ALTINCI BÂB

Dördüncü Halîfe emîr-ül mü’minîn
Esedillahi Gâlib Alî ibni Ebî Tâlibin
“radıyallahü teâlâ anh” Menâkıbı hakkındadır:

Alî bin Ebî Tâlib “kerremallahü vecheh ve radıyallahü teâlâ anh”, ikrâm ve ihsân sâhibi dördüncü yârdır. Dindeki müşkiller onunla çözülmüşdür. Kardeşlik mesnedinin seyyidi odur. Fütüvvet sofrasını o kurmuşdur. Neseb-i şerîfleri Alî bin Ebî Tâlib bin Abdülmüttalib, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin neseb-i tâhirlerine ikinci babada [atada] birleşir ki, Abdülmüttalibdir. Neseb cihetinden bundan yakın yokdur. Ammâ, fazîlet husûsu, tertîb-i hilâfet üzeredir. [Üstünlük sırası, hilâfet sırasıdır.]

Birinci Menâkıb: Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” hazretlerinin doğuşları hakkındadır. Doğumları Mekke-i mükerremede vâki’ olmuşdur. [Hicretden yirmiüç sene evvel tevellüd etmişdir.] Fil vak’asından otuz, İskenderden dokuzyüzonbir sene ve Pervîzin pâdişâhlığından sekiz sene geçmiş idi. Vâlidesi Fâtıma hâtun binti Esed bin Hâşim, bir gece rü’yâda gördü ki, evi nûr ile doldu. Kâ’benin etrâfında olan dağlar Kâ’beye secde ediyorlardı. Eline dört kılınç verdiler. Elinden düşüp dört yana dağıldılar. Biri suya düşdü. Biri havâya uçup gitdi. Biri elinden düşüp kırıldı. Biri elinde bir aslan olup, hem kaçar. Hem dağlara düşer. Heybetinden bütün mahlûklar kaçarlar. Benî âdemden bir kimse yanına yaklaşamaz. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri o aslanın yanına varıp ve tutup, kendine boyun eğdirir. Aslan ona itâ’at eder. Mubârek ayaklarına yüzünü ve gözünü sürüp, hizmet-i şerîflerinden ayrılmaz. Bu rü’yâdan dört ay geçmiş idi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Fâtıma hâtunun benzine bakıp, anladı. Dedi ki ey ana! Hâlin nedir. Yüzünde bir değişiklik vardır. Dedi ki, ey oğul! Hâmileyim. Himmet et, oğlum olsun. Bana bağışlar isen, ben de sana düâ ederim, dedi. Fâtıma hâtun, ey oğul, vallahi bu oğlanı sana nezr etdim. Senin olsun, dedi. Ebû Tâlib de kabûl edip, o da, ben de sana bu oğlanı nezr eyledim, ey oğul, dedi. Hemen Resûlul-

-271-

lah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri düâ edip, vücûda gelen o oğlan Alî Mürtedâ oldu. Çünki dokuz ay hâmilelik temâm oldu. Dünyâ mülküne hazret-i Alînin nûru direk gibi göründü. Râvî der ki; hazret-i Alî doğduğu zemân, Peygamber-i Hüdâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” geldi. Mubârek parmağı ile, mubârek ağzının tükrüğünden alıp, hazret-i Alînin ağzına koydu. O da o mubârek ağız suyunu yutdu. Bu sebeble her sözü hikmet oldu. İlmi kemâlde oldu. Afv, kudret, se’âdet ve kerâmet sâhibi oldu. Hem zafer ve nusretin sultânı oldu. Zühd, takvâ, vera’, fadl, kerem ve bütün güzel huyları topladı. Kulağına Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri tekbîr ve tehlîl okudu. Adını da Alî koydu. Dedi ki, Allahü teâlâ hazretleri bunun adına Alî dedi. Annesi adına Haydar dedi. Zîrâ rü’yâda onu aslan olmuş gördü. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ayrıca Allahü teâlânın aslanı dedi ve hem Aliyyül Mürtedâ budur, buyurdu. Mubârek elleri ile kendisi yıkadı. Mubârek başından sarığını çıkarıp, ikiye böldü. Bir bölüğünü başına bağladı. Bir bölüğü ile bedeninin yaşını sildi. Böylece mü’minlerin başlarının tâcı oldu. Ona nasîb olan bu se’âdet, eshâbdan kimseye nasîb olmamışdır.

Ba’zı rivâyetde şöyle bildirilmişdir: Annesi Fâtıma hâmileliğinin son günlerinde, ziyâret niyyeti ile Beyt-i şerîfe girer. Beyt-i şerîf içinde iken doğum sancıları başlar. Dışarı çıkmağa kâdir olamayıp, Beyt içinde doğurur. Doğumu beyt içinde olur.

Âişe-i Sıddîka “radıyallahü teâlâ anhâ” rivâyet ederler. Bir gün Server-i âlem seyyid-i veled-i âdem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri oturuyordu. Hazret-i Alî gelip, geçdi. Buyurdu ki, yâ Âişe! Bil ki Alî arabın seyyididir. Ben dedim ki, yâ Resûlallah, sen değil misin? Buyurdu ki, Ben cümle insanların seyyidiyim. Türk, tatar, hind, arab ve acem kavmlerinin seyyidiyim. O arab kavminin seyyididir.

Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Alînin “radıyallahü teâlâ anh” beşiğini sallar idi. Beşiğinden çıkarıp götürürdü. İletir ve gezdirirdi. Her ne vakt ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” gelse, Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, derîn uykuda bile olsa duyardı [uyanırdı] ve beşiğinden kollarını çıkarırdı. Ellerini hazret-i Resûlün boynuna sarar-

-272-

dı. O da hemen alıp, bağrına basardı. Alînin “radıyallahü teâlâ anh” annesi Fâtıma der ki: Dedim ki, ey cihânın bir dânesi! Müsâde ediniz, bunu [çocuğu] biz götürelim, bu işler [çocuğa bakmak] bizim işimizdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki, (Bu çocuk doğmadan evvel, bunu bana vermediniz mi? Bu benimdir, siz karışmayınız!)

Râvî (rivâyet eden) der ki, bir gün Server-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Harem-i şerîfe geldi. Aliyyül Mürtedâ omuzunda idi. İnsanlar [halk] oturup, pehlivânları söyleyip, herbirinin erliğini vasf ederlerdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” dönüp onlara buyurdu ki: (Bu omuzumdaki oğlan, bu söylediğiniz erlerin hepsinden üstün pehlivân olacakdır. Yeryüzünde buna benzer bir pehlivân olmıyacakdır. Sizin saydığınız erlerin çoğunu bu öldürecekdir ve defterlerini dürecekdir.) Beyt:

Dünyâ halkı toplansa bir yana,

Yalnızca bu kalırsa bir yana.

 

Aralarında ceng olursa,

O gâlib gelse gerekdir.

 

Allahü teâlâ onu gâlip kılar,

Bunun gibi bir süvâri gelmedi.

 

Onun gibi bir süvâri görmedi bu zemân,

Kılıncını bir ân sallasa.

 

Ceng ola ki, günde bin kişi katl eder.

Onlar dediler ki, yâ Muhammed-ül Emîn! Biz seni, akllı ve sâdık, büyük kimse zan ederdik. Bu nasıl sözdür. Sen bir küçük çocuk için böyle söyliyorsun. Sen ona nasıl güveniyorsun. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri se’âdetle buyurdular ki: (Siz bunu unutmayınız. Nice yıllar sonra görürsünüz bu oğlanı!) Râvî der ki, üç yaşına girdiği zemân, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ile nemâz kıldı. Babası Ebû Tâlib onu gördü. Birşey söylemedi. Annesi söyledi ki, görürmüsün bu Alî, o Muhammed ile nemâz kılıyor. Kâ’beye karşı secde ediyor. Bizim putlarımıza tapmaz. Ebû Tâlib dedi ki, yâ Fâtıma! Biz onu Muhammede vermişiz. Her ne yaparsa hakdır.

-273-

Savâb olur [doğrudur]. Henüz ma’sûmdur. Muhammed hangi dinde olursa, Alî de onun yoldaşı olsun, ayrılmasın. Birgün, Resûl-i ekrem, Alî ile nemâz kılarken Ebû Tâlib at ile gidiyordu. Alî, Resûlullahın sağ yanında dururdu. Meğer Ca’fer-i Tayyâr “radıyallahü anh” hazretleri Ebû Tâlibin atının ardında idi. Dedi ki, ey gözümün nûru, in sen de var, Muhammedin sol yanında dur. Onlar ile sen de nemâz kıl. Devlet sâhibi keşf ve sır sâhibi olasın. Ca’fer de inip, vardı ve sol yanına durdu. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bakdı, gördü ki, Ca’fer de geldi, yanına durdu. Gönlü şâd oldu. Nemâz kılıp, bitirdikden sonra, buyurdu ki: (Yâ Ca’fer! Sana müjdeler olsun ki, Hak Sübhânehü ve teâlâ sana iki kanat verir. Yer yüzünden tâ Cennete kadar uçarsın. Menzilin Cennet, refîkin Hûrîayn olur. Kavuşmak istediğin Rabbilâlemîn olsun!)

Ba’zı rivâyetde, doğumları fil senesinden otuz sene geçdikde, Harem-i Kâ’bede, Receb ayının onüçünde Cum’a günü vâki’ olduğu bildirilmişdir. Nakl edilir ki, Yemen diyârında Mirem adında müttekî bir âbid vardı. Zâhidlerin zâhidi idi. Kalb-i şerîfleri mâsivâdan pâk idi. Yüzdoksan senelik ömrlerini ibâdet köşesinde geçirip, mala mülke hiç bakmamış, seccâdeden gayri bir menzile ayak basmayıp, mihrâbdan başka yere dönmemiş idi. Bir gün münâcât etdi: İlâhî! Harem-i muhteremin sâkinlerinden ve Kâ’be-i muazzamanın büyüklerinden birinin dîdârı [yüzünü görmek] ile müşerref olmak, istiyorum. Riyâsız düâsı kabûl oldu. Ebû Tâlib Mekke-i Mükerremenin şerefli büyüğü ve Kâ’be-i muazzamanın en kerîm sâkini idi. Bir seferde iken yolu o zâhid ve âbidin makâmına uğradı. Mirem Ebû Tâlibe gerekli ta’zîm şartlarını yerine getirdikden ve durumunu sordukdan sonra, Ebû Tâlib dedi ki: Mekke diyârında beni Hâşim kabîlesinden Abdülmuttalib oğlu Ebû Tâlibim. Zâhid bu haberden çok sevinip, tekrâr ta’zîm edip, dedi ki: Elhamdülillah [Allahü teâlâya hamd olsun], murâdım hâsıl oldu, düâm kabûl oldu [eseri açığa çıkdı]. Ey Ebû Tâlib; geçmişlerden bize şöyle bildirilmişdir ki, Abdülmuttalibin iki torunu olup, biri Abdüllahın sülbünden zuhûra gelip, Peygamber olur. Biri Ebû Tâlibden zâhir olup, se’âdet sâhibi olur. Peygamber otuz yaşına geldikde Alî dünyâya gelir. O Nebî ki, herkesin beklediği Peygamberdir. Henüz açığa çıkmamışdır ya’nî’ gelmemişdir. Ebû Tâlib dedi ki:

-274-

Ey şeyh! Nebî dünyâya gelip, henüz yirmidokuz yaşındadır. Mîrem dedi ki: Yâ Ebâ Tâlib! Mekkeye döndükde, o ma’bûdün dergâhının yakını olana benden selâm götür. Arz et ki, Mîrem şehâdet eder ki, benzeri, ortağı olmıyan Allahü teâlâ vardır ve Sen onun Peygamberisin. Ey Ebû Tâlib! Senden mütevellid olan azîze de selâm götür. Ebû Tâlib [karşılarında] bir kurumuş nâr ağacı görüp, imtihân yolu ile dedi ki: Ey Şeyh, isterim ki, bu ağaçda meyve ve yaprak olsun. Senin sâdık olduğuna delîl olsun. Şeyh, Hakkın dergâhına ilticâ ve tedarru edip, dedi ki: İlâhî! Nebî ve Velî hurmeti için, sıfatlarını beyân edip, geleceklerini söyledim. Beni mahcûb etme. Derhâl kuru ağaçdan yapraklar ve iki dâne nâr meydâna geldi. Şeyh o nârların birini Ebû Tâlibe verdi. Ebû Tâlib, parçalayıp, iki dânesini yidi. Rivâyet edilir ki, o dâneler nutfeye sirâyet edip, Alîyyül Mürtedânın vücûdunun başlangıcı oldu. Değerli bir süs taşı gibi o eserden vücûd buldu. Ebû Tâlib, verilen müjdelere çok sevindi. Geri dönüp, Mekke-i Mükerremeye geldi. Sülbünden o nutfe Fâtıma binti Esedin bâtınına intikâl edip, hâmile oldu. Fâtıma binti Esedden nakl edilir: Ben Kâ’be-i şerîfi tavâf ediyordum. Doğum alâmetleri belirdi. Hazret-i Habîb-i Ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri beni görüp, firâsetle, durumumu anlayıp, buyurdu ki: Ey vâlide, tavâfını temâm etdin mi. Hâyır dedim. Buyurdu: Tavâfı temâm et. Eğer zor durumda kalırsan, harem-i Kâ’beye gir.

(Kitâb-ı Siyer-i Mustafâ)dan nakl etmişlerdir. Fâtıma binti Esed, Kâ’beyi tavâf ediyordu. Abbâs bin Abdülmuttalib ve bütün Benî Hâşim onun ardınca tavâf ile meşgûl idi. Doğum alâmetleri belirdi. Dışarı çıkmağa mecâli kalmayıp, dedi ki, yâ Rabbî! Bana doğumu kolay kıl. O hâlde iken, evin dıvârı yarılıp, Fâtıma gözden gayb oldu. Rivâyet eden diyor ki, ben Hâne-i Kâ’beye girip ahvâlini anlamak istedim. Müyesser olmadı. Üç gün gâib oldu. Dördüncü gün, Haremden çıkdı. Elinde Alî ibni Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anh” vardı. Fâtıma binti Esed Harem-i Kâ’beden hazret-i Alîyi evine götürüp, âdet üzerine beşiği bağladı. Ebû Tâlib gelip, istedi ki, mubârek yüzünü görsün. Örtüsüne el uzatdığında, hazret-i Alî eli ile, Ebû Tâlibin eline ma’nî olup ve yüzüne el uzatıp, çehresine vurdu. Yüzünü tahrîş etdi. Vâlidesi de gelip, emzirmek istedikde, ma’nî olup,

-275-

onun da, yüzünü tırmaladı. Ebû Tâlib, hayret edip, dedi ki, ey Fâtıma! Buna ne ism koyalım! Fâtıma dedi ki, ey Ebû Tâlib! Bu çocuğun pençesinde Esed [aslan] salâbeti var! Esed [aslan] demek münâsibdir. Ebû Tâlib dedi ki, benim niyyetim budur ki, Zeyd ismi ile adlandıralım. Lâkin Fahr-i âlem seyyid-i veled-i âdem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri onun doğum haberini aldıkda, ferâhnak [sevinçli, şâd] olup, Ebû Tâlibin evine geldi. Sordu ki, bu çocuğun ismini ne koydunuz. Herkes ihtiyâr etdiğini beyân etdikde, hazret-i Habîb-i Ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurmuşlar ki, (benim niyyetim, Alî koymakdır. Âli himmet [yüksek arzûlu, himmetli] olsun!) Fâtıma dedi ki, bu ismi ben gâibden işitmişdim. Bir rivâyet de odur ki, vâlidesi [annesi] isminde nizâ edip, istihâre yolu ile Kâ’beye yönelip, Rabbine niyâzda bulunup, (Yâ Rabbî! Harem-i şerîfinde ikrâm eylediğin oğlum için tarafından ism niyâz ederim!) dedi. Bu niyâz esnâsında Kâ’benin damından bir ses geldi ki, (ism-i şerîfini Alî koyun!). Mubârek ismini Alî koydular. Sonra Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri beşik yanına varmak istedi. Fâtıma dedi ki, ey Muhammed-ül emîn! Sakın onun yanına gitmeyiniz ki, bu oğlanın aslan gibi saldırıcı pençeleri var. Hazretinize bir edebsizlik yapabilir. Habîb-i ekrem ve Nebiyyi muhterem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Ey Fâtıma! Alî bize karşı edebe riâyet eder!) Yanına varıp, Aliyyül Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” derin uykuda iken, güzel gören gözlerini açıp, Resûlullahın mubârek yüzüne bakdı. Hâl lisânı ile bu rübâiyi terennüm ediyordu. Nazm:

Şükr müşerref oldum, devlet-i dîdârına,

Kan dolu gözlerimi açdım, gül ruhsârına.

Kat’etdiğim yokluk konakları zâyi’ olmadı,

Vâsıl oldum, şimdi senin güneş şuâlarına!

Se’âdet sâhibi hazret-i Fahr-i Enbiyâ “salevâtullahi alâ nebiyyinâ ve aleyhim ecma’în” beşiğinden kucağına aldı. Bir zemân mubârek dilini gül yaprağı gibi [Alî “radıyallahü teâlâ anh”ın] gonca dihenine [mubârek ağzına] koyup, serçeşme-i esrâr [esrâr çeşmesinin kaynağı] olan [nitekim Vennecmi sûresindeki âyet-i kerîmede (O, boş söz söylemez) buyruldu ki,] mubârek ağzının suyunu emzirdi. [Mubârek dilini ağzına koy-

-276-

du. Ağızdan ağıza emzirdi.]

Rivâyet edilir ki, hazret-i Mürtezânın “radıyallahü teâlâ anh” babası Ebû Tâlibin dokunmasına ma’nî olmasının sebebi, önce kendisine Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” dokunmasını istemesi idi. Annesini emmesinden imtinâ etmesinin maksadı bu idi ki, önce Resûlulahın mubârek ağız suyundan emmekdi. Kıt’a:

Katre katre ma’rifet şerbetini,

O deryâdan iktisâb etdi.

Feyz-i Hak o hilâli etmeğe Bedr,

Kâbil-i nûr-ı âfitâb etdi.

Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bir leğen hâzırlayıp, hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” yıkanmasına bizzat meşgûl oldular. Sağ tarafını yıkayınca çocuk sol tarafa dönerdi. Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bu hâli görünce, ağlamağa başlardı. Fâtıma dedi ki, ey oğul, ağlamanızın sebebi nedir? Buyurdu ki, (Ey Fâtıma! Bu çocuğu önce ben yıkadım. Bu çocuk beni ömrümün nihâyetinde [vefât edince] yıkar. O zemân ben de sağ tarafımdan sol tarafıma kendiliğimden dönerim!) Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” onun terbiye olmasında çok gayret sarf edip, ilkbehâr bulutu gibi o goncaya kol-kanat gerdi. Mürtedâ beş yaşına girdikde, Hîcâz memleketinde az yağmur sebebi ile kıtlık oldu. Gıdâ yokluğundan halk sıkıntıya düşdü. Ebû Tâlibin çoluk-çocuğu çok idi. Bir gün hazret-i Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Abbâsa “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Ey amcam, sen zenginsin! Ebû Tâlib amcam, fakîr ve çocukları da çokdur. Münâsibdir ki, kıtlık geçinceye kadar herbirimiz Ebû Tâlibin çocuklarına bakalım. Ona ma’îşet husûsunda yardım edelim. Berâber Ebû Tâlibin huzûruna gelip, durumu söyledikde, Ebû Tâlib dedi ki, Ukayli benim ile bırakınız. Diğerlerini siz bilirsiniz! Hazret-i Abbâs, Ca’fer-i Tayyârı “radıyallahü anhümâ” alıp, hazret-i Fâhr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Aliyyül Mürtedâyı “kerremallahü vecheh” kabûl kılıp, hazret-i Alî Onun kefâletinde oldu. Hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm da’vete ruhsat müjdeci getirinceye kadar, yanında kaldı. Hazret-i Ebû Bekrden sonra hazret-i Alî îmân ge-

-277-

tirdi. Sonra diğer Sahâbe-i kirâm îmân getirdi “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”.

İkinci Menâkıb: Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine nübüvvet Pazartesi günü bildirildi. Evvelâ hazret-i Ebû Bekr îmâna geldi. İkinci olarak Salı günü hazret-i imâm-ı Alî “kerremallahü vecheh” îmâna geldi. Hazret-i Ebû Bekrden “radıyallahü teâlâ anh” evvel kimse îmâna gelmemişdir. İkinci îmâna imâm-ı Alî “radıyallahü anh” gelmişdir. On yaşında idi. Ba’zıları yedi yaşında idi dediler. İmâm-ı Alî “radıyallahü anh” ömründe hiç puta tapmadı. Hak Sübhânehü ve teâlâ onu puta tapmakdan sakladı. Hattâ bir rivâyetde İmâm hazretleri buyurmuşlar ki: Annemin karnında yatarken, kiliseye varıp, puta tapmak istedikde, Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin inâyeti ile, annemin yüreği ağrımağa başlayıp, o kadar ızdırâp verdi ki, kiliseye varıp, puta tapmak isteğini unutup, kendi evine döndü. İmâm hazretleri, Sultân-ı kâinâtın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûr-u şerîflerinde yetişmişdir. İmâm hazretlerinin yüksek şânları hakkında, üçyüz âyet-i kerîme nâzil olduğunu, hazret-i Abbâs “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir.

Üçüncü Menâkıb: Hazret-i imâm-ı Alînin “kerremallahü vecheh ve radıyallahü teâlâ anh” birkaç adı var idi. Bir ismi Ebûl Hasen, bir ismi Ebûl Hüseyn ve biri Haydar [aslan] ve biri Kerrâr [muhârebede düşmana tekrâr tekrâr hamle eden], biri Emîr-ün nahl ve biri Ebû el Reyhâneyn ve biri Esedillah ve biri Ebû Türâb [toprağın babası]dır. Lâkin kendileri her zemân buyururlar idi ki, bana Ebû Türâb adından sevgili ad yokdur. Zîrâ onu Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” koymuşdur. Sebebi budur ki, bir gün Fâtıma-tüz Zehrâ ile imâm-ı Alî “radıyallahü teâlâ anhümâ” küsüşdüler. İmâm-ı Alî huzûrsuz olup, mescide varıp, kuru toprak üzerine yatdı. Fâtıma “radıyallahü anhâ”, o hâl ile Server-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine varıp, dedi ki, devletlü ve izzetli sultânım, babacağım! Yanlışlıkla hazret-i Alîyi küsdürdüm. Ammâ bilirim ki, suç benimdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” se’âdetle ve izzetle kalkıp, Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini arayıp, mescidde buldu. Gördü ki, kuru toprak üzerinde yatıyor. Sultân-ı kevneyn ve Resûl-i sakaleyn “sallallahü

-278-

teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki, (Kalk yâ Alî, kalk yâ Alî!). Hazret-i Alî gördü ki, çağıran Fahr-i âlemdir. Ayak üzerine kalkdı. Sultân-ı kâinât gördü ki, imâm-ı Alînin yüzüne toprak yapışmış. Bizzat mubârek elleri ile toprağı yüzünden silkip, (Kalk yâ Ebâ Türâb) buyurdu. Onun için hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” her zemân, (Bana Ebû Türâbdan sevgili ism yokdur) buyururlardı. Lâkin (Şevâhid-ün nübüvve)de şöyle yazılıdır. Bir gün Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Fâtıma-tüz-zehrânın “radıyallahü anhâ” evine gelip, hazret-i Alîyi “radıyallahü anh” göremeyip, nerede olduğunu sordu. Hazret-i Fâtıma-tüz-zehrâ dedi ki, yâ Resûlallah! Ba’zı şeylerden üzülüp, dışarıya çıkdı. Gâlibâ mescide gitdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, se’âdetle mescide gelip, gördü ki, elbisesi latîf bedeninden düşüp, cism-i şerîfi toz-toprak ile bulaşmış. Hazret-i Resûl-i ekrem ve nebiyyi muhterem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” o mubâreği temizleyip, (Kalk yâ Ebâ Türâb) buyurdu.

Dördüncü Menâkıb: (Hazret-i Alî ile hazret-i Fâtımanın “radıyallahü teâlâ anhümâ” evlenmeleri.) Nakl olunur ki, Server-i Enbiyâ ve Resûl-i kibriyânın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Hadîce-i kübrâ “radıyallahü teâlâ anhâ” hazretlerinden altı evlâd-ı kirâmları vücûda geldi. İkisi erkek ve dördü kız. Hadîce-i kübrâ, Fâtıma-i Zehrâyı “radıyallahü anhünne” küçük yaşda bırakıp, dâr-ı fenâdan dâr-ı bekâya göç etdi [vefât etdi]. Sultân-ı kevneyn ve Resûl-i sakaleyn “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri hazret-i Fâtımayı bülûg çağına kadar kendi yanında bakıp, terbiye etdiler. Bir gün Fâtıma-tüz-zehrâ “radıyallahü teâlâ anhâ” hazretleri Resûl-i ekremin huzûr-u şerîflerine bir hizmet için geldiler. Hizmet edip döndükde, hazret-i Fâtımaya, bakdılar ki, kemâle gelip, evlenme vaktine gelmişler. Hemen hâtır-ı şerîflerine geldi ki, Fâtımanın vâlidesi hayâtda olsa idi, Fâtıma bülûga erdikde, onun çeyizini hâzırlardı. Zîrâ Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin hazret-i Fâtımaya muhabbeti çok fazla idi. Sebebi bu idi ki, gâyet zâhide idi. Hem de vâlidesi olan Hadîce-i kübrâ “radıyallahü teâlâ anhâ” hazretlerine benzerdi. Bu husûs mubârek hâtırlarına gelince, derhâl hazret-i Cebrâîl aleyhissalâtü vesselâm” gelip, Allahü teâlâ hazretlerinin selâmını Habîbine getir-

-279-

di. Dedi ki; (Yâ Muhammed! Allahü teâlâ buyurur ki, Habîbim hiç merâk etmesin ki, ben Fâtıma kulumun bütün ihtiyâclarını ve elbiselerini Cennet libâslarından yapıp, yakında sâdık ve muvahhid ve has kuluma veririm.) Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Cebrâîl aleyhisselâm hazretlerinden bu kelâmı işitip, şükr secdesi yapdı. Sonra Cebrâîl aleyhisselâm Allahü teâlânın huzûruna vardı ve geri döndü. Elinde bir altın sini, üstünde altın boğça ile örtülmüş, bin Kerûbiyân meleği iledir. Arkasından hazret-i Mikâîl aleyhisselâm elinde bir altın sini, bir altın boğça örtülmüş ve ta’zîm için bin Kerûbiyân meleği iledir. Onun ardınca hazret-i İsrâfîl aleyhisselâtü vesselâm, elinde bir altın sini, bir altın boğça ile örtülmüş ve bin melek iledir. Onun ardınca, hazret-i Azrâîl aleyhisselâm, bir altın sini, bir altın boğça ile örtülmüş. Bin melek iledir. Bu melekler, getirip sinileri Server-i kâinât “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûrlarına arz eylediler. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bunları gördü. Buyurdu ki, yâ kardeşim Cebrâîl. Allahü teâlânın emr-i şerîfi nedir. Bu siniler ile ne emr ederler. Hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki: Yâ Resûlallah! Allahü Sübhânehü ve teâlâ sana selâm eder ve buyurur ki, ben Habîbimin kızı Fâtıma-i Zehrâyı Alîye verdim. Arş-ı Uzmâda nikâh etdim. Hemen Habîbim de Eshâb arasında nikâh eylesin. Sinilerin birinde Cennet libâsları [elbiseleri] vardır. Fâtımaya giydirsin. Diğer sinilerde Cennet yiyecekleri vardır. Eshâbına ziyâfet versin. Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bu müjdeyi işitdi. Tekrâr şükr secdesi yapıp ve hazret-i Cebrâîl aleyhissalâtü vesselâma dedi ki: Yâ kardeşim Cebrâîl. Dilerim ki, nikâhın nasıl yapıldığını aynen açıklıyasın. Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki, Yâ Resûlallah! Allahü Sübhânehü ve teâlâ emr etdi ki, Cennet kapılarını açsınlar. Cenneti süslesinler. Sonra Cehennem kapılarını kapatsınlar. Yedi kat gökde ve yerde ne kadar Kerûbiyân, mukarrabîn ve rûhâniyyân var ise Arş-ı azîmin zıllinde [gölgesinde] şecere-i Tûbâ [Tûbâ ağacı altında] toplansınlar. Allahü teâlânın emri yerine geldi. Allahü teâlâ yine emr etdi ki, melekler üzerine tatlı bir rüzgâr esdi ki, vasfı anlatılamaz. O tatlı rüzgâr, Cennet ağaçlarının üzerine eser. Çünki, Cennet ağaçlarının yapraklarının birbirine dokunması ile hoş bir sedâ hâsıl oldu ki, dinliyenlerin aklları başlarından gitdi. Ondan sonra gönül kuş-

-280-

larına emr eyledi ki nağmeye başladılar. Yâ Habîballah! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri cemâlini arz buyurdu. Buyurdu ki, yâ Cebrâîl, sen aslanım Alînin vekîli ol. Ben de Fâtımanın vekîli olayım. Yâ Meleklerim siz de şâhid olunuz. Fâtımayı halâlliğe Alîye verdim. Yâ Cebrâîl, sen de vekâletin hasebiyle Alî için kabûl eyle. Orada nikâh oldu. Sana da emr olundu ki, burada da Sahâbe-i güzîni “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” toplayıp, nikâh yapasın. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bunu işitdi. Tekrâr şükr secdesi yapdı. Emr eyledi ki, Sahâbe-i güzîn hazretlerini toplasınlar. Ondan sonra hazret-i Cebrâîle dedi ki, yâ kardeşim Cebrâîl! Kızım Fâtıma benim hâtırımı kırmaz. Bu Cennet elbiselerini dünyâda giymeğe değmez. Geriye Cennete götürünüz! Sahâbe-i kirâm toplandı. Hazret-i Resûlün ve hazret-i Alînin vekîli kim olacak diye bakdılar. Biraz durakladılar. Derhâl Cebrâîl aleyhisselâm gelip, dedi ki, yâ Resûlallah! Allahü teâlâ sana selâm edip, emr eyledi ki, hutbeyi hazret-i Alî okusun. Hazret-i Alî hutbeyi okudu [kimse onun yerine vekîl olmadı. Kendisi bulundu]. Dörtyüz akçe ile nikâh eylediler. Müjdeyi, hazret-i Fâtımaya “radıyallahü teâlâ anhâ” müjdelediler. Hazret-i Fâtıma râzı olmadı. Hazret-i Cebrâîl tekrâr geldi. Yâ Resûlallah! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri buyurdu ki; Fâtıma dörtyüz akçe ile nikâha râzı olmaz ise dörtbin akçe olsun. Geri hazret-i Fâtımaya söylediler. Yine râzı olmadı. Geri hazret-i Cebrâîl gelip, dörtbin altın emr olundu. Hazret-i Fâtıma yine râzı olmadı. Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ emr etdi ki, Sen bizzat, hazret-i Fâtıma huzûruna varıp, murâdı ne ise süâl edesin. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazret-i Fâtımanın yanına varıp, murâdını süâl buyurduklarında, hazret-i Fâtıma dedi ki: Yâ Habîballah, murâdım budur ki, sen, mahşer meydânında mü’minlerin günâhkârlarından nicelerine şefâ’at edip, Cennete koyarsın. Ben de onların hâtunlarına şefâ’at edip, Cennete koyayım. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri çıkıp, hazret-i Fâtımanın murâd-ı şerîflerini beyân buyurdu. Cebrâîl aleyhisselâm Allahü teâlânın huzûr-ı şerîflerine varıp, hazret-i Fâtımanın arzûsunu iletdi. Geri nüzûl edip [inip] dedi ki, yâ Resûlallah! Allahü Sübhânehü ve teâlâ Fâtımanın murâdını kabûl edip, o da rûz-i cezâda [mahşer meydânında (kıyâmet gününde)] şefâ’atcı olsun, diye buyurdu. Hazret-i Resûlul-

-281-

lah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, hazret-i Fâtımaya, murâdı kabûl olup, şefî’a olduğunu [şefâ’at edeceğini] kendisine iletdi. Yâ Resûlallah! Hazretinizin şefâ’at edeceğine huccet [delîl] kelâm-ı kadîmde ve Fürkân-ı azîmde âyet-i kerîmelerdir. Yâ bana kat’i hüccet [delîl] nedir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: Ey ciğer gûşem; cenâb-ı hazret-i Rabbil izzete murâdını arz edeyim. Göreyim ne fermân olunur. Çıkıp, Cebrâîl aleyhisselâma Fâtımanın murâdını beyân etdi. Cebrâîl aleyhisselâm Allahü teâlânın huzûruna arz edip, hemen geri döndü. Elinde bir beyâz ipek getirdi. Resûlullahın huzûrunda ak ipeği açıp, içinden bir kâğıd çıkardı. (Yevm-i cezâda [kıyâmet gününde] mü’min hâtunların âsîlerine, kulum Fâtımayı şefâ’atcı etdiğime bu hucceti yanında bulundursun.) Hazret-i Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” o kâğıdı geri harîre [ipeğe] sarıp, hazret-i Fâtımaya getirdi. Hazret-i Fâtıma hucceti gördü. Kabûl edip, nikâha râzı oldu. (Allahü teâlâ kalbdekileri bilir. Allahü teâlâ için, neden böyledir diye sorulmaz.)

