetdir. Muvâfakat, Ebû Bekrin nasîbi oldu. Hasbet, Ömerin nasîbi oldu. Muâşeret, Osmânın nasîbi oldu. Da’vet Alînin nasîbi oldu “radıyallahü teâlâ anhüm.”

İşâret: Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” seferde ve hazarda, cânını ve malını fedâ ederek mime muvâfakatı hıfz etdi. Allahü teâlâdan bu hil’atı buldu ki, (Mağarada bulunan iki kişinin, ikincisi) diye anılmak şerefine mazhar oldu. Ve hazîre-i kudüsde mucâvereti Rabbil’âlemîni buldu. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” âlemi ihtisâb kamçısı ile düzene sokdu. Binlerce mescidlerin bağrında nûr saçan minberler ta’yîn etdi. Hiç kimseden korkmadı. Kendi oğlu üzerine dîni had cezâsını uyguladı. Bütün hâllerinde bağlılığını sâdece Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine hasretdi. [Muhammed sûresi 11.ci âyet-i kerîmesinde meâlen]; (Elbette Allah îmân edenlerin velîsidir) buyuruldu. Allahü teâlâ, hakkında böyle buyurdu. Osmân “radıyallahü teâlâ anh” muâşeret mimini seçdi. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinden başka, bütün yaratıklardan alâkasını kesip, Rabbil’âlemînin hizmeti ile meşgûl oldu. Her gece iki rek’atde bütün Kur’ân-ı kerîmi hatm etdi. Dünyâ muhabbetini kalbinden dışarı atdı. Ni’met ve malını Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine ve Eshâb-ı güzîne harc et-

-472-

di. Meâl-i şerîfi, (Dînî vazîfelerine devâm eden, geceleri secdede ve kıyâmde geçiren...) olan, Zümer sûresinin 9.cu âyet-i kerîmedeki hitâba nâil oldu. Alî “radıyallahü teâlâ anh” halkı da’veti seçdi. Keskin kılıcı ile kâfirleri kahr etdi. Sabr ve sebâtından dolayı Cennete gitdi. [İnsan sûresi 12.ci âyetinde meâlen], (Sabrları sebebi ile, Onlara Cennet ve ipek elbise giymekle karşılık verir) buyuruldu ki, buradaki ihsânlara kavuşdu. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Her kim Ebû Bekri severse, beni bulur. Her kim Ömeri severse, beni görür. Her kim Osmânı severse, o bana lâyıkdır. Her kim Alîyi severse hemnişînim olur.) [hemnişîn: Celis: Meclisinde bulunan].

Onsekizinci Menâkıb: Şakîk-i Belhî “rahimehullahü teâlâ” buyurdu: Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin ismine câhiliyye devrinde (Atîk) derlerdi. İslâmiyyet zemânında Ebû Bekr dediler. Gökde Sıddîk dediler. Yeryüzünde Abdüllah dediler. Cennetde Zülfadl [fazîlet sâhibi] olacakdır. Arşdakiler Züsse’a [ya’nî vüs’at, kudret sâhibi] dediler. Tevrâtda Mu’tî okudular. İncîlde müttekî okudular. Zebûrda Ma’meyân okudular. Kur’ân-ı kerîmde sâhib okudular. Kıyâmetde Şâfi’ okudular. Cehennemde rahîm okudular. Melekler Cevâd okudular. Allahü teâlânın dîdârına kavuşma ânında Mükerrem okudular (dediler).

Ömer bin Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine câhiliyye zemânında Ömer derlerdi. İslâmiyyet devrinde Ebû Hafs dediler. Düşmanları Bâsıta [memleketleri feth ederek yayılıcı] dediler. Cennetde Sirâc denilecekdir. Yeryüzünde Kâhir dediler. Gökyüzünde Fârûk dediler. Tevrâtda nâsır okudular. İncîlde Mensûr okudular. Zebûrda Nâtık-ı bil hak [ya’nî hak ile konuşan] okudular. Kur’ân-ı kerîmde (Eşiddâü alel küffâr) [ya’nî kâfirlere karşı şiddetli davranan] okudular. Kıyâmetde Fâtih okudular. Cehennemde Hâmid okudular. Melekler âdil dediler. Allahü teâlânın dîdârını görme vaktinde (Mu’azzam) diyeceklerdir.

Osmâna “radıyallahü anh”, câhiliyye devrinde Ebû Ömer dediler. İslâmiyyet devrinde Osmân dediler. Evinde Zinnûreyn dediler. Arşda Müstehyî [hayâ sâhibi] dediler. Tevrâtda

-473-

Müşfik okudular. İncîlde Reşîd okudular. Zebûrda Sa’îd okudular. Kur’ân-ı kerîmde şehîd okudular. Kıyâmetde Sahî [cömerd] dediler. Cennetde Münfik [nafaka veren] dediler. Cehennemde Mutık [gücü yeten] dediler. Melekler Kânit [dindâr, itâ’atli] dediler. Allahü teâlâyı rü’yet vaktinde muhterem diyeceklerdir.

Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin ismine câhiliyye zemânında Haydar dediler. İslâmiyyet devrinde Ebül Hasen dediler. Gökde Alî dediler. Yeryüzünde Emîr-ül mü’minîn dediler. Tevrâtda Millî [din ile alâkalı] okudular. İncîlde Esedillah okudular. Zebûrda civânmerd okudular. Kur’ân-ı kerîmde Ehl-i beyt okudular. Cehennemde Kerrâr dediler. Melekler Hâzim-ül ahzâb dediler. Rü’yet zemânında Müeyyed diyeceklerdir.

Ondokuzuncu Menâkıb: Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretleri ve Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri dediler ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûr-ı şerîflerine vardık. Ebû Zer-i Gıfârî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri huzûrlarında oturmuş idi. Buyurdular ki, (Yâ Ebâ Zer! Muhâcir ve Ensâra câmi’e gelin diye nidâ et!) O da nidâ eyledi [seslendi]. Mescidi doldurdular. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri minbere çıkdı. Belîg bir hutbe okudu. Sonra buyurdu ki, (Ey Muhâcirler ve Ensâr! Ben size bir hediyye vereyim mi? Cebrâîl aleyhisselâm, bana yedi kat göklerin üstünden hediyye getirdi.) Biz verin, yâ Resûlallah! dedik. Rıdâ-i şerîflerinin altından bir ayva çıkardı. Ebû Bekr-i Sıddîka verdi. Sonra Ömere verdi. Ondan sonra Osmâna verdi. Sonra da Alîye verdi “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”. O ayva fasîh lisân ile tesbîh, tahmîd ve tehlîl etmeğe başladı. Râvî [nakl eden] der ki, Muhâcir ve Ensâr işitip, konuşma ve güzel sesinden hayret etdiler. O ayva, benim sesimden ve konuşmamdan, siz hayret mi ediyorsunuz, dedi. Muhammed aleyhisselâmı hak Peygamber göndermiş olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri, hazret-i Âdem aleyhisselâmı yaratmadan seksen bin sene önce, yedinci gökde, seksen bin şehr yaratmışdır. Her şehrde seksen bin kasr, her kasrda seksen bin ev, her evde seksen bin bostân, her bostânda seksen bin ağaç, her

-474-

ağaçda seksen bin dal, her dalda seksen bin yaprak, her yaprağın altında seksen bin ayva yaratmışdır. Her ayva tesbîh, tahmîd, tehlîl, takdîs ve tekbîr ederler. Sevâbını Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alînin “radıyallahü anhüm” dostlarına ve muhiblerine verirler.

Yirminci Menâkıb: Ebû Bekr-i Şiblî “rahimehullahü teâlâ” hazretlerinden, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurduğu (Ben ilmin şehriyim, Alî kapısıdır) hadîs-i şerîfini sordular. Şiblî cevâb verdi ki, Siz Alîyi; Ebû Bekr, Ömer ve Osmândan “radıyallahü teâlâ anhüm” evvel zikr ediyorsunuz. Dört nesne Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mahsûs oldu. Bu dört nesneyi Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, Resûlüne mahsûs kıldı. Sıdkı Resûlüne mahsûs kıldı [Resûlullahın sıdkı temâm oldu]. Ma’rifete mahsûs kıldı. Ma’rifeti kemâle erişdi. İlme has kıldı.

Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu: (Ben sıdkın şehriyim. Ebû Bekr o şehrin kapısıdır!) Bunun doğruluğu Kur’ân-ı kerîm ile bildirilmişdir. [Zümer sûresi 33.cü âyetinde meâlen], (Onlar ki, sıdk ile geldiler ve onu tasdîk etdiler) buyuruldu. Burada kasd edilen Ebû Bekrdir “radıyallahü teâlâ anh”.

Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Ben îmânın şehriyim. O şehrin kapısı Ömerdir.) Bunun tahkîki kitâbullahdadır. [Enfâl sûresi 64.cü âyetinde meâlen], (Ey Resûlüm! Sana Allah ve mü’minlerden sana tâbi’ olanlar yetişir) buyuruldu. Burada kasd edilen Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretleridir.

Yine Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Ben ma’rifetin şehriyim. Osmân o şehrin kapısıdır.) Bunun tahkîki kitâbullahdadır. [Zümer sûresi 9.cu âyetinde meâlen], (Geceleri devâmlı secdede ve ayakda ibâdet eden ile küfr ve isyânda olan bir olur mu?) buyuruldu. Burada kasd edilen Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazretleridir.

Sonra Şiblî “rahimehullah” sükût etdi. O süâl eden kimse dedi ki; niçin Alînin fadlına istidlâl etmeyip, sükût etdin. Şiblî “rahimehullahü teâlâ” buyurdu: Biz şunun üzerine şübhe etmeyiz ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu: (Ben ilmin şehriyim! O şehrin kapısı Alîdir.) Bunun tahkîki kitâbullahdadır. [İnsan sûresi 7.ci âyet-i kerîmesinde meâlen], (Nezrlerinde vefâ gösterenler, şiddeti yaygın olan kıyâmet gününden korkarlar) buyuruldu. Bu

-475-

rada kasd edilen Alîdir “radıyallahü anh”.

Yirmibirinci Menâkıb: Sahîh rivâyet ile nakl olunmuşdur. Hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine, dört elma getirdi. Resûlullah, birisini Ebû Bekre “radıyallahü anh” verdi. Birisini Ömere “radıyallahü anh” verdi. Birisini Osmâna “radıyallahü anh” verdi. Birisini Alîye “radıyallahü anh” verdi. Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” elması üzerinde, (Hâzâ hediyyetün minel Melik-işşefîk alâ Ebî Bekr-i Sıddîk) [Bu, meliküşşefîkden Sıddîka hediyyedir] yazılmışdı. Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” elması üzerinde, (Hâzâ hediyyetün minel melikil vehhâb alâ Ömer-il Hattâb), [Bu, melikül vehhâbdan, Ömer-ül Hattâba hediyyedir] yazılmışdı. Osmânın “radıyallahü teâlâ anh” elması üzerinde, (Hâzâ hediyyetün minel melik-ül hannân el mennân alâ Osmân bin Affân) [Bu, melikül Hannân ve mennândan Osmân bin Affâna hediyyedir] yazılmışdı. Alînin “radıyallahü teâlâ anh” elması üzerinde, (Hâzâ hediyyetün minel melikil Vâhibil Gâlib alâ Alî ibni Ebî Tâlib) [Bu, Melikül Vâhibül Gâlibden, Alî bin Ebî Tâlibe hediyyedir] yazılmışdı. Yine Ebû Bekrin “radıyallahü anh” elması üzerine, (Ebû Bekre buğz eden zındıkdır) yazılmış idi. Ömerin “radıyallahü anh” elması üzerine, (Ömere buğz edenin yeri Sekar [Cehennem]dir) yazılmış idi. Osmânın “radıyallahü anh” elması üzerine, (Osmâna buğz edenin hasmı Rahmândır) yazılmış idi. Alînin “radıyallahü anh” elması üzerine, (Alîye buğz edenin hasmı Nebîdir) yazılmış idi.

Yirmiikinci Menâkıb: Hadîs-i şerîfde Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Nûh aleyhisselâm, kavminden, haddinden ziyâde eziyyet ve müşkilât çekip, müslimân olmalarından da kat’î ümîdini kesip, düâ edip, [Nûh sûresi 26.cı âyet-i kerîmesinde meâlen buyurulduğu gibi], (Yâ Rabbî! Yeryüzünde dolaşan hiçbir kâfiri bırakma.) dedi. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri düâsını kabûl etdi. Cebrâîl aleyhisselâm gelip, tûfanın nasıl olacağını ve nasıl gemi yapacağını söyledi. Nûh aleyhisselâma neccârlığı [marangozluğu] ta’lîm etdi ve dedi ki: Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri buyurdu ki, bir gemi yapacaksın. Nûh aleyhisselâm dedi; nasıl yapmam lâzım. Cebrâîl

-476-

aleyhisselâm dedi: Yüzyirmidört bin Peygamber adına birer tahta yont. Nûh aleyhisselâm buyurdu: Yâ Cebrâîl! Ben bütün Peygamberlerin adlarını bilmem. Cebrâîl aleyhisselâm dedi: Allahü teâlâ hazretleri, senin tahta yontmanı emr buyurur. Cümle eşyânın hâlıkı olarak, ben onların adlarını halk edip, tahtalar üzerinde zuhûra getiririm buyurur. İlk tahtayı ki kesip, yontdu. Âdem “alâ nebiyyinâ aleyhissalâtü vesselâm” hazretlerinin ismi o tahta üzerinde meydâna geldi. Bir tahta dahâ yontdu. Şis [Şît] aleyhisselâmın ismi meydâna geldi. Üçüncü tahtada İdrîs aleyhisselâmın ismi, dördüncü tahtada Nûh aleyhisselâmın ismi meydâna geldi. Böylece her bir tahta üzerinde bir Peygamberin ism-i şerîfi meydâna geldi. Son tahtayı traş etdikde Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin ism-i şerîfi zuhûra geldi. Sonra yüzyirmidört bin mıh [çivi] yapdı. Her çivi üzerinde bu tertîb ile, bir Peygamberin ism-i şerîfinin yazılmış olduğunu gördü. Cebrâîl aleyhisselâm geldi ve dedi ki: Allahü teâlâ buyurur: Tahtaları terkîb edip, mıhları [çivileri] muhkem et. Temâmını yerleşdirdi. Temâm olmadı. Dört tahtalık yer eksikdi. Cebrâîl aleyhisselâm gelip, dedi. Yâ Nûh! Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hâtem-ün-nebiyyindir. Onun dört yâri vardır. Birincisi Ebû Bekr, ikincisi Ömer, üçüncüsü Osmân, dördüncüsü Alîdir “radıyallahü teâlâ anhüm”. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri buyurur ki: Bu dört tahtaya da Çihâr yâr ismine yont ki, senin gemin temâm olsun. Nûh aleyhisselâm dört tahta dahâ yontup, terkîb etdikde, o gemi temâm oldu. Cebrâîl aleyhisselâm (Şimdi senin sefînen temâm oldu) buyurdu.)

İşâret: Yâ Nûh! Mustafâ adı ve Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alî adı yazılmış olmayınca, su tûfanından sana kurtuluş olmaz, diye bildirildi. Ey mü’min! Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin muhabbeti ve Çihâr yâr-i güzînin muhabbeti senin kalbinde olmayınca, Cehennem ateşinden kurtulamazsın. Ebedî Cennete erişmezsin. Bîçûn ve bîçûgûne olanın dîdârını görmezsin. Dâr-ı islâmda doğru oturmazsın.

 Yirmiüçüncü Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, (Dîni pâk ve muvahhid her mü’min hâlis kalb ile

-477-

(Bismillâhirrahmânirrahîm) söylese, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, ondan dolayı Cennetde kırmızı yâkutdan bir şehr binâ eder. Her şehrde, zebercedden bin kasr, her kasrda bin serây, her serâyda bin hâne, her hânede bin taht, her tahtda sündüsden ve harîrden [ipekden] bir döşek. Her döşeğin üzerinde bir hûrî, ayağından beline kadar anber, belinden gerdânına kadar, beyâz kâfûrdan, gerdânından başına kadar nûrdandır. Alnına Ebû Bekr-i Sıddîk, sağ yanağına Ömer-ül Hattâb, sol yanağına Osmân bin Affân, çenesinde Aliyyül Mürtedâ, dudaklarına (Bismillâhirrahmânirrahîm yazılmışdır.). Mutî’ ve muhlis olanların hepsi, ömürlerinde dilleri ile bir kerre besmele söylese, onun kurtulmasına ve halâsına sebeb olur. Nerede kaldı ki, gece ve gündüzde farz ve nâfile nemâzlarda mü’minler besmele okurlar. Gâfil olmayıp, âgâh olanlar, her işlerinin başında besmele okurlar.

Yirmidördüncü Menâkıb: Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerinin rivâyet etdiği bir hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Cebrâîl aleyhisselâmdan işitdim, dedi ki: Rabbil’âlemîn, Muhammedin “aleyhisselâm” nûrunu yaratdıkdan sonra [akabinde], bir kandil halk etdi. O kandili Arş-ı azîmin altına asdılar. Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin nûru o kandilin etrâfında iki bin sene ibâdet etdi. Ondan sonra dört katre su o kandilden damladı. Medîne-i münevvereye düşdü. Emr geldi ki, yâ Cebrâîl o toprağı kaldır. Bir şemâme yap. Ben de yapdım. Buyruk geldi ki, o şemâmeyi Rıdvânın önüne ilet. Onu kâfûr ve anber ile, misk ve za’ferân ile yoğursun. Rıdvânın yanına iletdim. O şemâmeyi yoğurdu. Ondan sonra buyruk geldi ki, yâ Cebrâîl! Bu kâfûr ve anber, misk ve za’ferân ile yoğrulan çamuru, rahmet deryâsına daldır. Götürdüm, rahmet deryâsına daldırdım. Bin sene orada kaldı. Buyruk [emr] geldi ki, yâ Cebrâîl! Şimdi, rahmet deryâsından onu çıkar. Heybet deryâsına ilet [götür]. Heybet deryâsına götürdüm. Bin sene de orada kaldı. Emr geldi ki, çıkar, hayâ deryâsına daldır. Ben de hayâ deryâsına daldırdım. Bin sene de orada kaldı. Emr [buyruk] geldi: Temâm oldu mu dedi. Temâm oldu, dedim. Her şeyi en iyi şeklde Sen bilirsin, dedim. Emr geldi ki, ondan çıkar, ilm deryâsına götür. Ben de çıkarıp, ilm der-

-478-

yâsına götürdüm. Bin sene de orada kaldı. Emr geldi ki, temâmdır. Cebrâîl aleyhisselâm der ki, küstahlık edib, dedim ki, yâ Rabbî! Bu nûrdan ne halk etmek istersin. Buyruk geldi ki, yâ Cebrâîl! Bu nûrdan bir kulu halk etmek isterim ki, Arşdan toprağa kadar âlemde ondan azîz bir kul olmaz. Arşın kenârına bakdım. Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah, yazılmış gördüm. Senin adını bildim ve dedim, yâ Rabbî! Kâfûr ve anber, misk ve za’ferândan ne halk etmek istersin. Buyurdu ki, onun kemiğini kâfûrdan, halk ederim. Etini anberden, sinirini za’ferândan. Ey Cebrâîl, za’ferân renginde yüzünü, miskden tüyünü ve anberden kokusunu halk ederim. Rahmet deryâsından Ebû Bekri halk ederim. Heybet deryâsından Ömeri, hayâ deryâsından Osmânı, ilm deryâsından Alîyi halk ederim “radıyallahü teâlâ anhüm”.)

Yirmibeşinci Menâkıb: Sahîh rivâyet ile gelmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: Allahü teâlâ bir bostân halk etmişdir. O bostânda kendi kudret ve nusretiyle dört ırmak yaratmışdır. Biri, ikrâr ırmağı. Biri, tevhîd ırmağı. Biri, ahkâm-ı islâmiyye ırmağı. Biri, kelâm ırmağı. Her bir ırmağı bir bucakda [köşede] yaratdı. Ebû Bekr muhabbetini bir bucağa [köşeye] koydu. Ömer muhabbetini ikinci bucağa koydu. Osmân muhabbetini üçüncü bucağa koydu. Alî muhabbetini dördüncü bucağa [köşeye] koydu. Her köşede on ağaç halk etdi [yaratdı].

Ebû Bekr “radıyallahü anh” muhabbetinin köşesinde halk etdiği on ağacın birincisi, şehâdet ağacı, ikincisi, havf ağacı, üçüncüsü, recâ ağacı, dördüncüsü, şevk ağacı, beşincisi, cehd, altıncısı, hayr, yedincisi, şükr, sekizincisi tevâdu’, dokuzuncusu nusret, onuncusu, ihlâs ağacı idi.

Ömer “radıyallahü anh” muhabbetinin olduğu köşede halk etdiği [yaratdığı] on ağacın, birincisi emânet ağacı, ikincisi salâbet ağacı, üçüncüsü şefkat, dördüncüsü inâbet, beşincisi muhabbet, altıncısı ihlâs, yedincisi kanâat, sekizincisi rızâ, dokuzuncusu temyîz, onuncusu tevfîk ağacı idi.

Osmân “radıyallahü anh” muhabbetinin köşesinde halk etdiği on ağacın birinci ağacı vefâ ağacı, ikincisi haşyet ağacı,

-479-

üçüncüsü hurmet, dördüncüsü müvâneset, beşincisi tevekkül, altıncısı hamiyyet, yedincisi ilm, sekizincisi hilm, dokuzuncusu sehâ, onuncusu hayâ ağacıdır.

Alî “radıyallahü teâlâ anh” muhabbetinin köşesinde halk etdiği on ağacın, birinci ağacı şefâ’at ağacı, ikincisi sehâvet, üçüncüsü istikâmet, dördüncüsü nemâz, beşincisi sabr, altıncısı istitâ’at, yedincisi zühd, sekizincisi rahmet, dokuzuncusu yakîn, onuncusu sadâkat ağacıdır.

Bu bostânı hâzır edince, iki tâife bostâna geldiler. Bir tâife riâyet edip, bostâna nazar etmediler. Önlerine bakdılar. Adâvet ağacını gördüler. Sağ taraflarına bakdılar, la’net ağacını gördüler. Sol taraflarına bakdılar, şekâvet ağacını gördüler. Arkalarına bakdılar, gadab ağacını gördüler. Dediler, gelin bu bostâna girelim. Ayaklarını; adâvet ve la’net ve şekâvet ve gadab vâdisine koymağı kasd etdikleri gibi, buyruk erdi ki [emr geldi ki], ey bağban [bahçevân], bunları geri döndür. Ses melekûte yayılınca, bunlar kimlerdir fermânı gelince, bunlar râfizîlerdir denildi. Bundan evvel bir tâife bostâna girmek istediler. Edeble ve hurmetle ayaklarını koydukları gibi, Çihâr yârin muhabbeti kalblerinde sâbit olduğu hâlde, nidâ geldi ki, ey bağban [bahçevân], kapıyı aç, dostlar içeri girsinler. Bunlar bizim dostlarımız cümlesindendir. Bostâna girdiler. Bir nesne tatmadılar, meyvelerinden yimediler. Ellerini farzlara vurdular. Ayaklarını sünnet makâmına koydular. [Sünnet üzere hareket ederler.] Muhabbet bostânı tarafına giderler. O bostân ortasında tecrîd tahtını koydular. Rızâ yasdığına dayandılar. İhtiyâr döşeğini döşediler. Bu tahtın ortasında hamd simâtını döşediler. O simât [sofra] üzerine hazret ta’âmı koydular. O sofranın kenârlarında şükr şekerini dizdiler. Bu sofranın önünde, se’âdet ve şehâdet iskemlesini koydular. Ve kerâmet lâmbasını onun üzerine koydular. Ve ihlâs yağını o lâmbadan içine koydular. Yakîn fitilini ona dikdiler [geçirirler]. Muhabbet ateşi ile ışıklandırdılar. Bu ta’âmı yidiler. Mahmûr oldular. Ellerini havf çalgısına götürdüler. Sabr ibrişîmini ona bağladılar. Aşk mızrâbı ile, sabr ibrişîmine vurup, na’me çıkardılar ki; biz Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Çihâr yârını, ya’nî, Ebû Bekr, Ömer, Osmân, Alî “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerini cândan seve-

-480-

riz. Sonra, onlara rahmet nazarı ile nazar olundu. Se’âdet makâmına onları oturturlar.

Yirmialtıncı Menâkıb: Ebû Zer-i Gıfârî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ile bir bağa gitdik. Hazret-i Resûl-i ekrem, bana buyurdu ki, (Yâ Ebâ Zer! Bilmiş ol ki, Hallâk-ı âlem celle celâlühü, bu bağda, Âdem “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” hazretlerinden bin kerre bin sene evvel bir emânet koymuşdur.).

Ebû Zer “radıyallahü anh” der ki, o bağa girdik. Dört dal gördük. Herbir dalda yapraklar var. Bir dalın yapraklarında, (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah, ben Ebû Bekr-i Sıddîkım) yazılı olduğunu gördüm. Bunu görünce, istedim ki, geri döneyim. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine haber vereyim. İkinci dal bana dedi ki, sabr et, ki göresin. İkinci dal üzerindeki kırmızı yapraklar üzerinde, (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah, ben Ömer-ül Fârûkum) yazılmış gördüm. İstedim ki, geri döneyim. Üçüncü dal bana dedi ki, sabr et, göresin. Üçüncü dal üzerinde, beyâz yapraklar üzerinde, (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah. Ben şehîd Osmânım) yazılmış gördüm. İstedim ki, geri döneyim. Dördüncü dal bana dedi, sabr et de göresin, [neler göreceksin]. Dördüncü dal üzerinde, yeşil yapraklar üzerinde, (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah. Ben Aliyyül Mürtedâyım) yazılmış gördüm. Ayrıca herbir yaprak üzerinde; Allahü tebâreke ve teâlânın la’neti, bunları seb’ edenlere, bunlara buğz edenler üzerine olsun, yazılı idi.

Yirmiyedinci Menâkıb: Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretleri rivâyet etmişdir. Bir gün Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûr-ı şerîflerine vardım. Gördüm ki, mubârek dudağını dudağı üzerine koymuş. Resûlullahı o şeklde hiç görmemiş idim. Mubârek eli ile bana işâret eyleyip, yanına çağırdı. Varıp, yanına, ne oldu yâ Resûlallah, dedim. Buyurdu ki, (Yâ Abbâs oğlu! Bu sâatde bir melek yanıma geldi. Bir turunçu bana sundu [verdi]. Elime almazdan evvel, turunç dört pâre oldu. Bir pâresi [parçası] ikiye bölünüp, gördüm, içinden bir hûrî çıkdı ki, yetmiş bölük kisve-

-481-

si var. Yetmiş hulle giymiş ki, o hullelerden [elbiselerden], kemiklerinin ilikleri görünür. Eğer ağzının suyu deryâlara [denizlere] salınsa [damlasa], denizler tatlı olurdu. Dedim, sen kimsin ve kimin içinsin. Ben müslimânların imâmı, muhâcirlerin evveli, Ebû Bekr-i Sıddîk içinim. İkinci parça da iki bölük olup, onun içinden bir hûrî çıkdı ki, eğer gözünü açsa idi, gözünün nûrundan, dünyâ münevver olurdu. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, onu kâfûrdan ve miskden ve anberden halk etmiş. Dedim, sen kimin içinsin. Dedi, ben Ömer ibnül Hattâb içinim. Üçüncü parça da iki bölük olup, içinden bir hûrî çıkdı. Başı üzerine bir tâc koymuş. O tâcın dört tarafı var. İnci ve yâkut dizilmiş. Ben dedim, sen kimin içinsin. Dedi, ben Osmân bin Affân içinim. Dördüncü parça da bölünüp, içinden bir hûrî çıkdı. Hulleler giymiş. Saçlarını [zülüflerini] salıvermiş. Ben dedim, sen kimin içinsin. Ben Fâtıma içinim, dedi. Onların [üç halîfenin] karşılığı hûrîler oldu. Alînin karşılığı hûrî olmadı. Zîrâ hazret-i Alîye Fâtıma-tüz-zehrâ verilmiş idi ki, bin kerre bin hûrîden dahâ iyidir [kıymetlidir] “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”.)

Yirmisekizinci Menâkıb: Bir vakt Cebrâîl aleyhisselâm, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûruna geldi. Dedi ki: yâ Resûlallah! Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri, Âdem “aleyhisselâm” hazretlerini halk edip, rûhunu bedenine verdi. O vakt buyurdu ki, yâ Cebrâîl! Cennete var, bir elma getir. O elmayı kuvvetlice sık. Tâ ki, elmadan su çıksın. Elmayı getirdim. Kuvvet ile sıkdım. Ondan bir katre su çıkdı. O bir katreyi Âdem “aleyhisselâm” hazretlerinin boğazına damlatdım. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin emri ile o beş katre [damla] oldu. Bir katreden seni halk etdi ki, Muhammed aleyhisselâmsın. İkinci katreden Ebû Bekri halk etdi. Üçüncüden Ömeri, dördüncüden Osmânı, beşinciden Alîyi halk etdi [yaratdı]. Bundan ötürü ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu: (Ben ve eshâbım bir sudan yaratıldık.)

Yirmidokuzuncu Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: Bir gün Cebrâîl aleyhisselâm benim yanıma geldi. Ben dedim, ey Cebrâîl. Sen

-482-

ne zemândan beri, Ebû Bekri bilirsin [tanırsın]. Dedi ki, yâ Resûlallah! Allahü teâlâ seni ve Âdemi halk etmezden onsekizbin sene evvel, beni halk etdi [yaratdı]. Başımı secdeye koydum. Emr geldi ki, yâ Cebrâîl ben kimim! Başımı yukarı kaldırıp, dedim ki, (Sen yaratıcı olan Allahsın!) Bir kerre dahâ başımı secdeye koydum. Yine emr olundu ki, ben kimim. Başımı kaldırıp, dedim ki, (Sen her şeyi yaratan Allahsın!) Sonra âlemi yaratdı. Emr etdi ki, Cebrâîl ileri gel. İleri gitdim. Nidâ geldi ki, doğru söyledin. Başımı secdeye koydum. Küstâhlık etdim, dedim: Ey Allahım! Benden evvel kimse halk etdin mi? Önüne bak diye hitâb geldi. Bakdım, bir nûr gördüm. Sağıma ve soluma bakdım. Nûr gördüm. Ardıma bakdım, nûr gördüm. Dedim, ey Allahım! Bu nûrlar nedir. Nidâ geldi ki, ey Cebrâîl, önce bu nûru yaratdım. Bu nûra Muhammed Mustafâ diye ad verdim. Yâ Rabbel’âlemîn. Bu dört nûr ki, dört tarafındadır. Bu nûrlar nedir. Nidâ geldi ki, yâ Cebrâîl! O önündeki nûr, Ebû Bekr-i Sıddîkdır. O sağındaki nûr, Ömer bin Hattâbdır. O solundaki nûr, Osmân bin Affândır. O arkadaki nûr, Aliyyül Mürtedâdır. [Ya’nî onun nûrudur.] Ben dedim, yâ Rabbel’âlemîn! Onların Senin dergâhında ne kadar kıymetleri vardır. Nidâ geldi ki, yâ Cebrâîl! Benim izzetim celâlim hakkı için, her kim, benim birliğime inanıp, Muhammed Mustafânın risâletine şehâdet ederek, kıyâmet gününe gelir, bu çâr-i yârin [ya’nî hülefâ-i râşidînin] muhabbeti onun kalbinde olursa, onu Cennete dâhil kılarım.

Otuzuncu Menâkıb: Rivâyet edilmişdir ki, dört âyet nâzil oldu. Bu dört âyet-i kerîmenin herbiri ile, Çihâr yâr-i güzîn “radıyallahü teâlâ anhüm”, kendini kurtulmağa sebeb edindi. Bundan sonra Allahü tebâreke ve teâlâ Çihâr yâr-i güzînin senâsı hakkında dört âyet-i kerîme dahâ nâzil kıldı. Meâl-i şerîfi (İşte onlar, Allahü teâlâya karz-ı hasen ile borç verirler...) olan, Bekara sûresi 245.ci âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, bu âyet-i kerîme nâzil oldukdan sonra, ben dünyâ malından kendime bir nesne alıkoymam dedi. Her ne malı var ise, hepsini verdi. Meâl-i şerîfi (İşte o verenler, takvâ sâhibi oldukları için verirler) olan, Leyl sûresi 5.ci âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Meâl-i şerîfi (... Cum’a günü nemâz için ezân okunduğu zemân, Allahı anmağa koşun. Alış-verişi bırakı-

-483-

nız...) olan, Cum’a sûresi 9.cu âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, (Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri buyurdu ki, bir sâat bey’ etmeyiniz. Bundan sonra bey’ etmem.)

[Nûr sûresi 37.ci âyet-i kerîmesinde meâlen], (O kimselerin alış-verişleri Allahın zikrine engel olmaz...) buyuruldu. Sonra, meâl-i şerîfi (Geceleri biraz uyudukdan sonra nemâza kalk. Bu senin için nâfiledir...) olan, İsrâ sûresi 79.cu âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Osmân “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, Allahü teâlâ hazretleri buyurur: (Bir sâat uyumayın). Ben bundan böyle geceleri uyumam. Bu âyet-i kerîme nâzil oldu. [Zümer sûresi 9.cu âyet-i kerîmesinde meâlen], (Bütün gece devâmlı secde ederek, ayakda durup ibâdet edip, Rabbinin rahmetini ümîd eden...) buyuruldu.