Rivâyetde gelmişdir ki, hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazret-i Fâtımayı hazret-i Alîye “radıyallahü teâlâ anh” verdiği zemân onsekiz akçe verdi. Bir gelinlik ve bir de kaftan aldı. Hazret-i Fâtımaya giydirdiği zemân, Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ağladı. Hazret-i Fâtıma dedi ki, se’âdetim ve izzetim babam, niçin ağlarsın. Buyurdular ki, (ciğer gûşem, gözümün nûru kızım, onun için ağlarım ki, kıyâmet gününde, Allahü teâlânın huzûrunda bu onsekiz akçe ile bu kaftanın hesâbını nasıl vereceksin.) Bunların hâli böyle olunca, gör zemâne adamları kızlarının dertlerine düşüp, nice bin, belki nice yük akçe çeyize sarf edenlerin âhıretde hâlleri nasıl olur. Hâlimiz kederlidir. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri inâyet ve hidâyet ile, Habîbi ve Ehl-i beyti hurmetine, keremi, fadlı ve ihsânı ile afv ve magfiret buyursun.

Beşinci Menâkıb: Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” orta boylunun kısası idi. Geniş göğüslü idi. Elâ gözlü idi. Mubârek sakalı bütün eshâbdan “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” çok idi. Mubârek karnı büyükce idi. Her ne zemân kâfirlerin yüzlerine baksa, kalblerine korku düşüp, hazân yaprağı gibi titrerlerdi. Bu mubârek cüsse ile üç, dört ve beş gün, ba’zan da ye-

-282-

di, sekiz gün yemek yimezdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine süâl etdiler ki, hazret-i Alî yemek yimez, hikmeti nedir. Buyurdular ki; (Hazret-i Alînin kuvvet-i kudsiyyesi vardır. Açlığı bilmez.) Umûmiyyetle gazâlarda nice günler yemek yimez ve gazâ ile meşgûl olurdu. Açlık hâtır-ı şerîflerine gelmezdi. Kuvvet-i kudsiyyesi ile içi temâmen dolu idi. Bir gazâ vâki’ olmamışdır ki, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” onda mevcûd olmasın. Bir kal’ayı almakda zorlanılsa veyâ düşman galebe etse, Sultân-ı kâinât “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” sancağı hazret-i Alînin eline verip de buyururdu ki, (Yâ Alî! Bu feth senindir. Var feth eyle! Seni Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerine ısmarladım) diye gönderirdi. Feth ederdi.

Altıncı Menâkıb: Benî Necrân derler, hıristiyanlardan bir kabîle var idi. Kalabalık bir kabîle idi. Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bunlara her ne kadar nasîhatda bulundu ise de, kimse râzı olmayıp, ıslâh olmadılar. İnâd ve taşkınlıklarını artdırdılar. Bir vechle bunlar îmâna gelmediler. Bunlar hakkında ibtihâl (karşılıklı yemînleşme) âyet-i kerîmesi nâzil oldu. İbtihâl ile emr olundular. Sûre-i Âl-i imrânda, [61.ci âyet-i kerîmede] meâlen buyurulmuşdur: (Seninle mücâdele edenlere [hıristiyanlara] de ki: Geliniz biz ve siz, oğullarımızı [evlâdlarımızı], kadınlarımızı ve kendimizi çağıralım. Sonra ibtihâl edelim. [Îsâ aleyhisselâm hakkında] kim yalan söylüyor ise, Allahü teâlânın la’neti onun üzerine olsun diyelim!) (Tefsîr-i Meâlim)de buyurmuş ki, (......... ya’nî kim ki seninle, hazret-i Îsâ aleyhisselâm hakkında mücâdele etse, sana, hazret-i Îsâ aleyhisselâm, Allahü teâlânın kulu ve Resûlü olduğu hakkında ilm geldikden sonra, denildi ki, ebnâünâdan murâd Fâtıma “radıyallahü teâlâ anhâ” hazretleridir. Enfüsenâdan murâd, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin kendileridir ve hazret-i Alî “kerremallahü vecheh”dir. Zîrâ, arablarda, kişinin, amca oğlu kişinin kendisinden sayılır.) Nitekim Allahü teâlâ hazretleri buyurur: (........ murâd ihvâneküm demekdir). Denildi ki, ibtihâl cümle ehli dîne umûmdur. İbni Abbâs “radıyallahü anhümâ” buyurdular ki, ya’nî düâda tadarru’ edelim. Ve Kelbî dedi ki, düâda ictihâd ve mübâlaga edelim. Kesâî ve Ebû Ubeyde dediler ki, (lâin) edişelim [birbi-

-283-

rimize la’net edelim!]. Zîrâ ibtihâl telâundur. (La’netleşmekdir.) La’netullah ma’nâsına derler. (Allahü teâlânın la’neti onun üzerine olsun demekdir.) Bizden ve sizden hepimiz Allahın la’netini yalancılar üzerine kılalım.

Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bu âyet-i kerîmeyi Necrân kavmi üzerine okudu ve onları mübâheleye da’vet etdi. Onlar refîklerimize [arkadaşlarımıza] gidelim. Emîrimizle müşâvere edelim. Sonra yarın gelelim dediler. Varıp bir yere toplandılar. Reîslerine mubâhele hakkında ne düşündüğünü sordular. Ona, yâ Mesîhin kulu! Rey’ hakkında ne düşünürsün, dediler. O dedi ki: Yâ Nasâra cemâ’ati. Muhakkak siz biliniz ki, Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Peygamberdir. Vallahi la’net etmez. Bir kavm Peygamber ile mübâheleye kalkışırsa, o kavmin büyüğü, küçüğü muhakkak helâk olur. Hemen sâhibinizin yanına varınız. Kavli üzerine ikâmet edip, va’d alınıp, kendi bildiğinizden dönün.

Ertesi gün, hazret-i Alî ile Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûr-ı şerîflerine geldiler. Hâlbuki Resûlullah hazretleri Hüseyni kucağına almış, hazret-i Hasenin elinden tutmuş, hazret-i Fâtıma ardınca yürürdü “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, bunlara, (ben düâ edeyim, siz âmîn deyiniz,) buyurdu. Nasâra kavminin reîsleri yanındaki hıristiyanlara dedi ki, yâ nasâra cemâ’ati. Ben muhakkak öyle yüzler görüyorum ki, eğer Allahü teâlâ hazretlerinden, bir dağı yerinden kaldırmasını isteseler, Allahü teâlâ hazretleri, o dağı onlar hürmetine kaldırır. Sakın mübâhele etmeyiniz! Yoksa helâk olursunuz. Kıyâmete kadar yeryüzünde nasrânî kalmaz. Sonra reîsleri, Peygamberimize “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” dedi ki, yâ Ebel Kâsım! Biz karâr verdik ki, seninle, mübâhele etmiyelim. Senden ayrılalım. Sen dînin üzerine sâbit ol. Biz de dînimiz üzerinde sâbit olalım. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Mübâheleden vaz geçdi iseniz müslimân olunuz. Size lâzım olan şey, müslimânlara olur.) Onlar müslimân olmak istemediler. (Kıtâle hâzır olun. Muhakkak sizinle mukâtele ederiz) buyuruldu. Onlar dediler ki, biz seninle harb edemeyiz. Lâkin seninle sulh olalım ki, bizimle mukâtele etmi-

-284-

yesiniz. Bizi korkutmıyasınız. Dînimizden döndürmiyesiniz. Biz de sana her sene iki bin hulle verelim. Bin hulle Saferde, bin hulle Recebde. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bu kavl üzerine sulh etdi. Sonra buyurdular ki; (Nefsim yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, azâb Necran ehlinden döndü. Eğer mübâhele etseler idi, maymûna ve hınzıra dönerlerdi. Bulundukları vâdi ateş ile dolardı. Allahü teâlâ Necrânın ve halkının kökünü kazırdı. Ağaçlardaki kuşlar bile canlı kalmaz, bir sene geçmeden hepsi helâk olurlardı.) [(Se’âdet-i Ebediyye) kitâbının 369.cu sahîfesine bakınız!]

Yedinci Menâkıb: Mîr Hüseyn Vâ’ız “rahimehullahü teâlâ” (Mevâhib-i aliyye) adlı tefsîrinde, sûre-i Bekarada 274.cü âyet-i kerîmenin tefsîrinde, beyân etmişdir. Bu âyet-i kerîmenin indiriliş sebebinde bildirilmişdir. Hazret-i Aliyyül Mürtedânın “kerremallahü vecheh ve radıyallahü teâlâ anh” dört dirhemi var idi. Onun birisini âşikâre [açıkdan] tasadduk eyledi [sadaka verdi]. Birisini gizli tasadduk etdi. Birisini kara gecede, birisini de gündüz tasadduk eyledi. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri bu âyet-i kerîmeyi inzâl buyurdu. (Mallarını Allah yolunda, gecegündüz, gizli-âşikâr olarak dağıtanların, Allahü teâlâ indinde ecrleri çokdur ve hâzırdır. Onlar için gelecekde korku yokdur. Geçmiş için mahzûn olmaz, üzülmezler.) [Bekara sûresi 274.cü âyet-i kerîme meâli.] Hazret-i Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazret-i Alîden “radıyallahü teâlâ anh” bu çeşid sadaka vermesine hangi şeyin sebeb olduğunu sordu. Cevâb verdi ki, bu dört şekl dışında sadaka verme yolu görmedim. Her şeklde sadaka verdim ki, bunlardan biri kabûl şerefi bulup, diğerleri de Allahü teâlânın rızâsına erer.

Sekizinci Menâkıb: (Meâlim-üt-tenzîl)de sûre-i Secdede, meâl-i şerîfi, (Îmân eden [inanan] kimse, fâsık [inanmıyan] gibi midir. Bunlar eşit olmazlar) olan, onaltıncı âyet-i kerîmenin tefsîrinde, Muhyissünne “rahimehullahü teâlâ” beyân buyurmuşlar. Bu âyet-i kerîme, Alî bin Ebî Tâlib “kerremallahü vecheh” ve Velîd bin Ebî Mu’ayt hakkında nâzil olmuşdur. Velîd bin Ebî Mu’ayt, Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin ana tarafından akrabâsıdır. Hazret-i Alî ile Velîd arasında çekişme ve münâkaşa oldu. Velîd hazret-i Alîye dedi ki; sen sus! Muhakkak sen çocuksun. Ben lisân cihetinde senden dahâ açığım.

-285-

Mızrak [ok] atmakda senden mâhirim. Kalb cihetinden senden cesâretliyim. Harblerde, haşmet cihetinden dahâ gösterişliyim. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, sen sus! Muhakkak sen fâsıksın. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri bu âyet-i kerîmeyi gönderdiler. (Onlar müsâvî değillerdir) buyurdular. (İkisi müsâvî değildir) buyurmadılar. Zîrâ bir mü’min ve bir fâsık murâd etmediler. Belki bütün mü’minleri ve bütün fâsıkları irâde buyurdular.

Dokuzuncu Menâkıb: (Meâlim-üt-tenzîl) tefsîrinde, imâm-ı Begavî “rahimehullahü teâlâ” hazretleri (Hel etâ) [insan] sûresinde, meâl-i şerîfi (Onlar kendileri arzû etdikleri [içleri çekdiği hâlde] yiyeceği, fakîrlere [yoksullara], öksüze ve esîre yidirirler) olan sekizinci âyet-i kerîmenin tefsîrinde beyân buyurmuşdur ki, bu âyet-i kerîmenin nüzûl [iniş] sebebinde ihtilâf etmişlerdir. Mücâhid ve Atâ, İbni Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerinden, hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” hakkında nâzil olduğunu rivâyet etmişlerdir. Kıssasını kısaltarak beyân etmişler. Lâkin diğer tefsîrlerde ve menâkıbda şu şeklde anlatılmışdır. Hazret-i Hasen ve hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ” hasta olmuşlardı. Fahr-i âlem seyyid-i veled-i âdem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Sahâbe-i kirâm “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretleri ile görmeğe vardılar. Hazret-i Alî ve hazret-i Fâtıma-tüz-zehrâya “radıyallahü teâlâ anhümâ” hitâb edip, buyurdular ki, (Bu ciğer gûşelerinize bir nezr eyleyin [bir adak adayın]!) O iki Server ve Fıdda adlı câriyeleri, Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretleri bu ikisine [ya’nî Hasen ve Hüseyn “radıyallahü anhümâ” hazretlerine] sıhhat verir ise, üçer gün oruc bize nezr olsun dediler. O iki Cennet râyihâları şifâ buldu. Ancak evlerinde yinilecek birşeyi yok idi. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” varıp, bir yehûdîden üç sa’ arpa borç aldı. Üçü de nezr etdikleri oruclara niyyet etdiler. O ölçek arpanın bir ölçeğini hazret-i Fâtıma “radıyallahü teâlâ anhâ” hazretlerinin câriyesi üğütüp, beş adet ekmek pişirdi. Kendileri beş kişi idiler. İftâr vakti oldu. O beş çöreğin birini hazret-i Alînin önüne ve birini hazret-i Hasenin önüne ve birini hazret-i Hüseynin önüne ve birini Fıdda câriyeye ve birini de [hazret-i Fâtıma] kendi önüne koydu. İftâr yapacaklardı. Bir miskîn gelip, dedi ki: Yâ Ehl-i beyt-i Resûlallah! Mis-

-286-

kîn müslimânlardan bir miskînim. Bana yiyecek verin. Allahü teâlâ hazretleri sizi Cennet ni’metleri ile ta’âmlandırsın. Ellerindeki çörekleri ona sadaka verip, kendileri su ile iftâr etdiler. Ertesi gün yine oruc tutdular. Câriye bir ölçek arpa dahâ üğütüp, yine beş çörek pişirdi. İftâr vaktinde, önlerine alıp, iftâr edecekleri sırada, bir yetîm geldi. Beşi de çörekleri ona verip, o yetîmi sevindirip, kendileri su ile iftâr edip, uyudular. Ertesi günü yine oruc tutdular. O kalan bir ölçek arpayı da, beş çörek yapıp, önlerine aldılar. İftâr edecekleri vakt, bir esîr gelip, dedi ki, üç gündür açım. Beni bağlayıp, yemek de vermediler. Allahü teâlâ için bana acıyın, dedi. Beşi de çöreklerini ona verip, yine su ile iftâr etdiler. Ba’zı rivâyetde o esîr şirk ehlinden idi. Bu rivâyet delîl olur ki, ehl-i şirkden de olsalar, esîrlere yiyecek verilirse, sevâb olacağı anlaşılmakdadır. (Meâlim-üt-tenzîl)de böyle yazılıdır.

Rivâyet olunur ki, dördüncü gün sabâhladılar. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”, hazret-i Hasen ve hazret-i Hüseynin “radıyallahü teâlâ anhümâ” ellerinden tutup, Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûr-ı şerîflerine götürdüler. Hazret-i Habîb-i ekrem onları, açlıkdan kuş yavrusu gibi titrerler şeklde gördüler. Alî “kerremallahü vecheh” hazretlerine buyurdu ki, yâ Alî! Bizi üzüntüye gark etdin. Kalkıp bunları aldı. Hazret-i Fâtımanın “radıyallahü teâlâ anhâ” yanına vardı. Fâtımayı mihrâbında gördü ki, karnı arkasına yapışmış ve mubârek gözleri çukura gitmiş. Üzüntüsü dahâ da artdı. Hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm nâzil oldu ve dedi ki; Yâ Muhammed! Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretleri mubârek etsin. Ehl-i beytin hakkında âyet-i kerîme gönderdi. (Hel etâ) sûresini okudu. Rivâyet olundu ki, hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bunları bu hâlde görünce buyurdular ki: (Yâ kızım Fâtıma! Baban üç gündür ta’âm yimemişdir.)

Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” Medîneden dışarı gitdi. Gördü ki, bir arab kuyudan su çekip, davarına su verir. Alî “radıyallahü teâlâ anh” araba dedi ki, yâ kişi, sana ücret ile su çekeyim mi. O da hoş [iyi] olur dedi. Her kovaya bir avuç hurmaya ücret ile pazarlık etdiler. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” su çekmeğe başladılar. Yeteri kadar çekip, son kovayı çekdiklerinde, Allahü teâlânın hikmeti, kovanın ipi kopup, ko-

-287-

va kuyuya düşdü. Arab, Alînin “radıyallahü teâlâ anh” mubârek yüzüne bir tokat vurdu. Getirip, hesâbınca hurma verdi. Alî “radıyallahü teâlâ anh” mubârek elini, o derin kuyuya sokup, kovayı çıkardı. Arabın eline verdi. Sonra da koyup, gitdi. Hazret-i Fâtımanın “radıyallahü teâlâ anhâ” yanına varıp, hurmayı önlerine koydu. Hurmayı yir iken, hazret-i Fâtıma “radıyallahü teâlâ anhâ” bakdı. Mubârek yüzünde tokat eserini gördü. Dedi ki, yâ Alî, yüzünüzde bir iz vardır; bu nedir. Alî “radıyallahü teâlâ anh” gizleyip, birşey yokdur, buyurdular. Bu tarafda ise hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”, kovayı kuyudan alıp, arabın eline verip gitmişdi. Arab da hayret etmişdi. Düşündü ki, eğer bu kişinin dîni ki, Muhammed dînidir. Hak din olmasa idi, bu derin kuyudan kovayı nasıl çıkarırdı. Kendi kendisine dedi ki, bir el ki böyle küstâhlık etmiş olsun, o el bana lâzım değildir deyip, hazret-i Alîye vuran elini kesip, eline aldı. Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin huzûrlarına gitmek üzere yola koyulup, geldi ve kapıyı çaldı. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” kapıya çıkıp, gördüğü gibi, acele ile geri içeri girip, dedi ki; yâ Resûlallah! Bir arab gelmiş. Elinde kendinin bir kesik eli var. Kanı akar. Ağlar. Sizi görmek ister. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” tebessüm edip, buyurdu ki, yâ Alî! O arab edebsizlik eden arabdır. Söyle içeri gelsin. Varıp, söyledi. Arab içeri girdikde, hazret-i Habîbullah o arabı o hâl üzere görüp, üzüldü. Ona dedi ki, niçin böyle hatâya düşdün, hatâ işledin. Arab ağlıyarak, küstâhlığının özrünü dileyerek îmâna geldi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” kesik elini yerine koyup, mubârek ağzının suyunu sürüp, düâ buyurdu. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin kudreti ile arabın eli sapasağlam oldu.

Onuncu Menâkıb: (Menkıbe-i Fâtıma-tüz-zehrâ “radıyallahü teâlâ anhâ”.) Rivâyet olunur ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri; Aliyyül Mürtedâ hazretlerine buyurdular ki, (Yâ Alî! Allahü tebâreke ve teâlâyı sever misin!) Hazret-i Alî dedi ki, (Evet, yâ Resûlallah.) (Beni sever misin.) Alî “radıyallahü teâlâ anh” dedi, (Evet, yâ Resûlallah.) Buyurdu ki, (Fâtımayı sever misin.) Dedi ki (Evet, yâ Resûlallah!). Buyurdu ki (Hasen ve Hüseyni sever misin.) Dedi ki, (Evet, yâ Resûlallah!) Hazret-i Habîbullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel-

-288-

lem” buyurdu ki, (Yâ Alî! Bu kadar muhabbeti bir gönüle nasıl sığdırırsın!) Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin mu’ciz süâl beyânlarına cevâb veremediğini beyân etdi. Hazret-i Fâtıma “radıyallahü teâlâ anhâ” buyurdular ki; bunda üzülecek ne vardır. Allahü Sübhânehü ve teâlâyı sevmek, îmândan ve akldandır. Muhammed aleyhisselâmı sevmek îmândandır. Beni sevmek şehvetindendir. Hasen ve Hüseyni sevmek tabî’atındandır, dedi. Hazret-i Alî “radıyallahü anh” acele, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûrlarına gelip, o cevâbı söyledi. Resûlullah buyurdu ki, (Demek olur ki, bu yemiş nübüvvet ağacının yemişidir.) Ya’nî yâ Alî, bu cevâb senin değildir. Fâtımanın cevâbıdır. Bu cevâbda derin ilm vardır. Düşünmelidir.

Onbirinci Menâkıb: [(Eshâb-ı Kirâm) kitâbının 250.ci sahîfesinde buyuruluyor ki: (Bahr-ül-Ulûm) adındaki tefsîrde bildirilen hadîs-i şerîflerde, (Ümmetimin en merhametlisi Ebû Bekrdir. Dinde en kuvvetli olan Ömerdir. Hayâsı en çok olan, Osmândır. İslâmiyyetde her süâli cevâblandıran Alîdir. Halâl ve harâm olanları en iyi bilen Mu’âzdır. Kur’ân-ı kerîmi en güzel okuyan Ubeyy bin Kâ’bdır. Münâfıkları tanıyan, Huzeyfetibni Yemândır. Îsâ aleyhisselâmın zühdünü görmek isteyen Ebû Zerin zühdüne baksın! Cennet, Selmân-ı Fârisîye âşıkdır. Hâlid bin Velîd, Allahın kılıcıdır. Hamza, Allahü teâlânın arslanıdır. Hasen ve Hüseyn Cennet gençlerinin en üstünüdür. Ca’fer bin Ebî Tâlib, Cennetde meleklerle berâber uçar. Cennet kapısını ilk açacak olan Bilâldir. Benim Kevser havuzumdan ilk içecek olan Suheyb-i Rûmîdir. Kıyâmet günü melekler ilk önce Ebüdderdâ ile müsâfeha eder. Her Peygamberin bir arkadaşı vardır. Benim arkadaşım Sa’d bin Mu’âzdır. Her Peygamberin Eshâbından seçdikleri vardır. Benim seçdiklerim, Talha ve Zübeyrdir. Her Peygamberin mahrem işlerini gören yardımcısı vardır. Benim yardımcım, Enes bin Mâlikdir. Her ümmetde hakîm vardır. Benim ümmetimde hikmeti çok söyliyen Ebû Hüreyredir. Hassân bin Sâbitin sözleri Allah tarafından te’sîrlidir. Ebû Talhanın harb meydânındaki sesi, bir fırka askerden dahâ kuvvetlidir) buyurdu. (Bahr-ül-ulûm) kitâbını yazan Alâüddîn Alî Semerkandî sekizyüzaltmış (860) senesinde, Anadoluda Lâ-

-289-

rende şehrinde vefât etmişdir.]

Onikinci Menâkıb: (Mesâbîh-i şerîf)de, sahîh hadîsler bâbında, Sa’d bin Ebî Vakkâsdan “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Alîye “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki, (Senin ile ben, Hârûn ile Mûsâ “aleyhimesselâm” gibiyiz. Benden sonra Peygamber yokdur.) Türpüştî “rahimehullah” dedi ki, Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Tebûk gazâsı için yola çıkdıklarında, hazret-i Alîyi Medînede Ehl-i beyti üzerine halîfe bırakdı. Emr etdi ki, onların işlerini görsün. Münâfıklar işitip, birbirine dediler ki, Alîyi halîfe bırakmakdan maksadı, onun yanında bulunmasından [sohbetinden] sıkıldığı için idi. [Münâfıklar böyle dediler.] Hazret-i Alî münâfıkların bu sapık sözlerini işitdi. Silâhını kuşanıp, çıkdı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” (Cürf) adlı menzilde konaklamış idi. Huzûr-ı şerîflerine varıp, dediler ki, yâ Resûlallah! Münâfıklar, bu kölenizi halîfe etmenizin sebebini, yanınızda götürünce sıkılacağınızdan ötürü olduğunu söyliyorlar. Habîb-i Muhterem “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Münâfıklar yalan söylüyorlar! Seni Medînede bırakdıklarıma halîfe yapdım. Geri dön. Benim ehlime ve senin ehline halîfem ol. Yâ Alî! Benim ile; Mûsâ aleyhisselâm ile Hârûn aleyhisselâmın olduğu gibi olmak istemez misin! Nitekim Hak celle ve alâ buyurur; (A’râf 142.ci âyet) (Mûsâ, kardeşi Hârûna, kavmimde halîfem ol! dediğini haber vermişdir.))

Müslim şârihi “rahimehullahü teâlâ” beyân edip, dediler ki, bu hadîs-i şerîf o hadîs-i şerîflerdendir ki, râfizî ve diğer şî’a fırkaları bunu sened olarak almışlardır. Bu hadîs-i şerîfe göre hilâfet, muhakkak hazret-i Alînin idi. Başkasının halîfe olmasına kendisi râzı olmuşdur. Bu fırkalar ihtilâf etdiler. Râfizîler Sahâbe-i güzîni hazret-i Alî üzerine başkasını üstün tutdukları için, tekfîr etdiler. Ba’zıları da çok taşkınlık edip, hazret-i Alîyi de tekfîr etdiler ki, kendi kötü düşüncelerince hilâfet kendinin hakkı idi. Niçin taleb etmeğe gayret etmedi. Bu tâife mezheblerinin çok aşırılığı cihetinden ve akllarının çok fesâdından, bunlar muhâtab kabûl edilmemiş ve sözlerine cevâb verilmemişdir.

-290-

Kâdî “rahimehullah” buyurmuşdur ki, bu sözleri söyliyen kimsenin küfründe şübhe yokdur. Zîrâ bir kimse ki, bütün ümmeti tekfîr eder, ilk asrı tekfîr eder. Muhakkak ki, nakl edilen dîni bâtıl kılmış olur. İslâmı kötülemiş olup, Allahü teâlâ muhâfaza etsin, kâfir olur. Ammâ Gulât-ı râfizîden başkası, bunların yolundan gitmemişdir. İmâmiyye ve ba’zı mu’tezile; Sahâbe “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, hazret-i Alîden “radıyallahü teâlâ anh” önce diğerlerini halîfe seçdikleri için hatâ etdiler, derler. Ancak tekfîr etmezler. Hâlbuki bu hadîs-i şerîfde bunların hiçbirine delîl yokdur. Belki bunda hazret-i Alînin “radıyallahü anh” fazîletinin isbâtı için delîl vardır. Ammâ gayriden efdal olmasına ve gayri ile misilli olmasına kinâye yokdur. [Başkalarından üstünlüğü veyâ berâberliği anlaşılmamalıdır.] Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden sonra halîfe olacağına işâret yokdur. Zîrâ bu sözü Tebûk gazâsına gitdikleri vakt, Medîne-i münevverede kendi yerine geçirmelerinde buyurdular. Yukarıda zikr olundu. Bu sözü kuvvetlendiren odur ki, hazret-i Hârûn aleyhisselâm hazret-i Alîye benzetilmişdir. Hazret-i Mûsâ aleyhissalâtü vesselâmdan sonra [Hârûn aleyhisselâm] halîfe olmadı. Mûsâ aleyhisselâmın vefâtından meşhûr rivâyete göre kırk yıl sonra vefât etdi. Dediler ki, o vefât etdiğinde onu halîfe yapmadı. Rabbine münacât etmeğe giderken, onu yerine halîfe yapdı. [Hârûn aleyhisselâm ondan sonra halîfe olmadı.]

Onüçüncü Menâkıb: Yine (Mesâbîh)de, anlatılan menâkıbın meşhûr olan hadîs-i şerîflerinde zikr olunmuşdur. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurmuşdur ki, ekin dânesini bitiren ve insanı halk eden Allahü teâlâya yemîn ederim ki, ümmî olan Nebî “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” beni kasd ederek; (Alîyi ancak mü’minler sever. Alîye ancak münâfıklar buğz eder!) buyurmuşdur.

Müslim şârihi “rahimehullahü teâlâ” buyurmuşlar ki, bu hadîs-i sahîhin ma’nâsı şudur. Muhakkak ki bir kimse, hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” yakınlığını, Resûlullahın hazret-i Alîye sevgisini bilir ve hazret-i Alîden sâdır olan şeyleri islâmın yayılmasında ve islâmda hizmetlerini düşünerek, bu sebebler ile hazret-i Alîye muhabbet ederse, o kimsenin îmânın sıhhatine delîller-

-291-

den olur. Allahü teâlânın râzı olduğu ve islâma hizmetleri ve yukarıdaki sebeblerin aksine Alîye “radıyallahü teâlâ anh” buğz ederse, o muhabbet eden kimsenin zıddı olup, nifâkı şiddetli olur. Fesâdı çok olur. Allahü teâlâ muhâfaza etsin.

Ondördüncü Menâkıb: Yukarıda bahs edilen hadîs-i şerîflerden sonra, Sehl ibni Sa’d “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Hayber günü muhakkak ben bu bayrağı yarın bir şahsa veririm. Allahü teâlâ onun üzerinde feth müyesser eyler. O şahs Allahü teâlâ hazretlerini ve Resûlünü sever. Allahü teâlâ hazretleri ve Resûlü de onu severler.) O günün sabâhında, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûr-ı şerîflerine sür’atle varanlardan her biri ümîd ederler ki, bayrak kendisine verilsin. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Alî bin Ebî Tâlib nerededir.). Dediler, yâ Resûlallah, hazret-i Alînin gözleri ağrıyor. Buyurdular ki, (Adam gönderin, getirsinler). Vardılar, getirdiler. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mubârek tükrüğünü, hazret-i Alînin gözlerine sürdü. Ağrıdan kurtuldu. Sanki hiç ağrı görmemiş gibi idi. Alemi [bayrağı] hazret-i Alîye verdi. Hazret-i Alî dedi ki, yâ Resûlallah! Kâfirler ile bizim gibi oluncaya kadar muhârebe edeceğim. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Rıfk ve sükûn üzere hareket eyle. Hattâ onların topraklarına gir. Sonra onları islâma da’vet et. Allahü teâlânın islâm dîninde onlar hakkında bildirdiklerini haber ver. Allahü tebâreke ve teâlânın senin sebebin ile bir şahsa hidâyet vermesi, muhakkak kırmızı develerin olup, sadaka vermenden hayrlıdır.)

Onbeşinci Menâkıb: (Mesâbîh)in yine hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” ile alâkalı menâkıbın hadîs-i şerîfler kısmında, İmrân bin Hasîn “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Alî benden, ben de Ondanım. Alî bütün mü’minlerin velîsidir.) Şârîh Tayyibî “rahmetullahi teâlâ aleyh” beyân etmişdir. Kâdî “rahimehullahü teâlâ” buyurdular ki: Şî’a tâifesi dediler ki; tasarruf edici hazret-i Alîdir. Ve dediler ki, hadîs-i şerîfin ma’nâsı budur ki, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, tasarruf etdiği herşeyde hazret-i Alî ta-

-292-

sarrufa müstehak olur. Mü’minlerin işlerini görmek de tasarrufa girer. Onun için hazret-i Alî mü’minlerin imâmıdır. Biz onlara deriz ki, mü’minlerin velîsi olmağı, halîfe (imâm) olmak ma’nâsına anlamak doğru olmaz. O zemân bütün mü’minlerin işlerini de üzerine almak îcâb eder. Zîrâ Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri hayâtlarında mü’minlerin bütün işlerini kendileri görürdü. Ancak vâcib oldu ki, vilâyeti [velî olmağı], muhabbet ve buna benzer şeyler şekliyle anlamalıdır.

Onaltıncı Menâkıb: Yine (Mesâbîh-i şerîf)de bahs edilen menâkıbın meşhûr hadîs-i şerîfler kısmında, Abdüllah ibni Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerinden rivâyet olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerini birbiri arasında kardeş kıldı. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” sonraya kaldı. Mubârek gözlerinden yaş akar [ya’nî ağlar idi]. Dedi ki; Yâ Resûlallah! Sahâbe-i güzîni aralarında kardeş kıldın. Beni kimse ile kardeş yapmadın. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Sen benim dünyâda ve âhıretde kardeşimsin.) (Tirmizî) rivâyet etmişdir.

Onyedinci Menâkıb: Yine yukarıdaki hadîs-i şerîfden sonra, Enes “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet edilmişdir. Enes “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin yanında bir pişmiş kuş var idi. Buyurdular ki; (Allahım! Bana mahlûklarından en çok sevdiğini gönder!) Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” geldi. Berâberce yidiler. (Tirmizî) rivâyet etdi ve dedi ki, bu hadîs-i şerîf hasen ve garîbdir. Şârih Türpüştî (Allahü teâlâ ona hayrlar versin) “rahimehullah” bu hadîs-i şerîfin şerhinde, fesâhat ve belâgat ile geniş bir mukaddemeden sonra buyurmuş ki, bu bir hadîsdir ki, mübtedi’ler [yoldan çıkmışlar] bunun ile oklarını bileyip, bunu vesîle yapıp, hazret-i Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” hilâfetine hücûm ederler. Hâlbuki o hazretin hilâfeti, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin intikâlinden [vefâtından] sonra, bu ümmetde müslimânların icmâ’ı ile sâbit olan ahkâmın evvelidir. Dîni ayakda durduran direklerin en sağlamıdır. Bu hadîs-i şerîf, hazret-i Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” birinci halîfe ol-

-293-

masını ve diğer Sahâbeden üstün olmasını îcâb etdiren sahîh hadîsler ve buna ilâve olarak Sahâbe-i kirâmın “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” icmâ’ı karşısında mukâvemet edemez. Zîrâ bu bahs edilen hadîs-i şerîf, nakl ehli için mekâle [bend] vardır. Bu misilli hadîs icmâ’ın hilâfı üzerine olmak câiz olmaz. Husûsan o Sahâbe ya’nî Enes “radıyallahü teâlâ anh” ki, bu hadîs-i şerîfi rivâyet etdi. Eshâb-ı kirâmın icmâ’ında [ya’nî hazret-i Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” halîfe seçiminde] hayâtda idi. Eshâb-ı kirâm bu hadîs-i şerîfi işitdikleri hâlde icmâ’ etmişlerdir. Enes “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden bu hadîs sâbit ise, ma’nâsı bozulmıyacak şeklde te’vîl edilebilir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin, en çok sevdiğini, gönder buyurması, en çok sevdiklerinden birini gönder ma’nâsınadır. Çünki, Resûlullah da Allahü teâlânın yaratdıkları içindedir. Allahü teâlânın en çok sevdiği Odur. Bu misilli kelâm arabîde çokdur. Hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” Resûlullahdan dahâ sevgili olması düşünülemez. Eğer denilirse ki, dinde Allahü teâlânın en sevdiği kul odur. Biz de öyle deriz. Sahîh nass ve icmâ’ı ümmet ile bildirilmişdir. Muhakkak, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri amcası oğullarından kendisine sevgili olanı murâd etdiler. Zîrâ Resûlullah hazretlerinin ba’zan olur idi ki, inci dökülen kelâmları mutlak olurdu. Ba’zan şartlı olurdu. Ba’zan umûmî olurdu. Ba’zan husûsî olurdu. Fehm sâhibi olan bilirdi. Türpüştînin açıklaması sona erdi. Yine (Mesâbîh)de bu hadîsin akabinde, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurur ki, ne zemân ki Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine süâl sorardım. Cevâb verirdi. Ben susunca o başlardı.

Onsekizinci Menâkıb: Yine (Mesâbîh)de bu hadîs-i şerîfden sonra, hazret-i Alîden “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etdiler. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Hikmetin evi benim. Kapısı Alîdir!) Tirmizî rivâyet etmişdir ki, bu hadîs-i şerîf garîbdir. Muhyissünne Begavî “rahimehullahü teâlâ” (Mesâbîh)in yazarıdır. Buyurdular ki, Şüreykden başka, vesîka olan hiçbir kitâbda bildirilmemişdir, Onun isnâdı karârsızdır. Şârih Tayyibî “rahimehullahü teâlâ” beyân etmiş ki, şî’a fırkası bu hadîs-i şerîfi delîl göstererek, derler ki, muhakkak; Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerin-

-294-

den ilm ve hikmet almak Alîye “radıyallahü teâlâ anh” mahsûsdur. Gayrileri alamaz. İllâ Alî “kerremallahü vecheh” vâsıtası ile alır. Zîrâ eve dâhil olunmak [eve girmek] kapısından olur. Allahü teâlâ hazretleri kelâm-ı kadîminde buyurmuşdur ki; (... Evlerinize kapılarından girip çıkınız) [Bekara sûresi 189.cu âyet-i kerîme meâli.]. Hâlbuki onlara bu hadîs-i şerîfde hüccet [sened] yokdur. Cennet evi hikmet evinden dahâ geniş değildir. Cennet evinin ise sekiz kapısı vardır. Yine (Mesâbîh)de bu hadîsin akabinde Câbir “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet edilmişdir. Dedi ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, hazret-i Alîyi da’vet etdi. O gün Tâife gönderdi. Onunla gizli söyleşdi. İnsanlar söylediler ki, muhakkak amcasının oğlu ile gizli söylemesi uzadı. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki, (Onun ile ben değil, Allahü teâlâ gizli konuşdu.) Şârih Tayyibî “rahimehullahü teâlâ” şöyle açıklamışdır. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri bana emr eyledi ki, hazret-i Alî ile gizli konuşayım. Ben derim ki, o gizli söyleşdikleri kelâm, ilâhî sırlara âid sözler ve gayba âid sırlar idi. Yine (Mesâbîh)i şerîfde o menâkıbın sonunda, Ümm-i Atiyyeden “radıyallahü anhâ” rivâyet edilmişdir. Dedi ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri gazâya bir bölük asker gönderdi. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh ve kerremallahü vecheh” onların içinde idi. Ben, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden işitdim, mubârek ellerini kaldırıp, buyurdu ki, (Yâ Rabbî! Alîyi tekrâr görünceye kadar, bana ölüm verme!)

Ondokuzuncu Menâkıb: Bir gün Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine dediler ki, yâ Resûlallah! Hazret-i Alîyi bu kadar çok seversiniz. Hikmeti nedir, bize haber ver ki, biz de bilelim ve evvelki muhabbetimizden de çok muhabbet edelim. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki, (Varın Alîyi çağırın! Ondan haber alırsınız!) Eshâbdan biri hazret-i Alîyi çağırmağa gitdi. Alî “radıyallahü teâlâ anh” gelmeden, Server-i Enbiyâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Ey benim Eshâbım! Bir kimseye iyilik etseniz, o kimse karşılığında size kötülük yapsa, ne yaparsınız!) Dediler ki, (yine iyilik ederiz.) (Tekrâr size kötülük yapsa!)

-295-

Dediler, (yine iyilik ederiz.) (Tekrâr size kötülük yapsa, ne yaparsınız!) buyurdukda, başlarını aşağıya salıp, cevâb vermediler. O sırada hazret-i Alî, se’âdet ile geldiler. Hazret-i Fahr-i âlem ve Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki, (Yâ Alî! Bir kimseye iyilik eylesen ve o sana mukâbelesinde kötülük yapsa, ne yapardın!), (Yâ Resûlallah! İyilik ederdim.) (Tekrâr kötülük yapsa!), (Yine iyilik ederdim.) Sultân-ı kâinât “aleyhi efdalüssalevât” hazretleri, birbiri ardınca yedi def’a süâl buyurdular. Yedisine de, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” (iyilik ederdim) dedikden sonra, dedi ki, (O kimseye ben iyilik etdikce, o karşılığında bana kötülük yapsa, yine ben ona iyilik ederdim,) deyince, cümle Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretleri dediler ki; (Yâ Resûlallah! Hazret-i Alîyi bu kadar riâyet edip, sevip, muhabbet etdiğiniz kadar var imiş.) Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, hazret-i Alîyi kıskandıkları için böyle süâl sormadılar. Maksadları hazret-i Alînin yüksek mertebesine ve derecesine vâkıf olmak için, süâl etmişlerdir.

 Yirminci Menâkıb: (Resûl-i ekremin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mu’cizesine işâret): Birgün, Sultân-ı Enbiyâ ve Resûl-i müctebânın huzûrlarına üç kimse geldi. Biri hazret-i İbrâhîm aleyhisselâmın kavminden, biri hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın kavminden, biri hazret-i Îsâ aleyhisselâmın kavminden idi. “Salevâtullahi aleyhim ve alâ nebiyyinâ.” Hazret-i İbrâhîm kavminden olan kimse ileri gelip, dedi ki: Yâ Muhammed! Bütün Peygamberlerin büyüğü ve efdali benim diyorsun. Nereden bilelim ki, Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin makbûlüsün. Hazret-i İbrâhîme Allahü teâlâ halîlim demişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki; Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri, hazret-i İbrâhîme halîlim dedi ise, bana habîbim demişdir. Kişinin dostumu yakındır, yoksa mahbûbu mu [sevgilisi mi]. O kimse hayrân olup, cevâba kâdir olamadı. Hemen Resûl-i ekremin mubârek cemâline nazar edip, kalbden (Eşhedü en lâ ilâhe illallah vahdehü lâ şerîkeleh. Ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlüh.) dedi. Ondan sonra hazret-i Mûsâ kavminden olan kimse ileri gelip, dedi ki, yâ Muhammed! Bütün Peygamberlerden benim mertebem yüksekdir. Hepsinin serveri ve sultânı benim, diyorsun. Nere-

-296-

den inanalım ki, Allahü teâlâ hazretlerinin yanında senin merteben, diğer Enbiyâdan yüksekdir. İşitdik ki, Allahü teâlâ , hazret-i Mûsâya kelîmim demişdir. Her zemân Tûr-i sînâya çıkarıp, kelâm söyler idi. Hazret-i Fahr-i âlem ve seyyid-i veled-i Âdem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, Allahü Sübhânehü ve teâlâ, hazret-i Mûsâya kelîmim dedi ise, bana habîbim, demişdir. Eğer hazret-i Mûsâyı Tûr-i sînâya çıkardı ise, bana, hazret-i Cebrâîl aleyhisselâmla, Cennet elbiseleri ile burakı donatıp, gökleri, yerleri, arşı ile kürsîyi ve Cennet ve Cehennemi ve kevn-ü mekânı az zemân içinde seyr etdirdi. Kabe kavseyn ev ednâ rütbesine varınca, Allahü teâlâ bana o şeklde ihsânlar ve nihâyetsiz lutfler eylemişdir ki, hicâbı aramızdan kalkmışdır. Elhamdülillah ki, Allahü Sübhânehü ve teâlâ biz za’îf kullarını o sultânın ümmetinden eyledi. Allahü teâlâ hazretleri bana va’d eyledi ki, benim ümmetimden her kim benim rûh-i pâkime günde yüz kerre Salevât-i şerîfe getirmeyi âdet hâline getirip, terk eylemese, bin kerre rahmet eyler. Ve Cennet içinde bin derece verir. Bin günâhı mahv olur. Bin altın sadaka vermişcesine sevâb verir. Hazret-i Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” ve hazret-i Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişlerdir ki, o kimse de birşey söyliyemeyip, cevâba kâdir olmayıp, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin mubârek ayaklarına yüz sürüp, bin zevk ile parmak kaldırıp, (Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlüh) dedi. Ondan sonra, hazret-i Îsâ aleyhisselâm kavminden olan, ileri gelip, dedi ki, yâ Muhammed! Allahü teâlâ hazretlerine bütün Peygamberlerden yakınım ve sevgiliyim. Seyyidil evvelin ve âhırîn benim, dersin. Hazret-i Îsâ aleyhisselâmın rûhullah olduğunu işitmedin mi. Allahü teâlânın emri ile ölüleri diriltirdi. Fahr-ül kevneyn ve Resûl-i sekaleyn “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Varın, Alîyi çağırın.) Eshâbdan birisi gidip, hazret-i Alîyi çağırdı. Hazret-i Alî geldikden sonra, Resûl-i ekrem hazretleri, o kimseye buyurdu ki, (Bir eski mezâr ki, ondan eski mezâr olmasın. Var Alîye göster.) O kimse dedi, falan yerde bir mezâr vardır. Bin yıllık mezârdır. Hazret-i Habîb-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Yâ Alî! Var o mezârın üzerine üç kerre çağır. Bekle ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin emri ile ne zuhûr edecekdir.) Hazret-i Alî “radıyallahü

-297-

teâlâ anh” o mezârın üzerine varıp, bir kerre (yâ Ya’kûb!) diye çağırdı. Allahü tebâreke ve teâlânın emr-i şerîfi ile mezâr orta yerinden yarıldı. Bir def’a (yâ Ya’kûb) diye çağırdı. Mezâr açıldı. Bir def’a dahâ (yâ Ya’kûb) diye çağırdı. O sırada mezâr içinden bir nûrânî pîr kalkdı. Saçları uzamış. Başından toprağı saça saça ayak üzerine durup, yüksek sesle söyledi ki, (Eşhedü en lâ ilâhe illallah vahdehü lâ şerîke leh. Ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resûlüh.) Ondan sonra hazret-i Alî ile hazret-i Habîb-i ekremin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûruna gitdiler. Bu açık mu’cizeyi görmekle çok kâfirler îmâna geldiler. Hazret-i Îsâ “alâ nebiyyinâ ve aleyhisselâm” kavminden olan kimse müslimân oldu.

Yirmibirinci Menâkıb: Hazret-i Alînin “kerremallahü vecheh” bütün menkıbeleri yerine yalnız bu kifâyet eder. Habîb-i ekrem ve Nebiyy-i muhterem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine, Allahü teâlâdan Medîne-i münevvereye hicret emr olundu. Sultân-ı kâinâtın döşeğine hazret-i Alî girsin deyip, Allahü teâlâ tarafından emr edildi. Mekke-i Mükerremede kalıp, gerek se’âdethânelerinin işleri olsun, gerek kendileri ile alâkalı emânetleri sâhiblerine ulaşdırmak olsun ve gerekse Mekke-i Mükerremede kalan Sahâbîyi gözetmek olsun, cümle hizmetleri, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine sipâriş buyurdular. O gece kâfirler Sultân-ı kâinâtın evinin etrâfını kuşatmışlar idi. Allahü Sübhânehü ve teâlâ kendi lütfundan bütün kâfirlere uyku verdi. Şeytân aleyhilla’ne de kâfirler ile berâber idi. O da uyudu. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” ile çıkıp, se’âdet ile yürüyüverdiler. Allahü teâlâ azze şânühü azamet-i kibriyâsı ile, hazret-i Mikâîle ve hazret-i İsrâfîle “aleyhimesselâm” hoş hitâb edip, buyurdu ki, siz çok çabuk Alînin yanına yetişin. Kâfirler bir hatâ ederler. Göz açıp-kapayıncaya kadar, bu iki sultân yetişip, hazret-i Mikâîl hazret-i Alînin başı ucunda oturup, hazret-i İsrâfîl, mubârek ayakları tarafında oturup, düâ ederler idi. Bir zemândan sonra şeytân aleyhilla’ne uykudan uyanıp, yüksek ses ile çağırdı ki, vay Muhammed kaçdı. Mel’ûn, insan sûretinde kâfirlere görünürdü. Mel’ûna dediler ki, nereden bildin. Ben bilirim ki, ben uyku nedir bilmezdim. Bu gece

-298-

uyudum. Muhammed bana sihr edip, uyutdu; dedi. Ondan sonra bütün kâfirler birden hücûm edip, içeri girdiler. Hazret-i Alîyi Resûl-i ekremin döşeğinde gördüler. Resûl-i ekremi sordular. O da bilmem diye cevâb verdi. Acele ile dışarı çıkdılar. Hazret-i Alî “radıyallahü anh” ertesi gün o kadar kâfirlerin arasından çıkıp, Kâ’be-i şerîfde, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” se’âdetle oturdukları bir makâm var idi, o makâma varıp, devletle ve şevketle oturdu. Resûlullah hazretlerinde her kimin emâneti var ise, gelsin, benden alsın diye seslendi. Emâneti olanlar gelip, emânetlerini aldı. Bir kimsenin emâneti kalmayıp, cümlesini sâhiblerine teslîm eyledi. Mekke-i Mükerremede kalan Eshâb-ı güzîn, hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” kanadı altına sığınıp, bir ferdin cânı incinmedi. Müşrikler hazret-i Alîden korkdukları için, müslimânların hiçbiri cefâ görmediler. Mâdem ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin se’âdethâneleri Mekke-i Mükerremede idi. Hazret-i Alî de Mekke-i Mükerremede idi. Bir zemândan sonra, Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri emr eyledi ki, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” se’âdethânelerini kaldırıp, Medîne-i Münevvereye alıp, götürsün. Hazret-i Şâh-ı Merdân ve şîr-i yezdân se’âdet ile kalkıp, Kureyş kâfirlerinin cem’iyyetlerine varıp, dedi ki, inşâallahü teâlâ yarınki gün Medîne-i Münevvereye gideceğim. Eğer bir kimsenin bir sözü var ise ben burada iken söylesin. Cümlesi başlarını aşağı salıp, hiçbirisi cevâb vermedi. Hazret-i Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” gitdikden sonra, Ebû Cehl la’în dedi ki, yâ Kureyşin büyükleri. Niçin söylemezsiniz. Mâdem ki, hazret-i Muhammedin evi buradadır. Bizim ile düşmanlık etmez. Her birisi Ebû Cehlin yanınca şöyle böyle yaparız, dediler. Sonra hazret-i Abbâsa “radıyallahü teâlâ anh” yalvardılar ki, var kardeşinin oğluna nasîhat eyle ki, Muhammedin evini götürmesin. Yoksa fesâd olur [aramız açılır]. Hazret-i Abbâs kalkıp, imâm-ı Alînin huzûruna varıp, bu konuşulanları söyledikde, şâh-ı merdân [Alî “radıyallahü anh”] buyurdular ki, yâ amca, inşâallah ben yarın, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin se’âdethânelerini götürürüm. Her kim yoluma gelirse ceng ederim. Hazret-i Abbâs “radıyallahü teâlâ anh” Kureyş kâfirlerine bu haberleri verince, huzûrsuz olup, şehrden çıkarmamak için

-299-

söyleşdiler. Sonra sabâh oldu. Hazret-i Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin se’âdethânesini kaldırıp, yola revân oldu. Kureyşden dört beş kimse, atlarına binip, hazret-i Alînin yoluna geldiler. Dön geri, yoksa senin ile ceng ederiz; dediler. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” yükleri indirip, kendisi cenge mübâşeret eyledi. Allahü teâlâ, hazret-i Alîye “kerremallahü vecheh” fırsat verip, onlara gâlip geldi. Sonra hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” yerden hâne-i se’âdetin yüklerini kaldırıp, yola revân oldular. Hazret-i Mikdâd bin Esved yolda hazret-i Alînin “kerremallahü vecheh” üzerine gelip ceng eylediler. [Mikdâd henüz îmân etmemiş idi.] Hazret-i Alî söyletmeyip, bir darbe ile atından yıkdıkdan sonra, göğsü üzerine çıkıp, îmâna da’vet eyledi. O da hemen cân-ı gönülden kabûl edip, müslimân oldu. Hattâ bu sultânın bir oğlu Kerbelâda, hazret-i Hüseynin “radıyallahü teâlâ anh” uğruna mubârek cânını fedâ edip, şehîd olmuşdur. Bu zât Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerinin büyüklerindendir ve behâdırlarındandır. Bu hikâyenin tafsîlini [dahâ genişini] isteyen (SİYER-İ NEBÎ)ye mürâce’at etsin. Orada geniş anlatılmışdır.

Yirmiikinci Menâkıb: Hazret-i Aliyyül Mürtedâ “kerremallahü vecheh” gâyet fakîr bir hâle geldi. Zîrâ Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri (Fakîrlik ile öğünürüm!) buyurdular. O büyük zât, bu hadîs-i şerîfi Habîbullahdan işitdikden sonra, dünyâya aslâ iltifât etmedi. Meselâ, mubârek eline bin altın geçse, bir dânesi ertesi güne kalsın, demezdi. O gün hepsini fakîrlere dağıtırdı. Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazret-i Alîye “kerremallahü vecheh” (Sultân-ı Eshiyâ) [Cömerdlerin sultânı] buyururlar idi. Bir gün hazret-i Alî, Fâtıma-tüz-zehrâ “radıyallahü anhâ” hazretlerine buyurdular ki, yâ Hayrünnisâ! Yâ Resûlullahın kızı! Hiç zevcin ve halâlin Alî için yiyecek bir nesne var mıdır? Zîrâ çok acıkdım. Hazret-i Fâtıma “radıyallahü teâlâ anhâ” buyurdular ki, yâ Ebel-Hasen! O Allahü tebâreke ve teâlâ hakkı için ki, ondan gayri Allah yokdur. Şu ânda hiçbir şey yokdur. Lâkin mendil ucunda bağlı, altı akçe vardır. O akçeleri alıp, pazara varın. Hem kendiniz için bir nesnecik alın. Hem Hasen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ” meyve istediler. Onlar için de bir

-300-

mikdâr meyve alın. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” o altı akçeyi alıp, pazara gitdi. Yolda giderken, bir kimse gördü. Bir müslimânın eteğine yapışıp, durmayıp, çekip, gider. Der ki, artık seni bırakmam, katlanmağa dermânım kalmamışdır. Yâ hakkımı ver. Yâ gel senin ile mahkemeye gidelim. O dertli adam ise, durmadan yalvarır ki, bir kaç gün dahâ lutf edip, bana mühlet ver. O kimse de der ki, sabra mecâlim yokdur. Zîrâ benim de çok sıkıntım, darlığım vardır. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” bunların çekişmelerini görünce, yanlarına varıp, süâl buyurdular ki, da’vânız kaç akçedir. Dediler ki, altı akçedir. Hazret-i Alî kendi kendine dedi ki, bu müslimânı bu elemden kurtarayım. Nihâyet, hazret-i Fâtımaya bir yol ile cevâb veririm. O altı akçeyi verip, o müslimânı ızdırâbdan kurtardı. Ondan sonra hazret-i Alî bir zemân ne cevâb vereyim diye tefekküre vardı. Bir mikdâr zemân üzüldüler. Sonra yine düşündü ki, hazret-i Fâtıma “radıyallahü teâlâ anhâ” seyyidetün-nisâdır. Resûlullahın kızıdır. Ne diyecek, dedi. Eli boş se’âdethânelerine gelip, kapıyı çaldı. Hazret-i Hasen ve hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ” koşarak gelip, zan etdiler ki babaları yemiş getirdi. Gördüler ki, boş geldi; bir nesne getirmedi. Ağlamağa başladılar. Sonra hazret-i Fâtımaya buyurdular ki, yâ Hayrünnisâ! O altı akçe ile bir müslimânı habsden kurtardım. Hazret-i Fâtıma buyurdu ki, güzel yapdın, yâ İmâm. Elhamdülillah ki, bir müslimânı bunun gibi elemden kurtardın. Böyle buyurmakla berâber, mubârek hâtırları bir mikdâr mahzûn olur gibi oldu. Bizim ihtiyâcımız çok idi. Niçin böyle yapdın diyecek iken, öyle demeyip, hemen Allahü teâlâ hazretleri bize kâfîdir, dedi. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazret-i Fâtımanın gamının olduğunu ve iki şeyhzâdenin ağladıklarını görünce; mubârek gönüllerine üzüntü gelip, bu elem ile dışarı çıkdı. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûrlarına varıp, cemâl-i şerîflerini müşâhede ederek, bu gamdan kurtulayım niyyeti ile gitdi. Zîrâ bir kimsenin yüzbin gamı olsa, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin mubârek cemâline nazar eylese [baksa], bütün gamı ve gussası gitdikden başka, kalbine birçok sürûrlar ve safâlar hâsıl olurdu. Onun için hazret-i Alî, Sultânı kâinât “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin mubârek ayaklarına yüz sürmeğe gitdi. Biraz gitdikden sonra, yolda bir kişiye rast geldi. Elinde bir be-

-301-

sili deve tutar idi. Hazret-i Alîye dedi ki, ey yiğit, bu deveyi satarım, alır mısın. Hazret-i Alî buyurdu ki, hâzır akçem yokdur. O şahs dedi ki, sana veresiye veririm. Hazret-i Alî dedi ki, ne kadara verirsin. Dedi ki, yüz akçeye veririm. Hazret-i Alî dedi ki, makbûlümdür; alırım. O da râzı olup, öyle olsun dedi. Deveyi hazret-i Alîye teslîm eyledi. Hazret-i Alî, deveyi eline alıp, biraz gitdikden sonra bir başka şahsa dahâ rast geldi. Dedi ki, yâ Alî, bu deveyi satar mısın. Hazret-i Alî, evet satarım dedi. O şahs dedi ki, üç yüz akçeye bana verir misin. Hemen vereyim, dedi. Deveyi o şahsa teslîm eyledi. O şahs da üçyüz akçeyi hazret-i Alîye temâmen verip, deveyi alıp-gitdi. Hazret-i Alî de sevinip, doğru pazara gitdi. Yiyecekler ve yemişler alıp, se’âdethânelerine vardı. Kapıyı açıp, içeri girdiğinde şeyhzâdeler sevinip, yemişi ve ni’metleri aldılar. Yemeğe başladılar. Hazret-i Fâtıma-tüz-zehrâ “radıyallahü teâlâ anhâ”, hazret-i Alîye bu akçeyi nereden aldın, diye sordular. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” meydâna gelen hâdiseyi anlatdı. Ondan sonra yemeği yiyip, neş’elendiler. Sonra, Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerine hamd ve senâ ve şükr etdiler. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, yâ Hayrünnisâ! Şimdi ben, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” meclisine gideyim. Se’âdet ile kalkıp, devlethâneden dışarı çıkdı. Biraz gitdiği gibi, karşıdan Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” göründü. O sırada Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretleri ile otururken buyurmuşdu ki, (Varayım, Alî ile Fâtımayı göreyim.) Se’âdet ile kalkıp, gelirken, hazret-i Alî ile karşılaşıp, tebessüm ederek, buyurdular ki, (Yâ Alî! Deveyi kimden satın aldın. Kime satdın.) Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, (Allahü teâlâ ve Resûlü bilir.) Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Yâ Alî! Sana deveyi satan Cebrâîl aleyhisselâm idi. Satın alan İsrâfîl aleyhisselâm idi. O deve Cennet develerinden idi. Yâ Alî! Sen o müslimânın sıkıntısını giderdiğin için, Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri dünyâda yerine elli hasene verdi. Âhıretde vereceğinin hesâbını Allahü teâlâ hazretlerinden gayri kimse bilmez) “radıyallahü teâlâ anh”.

Yirmiüçüncü Menâkıb: Hazret-i Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Mi’râc-ı şerîfe çıkdıkları zemânda, dör-

-302-

düncü gökde bir aslan gördü. Diller ile anlatılamaz. Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Cebrâîl aleyhisselâm hazretlerine sordular ki, (Yâ kardeşim Cebrâîl! Bu aslan nedir.) Hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm cevâb verdi, (Yâ Resûlallah! Yabancı değildir. Hazret-i Alînin “kerremallahü vecheh” rûhâniyyetleridir. Yâ Habîballah! Mubârek parmağınızdan yüzüğünüzü çıkarıp, ağzına atın, dedi. Hazret-i Fâhr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” yüzüğü aslanın üzerine atdığı gibi, tevâzû’ ve hürmet ile, yüzüğü ağzı ile aldı. Ondan sonra Sultân-ı kevneyn Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mi’râcdan indi. Ertesi gün Eshâb-ı güzîne, mi’râcdan haber verdi. Dördüncü gökde müşâhede buyurdukları aslanın vasfını şerh buyurdukları sırada, hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” mubârek ağzından yüzüğü çıkarıp, hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” efendimizin huzûr-ı se’âdetlerine koydular. Bütün Eshâb-ı güzîn, hazret-i Alînin bu mertebesini ve bu kerâmetini görünce hayrân oldular. Ne derece mertebesinin yüksek olduğunu bilip, meyl ve muhabbetleri çok fazla oldu “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”.

Yirmidördüncü Menâkıb: Hazret-i Alînin “radıyallahü anh” şân-ı şerîflerinde olan âyet-i kerîmeler beyânındadır.

1– Ba’zı âlimler derler ki, Emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “radıyallahü anh” mescidde nemâza durmuşdu. Bir dilenci düâ etdi. Bir şey istedi. Hazret-i Alî rükû’a varmış idi. Parmağındaki yüzüğü işâret ile o dilenciye verdi. Bu iş [amel] Allahü teâlâ hazretlerine makbûl gelip, meâl-i şerîfi, (Ancak Allahü teâlâ, Resûlü ve mü’minlerden îmân edenler, nemâzlarını kılanlar, rükû’da oldukları hâlde sadaka verenler, sizin velînizdir) olan âyet-i kerîmeyi gönderdi. [Mâide sûresi 55.ci âyet-i kerîme.]

İşâret: (Kıymetsiz, değeri olmıyan birşey kıymetli bir kimsenin vermesi ile değerli olur.) Kadr gecesi bütün geceler gibi bir gece olmasına rağmen; Allahü teâlâ kıymet verdiği için; bin aydan dahâ kıymetli olmuşdur. Ümmetlerin iyisi bu ümmetdir ki, onların bir tâ’atları yediyüz olur. O mert hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”dır ki, üç dört arpa ekmeği ve yarım dinârlık bir gümüş yüzük verdiği için, o mertebelere yükselmişdir.

2– Abbâs ve Talha “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretleri

-303-

arasında bir münâzara vâkı’ oldu. Abbâs “radıyallahü anh” buyurdu ki, hâcılara suyu ben dağıtdığım için dahâ fazîletliyim. Talha “radıyallahü anh” buyurdu ki, Beyt-i şerîfin kilidini ben tutarım. İstersem gece orada kalırım. Onun için ben dahâ fazîletliyim. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” buyurdu ki, siz ne dersiniz! Ben sizden on ay evvel yüzümü bu kıbleye dönmüşüm. Siz o zemân yokdunuz. Allahü Sübhânehü ve teâlâ, meâl-i şerîfi (Hâcılara su vermeği ve Mescid-i harâmı binâ etmeği, îmân etmek ile ve Allah yolunda cihâd etmek ile bir mi tutuyorsunuz. Hâyır, böyle değildir. Allah zâlimlere [Resûline düşmanlık edenlere, Allahü teâlâya şirk koşanlara, dalâletde kalmakda ısrâr edenlere] hidâyet vermez. Derecesi Allah indinde en çok olanlar, Allaha îmân edenler, hicret edenler ile mallarını ve nefslerini Allah yolunda vererek cihâd edenlerdir) olan âyet-i kerîmeleri gönderdi. [Tevbe sûresi 19-20.ci âyeti kerîmeleri.]

3– Emîr-ül mü’minîn Alî bin Ebî Tâlib ve Fâtıma ve Hasen ve Hüseyn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hakkında, (Size islâmiyyeti bildirdiğim ve Cenneti müjdelediğim için, bir karşılık beklemiyorum. Yalnız yakınım olanları seviniz!) [Şûrâ sûresi 23.cü âyet-i kerîme meâli.] buyuruldu. Katâde “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki, (müşrikler bir cem’iyyetde, görelim bakalım, Muhammed getirdiği sözler üzerine bir karşılık istiyecek mi, dediler.) Bu sözler üzerine Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri bu âyet-i kerîmeyi inzâl buyurdu. Sa’îd bin Cübeyr “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri İbni Abbâs “radıyallahü anhümâ” hazretlerinden rivâyet etmişdir ki, bu karâbetden [yakınlıkdan], Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, hazret-i Alî, Fâtıma ve Hasen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerini irâde etmişdir. Bir kimseye hiçbir hâlde bunları düşman tutmak lâyık olmaz.

4– Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, Aliyyül mürtedâ “kerremallahü vecheh” hazretlerinin pâk dinli olmasını beyân edip, buyurdular ki [Hicr sûresi 47-48.ci âyet-i kerîmelerinde meâlen], (Biz o ehl-i Cennetin sadrlarından [gönüllerinden] hıkdı ve hasedi çıkarırız. Onlar birbirlerine kardeş olarak serîrleri üzere, dâimâ birbirlerine mukâbildirler. Cennetde onlar, eziyyet ve meşakkat mes etmez. Onlar Cennetden hiç ihrâc olun-

-304-

mazlar.) Âlimlerden ba’zısı buyurmuşlar ki, bu âyet-i azîme; hazret-i Alî, hazret-i Mu’âviye, hazret-i Talha, hazret-i Zübeyr ve hazret-i Âişe-i Sıddîkanın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” üstünlüklerini bildirmek için nâzil olmuşdur.

5– Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri buyurdu ki; (Ey mü’minler! Resûlullaha münâcât etdiğiniz vaktde, önce sadaka veriniz! Bu sizin için hayrlıdır. Nefslerinizi şübhe ve mal sevgisinden en iyi temizleyicidir. Eğer sadaka verecek birşey bulamazsanız, Allah gafûr ve rahîmdir.) [Mücâdele sûresi 12.ci âyet-i kerîme meâli.] (Münâcât; bir arzûyu gizli olarak söylemekdir.) Mücâhid buyurdular ki, hiçbir kimseye, bu âyet-i kerîme ile amel etmek, ittifak düşmedi. Hazret-i Alî bin Ebî Tâlib, bu fermân nâzil oldukdan sonra ne zemân Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ile münâcât etmek istese idi, bir sadaka verirdi. İbni Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretleri se’âdet ile buyurdular ki, Emîr-ül mü’minîn Alî “kerremallahü vecheh” hazretlerinde üç nesne var idi ki, onlardan biri bende olaydı, bana kırmızı tüylü ve siyâh gözlü develerden sevgili olurdu. O şeylerden birincisi, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri kendi kerîmeleri Fâtıma-tüz-zehrâ “radıyallahü teâlâ anhâ” hazretlerini ona verdi. İkincisi, Hayber gününde feth için bayrağı ona verdi. Üçüncüsü, necvî âyet-i kerîmesi ile; [(Resûlüme bir şey söyliyeceğiniz zemân, önce sadaka veriniz!) âyet-i kerîmesi ile] o amel etdi. Derler ki, Alînin “radıyallahü teâlâ anh” bir dinâr altını vardı. Onu on dirheme ayırdı. On dirhemi tasadduk etdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden on mes’ele süâl etdi. Dedi ki: (Yâ Resûlallah! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine nasıl ibâdet edeyim.) Buyurdular ki: (Sıdk ve safâ ile!) Dedi ki: (Yâ Resûlallah! Hak sübhânehü ve teâlâ hazretlerinden ne isteyeyim.) Buyurdular ki, (Dünyâda ve âhıretde âfiyet ve magfiret iste.) Dedi ki: (Yâ Resûlallah! Benim üzerime ne lâzımdır.) Buyurdular ki: (Allahü teâlâ ve tekaddesin buyurduğunu tutmak ve Resûlünün buyurduğunu tutmak.) Dedi ki: (Yâ Resûlallah! Ne edeyim ki, benim kurtuluşum onda olsun.) Buyurdular ki: (Halâl yi ve doğru söyle!) Dedi ki: (Yâ Resûlallah! Râhat ne şeydedir.) Buyurdular ki: (Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin dîdârında.) Dedi ki: (Yâ Resûlal-

-305-

lah! Fesâd nedir.) Buyurdular ki: (Kâfir olmak. Hak sübhânehü ve teâlâ hazretlerine şirk koşmak). Dedi ki: (Yâ Resûlallah! Vefâ nedir.) Buyurdular ki: (Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah!)

Nükte: Allahü teâlâ dilediğini azîz, dilediğini zelîl eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Mekkeliler arasında öyle olmuş idi ki, her kime söz söylese o kimse yüz çevirirdi. [Böylece Resûlullahı küçük düşürmek isterler idi.] Kur’ân-ı azîm-üş-şânda [Fussilet sûresi 26.cı âyet-i kerîmesinde meâlen]; (Kâfirler, Kur’ân-ı kerîm için, onu dinlemeyiniz! Lagv ediniz! [Boş şeylerdir, diyerek bağırınız!]derlerdi) buyuruldu. Sonra mertebesini yükselterek (Onun sözünü işitebilmeniz için, önce sadaka vermeniz lâzımdır.) buyurdu. Dahâ sonra [Hücurât sûresi dördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen]; (Ey mü’minler! Seslerinizi, Resûlullahın sesinden dahâ yükseltmeyiniz! Onunla konuşurken birbirinizle konuşur gibi bağrışmayınız!) buyuruldu. Dahâ sonra Allahü teâlâ, Resûlullahın Mekkede durmasına engel olan Mekkelilere karşılık, Onu bir dereceye yükseltdi ki, Cebrâîl aleyhisselâm ve cümle mukarreb melekler o dereceye ulaşamadı. Onu (Kabe kavseyn) makâmı ile şereflendirdi.

(İşâret): Yalan yere yemîn eden; Harem-i şerîfde avlanan, oruclarında ve nemâzlarında kusûru olanlar, fakîrlere birşey vererek Allahü teâlânın rızâsını kazanmağa çalışmalıdır. Bu, fakîrler için ne büyük bir makâmdır.

6– Allahü tebâreke ve teâlâ [Câsiye sûresi 21.ci âyet-i kerîmesinde meâlen]: (Dünyâda kötü amel işleyenleri; îmânlı olanlar ve sâlih amel yapanlar gibi hayâtda ve öldükden sonra müsâvî kılacağımızı mı zan ediyorlar. Buna ne ile hükm ediyorlar!) buyurdu. Bu âyet-i kerîme hazret-i Alînin “kerremallahü vecheh” şânının şerefi için nâzil olmuşdur ki, îmânı doğru idi. Bütün işleri lâyık ve beğenilmiş ve riyâsız, yakışır idi. Müşrikler ise ona derlerdi ki, (Dedikleriniz doğru çıksa bile, Allahü teâlâ bizi, dünyâda olduğu gibi yine sizden üstün kılar.)

7– Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri, Ahzâb sûresi 33.cü âyet-i kerîmesinde meâlen; (Ey Habîbimin Ehl-i beyti! Allahü teâlâ, sizin günâhsız olmanızı istiyor.) buyurdu. Resûlullah “sal-

-306-

lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin ehl-i beyti, ervâh-ı tâhirât ve yakınları ve aşîreti, Alî ve Fâtıma ve Hasen ve Hüseyndir “radıyallahü teâlâ anhüm”.

Yirmibeşinci Menâkıb: Alî “radıyallahü anh” hazretlerinin üstünlükleri hakkında söylenen haberler beyânındadır.

1– Sa’îd bin Cübeyr, Abdüllah ibni Abbâsdan “radıyallahü teâlâ anhüm” rivâyet eder. İbni Abbâs “radıyallahü anh” der ki, meâli şerîfi, (Ey Resûlüm! Sen insanları korkutucusun! Her kavme doğru yolu gösterici birisi vardır) olan, Ra’d sûresi yedinci âyet-i kerîmesi nâzil olunca, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Korkutucu benim. Alî yol göstericidir. Yâ Alî! Senin ile gidenler, doğru yolda gidenlerdir.)

2– Rebi’atebni Nâcid, Alî bin Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet eder. Buyurdular ki, Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” beni çağırdı ve buyurdu ki, (Yâ Alî! Îsâ bin Meryem aleyhisselâm” gibisin. Yehûdî ona buğz etdi. Hattâ vâlidesi Meryem hazretlerine, hâşâ sümme hâşâ bühtân etdiler. Nasârâ ona muhabbet etdiler. Hattâ onu bir makâma çıkardılar ki, onun makâmı değil idi.) Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki: Çok kimseler benim yüzümden helâk olurlar. Ba’zısı beni ifrâtla severler. Diğer Sahâbe-i güzîne buğz ederler. Ben onları sevmem. Ba’zısı bana buğz ederler. Diğer Sahâbeleri severler. Bu iki tâife de Cehennem ehlidir. Ben Nebî değilim. Bana vahy nâzil olmaz. Lâkin, kudretim olduğu kadar Kitâb ile amel ederim. Allahü teâlânın tâ’atında ben ne emr edersem, size vâcibdir. İsteseniz de istemeseniz de yapmanız lâzımdır. Ma’siyyetde bana itâ’at etmeyiniz. Zîrâ bana itâ’at iyilikdedir.

3– Kays bin Hâris rivâyet eder: Bir kişi Mu’âviye bin Ebî Süfyândan “radıyallahü anhüm” bir mes’ele süâl etdi. Mu’âviye “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki; Var [git] hazret-i Alîden süâl et ki, o benden iyi bilir. O kişi dedi ki, ben bu mes’elede senin cevâbını isterim. Senin vereceğin cevâbı Alînin cevâbından çok severim. Mu’âviye “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki: Sen yalan söyledin. Sen kötü kişisin. Muhakkak sen, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin ilmde mu’azzez ve mükerrem tutduğu kimseden ikrâh etdin. Buyurdu ki: (Yâ Alî, Sen

-307-

benim yanımda, Hârûnun Mûsâ “aleyhimesselâm” yanında olduğu gibisin. Benden sonra Peygamber gelmez.) Çok gördüm ki, Ömer “radıyallahü teâlâ anh” onun ile meşveret ederdi. Eğer bir mes’elede müşkili olsa idi, Alî burada mıdır, der idi. Mu’âviye “radıyallahü anh” o kişiye dedi ki, kalk, Allahü tebâreke ve teâlâ ayaklarına kuvvet vermesin. O kişinin adını kendi divânından sildi.

4– Sa’d bin Ebî Vakkâs “radıyallahü anh” buyurdu ki, bir vakt Mu’âviye “radıyallahü anh” bir hâcetinden dolayı benim yanıma gelmiş idi. Alîden “radıyallahü anh” bahs etdi. Ben dedim, üç haslet Alî de vardır ki, eğer o üçden birisi bende olsaydı, bana dünyâdan ve içindekilerden sevgili gelirdi. İşitdim ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu, (Her kim ki ben onun velîsiyim. Alî de onun velîsidir.) [Beni seven Alîyi de sever.] Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden işitdim ki, Hayber günü buyurdu: (Yarın ben bayrağı bir kimseye vereyim ki, Allahü teâlâ ve Resûlü onu severler. Ve o da Allahı ve Resûlünü sever.) Alemi [bayrağı, sancağı] Alîye verdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden işitdim ki, buyurdu: (Yâ Alî! Sen benimle; Hârûnun Mûsâ “aleyhimesselâm” ile olduğu gibisin.)

5– Câbir bin Abdüllah “radıyallahü teâlâ anh”, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden rivâyet etmişdir. Buyurdular ki: (O beni mi’râca iletdikleri gece, göklerde hicâblardan geçdim. Hicâbların arasından bir nidâ edici nidâ etdi ki, (Yâ Muhammed! Senin baban İbrâhîm ne güzel babadır. Alî bin Ebî Tâlib ne güzel kardeşdir. Ona hayr ile vasıyyet eyle.)) Hasen-i Basrî, Enes bin Mâlikden “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eyler. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Üç kimse vardır ki, Cennet onlara müştakdır. Alî bin Ebî Tâlib, Ammâr bin Yâser, Selmân-ı Fârisî “radıyallahü teâlâ anhüm”).

6– Sa’d bin Ebî Vakkâs “radıyallahü anh” buyurdu ki: Bir gün hazret-i Mu’âviye bana dedi ki, Alîyi sever misin. Ben onu nice sevmiyeyim ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri hazret-i Alîye buyurdu ki: (Yâ Alî! Sen bana, Hârûnun Mûsâya “aleyhimesselâm” yakınlığı gibisin!) Bedr

-308-

gününde onu gördüm. Muhârebeden dışarıya geldi. Karnından bir ses gelir ve bir beyt okurdu. O cengden, kılıncı küffâr kanı ile boyanmayınca dönmedi.

7– Âmileyn Şerhabîl Şâbî der ki; Alî Mürtedâ “kerremallahü vecheh” hazretleri, Cemel vak’ası günü, Zeyd bin Serhânı gördü. Zeyd düşmüş, kan içinde yuvarlanır. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” başı yanında durdu. Buyurdu ki: Yâ Zeyd! Allahü teâlâ hazretleri sana rahmet etsin. Ben seni güvenilir [emânete sâhib çıkıcı] ve iyi işli bilirdim. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri sana Cennet ile müjde vermişdir. Zeyd, kan arasından elini kaldırıp, dedi ki: Yâ Emîr-el mü’minîn! Sana da müjde olsun Cennet ile ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” müjde vermişdir. Bu cengde senin ile bulunmadım ki, ceng edeyim ve safları birbirine vurayım ve hasmları helâk edeyim. Fekat bunları halka riyâ ve süm’adan (riyâkârlık) ötürü veyâ dünyâ tamâ’ından ötürü yapmıyayım. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (İmâm-ı Alî iyilerdendir. Bâgîleri [isyân edenleri] öldürür. Ona yardım eden iyi şeylere kavuşur. Ona yardım etmiyen iyi şeylerden uzak kalır, mahrûm kalır.) Bunu işitdim, sevdim ki, gazâlarda senin ile olayım. Senin dostlarından [yârlarından] olayım. Bunları dedi ve rûhunu teslîm etdi “radıyallahü teâlâ anh”.

8– Amr bin el Cûmî rivâyet eder. Ben Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûrunda oturmuş idim. Buyurdu ki, (Yâ Amr!). (Lebbeyk yâ Resûlallah!) dedim. Buyurdu; (İster misin ki, Cennetin direğini sana göstereyim.) Dedim, isterim yâ Resûlallah! O sırada Alî bin Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anh” oradan geçdi. Buyurdu: (Bu kişi ve bunun ehli Cennetin direğidirler.) Yine Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü anhümâ” hazretlerinin rivâyeti ile Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Alî bedende baş menzilesindedir.)

9– Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Beni mi’râca iletdikleri o gecede, Cebrâîl aleyhisselâm benim elimi tutdu. Beni Cennet derecelerinden bir müzeyyen derece-

-309-

de oturtdu. Orada bir ayva benim önüme koydu. Ben aldım, kokladım. Elimde döndürürken, iki bölük oldu. Bir hûrî ondan dışarı geldi ki, ondan güzel hûrî görmedim.) Dedi ki: (Esselâmü aleyke yâ Muhammed!) Ben cevâb verdim ve dedim, (Sen kimsin). Benim ismim (Râdiyye-i Merdıyye)dir. Allahü teâlâ hazretleri, beni üç şeyden yaratmışdır. Yukarı kısmımı anberden, orta kısmımı kâfurdan, aşağı kısmımı miskden. Beni âb-ı hayât ile yoğurdu. Ondan sonra, Hüdâvend-i Cebbâr ve Hâlık-i perverdigâr bana (Ol!) dedi; oldum. Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri beni, kardeşin hazret-i Alî ibni Ebî Tâlib için “radıyallahü anh” yaratmışdır. Ebû Zer-i Gıfârî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Her kim benden ayrıldı. Allahü teâlâdan ayrıldı. Yâ Alî! Her kim senden ayrıldı. Benden ayrıldı.)

Hazret-i Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Server-i kâinât “aleyhi efdalüs salevât” hazretleri buyurdular ki: (Alî bin Ebî Tâlibi zikr etmek [anmak] ibâdetdir.) Hazret-i Câbir bin Abdüllah “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, ([Allahü teâlâ] Cennet kapısı üzerine, (Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah Aliyyün Nâsır-ü Resûlillah) yazmışdır!) buyurmuşdur. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri gökleri ve yerleri halk etmeden ikibin sene önce yazmışdır.

10– Abdüllah bin Mes’ûd “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurur: Habîb-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûrunda idim. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” hakkında süâl olundukda, (Hikmeti on cüze taksîm etdiler. Dokuz cüzünü Alî bin Ebî Tâlibe verdiler. Bir cüzünü sâir (diğer) insanlara verdiler!) buyurdular.

11– Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretleri bildiriyor. Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bir gün dışarı çıkdı. Alînin elini kendi mubârek eli ile tutduğu hâlde, buyurdu ki: (Âgâh olun [uyanık olun]. Her kim, buna buğz eder. Muhakkak Allahü teâlâ hazretlerine ve Resûlüne buğz etmiş olur. Her kim buna muhabbet eder. Muhakkak Allahü teâlâ hazretlerine ve Resûlüne muhabbet etmiş olur.)

-310-

12– Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Her kim hilmde İbrâhîm aleyhisselâma, hikmetde Nûh aleyhissalâtü vesselâma, çekdiği sıkıntılarda Yûsüf aleyhisselâma bakmak isterse; Alî bin Ebî Tâlibe baksın.) Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûr-ı şerîflerinde oturmuş idik. O sırada hazret-i Alî “kerremallahü teâlâ vecheh” geldi. Meclisin ardında oturdu. Resûlullah hazretleri onu çağırdı. Hattâ önüne oturdu. Buyurdu ki: (Yâ Alî! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri seni dört haslet ile benim üzerime mükerrem ve müfeddâl [sâirlerinden ziyâde meziyyetli] kıldı. Alî “radıyallahü teâlâ anh” hemen dizleri üzerine gelip, başını toprağa koyup, dedi ki, babam, anam sana fedâ olsun, yâ Resûlallah! Kölenin efendi üzerine fadlı olur mu? Buyurdular ki: (Yâ Alî! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri bir kula ikrâm etmek isterse, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve bir beşerin hâtırına gelmiyen şeyi verir!) Enes “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, biz dedik, yâ Resûlallah! Bize onu beyân buyur, bilelim. Buyurdular ki: (Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri, ona Fâtıma gibi bir zevce nasîb etdi. Ben nasîb olunmadım. Hasen ve Hüseyn gibi oğullar nasîb etdi. Ben nasîb olunmadım. Bir kayın ata ona nasîb olundu. Bana olunmadı.)

13– Sa’îd bin Cübeyr, Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerinin elini tutup, gidiyordu. Zemzem kuyusuna geldiler. Orada ise bir kavm oturmuşdu. Hazret-i Alîye “kerremallahü vecheh” şetm ederlerdi. [Ya’nî onu kötülüyorlardı.] İbni Abbâs hazretleri buyurdu ki, beni dönderin. Onlardan yana geri döndürdüler. [Onların yanına vardılar.] Varıp, orada durdu ve buyurdu ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine ve Resûlüne yaramaz sözler söyliyen kimdir. Dediler ki: Bizim aramızda kimse Allahü teâlâ hazretlerine yaramaz söylemez. Ve bizim aramızda hazret-i Resûle hiç kimse yaramaz söylemez. Buyurdu ki, Alî bin Ebî Tâlibe yaramaz söyleyen ve şetm eden, var mıdır. Dediler, evet vardır. Buyurdu ki: İşitin, ben şehâdet ederim ki, bu kulağım ile işitdim; Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden, buyurdu ki: (Her

-311-

kim Alîye seb’ eder, muhakkak bana seb’ ederler. Her kim bana seb’ eder, muhakkak Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerine seb’ eder. Her kim Allahü teâlâ hazretlerine seb’ eder, Allahü teâlâ ve tekaddes anı yüz üzerine Cehenneme atar.)

14– Atıyye-tül Ufî der ki: Câbir bin Abdüllahın “radıyallahü teâlâ anh” huzûruna geldik. Pîr olmuş [ihtiyârlamış] ve kaşları gözlerini örtmüş idi. Ona, Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin muhabbetinden sorduk. Başını kaldırıp, şöyle söyledi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin zemân-ı şerîflerinde bir kimsenin münâfık olduğunu Alîye buğz etmesi ve düşman tutması ile anlardık.

15– Şa’bî “radıyallahü teâlâ anh” der ki, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” Alî “kerremallahü vecheh” hazretlerini gördü ve buyurdu ki: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûrunda, makâm cihetinden en üstününe ve yakınlık cihetinden en yakınına ve kana’at cihetiyle agniyâsına [zenginine] bakarak mesrûr olmak isteyen, Alî bin Ebî Tâlib hazretlerine “radıyallahü teâlâ anh” baksın.

16– Âişe-i Sıddîka “radıyallahü teâlâ anhâ” buyurdular ki, yâ Resûlallah! Senden sonra halkın hayrlısı kimdir, dedim. Buyurdular ki: (Ebû Bekr-i Sıddîkdır.) Dedim, ondan sonra, buyurdular ki: (Ömerdir). Ondan sonra kimdir. Buyurdular ki: (Osmândır.)

Fâtıma-tüz-zehrâ “radıyallahü teâlâ anhâ” dedi ki, (Yâ Resûlallah! Alî hakkında hiçbir nesne söylemediniz.) Buyurdular ki: (Yâ cânım kızım! Alî benim nefsim demekdir. Hiç kimse gördün mü ki, kendini beğensin veyâ kendi hakkında bir şey söylesin!)

17– Zeynel’âbidîn Alî bin Hüseyn, ceddi Alî bin Ebî Tâlibden rivâyet eder. Alî “kerremallahü vecheh” hazretleri buyurdu ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bana, ilmden bin bâb ta’lîm etdi. Her bâbdan da bin şeklini ta’lîm etdi [öğretdi].

18– Abdüllah el-Kindî rivâyet eder. Mu’âviye bin Ebî Süfyân hac yapdı ve geldi. Cemâ’at ortasında oturdu. Abdüllah bin Abbâs ve Abdüllah bin Ömer “radıyallahü teâlâ anhüm” haz-

-312-

retlerinin huzûrlarında Mu’âviye “radıyallahü teâlâ anh” elini, Abdüllah bin Abbâsın “radıyallahü teâlâ anhümâ” dizi üzerine koyup, dedi ki, ben Senin amca oğlundan hilâfete dahâ lâyıkım. Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretleri buyurdu; niçin. Dedi ki, ondan dolayı ki, ben o halîfenin amcazâdesiyim ki, onu zulm ile katl etdiler. Ya’nî o Osmân bin Affân “radıyallahü teâlâ anh” hazretleridir. Abdüllah dedi ki: O hilâfete senden şu sebeb ile dahâ lâyıkdır ki, Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin yakınlığı senin amcazâden yakınlığından ileridir. Hazret-i Mu’âviye bunu işitdi ve susdu. Yüzünü Sa’d bin Ebî Vakkâs “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine döndürdü. Dedi ki: yâ Sa’d! Sen hakkı bâtıldan ayırmaz mısın! Bizim lehimize veyâ aleyhimize olur musun. Sa’d dedi ki: Zulmet yeri kapladığı vakt, sabr edemem. Tâ âlem rûşen olsun, gideyim. Hazret-i Mu’âviye dedi, vallahi ben Kur’ân-ı azîm-üş-şânı okudum. Onda bir şey bulmadım. Sa’d dedi: Sen bu sözü kabûl eder misin. Ben Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden işitdim, Alî bin Ebî Tâlibe buyurdu ki: (Yâ Alî! Sen hak ilesin. Hak senin iledir.) Hazret-i Mu’âviye dedi ki: Bir kimse getir ki, bunu senin ile işitmiş olsun. Sa’d dedi ki: Ümmü Seleme işitmişdir. Râvî der ki; hazret-i Mu’âviye ve o cemâ’at cümlesi kalkıp, Ümmü Selemenin “radıyallahü teâlâ anhâ” huzûrlarına vardılar. Dediler ki: Yâ Ümmül mü’minîn! Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden sizin rivâyetiniz ile Sa’d bir hadîs-i şerîf söyler. Ümmü Seleme dedi, ne söyler. Der ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Alîye (Sen hak ilesin, hak senin iledir,) buyurmuşdur. Ümm-ü Seleme hazretleri, doğru söyler. Ben kendi evimde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden işitdim buyurdu. Hazret-i Mu’âviye yüzünü döndürüp, hazret-i Sa’d ve sâir Eshâb-ı güzîn hazretlerine bakıp, onlardan özr dileyip, eğer ben bu hadîs-i şerîfi önceden işitmiş olaydım, dâimâ, Alî bin Ebî Tâlibin hâdimi olurdum, buyurdu.

19– Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyet etdi. Habîb-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Ben ilmin terâzîsiyim. Alî o terâzînin kefeleridir. Hazret-i Hasen ve Hüseyn ipleridir. Fâtıma alâkasıdır [kefelerin asıldığı demiridir] ve benden sonra imâmlar o terâzinin

-313-

amûdîdir [düşey demiridir]. O terâzî ile bizim dostlarımızın amelini tartarlar.) Hazret-i Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Hazret-i Habîb-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” efendimiz buyurdular ki: (Ben ilmin şehriyim. Alî o şehrin kapısıdır. O kapının halkası Mu’âviyedir.)

20– Hazret-i Mu’âz bin Cebel “radıyallahü anh” rivâyet etmişdir. Habîb-i Hudâ Resûl-i Müctebâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Allahü tebâreke ve teâlâ bir kavmi günâhlarından pâk eder, saçları temâmen dökülen kimseler gibi ki, bu kavmin evveli Alî bin Ebî Tâlibdir.)

21– Hazret-i Aliyyül Mürtedâ “kerremallahü vecheh” rivâyet eder. Hazret-i Habîb-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz buyurdular ki: Hazret-i Mûsâ bin İmrân “salavâtullahi aleyhi ve alâ nebiyyinâ” Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinden istedi ve dedi, yâ Rabbî! Benim kardeşim Hârûn vefât etdi. Sen onu afv et. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri vahy etdi ki, yâ Mûsâ! Eğer, önce ve sonra gelenlerin afvını benden isteseydin kabûl ederdim. Hüseyn bin Alî bin Ebî Tâlibin kâtilini, ya’nî Onu şehîd edeni afv etmiyeceğim.

Yine hazret-i Alî “kerremallahü teâlâ vecheh” rivâyet eder. Habîb-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: Mûsâ bin İmrân “aleyhisselâm” Rabbinden istedi ki, Hüseyn bin Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin rûhunu ziyâret etsin Onun ziyâretine yetmişbin melek ile geldi. Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyet eder. Resûl-i kâinât, aleyhi efdalüssalevât hazretleri buyurdular ki: (Hak teâlâ hazretleri benî İsrâîlden nebîlerine su’izanları ve buğzları sebebi ile yağmuru men’ buyurdu. Bu ümmetden Alî bin Ebî Tâlibe adâvet etdikleri için de yağmuru men’ eder.)

22– Câbir bin Abdüllah “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Habîb-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Alî bin Ebî Tâlibin bu ümmet üzerine hakkı, babanın oğlu üzerine hakkı gibidir.)

23– Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Hazret-i Alî ibni Ebî Tâlibin muhabbeti,

-314-

günâhları yir, mahv eder. Nasıl ki ateş odunu yiyip mahv etdiği gibi.)

24– Mu’az bin Cebel “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Alî bin Ebî Tâlibin sevgisi, bir hasenedir ki, ya’nî bir tâ’atdır ki, hiç bir seyyie, ya’nî hiçbir ma’siyyet onunla zarar veremez. Buğz ve adâveti bir seyyiedir ki, hiçbir hasene onunla fâide veremez.) Selmân-ı Fârisî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Benim sırrımın sâhibi Alî bin Ebî Tâlibdir “radıyallahü teâlâ anh”.)

25– Abdüllah bin Ca’fer “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Benim, Alî aslımdır. Ve Ca’fer fer’imdir. Yâhud Ca’fer aslımdır; Alî fer’imdir) “radıyallahü teâlâ anhümâ”.

26– Ümm-i Seleme “radıyallahü anhâ” rivâyet eder. Habîb-i ekrem “aleyhissalâtü vesselâm” buyurdular ki, (Alî ve onun gürûhu [fırkası] kıyâmet gününde necât buluculardır [kurtulanlardır].)

27– Ebû Zer-i Gıfârî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Peygamberimiz “aleyhissalâtü vesselâm” hazretleri buyurdu ki: (Alî benim ilmimin kapısıdır. Âşikâre edicidir, bildirmem lâzım gelen şeyleri ümmetime açıklayıcıdır. Benden sonra, onu sevmek îmândandır. Ona buğz etmek nifâkdandır. Ona nazar etmek [bakmak] rahmetdendir. Onun muhabbeti ibâdetdir.)

28– Ümm-ü Seleme “radıyallahü teâlâ anhâ” rivâyet eder. Habîb-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki, (Kur’ân-ı azîm-üş-şân Alî iledir. Alî Kur’ân-ı azîmüş-şân iledir.) Ya’nî hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” her zemân Kur’ân-ı azîm-üş-şânın hükmü ve emri iledir. Kur’ân-ı kerîm de onun imâmı ve yol göstericisidir.

29– Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Patlıcan yiyiniz ki, o bir ağaçdır. Ben onu Cennet-ül Me’vâda gördüm. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin vahdâniyyetine ve Benim Peygamberliğime ve Alînin velîliğine şe-

-315-

hâdet etdi. Her kim patlıcanı, zarar niyyeti ile yirse, zarar olur. Eğer şifâ niyyeti ile yirse, şifâ olur.)

30– Huzeyfe tebni Yemân “radıyallahü anh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: Eğer halk, Alîye emîr-ül mü’minin ismi ne zemân verildiğini bilseler idi, Alînin fazîletini inkâr etmezlerdi. Hâlbuki Âdem aleyhissalâtü vesselâm rûh ile beden arasında idi. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri buyurdu ki: Ben sizin Rabbinizim, Muhammed Nebînizdir. O zemân Alîye “radıyallahü teâlâ anh” emîr-ül mü’minîn denildi.

31– Ömer bin Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Eğer gökleri ve yerleri terâzînin bir kefesine koysalar, Alînin îmânını diğer kefesine koysalar, Alînin îmânı ağır gelir.)

32– Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Eğer cümle halk Alî bin Ebî Tâlibin muhabbeti üzerine birleşseler idi, Allahü teâlâ ve tekaddes Cehennemi yaratmazdı.)

33– (Eğer Alî yaratılmasa idi, dünyâda Fâtımaya münâsib kimse bulunmaz idi) buyuruldu.

34– Mu’âviye bin Hîdet “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Kalbinde Alî bin Ebî Tâlibin buğzu olduğu hâlde ölen kimse, ister yehûdî olsun, ister nasârâ olsun, fark etmez.)

35– Mu’âz bin Cebel “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Alînin “radıyallahü anh” yüzüne nazar etmek [bakmak] ibâdetdir.)

36– Ebû Berze-tel Eslemî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Allahü tebâreke ve teâlâ bana husûsî bir ahd verdi. Bana nice kerre buyurdu ki, bu husûsî ahdimi kabûl et-

-316-

din mi. Ben dedim, evet yâ Rabbî bu ahdi kabûl etdim.) Ebû Berze-i Eslemî der ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Dedim, yâ Rabbel’âlemîn! Bu ahdini ki benim ile etdin. Ve ben o ahdi senden kabûl etdim. Bana söyle o ahd nedir. Allahü Sübhânehü ve teâlâ bana vâsıtasız olarak buyurdu ki, o ahd odur ki, sen bilesin, benden cümle halka diyesin ki, Alî hidâyeti göstericidir, doğru yolun işâretidir. Mutî’lerin ve muvahhidlerin gözlerinin nûrudur. Müslimân ve mü’minlerin serverleridir. Ben bütün kullarıma benim birliğimi ve tevhîdimi lâzım kılmışım. Bütün ümmetine senin risâletini tasdîk etmelerini lâzım kılmışım. Bütün mü’minlere Alînin muhabbetini ve meveddetini [sevmeği] lâzım kılmışım. Her kim Alîyi dost tutar, Allahü teâlâyı [beni] ve Muhammedi [seni] dost tutmuş olur. Muhakkak ki o kimse hakîkî dost olur. Alîyi sevmiyen de hakîkî düşmân olur.)