Meâl-i şerîfi (Allahü teâlâ mü’minlerin nefslerini, Allah yolunda fedâ etmelerini istedi) olan, Tevbe sûresi 111.ci âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Alî “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, Allahü teâlâ hazretleri buyurur: (Cihâd eyle.) Ben bundan sonra cihâdı terk etmem. Meâl-i şerîfi (Allahü teâlâ din yolunda saf olup, cihâd edenleri elbette sever) olan, Saf sûresi 4.cü âyet-i kerîmesi nâzil oldu.

Otuzbirinci Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki, Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri beni güzîde kıldı. Benim için Eshâbımı güzîde kıldı. Onların ba’zısını kayınbabam etdi. Ba’zısını benim dâmâdım yapdı. Hepsi benim Eshâbımdandır. Bana nusret edicidirler. Onlardan sonra bir kavm gelecekdir. Onları seb’ ederler. O kavm ile su içilmez. Onlara kız verilmez. Onların nemâzı kılınmaz. Onları aranızdan çıkarınız. Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alîye “radıyallahü anhüm” buğz ederler. Toprak onların başlarına olsun. Güneşi ve Ayı ve Ülkeri ve Tan yıldızını sevmezler. Ebû Bekr güneş gibidir. Ömer Ay gibidir. Osmân Ülker gibidir. Alî Tan yıldızı gibidir. Meyve güneş ile pişer. Ay ile renk tutar. Ülker ile lezzetlenir. Tan yıldızı ile belâdan emîn olur. İslâm, Ebû Bekrin îmânı ile mekân tutdu. Ömerin îmânı ile süslendi. Osmânın îmânı ile hoş oldu. Alînin îmânı ile düşman belâsından emîn oldu.

-484-

İşâret: Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” incir gibi idi. Zâhiri-bâtını bir idi. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” zeytin gibi idi. Sırrı, alâniyyesinden iyi idi. Osmân “radıyallahü teâlâ anh” sinîn [Tûr-i sînâ] gibi idi. Zâhiri meyve ile süslü, bâtını su çeşmeleri ile donanmış idi. Alî “radıyallahü teâlâ anh” Mekke-i mükerreme şehri gibi idi. Her kim Mekkede oldu, azâbdan emîn oldu.

Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” sâhib-ül gâr [mağara arkadaşı] idi. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” şeyh-ül iftihâr idi. Osmân “radıyallahü teâlâ anh” Fâtih-ül emsâr [şehrler feth eden] idi. Alî “radıyallahü teâlâ anh” kâtil-i füccâr [kâfirleri öldüren] idi. Ebû Bekr “radıyallahü anh” Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ilm idi. Ömer “radıyallahü anh” o hazrete haşmet idi. Osmân “radıyallahü anh” dirhem idi. Alî “radıyallahü anh” kalem idi. Ebû Bekr “radıyallahü anh” ârif idi. Ömer “radıyallahü anh” âdil idi. Osmân “radıyallahü anh” âkıl idi. Alî “radıyallahü anh” âlim idi. Ebû Bekr-i Sıddîk, sıdk ve safâ ile idi. Ömer-ül Fârûk, kuvvet ve salâbet ile idi. Osmân-ı Zinnûreyn cevâd ve sehâ ile idi. Aliyyül Mürtedâ, heybet ve şecâ’at ile idi.

Ebû Bekr “radıyallahü anh” tâc-ı islâm idi. Ömer “radıyallahü anh” izz-i islâm idi. Osmân “radıyallahü anh” nûr-i islâm idi. Alî “radıyallahü anh” fahr-ül islâm idi. Ebû Bekr “radıyallahü anh” takî idi. Ömer “radıyallahü anh” nakî idi. Osmân “radıyallahü anh” zekî idi. Alî “radıyallahü anh” vefî [vefâlı] idi. Ebû Bekr “radıyallahü anh” Seyyid-üs-sâbikîn idi. Ömer “radıyallahü anh” Seyyid-ül-sâdikîn idi. Osmân “radıyallahü anh” Seyyid-ül-münfikîn idi. Alî “radıyallahü anh” Seyyid-ül-mü’minîn idi. Ebû Bekr “radıyallahü anh” Dâî-i Hak ve Seyyid-ül Berere [Hakka da’vet edici, iyilerin seyyidi] idi. Ömer-ül Fârûk “radıyallahü anh” Kâhir-ül-Fecere [fâsıkları kahr edici] idi. Osmân “radıyallahü anh” Seyyid-ül-Hiyere [seçkinlerin efendisi] idi. Alî “radıyallahü anh” Kâtil-ül-kefere [kâfirleri öldürücü] idi.

Her kim Ebû Bekri “radıyallahü anh” severse, Allahü teâlâ onu sever. Her kim Ömeri “radıyallahü anh” severse, işleri iyi olur. Her kim Osmânı “radıyallahü anh” severse, sevâbı bîşu-

-485-

mâr [hesâbsız] olur. Her kim Alîyi “radıyallahü anh” severse, karşılığı Cennet ve dîdâr olur. Her kim bunları sevmezse, karşılığı Cehennem ve nâr olur. Devleti nigünsâr [baş aşağı] olur. Allahü teâlâ ondan bîzâr olur.

Otuzikinci Menâkıb: Rivâyet ederler ki, bir gün Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin Sahâbe-i güzîni “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” toplanmışlar idi. Kendi hâllerinden söz söyliyorlar idi. Birisi aralarından kalkıp, dedi ki, yâ Ebâ Bekr! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin izzet ve azameti için söyle, bu mertebeye ne ile erişdin. Buyurdu ki: Yemîn verdiğiniz için söylemek lâzımdır. Dünyâya karşı, dîni ihtiyâr etdim [seçdim]. Âhıretden, Allahü teâlânın rızâsını seçdim. Hiçbir gün önüme bir hâl gelmedi ki, o husûsda, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin hakkını, kendi hakkım üzerine üstün tutmıyayım. [Ya’nî Allahü teâlânın hakkını üstün tutdum.] Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine süâl etdiler. Sen bu mertebeye ne ile erişdin. Buyurdu ki: Onunla erişdim ki, muhakkak iki cihânda, Allahü teâlânın, istediğini azîz etdiğini ve istediğini zelîl etdiğini aklımdan çıkarmadım. Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine süâl etdiler. Sen ne ile bu dereceye erişdin. Buyurdu ki, Kitâbullahı sağ tarafıma koydum. Resûlullahın sünnetini sol tarafıma koydum. Muhakkak bildim ki, Allahü teâlâ hazretleri benim sırrıma muttalîdir. Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden süâl etdiler: Sen ne ile bu dereceye erişdin. Cevâb buyurdu ki; cihâd ile erişdim. Otuz sene mücâhede kılıncı ile ve haşyet zırhıyle ve vera’ kalkanı ile, tâ’at ve ibâdet oku ile, gönül kapısında oturdum. Bir nesneyi ki, gönlüme koymadım ve hâtırıma getirmedim. Allahü teâlânın rızâsı dışında bir nesneyi gönlüme sokmadım.

Otuzüçüncü Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu: (Ebû Bekr benim görür gözümdür ve işitir kulağımdır.) Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin gözüne ve kulağına ta’n eden kimsenin gözleri kör olsun. Yine buyurdu: (Ömer benim arkam [sırtım] ve sığınağımdır.) O hazretin arkasını ta’n eden kimsenin arkası kırılsın. Buyurdu: (Osmân benim elimdir.) O Sultân-ı Enbiyânın elini ta’n eden kimsenin eli kesilsin. Buyurdu: (Alî benim gömleğim-

-486-

dir.) Server-i âlemîn gömleğini ta’n eden kimsenin gömleği parça parça olsun. Haberde vârid olmuşdur ki, kıyâmet gününde ümmet-i Muhammedin güzîdeleri [seçilmişleri] arş önüne varırlar. Âsîlerin ahvâllerini görürler ki, arz ederler. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” der ki, yâ Rabbî, doğru sözlüleri bana bağışla. Ömer-ül Fârûk “radıyallahü teâlâ anh” der ki, yâ Rabbî! Âdilleri bana bağışla. Osmân “radıyallahü teâlâ anh” der ki, yâ Rabbî! Hayâ edenleri bana bağışla. Alî “radıyallahü teâlâ anh” der ki, yâ Rabbî! Civânmerdleri bana bağışla. Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurur; yâ Rabbî, fakîrleri bana bağışla.

Otuzdördüncü Menâkıb: Bir gün Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” oturmuş idi. Cebrâîl aleyhisselâm geldi. Cehennem kıssasını söyledi. Ümmet-i Muhammedin günâhkârlarının Cehenneme gideceklerini söyledi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” üzülüp, mahzûn oldular. Çihâr yâr-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretleri birbirine bakışdılar. Dediler, ne dersiniz? Ebû Bekr “radıyallahü anh” buyurdu: Ben onların günâhlarının yarısını götürürüm. Ömer “radıyallahü anh” buyurdu: Ben de yarısını götürürüm. Osmân “radıyallahü anh” buyurdu: Ben Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerine düâ ederim. Tâ beni onlara fedâ etsin. Beni o kadar büyük [iri] yapsın ki, Cehennemde onların bütün yerlerini doldurayım. Onlara girecek yer kalmasın. Alî “radıyallahü anh” buyurdu: Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri bana o kadar kuvvet versin ki, sırâtın köşesini düz tutayım. Tâ ki, onlar selâmetle sırâtı geçsinler. Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri, Meryem sûresi 85.ci âyet-i kerîmesinde meâlen, (O gün müttekîleri rahmân huzûrunda elçiler olarak haşr ederiz) buyurmuşdur. Âyet-i kerîmedeki (Vefd) kelimesi Sahâbelerdir. Kıyâmet günü olunca, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin hizmetinde ve ümmet-i Muhammedin şefâ’atinde kıyâm gösterirler.

Otuzbeşinci Menâkıb: Rivâyet olunmuş ki, Ebû Nevâs bir şâir idi. Ömrünü günâh ile geçirmiş, hüsrân ile sonuna götürmüş, amel defterini de simsiyâh etmişdi. Öldükden sonra, bunca günâhkârlığı ile, rüyâda gördüler. Süâl etdiler ki, Allahü

-487-

Sübhânehü ve teâlâ sana ne mu’âmele etdi. Cevâb verdi ki, Çihâr yâr-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerinin ve diğer sahâbîlerin medhleri hakkında yazmış olduğum dört beyt sebebi ile beni bağışlayıp, afv etdi. O beytleri evimin falan yerine koymuşdum. Rü’yâyı gören varıp, bu beytleri ta’rîf edilen yerde yazılmış buldu:

Sâhib-i gâr Atîki [Ebû Bekri], sevdiğim gibi derim,

Ebû Hafsı [Ömeri] ve Onu sevenleri severim.

 

Râzı olmadım Şeyhin, ben evinde katline,

Çok severim, Şeyhi [Osmânı] de Alîyi de.

 

Bence bütün sahâbe önderdirler ilmde,

Aksini söyliyenler, yara açarlar bu dinde.

 

Yâ Rab! Sen bilirsin hepsini sevdiğimi,

Onların hurmetine, âzâd et nârdan beni.

Otuzaltıncı Menâkıb: Süleymân bin Zekvân adında, zâhid, derecesi çok yüksek, tatlı bir kimse olduğu rivâyet edilen bir kimse var idi. O der ki: Benim bir komşum var idi. Müfsid ve aşağı bir kimse idi. Gündüz pazarda olurdu. Gece gelir şerâb içerdi. Bana çok cefâ verirdi. Âciz oldum. Oğluma dedim, gel; bu mahalleden bir başka mahalleye gidelim. Bunu görmiyelim. Kalkdık, bir başka mahalleye gitdik. Orada oturduk. Sonra, o adam öldü. O öldükden sonra, vatan-ı aslîmize geldik. Gecelerden bir gece, bir kimse kapıyı çaldı. Çıkıp, kapımı açdım. Bir merd gördüm ki, ayağı yerde, ama, o kadar yukarı bakdım, yüzünü göremedim. Bana dedi ki, dışarı gel. Ben dedim, korkarım. Korkma, dışarı gel, benim ardımca yürü. Ben de dışarı çıkdım ve izince gitdim. Kabristâna vardık. Bir mezâr üzerinde durduk. Bana dedi ki, bu mezârı aç. Ben de o mezârın toprağını açıp, lahdin kerpicine erişdim. Dedi ki, kerpici kaldır. Kerpici kaldırdığım gibi, bir bağçe gördüm ki, nihâyeti yok. Ve orta yerinde bakdım bir taht kurulmuş. Üzerinde elvân döşekler döşenmiş. O müfsid dediğim merd onun üzerine oturmuş. Bana dedi ki, bu merdi tanır mısın. Ben dedim, bu benim komşumdur. Ben mahalleyi bunun yaramazlığı yüzünden terk etmişdim. Bana acâib gelmişdi [Hayretler içinde kaldım]. O Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri hakkı için ki, sana bu kerâmeti vermiş-

-488-

dir. Söyle ki, o merd bu kadar fısk ve fücûr ile bu mertebe-i aliyyeye ne sebeble erişmişdir. O dedi, hakîkaten, bu adam senin dediğin gibi idi. Lâkin, bir iyi âdeti var idi. Ben dedim, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri için, o âdeti beyân eyle. Dedi, âdeti bu idi ki, farz nemâzı kılıp, selâm verip, nemâzdan çıkdıkdan sonra, (Yâ Rabbî! Ebû Bekre, Ömere, Osmâna ve Alîye “radıyallahü anhüm” rahmet et) diye düâ okurdu. Bu kıssadan ma’lûm oldu ki, her kim Çihâr yâre muhabbet besler ise; Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri o kimseye ne kadar mücrim ve günâhkâr dahî olsa da rahmet eyler.

Otuzyedinci Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri islâmı âşikâre eylediği vaktde, âlemin zulmeti cemâli nûrânîsi ile münevver oldu. Her tarafa elçiler ile mektûblar gönderdi. Bütün insanları, karadan ve denizden, dağ ve ovadan Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine da’vet etdi. Dıhye “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini nâme [mektûb] ile rûm şâhı Kaysere gönderdi. Dıhye “radıyallahü anh” rûm diyârına vardıkda, Kaysere haber verdiler. Mekke-i mükerremede Peygamberlik da’vâsı eden Muhammed Mustafâdan “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” elçi gelmişdir, kapıda durur. Rûm Kayseri, çağırın içeri gelsin, dedi. Dıhye “radıyallahü anh” der ki, ben içeri girdim. Mektûbu Kaysere sundum. Kayser mektûbu benden alıp, ayağa kalkdı. Başı üzerine koydu. Gözlerine sürdü ve öpdü. Sonra mektûbu açdı. Önüne koydu. Davûl ve kös çalınmasını söyledi. Cümle reâyası [devlet adamları] toplandılar. Kayser, hatîblerin minbere çıkdıkları gibi yüksek bir yere çıkdı. Zîrâ minber yok idi. Sonra yüksek ses ile dedi ki, ey kavmim, bilin ve âgâh olun ki, o merd ki, Mekke-i mükerremede risâlet da’vâsı eder. Bu mektûbu bize göndermişdir. Cümlemizi hak dînine da’vet etmişdir. Siz ne dersiniz ve ne cevâb verirsiniz. O kavm birden feryâd edip, bağırdılar. Dediler ki, sen nasâra dînine kötülük yapmak istersin ve başka bir dîne girmek istersin. Kayser dedi ki, elem çekmeyiniz. Murâdım sizi tecrîbe etmek idi. Göreyim dinlerine nusret ederler mi. Geri dönün. Selâmetle evinize varınız. Kayser de kalkıp, serâyına vardı.