(İşâret): Zühd ve vefâ ehli Alîdir. Sıdk ve safâ ehli Alîdir. Cömert ve sehâ ehli Alîdir. Rıfk ve rızâ ehli Alîdir. Mahrem-i ravda-i asfiyâ Alîdir. Mefhâr-ı fadl-ı a’lâ Alîdir. Mahrem-i fadl-ı nu’mâ Alîdir. Kendi zemân-ı şerîfinde Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin mahlûkunun kıdvesidir. Semere-i şecere-i dîn-i Hudâ-i teâlâ Alîdir. Müstevcibül fedâil ve tefâdul ve meâsir Alîdir. Alî Mürtedâ “kerremallahü teâlâ vecheh” hazretlerinin mubârek gönlü, kâfirler ve mülhidler ve hâricîler üzerine, Cehennem Mâlikinin Cehennem ehli üzerine gönlünden şiddetli katı idi. Mubârek gönlü, dervişler ve yetîmler ve Cennet ehli üzerine, Cennet Rıdvânının gönlünden dahâ yumuşak idi. Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri behâdırlıkda, aslancasına mertlikde, kâfirlere ve mülhidlere çok şiddetli zehrden acı idi. Civânmertlikde, dervişlere bal ve şekerden tatlı idi. Her vakt ki, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” hâmiyyet (iyilik severlik) ve siyâsete gideydi, Cehennemin sam yeli ve zakkûmu pişer ve ölürdü. Her vakt ki şefkat ve kerâmetde gideydi, Cennetin Na’îm nesimi pişer ve ölürdü. Her vakt ki Alî “kerremallahü teâlâ vecheh” Zülfikârı elinde tutar idi, kâfirlerin ve mülhidlerin ve ehl-i hevâların cânları tenlerinde muzdarib olurdu. Her vakt ki akçe keselerini eline alıp, açdığı zemân, fakîrlerin ve yetîmlerin cânları tenlerinde sâkin olurdu.

 Yirmialtıncı Menâkıb: Rüknül-islâm Ahmed Cürcânî “rahi-

-317-

mehullahü teâlâ” rivâyet eder. Yüzden fazla Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerinin rivâyeti ile işitdim ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular: (Alînin bir kerre Amr bin Abdûdün karşısına çıkması, ümmetimin kıyâmete dek ibâdetinden hayrlıdır.) Amr bin Abdûd arabî idi, Kureyşî idi. Mudar bin Nizâr evlâdından idi. Fekat Âd kavminin kuvvetinde idi. Ömründe hiçbir cengden yenilerek dönmemiş idi. Yalnız Bedr cenginde yaralanıp düşmüş idi. Yarası iyi oldu. Tekrâr Hendek cengine geldi. Onun gelmesinden müslimânlara korku hâsıl oldu. O vâkı’ada yirmibir gün ok ve kılınç ile ve mızrak ile ve taş ile ceng oldu. Yirmiikinci gününde ceng ve cidâl iyice şiddetlendi. Amr bin Abdûd, Hendek kenârına gelip, meydâna er istedi. Müslimânlardan karşılık veren olmadı. Bir dahâ istedi. Kimse varmadı. Yedi kerre da’vet etdi. Yedincide, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” efendimiz hazretleri, Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini çağırdı ve huzûrlarına oturtdu. Buyurdu ki, (Yâ Alî! Benim atıma bin. Zülfikârı al. Amr bin Abdûdün önüne mertçe var. Onun uzun boylu oluşundan ve heybetinden üzülüp, endîşe etme ki, ben Allahü tebâreke ve teâlâ ve tekaddes hazretlerinden, düâ ederim ki, sana nusret edip ve senin elin ile müslimânlardan şerîri def’ eder.) Alî “radıyallahü teâlâ anh” düldüle binip, Zülfikârı kuşandı. O aslan ki, avını gözleyip, gider gibi, Amr bin Abdûdün önüne vardı. Birbirini gördüler. Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: Yâ Amr, işitdim ki, sen Kâ’be karşısında ahd etmişsin ki, Kureyşden bir kimse senden iki hâcet istedikde, o isteklerden birini yerine getirecekmişsin. Evet yâ Alî. Ben bu ahdi etdim. Hazret-i Alî buyurdu: Yâ Amr! Şimdi sen bilirsin ki, ben Kureyşdenim. Senden iki hâcet isterim. Eğer ikisini de kabûl etmez isen, bâri birisini kabûl et! Evvelâ senden isterim ki, bu sâatde, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin vahdâniyyetini ve Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin risâletini ikrâr edesin. Dedi ki; Bunu kabûl etmem. Başka ne istersin. Buyurdu ki: Onu isterim ki, bu sâatde, bu iki kuvveti birbirine koyasın, sen Mekke-i Mükerremeye dönesin. Bunu kabûl etdim. Ammâ, Ebû Bekr ve Ömer ve Osmânın başlarını keserim. Hazret-i Alî “radıyallahü anh” buyurdu ki, Ey sefîh! Benim başımı kesmeyince onların başını nasıl kesersin. Ey Alî, sen gençsin. Henüz dünyâyı görmemişsin. İste-

-318-

mem ki, senin başını keseyim. Hazret-i Murtedâ buyurdu ki: Ben isterim ki, Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin tevfîki ile, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin düâsı ile senin başını keseyim. Bu sözden Amr harâretlendi. Hemen atından inip, atını bırakdı. Hazret-i Alîye doğru yürüdü. Hazret-i Alî de “kerremallahü vecheh” atından inip, yaya oldu. Birbirine hamle edip, dolaşdılar. Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, fırsatı bulup ceng arasında Zülfikârı ile bir darbe vurup, uyluğunu dibinden ayırıp, düşürdü. Hazret-i Alî, Amrın bacağını teninden ayırıp, yüzünü ondan döndürüp, uzaklaşırken, Amr, kendi kesilmiş bacağını eline alıp, hazret-i Alînin ardınca atdı. Öyle bir atdı ki, eğer hazret-i Alî, onun önünden sapmasa idi, o ayak parçası ile helâk olurdu. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” tekrâr dönüp, Amr bin Abdüdün başını kesdi. O sırada Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” efendimiz hazretleri tekbîr alıp, buyurdu ki; (Alînin Amr bin Abdûd ile bir kerre karşılaşması, ümmetimin kıyâmete kadar olan ibâdetlerinden hayrlıdır.)

Yirmiyedinci Menâkıb: Resûl-i ekrem ve Nebiyyi muhterem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin, hazret-i Alîye “radıyallahü teâlâ anh” vasıyyetleri beyânındadır.

1– Alî bin Ebî Tâlib “kerremallahü vecheh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Yâ Alî! Sana beş yüz koyun vermemi mi, yoksa dînin ve dünyân kurtuluşuna sebeb olacak beş kelime ta’lîm etmemi mi sevgili tutarsın!) Ben dedim; kelimeleri isterim. Bir düâ öğretdiler. (Allahım! Benim günâhımı afv eyle! Hulkumü geniş eyle! Kesbimi [kazancımı] temiz kıl. Bana nasîb etdiğin şey’e kana’at edici eyle. Beğenmediğin şeye nefsimi meyl etdirme.) Sonra Resûlullah buyurdu ki: (Yâ Alî! Sonu üzüntü ve ağlamak olmıyan hiçbir sevinç ve neş’e yokdur.)

2– Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eyler ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular: (Yâ Alî! Sen Kâ’be menzilesindesin! Bütün herkes Kâ’beye varır. Kâ’be hiçbir yere varmaz. Eğer bir kavm sana gelip, bu hilâfet emrini sana teslîm ederlerse, onlardan kabûl eyle! Eğer gelmezler ise, sen onlara varma.)

-319-

3– Abdüllah bin Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyet eyledi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Yâ Alî! Sen ehl-i Cennetsin. Yakın zemânda bir kavm gelir ki, onların lakabları olur. Onlara râfizî derler. Eğer sen onlara yetişirsen onları öldür ki, müşriklerdir. Ne Cum’a bilirler, ne cemâ’at bilirler! Ebû Bekr ve Ömeri seb’ ederler [kötülerler].)

4– Alî bin Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Yâ Alî! Süâl etdim Allahü teâlâ hazretlerinden ki, seni hilâfetde öne alsın. Üç kerre istedim. Allahü teâlâ ve tekaddes kabûl etmedi. Ebû Bekri öne aldı.)

5– Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretleri rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Yâ Alî! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri Fâtımayı sana tezvîc etdi. Ve ona yeri sıdâk [yeryüzünü mehr] kıldı. Her kim yeryüzünde sana buğz edici olduğu hâlde yürürse, bu yürümesi harâmdır.)

6– Ammâr bin Yâser “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Yâ Alî! Allahü teâlâ hazretleri seni bir zînet ile zînetlendirdi ki, dünyâyı terk etmek olan ve kendisine sevgili olan zühd ile zînetledi. Öyle takdîr etdi ki dünyâdan birşeye nâil olmıyasın!)

7– Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Yâ Alî! Yalnız Rabbinden ümîd edici ol! Günâhından başka birşeyden korkma! Birşey sorduklarında bilmez isen, Allahü teâlâ bilir demekden ar etme.)

8– Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Yâ Alî! Cimri ve bahîl olma. Yüzünü güler tutasın [güleryüzlü olasın]. Kerîm ve ikrâm edici olasın ki, mü’min yumuşak yüzlü ve cömert olur. Münâfık kaba ve cimri olur. Benim ümmetimin cömertlerinin günâhları, güneşde buzun eridiği gibi erir.)

9– Ebû Mûsâ “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir. Re-

-320-

sûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Yâ Alî! Ben kendim için râzı olduğum şeylere, senin için de râzı olurum. Kendim için kerîh gördüğüm nesneyi, senin için de kerîh görürüm. Kur’ân-ı azîm-üş-şânı cünüb olduğun hâlde okuma. Rükû’ ve secdede Kur’ân-ı kerîmi okumıyasın. Saçlarını başın üstünde topladığın hâlde nemâz kılmıyasın.)

10– Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Yâ Alî! Gayretli ol ki, Allahü teâlâ gayretli olanı sever. Sahî [cömert] ol ki, Allahü teâlâ sahî [cömert] olanı sever. Cesâretli ol ki, Allahü teâlâ ve tekaddes şecâ’ati sever. Eğer bir kimse senden bir hâcet istese, onun hâcetini bitir. Eğer o kimse o hâcete lâyık değil ise, sen hâcet bitirmeğe lâyıksın!)

11– Alî “kerremallahü teâlâ vecheh” hazretleri rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Yâ Alî! İnsanlar, Allahü teâlâ hazretlerine yaklaşıyoruz diye çalışıp-kazandıkları zemân, sen akl kesb eyle, tâ onlara sebkat edesin [onlardan ileri geçesin.] Allahü teâlâya dünyâda ve âhıretde yaklaşmak derece ve kıymetinin onlardan önde olması için gayret edesin.)

12– Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Yâ Alî! Baş ağrısı seni râhatsız edecek kadar olursa, iki elini başın üzerine koyup, sûre-i Haşrın âhırini [sonunu] oku. “Lev enzelnâ” âyet-i kerîmesinden sonuna kadar oku.)

13– Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûl-i ekrem ve Nebiyyi muhterem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Yâ Alî! Yalan söylemekden sakın. Eğer zan edersen ki, o yalan seni kurtarır, yalan söyleme. Sana doğru söylemek lâzım olsun. O doğru seni helâk edecek bile olsa, doğru söyle.)

14– Hazret-i Alî “kerremallahü teâlâ vecheh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Yâ Alî! Beş kelime ki, Cebrâîl bana ta’lîm etmişdir. Onları sana ta’lîm etmemi mi seversin. Yoksa emr edeyim sana

-321-

beş keçi versinler, bunu mu seversin!) Hazret-i Alî dedi, (Yâ Resûlallah! Ben o beş kelimeyi severim.) Buyurdular ki: (Ey mahlûklara rızk veren! Ey fakîrlere rahmet eden! Ey zor durumda olanları kabûl eden! Ey mü’minlerin Velîsi! Ey rahmet edenlerin en rahîmi! Bana rahmet et, acı.)

15– Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Yâ Alî! Perşembe gününde bıyığını kırk ve tırnağını kes. Koltuğunu yol, kasığını traş eyle. Cum’a günü temiz elbise giy! Güzel koku isti’mâl eyle [sürün, kullan].)

16– Nizâmüddîn Abdül’vâhid ibni el Fadl el-Fermâdî, ceddi Ebül Kâsım Gürgânîden isnâd ile, o da Mûsâ Kâzım bin Ca’fer Sâdık bin Muhammed Bâkır bin Alî Zeynel’âbidîn bin Hüseyn bin Alî bin Ebî Tâlibden “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir. Hazret-i Resûl-i ekrem ve nebiyyi muhterem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki, (Yâ Alî! Mercimek yemeğine devâm et ki, yetmiş Nebî mercimek yidiler ve ona bereket ile düâ etdiler. Sonuncuları Îsâ bin Meryemdir “alâ Nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm”.)

Yirmisekizinci Menâkıb: Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin şânlarını anlatan haberler hakkındadır.

1– Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Beni mi’râca çıkardıkları o gece gördüm. Arşın ayağında yazılmış, ben birim, benden başka ilâh yokdur. Adn Cennetini ben yaratdım. Yaratdıklarımdan Resûlüm Muhammedi seçdim. Onu Alî ile kuvvetlendirip, yardım etdim.)

2– Selmân-ı Fârisî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Kıyâmet günü olunca; Arşın sağında benim için kırmızı yâkutdan bir kubbe kurarlar. Arşın solunda İbrâhîm halîlullah için yâkutdan bir kubbe kurarlar. Bir kubbe de Alî için benim ile İbrâhîm arasında beyâz inciden kurarlar. Siz iki Halîlin arasında olan Habîbi ne zan ediyorsunuz.)

3– Bilâl-i Habeşî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, mubârek yüzü

-322-

bedr olan aydan nûrlu olduğu hâlde bizim üzerimize çıkageldi. Abdürrahmân bin Avf “radıyallahü teâlâ anh” karşılayıp, dedi ki, babam ve anam sana fedâ olsun; yâ Resûlallah, bu ne nûrdur. Buyurdular ki: (Rabbimden azze ve celle müjde geldi, kardeşim ve amcamoğlu ve kızımın zevci Alî “radıyallahü teâlâ anhümâ” hakkında ki, Allahü tebâreke ve teâlâ o vakt ki, Fâtımayı Alîye tezvîc eyledi. Cennet hâzini Rıdvâna emr eyledi ki, Tûbâ ağacını sallaya. Rıdvân da salladı. Tûbâ ağacından, bizim dostlarımızın adedince hüccetler saçıldı. Allahü teâlâ ve tekaddes nûrdan melekler yaratdı. Her meleğe o hüccetlerden bir hüccet verdi. O hüccetlerde yazılmışdır ki, Mustafânın ve ehl-i beytinin muhib ve muhlîsleri Cehennemden azâd olmuşdur.)

4– Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden rivâyet etmişdir. Buyurdular ki, (Kıyâmet günü olunca, bütün Peygamberleri “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” bir yere toplarlar. Bir nidâ edici arş altından nidâ eder, yâ Enbiyâ cemâ’ati. Sizi sevenleriniz ile iftihâr edin. Ben Cihâr-ı yârim ile iftihâr ederim.)

5– (O kimseler ki, îmân getirdiler ve sâlih amel işlediler. Yakın zemânda Allahü rahmân onlara kendi dostluğunu, muhabbetini verir.) âyet-i kerîmesinin tefsîrinde, Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü anhümâ” buyurdu ki; ya’nî Allahü teâlâ onları dost tutar ve onları dost kılar ki, onları yer ve gök ehline sevdirir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Allahü Sübhânehü ve teâlâ bir kulunu severse, Cebrâîl aleyhisselâma buyurur ki, filân kimseyi dost tutdum. Siz de dost tutun. Cebrâîl ve melekler de dost tutarlar.) Onlardan yine bir nidâ edici gökden nidâ eder ki, Allahü tebâreke ve teâlâ filân kimseyi dost tutdu. Siz de ey yer ehli onu dost tutunuz. Hepsi dost tutup, severler. Onun muhabbetini yer halkının da kalbine salar. Bütün yer ehli de muhabbet ederler. Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” buyurur ki, âyet-i kerîmede, (vüdd) lafzından murâd, Alî bin Ebî Tâlibin “radıyallahü teâlâ anh” muhabbetidir ki, onu mü’minlerin kalbinde tatlı etmişdir.

6– Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” haber vermişdir. Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûr-ı şerîfin-

-323-

de oturmuşduk. Ensârdan, Ebû Ukayl demekle ma’rûf bir kişi kalkıp, dedi ki: Yâ Resûlallah! Senden sonra nâsın hayrlısı kimdir. Buyurdu ki: (Ebû Bekr-i Sıddîkdır). Ondan sonra kimdir. Buyurdu ki: (Ömer-ül Fârûkdur). Ondan sonra kimdir, dedi. Buyurdu ki: (Osmân bin Affândır). Ondan sonra kimdir, dedi. Buyurdu ki: (Alî bin Ebî Tâlibdir). O dedi ki: Neden amcan oğlu Alîyi sonraya bırakdın, dördüncü etdin. Hâlbuki o senin kardeşindir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular: (Vay sana yâ Ebâ Ukayl. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri yüzyirmidörtbin (den ziyâde) Nebîyi halk etdi. İnsanlara gönderdi. Beni cümlesinin sonu kıldığını bilmiyor musun!) Ebû Ukayl dedi ki: (Evet yâ Resûlallah!). Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Benim Peygamberlerin sonuncusu olmamın ne zararı oldu ki, halîfelerin dördüncüsü olmasının Alîye de zararı olsun! Yâ Ebâ Ukayl! Muhakkak Allahü teâlâ ve tekaddes bana; Âdem aleyhisselâmın yaratıldığı vaktden kıyâmete dek îmân getiren kimselerin sevâbını bağışladı. Ebû Bekre de benim bâis olduğum vaktden [Peygamberliğim bildirildiği vaktden] kıyâmete kadar gelen ve Ebû Bekri seven mü’minlerin sevâblarını bağışladı. Alî bin Ebî Tâlibe de, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine Şarkdan garba ibâdet edenlerin sevâbını bağışladı.)

7– Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Biz kıyâmetde dört atlı [süvâri] oluruz ve halk aç ve susuz ve çıplak olurlar. Ben kendi bineğim [atım] Burak üzerinde olurum. Sâlih Nebî “aleyhisselâm” Nâkatullah [devesi] üzerine biner. Fâtıma benim asbâ adlı devem üzerine biner. Alî bin Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anh” Cennet develerinden bir deve üzerine biner ki, bâtını Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin havfından ve zâhiri Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin rahmetinden olur. Başı üzerine tâc koyarlar ki, sekiz rüknü olur. Onun rûşenliği sekiz Cennetden olur. O kıyâmetde benim önümde nidâ eder ki, (Lâ ilâhe illallah. Muhammedün Resûlullah). Melekler önünden geçerken, bu bir mukarreb melekdir, derler. Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin cenâbından bir nidâ gelir ki: Yâ Ehl-e mevkıf. [Ey mahşer halkı.] Bu mukarreb melek veyâ Peygamber değil, Alî bin Ebî Tâlibdir.) Arş önüne

-324-

gelir ve der ki: Yâ Rabbî; her kim beni sever, muhabbet eder, senin zâtına muhabbet eder, sever. Sonra mahşer meydânında bir nidâ edici der ki, Ebû Bekr ve Ömerin sevenleri, sonra Alîye tâbi’ olanlar nerededir. Bunlar Râbi’a ve Mudar kabîleleri adedincedir.

8– Hazret-i Hasen bin Alî “radıyallahü teâlâ anhümâ” haber verir ki, babam mescidden döndü [çıkdı]. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin yüzüne bakdı. Ebû Bekr de babamın yüzüne bakdı. Dedi ki: Yâ Ebâ Bekr! Ne olmuş bana ki, sen bana böyle uzun nazar edersin. O buyurdu ki, evet ondan dolayı nazar ederim [bakarım] ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden işitdim, buyurdu ki, (Kıyâmet günü, sırat üzerinden, Alî bin Ebî Tâlibin, eline buyruk vermediği kimseler geçemez!) Sonra babam da dedi ki: (Yâ Ebâ Bekr! Sen bana müjde verdin. Ben de sana müjde vereyim mi.) (Evet ver) dedi. Yâ Ebâ Bekr! Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bana kavminden gizlide [tenhâda] vasıyyet buyurdular ki, (Yâ Alî! Kıyâmet günü sırat üzerinde, Ebû Bekri ve Ömeri ve Osmân hazretlerini sâdık olarak sevmiyenlerin eline sıratı geçmeleri için ruhsat verme “radıyallahü teâlâ anhüm”.) Yâ Rabbî! Bizi bu dört halîfeyi sevenler ile haşr et!

9– Câbir “radıyallahü teâlâ anh” der ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Arafatda idi. Alî “radıyallahü teâlâ anh” karşılarında idi. Buyurdu: (Yâ Alî! Bana yakın ol. Tenini benim tenime değdir ki, beni ve seni halk etdiler bir ağaçdan ki, ben o ağacın aslıyım. Sen fer’isin. Hasen ve Hüseyn o ağacın budaklarıdır [dallarıdır]. Her kim o ağaçdan bir dala yapışırsa, Allahü teâlâ hazretleri o kimseyi Cennete dâhil kılar. Yâ Alî! Eğer benim ümmetim sana buğz ederler ise, Allahü teâlâ ve tekaddes, azâb meleklerine buyurur: Tâ onları burunları ve yüzleri üstüne çeke çeke Cehenneme iletirler.)

10– Berâ’ bin Âzib “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ile berâber idik. Vedâ haccına geldik. Gadîr-i Hum dedikleri menzile konduk. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bana buyurdular ki, (Nidâ et ve söyle, Essalâh! Essalâh!) Es-

-325-

hâb-ı güzînin “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hepsi toplandılar. Buyurdular: (Ben her mü’mine kendi nefsinden evlâ değil miyim.) Dediler ki, (Evet, yâ Resûlallah!) Buyurdular ki, (Benim ezvâcım [hanımlarım] mü’minlerin annesi değil midir.) Dediler ki, (Evet, yâ Resûlallah!) Sonra Alî hazretlerinin elini tutup, buyurdular ki, (Bu mevlâsıdır o kimsenin ki, ben onun mevlâsıyım. Allahım, dost tut o kimseyi ki, bunu dost tutar. [Bunu seveni sen de sev.] Düşman tut o kimseyi ki, bunu düşman tutar [Bunu sevmiyeni sevme].)

11– Resûl aleyhisselâm buyurdular ki, (Kıyâmet günü ben gelirim. Alî benim ile olur. Livâ-i hamdi elinde tutar. Onun üzerinde iki parça olur. Biri sündüsden ve biri istebrakdan.) Bir arâbî, huzûr-ı şerîflerinde ayak üzerine kalkıp, dedi ki, babam ve anam sana fedâ olsun, yâ Resûlallah! Hazret-i Alî kâdir olur mu [gücü yeter mi] Livâ-i hamdi götürmeğe. Buyurdular ki, (Niçin kâdir olmasın ki, ona üstün hasletler verilmişdir. Onun sabrı benim gibidir. Hüsnü [güzelliği] hazret-i Yûsüf aleyhisselâmın hüsnü gibidir. Kuvveti hazret-i Cebrâîl aleyhisselâmın kuvveti gibidir. Livâ-i hamd elinde olur. Bütün mahlûklar kıyâmet günü benim livâm altında olur.)

12– Hayber gazâsından döndüler. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Yâ Alî! Eğer insanlar yanlış anlıyarak Îsâ aleyhisselâma söyledikleri gibi söylemiyeceklerini bilseydim, senin hakkında çok sözler söylerdim. O zemân insanlar ayağının tozunu bereketlenmek için alırlardı. Abdest aldığın su ile istişfâ ederlerdi. Lâkin sana kifâyet eder ki, sen bana Hârûn aleyhisselâmın Mûsâ aleyhisselâma yakınlığı gibisin. Fekat bu kadar var ki, benden sonra Peygamber gelmez. Seni, benim sünnetim üzerine şehîd ederler. Sen âhıretde bendensin. Benim havzım üzerine halîfem olursun. O Cennet libâsı ile libâslanan olursun. Benim ümmetimden evvel Cennete girersin. Seni sevenler nûrdan minber üzerinde olurlar. Ve yüzleri beyâz ve nûrlu olur. Onlara şefâ’at ederim. Yarın benim komşum olurlar. Senin cemâ’atin benim cemâ’atimdir. Senin sulhün benim sulhümdür. Senin sırrın benim sırrımdır. Senin âşikârın benim âşikârımdır. Evlâdın benim evlâdımdır.) Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” şükr secdesi edip, dedi ki, Allahü teâlâ hazretlerine hamd olsun ki, beni islâm ni’me-

-326-

ti ile ni’metlendirdi. Bana Kur’ân-ı azîm-üş-şânı ta’lîm eyledi. Beni, mahlûkların en üstünü ve Peygamberlerin sonuncusu ve efendisine, fadlı ile, keremi ile sevdirdi.

Yirmidokuzuncu Menâkıb: Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Ben, Ömer bin Hattâb ve Osmân-ı Zinnûreyn, hazret-i Âişenin “radıyallahü teâlâ anhâ” evine Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ba’zı müşkillerimizi süâl edelim diye geldik. Hücre-i şerîfenin kapısına erişdik. O sırada, kapının önünde, bir ejderhâ durur idi. O zemâna kadar öyle yaratılmış bir ejderhâ görmemiş idik. Korkduk, geri döndük. Ben dedim ki, buna Alî ibni Tâlibden başkası mukâvemet edemez. Zîrâ o heybetli, mertdir. Hemen hazret-i Ömer geriye bakıp, dedi ki: yâ Ebâ Bekr; işte Alî bin Ebî Tâlib, geliyor. Ben dedim, yâ Alî! Bu ejderhâyı görür müsün. Bizi hışmından geri döndürdü. Hazret-i Alî ejderhâyı gördü. Yenini açdı. İşâret etdi ki, gel yenime gir. Ejderhâ da tevâzu’ ile başını yere koyup, gelip, yenine girdi. Alî de yenini kapatdı. Resûl-i kâinât aleyhi efdal-i salevât hazretlerinin huzûr-i şerîflerine vardık. Buyurdular: (Yâ Ebâ Bekr. Alî ne yapdı). O sırada hazret-i Alî geldi. (Yâ Ebel Hasen [Hasenin babası]. Nedir, yenindeki) buyurdu. Dedi ki, yâ Resûlallah! Bir ejderhâdır ki, Ebû Bekr, Ömer ve Osmâna karşı gelmiş. Resûl-i kâinât efdalüt-tehıyyât hazretleri, tebessüm edip, buyurdular. (Yâ Ebel Hasen! O ejderhâ değildir. O bir melekdir ki, Allahü teâlâ hazretlerine bir sehvi sebebi ile ejderhâ sûretine değişdirildi. Kapıda, seni görüp, şefâ’at istemek için durmuş idi. Ben Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinden şefâ’at dileyeyim ki, o meleği evvelki mertebesine getirsin. Ne zemân ki, ben şefâ’at etdim. Allahü teâlâ ve tekaddes benim şefâ’atimi kabûl etdi. Şimdi, yenin ağzını aç.) Hazret-i Aliyyül Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” yeninin ağzını açdığı gibi, gördük, bir yeşil kuş çıkıp, uçdu. Sadaka Muhammed, sadaka Muhammed, diye söylerdi.

Otuzuncu Menâkıb: Hazret-i Alî bin Ebî Tâlib “kerremallahü vecheh” buyurdu ki, Resûl-i kâinât aleyhi efdalüttehıyyât hazretlerinin huzûr-u şerîflerine vardım. Mubârek ve münevver yüzlerini neş’eli buldum. Selâm verdim, oturdum. Dedim; yâ Resûlallah! Sizi şâd-ü hurrem [neş’eli] gördüm. Eğer Allahü teâlâ hazretlerinden sevindirici bir buyruk nâzil olmuş ise haber

-327-

veriniz de, sizinle berâber sevinelim. Buyurdular ki: (Yâ Alî! Cebrâîl aleyhisselâm bana haber verdi ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri Cennet-i Adnı yaratdı. O Cennete kendi yed-i ile kırmızı yâkutdan bir ağaç dikdi. Ona kökünü yere geçir, dallarını dışarı çıkar diye emr etdi. O ağaç da köklerini yere geçirip, dışarı yediyüzbin dal çıkardı. Her budak [dal] üzerinde yediyüzbin kırmızı yâkutdan kasr [köşk], her kasrda yediyüzbin oda, her odada bir kapu, her kapuda bir taht, her taht üzerinde bin döşek ve döşeğin kalınlığı bin arşın, her taht üzerinde bir hûrî, onun karşısında kırkbin kul [hizmetci] ve kırk bin câriye ve her oda ta’âmdan ve şerâbdan ve elvândan, o şeyleri yaratdı ki, ne gözler görmüş ve ne kulaklar işitmiş ve ne bir beşerin hâtırına gelmiş olsun.) Sonra Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki, (Yâ Alî! Bunlar sana ve seni ve evlâdını sevenleredir. Her kim sana buğz ederse, muhakkak bana buğz etmişdir. Her kim bana buğz ederse, benim şefâ’atime kavuşamaz.)

Otuzbirinci Menâkıb: Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü anhümâ” rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, Fâtıma-tüz-zehrâ “radıyallahü anhâ” hazretlerini, Aliyyül Mürtedâ “radıyallahü anh” hazretlerine nikâh etdi. Fâtıma-tüz-zehrâ dedi ki, yâ Resûlallah! Beni tezvîc etdin bir fakîr kimseye ki, hiçbir nesnesi yokdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Yâ Fâtıma! Sen râzı olmaz mısın ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri yer ehlinden iki kimseyi seçdi. Biri babandır, biri zevcindir.)

Otuzikinci Menâkıb: Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” buyurdular ki, bir gün Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bizim ile ikindi nemâzını kıldı. Sonra, mubârek arkasını mihrâba dönüp, buyurdu: (Ey insanlar! Ey muhâcir ve ensâr! Size Alî bin Ebî Tâlibin fazîletlerinden haber vereyim mi?) Biz evet, analarımızı ve babalarımızı fedâ ederiz, dedik. Buyurdu ki: (Benim habîbim Cebrâîl aleyhisselâm beni mi’râca iletdiği gece, dördüncü gökde bir şahsı gördüm. Bir taht üzerinde oturmuş. Alî bin Ebî Tâlibin şahsı gibi. Ben durdum ona bakdım. Cebrâîl aleyhisselâm bana ne şey seni durdurdu, dedi. Dedim ki: Yâ habîbim Cebrâîl! Bu Alî bin Ebî Tâlibdir ki, benden önce gelip, bu mekâna oturmuşdur.

-328-

Cebrâîl dedi ki: Bu hazret-i Alî değildir. Velâkin, semâvâtın melekleri hazret-i Alînin dîdârına ve ziyâretine meşgûl ve müştak oldukları için, Allahü teâlâ hazret-i Alî sûretinde bir melek halk etdi. Bu göklerin melekleri bu melek önüne gelip, bunu ziyâret ederler. Alî bin Ebî Tâlib “kerremallahü vecheh” hazretlerine iştiyâklarından dolayı, bu melek üzerine selâm verirler. Var ona yakın ol. Üzerine selâm ver. Ben de yanına vardım. Onu kucakladım. O da beni kucakladı. Ondan Alî bin Ebî Tâlibin “radıyallahü teâlâ anh” kokusunu duydum.)

Otuzüçüncü Menâkıb: Hazret-i Câbir bin Abdüllah “radıyallahü teâlâ anh” bildirmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden, Alî bin Ebî Tâlibin doğumundan soruldu. Buyurdu ki: Doğan evlâdın iyiliğinden süâl ediniz. Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri, Alî “kerremallahü vecheh” ile beni aynı nûrdan halk etdi. Her ikimiz bir nûrdanız. Gökleri ref’ etmeden evvel ve yerleri bast etmezden evvel, bizi halk etdi. Biz, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin huzûrunda tesbîh ederdik. Yok olmadan bir neslden bir nesle intikâl etdik. Tâ Abdülmuttalibe erişdik. Sonra ben, Abdüllaha intikâlden sonra, Âminede vedî’a olundum. Hazret-i Alî, Ebû Tâlibe intikâlden sonra, Fâtıma binti Esed katına vedî’a olundu. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri bizi pâk ve tâhir vücûda getirdi. Sonra hazret-i Alî Fâtıma binti Esedde karâr tutdu. Melekler müjde verdiler. O zemân bir adam rü’yâsında gördü. Süâl etdi, bu doğan kimdir. Dediler, o Alîdir. O vücûda geldiği vakt, Mekke-i Mükerremede zelzele oldu. Putların hepsi yüz üstü düşüp, ehl-i Mekkenin cümlesi korkup, dediler ki, bu gece bir yeni hâdise zuhûr etdi. Onlar bu hâlde iken bir nidâ edici nidâ etdi. Hâlbuki hiç kimseyi görmediler. Hazret-i Alî anası Fâtıma binti Esedden doğdu. Gök onun nûru ile ışıklandı. Yıldızlar ziyâde oldu. Kureyşliler bundan bir acâiblik, hayret edicilik gördüler. Nidâ olundu. (Müjdeler olsun size ki, bu gece, müşrikleri kahr edici, münâfıklara gadab edici, âbidlerin süsü, Resûl-i Rabbil’âlemînin mührü, imâm-ül Hüdâ, göklerin yıldızı, karanlıkların lâmbası zuhûra geldi [bu gece doğdu]).