Dıhye “radıyallahü anh” der ki, bir gün Kayser beni çağırdı. Kayserin yanına vardım. Yalnız idik. Elimi tutup, serâyına ilet-

-489-

di. O serâydan içeride bir başka serâya götürdü. Sonra bir odanın kapısını açdı. Gâyet süslü ve çok insan sûretleri o odada nakş edilmişdi. Bana dedi ki, yâ Dıhye, bu üçyüzonüç Nebînin sûretleridir ki, Îsâ aleyhisselâm bu dıvârda nakş edilmişdir. Dıhye der ki, ben o sûretlere nazar ederken [bakarken], nâgâh, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin hilye-i şerîfine gözüm takıldı. O sûretler [resmler] arasında, ondördüncü ayın yıldızlar arasında parladığı gibi parlıyor idi. Ben dedim ki, bu bizim Peygamberimiz Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin sûret-i şerîfidir. Kayser dedi, doğru söylersin; ben de kitâblarımızda böyle buldum. Dıhye der ki, bakdım o Serverin sağ yanında bir sûret gördüm; oturmuş. Kayser bana dedi; bu kimdir. Ben dedim, Ebû Bekr-i Sıddîkin sûretidir. Sol yanında oturmuş birini gördüm. Yüksek ve heybetli, uzun boylu idi. Kayser dedi, bu kimdir. Ben dedim, Ömer bin Hattâbın sûretidir. Kayser dedi, ben de kitâbda böyle bulmuş idim. Birini dahî gördüm, önünde hayâ ile oturmuş. Kayser dedi, bu kimdir. Ben dedim, Osmân bin Affânın sûretidir. Kayser dedi, ben de kitâbda böyle bulmuş idim. Birini dahî gördüm, ardında; dalkılınç olmuş durur. Kayser dedi, bu kimdir. Ben dedim, Alî bin Ebî Tâlibin sûretidir. Kayser dedi, doğru söylersin. Bizim kitâbımızda da böyledir. Dıhye der ki, Mekke-i mükerremeye döndüm. Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûr-ı şerîfine vardım. Kayserin kıssasını haber verdim. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Kayser doğru söylemiş. Kayser doğru söylemiş. Yâ Dıhye! Onlar beni ve benim Eshâbımı bilirler. Ammâ, ezelî şekâvet bedbahtlık ki, onlara erişmişdir; zarûrî olarak mahrûm olup, Cehennemlik olurlar.)

Otuzsekizinci Menâkıb: Ey müslimânlar, muvahhidler ve sünnîler. Bu makâmda çok şirin bir kelâm edelim; inşâallahü teâlâ. Ma’lûm ola ki, her ikbâl ve devlet, salâh ve se’âdet, çok ve az, Allahü teâlâ âlemde halk etmişdir. O devlet, ikbâl ve salâh ve se’âdetin aslını ve beyânını dört şeyde koymuşdur. O cümlenin hudûdunu ve sayısını Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinden gayri kimse bilmez. Lâkin o mikdâr bu hâlde bu fakîr ve bîçârenin fehminde ve ilmindedir. İşitin ve hâtırınızda tutun.

-490-

1– Allahü Sübhânehü ve teâlâ, çok memleketlerde zemânın salâhını [düzenini] dört şey ile te’mîn etmişdir. Yaz, kış, behâr, güz.

2– Dünyânın salâhını dört şeyde koymuşdur. Nebîler “aleyhimüsselâm” ve âlimler, hâkimler ve bezîrgânlar [tüccârlar].

3– Cennetin salâhını dört şeyde koymuşdur. Altın ve gümüş, cevher ve nûr.

4– Cehennemin sıkıntısı dört şeydedir. Bend [Zincirden bağ bukağı], gul [demir tasma], çâh [ateş kuyusu] ve zulmet [karanlık].

5– Gök yüzünün büyüklüğünün [yüksekliğinin] salâhını dört şeyde koymuşdur. [Ya’nî düzeni dört şey iledir.] Yıldız, ay, güneş ve melekler.

6– Yer bostânının [yeryüzünün] salâhını [düzenini] dört şeye bağlamışdır. Toprak ve su, ateş ve rüzgâr [yel].

7– Kur’ân-ı azîm-üş-şân dört şeyden hâsıl olmuşdur. Harf ve kelime, âyet ve sûre.

8– Îmânın keşfinin salâhını dört şeye bağlamışdır. Sabr ve yakîn, cihâd ve adl.

9– Îmân ve sabrının salâhını dört şeye bağlamışdır. Havf [korku] ve şevk, zühd ve murâkabe.

10– Îmân yakîninin salâhını dört şeye bağlamışdır. Hikmet ve basîret, gayret ve sünnet.

11– Îmân cihâdının salâhını dört şeye bağlamışdır. Emr-i ma’rûf ve nehy-i münker. Hamiyyet ve salâbet.

12– Îmân adlinin salâhını dört şeye bağlamışdır. Fehm ve ahkâm-ı islâmiyye, ilm ve hilm.

13– Merdin [erkeğin] kurtuluşunu dört şeye bağlamışdır. [Ya’nî kişinin se’âdetini dört şeye bağlamışdır.] İyi adı olmak, iyi bahtlılık, tevadu’ ve kanâ’at.

14– Kadının salâhını dört şeye bağlamışdır. [Ya’nî kadının iyiliği dört şey iledir.] Gayret ve iffet, setr ve emânet.

15– Aklın salâhı dört şey iledir. Uygunluk, şükr edici olmak. Sakınıcı olmak ve iyi işli olmak.

16– Tabî’atin salâhını dört şeyde koymuşdur. [Tabî’atin dü-

-491-

zeni dört şey iledir.] Harâret [sıcaklık], burûdet [soğukluk], rutûbet [nem] ve yübûset [kuraklık].

17– Dînin salâhı dört şey iledir. Nemâz ve zekât, oruc ve hac.

18– Nemâzın salâhı dört şey ile meydâna gelir. Kıyâm, rükü’, secde, kade-i ahîre.

19– Zekâtın salâhı dört şey iledir. Verici ve alıcı, nisâb ve hamûl [mal].

20– Orucun salâhını dört şeyde koymuşdur. Oruca niyyet ve imsâk ve ka’biliyyet, vakt.

21– Haccın salâhını dört şeyde koymuşdur. İhrâm ve vukûf, tavâf ve say’.

22– Gazâ etmenin salâhını dört şeyde koymuşdur. Kuvvet ve gayret, şehâmet ve şecâ’at.

23– Farzın salâhını dört şeyde koymuşdur. Şart ve rükn, eb’az ve hey’et.

24– İnsanın düzeni dört şey iledir. Yiyecek, içecek, giyecek ve ev.

25– Dünyânın salâhını dört şeyde koymuşdur. Hil’at, hürmet, muhabbet ve meveddet.

26– Yüzyirmidört bin Nebînin “aleyhimüsselâm” salâhı dört Peygamberdedir. Âdem, İbrâhîm, Mûsâ ve Muhammed Mustafâ “alâ nebiyyinâ aleyhissalâtü vesselâm”.

27– Gökden inen kitâblar dört dânedir. Tevrât ve İncîl, Zebûr ve Kur’ân-ı azîm-üş-şân.

28– Şehâdet kelimesini dört kelimeye koymuşdur. Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah.

29– Sûre-i ihlâsın salâhı dört âyetde yerleşdirilmişdir. Kul hü ... Allahü ... Lem ... Ve lem... .

30– Onsekizbin âlemin salâhını dört şeyde koymuşdur. Arş ve Kursî, Lehv ve Kalem.

31– Doksandokuz esmâ-i hüsnânın salâhını dört ismde koymuşdur. Evvel ve âhır, zâhir ve bâtın.

32– Yedi kat gökün ve yedi kat yerin ehlinin hâl ve bağlan-

-492-

tısının salâhını dört kimsede koymuşdur. Cebrâîl ve Mikâîl, İsrâfil ve Azrâîl “aleyhimüsselâm”.

33– Ulvî ve süflî âlem ehlinin salâhını dört şeyde koymuşdur. Hareket ve sükûn. İctimâ ve iftirak [toplanmak ve ayrılmak].

34– Âlimlerin salâhı dört şey iledir. Hak söylemek ve nasîhat etmek. İlmi büyük tutmak ve bildiği ile amel etmek.

35– Müteallim [talebe]lerin salâhı dört şey iledir. Hakkı işitmek, nasîhat kabûl etmek. İlm üzerine konuşmak. Âlimi büyük tutmak.

36– Pâdişâhların salâhı da dört şey iledir. Vilâyet, asker, vezîr ve hazîne.

37– Reâyânın salâhı dört şey iledir. Sultânın adâleti. İnfâk, ülfet. Dostlar arasında ve düşmanlardan emîn olmak.

38– Zâhirin salâhı dört şey iledir. Göz ve kulak, el ve ayak.

39– Bâtının düzeni de dört şey iledir. İlm ve akl, havf ve recâ [korku ve ümîd].

40– Abdest dört şey ile temâm olur. Yüzü yıkamak ve kolları yıkamak. Başını mesh etmek ve ayaklarını yıkamak.

41– Ayların salâhını dört şeyde koymuşdur. Receb, Zilka’de, Zilhicce ve Muharrem.

42– Onsekiz bin âlemin din ve ibâdetinin salâhını, Çihâr yâr-i güzînin muhabbetinde koymuşdur. Bunlar, emîr-ül mü’minîn Ebû Bekr-i Sıddîk, emîr-ül mü’minîn Ömer-ül Fârûk, emîr-ül mü’minîn Osmân-ı Zinnûreyn, emîr-ül mü’minîn Aliyyül Mürtedâdır “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”. Bunların hepsini, tafsîl etdik. Her dörtden biri yerine getirilmez ise veyâ birisi olmaz ise, o şey zâyi’ olur ve harâb olur. Eğer, Allahü teâlâ muhâfaza etsin, bir bedbaht ve bir devletsiz ve rezîl ve bir aşağılık, bir utanmaz ve yüzü kara, zerre kadar bu dört yâre buğz ve adâvet ve düşmanlığı beğense ve kalbinde ona yer etse, dünyâda ve âhıretde hüsrânda, ziyânda, mel’ûn ve bahtsız olur. (Dünyâda ve âhıretde hüsrân, o kimseler içindir.)

Otuzdokuzuncu Menâkıb: (Münebbihât) kitâbından terceme olunmuşdur. [Bu kitâbı İbni Hacer Askalânî yazmışdır.] O

-493-

haberleri ve sözleri beyân ederken, evvelâ Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin hadîs-i şerîflerini nakl eder. Sonra Çihâr yâr-i güzînin o hadîs-i şerîfe muvâfık tertîbi ile her birinden bir eser (söz) nakl eder.

İki maddeli kıymetli sözler: Rivâyet olunmuş ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bir hadîs-i şerîfde buyurdular ki: (İki haslet [özellik] vardır ki, o ikisinden efdal birşey yokdur. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine îmân getirmek. Müslimânlara fâideli olmak.) Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet olunmuşdur: (Bir kimsenin azıksız kabre girmesi, gemisiz denize girmesi gibidir.) Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: (Dünyânın izzeti mal iledir. Âhıretin izzeti amel iledir.) Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: (Dünyâ gammı kalbe zulmetdir. Âhıret gammı kalbe nûrdur.) Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: (Bir kimse ilm talebinde olsa, Cennet de onu taleb eder. Bir kimse ma’siyyet talebinde olsa, nâr [Cehennem] da onu taleb eder.)

Üç maddeli kıymetli sözler: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Bir kimse geçim darlığından şikâyetci olduğu hâlde sabâha çıksa, Rabbinden şikâyet etmiş gibi olur. Bir kimse dünyâ işi için üzülerek [mahzûn olduğu hâlde] sabâha çıksa, Allahü teâlâyı darıltmış olarak sabâhlamış olur. Bir kimse tevâdu’ etse bir zengine zenginliğinden ötürü, dîninin üçde ikisi gider.) Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: (Üç şeye üç şey ile ulaşılmaz. Zenginliğe arzû ile erişilmez. Yiğitliğe boya ile [süslenmekle] erişilmez. Sıhhate devâlar [ilâclar] ile erişilmez.) Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: (İnsanlar ile güzel geçinmek aklın yarısıdır. Güzel süâl sormak ilmin yarısıdır. Güzel tedbîr ma’îşetin yarısıdır.) Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: (Bir kimse dünyâyı terk etse, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri o kimseyi sever. Bir kimse günâhları terk etse, melekler o kimseyi sever. Bir kimse, başka insanlardan tama’ı kesse, insanlar onu sever.) Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: (Dünyâ ni’metlerinden ni’met olmak cihetinden, islâm sana kifâyet eder. Dünyâ meşgûliyyetinden sa-

-494-

na ibâdet etmek, meşgûl olmak cihetinden kifâyet eder. İbret almak cihetinden ölüm sana kifâyet eder.)

Dört maddeli kıymetli sözler: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Ebû Zer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine buyurdular ki: (Yâ Ebâ Zer! Gemiyi yenile. Muhakkak ki, deryâ derindir. Azık al, zîrâ yolculuk uzundur. Yükünü hafîf et. Zîrâ geçilmesi zor geçitler var. Amelini hâlis eyle. Zîrâ; hâlisi-bozuğu ayıran Basîrdir.) Yine Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Yıldızlar gök ehli için emândır. Ne zemân ki yıldızlar gök ehlinin üzerine dökülür; kazâ nâzil olur. Benim eshâbım da ümmetim üzerine emândır. Ne vakt eshâbım zâil olursa, ümmetim üzerine kazâ nâzil olur. Eshâbım üzerine de ben emânım. Ben gitdim, eshâbım üzerine kazâ nâzil olur. Dağlar yer ehli için emândır. Ne zemân ki dağlar yer üzerinden gitdi. Yer ehli üzerine kazâ nâzil oldu.)

Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: (Dört şey vardır ki, dört şey ile temâm olur. Nemâz, secde-i sehv ile temâm olur. Oruc sadaka-ı fıtr ile temâm olur. Hac fidye ile temâm olur. Îmân cihâd ile temâm olur.) Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: (Deryâlar dörtdür: Allahü teâlâ hazretlerinin rahmeti, günâhlar için deryâdır. Nefs, şehvetler için deryâdır. Ölüm, ömrler için deryâdır. Kabr, nedâmetler [pişmânlıklar] için deryâdır.) Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: (Dört şey vardır ki, zâhirleri fazîletdir. Ve bâtınları farzdır. Kur’ân-ı azîm-üş-şânın tilâveti fazîletdir. Onunla amel farzdır. İnsanlara ihsân etmek fazîletdir. Hasımları birbirinden râzı etdirmek farzdır. Sâlihler ile berâber bulunmak fazîletdir. Yapdıklarına uymak farzdır. Hastaları sormak fazîletdir. Vasıyyetlerini kabûl etmek farzdır.) Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: (Bir kimse Cennete müştak olsa [Cenneti arzû etse], hayrlı işlere koşar. Bir kimse ateşden [Cehennemden] korksa, şehvetlerinden kendini men’ eder. Bir kimse ölümü yakın bilse, dünyâ lezzetlerinden sakınır. Bir kimse dünyâyı bilse [tanısa], musîbetler ona hor olur [musîbetlerin te’sîrinde kalmaz].)

Beş maddeli kıymetli sözler: Resûlullah “sallallahü teâlâ

-495-

aleyhi ve sellem” hazretleri, bir hadîs-i şerîfde buyurdular ki:

(Her kim beş nesneyi hakîr ve hor görse, beş nesneden mahrûm olur. Bir kimse ulemâyı hakîr görse, dinden mahrûm olur ve dînine ziyân eder. Bir kimse ümerâyı [âmirleri] hakîr görse, dünyâdan mahrûm olur. Bir kimse akrabâsına istihfâf etse [hafîf görse], mürüvvetden mahrûm olur. Bir kimse kendi ehline istihfâf etse [aşağı görse], ma’îşetden mahrûm olur. Bir kimse komşularına istihfâf etse [aşağı görse], menfe’atlerinden mahrûm olur.) Yine Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, bir hadîs-i şerîfde buyurdular ki: (Muhakkak Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri bir kimseye beş şeyi hâzırlamadan beş şeyi vermez. Bir kimseye, ni’metini artdırmasını hâzırlamadıkça şükr vermez. Kabûl etmeği hâzırlamadıkça düâ vermez. Afv etmeği hâzırlamadıkça istigfâr vermez. Kabûl edeceğini hâzırlamadıkça tevbe vermez. Karşılığını hâzırlamadan sadaka verdirmez.)

Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden mervîdir. Buyurdular ki: (Beş zulmetin beş ışığı vardır. Dünyâ zulmetdir. Işığı, tâ’atdır. Günâh zulmetdir. Işığı tevbedir. Kabr zulmetdir. Işığı, Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullahdır. Âhıret karanlıkdır. Bunun ışığı, sâlih ameldir. Sırat karanlıkdır. Işığı, yakîndir.) (Münebbihât)dan bizde olan nüshasında, kabr zulmetine ışık, Lâ ilâhe illallah, yazılıdır. Lâkin Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin menâkıb-ı şerîflerinde zikr olundu ki, Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah sözlerini birbirinden ayrı dememişdir. Son menâkıbda mufassal beyân olunmuşdur. Bu âdet-i şerîfleri bozulmasın diye, burada da berâber yazıldı. En doğrusunu Allahü teâlâ bilir.

Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden mervîdir. Merfû olarak, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Eğer böyle olmasa idi, ya’nî Allahü âlem, bu şehâdete magrûr olup, ibâdete ve tâ’ate tenbellik edip, gevşek davranmasalardı, beş kimseye şehâdet ederdim ki, muhakkak onlar Cennet ehlindendir. Birisi, ıyâl [çoluk-çocuk] sâhibi olan kimse. Birisi, zevci ondan râzı olan hanım. O hanım ki, mehrini ve çeyizini zevcine hediyye eder. Birisi o kimse ki, vâlideyni

-496-

[anne-babası] ondan râzı olur. Birisi o kimse ki, günâhdan tevbe eder.)

Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden mervîdir. Buyurdu ki: (Beş nesne müttekîler alâmetlerindendir. Dînini ıslâh eden kimseler ile oturmak. Fercinin ve lisânının üzerine gâlib olmak. Kendisine dünyâdan erişen çok şeyi vebâl görmek. Âhıretden az bir şey erişirse, onu kendisine ganîmet bilmek. Harâm olur korkusu ile halâlden mi’desini çok doldurmamak. Başkalarını kurtulmuş, kendisini helâk olmuş bilmek.)

Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden mervîdir. Buyurdu ki: (Beş haslet olmasaydı, insanların hepsi sâlih olurlar idi. Câhilliğe kanâ’at etmek. Dünyâya harîs olmak. Malın fazlasına cimrilik. Reyde, fikrde ucb, kendini beğenmek.)

Altı maddeli kıymetli sözler: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Altı şey, altı vatanda [mahalde, hâlde] garîbdir. Mescidler, içinde nemâz kılmıyan kavm arasında garîbdir. Okumıyanlar arasında Kur’ân-ı kerîm garîbdir. Kur’ân-ı kerîm, fısk işleyenler yanında garîbdir. Kötü huylu, zâlim kocanın elindeki sâliha kadın garîbdir. Kendini dinlemiyen kavmin arasındaki âlim garîbdir. Kötü huylu kadının elindeki sâlih zevc garîbdir. Allahü teâlâ onlara kıyâmet gününde elbette rahmet nazarı ile bakmaz.)

Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: (İblîs, önünde durur. Nefs, sağında durur. Hevâ solunda durur. Dünyâ arkanda durur. Etrâfında a’zâlar durur. Cebbâr [mekânlı olmıyan] seni devâmlı görür. İblîs, seni dînini terk etmekden yana da’vet eder. Nefs, seni ma’siyyetden yana da’vet eder. Hevâ, şehvetlerden yana da’vet eder. Dünyâ, kendini âhırete tercîhden yana da’vet eder. A’zâlar [uzvlar], günâh işlemekden yana da’vet eder. Cebbâr, seni Cennet ve magfiretden yana da’vet eder. Her kim ki, iblîse icâbet ederse, dîni gider. Her kim ki, nefse icâbet etdi, rûhu necât bulmaz. Her kim ki, hevâya icâbet ederse, akl ondan gider. Her kim ki, dünyâya icâbet ederse, âhıreti gider. Her kim ki, a’zâlara [uzvlara] icâbet ederse, Cennet elinden gider. Her kim ki, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerine icâbet ederse, bütün fenâ ve zararlı şeyler ondan gider. Bütün hayrlara nâil olur.)

-497-

Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: (Muhakkak Allahü teâlâ hazretleri altı nesneyi altı nesnede gizledi. Rızâ-ı şerîfini tâ’atda gizledi. Gadabını ma’siyyetde gizledi. İsm-i a’zamını Kur’ân-ı kerîmde gizledi. Evliyâsını insanlar arasında gizledi. Ölümü, ömr içinde gizledi. Kadr gecesini Ramezân-ı şerîf içinde gizledi. Salât-ı vustâyı beş vakt içinde gizledi.)

Osmân “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: (Muhakkak ki, mü’min altı nev’ korkudadır. Birisi, Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri cânibinden [tarafından] korkudadır ki, onun rûhunu ânîden alır, diye. İkincisi, hafaza melekleri cihetinden korkudadır ki, onun üzerine yazdıkları nesne sebebi ile, kıyâmet gününde rüsvay olur. Üçüncü, şeytân cânibinden korkudadır ki, onun amelini bâtıl eder. Dördüncü, melek-ül-mevt hazretleri cânibinden korkudadır ki, gafletde iken rûhunu alır. Beşinci, dünyâ cânibinden korkudadır ki, dünyâya magrûr olup, dünyâ onu âhıretden meşgûl eder. Altıncı, ehl-i ıyâl cânibinden korkudadır ki, onlar ile meşgûl olup, onlar onu Allahü teâlânın zikrinden meşgûl ederler.)

Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdular ki: (Altı hasleti bulunduran kimseler, Cennete çağrılan yolların hiçbirini terk etmez. Nâra [Cehenneme] götürecek yolların hiçbirine varmaz. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerini bilip, ona tâ’at etmek. Şeytânı bilip, ona ısyân etmek. Bâtılı bilip, ondan sakınmak. Hakkı bilip, ona ittibâ’ etmek. Âhıreti bilip, onu taleb etmek. Dünyâyı bilip, onu terk etmek.)

Yedi maddeli kıymetli sözler: Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri, yedi kimseyi, Arş-ı azîmin gölgesinde o günde gölgelendirir. O gün Arş-ı azîmin gölgesinden başka gölgelenecek yer olmaz. Yalnız Arş-ı azîmin gölgesi olur. Bunlar:

1– Âdil devlet başkanı,

2– Allahü teâlâya tâ’atde bulunarak yetişen genç,

3– Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerini tenhâlarda zikr edip ve gözlerinden Allahü teâlânın korkusundan yaş akıtan kimse,

-498-

4– Kalbi mescide bağlı olan kimse,

 5– Sağ elinin verdiği sadakayı, sol elinin bilmediği kimse,

 6– Birbirini Allahü teâlâ için seven iki kimse,

7– Bir cemâl sâhibi kadın [güzel kadın] kendisini da’vet etdiği zemân, ondan kaçıp, Âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâdan korkarım diyen kimse.)

Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: (Bahillerin [cimrilerin] malı, yedi belâdan birinde olur [birine uğrar]. Mîrâs yiyen bir vârisi, malını isrâf eder, onu Allahü teâlâ hazretlerinin tâ’atinden başka yerde harcar. Veyâ Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri o bahilin [cimrinin] üzerine bir eziyyet edici kimseyi [zâlimi] musallat eder. Onun malını, onun nefsini hor ve zelîl etdikden sonra alır. O bahili [cimriyi] bir şehvet harekete getirir ki, o şehvet ile uygunsuz işler yaparak malını ifsâd eder. Onda bir düşünce peydâ olur. İftihâr [öğünmek] için bir binâ yapar. Yâ bir fâidesiz harâbeyi ta’mîr eder. Malını onlara sarf eder. Yâ dünyâ âfetlerinden bir âfet peydâ olur. Suda gark olur, hırsız çalar veyâ ona dâimî bir dert erişir. Malını doktorlara yidirir. Yâ malını bir mekânda saklar. Sonra unutur.)

Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: (Çok gülen kimsenin heybeti az olur. Çok şaka yapan istihfâf edilir [hakîr görülür]. Çok konuşan çok yanılır. Çok hatâ edenin hayâsı az olur. Hayâsı az olanın vera’ı az olur. Vera’ı az olanın kalbi ölü olur. Kalbi ölü olanı Allahü teâlâ Cehenneme dâhil eder.)

Osmân “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: (Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri [Kehf sûresi 82.ci âyet-i kerîmesinde meâlen], (Onun altında ikisine âid hazîne var idi) buyurdu. O kenz altından bir levha idi. Onda yedi satır var idi.

1– Ben teaccüb ederim [şaşarım] o kimseye ki, muhakkak, bütün işler takdîr iledir. Hâlbuki o kimse kaçırdığı şeyler için üzülür.

2– Şaşarım o kimseye ki, ölümü bildiği hâlde güler.

3– Şaşarım o kimseye ki, Cehennemi bildiği hâlde günâh işler.

4– Şaşarım o kimseye ki, Cenneti bildiği hâlde istirâhat eder.

5– Şaşarım o kimseye ki, Al-

-499-

lahü tebâreke ve teâlâ ve tekaddes hazretlerini bildiği hâlde, başkasını zikr eder.

6– Şaşarım o kimseye ki, dünyânın fânî olduğunu bildiği hâlde içindekilere rağbet eder.

7– Şaşarım o kimseye ki, Kıyâmetde hesâba çekileceğini bildiği hâlde mal biriktirir.)

Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden süâl olundu ki: (Gökden ağır olan nedir, yerden geniş olan nedir, denizden engin olan nedir, ateşden sıcak nedir, taşdan katı nedir, Zemherîrden soğuk nedir, zehrden acı olan nedir?) Alî “radıyallahü teâlâ anh” cevâb verdi ki: (Gökden ağır olan, temiz bir kimseye iftirâ etmekdir. Yerden geniş olan; Hak, doğru olan şeydir. Denizden engin olan, kanâ’at eden kalbdir. Ateşden sıcak olan, zulm eden sultândır. Taşdan katı olan, münâfıkın kalbidir. Zemherirden soğuk olan; levm eden, kınayan kimseye ihtiyâcını arz etmekdir. Zehrden acı olan, sabr etmekdir.)

Sekiz maddeli kıymetli sözler: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bir hadîs-i şerîflerinde buyurdular ki:

(Sekiz şey, sekiz şeyden doymaz. Göz nazardan [bakmakdan]. Yer yağmurdan. Kadın erkekden. Âlim ilmden. Süâl soran sormakdan. Harîs, mal yığmakdan. Deryâ [deniz] sudan. Ateş odundan.)

Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: (Sekiz şey, sekiz şeyin zînetidir: İffet, fakrin süsüdür. Şükr, zenginliğin süsüdür. Sabr, belânın süsüdür. Tevâdu’, hasebin [asâletin] süsüdür. Hilm, ilmin süsüdür. Çok ağlamak korkunun süsüdür. Başa kakmamak, ihsânın süsüdür. Huşû’ nemâzın süsüdür.)

Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: (Bir kimse fuzûlî konuşmağı [fazla, lüzûmsuz konuşmağı] terk etse, ona hikmet bağışlanır. Bir kimse fuzûlî bakmağı terk etse, ona huşû’ bağışlanır. Bir kimse fuzûlî yimeği terk etse, ona ibâdetin lezzetini duymak bağışlanır. Bir kimse gülmeği terk etse, ona heybet bağışlanır. Bir kimse mîzâhı [şakalaşmağı] terk etse, ona hüsn ve melâhat [güzellik ve tatlılık] verilir. Bir kimse dünyâ sevgisini terk etse, ona âhıret sevgisi verilir. Bir kimse, başkalarının aybı ile meşgûl olmağı terk etse, ona nefsinin

-500-

ayblarını ıslâh etmek nasîb olur. Bir kimse Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin zât-i pâkinin keyfiyyetinden tecessüsü terk etse, ona nifâkdan berâat bağışlanır [ya’nî o nifâkdan korunur].)

Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: (Âriflerin alâmeti sekizdir: Kalbi, korku ve ümîd iledir. Dili, hamd ve senâ iledir. Gözleri, hayâ ve ağlama iledir. İrâdesi, dünyâyı terk etmek ve Allahü teâlânın rızâsını kazanmakdır.)

Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: (Huşû’ olmıyan nemâzda hayr yokdur. Boş söz konuşulmanın terk edilmediği orucda hayr yokdur. Dikkat etmeden Kur’ân-ı kerîm okumakda hayr yokdur. Vera’ olmıyan ilmde hayr yokdur. Sehâ [cömerdlik] olmıyan malda [zenginlikde] hayr yokdur. Devâmlı olmıyan ni’metde hayr yokdur. İhlâs, ta’zîm ve tekrîm olmıyan düâda hayr yokdur.)

Dokuz maddeli kıymetli sözler: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bir hadîs-i şerîfde buyurdular ki,

(Allahü teâlâ Mûsâ “aleyhissalâtü vesselâm” hazretlerine Tevrâtda vahy etdi. Muhakkak hatâların anası üçdür. Kibr, hırs ve hased. Onlardan altı hatâ dahâ doğdu. Temâmı dokuz oldu. O altı hatâ; Tokluk. Uyku. Râhatlık. Mal sevgisi. Övünme sevgisi. Reîs olma sevgisidir.)

Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: (Âbidler üç sınıfdır. Her bir sınıfın alâmetleri vardır ki, o alâmetler ile bilinir. Bir sınıfı, Allahü teâlâ hazretlerine korku yolu ile ibâdet ederler. Bir sınıfı, ümîd yolu ile ibâdet ederler. Bir sınıfı, muhabbet yolu ile ibâdet ederler. Birinci sınıf için üç alâmet vardır: Sevdiği nesneyi bağışlar. Rabbinin râzı olmasına, nefsinin gadabını değişmez. Herhâlde Rabbinin emrini yapıp, nehyinden kaçar. İkinci sınıf için de üç alâmet vardır: Kendi nefsini hakîr, aşağı görür. Yapdığı ihsânı kıymetsiz bulur. Akranlarını [emsâllerini] üstün görür. Üçüncü sınıf için de üç alâmet vardır: Herhâlde insanlara önder olur. Bütün insanların cömerdi olur. Allahü teâlâya, halkın temâmının hakkında hüsn-i zannı olur.)

Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: (İblîsin

-501-

zürriyyetinde dokuz nefer vardır ki şunlardır: Zenbûr; sokaklar sâhibidir. Sokakda bayrağını diker. Vetin; musîbetler sâhibidir. Evân; sultân sâhibidir [onunla berâberdir]. Hefâf; şerâbın sâhibidir [onunla arkadaşdır]. Mürre; mizmârlar [çalgılar] sâhibidir. Lekûs, mecûsînin sâhibidir [onunla arkadaşdır]. Müsavvit; yalan haberler sâhibidir. Dâsim, hâneler, evler sâhibidir. Eğer bir şahs evine geldikde, Allahü teâlânın ism-i şerîfini zikr etmezse,o kişi ile hanımı arasında adâvet ve münâze’a vâki’ olur. Hattâ aralarında talâk ve hul’ ve darb [dövme] vâki’ olur. Velhân; abdestde, nemâzda ve diğer ibâdetlerde vesvese verir.)

Osmân “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: (Bir kimse beş vakt nemâzını vaktinde, devâmlı kılsa, Allahü teâlâ ona dokuz ikrâmda bulunur. Allahü teâlâ o kimseyi sever. Bedeni sıhhatli olur. Melekler onu korurlar. Onun evine bereket nâzil olur. Sâlihlerin sîmâsi, yüzünde zâhir olur. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, onun kalbini yumuşak kılar. Sıratdan şimşek gibi geçer. Allahü teâlâ hazretleri onu Cehennemden korur. (Onlar üzerine korku ve hüzn dahî olmaz) kelâmı ile medh edilenler ile berâber olur.)

Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: (Ağlamak üç şeydendir. Birisi, Allahü teâlâ korkusundan, ikincisi, gadabından, üçüncüsü, kat’iyyet-i haşyetinden. Birinci ağlamak, günâhlara keffâretdir. İkinci ağlamak, ayblarının temizlenmesidir. Üçüncü ağlamak, vilâyet ve mahbûbun rızâsıdır. Günâhlarının temizlenmesinin semeresi, kurtuluşdur. Ayblardan temizlenmenin semeresi, Na’îmde olmakdır. Vilâyet ve mahbûbun rızâsının semeresi Allahü teâlâyı rü’yetdir.)

On maddeli kıymetli sözler: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bir hadîs-i şerîflerinde buyurdular ki:

(Misvâk kullanmağa devâm ediniz! Zîrâ onda on haslet vardır. Ağzı temizler. Allahü teâlâ ondan râzı olur. Şeytânı gadaba getirir. Hafaza melekleri onu severler. Diş etlerini kuvvetlendirir. Balgamı keser. Ağız kokusunu güzelleşdirir. Safra harâretini söndürür. Göze cilâ verir. Ağız kokusunu keser.) Misvâkı kullanmak sünnetdir.

Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki:

-502-

(Allahü teâlâ hazretleri on haslet ile kullarını âfâtdan koruyup, mukarreblerin derecesine çıkarır:

1– Kanâ’at eden kalb ile devâmlı sıdk.

2– Devâmlı şükr ile, kâmil sabr.

3– Hâzır zühd ile devâmlı fakîrlik.

4– Aç karın ile devâmlı zikr.

5– Fâsılasız korku ile devâmlı hüzn.

6– Mütevâzî beden ile devâmlı gayret.

7– Dâim rahm ile devâmlı rıfk.

8– Hayâ ile devâmlı muhabbet.

9– Devâmlı hilm ile fâideli ilm.

10– Sâbit akl ile dâimî îmân.)

Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: (On şey, on şeyden başkası ile düzgün olmaz, ıslâh edilemez:

1– İlm, vera’dan başkası ile ıslâh olmaz.

2– Amel, ilmsiz olmaz.

3– Korkusuz kurtuluş olmaz.

4– Sultân, adâletden başka şey ile ıslâh olmaz.

5– Asâlet [şeref], edeb ile ıslâh olur. 6– Sevinç, emniyyet ile olur.

7– Zenginlik, cömerdlik ile ıslâh olur.

8– Üstünlük tevâdû’ ile olur.

9– Fakîrlik, kanâ’at ile ıslâh olur.

10– Tevfîk olmadan cihâd olmaz.)

Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: (On şey, muhakkak kayb edilmişdir:

1– Süâl sorulmıyan âlim.

2– Amel edilmiyen ilm.

3– Kabûl edilmiyen doğru fikr.

4– Kullanılmıyan silâh.

5– Nemâz kılınmıyan mescid.

6– Okunmıyan Kur’ân-ı kerîm.

7– Fakîrlere verilmiyen mal.

8– Binilmiyen at.

9– Yalnız dünyâ için olan ilm.

10– Yol azığı hâzırlanılmadan geçen uzun ömür.)

Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyuruyor ki:

(Mîrâsın hayrlısı ilmdir.

Rızkın en iyisi edebdir.

Azığın hayrlısı, takvâdır.

Sermâyenin en kazanclısı ibâdetdir.

En iyi rehber sâlih amellerdir.

Arkadaşın iyisi güzel huydur.

Hilm, en iyi yardımcıdır.

Muhtâc olmamanın en iyisi kanâ’atdir.

Yardımın hayrlısı tevfîkdir.

Terbiye edicilerin en iyisi ölümdür.)

Buraya kadar (Münebbihât)dan nakl olunmuşdur.

Kırkıncı Menâkıb: Bir gün Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Âişe-i Sıddîka “radıyallahü teâlâ anhâ” hazretlerinin mubârek evine vardı. İnsanlık îcâbı karınları acıkmışdı. Buyurdular ki,

(Yâ Âişe! Hiç bir yiyecek var mıdır?) Mubârek sözlerini temâmlamadan, kapı çalındı. Kapıyı açdılar. Gördüler ki, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretleridir. Resûlullah hazretleri “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”

-503-

buyurdu ki: (Yâ Ebâ Bekr! Bu vakt gelmenize sebeb nedir?) Ebû Bekr-i Sıddîk cevâb verdi ki, (Yâ Resûlallah! Üç gündür bir ta’âm yimemişim. Açlık cânıma kâr etdi. Geldim ki, mubârek dîdâr-ı şerîfinizin müşâhedesi ile karnım tok olsun.)

Bu konuşma sırasında iken, yine kapı çalındı. Kapıyı açdıkda, bakdılar ki, Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretleridir.

Sonra Alî “radıyallahü teâlâ anh” geldi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu: (Gelmenize sebeb nedir.) Buyurdular ki, yâ Habîb-i Rabbil’âlemîn! Üç gündür yemek yimedik. Çok acıkdık. Geldik ki, mubârek, emsâlsiz cemâlinizin müşâhedesi ile, bu dağdağadan halâs olup, karnımız tok olsun. Hazret-i Alî dedi ki, yâ Resûlallah. Üç gündür seyyidünnisâ Fâtıma-tüz-zehrâ “radıyallahü teâlâ anhâ” hazretleri ve imâmeyn-i ciğer gûşeleriniz Hasen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretleri de açlıkdan kat’î bunalmışlardır.

Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu: (Üç gündür ben de ta’âm yimedim. Karnım açdır.) Hazret-i Alî dedi ki, yâ Nebiyyallah! Dün yoldan geçerken, Mu’âz bin Cebelin “radıyallahü teâlâ anh” havlusunda olan hurma ağacında hurma gördüm. Bunu söyleyince, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki, (Kalkın, Mu’âzın evine gidelim! Bizi hurma ile konuk etsin [müsâfir etsin]!)

Server-i Enbiyâ, Çihâr yâr-i güzîn hazretleri ile, Mu’âz hazretlerinin kapısına gitdiler. Güçlükle vardılar. Vay başımıza, vay cânımıza! Sultân-ı kevneyn ve Resûl-i sakaleyn ki, onsekizbin âlem onun yüzü suyu hürmetine yaratılmışdır. Görünüz hazret-i Çihâr yâr-i güzîn ile birlikde ne zahmetler çekmişlerdir. Allah saklasın, bir gün aç kalmış olsak, başımıza kıyâmet kopar. Dünyâ bize zindân olur. Eğer Eshâb hazretlerinden birisi merkad-ı şerîflerinden [kabrlerinden] başını kaldırıp, bu zemânda olan ümmet-i Muhammede nazar etse [baksa], teâccüb edip [hayret edip] der ki, acabâ bunlar hangi milletdendir, hangi tâifedendir. Hangi Peygamberin ümmetidir. Biz de insâf etsek. Hergün dahâ iyiye mi gidiyoruz! Allahü teâlâ şânühü hazretleri, bu sultânların hurmetine, kendi lutf, kerem, fadl ve ihsânı ile, bizim o yüzümüzün karalığına bakmayıp, afv buyursun. Biz âsî ve mücrim kullarını dîdârı ile şereflendirsin. Âmîn! Yâ Rabbî, âmîn diyen kullarını magfiret buyur.

-504-

Murâdımıza gelelim. Mu’âz hazretlerinin kapısına vardılar.

Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri seslendi ki, yâ Mu’âz! Devlet kuşu başına kondu. Allahü teâlânın Resûlü kapına geldi. İçeride olanlardan kimse duymadı. Mu’âzın bir küçük kızcağızı var idi. O duydu. Annesini çağırdı. Yâ ana, yâ ana! Ne yatarsın, hazret-i Ebû Bekr kapımıza geldi; çağırıyor. Annesi kızı azarladı. Ne yalan söylersin; hiç bu vakt, hazret-i Ebû Bekr kapımıza gelir mi? Kızı da, ne yapsın; yatdı.

Birâz sonra, Ömer “radıyallahü teâlâ anh” çağırdı. Yine kız uyandı. Annesine haber verdi. Annesi evvelki gibi azarladı.

Birâz sonra da hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” çağırdı. Yine kız uyandı. Annesine haber verdi ki, yâ anne! Hazret-i Alî kapıya gelmiş; çağırıp durur. Annesi kızı, yine azarladı. Behey kız, deli mi oldun; ne söylersin. Kız yine sükût edip, yatdı.

Sonra, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, (Yâ Mu’âz) diye seslendi. Kız evvelki gibi uyanıp, dedi ki, yâ anne! Sana demedim mi ki, Ebû Bekr, Ömer ve Alî kapıya geldiler. Bana inanmadın. İşte Sultân-ı Enbiyâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” kendisi çağırır. Annesi diledi ki, yine kızı red eylesin. Kız vâlidesine bakmayıp, babasının yanına vardı. Resûlullah hazretlerinin şevkiyle babasını çağırdı. Yâ baba, ne yatarsın. Devlet ve se’âdet kuşu başına kondu. Allahü teâlânın Resûlü “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve Ebû Bekr, Ömer ve Alî “radıyallahü anhüm” hazretleri kapıya gelmişlerdir. Hemen o sâat, hazret-i Mu’âz kızından bu haberi işitince, acele ile yerinden kalkıp, kapıya koşdu. Kapıyı açıp, dedi ki, devlet ve se’âdet Mu’âzın başına kondu. Habîbullah hazretlerinin mubârek ayaklarının tozlarına yüz sürüp, içeri buyurun, dedi. Fahr-i âlem hazretleri de, Eshâb-ı güzîn ile içeri dâhil oldular.

Ondan sonra buyurdular ki, (Yâ Mu’âz! Üç gündür ben ve Eshâbım yemek yimemişiz! Dün Alî yoldan geçerken, senin havlunda olan hurma ağacında hurma görmüş. Onun için geldik ki, bizi hurma ile müsâfir edesin.)

Mu’âz “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, yâ Nebiyyallah! O hurmaları bugün düşürdük [ağacından topladık]. Kimini biz yidik. Ba’zısını fakîrlere ve komşularımıza ulaşdırdık. Bir hurma kalmamışdır.

Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri karşısına bakdı. Bir büyük zenbil gördü. Hemen hazret-i Alîye buyurdu ki, (Yâ Alî! Bu zenbili eline al! Bu gördüğün hurma ağacına

-505-

var. Benden selâm eyle! Ve söyle ki, Resûlullah senden hurma taleb eder.) Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri o zenbili alıp, hurma ağacının yanına vardı. Peygamberin selâmını götürdü, iletdi. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin izni ile hurma ağacı fasîh bir lisân ile selâmı aldı. Ta’zîm eyleyip, eğildi. Sonra Allahü teâlânın izni ile, ağacda hurmalar doldu. Hazret-i Alî o zenbili hurma ile doldurup, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûr-ı şerîflerine getirdi. O hurmadan yidiler. Bütün Eshâba ulaşdırdılar. Hattâ o zenbili hurma ağacına asdılar. Resûlullah hazretlerinin dâr-ı bekâya intikâline kadar hiç boşalmadı.

Kırkbirinci Menâkıb: Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” bir gün hastalandı. Ebû Bekr, Ömer ve Osmân “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretleri iyâdetine [hasta ziyâretine] vardılar. Hazret-i Alînin yanında bir tas bal var idi. Bu tas ile balı bunların önüne götürdü. Tas ak, içindeki bal kızıl idi. O tasın içinde kara bir kıl vardı.

Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, biz baldan, her birimiz bu üçü için bir misâl getirmeyince yimeyiz. Kendisi buyurdu ki: (Dîn-i islâm tasdan münevverdir [nûrludur]. Îmân baldan tatlıdır. Dînin hükmü kıldan incedir.)

Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: (Cennet tasdan münevverdir. Cennetin ni’metleri baldan tatlıdır. Sırat köprüsü kıldan incedir.)

Osmân “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: (Kur’ân-ı azîm-üş-şân tasdan münevverdir. Kur’ân-ı kerîm okumak baldan tatlıdır. Kur’ân-ı kerîmin tefsîri kıldan incedir.)

Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: (Müsâfirin nûru tasdan münevverdir [nûrludur]. Müsâfirin sözü baldan tatlıdır. Müsâfirin gönlüne ri’âyet etmek kıldan incedir.) Her biri kendi hâllerine münâsib kelâm buyurdular.

Kırkikinci Menâkıb: Birgün Fahr-i kevneyn ve Resûl-i sakaleyn Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretleri ile oturur idi. Kudretden ortaya bir ak tas geldi. İçi ak bal ile dolu idi. Üstünde bir ak kıl vardı Hayret etdiler. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Gelin her birimiz bu üçüne bir temsîl getirmeyince el sürmiyelim.)

-506-

Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: (Resûlullah hazretleri bu tasdan nûrludur. Resûlullah ile konuşmak bu baldan tatlıdır. Resûlullahın sünnetini yerine getirmek bu kıldan incedir.)

Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: (Îmân bu tasdan nûrludur. Îmân getirmek bu baldan tatlıdır. Îmân ile gitmek bu kıldan incedir.) Ondan sonra,

Osmân “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: (Kur’ân-ı kerîm bu tasdan nûrludur. Kur’ân-ı kerîm okumak bu baldan tatlıdır. Kur’ân-ı kerîmin buyurduğunu tutmak bu kıldan incedir.) Ondan sonra

Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu: (Müsâfirin yüzü bu tasdan nûrludur. Müsâfir ile yemek yimek bu baldan tatlıdır. Müsâfirin hâtırını yerine getirmek bu kıldan incedir.) Ondan sonra

hazret-i Âişe “radıyallahü teâlâ anhâ” buyurdu ki: (Halâl [zevcin] yüzü bu tasdan nûrludur. Halâli ile söyleşmek bu baldan tatlıdır. Halâlin hizmetini yerine getirmek bu kıldan incedir.) Ondan sonra

Fâtıma-tüz-zehrâ “radıyallahü teâlâ anhâ” buyurdu ki: (Kız çocuğun yüzü bu tasdan nûrludur. Annesini-babasını sever olması bu baldan tatlıdır. Kız çocuğunun aybsız evlenmesi bu kıldan incedir.) Ondan sonra

Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Ümmetimin yüzü bu tasdan nûrludur. Ümmetim için şefâ’at bu baldan tatlıdır. Şefâ’atin kabûl olması bu kıldan incedir.)

Kırküçüncü Menâkıb: Ebû Zer-i Gıfârî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Bir gün Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri se’âdethânesinden dışarı çıkdı. Yürümeğe başladılar. Ben de ardınca gitdim. Bir mevzi’e vardı. Ben huzûruna vardım. Karşısında selâm verip, oturdum. Buyurdu: (Neden geldin, yâ Ebâ Zer!) Dedim, (Allahü teâlâ bilir.) O sırada Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” geldi. Resûlullah hazretlerinin sağ tarafına oturdu. Sonra Ömer “radıyallahü teâlâ anh” geldi. Ebû Bekrin sağ tarafına oturdu. Sonra Osmân “radıyallahü teâlâ anh” geldi. Ömerin sağ tarafında oturdu. Sonra Alî “radıyallahü teâlâ anh” geldi. Osmânın sağ tarafında oturdu. Sonra Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri yerden yedi tâne taş aldı. Mubârek avucunun içinde tutdu. O taşlar tesbîh etmeğe başladılar. Şöyle ki, onların sesini bal arısı gibi işitir idim. Ondan sonra o taşcağızları yere koydu. Sesleri kesildi. Sonra onları kaldırdı, Ebû Bekrin eline verdi. Yine ev-

-507-

velki gibi tesbîhe başladılar. O da yere koydu. Sesleri kesildi. Sonra yine Habîbullah hazretleri onları kaldırdı, Ömerin eline verdi. Yine evvelki gibi tesbîh eylediler. O da yere koydu. Sesleri kesildi. Yine onları yerden alıp, Osmânın eline verdi. Yine tesbîh eylediler. O da yere koydu. Sesleri kesildi. Onları Alînin eline verdi. Yine tesbîhe başladılar. O da yere koydu. Sükût eylediler. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.

Kırkdördüncü Menâkıb: Çihâr yâr-i güzînin “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” medhini, bu menâkıb-ı şerîfin toplayıcısı ve yazarı olan âsî ve müsrif, Allahü teâlânın kullarının en hakîri ve fakîri, Seyyid Eyyûb bin Sıddîk ibni Seyyid Alî bin Muhammed el müştehir bi hazret bâbâ el mülekkab bi âcizî Urmavî der ki, ceddi âlimiz olan hazret-i Bâbâ “kaddesallahü sirrehül’azîz ve nevverallahü merkadehü ve ce’alel cennete mesvahü” ba’zı vecd ve sekr hâlinde, huzûr veren, hikmet dolu bir kitâb te’lîf etmişlerdir. (Bâbâ) demekle şöhret bulmuşdur. O kitâba mahsûs bir hikâye yazmışdır. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin na’t-i şerîfleri, medh-i şerîfleri beyânında ve Çihâr yâr-i bâ safâ “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerinin medh-i şerîfleri beyânında. O hikâyeden de bir mikdâr teberrüken yazalım. Nûr-ün alâ nûr olsun. Hikâye şi’r şeklinde nakl edildi ve yazıldı.

Bir sözüm vardır, derim ey merdümân [insanlar],

Cânını mum eyleyip, önünce yan.

 

Dinler isen, bir hikâye söyleyim,

Mustafânın Çihâr yârın medh eyleyim.

 

Tabi’i merdâne isen gel beri,

Ger usanırsan da gâyet git geri.

 

Neyse ki, meclis bu dem biraz gider,

Aşk ile dinlediğin sana yeter.

 

Aşk ile dinler isen ey din eri,

Nitekim bu tanıtır, her bir eri.

 

Var ise gözün yaşı sığa, gide,

Aç kulağı ki, bu söze yer ede.

-508-

Değme bir sözler gibi sanma bunu,

Kalb içinde mesrûr eyler ol cânı.

 

Başa yüzü sana dâim göstere,

Dünyâ âhır üstüne kanat gere.

 

Anun ile tanıyasın sen onu,

Maksûda ermek dilersen koy beni.

 

Ben diyenler maksûduna ermedi,

Bil yakîn kim hakka mahrûm olmadı.

 

Andan özge gayri görme aradan,

Dinlemiyen olur savış git oradan.

 

Tabi’i iblîsliğin ma’lûm ola,

Fi’li kubhun [kötü işin] karşına perde ola.

 

Dinleyen için derim ben bu sözü,

Yâ İlâhî! meclise aç ol yüzü.

 

Ola ki, meclisimiz pür nûr ola,

Fikr-i vesvese kalbimizden dûr [uzak] ola.

 

Mü’min isen bir salevât ver ona,

Cümle melek işitip, kalsın dona.

 

Dinlesin ki, bunca dürûd kimedir,

[dürûd: medh, selâm, düâ]

Bu dürûdun biri ânda binedir.

 

Bu dürûd ki adı dilde söylenir,

Cümle eşyâ ol dürûdu kullanır.

 

Ol dürûdu dîme dağ ve taş söyler,

Ol dürûdun âhıri, asla yeter.

 

Kim onun yoluna verse bir dürûd,

Cânım önünce olsun onun şem’i od.