Otuzdördüncü Menâkıb: Hazret-i Aliyyül Mürtedâ “kerremallahü vecheh ve radıyallahü anh” buyurdular ki: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûrlarında

-329-

oturmuşdum. Elimi tutdu. Medîne-i Münevverenin sokaklarında berâber dolaşdık. Bir bostâna geldik. Dedim, yâ Resûlallah! Ne iyi bostândır. Buyurdu ki: Yâ Alî! Senin için Cennetde bundan iyi bostân vardır. Bir bostâna dahâ geldik. Yine dedim; yâ Resûlallah! Ne güzel bostândır. Buyurdu ki: Senin için Cennetde bundan iyi bostân vardır. Böylece yedi bostândan geçdik. Hepsinde ben dedim, ne iyi bostândır. O “sallallahü aleyhi ve sellem”, senin için Cennetde bundan iyi bostân vardır, buyurdu. Yol tenhâlaşdı. Beni kucakladı. Kendi ağlamağa başladı. Beni de ağlatdı. Ben dedim, yâ Resûlallah! Ne şey sizi ağlatdı. Buyurdu ki: (Bir tâifenin kalblerinde bulunan ve sana âşikar etmedikleri düşmanlıkları için ağlarım.) Ben dedim ki; yâ Resûlallah! Ben dînimde selâmetde olur muyum. Buyurdu ki; (Evet, dîninde selâmetde olursun!)

Otuzbeşinci Menâkıb: Abdüllah bin Ebî Leylâdan “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet olunmuşdur. Alî “kerremallahü vecheh” hazretleri ile giderdik. Gördük ki, yaz libâsını kışın, kış libâsını yazın giyerdi. Bu durumdan süâl etsin diye babama söyledim. Babam da süâl etdi. Buyurdu ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Hayber günü haber göndererek, beni çağırdı. Hâlbuki gözlerim ağrıyordu. Gitdim, dedim, yâ Resûlallah! Benim gözlerim ağrıyor. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ağzının suyunu benim gözlerime sürüp, buyurdular ki, (Yâ Rabbî! Soğuk ve sıcağın te’sîrini ondan gider!) O günden beri ne göz ağrısı gördüm. Ve ne soğuk, ne sıcak te’sîri gördüm.

Otuzaltıncı Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” efendimiz hazretleri, (Yarın sancağı bir kimseye vereceğim. Allahü teâlâ onu sever. O da Allahü teâlâyı sever) buyurdu. Bayrağı hazret-i Alîye verdiler. Ve Hayberi feth etdi. Bu bâbda ihtilâf vardır. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, evvelâ Hayber hisârını feth etmesi için bayrağı Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine verdi. Hazret-i Ebû Bekr Hayberi feth edemedi. Din âlimleri bu konuda çeşidli açıklamalarda bulundular. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” gitdiği zemân müslimânlar az idi. Kâfirler çok idi. Az müslimânlara çok kâfirler ile muhârebe etmek vâcib değildi. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” gitdiği zemân, müsli-

-330-

mânlar çok idi. Kâfirler az idi. Çok olan müslimânlara kâfirler ile muhârebe etmek vâcib idi.

Süâl: Hayberin fethi Ebû Bekr-i Sıddîk hazretleri elinde olmadı. Hazret-i Aliyyül Mürtedâ elinde oldu.

Cevâb: Ma’lûmdur ki, Resûl-i kibriyâ Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri islâmın sultânı idi. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri vezîri idi. Her feth sultân askeri ile olur. Sultânın askerinin fethi de sultânın kalbinin kuvveti ile olur. Sultânın askeri ile fethin olmaması, sultânın kalbinin za’îfliğindendir. Sultânın vezîri sultânın önünde hâzır olmalı ki, sultânın kalbi kuvvetli olsun. Sultânın vezîri yanında olmazsa, sultânın kalbi za’îf olur. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” bayrağı alıp, gitdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin mubârek kalbleri muzdarib olup, za’îf oldu. Mubârek kalblerinin za’îf olması sebebi ile Hayberin fethi müyesser olmadı. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri Resûlullahın yanında hâzır olup, bayrağı bırakdı. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin mubârek kalbleri mutma’în olup, kuvvetli oldu. Mubârek kalblerinin kuvveti vâsıtası ile Hayberin fethi müyesser oldu. O feth ki, Aliyyül Mürtedânın “radıyallahü teâlâ anh” mubârek eli ile müyesser oldu. Hazret-i Server-i kâinâtın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” kalb-i şerîflerinin kuvveti ile hâsıl oldu. Mubârek kalblerinin kuvveti ise, Ebû Bekr-i Sıddîk hazretlerinin huzûrları ile hâsıl oldu.

İkinci cevâb: Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinde bulunan bir çok hasletler Aliyyül Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinde yok idi. Allahü teâlâ, kulluk etmek ve vera’ ve haşyet, sıdk ve rahmet sıfatları ile Ebû Bekr-i Sıddîk hazretlerini süsledi. Fesâhat ve belâgat ve mehâbet ve mertlik ve şecâ’at ve muhâberât sıfatı ile Aliyyül mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini süsledi [zînetledi]. Böylece ta’n edenlerin ta’nı ve buğz edenlerin buğzu ve hîle yapıp aldatanların hîlesi ortadan kalksın. Emîr-ül mü’minîn Alî bin Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anh” Hayberi feth etdi. Hayberin kapısı dört bin batman idi. Ağacı ve demiri ve çivileri ile berâber; ba’zıları dediler onbeşbin batman idi. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ

-331-

anh” Hayberi feth edince bu ağır kapıyı kopardı. Sağ eline Zülfikârı alıp, bir vuruşla kapıyı dağıtdı. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bu hâli gördü, mu’ciz beyânları ile Şâh-ı merdânı medh edip, (Alîden başka genç ve Zülfikârdan başka kılınç yokdur!) buyurdu.

Otuzyedinci Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Mekke-i Mükerremeyi feth etdiler. Mekkede yüzkırk put vardı. Yüzaltmış put da Beyt-i şerîfin çevresinde vardı. Temâmı yüz üzerine düşdüler. [Parçalandılar.] Beyt-i şerîfin içinde büyük bir put var idi ki, taştan yapılmışdı. O kaldı. O putun ağırlığı Hayber kapısının ağırlığından çok idi. O putu zincirler ve çiviler ile tavana ve dıvâra bağlamışlar idi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Kâ’be-i şerîfe geldi. Hazret-i Alîyi çağırdı ve buyurdu ki, (Yâ Alî! Benim omuzum üzerine çık. Bu putun bendlerini yerinden kopar.) Alî “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, (Yâ Resûlallah! Ben kim olayım ki, ayağımı mubârek omuzunun üzerine koyayım. İşte benim vücûdum ve başım; yüzüm ve gözüm. Siz benim omuzum üzerine basınız. Bu işi nasıl arzû ederseniz, öyle yapınız.) Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Yâ Alî! Sen benim gayret ve hamiyyet, nübüvvet ve risâlet yükümü çekecek kuvvet ve tâkati bulamazsın. Eğer ben gayret ve hamiyyet ile ayağımı yedinci göke koysam, yedi kat gök ve yedi kat yeri ayağımın altında mahv ederim.)

Nükte: Ey müslimânlar! Hadîs-i şerîfler ile sâbit olmuşdur ki, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri hicret gecesinde [mağarada] Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini bir mikdâr kendi omuzunda götürmüşdür. Râfizîler Ebû Bekre “radıyallahü teâlâ anh” buğz ederler. Bu söz, ateşde mumun eridiği gibi, onların buğzlarını eritir. Sonra, emr-i şerîfleri ile, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin mubârek omuzuna basıp, bir eli ile o putu bütün zincirleri ile, çivileri ve bentleri ile o yerden ayırıp, atdı. Resûlullah hazretleri buyurdu ki: (Yâ Alî! O işi ki emr etdik, mertce yapdın.) Alî “radıyallahü anh” dedi ki, yâ Resûlallah! Ben öyle bir yerdeyim ki, eğer emr ederseniz felek [gök] içinden ayı ve güneşi çekerim.

-332-

Otuzsekizinci Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri mi’râc gecesi Arş makâmında bir zemân oturup, buyurmuşlar ki, istedim ki na’lını ayağımdan çıkarayım. Allahü teâlâ buyurdu ki, Benim Habîbim, ma’dem ki Arşı alâda na’lın ile durmuş. Sen arş makâmında öyle dur ki, Arş-ı mecîd senin na’lının ile şereflensin. Pâdişâh-ı lem yezel ve lâ yezâl [ya’nî Allahü teâlâ] Arş-ı azîmi Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin mubârek na’lınları ile zînetlesin. O serverin akrabâsı olan hazret-i Alîye, bir hâricînin kalbinde buğz var ise, mumun ateş üzerinde yok olduğu gibi o hâricî mahv olmuşdur.

Otuzdokuzuncu Menâkıb: Hazret-i Fâtıma-tüz-zehrâyı “radıyallahü teâlâ anhâ” hazret-i Alîye “radıyallahü teâlâ anh” tezvîc etdiklerinde buyurdukları vasıyyetleri beyânındadır.

Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Yâ Alî! Gelini kendi evine götürdüğün zemân, çorabını ayağından çıkar. Ayağını yıka. O suyu evin bütün köşelerine saç. Böyle yapınca, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri senin evinden yetmiş dürlü fakîrliği dışarı çıkarır. Yetmiş dürlü bereketi evine dâhil eder. Yetmiş rahmeti sana nâzil kılar. O gelin ile ve onun bereketi evin köşelerine erişir. O gelin, delilikden ve diğer hastalıklardan emîn olur. Yâ Alî! Gelini ilk hafta, yoğurt yimekden, ayran yimekden, sirke ve ekşi yimekden men’ et!) Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh”, Yâ Resûlallah! Neden ötürü bu şeyleri vermemem gerekdir, diye sordu. Buyurdu ki: (Ondan dolayı ki, turşu ve yoğurt ve ayran, rahmde evlâd olmasına mâni’ olur. Evde bir hasır olması, doğurmayan kadından iyidir.) Hazret-i Alî, dedi ki: Yâ Resûlallah! Sirkenin illeti nedir. Buyurdu ki: (Sirke yiyen kadının hayzı zahmetli olur ve temizliği uzar. Keşenç yimek, hayzı karında habs eder. Eğer Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretleri bir evlâd verirse, doğumu zor olur. Ammâ ekşi elmâ yimek, hayz kanını keser. Onun ardından başka hastalık zuhûr eder.) Sonra Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Yâ Alî, ayın evvelinde, ortasında ve sonunda ehline yakın olma ki, o hanımda ve o evlâdda cüzzam ve dîvânelik [delilik] ve pislik olmasından korkulur. Yâ Alî! Ehline asr [ikindi] nemâzından sonra yakın olma. Eğer Al-

-333-

lahü tebâreke ve teâlâ bir evlâd nasîb ederse ahvel [şaşı] olur ve şeytân şaşı evlâda sevinir. Yâ Alî! Ehline yakınlık etdiğin vakt çok konuşma ki, eğer bir evlâd olursa, yiyici olur. Avret yerine bakma. Sohbet esnâsında gözünü yumma. Evlâda körlük getirir. Yâ Alî! Kendi ehline bir başka kadının şehveti ile yakın olma ki, eğer bir evlâd olur ise muhannes olur. Kadınlara benzemeye çalışır. Yâ Alî! Cünüb olduğun zemân kat’i olarak Kur’ân-ı azîm-üş-şânı okumayasın ki, korkulur ki, gökden bir ateş inip, seni yakar. Cünüb hâlde sohbet etme. Senin bir su kabın, ehlinin bir su kabı olsun. Ayrı ayrı su kapları ile temizleniniz. Eğer bir su kabından ikiniz yıkansanız, şehvet şehvet üzerine düşer. Aranıza düşmanlık düşer. Korkulur ki, talâk ve iftirâka müncer olur. Yâ Alî! ikiniz de ayakda iken sohbet etmeyiniz [yaklaşmayınız], eşekler böyle yapar. Eğer çocuk olur ise, döşeğe bevl eder. Yâ Alî! Ehlinle bayram geceleri buluşma! Eğer çocuk olur ise altı parmağı veyâ dört parmağı olur. Yâ Alî! Ehlinle meyve ağacı altında buluşma ki, eğer çocuk olur ise kâtil olur, kan dökücü olur. Halka zulm eder. Yâ Alî! Ay ışığında ehline yakın olma. Meğer bir yerde örtünülmüş olasın. Eğer bir çocuk olursa, fakîrlikden ömür boyu kurtulamaz [emîn olmaz]. Yâ Alî! Ezân ile ikâmet arasında ehline yakın olma ki, eğer bir çocuğunuz olur ise, kan dökmeğe hevesli olur. Yâ Alî! Hanımın hâmile olduğu zemân abdestsiz ona yakın olma. Eğer çocuk olursa kör gönüllü ve bahîl elli olur.

Yâ Alî! Şa’bânın ortasında, Berât gecesi ehline yakın olma, eğer aranızda bir çocuk olursa, derisinde, tüylerinde ve yüzünde kötü nişânlar olur. Yâ Alî! Hanımına bacısının [baldızının] şehvetiyle yakınlık etme ki, eğer bir çocuk olursa, hırsız olur ve halkın felâketi onun eli ile olur. Yâ Alî! Ehline etrâfında dıvâr olmıyan damda yakın olma ki, eğer aranızda bir çocuk olursa, münâfık ve mürâi, mübtedi’ [bid’at sâhibi] ve kumarbâz olur. Yâ Alî! Sefere çıkacağın gece ehline yakın olma ki, eğer bir çocuk olursa, malını harâm yerlere harc edici olur. Sonra meâl-i şerîfi (Malını saçıp dağıtanlar, şeytânın kardeşleridir) âyet-i kerîmesini okudular. [İsrâ sûresi 27.ci âyet-i kerîmesi.]

Yâ Alî! Üç günlük seferden geldiğin gecesi ehline yakınlık etme. Bir çocuk olursa zâlim olur. Yâ Alî! Pazartesi gecesi ehline yakınlık edersen, aranızda bir çocuk olursa, hâfız-ı Kur’ân

-334-

olur. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin kısmetine râzı olur. Yâ Alî! Salı gecesi ehline yakınlık edersen, çocuk hâsıl olursa, mü’min olur ve iyi huylu olur. Rahîm gönüllü [yumuşak kalbli], cömert elli, yalandan, bühtândan ve gıybetden temizlenmiş dilli olur. Yâ Alî! Perşembe gecesi ehline yakınlık et ki, eğer çocuk olur ise, hikmeti çok hakîm olur. Ve ilmi çok âlim olur ki, ilmi ile âmil olur. Perşembe günü öğleden evvel ehline yaklaşsan, eğer aranızda bir çocuk olursa, aslâ şeytân ona ölene kadar yaklaşamaz. Dünyâda ve âhıretde selâmetde olur. Eğer Cum’a gecesi ehline yakınlık edersen, bir çocuk olur ise, Kâri-i Kur’ân olur. Veyâ hatib olur. Veyâ Vâiz olur. Eğer Cum’a günü hanımına yakınlık edersen, bir çocuk olursa, âlim olur. Dindârlığı ile ma’rûf ve meşhûr olur. Eğer Cum’a gecesi işâ [yatsı] nemâzından bir sâat sonra ehline yakınlık edersen, eğer bir çocuk olursa, ebdallar [velîler] cümlesinden olur. Yâ Alî! Ehline gecenin evvel sâatinde yakınlık etme ki, eğer bir çocuk olursa câdı ve kâhin olur. Dünyâyı âhıret üzerine tercîh eder. Yâ Alî! Benim vasıyyetlerimi ezberle ki, Allahü teâlânın izni ile sana fâide versin.)

Kırkıncı Menâkıb: Diğer vasıyyetleri açıklamakdadır. Emîr-ül mü’minîn Alî bin Ebî Tâlib “kerremallahü vecheh” rivâyet buyurmuşlardır. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” beni huzûr-u şerîflerine çağırdı. Buyurdular ki: Yâ Alî! Sen bana Hârûn aleyhisselâmın Mûsâ aleyhisselâma olduğu gibisin. Fekat benden sonra Resûl gelmez. Sana vasıyyet ederim, dinleyip, ezberlersen, şükr edenlerden olursun ve şehîd olursun. Allahü teâlâ hazretleri seni kıyâmet gününde fakîh ve âlim olarak diriltir.

Yâ Alî! Bil ki mü’minin üç alâmeti olur. Nemâz kılmak, oruc tutmak ve sadaka vermek. Münâfıkın da üç alâmeti olur. Başkalarının yanında nemâzın rükû’unu ve sücûdunu [secdesini] tam yapar. Tenhâda hiçbir rüknü yerine getirmez. Medh etdikleri zemân seve seve yapar. Allahü teâlâ hazretlerini açıkda çok zikr eder. Yalnız kalınca Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerini unutur.

Yâ Alî! Zâlimde de üç alâmet olur: Kendinden aşağı olana kahr eder [baskı yapar]. Kâdir olduğu [gücü yetdiği zemân]

-335-

halkın malını zor ile alır. Nereden yiyip, giyindiğini hiç incelemez.

Yâ Alî! Kıskançlarda da üç alâmet olur: Herkesin huzûrunda, karşısındakine yaltaklanır. Gıyâbında onu gıybet eder. Her kime musîbet erişirse, sevinir. Yâ Alî! Münâfıkda da üç alâmet olur: Söz söylese yalan söyler. Bir şey va’d etse, va’dinde durmaz. Yanına emânet koysalar, hıyânet eyler. Yâ Alî! Tenbeller içinde üç alâmet olur. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin tâ’atinde tenbellik eder. Kusûrlu amel eder. Ameli zâyi’ olur [boşa gider]. Nemâzı te’hîr eder. Hattâ vaktini de geçirir.

Yâ Alî! Tevbe eden kimsede üç alâmet olur: Harâmlardan perhîz eder [kaçınır]. İlm öğrenmekde gayretli olur. Nasıl ki, göğüsden [memeden] çıkan sütün geri girme ihtimâli olmadığı gibi, günâha bir dahâ geri dönmez. Yâ Alî! Akllı kimsede üç alâmet olur. Dünyâyı hor, zelîl tutar. Cefâlar çeker. Kıtlık vaktinde sabr eder.

Yâ Alî! Sabr edende de üç alâmet olur: Kendini ziyâret etmiyenleri kendisi ziyâret eder. Onu mahrûm edenlere bağışda bulunur. Kendine zulm edenlere karşı durmaz; karşı koymaz.

Yâ Alî! Ahmak olanın üç nişânı vardır: Allahü teâlâ hazretlerinin farzlarında tenbellik eder. Abes sözleri çok söyler. Allahü teâlâ hazretlerinin mahlûklarına eziyyet eder.

Yâ Alî! İyi bahtlı olanın üç nişânı vardır: Halâl yir. Kendi şehrindeki ilm meclisinde hâzır olur. Beş vakt nemâzı imâm ile kılar.

Yâ Alî! Bedbaht olanda üç nişân vardır: Harâm yir. Ulemâdan uzak olur. Nemâzını özrsüz yalnız kılar.

Yâ Alî! İyi işleri olanın üç alâmeti vardır: Allahü teâlâya tâatde acele eder. Harâm etdiklerinden sakınır. Kendine kötülük eden kimseye iyilik eder.

-336-

Yâ Alî! Kötü amelli olanın üç alâmeti vardır: Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin emrlerini yapmakda tenbellik eder [gevşek davranır]. Herkese ziyânı dokunur. Kendisine iyilik edene, kötülük eder.

Yâ Alî! Sâlih olan kulun üç alâmeti vardır: Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri ile iyi amel işlemek için sulh eder. Kendi dînini ilmi ile kuvvetlendirir. Kendisine ne beğenir ise, halka da onu beğenir.

Yâ Alî! Perhîzkâr olanın [sakınan, müttekî olanın] üç nişânı vardır: Kötüler ile berâber olmakdan kaçınır [sakınır]. Harâma düşmek korkusundan halâlden sakınır ve yalandan kaçınır.

Yâ Alî! Günâhkârların da üç alâmeti vardır: İşlerinde yanılır ve hatâ eder. Lehv ve la’b ile [oyun ve çalgı ile] meşgûl olur. Unutkan olur. Yâ Alî! Kara gönüllü olan kimsenin üç nişânı olur: Za’îflere acımaz. Az nesneye kanâ’at etmez. Va’z ve nasîhat ona fâide vermez.

Yâ Alî! Sâdık olanın üç nişânı vardır: İbâdet etmesini gizler. Mübtelâ olduğu musîbeti gizler.

Yâ Alî! Fâsıkda üç nişân vardır: Fitne ve fesâdı sever. Halka hastalık ve musîbet ister. İyi amelden kaçar.

Yâ Alî! Süflî olanın üç nişânı vardır: Akrabâsını azarlar. Komşularına eziyyet eder. Günâh işlemeyi sever. Yâ Alî! Allahü teâlânın red etdiği kimsenin üç alâmeti vardır: Yalanı çok söyler. Yalan yere çok yemîn eder. Halka sıkıntı verir, hâcetini halk üzerine yükler.

Yâ Alî! Âbid olanın üç nişânı vardır: Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin ta’zîminden kendi nefsini zelîl tutar, Şehvetlerini terk eder. Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin rızâsı için huzûrunda çok durmağı âdet eder.

Yâ Alî! Muhlis olanın üç nişânı vardır: Kâdir olursa [gücü yeterse] afv eder. Malının zekâtını verir. Sadaka vermeği sever.

Yâ Alî! Bahîlde üç nişân vardır: Açlıkdan korkar. Birşey isteyenden korkar. Kendine iyilik eden kimseye, içindekinin hilâfına [aksine] dili ile hayr söyler.

Yâ Alî! Yüreksiz olanın üç nişânı vardır: Korkak olur. Gönlü [kalbi] katı olur. Havf edici olur. Yâ Alî! Sâbir [sabr edici] olanın üç nişânı vardır: Tâat etmeğe sabr eder. Mâ’siyyeti terk etmeğe sabr eder. Allahü teâlâ hazretlerinin ahkâmına sabr eder.

-337-

Yâ Alî! Senin dostun olanın üç alâmeti vardır: Malını sana fedâ eder. Nefsini sana fedâ eder. Senin sırrını gizli tutar.

Yâ Alî! Fâcir olanın üç nişânı vardır: Yemîn etmekle öğünür. Hanımları aldatır. Çok bühtân eder.

Yâ Alî! Kâfirin üç nişânı vardır: Allahü teâlânın dîninde şek [şübhe] eder. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin dostlarını düşman tutar. Rabbine tâat ve ibâdetden gâfil olur.

Yâ Alî! Rahmetden uzak kılınmış kulların üç nişânı vardır: Allahü tebâreke ve teâlâ ve tekaddes hazretlerinin mekrinden emîn olur. Rahmetinden ümîdsiz olur. Allahü teâlânın Resûlüne muhâlefeti kendine âdet eder.

Yâ Alî! Afv edilmiş kulun üç nişânı vardır: Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin azâbından korkucu olur. Mekrinden çekinir. Sırf Allah için yapılmıyan va’z ve nasîhatden çekinir.

Yâ Alî! Allahü tebâreke ve teâlâ dergâhında halkın iyisi odur ki, herkese menfa’ati olur. Halkın kötüsü odur ki, gönlü [kalbi] kinli olur. Gammaz ve kötü amelli olur.

Yâ Alî! Halkın en iyisi, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri indinde o kimsedir ki, ömrü uzun olur ve ameli iyi olur.

Yâ Alî! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin indinde en kötü ve Onun buğz etdiği kimse o kimsedir ki, halk onu hayrlı zan eder. Onda hiç hayr olmaz. Zâhiri salâh ile süslü, bâtını günâh ile doludur. Bundan dahâ kötüsü o kimsedir ki, ondan sakınmak için kendine ikrâm olunur. Bundan dahâ kötüsü zenginlere ikrâm eder. Fakîrleri hor ve zelîl tutar. Zenginlere çeşidli, renkli ni’metler ile cömertlik eder. Fakîrlere bir parça ekmek vermez. Bundan dahâ beteri o kimsedir ki, yalnız başına yiyip, bir kimseye, bir nesne vermez. Bundan da beteri o kimsedir ki, bir müslimân kardeşine dostluk izhâr eder. Sonra onu helâk eder.

Yâ Alî! Kerâmet, günâhlardan geçmekdir [günâhları terk etmekdir].

Yâ Alî! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinden korkmanın aslı, Allahü teâlânın harâm etdiği herşeyden sakınmakdır.

-338-

Yâ Alî! Doğru söyleyici kimsenin alâmeti, doğru söylemek âdeti olur. Kızgınlık ânında ve rızâ vaktinde ve hâcet vaktinde [ihtiyâc ânında] de doğru söyler.

Yâ Alî! Beş şey gönlü öldürür. Çok yimek. Çok uyumak. Çok konuşmak. Çok gülmek. Rızk için çok endîşe etmek. Harâm yimek îmânı za’îfletir, kalbi karartır.

Yâ Alî! Beş şey kalbi katı eder, karartır: Kalb çok kararırsa, Allahü teâlâ korusun, kâfir olur. Bunlar günâhı bilmez, günâh işler. Tok olduğu hâlde yemek yimek. Zulm ile mal toplamak. Nemâzı te’hîr etmek. Sol eli ile yimek ve içmek.

Yâ Alî! Beş şey unutkanlık hâsıl eder: Fâre artığı yimek. Kıbleye karşı bevl etmek. Durur hâldeki suya bevl etmek. Kül üzerine bevl etmek. Harâm ile geçinmek.

Yâ Alî! Beş nesne [şey] gönlü [kalbi] parlatır, münevver eder: Sûre-i ihlâsı çok okumak. Az yimek. İlm meclisine hâzır olmak. Az pişmiş ekmek yimek. Gece nemâzı kılmak.

Yâ Alî! Beş şey gönlü rûşen eder, aydınlatır, karanlığını giderir: İlm meclisinde oturmak. Elini yetîm başına sürmek. Seher vaktinde çok istigfâr etmek. Çok yimeği terk etmek. Çok oruc tutmak.

Yâ Alî! Beş nesne gözün nûrunu artdırır: Kâ’be-i mu’azzamaya bakmak. Mushaf-ı şerîfe bakmak. Anne-babasının yüzüne bakmak. Âlimin yüzüne bakmak. Akar suya bakmak.

Yâ Alî! Beş nesne kişiyi kocaltır [çökdürür]. Borcu çok olmak. Çok gamı olmak. Kadının nefesi erkeğe erişmek. Çok koku sürünmek. Çok balgam gelmek.

Yâ Alî! Cennet kapısında gördüm; yazılmış. Her kim hevâsına muhâlefet ederse, Cennet onun yeri olur. Cehennem der ki: Yâ Rabbî! Beni neden dolayı yaratdın. Allahü teâlâ celle şânühü buyurdu: (Her bahîl ve mütekebbir için) [Cimri ve kibrli için]. Cehennem dedi, ben onlar içinim.

Yâ Alî! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin rızâsı anne ve babanın rızâsındadır. Gadabı onların gadabındadır. Yâ Alî! Kâ-

-339-

fir de olsa, komşuna ikrâm eyle. Kâfir de olsa müsâfire ikrâm eyle. Anaya-babaya kâfir de olsalar ikrâm eyle. Dilenciyi kâfir de olsa red etme.

Yâ Alî! Her kim şübheliden yir, dîni örtülü olur. Gönlü siyâh olur. Her kim harâm yir ise gönlü [kalbi] ölür ve dîni köhne olur. Yakîni za’îf olur. Düâsı perdelenir. İbâdeti az olur.

Yâ Alî! Mücrim olan kul düâ etse, Allahü teâlâ celle şânühü onun helâkını, istediği şeyde verir ve meleklere emr eder ki, verin istediği nesneyi ki, onun helâkı ondadır. Sesini kesin.

Yâ Alî! Allahü teâlâ kullarından bir kula gadab edecek ise, ona harâm mal nasîb eder. Gadabı çok olunca, bir şeytânı onun üzerine musallat eder ki, onu dünyâda meşgûl eder. Dünyâ işleri kolaylaşır. Dinden uzaklaşır. Sonra o kul der ki, Allahü teâlâ gafûrürrahîmdir.

Yâ Alî! Allahü Sübhânehü ve teâlâ bir kulu sever, o kulun düâsını gecikdirir [te’hîr eder]. Melekler derler, yâ Rabbî bu mü’min kulun düâsını kabûl eyle. Allahü teâlâ ve tekaddes buyurur ki, (Bırakın benim kulumu. Siz onun üzerine benden dahâ çok mu acıyorsunuz. Ben onun düâsını tedarruan severim. Ve ben alîm ve habîrim.)

Yâ Alî! Bir kişinin ölüm ânında, a’zâları birbirine selâm verir. Der, esselâmü aleyke. Ben öldüm. Sen de ölsen gerek. Böylece ak tüy kara tüyüne der; ben öldüm; ya’nî ağardım. Sen de ölürsün.

Yâ Alî! Şâd olup, kahkaha ile gülme ki, Allahü teâlâ ve tekaddes böyle olanları sevmez. Dâimâ hüznlü ol ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri hüznlü olan kimseleri sever.

Yâ Alî! Her yeni gün olunca, o yeni gün, ey insan oğlu ben senin yeni gününüm. Ben senin üzerine şâhidim. Bak, ne istersin. Her gece olunca, gece de böyle söyler. Gündüz ile ve gece ile sohbeti iyi yap.

Yâ Alî! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin fadlından halâli taleb et ki, halâl taleb etmek mü’minler üzerine farzdır.

Yâ Alî! Abdest aldıkdan sonra İnnâenzelnâ [Kadr] sûresini

-340-

okumakdan geri kalmıyasın. Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri herbir abdestde sana ellibin senelik abdest sevâbı verir.

Yâ Alî! Her kim ayaklarını yıkadıkdan sonra, bana salevât verse, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, onun bütün üzüntülerini giderir, ferâhlandırır, düâları müstecâb olur.

Yâ Alî! Tehâretlenince, yeniden su al ve önüne sür ve sonra, (Sübhâneke Allahümme ve bi hamdike eşhedü en lâ ilâhe illâ ente vahdeke lâ şerîke leke estagfiruke ve etübü ileyke.) oku. Sonra yüzünü bir tarafına çevir ve şöyle söyle: (Ve eşhedü enne Muhammeden abdüke ve Resûlüke). Her kim böyle yaparsa, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri onun günâhlarını az veyâ çok olsun, afv eder.

Yâ Alî! Her kim Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerini fecr tulû’ etmezden evvel ve gün doğmazdan evvel zikr ederse, Allahü teâlâ, onun Cehennemde azâb olunmasına râzı olmaz. Onun günâhları yedi kat gökdeki yıldızlar adedince olur ise de azâb etmezler. Yâ Alî! Sabâh nemâzını cemâ’at ile kılasın. Güneş doğup, yükselinceye kadar yerinde otur. Sonra iki rek’at nemâz kıl ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, sana bir hac ve ömre sevâbı verir. Köle azâd etmek sevâbı ve bin dinâr fîsebîlillah sadaka etmişce sevâb verir.

Yâ Alî! Hazarda ve seferde Duhâ nemâzına devâm et ki, kıyâmet günü olduğu zemân, bir nidâ edici Cennetin şerefeleri üzerinden nidâ eder ki, nerededir o kimseler ki, duhâ nemâzını kılarlar idi. Duhâ kapısından varıp, selâmetle ve emân ile Cennete girsinler. Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri Duhâ nemâzını emr etmediği hiçbir Peygamber göndermedi [ya’nî her Peygambere emr etmişdir].