 

Odur sermâye, onun zülfün tut,

Görmemiş âşık, orada böyle sevd.

 

Er isen şem’ ol, bu yolda yanasın,

Ne ise her harf işitesin kanasın.

 

Cân fedâ ol, bubde ol cânana sen, [bûb: yaygı]

Başına erişesin cânâne sen.

-509-

Ten olasın, câyı onu bilesin,

Cân ve dilden ona ikrâr veresin.

 

Çün yürürsen, dîninle yürü sen,

Çün bilesin aldın imdi biri sen.

 

Kim onun yoluna verse bir dinâr,

Koymaz onu tamu’da ki yandıra nâr.

 

Nâr onun içindir onu tanımaya,

Çâr-ı yârına onun inanmıya.

 

Her ki bu mâni’den almadı haber,

Kılmadı o nefsini zîr-ü zeber.

 

Bağlamadı beline nûrdan kemer,

Kalbi kara, gözünü gaflet yumar.

 

Gaflet olmasa gözünde ey civân,

Sen seni her dem göresin hoş iyân.

 

Cümle eşyâ maksûdu sen olduğun,

Hem görürsün âna hayrân kaldığın.

 

Kim ki tanıdı onu kurtuldu ol,

Ölü gördü nefsini Hak buldu ol.

 

Ey işiten sıdk söyle sâdık ol,

Ândan oldu, ehl-i Hakka doğru yol.

 

Bil onun dîni ulaşmışdır sana,

Hâl onun zikri ulaşmışdır sana.

 

Zî beşâret bir tecellîdir gelir,

Hamdü lillah ki gönül dolmuş gelir.

                           

Çâr-i yârin mührü dâim sendedir,

 Mustafânın mi’râcı seyrindedir.

 

Bil yakîn ki, lâyık oldun dergâha,

Hakkın feyzi her dem içindedir.

 

Cümle melek tesbîhi oldun bu kez,

Tesbîhine çarh olanlar bendedir.

-510-

                           

Çâr-ı yârı münkir olan yazık oğul,

Sen bu medhi, bu âsîden yaz oğul.

 

Nerde olsan sen bunu okuyasın,

Rûha kuvvet, nefsini kakıyasın.

 

Azûben azgın yola gitmiyesin,

Mustafânın dînini unutmıyasın.

 

Küfrü îmânı bir yere katmıyasın,

Dünyâlığa özünü satmıyasın.

 

Dünyâyı gör, niceleri hor eyledi,

Tutdu zihnini, görmedi kör eyledi.

 

Rahmet-i Hakdan onu, kaçar eyledi,

Âhır onun yerini nar eyledi.

 

Ver salevât, gör tecelli-i safâ, Mustafâya,

hem Çâr-ı yâre bâ-safâ.

 

Bil ki onlar dînin çırâğıdır,

Ver salevât kalbinin durağıdır.

 

Ölü gönül Hak ile her dem dirile,

Rahmet-i Hak, gele kalbe dizile.

 

Hubb-ı dünyâ kalb içinden sürüle,

Hazret-i Hakdan sana hidâyet verile.

                          

Çünki kalbin ânların meydânıdır,

Meydân eri durmaz özün tanıtır.

 

Paylarında bu âşıkın cânıdır,

Önlerinde yatmak onun şânıdır.

 

Pervâz eyler, her dem ona gitmeğe,

Bu tecellî bu âşıkın cânıdır.

 

Çünki cânım onların kurbanıdır,

Çünki onlar kalbimin sultânıdır.

-511-

Cümle eşyâ kuldur, onlar hânıdır,

Durma yürü, Hakkı onlar tanıtır.

                          

Beyt içinde bil yakîn Allah olur,

Kalb-i mü’min, cümle beytullah olur.

 

Ma’nâ ehli iki cihânda şâh olur,

Ermiyen bu ma’nâya gümrâh olur.

                          

Gayri yerde olduğun kurban değil,

Bu kadehden içmeyen mestân değil.

 

Söz onun Kur’ân ki dilde okunur,

Onsuz okur isen Kur’ân değil.

 

Herze nefsin tutsağıdır, hân değil,

Bu bahre dalmıyan sultân değil.

 

Nice âşık olmamışsan ol yüze,

Ara yerde küfr imiş, îmân değil.

                                   

Her nâmerdin yerin dâr-ı meydân değil,

Bu yola koşulmıyan merd âdem değil.

 

Bir kuru gövde gezer ol cân değil,

Rahmet-i Hak kalbine iyân değil.

 

Bu salâta gelmiyenin savmı yok,

Bundan özge pâdişâhın emri yok.

 

Hakkın emridir, işit ey mü’minân,

Mustafâ dîninden özge kavli yok.

                                   

İşlemiyen kişi gâyet yorulur,

Hac ve zekât boynuna Hak buyurur.

-512-

Vesveselerini kalb içinden süre ol,

Cennete onun için dîn-i islâm süre ol.

 

Bu sebebden nice ise, dürlü yol,

Hâk-ı pâyini gözüne süre ol.

 

Girdi onun eline dosdoğru yol,

Bil yakîn ki, yetdi bugün yere ol.

                                   

Yâd önünce tutmayasın kâhe sen, [kâhe: saman, çöp]

Çıkma yoldan, düşmeyesin çâhe sen. [çâh: kuyu]

 

Sev onları, yanmayasın nâra sen,

 Pişmân olup, kılmayasın ahe sen.

                                

Binme bunda her gün nefsin atına,

 Özünü yetir onun Hazretine.

 

Her deminde kalbine nûr akıta,

 Gel ey âsî, yan aşkının oduna.

 

Âşıkı mest eyleyen o kokudur,

 Seyyid-i sâdât onların şâhıdır.

 

Bu sülûke girmeyen sâlik değil,

 Ol kokudan almıyan âşık değil.

      

Her nefesde nice perde geçilir,

Kande baksan yüzüne bâb açılır.

 

Durma yürü, râh onların râhıdır,

Taht-ı sultân senin kalbinin mâhıdır.

                          

Mustafânın şerî’ dosdoğru yolun,

Onlar ile okunur, dâim hâlin.

-513-

Kamu bilsin hoca hoş ola huyun,

Bu sülûkden açılır, perr-ü bâlin.

 

Ol kişinin hükmü erdi bâtına,

Kim ki erdi onların hazerâtına.

 

Ver salevât onların kuvvetine,

Din açıldı onların heybetine.

 

Durma din zât gele, kalbe dola,

Ver salevât dînine hem kuvvet ola.

 

Kande olsa koğala, çevkân topunu,

Yol eri isen, sa’îd eyle cânını.

 

Sen şerîfsin, cümle nebîden güzîn,

Seyyid-i sâdât, hâtem-i dünyâ ve din.

 

Hak teâlâ rahmetidir, kovanları,

Tâ gele, haşrde bile sevenleri.

 

Meydân içre aşk atını çâpesiz,

Kim ki haşrde onlar ile kopensiz.

 

Kalk ayağa sen dahî, şirâne gel,

Sen dahî merd isen koş meydâna gel.

 

Sen çırâğı ümmetânsın, ey şefi’il müznibîn,

Olma melûl haşr için ey mü’minîn.

 

Ümmet isen, durma sev gel onları,

Mü’min isen ayrı görme onları.

 

Bil yakîn kim hulle olur donları,

Her kişi ki, bunda sevse onları.

 

Vasla yetmiş evveli ve âhıri,

Ebter olmaz herkiz onun sonları.

                                

Senden oldur ki, onları sevesin,

Ölmek için yollarında ivesin.

-514-

Cân ve dilden tesbîhini diyesin,

Hulle-i tecellî rıdâsın giyesin.

 

Çünki tecellîn âşıka don imiş,

Bî-haberler işbu sırdan nâdan imiş.

 

Allah ile bî’at eden ol imiş,

Doğru gider kim ki, yolun tanımış.

 

Doğru git ki yetesin menzilgehe,

Sapma yoldan irmişken iyiliğe.

 

Ver salevât Mustafâya sıdk ile,

Dayanak ola her dilekde dînine.

 

Nice onlar dînin direğidir,

Cemi’ muhtâcların dilediğidir.

 

Ondan oldu Arş ve Kürsî, Levh-ü Kalem,

Nice kim cümle Nebînin önüdür.

 

Ver salevât onlara din açıla,

Üstünüze dürr-i rahmet saçıla.

 

Meclis içre şâd-ı şerbet içile,

Kalbimizden fikr-i vesvâs saçıla.

 

Din odur ki, onlar gele açıla,

Kanat oldur, onlar gele uçula.

                                

Pes gerek ki onlar ile uçasın,

Her deminde maksûduna yitesin.

 

Sıdk ile hem ma’bûduna yitesin,

Benliğini kalb içinden atasın.

 

Gül içinde buy veresin güle sen,

Dönesin bu hâllerine gülesin.

 

Bulmaya hiç kimse senden bir haber,

Gül olup, bülbül önünde bitesin.

-515-

Gök içinde benzeyesin güne sen,

Öyle san ki, ma’şûkunla bilesen.

 

Pes gerek kim yoluna seyr olasın,

Cân-u dilden âna esîr olasın.

 

Arta kemâl Mûsâya tûr olasın,

Nice müşkillere tedbîr olasın.

                             

Ver salevât meclise açdı cemâl,

Mustafâdan açılır zevk-u kemâl.

 

Kim kemâli Mustafâdan aldı ise,

Kalbi ayılmaz ânın gözü humar.

 

Hiç humardan almak olmadı haber,

Bu haberden özge olmaz mu’teber.

 

Bu haber eyler seni zir-ü zeber,

Bu haberden bağlanır bele kemer.

 

Mustafâya her zemân getir îmân,

Çâr-ı yâra olmasın şek ve gümân.

 

Cânın her dem önlerince peyk ola,

Hazret-i Hakdan sana rahmet ine.

                             

Mustafâ kavliyle tut dâim işi,

Mustafâ kavli mum eyler, her taşı.

 

Delîl oldun, bil yakîn her râhe sen,

Kande gidersin imdi ey kişi sen.

 

Himmet ile kişi oldun ey kişi,

Tâbi’ oldun, dahî çekme teşvişi.

 

Tâbi’ olan Hakdan alır, alışı,

Âyinedir gösteren her bir işi.

-516-

Âyineye baku ben özün göre,

Her arada Mustafâ sözün göre.

 

Her ne hâcet dileye Allahdan ol,

Her kapıyı yüzüne açık göre.

                             

Başına dâim hisârda olasın,

Kalbine bir yeni mühr vurasın.

 

Açıla rahmet kapısı yüzüne,

Cümle eşyâyı tecellî bürüye.

 

İşi gerek, her kişinin işi bu,

Seyri uça fahr ana kim hoş huylu.

 

Çâr-ı yâr hubbını al kalbine,

Mustafâ âyine ola, aynına.

                                

Emîn eyle taşranı endîşeden,

Ehem bil sen bunları her pîşeden.

 

Hâk-ı bay-ı Mustafâdan yâ ganî,

Sen bizi ayırmağıl bu rîşeden. [rîşe: kök, asl]

 

Dâimâ perde açılır, yüzüne,

Meclis ehli rahmet ala özüne.

 

Ver salevât durma meveddetine,

Mustafâ ve Çihâr yâr hazretine.

 

Âcizin derdine merhem olur,

Nice ki, Allaha, ulu yâr olur.

 

Onların nazarına yokdur hicâb,

Her dem onlara, olubdur, feth-i bâb.

 

Enbiyâdan, Evliyâdan, yâ İlâhî,

Sen bizi ayırma, hiç, ey Pâdişâh.

 

Okuyanı, dinleyeni, yazanı,

 Rahmetinle, hesâba çek, yâ Ganî.

-517-

Kırkbeşinci Menâkıb: Mûsâ kelîmullah “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” hazretleri, varıp, Tûr-i Sînâda, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri ile mukâleme etdikde [konuşdukda], kelâm-ı Rabbânînin hazzından, bir mertebeye varırdı ki, dünyâ ve içindekiler unutulduğu gibi, kendinden geçer, aklı başından giderdi. O hâle geldikde, akllı olanlara nisbetle, ba’zı büyük süâller sorardı ki, akla ağır gelirdi. Bir günde vecd ve sekrleri kemâle erdikde, süâl etdiler ki, (ey Hay ve Alîm! İleride cihâna gelecek olan ve bütün dinlerin hükmlerini yürürlükden kaldıracak olan Muhammed kimdir. O Muhammed mi üstündür, ben mi?) Allahü tebâreke ve teâlâ ve tekaddes hazretleri buyurdu: (Yâ Mûsâ! Falan vâdiye var. Hayretler içinde kalacak acâiblikler göreceksin.) Hazret-i Mûsâ da o vâdîye varıp, bir mikdâr durdukda, gördü ki, bir kuş, bir dal üzerine konar. Allahü tebâreke ve tekaddes hazretlerinin kemâl-i kudreti ile nutka gelip [konuşmağa başlayıp], fasîh bir lisân ile, Mûsâ kelîm “aleyhisselâm” hazretlerine selâm verip, der ki, yâ Mûsâ, sen Rabbil’âlemîne münâcâtda ve arz-ı hâcetde süâl etdin ki; ben mi yükseğim [üstünüm], yoksa Muhammed mi. Sen bilmez misin ki, Enbiyâ ve Evliyâ, hepsi Onun nûrundan halk olunmuşdur. Dünyâda ve âhıretde âşıklarıdırlar ve Onu taleb ederler [ararlar]. Mûsâ aleyhisselâm o kuşdan vehm alıp, der ki, Allahü teâlâ hazretleri için olsun bize haber veresin, kimsin ve adın nedir. Seni gördüm, hayretde kaldım. Sözün bana gâyet te’sîr eyledi. Bahtlılığa dil ve cânıma tatlı oldu. O kuş da der ki, ben Ebû Bekr-i Sıddîkın rûhuyum. Muhammed aleyhisselâm bu cihâna gelip, devletle şark ve garbı alır. O zemân ki, Mekkeden Medîneye hicret ederken, bir mağaraya varırız. O mağaraya girdiğimiz gibi, kapısına örümcekler ağ örüp, güvercinler yumurta çıkarır. Kâfirler bunları görmekle bize kötülük yapamazlar [burada yoklar derler]. Sonra Fahr-i âlem ve Resûlü muhterem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri asâyiş etdikde, çeşidli mahlûklar gelirler. Hazret-i Resûl ekremden nasîb alırlar. Sonra bir ejder [yılan] gelir. Bir koğukdan başını çıkarır. Ben de mâni’ olup, onun murâdını almağa mâni’ olup, ökçemi o deliğe tıkarım. Çâresiz kalınca ökçemi ısırıp, zehri bütün vücûduma dağılacakdır.

Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, uy-

-518-

kudan uyanıp, rengimi değişmiş gördükde, süâl buyururlar. Ben de olup-bitenleri huzûrlarına arz ederim. Dönüp o ejderhâya hitâb edip, azarladıklarında, ejderhâ fasîh lisân ile cevâb verir ki, yâ Nebiyyallah! Ben geldim ki, mubârek cemâlini göreyim. Huzûr-u şerîfinde îmân getirmekle maksadıma ereyim. Sıddîk mâni’ olup, koymadı. Zor durumda kalıp, bir hatâ etdim. Kereminizden afv buyurun. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkın da bütün a’zâsını mubârek eliniz ile sığayınız, zehr gayb olur; diyecekdir. Ben o Sıddîkım ki, ejderhâları sıdkımla zebûn ederim. Yâ Mûsâ! Senin asân ejderhâ oldu. Onun heybetinden korkup, geri döndün. Bunu dedi. Zuhûr edip, o kuş gitdi.

Sonra ağaç başına bir kuş dahâ geldi. Mûsâ aleyhisselâm hazretlerine selâm verip, dedi ki, yâ Mûsâ! Sen Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ile yarışamazsın. Çünki, Muhammed Mustafânın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” dîninde, her birgün ve gecede beş vaktde ezânlar okunup, yeri ve gökü onun heybeti kaplar. Dîn-i Muhammedî âşikâre olur. Sâir dinlerden ne varsa yürürlükden kalkar. Hazret-i Mûsâ aleyhisselâm o kuşa süâl buyurdu ki, ey kuş. Bütün sözlerin latîf ve mevzûn ve zarîf. Kimsin, söyle seni bileyim. O kuş dedi ki, ben Ömer-ül Fârûkun rûhuyum. Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin âşıkıyım ve hayrânıyım. Emvâlime [malıma] ve evlâdıma meylim yokdur. Mekke-i mükerremede kamçımı yere sapladığım zemân, rûm kayserini tahtı üzerinden yıkarım. Bunu söyledi ve uçup gitdi. Yerine bir başka kuş geldi. O da Mûsâ aleyhisselâm hazretlerine selâm verip, ağzını açıp, hoş sözler söyledi. Dedi: Yâ Mûsâ bin İmrân! Hiç kimse Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden bahtlı gelmedi. O Muhammed bütün âlemin şâhıdır. Bütün insanların matlûbu ve âlemlere rahmetdir. Yine Mûsâ aleyhisselâm sordu ki, Allahü teâlâ hakkı için söyle, sen kimsin. Onları bildim. Seni de bileyim. O kuş dedi, yâ Mûsâ! Ben Osmân-ı Zinnûreynin rûhuyum. Muhammed Mustafâ hazretlerinin üçüncü yâriyim. Ben, Kur’ân-ı azîm-üş-şânı toplarım. O Habîb bir kızını bana verir. O vefât eder, yine bir kızını verir. O kızı da vefât edince, buyurur ki, eğer bir üçüncü kızım olsa idi, onu da sana verirdim. Ve benim dünyâlığıma aslâ iltifât etmez. Yâ Mûsâ! Dünyâda sen Şu’ayb

-519-

peygamber “salevâtullahi alâ nebiyyinâ ve aleyhi ve sellem” hazretleri ile on sene müşerref olursun. Bunu dedi, o da uçup gitdi. Onun yerine kuş sûretinde bir şehsüvâr zât geldi. O da Mûsâ aleyhisselâm hazretlerine selâm verip, konuşmaya başlayıp, der ki, yâ Mûsâ kelîm! O Muhammed Mustafâ hazretleri ki, Allahü tebâreke ve teâlâ ve şânühü hazretleri onun hakkında, (Sen olmasaydın eflâki yaratmazdım) ve (Elbette sen huluk-i azîm üzeresin) buyurmuşdur. Bunun misâli âyet-i kerîmeler gönderir. Enbiyâdan bir kimsenin ondan efdal olmak ihtimâli olur mu? Hazret-i Mûsâ “aleyhisselâm” der ki, söyle sen kimsin, bileyim. O kuş der ki, ben Aliyyül Mürtedânın rûhuyum. Muhammed Mustafâ hazretlerinin doğru yâriyim. O Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” geldiği vakt, zemân yenilenir. Onun şerefli zemânına yetişip de dîne gelmiyenin vay başına gelen belâ ve helâke. Yâ Mûsâ! Benim sözüm çokdur. Uğrarım bir behâdır ere. Yâ Mûsâ “aleyhisselâm” hazretleri, onu yere yıkıp, göğsü üzerine çıkarım. Zebûn olup, ağlar. Cân ve ciğerini dağlar. Ben ona o hâlde derim; ey Pehlivân. Bir cândan ötürü bunca feryâd ve fîgân nedir? O der ki; er öldüğü için ağlamaz. Zîrâ koç, her zemân kurban içindir. Ama, beni yere düşüren ve ömür ipimi kesen Alî mi ola, yoksa Alî gibi bir er mi ola. Adı-sânı belli server mi ola. Ben de Alî olduğumu ona bildiririm. Sonra kasd edip, onu öldüreyim. Der ki; (Sen ben Alîyim diyorsun. Alî isen hani sahâvetin. Sana sahî [cömerd] derler. Şimdi beni öldürüp, kanımı yere dökmek istersin. Bu cömerdlik işi midir. Cömerd odur ki, ağlamışı güldürür. Nerede kaldı ki, dirileri öldürsün. Onun için ağlarım yâ Alî. Sana kanımı halâl eylerim. Lâkin Çin pâdişâhının kızına âşıkım. Senin başını benden ağırlık istediler. Atına bin, elbisesini giy gel, sana kızı verelim dediler. Ben de geldim ki, senin ile murâdıma ereyim. Sen şimdi beni murâdıma kavuşdurmamak istersin.) Bunu ki söyler. Ben de üzerinden kalkarım. Gel şimdi başımı kes ve elbisemi giy. Ve atıma bin. Gidip, ağırlığını ver. Tâ ki murâdına erişesin. O da bu işâreti benden görünce, diye ki, dünyâda senden başkasına yaşamak harâmdır. Hâşâ, sümme hâşâ. Seni kılınç ile değil, belki gül ile vurayım. O sâatde karşımda şehâdet parmağını kaldırıp, sıdk ile îmân getirir. Sonra onu sevgilisinin yanına gönderir, hasretine kavuş, derim. Bu sözleri söyleyip, o kuş da yukarı uçdu.

-520-

Sonra sayısız kuşlar gelip, her birisi Mûsâ aleyhisselâm hazretlerine konuşurlar. O kadar konuşurlar ki, Mûsâ aleyhisselâm hayretler içinde kalır. Derler ki; yâ Mûsâ! Biz hepimiz Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin ümmetleriyiz. Yeryüzünde her gün beş kerre münâcât edip, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinden dürlü hâcet dileriz [isteklerde bulunuruz]. Yâ Mûsâ! Sen ise yetmiş günde bir Tûr dağına varırsın. Hâcetlerini arz edersin. Yâ Mûsâ! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinden, sen dilek diledin ve dedin ki: (Yâ Rabbî! Bana kendini göster, sana bakayım.) Allahü Sübhânehü ve teâlâ sana buyurur: (Sen beni hiçbir zemân göremezsin. Fekat, şu karşıki dağa bak. Eğer o dağ yerinde durur ise, sen beni görürsün.)

Beyt:

Dîdârına ey dilber, Mûsâ nasıl katlanır,

Dağlar ki karâr etmez, yüzündeki envâra.

Muhammed o Muhammeddir ki, bindiği Burakdır ve Kabe kavseyn menzilidir, bir sâatde dokuz felekden geçip, cevlân eder. Hazret-i Bâri’yi yalnız seyr eder ve gâh göklere çıkar ve gâh yere iner. Kim ola ki, Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin menziline erer. Yüzyirmidört bin Enbiyâ “aleyhimüssalevât” ve yüzkırkdört Evliyâ tabakasının hepsi, Muhammed Mustafânın hayrânıdır. Hepsi onun askerleridir ve O onların sultânıdır.

Nazm:

Sad hezârân şükr minnetdir bize,

Hem size, hem bize, cümlemize.

 

Mustafânın ümmetiyiz şükr biz,

Biz günâhkârlara şefî’ ol azîz.

 

Odur hem rahmeten lil âlemîn,

Onu sevenler ateşden oldu emîn.

 

Söz temâm oldu azîzim anlıya,

Bu sözü kim anlıya kim dinliye.

-521-

Akserâylı Îsâ miskin kim ola,

Tâ Muhammed Mustafâ medhin kıla.

 

Üstâdından eğer nevben söyledi,

Nazma getirdi ve bünyâd eyledi.

 

Benden o üstâdıma bin kerre selâm,

Ondan açıldı bize işbu kelâm.

 

Hiç kemâl değildir o Muhammede,

O iki âlem murâdı Ahmede.

 

Bizdeki sözü ki dillerde doğa,

Afv edile cümleye rahmet yağa.

 

Yâ Rabbî! Doğru yoldan ayırma,

Son nefesde îmândan ayırma.

Ma’lûm olsun ki, Akserâylı Îsâ, Bâbâ hazretlerinin talebesidir. Yine bu medh, (Tezkire)den alınmışdır. Orada manzûm yazılmışdır. Lâkin naklini ihtisâr için nesir ile yapdık. (Diğer Na’t) yine (Tezkire)de hazret-i Bâbâdan nakl edilmişdir “kuddise sirruh”.

Nazm:

Geldi yine aşk bülbülü,

Doldu sadâ-yı Mustafâ “aleyhisselâm”.

Açıldı mü’minler gülü,

Erdi nişân-ı Mustafâ “aleyhisselâm”.

 

Söyler tûtîler zevkle,

Rahmet saçıldı gül ile.

Âlem dolu bedr nûr ile,

Devr-i zemân-ı Mustafâ “aleyhisselâm”.

 

Melekler çün arşda durur,

El kavuşdurup, saf saf yürür.

Hepsi salevât getirir,

Bahr-ı revân-ı Mustafâ “aleyhisselâm”.

 

O şâh-ı mâzag-el basar,

Bir kez aya kıldı nazar.

Ay oldu venşakkal kamer,

Gökler ayân-ı Mustafâ “aleyhisselâm”.

-522-

Bezediler Cennetleri,

Karşı çıkdı bin bir hûrî.

Çağrışırlar ol her biri,

Derler ki, hani Mustafâ “aleyhisselâm”.

 

Başı açık-yalın ayak,

Mahşerde gezer bu yayak.

Ona ne hulle, ne burak,

Neyler cânânı Mustafâ “aleyhisselâm”.

 

Resûl ile gâra giren,

Ankebût eşiğin uran [örümcek eşiğini ören].

Ejder tabanını soran [ısıran],

Sıddîkdır yâr-i Mustafâ “aleyhisselâm”.

 

Kâ’bede kamçısını kakan,

Kayseri tahtından yıkan.

Ömerdir üstüne çıkan,

O açdı şer’-i Mustafâ “aleyhisselâm”.

 

Ehl-i hayânın ma’deni,

Kör olsun sevmiyen onu.

Cem’ etdi Osmân Kur’ânı,

Duyuldu şer’-i Mustafâ “aleyhisselâm”.

 

Gelin, olun şekden berî,

Serveridir o din erî.

O, vardı, yıkdı Hayberi,

Alîdir yâr-i Mustafâ “aleyhisselâm”.

 

Bu onsekiz bin âlemin,

Bütün cinnînin ve âdemin.

Cümle arab ve acemin,

Dîn-i îmânı Mustafâ “aleyhisselâm”.

 

Kim ki yolunu tutup gide,

Yol içinde mi’râc ede.

Koyma âcizi tamûda [nârda],

Cümleye cândır Mustafâ “aleyhisselâm”.

                                

-523-

Ey Ebû Bekr! Sen hilâfet burcunun güneşisin,

Hem Ömer-ül Fârûk, fethler yapıp, islâmı yayandır.

Osmân-ı Zinnûreyn kalbinin kanı ile boyadı Furkânı,

Aliyyül Mürtedâ rikâbda kılınçla yardı düşman saflarını.

                                

Çâr-ı divâr-ı serây-ı dîn-i Ahmed Çâr-ı yâr,

Ya’nî Ebû Bekr ve Ömer ve Osmân ve Alî nâmdâr.

 

Cennet içre onların ervâhını şâd eylesin,

Ol kerîm-ü ol rahîm ve o gafûr Girdigâr.

                                

Serverimiz yâr-i oldu çâr-ı yâr bâ vefâ,

Yâr Ebâ Bekr oldu fâik der-i bâ sıdk ve safâ.

Çekdi o, onun yolunda şikâyet etmeden çok cefâ,

Seyyidimiz yârımızdır çâr-ı yâr-i Mustafâ.

 

Birinin nâmı Ömer ki, o adliyle meşhûrdur,

Küfr zulmetini ve dalâleti def’ eden bir nûrdur.

Sevmiyen makhûr ânı her kim sever mensûrdur,

Seyyidimiz yârımızdır çâr-ı yâr-i Mustafâ.

 

Biri zinnûreyn-i tâbân hazret-i Osmândır,

Tuğyânı, cehli kesen ve câmi’i Kur’ândır.

Sâhib-i hilm ve hayâ ve kâmil-i îmândır,

Seyyidimiz yârımızdır çâr-ı yâr-i Mustafâ.

 

Birisi kân-ı sehâvetdir şehî düldül süvâr,

Heybet-i seyfin görenler dediler bî ihtiyâr.

Kılıç yalnız Zülfikârdır, yiğit ancak Alîdir,

Seyyidimiz, yârımız, çâr-ı yâr-i Mustafâ “aleyhisselâm”.

Kırkaltıncı Menâkıb: Allahü Sübhânehü ve teâlâ azze şânühü mi’râc gecesi, Fahr-i âlem seyyid-i veled-i âdem Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” efendimiz hazretlerinin mubârek terinden kızıl gül halk etdi [kırmızı gül yaratdı]. Allahü tebâreke ve teâlâ Lût kavmini helâk etmeğe Cebrâîl aleyhisselâm hazretlerini gönderdi ki, o zemân da Cebrâîl o gecenin şiddetinden terledi. Allahü teâlâ hazretleri onun mubârek terin-

-524-

den ak [beyâz] gülü halk etdi [yaratdı]. Mi’râc gecesi Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buraka binip, burak da, göklere götürürken terledi. Burakın o terinden Allahü teâlâ celle şânühü sarı gülü halk eyledi. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” islâm şerefi ile müşerref oldukda, nübüvvet heybetinden terledi. Allahü tebâreke ve teâlâ ve tekaddes, onun mubârek terinden sünbülü halk etdi. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri islâm şerefi ile müşerref oldukda; Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, kucaklayıp, şiddetle sıkdıkda, o ızdırâbdan terledi. Onun terinden, yerlerin ve göklerin Hâlıkı, menekşeyi yaratdı. Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” da islâm şerefi ile müşerref oldukda, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin ayağının tozuna yüzünü sürdüklerinde, hayâsından, terledi. Rabbil’âlemîn o terden yâsemîni halk etdi. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” dünyâya gelip, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri şerefli beşikleri üzerine, devlet ve se’âdetle müteveccih oldukda, Aliyyül Mürtedâ hazretleri, beşiklerinde uyurken, Resûlullahın emsâline rastlanmıyan güzel kokusunu alıp, Hakkı gören gözlerini açıp, Resûlullahın nûr saçan mubârek yüzünü görünce terledi. Allahü teâlâ azze ve celle onun terinden zanbağı yaratdı. Her zemân vücûd-u şerîfleri bu zikr olunan güzel kokular gibi kokardı. Terledikçe mubârek terleri de öylece kokardı. Yanlarında bulunanlar bu kokuyu duyarlardı.

Şurası muhakkakdır ki, Çihâr yâr-i güzîn “radıyallahü anhüm” hazretlerinin menâkıb-ı şerîflerinden bu kitâbda toplananlar, onların fazîletleri ve büyüklükleri yanında, bütün yıldızlara nazaran bir yıldız, deryâya göre bir damla veyâ bir gülistândan bir gül kadardır. Bunca acz ile ve taksîr ile ve denâet ile öyle şânı yüce serverlerin vasfını ve medhini etmek ve onların medh edicisi ve vasflarını dile getirici olmakdan maksad odur ki, Süleymân aleyhisselâm hazretlerine, bunca kıymetli cevherler ve pahâlı eşyâlar hediyye eden pâdişâhlar arasında, çekirgenin budunu hediyye getiren karınca misâli veyâ hazret-i Yûsüf aleyhisselâtü vesselâm hazretlerinin satış meydânında satıldığı zemân, pahâlı mallar ve kıymetli kumaşlar ile almak istiyen zenginler arasında, birkaç iplikle müşteri olan ihtiyâr kadının

-525-

misâli gibi olup, dikkatle nazar edenlere ziyâde te’accübden gülme ve tebessüm hâsıl olur. Nitekim, ba’zı kitâblarda bildirildiği şeklde, diğerlerinin yanında karınca ve koca karı seyr edenleri güldürmüşdür. Nazar edenler [bakanlar] birbirine istihzâ yolu ile gösterip, derler ki, bak, bak bu karıncaya ki, çekirge budunu hazret-i Süleymân aleyhisselâma, (dünyâ pâdişâhı ve hem âhıret pâdişâhıdır) peşkeş [hediyye] götürmüşdür. Bu ihtiyâr kadın ki, hazret-i Yûsüf aleyhisselâm gibi bir güzellikler sâhibine birkaç parça iplikle gelip, müşteri olmuşdur. Bunca zemândan beri nakl edenler, karıncayı pâdişâhlar arasından, ihtiyâr kadını da zenginler arasından çıkarmamışlardır. Bu mücrim ve âsî ve fakîrin, en büyük murâdı odur ki, mahşer meydânında görünen ve görünmiyen kusûrlarımıza bakılmadan, Çihâr yâr-i güzîn “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerini vasf ve medh eden ve sevenler zümresinden ayrılmamalıdır. Yâ Rabbî! Bizi Senin sevgin ile ve Senin indinde sevgili olanların sevgisi ile rızklandır. Âmîn.

Sultân-ı serîr-i mülk-i esrâr,

dâmâd-ı Nebî Aliyy-i kerrâr.

 

Şems idi vücûdü filhakîka,

dördüncüde etdi, nûrun izhâr.

 

Gün gibi vilâyetin cihâna,

İzhâr buyurdu, Rabb-i settâr.

 

Sibtayne peder, Resûle dâmâd,

hakk-ı şerefi olunmaz inkâr.

 

Hayber şiken-ü Amr fikender,

ol pâdişeh-i gürûh-i ebrâr.

 

A’dâsına seyf-i kahri, Dûzâh,

ahbâbına cûdü lutfi, gülzâr.

 

Âlemde anın uluvvi şânın,

idrâk-i lebîb, emr-i düşvâr.

 

-526-