Yâ Alî! Her kim Cum’a günü gusl ederse, Allahü tebâreke ve teâlâ onun günâhlarını afv eder. Bu Cum’adan gelecek Cum’aya kadar pürnûr olur. Kabrde ve mîzânda ağırlık olur. Yâ Alî! Kulların sevgilisi, Allahü teâlâ hazretlerine o kuldur ki, secdede, (Yâ Rabbî! Ben nefsime zulm etdim. Beni afv et! Zîrâ günâhları ancak sen afv edersin.) der. Yâ Alî! Şerâb içen ile dostluk etme. O mel’ûndur. Zekât vermiyen kimse ile arkadaşlık etme. O Allahü teâlânın düşmanıdır. Fâiz yiyen ile arkadaş-

-341-

lık etme ki, o Allahü teâlâ hazretleri ile muhârebe eder. Kur’ân-ı kerîmde bu bildirilmişdir. [Bekara sûresi 279.cu âyet-i kerîmesinde meâlen]; (Eğer fâizi terk etmezseniz, Allaha ve Peygambere karşı harbe girmiş olursunuz...) buyurulmuşdur.

Yâ Alî! Düâ ederken veyâ Kur’ân-ı azîm-üş-şân tilâvet ederken sesini çok yükseltme. Çünki, nemâz kılanların nemâzlarını fesâda verirsin. Yâ Alî! Nemâz vakti gelince nemâzını kıl. Çünki şeytân seni meşgûl eder. Bir hayrlı işe niyyet etdiğin zemân, hemen o işi yap. Çünki, şeytân seni o hayrlı işden men’ eder.

Yâ Alî! Her kim ücret ile bir işçi tutar; ücretini temâm vermezse, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri onun tâatlarını mahv eder. Ben onun kıyâmet gününde hasmı olurum.

Yâ Alî! Cebrâîl aleyhisselâm, âdem oğlu olup da, yedi iş işleseydim, diye temennî etmişdir. Beş vakt nemâzı cemâ’at ile kılsaydım. Âlimler ile otursaydım. Hastaları sorsaydım. Cenâze nemâzını kılsaydım. Su dağıtsaydım. Dargın olan iki kimseyi barıştırsaydım. Yetîmlere şefkat etseydim. Yâ Alî! Sen de bunun üzerine hırslı ol.

Yâ Alî! Yetîm ağladığı zemân Arş-ı mecid titrer. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri buyurur ki, yâ Cebrâîl, bu yetîmi ağlatanın yerini Cehennemde bul! Ben de onu ağlatayım. Her kim ki onu sevindirir ve güldürür. Onun Cennetde yerini geniş et ki, ben onu sevindireyim ve güldüreyim.

Yâ Alî! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, Âdem oğlunun bedeninde dilden iyi birşey halk etmemişdir. Onun ile Cennete girer. Ve onun ile Cehenneme girer. Onu zindâna koy ki, yırtıcı hayvân gibidir.

Yâ Alî! Eyyâm-ı beyd orucuna devâm et ki, ayın onüçüncü, ondördüncü, onbeşinci günleridir. Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri bu günlerde oruc tutanların yüzlerini beyâz eder. O sene temâmen oruc tutmuş gibi olur.

Yâ Alî! Her kim ilmsiz ibâdet ederse, zararı fâidesinden çok olur. Onun misâli o a’mâ gibi olur ki, bir sahrâya delîlsiz gider. O kadar dolaşır ki, kendini dikenlik arasında bulur.

-342-

Yâ Alî! Her kim her gün yirmibeş kerre (Estagfirullahe lî ve li vâlideyye veli-cemî’il mü’minîne vel mü’minât vel müslimîne vel müslimâti innehû mu’cîbüt de’avât) derse, Allahü tebâreke ve teâlâ o kimseyi kendi dostlarından yazar.

Yâ Alî! Her kim her gün on kerre (Lâ ilâhe illallahü kable külli ehadin ve lâ ilâhe illallahü ba’de külli ehadin ve lâ ilâhe illallahü yebka rabbünâ ve yefnâ ve yemûtü küllü ehadin) derse, göklerde hiçbir melek kalmaz; illâ ona bin kerre istigfâr ederler.

Yâ Alî! Her kim hergün yirmibir kerre (Allahümme bârik lî fil-mevti ve fî mâ ba’det mevti) derse, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin ona dünyâda verdiği ni’metleri hesâbsızdır.

Yâ Alî! Her gün on kerre (Elhamdülillah kable külli ehadin ve elhamdülillahi ba’de külli ehadin velhamdülillah yebka rabbünâ yefnâ küllü ehadin velhamdülillahi alâ külli hâlin) derse, Allahü teâlâ ve azze ve celle o kimseyi büyük günâhı olsa da afv eder.

Yâ Alî! Her kim benim üzerime her bir gün ve her bir gecede yüz kerre salevât getirse, ona şefâ’at etmek, büyük günâhı olsa da, bana vâcib olur. Bu cümlede bütün müslimânlara nasîhat vardır.

Yâ Alî! Gece nemâzı kıl! Bir koyun sağacak mikdârı zemân kadar da olsa, gecede iki rek’at nemâz gündüzleri bin rek’at nemâzdan fazîletlidir. Geceleri nemâz kılanların yüzleri, gündüzün bütün insanların yüzlerinden güzel olur.

Yâ Alî! Hiçbir müslimâna la’net etme. Hiçbir hayvana la’net etme. La’net sana geri döner. Yâ Alî! Her kim Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin ni’metlerine şükr ederse, belâlarına sabr ederse, günâhlarına istigfâr ederse, hangi kapıdan isterse Cennete girer.

Yâ Alî! Çok uyumak gönlü öldürür. Pişmânlığı, unutkanlığı artdırır. Çok gülmek gönlü [kalbi] öldürür. Vakârı giderir. Çok günâh işlemek kalbi, gönlü siyâhlaşdırır. Pişmânlık verir.

Yâ Alî! Her kim dünyâyı ihtiyâcı kadar taleb ederse, Sırat üzerinden şimşek gibi geçer. Allahü teâlâ ve tekaddes ondan

-343-

râzı olur. Her kim dünyâyı isteyip ve harâmlardan çok mal toplarsa, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine mülâki olduğunda, Allahü teâlâ hazretlerini gadablı bulur.

Yâ Alî! Her kim bir müslimâna, temiz düşünce ve hulûs-i kalb ile yiyecek verirse, Allahü teâlâ o kimseye bin hasene [sevâb] verir, bin günâhını afv eder.

Yâ Alî! Mazlûmun inkisârından [kalbinin kırılmasından] sakın ki, Allahü teâlâ onun beddüâsını, kâfir de olsa kabûl eder.

Yâ Alî! Borcu az et, râhat olursun. Borç din harâblığıdır. Gündüz zelîl, hakîrdir. Gece gam ve gussalıdır.

Yâ Alî! Her kim Cum’a gecesi Sûre-i Bekarayı okur ise, o kimse yedinci gökden, yedinci yere kadar pürnûr olur. Her kim sûre-i Duhânı okur ise, işlediği ve işliyeceği günâhları afv eder. Yâ Alî! Her kim Vessemâ’i vet Târik sûresini yatdığı vaktde okur ise, Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri ona, gökde olan yıldızlar adedince hasene [sevâb] verir.

Yâ Alî! Uyumak istediğin zemân istigfâr söyle. (Sübhânallahi velhamdülillahi ve lâ ilâhe illallahü vallahü ekber ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billahil aliyyil azîm.) oku ve (Kul hüvallahü ehad) sûresini çok oku ki, o Kur’ân-ı azîmin ışığıdır. Senin üzerine okumak vazîfe olsun Âyet-el kürsîyi ki, bir harfinde bin bereket ve bin rahmet vardır. Her kim Sûre-i Mülkü yatacağı vakt okuyup, (Allahümme a’sımnî bil islâmi kâimen ve a’sımnî bil islâmi, râkıden ve lâ tüşemmitnî adüvven ve lâ hâsiden, Allahümme innî e’ûzü bike min şerri nefsî ve min şerri külli dâbbetin ente âhızün binâsiyetiha ve es’elüke minel hayri küllihî.) der ise, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri cin ve ins şerrinden ve her yaratılmışın şerrinden onu muhâfaza eder. Yâ Alî! Sûre-i Haşrı oku. Dünyâ ve âhıret şerrinden muhâfaza eder.

Yâ Alî! Zeytin yağını yi ve kendini onunla yağla. Sana bir üzüntü erişir ise, (Sübhâneke rabbî lâ ilâhe illâ ente aleyke tevekkeltü ve ente rabbül arşil azîm) oku. O düâyı oku ki, Cebrâîl aleyhisselâm bana ta’lîm etmişdir: (Allahümme innî es’elüke afve vel âfiyete fiddîni veddünyâ vel âhırete).

Yâ Alî! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerini, gam ve gussa

-344-

vaktinde zikr et ve (Yâ hayyü yâ kayyümü yâ lâ ilâhe illâ ente rahmetike estegîsü fağfirli ve eslihlî şe’nî ve ferric hemmî) söyle.

Yâ Alî! Yemeğe tuz ile başla. Sonunda da tuz ile bitir. Tuz, ölüm hâric, yetmiş derde devâdır. Yemeklere çörek otu koy. O da ölüm hâric, her derde devâdır.

Yâ Alî! Yeni ayı görünce tehlîl ve tekbîr getir ve (Lâ ilâhe illallahü vallahü ekber ve a’zîm ve ekdar ve e’ûzü mimmâ ehâfü ve ühâzirû) oku.

Yâ Alî! Bir kimseden bir hâcet isteyeceğin zemân Âyet-el kürsî oku; sağ ayağını ileri koy. Yâ Alî! Yedi kimse benim ümmetimden Cennete girerler: 1– Tevbe eden yiğit [genç]. 2– Sadakayı gizli veren kimse. 3– Harâmı terk eden ve Duhâ nemâzını kılan kimse. 4– Malının gitmesine râzı olup, imâm ile bir vakt nemâzının gitmesine râzı olmayan kimse. 5– Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin havfından [korkusundan] gözleri yaş ile dolan kimse. 6– Ulemâ-ilhak ile oturan kimse. 7– Bir mü’mine muhabbet eden ve Allahü teâlâ için ikrâm eden kimse.

Yâ Alî! Bir kimsenin üzerinden, ülemâ meclisinde oturmadan kırk gün geçse, onun gönlü [kalbi] kararır. Büyük günâh işler. Zîrâ ilm gönlü diri tutar. İlmsiz ibâdet olmaz.

Yâ Alî! Her kimin vera’ı olmasa, günâh işlemekden men’ olmaz. Ona, yerin altı, yerin üzerinden iyidir. Ya’nî îmânın yeri belli olmadığından, kabrde durması dahâ iyidir.

Yâ Alî! Bir nesneyi pişirmek istersen, iyi pişir. Yidiğin vakt çok çiğne. Yağmur yağarken düâ et. Kâfirler ile ceng olduğu vakt, Kur’ân-ı azîm-üş-şân kırâet olunduğu vakt ve farz nemâzından sonra düâ et.

Yâ Alî! Cehennemde demirden bir değirmen vardır. O, Kur’ân-ı kerîmi okudukları ve âlim oldukları hâlde mücrim olanların başını öğütür. Yâ Alî! Hak ile hükm et ki, her cevr edici hâkim için, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin huzûrunda azâbdan bir zincir olur ki, uzunluğu yetmiş arşındır. Eğer ondan bir arşınını, bir yüksek dağın başına koysalar, temâmı yanıp, kül olur.

-345-

Yâ Alî! Yakın zemânda benim ümmetimden râfizîler çıkar. Her kim benim Eshâbıma çirkin söylerse, seb’ ederse [kötüler ise], onun boynunu vur ki, bu ümmetin yehûdîsidir.

Yâ Alî! Her kim bir a’mânın elini tutarsa, Allahü teâlâ onun yüzbin günâhını afv eder. Sol elini sağ elin ile tut.

Yâ Alî! Allahü tebâreke ve teâlâ bir kimseye bir sâlihâ ve mutî’a hanım verip, onun gönlünü hoş tutması ve imâm ile nemâz kılması ve komşuları kendinden râzı olması, Allahü teâlânın ona ikrâmındandır. Yâ Alî! Melekler istigfâr ederler o kimseye ki, onun evinde bal olur, zeytin olur ve çörek otu olur. İçinde sûret [canlı resmi] olan, şerâb olan, köpek olan, ana-babaya âsî olunan ve hiç müsâfir gelmiyen eve [rahmet] melekleri hiç girmezler. Sefere veyâ cenge giderken Sûre-i Yasîni oku. On kerre innâ enzelnâ [Kadr] sûresini oku, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri düşmanların şerrinden emîn eder.

Yâ Alî! Bir zâlimden korkar isen, (Yâ ilâhe, Cebrâîle ve İsrâfîle ve Mikâîle ve Azrâîle ve yâ ilâhe İbrâhîme ve İsmâîle ve İshaka ve münzelit Tevrâti vel İncîli vez Zebûri vel Fürkân, Kün lî, câren min fülanibni Fülân, min kezâ ve kezâ) söyle. Sefer edeceğin zemân, (Yâ erda Âmentü birabbî ve rabbiki Allahüllezî lâ ilâhe illâhüvellezî halakanî ve halekaki e’ûzü billâhi min şerri ki ve min şerri mâ yedübbü aleyki. Ve min şerri külli üsûdin ve esedin. Ve min şerri vâlidin ve mâ veledin) söyle.

Yâ Alî! Sana bir katılık erişdiği zemân, (Allahümme innî es’elüke bi hakkı Muhammedin ve âli Muhammedin illâ necîtenî) söyle.

Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” dedi ki, yâ Resûlallah! Senin âlin kimdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki, her takî ve nakî [harâmlardan sakınan temiz müslimânlar] benim âlimdir. Bir köye şunu demeyince de girme: (Allahümme innî es’elüke hayreha ve hayra men bihâ ve e’ûzü bike min şerrihâ ve şerri men bihâ).

Ta’âmı üç parmağın ile yi ki, şeytân iki parmağı ile yir. Hiç kimsenin yüzüne tokat vurma. Hayvanın dahî yüzüne vurma. Rü’yânı meğer dostun da olsa, söyleme.

-346-

Yâ Alî! Benim vasıyyetimi hıfz et. Nasıl ki ben Cebrâîl aleyhisselâmdan, O Rabbül âlemînden sübhânehü ve teâlâ hıfz etdi. Yâ Alî! Sana bu vasıyyetde evvelin ve âhırin ilmini verdim. Her kim ki bunun ile amel eylerse, dünyâda ve âhıretde selâmet üzere olur.

Kırkbirinci Menâkıb: Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin fazîletleri hakkında bildirilen menkıbedir. Gazâlardan birinde alınan ganîmeti, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretleri arasında taksim edip, herbir gâziye bir pay verdiler. Alî “kerremallahü vecheh” hazretlerine iki pay verdiler. İslâm askeri arasında, kendi dâmâdı ve amcaoğluna meyl edip, iki pay verdi diye konuşmalar oldu. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri onların bu sözlerini işitip, minbere çıkdı. Hamd ve salevâtdan sonra, buyurdular ki, yâ islâm askeri. Hiç bildiniz mi ki, bu küffâr askerini kim susdurdu. Kim vurdu ki, düşman behâdırlarının yürekleri titredi. O nâranın heybetinden, canları bedenlerinde kurudu. O kim idi. Dediler ki, yâ Resûlallah! Gördük bir merd ki, yeşil sarık başında. Ablak ata binmiş ve yüzünü sarmış. Her nâra vuruşunda, dağ titredi. Hamle ederdi; yer debrenirdi. Kılınç çekerdi, havada şimşek çakardı. Darbe vurduğunda, havayı buhâr kaplardı. Kılınç vuranı görmez idik. Ammâ düşmanın baş, el ve ayağını görürdük. Hazret-i Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (O Cebrâîl aleyhisselâm idi ki, bu cengi yapdı ve kâfirleri yerle bir etdi ve geri döndü ve dedi ki: (Yâ Muhammed! Benim hissemi Alî bin Ebî Tâlibe ver.) İki hissenin birisi kendi nasîbidir. Ve birisi Cebrâîlindir. Ta’n etmeyiniz ki, bir kimseye iki hisse vermem ve kimseye meyl etmem.)

Kırkikinci Menâkıb: Bir gün Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Yâ Alî! Müjde olsun ki, sana kıyâmet gününde, Allahü Sübhânehü ve teâlâ Cennet hazînedârına emr eyler. Her kim Cennete girerse, yâ Alî, senden sened almayınca, hazret-i Rıdvân Cennete koymaz. Yâ Alî, sen de kimden râzı isen, sened verirsin, Cennete girer. Kimden ki râzı değil isen, sened vermezsin, Cennete giremez.)

Hattâ bir gün yolda giderken, hazret-i Alî, hazret-i Ebû

-347-

Bekr “radıyallahü teâlâ anhümâ” ile buluşdular. Hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Alîye latîfe yolu ile buyurdular ki: Yâ Alî! Senden sened olmayınca Cennete girilmez. O zemânda bana sened verir misin. Hazret-i Alî buyurdular ki, gerçek buyurursun. Lâkin, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden işitdim; yâ Sıddîk! Hazretinize danışmayınca bir ferde sened vermem. O takdîrce, cenâbınız bizim üzerimize nâzır gibi olursunuz. Bizim senedimize ne ihtiyâcınız olur. Belki biz size mürâce’at ederiz, deyip, birbiriyle latîfe eyleyip, muhabbet ile, herbiri yollarına müteveccih oldular.

Kırküçüncü Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin gazâlarından bir gazâda kâfirler ile karşılaşıldı. Kâfir askerlerinden bir kâfir, meydâna at sürüp, er diledi. Her kim karşısına vardı ise, şehîd etdi. Mü’minlerden meydâna çıkanı şehîd etdiği için, artık meydâna kimse çıkmadı. O kâfir de, kimse meydâna çıkmadığı için, mağrûr olup, ileri at sürüp, islâm askerine karşı, yüksek ses ile bağırıp, dedi ki: Yâ Muhammed! Bana er gönder, döğüşelim, ne durursun, senin yanında bu denli cihângir behâdırlar vardır. Niçin göndermezsin. Çünki onlar meydâna gelmeğe korkarlar. (Hâşâ, Eshâb-ı güzîn ondan korkmazlardı. Lâkin hikmeti ne idi.) Dedi, bârî amcan oğlu Alîyi gönder. Gelsin, erlik nice olur, göstereyim. Hemen şâh-ı merdân, şîr-i yezdân Alî bin Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anh” kâfirin sesini işitdi. Durduğu yerde arslanlar gibi kükredi. Eshâbdan birisini Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûr-u şerîflerine gönderdi. O kâfirin bulunduğu meydâna girmeğe izn taleb etdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki, (Var Alîyi benim yanıma getir.) O Eshâb da varıp, hazret-i Alîyi getirdi. Huzûr-u şerîflerine geldikde buyurdu ki: (Yâ Alî! O kâfirle ceng etmek ister misin!) Hazret-i Alî dedi ki: Yâ Habîb-i rabbil’âlemîn! Senin dînin uğruna cânım fedâdır. Ümmîd ederim ki, icâzet verip, himmet buyurasınız ki, varıp, o kâfirin şerrini müslimânların üzerinden def’ edeyim. Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” eline yapışıp, buyurdu ki; (Yâ Alî! Seni, yerleri ve gökleri yaratan Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine ısmarladım.) Bunu işiten Alî “radıyallahü anh”, yaydan ok çıkar gibi,

-348-

o kâfire karşı at sürüp, yüksek sesle nâra atıp, haykırdı ki, kıyâmet kopdu sandılar. Kâfirler sonbehâr yaprağı gibi titreyip, yere düşdülür. Nice nice kâfirlerin ödü patlayıp, cânı Cehenneme gitdi. O kâfir de meydân ortasında, kurulup dururken, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” yetişip, karşısına geldikde, dedi ki, yâ mel’ûn! Îmâna gel! Yoksa sen bilirsin. O kâfir de ceng istedi. Aralarında birkaç hamle geçdikden sonra, yine islâma da’vet eyledi. Gördü ki, kâbiliyyet yokdur. Bir darbe ile atından yere düşürüp ve göğsünün üzerine çıkıp, kılıncını boğazı üzerine koydu. Yine dîne da’vet eyledi. O kâfir gördü ki, hiç kurtuluş yokdur. Ağız dolusu pis tükrüğünü Alînin “radıyallahü teâlâ anh ve kerremallahü vecheh” mubârek yüzlerine boşaltdı. Tükrük yüzüne gelince üzerinden kalkıp, kılıncını kınına koydu. O kâfir de ayağa kalkıp, dedi ki, yâ Alî! Evvelden sen beni ve ben seni bilmez iken, bana emân vermeyip, beni helâk etmek ister iken, ben cânımın acısından böyle iş işledim. Dahâ çok gadab edip, beni helâk etmen lâzım ve vâcib iken, üzerimden kalkıp, kılıncı kınına koymakdan maksadın nedir, bana bildir, dedi. Şâh-ı merdân Aliyyül mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, sana o mühleti vermeyip, helâk etmek istemem dîn-i islâm gayretine ve Allahü teâlâ ve tekaddes aşkına idi. Sonra sen böyle edince, nefsime güç geldi. Korkdum ki, seni katl edersem, nefsimin arzûsu ile etmiş olurum. O sebeble seni elimden bırakdım. O kâfir dedi ki, bu hâlis niyyet ve bu fütüvvet sizde vardır. Dîniniz hak dindir. Bana îmânı telkîn eyle. Îmâna geleyim. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” ona kelime-i şehâdet telkîn edip, müslimân oldu. O gün o pehlivânın îmâna gelmesi ile yetmiş behâdır pehlivân îmâna geldi. O pehlivân hazret-i Alînin mubârek ayaklarına baş koyup, hizmet-i şerîflerinden ayrılmadı.

Kırkdördüncü Menâkıb: Bir gün sabâh nemâzı vaktinde, hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” mescide giderken, yolda bir ihtiyâra rast geldi. İhtiyârın ak sakalına hurmet edip, önüne geçmeyip, âheste âheste ardınca giderdi. Mescid kapısına vardıkda ihtiyâr içeri girmeyip, gitdi. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” anladı ki hıristiyân imiş. Mescidde Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini rükû’da buldu. Güneşin doğma zemânı yaklaşmış idi. Cemâ’ate uyup, nemâzı kıl-

-349-

dılar. Nemâzdan sonra, Sahâbe-i kirâm “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretleri, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden sordular ki: Yâ Resûlallah! Birinci rükû’da âdet-i şerîfinizden ziyâde durdunuz. O kadar ki, güneşin doğması yaklaşdı. Lutf edip, sebebini beyân ediniz. O Server-i Enbiyâ hazretleri buyurdular ki, (Âdet mikdârı rükû’ tesbîhini edâ etdikden sonra, Semi’allahülimen hamideh deyip, kıyâma kalkmak istediğimde, Cebrâîl aleyhisselâm sidret-ül müntehâdan sür’atle gelip, kanadı ile arkamı basıp, başı ile başımı tutup, kalkmama engel oldu. Bundan başka, hikmetinin ne olduğunu ben de bilmiyorum) buyurdular. Allahü Sübhânehü ve teâlâ azze şânühü hazretleri hazret-i Cebrâîle emr eyledi ki, var Habîbime, sebebini bildir. Eshâbına bu sırrı açıklasın. O sâat hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm Habîbullahın huzûruna gelip, haber verdi ve dedi ki: yâ Resûlallah! Mubârek başınızı rükû’dan kaldırmak istediğiniz zemân, Allahü teâlâ bana emr etdi ki, var Habîbimin arkasını tut; rükû’dan kalkmasın ki, benim kulum Alî, yolda, bir ak sakallı ihtiyârın, sakalına hurmet edip, âheste yürümekle, cemâ’at sevâbından mahrûm kalıyor. Kalmasın, Habîbime erişsin. İftitâh tekbîrinin sevâbına nâil olsun. Ben de geldim, Sultânımı rükû’da tutdum ve Alî geldi. Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretleri beni sizi rükû’da tutmağa gönderdiği zemân kardeşim İsrâfîli de güneşi tutmağa gönderdi ki, çabuk doğmasın ve hazret-i Alî size erişinceye kadar eğlesin. İşte hikmeti budur. Sonra, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bu haberi Eshâb-ı kirâm hazretlerine nakl buyurdular. Hepsi vâkıf oldular ki, hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” Rabbil’âlemîn dergâhında hürmeti ve izzeti ne mertebe imiş ve yaşlılara hürmet etmek fazîletine de bundan hissedâr oldular. Alî “radıyallahü teâlâ anh” hakkında, şî’î ve râfizî ve Ca’ferî ve İsmâîlî gibi fırak-ı dâllenin bildirdiği pek-çok uydurma menkıbeler de vardır. [(Hak Sözün Vesîkaları) ve (Eshâb-ı Kirâm) kitâblarını okuyunuz!]

Kırkbeşinci Menâkıb: Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” gazâya gitmişdi. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri, feth müyesser edip, çeşidli ganîmetler ile, yüz akı ile, sağ ve sâlim döndü. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ile buluşdukda, huzûr-ı şerîflerine gazâ malından bir kese altın ge-

-350-

tirdi. Server-i âlem o altınları, taksîm etdi. Hazret-i Alîye ancak, o altınlardan üç dâne verdi. İnsanlık îcâbı, hazret-i Alînin hâtırlarına, Sultân-ı kâinât benim ne mertebe ihtiyâcım olduğunu bilir, diye biraz üzüntü hâsıl oldu. O hüzün ile se’âdethânelerine geldi. Gece rü’yâda gördü ki, kıyâmet kopmuş. Bütün herkesi arasat meydânında hesâb için habs etmişler. Hazret-i Alîye “kerremallahü vecheh”, yâ Alî! Sen de üç altının hesâbını ver, dediler. Öyle bir harâret ve ızdırâb kapladı ki, beyni kaynardı. Bu ızdırâbdan sıkılıp, birkaç adım döşeğinden dışarı atladı. Suçunu bilip, tevbe ve istigfâra mecbûr oldu. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin âsitâne-i se’âdetlerine [evlerine] varıp, ayaklarına yüz sürdükde, Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Aliyyül mürtedâ “kerremallahü vecheh” hazretlerini bu hâl ile gördükde, tebessüm edip, buyurdu ki, yâ Alî! Üç altının hesâbını vermekde, bu şeklde zahmet çekdin. Dahâ ziyâde olsa idi, hâlin nice olurdu. Hazret-i Aliyyül mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh”, elbette bu menkıbede anlatılandan dahâ yüksekdir.

Kırkaltıncı Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin zemân-ı şerîflerinden önce, Arabistâna bir pehlivân gelmişdi. Anter adlı bir dilâver, gürbüz pehlivân idi. Fahr-i âlemin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” zemân-ı şerîflerine gelinceye kadar böyle bir pehlivân gelmemişdi. İbrâhîm aleyhisselâmın dîni üzerine idi. Bedi’üzzemân, Kâsım, Âlemşâh gibi oğulları vardı. Bu kıssayı hazret-i Hamza “radıyallahü anh” hazretlerine isnâd ederler. Ya’nî bunlar hazret-i Hamzanın oğullarıdır, derler. Nihâyet Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurmuşdur ki, (Medh edecekseniz, benim amcam Hamzayı medh ediniz!). Kıssa kitâblarını te’lîf edenler, bu hadîs-i şerîfi sened olarak alıp, Antere, hazret-i Hamzadır “radıyallahü teâlâ anh”, dediler. Gâyet kuvvetli, behâdır pehlivân idi. Zemân-ı şerîflerinde, hazret-i Hamzanın karşısına çıkacak bir pehlivân yok idi. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri bir al at vermişdi. Adına Eşkâr derlerdi. O asrda ondan güzel at yok idi. O, zemânın sâhib kırânı idi. Hazret-i Hamza hazret-i İbrâhîm aleyhisselâmın dîni üzerine idi. Hazret-i Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” efendimizin amcası idi. Gâyet riâyet edip, severdi. Resûl-i ekrem “sallallahü

-351-

teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri de hazret-i Hamzayı severdi. Vahy nâzil oldukda, dîn-i islâm ile müşerref oldular. Dâimâ Eşkâr adındaki atına binerdi. Mubârek arkasını [sırtını] kimse yere getirememiş idi. Hattâ ilk önce Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin emr-i şerîfi ile kan döken hazret-i Hamza olmuşdur. Uhud gazâsında şehîd olmuşdur. Server-i kâinât aleyhi ekmelüttehiyyât, Ona (Reîs-üş şühedâ) diye zikr etmişdir. Menkıbelerinin nihâyeti yokdur.

Sözümüze dönelim: Bir gün Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûrlarında Anterin erliğini ve dilâverliğini, boyunu-posunu ve yapdığı gazâları anlatdılar. Emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” orada hâzır idi. Anterin evsâfını, kulağı ile işitince, Antere âşık oldu. Kalbinden geçirdi ki, ne olaydı Anteri, silâhı ve atı ile görüp, konuşaydım. Sultân-ı kevneyn ve Resûl-i sakaleyn “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, nübüvvet nûru ile, kalbinden geçeni bilip, buyurdular ki, (Yâ Alî! Anteri görmek istersen, falan dereye var. Yâ Anter, bana gel diye, çağır!) Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” o dereye varıp, seslendi, yâ Anter, beri gel. O dereden ve etrâfında olan dağlardan ve düzlüklerden, birçok, hesâbsız sesler geldi ki, lebbeyk, lebbeyk [buyur] yâ Alî, hangimizi istersin, diyorlardı. Şaşırdı. Ne yapacağını bilemedi. Gaybdan bir ses geldi ki, yâ Alî! Birçok Anter dünyâya gelip, toprak içinde yatarlar. Onu anası ve babası ismi ile çağır. Tekrâr hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” filan oğlu Anter deyip, çağırdıkda, Anter bütün silâhlarını kuşanmış olarak, Allahü teâlâ hazretlerinin emri ile, hazret-i Alînin huzûr-ı şerîflerine gelip, selâm verdi. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” esedullah iken, erlikde ve behâdırlakda eşi ve benzeri yok iken, Anterin boy, pos, heybet ve selâbetini müşâhede etdikde, kalb-i şerîflerine bir korku geldi. Kâdir-i mutlak olan Allahü teâlâyı tenzîh ve takdîs, tekbîr ve tesbîh etdi.

Kırkyedinci Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki, (Ben ilmin şehriyim. Alî kapısıdır.) Hâricîler bu hadîs-i şerîf için, Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine hased etdiler. Hattâ hâricîlerin büyüklerinden on kimse, dediler, biz hazret-i Alîden “kerremallahü vecheh” hepimiz birer mes’ele soralım. Eğer herbirimize ayrı ayrı cevâb

-352-

verirse, biliriz, âlimdir, ve fâdıldır. O on kişi hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” huzûr-u şerîflerine varıp, birisi sordu: Yâ Alî! İlm mi efdaldir, mal mı efdaldir. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” se’âdetle buyurdular ki, ilm efdaldir. Bunlar dediler ki: Ne delîl ile söylersin. Hazret-i Alî buyurdu ki, ilm Enbiyâdan mîrâsdır. Mal Kârûndan ve Fir’avndan ve Hâmândan mîrâsdır. Bir başkası [ikincisi] süâl etdi ki; ilm mi efdaldir, mal mı. Hazret-i Alî cevâb buyurdu ki: İlm maldan efdaldir. Zîrâ ilm, sâhibini saklar. Malı, sâhibi saklar. Biri de [üçüncüsü], onlar gibi sordu: Hazret-i Alî cevâb verdi ki, ilm efdaldir. Zîrâ, mal sâhibinin düşmanı çokdur. İlm sâhibinin dostu çokdur. Biri de [dördüncü] aynı şeklde süâl etdi. Hazret-i Alî cevâb verdi. İlm efdaldir. Zîrâ malı tasarruf etseler eksilir. İlmi tasarruf etseler artar [ziyâde olur]. Birisi [beşinci]de aynı şeklde süâl etdi. Alî “radıyallahü anh” cevâb buyurdu ki,mal sâhibi cimri diye çağrılır. İlm sâhibi büyük ismler ile çağrılır. Biri [altıncısı] da, aynı şeklde sordu. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” cevâb buyurdu ki: Mal harâmîden hıfz olunur. İlm harâmîden hıfz olunmaz. Biri de [yedincisi] aynı şeklde sordu. Hazret-i Alî se’âdetle cevâb buyurdu ki: Mal çok durmakla zâyi’ olur. İlm her ne kadar durur ise de zâyi’ olmaz. Biri de [sekizinci] aynı şeklde süâl etdi. Cevâb buyurdular ki: Mal kalbe kasâvet verir. İlm kalbi nûrlandırır. Biri de [dokuzuncu] aynı şeklde süâl etdi. Cevâbında buyurdular ki: Mal sâhibi, mal sebebi ile tanrılık da’vâsında bulunur. İlm sâhibi böyle etmez. Biri dahî [onuncu] aynı şeklde süâl etdi. Cevâbında se’âdetle buyurdu ki: Mal, sebeb-i kasâvetdir [kalbi katılaşdırır]. İlm, sebeb-i rahmetdir. Bundan sonra, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, eğer bunlar benden, devâmlı süâl etseler, ben bunlara hayâtda olduğum müddetçe devâmlı cevâb verirdim. O on hâricî gelip, hazret-i Alîye “radıyallahü teâlâ anh” mutî’ oldular. (Mişkât-ül envâr)dan alınmışdır.

Kırksekizinci Menâkıb: Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” beni Yemene kâdî olarak gönderdi. Halk arasında dînin hükmleri ile hükm edecekdim. Dedim: Yâ Resûlallah! Ben âlim değilim. Kazâ ahkâmını bilmem. Mubârek elini göğsüme koyup, buyurdu ki: (Yâ Rabbî! Kalbine hidâyet, diline doğru-

-353-

luk ver!) Ondan sonra bana, iki kişi arasında hükm vermekde şübhe hâsıl olmadı. Hattâ hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurmuşdur ki: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bana buyurdu ki: Yâ Alî! Benim deveme binip, Yemene git. Falan tepeye vardığında, ki o tepe Yemene yakındır. Tepe üzerine çıkdığın vakt, görürsün ki, halk seni, karşılamağa gelirler. O zemân: (Ey taşlar, ey ağaçlar! Allahın Resûlü size selâm ediyor, diye söyle) buyurdu. Hazret-i Alî oraya varıp, selâmı teblîg etdiğinde, yeryüzünde bir hoş galgale [uğultu, gürültü] meydâna geldi ki, (essalâtü vesselâmü alâ Resûlillah!) diye ağaçlar ve taşlar cevâb verdi. Halk bunu işitdiler ve cümlesi îmân getirdiler.

Kırkdokuzuncu Menâkıb: Zimâhşerî, (Rebî’ul ebrâr) adlı kitâbında Ümm-i Ma’bedin kız kardeşi oğlu Henûdun Ümm-i Ma’bedden rivâyet etdiğini bildiriyor. Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bir gece benim çadırımda istirâhat edip, uyuyordu. Uyandı ve su istedi. Mubârek ellerini yıkadı ve mazmaza eyledi. O suyu, çadırın bir tarafında bulunan bir diken dibine dökdü. Sabâh oldu. Gördük ki, o yerden bir ağaç yetişmiş. Büyük, büyük yemişler vermişdi. Kokusu anber kokusu gibi, tadı şeker gibi idi. Aç kimse yise doyar, susuz kimse yise kanardı. Hasta yise sıhhat bulurdu. Gamlı kimse yise, mesrûr olurdu. Yaprağını yiyen her koyun ve deve bol mikdârda süt verirdi. Biz o ağacın adına (Şecere-i Mubâreke) koymuşduk. Etrâfdan hastalara şifâ için, meyvesinden almaya gelirlerdi.

Bir gün seher vaktinde gördüm ki meyveleri dökülmüş, yaprakları küçük olmuş. Çok üzüldüm. Feryâd etdim. O sırada Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin vefât haberi geldi. O vak’adan otuz sene geçdi. Bir gün yine sabâh vaktinde dışarı çıkdım. Bakdım ki, o ağaç kökünden dallarına kadar her tarafı diken olup, yemişleri de dökülmüş. Sonra Aliyyül mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin şehâdeti ve bu dünyâdan öbür âleme göçüşü haberi geldi. Artık yemiş [meyve] vermedi. Ammâ yapraklarından fâidelenirdik. Bir gün yine gördüm. Özünden hâsıl olan kan akar, yaprakları da solmuş. Üzüntülü ve gamlı olup, oturduk. Sonra imâm-ı Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin şehâdet haberini getirdi-

-354-

ler. Ondan sonra o ağaç, dibinden kuruyup, belirsiz oldu. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.

Ellinci Menâkıb: Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü anhümâ” rivâyet buyurmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Hudeybiye gününde Mekke-i Mükerremeye doğru yola çıkdılar. Müslimânlar susadılar ve hiçbir yerde su bulunmadı. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Cuhfede konakladı. Buyurdu ki; (Müslimânlardan bir cemâ’at ile falan kuyuya varıp, su kaplarını [tulumları] o kuyudan doldurup, bize getiren kimseye, Allahü teâlânın onu Cennetine koyması için kefîl olacağım.) Bir kişi kalkdı, dedi ki: Yâ Resûlallah! Ben giderim. Onu sakalardan [suculardan] bir cemâ’at ile gönderdi. Seleme-tebni Ekvâ “radıyallahü teâlâ anh” der ki: Ben de onlar ile berâber idim. O kuyuya yakın geldik. O yerde ağaçlar var idi. O ağaçlardan ses işitdik. Hareketler gördük. Ateşsiz dumânlar meydâna geldi. Bizim üzerimize çok korku verdi. O ağaçlardan öteye geçmeğe kâdir olamadık. Geri dönüp, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûruna geldik. Durumu arz eyledik. Buyurdular ki, (Onlar cinnîlerden bir cemâ’at idi. Sizi korkutdular. Eğer siz, korkmadan [emr edilen gibi] gitseydiniz, hiç zararları erişmezdi.) Bir kişi dahî onu işitdi. Yerinden kalkdı. Ben gideyim yâ Resûlallah, dedi. O da sucular ile gitdi. Bunlara da o hâl vâki’ oldu. Dönüp, Resûlullahın huzûruna geldiler. Yine buyurdular ki: (Eğer siz emr eylediğim gibi gitseydiniz, hiçbir zarar size erişmez idi.) Bu esnâda gece oldu. Eshâb-ı kirâm çok susadılar. Resûlullah hazretleri, Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini çağırtdı ve buyurdu ki: (Yâ Alî! Bu sakalar [sucular] cemâ’ati ile, sen var, o kuyudan su al, getir.) Seleme-tebni Ekvâ “radıyallahü teâlâ anh” der ki, dışarıya çıkdık. Tulumları arkamıza aldık. Kılınçlarımızı ellerimize aldık. Hazret-i Alî önümüzce yürürdü. O mekâna varınca, ki o sesler ve o hareketler açığa çıkdı. Biz de korkduk. Kendi kendimize dedik ki, hazret-i Alî de o iki kişi gibi geri dönse gerekdir. Alî “radıyallahü teâlâ anh” yüzünü bizden yana dönüp, buyurdu ki, benim ardımca yürüyünüz. Gördüklerinizden korkmayınız, onlardan ziyân erişmez. Sonra o ağaçların ortasına girdik. Hiç ateş yok iken, büyük ateşler çıkmağa başladı. Kesilmiş başlar ortaya çıkdı. Korkulu sesler çıkarırlar ki, aklları durdura-

-355-

cak şeklde idi. Emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” o başlar üzerinden yürüdü ve bize dedi ki, ardımca geliniz. Sağa ve sola bakmayınız. Hiç korkmayınız. Biz de onun ardınca vardık. Kuyuya erişdik. Bir kovamız vardı. Berâ’ bin Mâlik bir iki kova su çekdi. Kovanın ipi kopdu. Kova suya düşdü. Kuyunun dibinden gülme ve kahkahâ sesi geldi. Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Kim askerlerden bir kova getirecek. Hepsi dediler, hiç kimsenin tâkati yokdur ki, o ağaçlardan geçebilsin. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” beline bir ip bağlayıp, kuyuya indi. Gülme ve kahkahâ sesleri dahâ çok artdı. Sonra kuyunun ortasına vardı. Mubârek ayağı kaydı ve düşdü. Kuyudan galgala sesleri geldi. Boğazlanan bir kimsenin bağırdığı şeklde sesler geldi. Sonra emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü anh” seslendi: Allahü ekber, Allahü ekber, ben Allahın kulu ve Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” kardeşiyim. Tulumları aşağı salınız. O tulumların temâmını doldurdu. Ağızlarını bağladı. Bir-bir yukarı çıkardı. Ondan sonra kendisi iki tulum, biz birer tulum götürdük. Sonra ağaçların yanına geldik. Önceki gördüğümüz nesnelerin hiçbiri yok idi. O ağaçlardan geçmeğe az kaldıkda, hâtıfdan bir heybetli ses işitdik: Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve hazret-i Alînin menkıbelerinden söyler idi. Resûlullahın huzûr-ı şerîflerine geldik. Alî “radıyallahü teâlâ anh” kıssayı temâmen anlatdı. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (O duyduğunuz ses Abdüllah adındaki cinnînin sesi idi. Safâ dağında sanem [put]ların şeytânı olan Mes’ırı öldürdü.) (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.

Ellibirinci Menâkıb: (Hilâfetleri beyânındadır.) Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin vak’asından sonra, o gün Sahâbe-i kirâm “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” istediler ki, Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri ile bî’at etsinler. Mugîre tebni Şûbe dedi ki, sabr edelim. Bakalım hazret-i Osmânın kanını taleb eden kim olur. O gün bî’at te’hîr edildi. Ertesi gün, Mugîre, hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” huzûr-ı şerîfine vardı. Dedi ki, dünkü tedbîr bî’atında duraklamak hatâdır. Sür’at kazandırmak lâzımdır. Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazret-i Alîye “kerremallahü vecheh” dedi ki, Mugîre dünkü sözünden vaz geçdi. Hicretin otuzbeşinci se-

-356-

nesinin Zilhicce ayının dokuzuncu gününde hilâfet hazret-i Alî üzerine mukarrer oldu [ona bî’at edildi]. Talha “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden bî’at taleb etdiler. Talha da bî’at etdi. Hazret-i Alî hilâfet makâmına oturdu. Ona nasîhat etdiler ki, hazret-i Osmânın “radıyallahü teâlâ anh” âmillerini, husûsân Mu’âviyeyi “radıyallahü teâlâ anh” azl etmemesini söylediler. Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: (Ben, karşı koyanları yardımcı edinmeyi üsûl edinmedim. [Mu’âviyeyi “radıyallahü anh” azl etdi. Yerine Abdüllah ibni Abbâsı ta’yîn etdi. Abdüllah kabûl etmedi. (Onu azl etme. Orada eski vâlîdir. Fitneye sebeb olur) dedi. Bir sene sonra yine azl etdi.]) Bu sebeble fitne zuhûra geldi. Etrâfındakiler serkeşliğe başladılar. Mu’âviye ve Amr ibni Âs “radıyallahü teâlâ anhüm” ve sâirleri hazret-i Osmânın kanını taleb etdiler. Ma’lûm ola ki, bu şekl hâlleri nakl etmekden nehy olunmuşuzdur. Bir müslimâna Eshâb-ı kirâm arasındaki çekişmeleri ve muhârebeleri tafsilâtlı olarak nakl etmek halâl olmaz. Sahâbe-i güzîn zikr olunduğu mahalde müslimân olana lâzım olan “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” demekdir. Sâir emrlerini Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine tefvîz etmekdir. [(Eshâb-ı Kirâm) kitâbı, 120.ci sahîfesinde; Talhanın ve Zübeyrin “radıyallahü anhümâ”, hazret-i Alîye “radıyallahü anh” ilk bî’at edenler olduğu yazılıdır.]

Elliikinci Menâkıb: (Şevâhid-ün nübüvve)de nakl edilmişdir: Abdüllah rivâyet eyler ki, İbrâhîm bin Sâlim Mahzûmî Medîne-i Münevverede vâlî iken, her Cum’a, halkı minber ayağına toplardı. Kendi minbere çıkıp, Aliyyül mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine dil uzatır, kötülerdi. Bir Cum’a minber ayağında bana uyku galebe geldi. Rü’yâmda gördüm ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin mubârek kabrleri açılıp, kâfurdan elbiseler ile çıkıp, geldi. Bana hitâb edip, buyurdu ki, yâ Abdüllah! Seni bu habîsin kelimeleri üzmez mi. Dedim ki, Evet üzer yâ Resûlallah! Ammâ ne çâre, hâkimin hükmüne itâ’at ediyorum. Buyurdu: Yâ Abdüllah! Allahü teâlâ ona ne yapacak, bak, gör. Gözlerimi açıp, bakdığımda, gördüm ki, minberden düşüp, helâk oldu [öldü].

Elliüçüncü Menâkıb: Hazret-i Molla Câmî “kuddise sirruhussâmî” (Şevâhid-ün nübüvve)de rivâyet etmişdir. Aliyyül Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, bir mubârek gün-

-357-

de, sabâh nemâzını cemâ’at ile kılıp, evrâd-ı şerîflerini okuyup, hamdele, tasliye ve düâdan sonra, mubârek arkalarını mihrâba döndürdü. Eshâb ve sâir ahbâb yerli-yerinde sâkin oldukdan sonra, hazret-i Alî cevher ve inciler saçan güzel sözler söyleyip, buyurdular ki, ba’zı şeyler vardır ki, gençlere söylenmeyip, o işle alâkalı olan kişilere söylenir. O meclisde hâzır olan tâze yiğitler kendi rızâları ile mescidden dışarı çıkıp, gitdiler. Sonra Alî bin Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri Eshâbdan birisine buyurdu ki, Kûfenin falan mahallesinde ve falan sokağında, falan mescidin yanında bir kapı vardır. Git o kapıya vur. İçeriden bir erkek ile bir kadın çıkacakdır. İkisini de alıp, benim huzûruma getir. Onlara sözüm vardır. Sonra o şahs emre itâat edip, gitdi. Araya araya hazret-i Alînin buyurduğu alâmetler ile o kapıyı bulup, vurdukda, içeriden bir erkek ile bir kadın çıkdı. Onlara dedi ki, Emîr-ül mü’minîn sizin ikinizi de ister. Onlar da, gelen emri kabûl edip, o kimse ile berâber Aliyyül mürtedânın huzûrlarına varıp, se’âdethânelerine yüzlerini sürdüler. Hazret-i Alî teveccüh edip, kadına dedi ki, sana bir süâlim vardır. Kat’iyyen inkâr etmeyip, doğrusunu söyliyesin. Kadın da dedi ki, yâ imâm! Ben başımdan ne geçmişse söylerim. Hâşâ ki senden saklayıp, inkâr eylemem. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” kadını, yakınına getirip, buyurdu ki, yâ âdem evlâdı! Çocukluğunda bir amcan vefât etdi. Bir oğlunu baban evinize getirdi ki, kimsesi yokdur; bir öksüzdür. Evimizde oğlumuz gibi olsun, her hizmeti görsün diye. O ümmîd ile amcan oğlunu yanına alıp, besledi. Büyüyüp, yiğit oldukdan sonra, bir gün seni hanımlığa istedi. Baban huzûrsuz olup, sen benim evimde büyüyesin. Kızım ile rızân ile kardeş olasın. Allahü teâlâdan revâ değildir, dedi. O ânda amcan oğlunu kendi hânesinden uzaklaşdırdı. Bir yerde gezerken fırsat bulup, seni tutdu. Zorla tasarruf etdi ve hâmile oldun. Herkesden sakladın. Düşürmeğe çâre bulamadın. Bu sırrı Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri biliyordu. Bir de vâliden biliyordu. Müddet temâm olup, bir gece gizlice bir oğlan doğurdun. Annen ile bir bez parçasına sarıp, onu katl de edemeyip, bir yüksek yere koydunuz. Birkaç adım gitdiniz ki,bir köpek o çocuğu koklamağa başladı. Annen bu köpeği görünce, eline bir taş alıp, o köpeğe atdı. Allahü teâlânın hikmeti, o atılan taş, o çocuğun alnına dokundu. Eyvâh kendi elimiz ile bu bîçâre çocuğu katl et-

-358-

dik deyip, yanına vardıkda, baksa ki, çocuğun alnında bir mikdâr yara eseri, alnı kanamış. Bir bez ile yara üzerini bağladı. O kimsesiz bîçâre çocuğu, annen ile orada bırakıp, evinize gitdiniz. Bunu Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinden başka kimse bilmez. Siz oradan gitdiğiniz gibi, o yoldan bir kervân gelip, geçerken, orada bir çocuk sesi duydular. Ona doğru vardılar ki, bir küçük bîçâre çocuğu sarıp koymuşlar. Feryâd ile ağlayıp, yatar. O kervân sâhibi de o çocuğun ne olduğunu sormayıp, zâhirde bir çocukdur. Eğer terbiye olunup, ömrü olur ise bir dilâver yiğit olur diye, alıp, gitdi. Vilâyetine götürdü. Bir nice müddet terbiye edip, kemâle erişdi. Sonra efendisi olan bezirgân ile hacca gitdi. Takdîr-i Rabbânî o bezirgân eceli gelip, Mekke-i mükerremede vefât etdi. Defn etdikden sonra, bu yiğit efendisi vefât etdiğinden, üzüntüden kurtulmak düşüncesi ile seyâhate çıkdı. Dolaşıp, yolu Kûfe şehrine uğradı. Vilâyetin eşrâfı arasına karışdı [Onlar ile tanışdı]. Onsuz olmazlar idi. Netîcede bu şehrde kalmak, bu şehrde yerleşmek istedi. Sonra eşrâfın herbiri bir tarafa çekdiler. Hâsıl-ı kelâm, seni bu [müsâfir gelen] gence nikâh etdiler. Bu gece zifâfa koydular. Yâ kadın! Sakın yalan söyleme; dediğimiz gibi olmadı mı. Gerçekden yâ Alî, buyurduğunuz gibidir ve doğrudur. Yâ Halîfe-i Resûlallah! Bu hâllere, benim bu sırrıma, Allahü Sübhânehü ve teâlâ ve tekaddes hazretlerinden gayri ve annemden başka ve hazretinizden gayri, bu âna gelinceye kadar kimse vâkıf değildir. Ondan sonra hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh ve kerremallahü vecheh” buyurdu ki; ey kadın! Bu [erkek], senin yola bırakdığın oğlundur. O yiğide de, aç alnını diyerek, işâret buyurdu. O da alnını açdıkda, taş yeri henüz gitmemiş. Açıkca göründü. Kadın hemen o yara izini gördü. Dedi, yâ Alî! Doğru söyledin. Bütün sözlerin doğrudur. Ondan sonra, hazret-i Alî “radıyallahü anh” o yiğide sordu ki, bu gecenin içinde olan ceng ve cidâlin [kavga ve münâkaşanın] sebebi ne idi. Allahü teâlânın izni ile bize ma’lûm olmuşdur. Lâkin bu meclisde hâzır olanların da ma’lûmları olsun. Onun için söyle. O yiğit dedi ki, yâ Alî! Allahü teâlâ bilir. Ne zemân ki bu hâtuna el uzatsam, o sırada üzerime bir hınzır yavrusu hamle ederdi ki, aklım başımdan giderdi.Hemen elimi çekerdim. O görünen hınzır kaybolurdu. Belki hayâldir diye, tekrâr elimi kaldırıp, kadına elimi uzatmak istediğim zemân, yine o hınzır açığa çıkıp, üzeri-

-359-

me hücûm ederdi. Elimi çekince kaybolurdu. Kadın ise huzûrsuz olup, derdi ki, niçin cefâ edersin. Benimle alay mı edersin. Elini kâh uzatır, kâh çekersin. Sâir erkekler gibi elimi alıp, erkek ile kadın mu’âmelesi etmezsin. Sabâha kadar bu kadın ile ceng ve cidâlimiz bu idi. Hazret-i Aliyyül mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, kemâl-i lütfundan ve gayretinden ana-oğul ile cimâ olmağa revâ görmediği için, böyle hâl vâki’ oldu. Bunun emsâli ahvâl Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden zuhûra gelmesi çok değildir. Zîrâ bu şeklde kemâlât ve makâmât ve kerâmetlerine nihâyet yokdur.

Ellidördüncü Menâkıb: Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” bir gün Fırat nehri kenârında seyr ederken boğulmuş bir kimse gördü. O meyyitin yanına varıp, bakdıkda, gördü ki, serçe parmağında Yemen taşından yüzük var. Hayret edip, meyyit yanında hâzır olan cemâ’ate süâl etdi ki, bu meyyitin vefâtına sebeb ne oldu. Allahü teâlânın emri ki, sultânımız suya gark olmuşdur. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki, Yemen taşı taşıyanın suda boğulmaması gerek idi. Bunun hikmeti nedir, diye hayret deryâsına dalıp, tefekküre vardılar. Allahü Sübhânehü ve teâlâ celle celâlühü lutfundan ve ihsânından, hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” bu ızdırâbının geçmesi ve bu elemden kurtulması için, o meyyitin parmağında olan yüzük taşına dil verip, hazret-i Alîye dedi ki: Yâ Alî! Yemen taşında buyurduğunuz o hassâ vardır. Lâkin ben Yemenî değilim. Hind diyârının bir taşıyım. Bende o hassâ yokdur. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” bunu işitmekle şâd olup, Allahü Sübhânehü ve teâlâ ve tekaddes hazretlerine şükrler eyledi. Hâzır olan cemâ’ate buyurdu ki, suda boğulmakdan kurtulmak hâssası Allahü teâlânın inâyeti ile Yemenî taşa mahsûsdur. Başka taşlarda yokdur. O zemândan beri Yemenî taş i’tibâr bulup, parmakda yüzük kılındı. Bu hikâye bir arabî menâkıbdan nakl olundu.

Ellibeşinci Menâkıb: Alî “kerremallahü vecheh ve radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin bütün fazîletlerinden, ilmi o seviyede idi ki, bir gün minber basamaklarını şereflendirdikde, buyurmuşdur ki, rûhum kabza-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Zebûr ve Tevrât ve İncîl konuşabilseler idi,

-360-

ben onların bütün esrârlarından haber verebilirdim. Onlar da ittifâk ile beni tasdîk ederler idi. İbâdeti o mertebede idi ki, her gece yalnız olarak [gece halvetinde], farz ve sünnet tekbîrlerinden ayrı olarak bin tekbîr işitilirdi. Hilmi o derecede idi ki, bir gün bir kölesine yedi kerre çağırdı [seslendi]. Cevâb vermedi. Sebebini anlamak için çıkdı. Hücre [ev] kapısında durmuş idi. Niçin cevâb vermediğini sordu. Yâ Efendi! İstedim ki, seni gadablandırayım. Hazret-i Alî dedi ki, ey gâfil! Allahü teâlânın izni ile ben gadablanmam. Fekat seni imtihâna teşvîk edeni kızdırayım. Onun için o köleyi âzâd etdi. Ömrü oldukça [yaşadığı müddetçe] ma’îşet için çalışdı. Tevâzu’u o derecede idi ki, hilâfet zemânında mülkü, doğuda Semerkanda kadar genişlemişdi. Çok vakt yaya yürür, ata binmezdi. Bir gün ba’zı ihtiyâclarını alıp, kendi götürür idi. Hizmetçilerinden birisi dedi: Yâ Emîr-el mü’minîn! Bu hizmet bizimdir, biz yapalım. Buyurdu ki: (Âilenin ihtiyâcını te’mîne en çok hakkı olan babadır.) Hizmetçi dedi ki, siz zemânın halîfesi ve cihânın sultânısınız. Bu hizmet cenâbınıza hafîflik verir. Buyurdu ki: Iyâlinin [çoluk-çocuğunun] ihtiyâcını taşımakla insan kemâlinden birşey kaybetmez. Sehâveti [cömertliği] o mertebede idi ki; bir vaktde dört dirheme mâlik idi. Bir dirhemini gizli, bir dirhemini âşikâre, bir dirhemini gündüz, bir dirhemini gece tasadduk eyledi [sadaka] verdi. Şânlarının büyüklüğü için meâl-i şerîfi,

(Gece ve gündüz, gizli ve açık, mallarını sarf edenlerin mükâfâtlarını Rableri verecekdir..) olan Bekara sûresinin 274.cü âyet-i kerîmesi nâzil olup, bütün âleme yayıldı ve şöhret buldu. Fakîr-fukarâya çok düşkün idi ki, bu husûsdaki şânlarının büyüklüğü için, meâl-i şerîfi, (Onlar kendileri arzû etdikleri hâlde, yiyeceği, yoksula, öksüze ve esîre yidirirler) olan, Hel etâ [insan] sûresi 8.ci âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Kemâl derecedeki ihsânı, meâl-i şerîfi, (Sizin dostunuz ancak Allahü teâlâ, Onun Peygamberi ve nemâz kılan, rükû’ eden ve zekât veren mü’minlerdir) olan Mâide sûresi 55.ci âyet-i kerîmesi ile sâbit olmuşdur.

Rivâyet edilmişdir ki, bir gün hilâfet zemânlarında, beyt-ül mâl hazînesine girip, fazla mikdârda altın ve gümüşü görüp, dedi, ey kırmızılar ve ey beyâzlar! Benden başkasına cilve yapın ki, ben sizi dönüşü olmıyan bir talâk ile boşamışım. Bir rivâyet

-361-

de, sizi öyle terk etmiş ki, dönüşü mümkin değildir. (Kıt’a):

Altın, güneş olsa da, onu gerdânlık diye takmam,

Gümüş ay olsa yine, güneş gibi hiç bakmam.

Müsâvîdir yanımda, kara toprak, ay ve güneş,

Altın ile gümüşe başka, toprağa başka bakmam.

Kerâmetlerinden biri de odur ki, mubârek ayağını atının özengisine basarken, Kur’ân-ı kerîme tilâvete başlar, öbür ayağını basıncıya kadar hatm ederdi.

(Şevâhid-ün nübüvve)de nakl edilmişdir. Esmâ binti Ümeys, Fâtıma-tüz-zehrâdan “radıyallahü teâlâ anhâ” nakl etmişdir: Zifâf gecesinde onun [Alî “radıyallahü anh”ın] yer ile konuşduğunu duydum. Sabâh oldukda öğrenmek maksadı ile, o hâli Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine arz etdikde, secde-i şükr edip, buyurdu ki, (Ey Fâtıma! Müjdeler olsun sana ki, Allahü teâlâ; zevcine se’âdet ve üstünlük verip, yeryüzündeki mahlûkların seçilmişlerinden yapdı.)

Ellialtıncı Menâkıb: Yine (Şevâhid-ün nübüvve)de yazılıdır. Sıffîn harbine giderken askerler çok susamışlar idi. Su aradılar. Rastladıkları bir kilisenin râhibi, falan yerde bir çeşme vardır, dedi. Askerler bulundukları yerden o istikâmete gidiyorlardı. Şâh-ı Merdân Alî “radıyallahü teâlâ anh” başka tarafa gitmeyiniz, o tarafda bir taş görüp, işâret edip, bunu kaldırınız buyurdu. Bütün askerler, o taşı kaldırmakdan âciz olup, kaldıramadılar. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” o taşı kaldırdı. Altından, hoş ve güzel, kaynayan su çıkdı. Bütün asker o sudan içip, kandıkdan sonra, yine o kaynak üzerine o taşı koyup, kapatdılar. Râhib, bu kerâmeti görüp, dedi ki, ey azîz! Sen Resûl müsün? Alî “radıyallahü anh”, hâyır, velâkin Resûlün vasîsiyim buyurdu. Râhib ihlâs ile Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine îmân getirip, müslimân oldu. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” müslimân olmasının sebebini süâl buyurdukda, cevâb verdi ki: Yâ Ebâ Hasen [Hasenin babası]. Önceki geçenlerimizden işitmişiz ve kitâblarımızda yazılıdır ki, bu mevkî’de bir çeşme var. Onun açığa çıkması Resûl veyâ Resûlün vasîsi olmadıkca, müyesser olmaz. [Ya’nî onlar açığa çıkarır.] Bugün ise sizden bu kerâmet açığa çıkdı. Anladım ki, siz Resûlün vasîsisiniz! İşitdiğim ve gördüğüm muhakkak olup,

-362-

murâdıma erdim.

Nakl edilmişdir ki, dünyâyı terk edip, Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin hizmetinde bulunup, muhârebeye katılıp, şehîd oldu. Hazret-i Mürtezânın “radıyallahü teâlâ anh” güzel ahlâkının vasflarından yazmak ve anlatmak insan kudretinin dışındadır. Onun hâllerini müşâhede imkânsızdır. [Herkes anlıyamaz.] (Kıt’a):

Bir serverin ki, güzelliğini anlatmak kolay değildir,

Vasfı (Hel etâ) ola, medhi (İnnemâ).

Lâyık değil ki, onun zâtını vasf etmek,

Eteğine bulaşan Sühâ yıldızı ile.

Elliyedinci Menâkıb: Emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri vasıyyet etdi ki, vefâtlarında, mubârek bedenlerini benim yıkamamı emr buyurdular. Her kim o hazretin cesed-i şerîfine baksa, anlayışı ve hâfızası kuvvetli olur. Hattâ emîr-ül mü’minîn Alî “kerremallahü vecheh” hazretlerinin diğerleri üzerine fehm [anlayış] ve hıfzı [hâfızası] çokluğundan sordular. Buyurdu ki: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini yıkadım. Gözünün hânesinde bir mikdâr su kalmış gördüm. O suyu dilim ile aldım ve içdim. Bu kuvvetli hâfıza, o ser-çeşmenin bereketindendir. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.

Ellisekizinci Menâkıb: Ebûl Esved Düeli demişdir ki, emîrül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden işitdim. Buyurdu ki: Dışarı çıkdım, ayağımı atın özengisine koydum. Abdüllah bin Selâm “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri çıka geldi. Dedi ki, yâ Alî! Nereye gidiyorsun. Irâka gidiyorum, dedim. Dikkatli ol ki, eğer sen Irâka gider isen, başına kılınç dokunsa gerekdir. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” yemîn etdi ki, ben bu sözü, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden işitmişdim. (Şevâhid-ün nübüvve)de vardır.

Ellidokuzuncu Menâkıb: Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” bir şahsa dedi ki, benim haberimi Mu’âviyeye niçin götürürsün. O şahs inkâr etdi. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”

-363-

yemîn eder misin, dedi. O şahs yemîn etdi. Hazret-i Alî buyurdu ki, eğer yemîninde yalancı isen, Allahü teâlâ senin gözlerini kör eylesin. Bir hafta geçmeden gözleri kör oldu. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.

Yine emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri Ruhbeden bir şahsa, bir şey sordu. Doğru söylemedi. Hazret-i Alî, yalan söylüyorsun, buyurdu. O şahs, yalan söylemiyorum, dedi. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki: Senin üzerine düâ ederim, eğer yalan söylemiş isen, Allahü teâlâ seni kör eylesin. O şahs Ruhbesine gitmeden kör oldu. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.

Yine hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” bir gün mescidde hâzır olanlara and verdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden her kim (Beni seven, Alîyi de sever) hadîs-i şerîfini işitmiş ise, şehâdet versin. Ensârdan on kişi hâzır olup, şehâdet etdiler. Bir kişi de bu hadîs-i şerîfi işitmiş idi ve o meclisde hâzır idi. Şehâdet etmedi. Hazret-i Alî buyurdu ki, ey falan, niçin sen şehâdet etmezsin ki, sen de o meclisde olup, hadîs-i şerîfi işitmiş idin. O kişi dedi: Ben ihtiyârladım; unutdum. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” düâ etdi ki, yâ Rabbî! Eğer bu şahs yalan söylüyor ise, onun derisinde bir beyâzlık açığa çıkar ki, sarığı onu örtmesin. Rivâyet eden der ki, vallahi ben o şahsı öyle gördüm ki, iki gözünün ortasında beyâzlık meydâna geldi. Hattâ Zeyd bin Erkam “radıyallahü teâlâ anh” demişdir ki, ben de o meclisde veyâ onun gibi bir meclisde hâzır idim. Ben de o hadîs-i şerîfi işitenlerden idim. Ammâ şehâdet etmedim. Allahü teâlâ azze şânühü benim gözlerimin nûrunu giderdi. Her zemân o şehâdet etmemenin pişmânlığını çekerdi. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinden magfiret taleb ederdi. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.

Altmışıncı Menâkıb: Hazret-i emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” bir gün minbere çıkdı. Buyurdu ki: Ben Allahın kulu, Resûlünün kardeşi, Cennet kadınlarının seyyidesinin nikâhlısıyım. Her kim benden gayri bu da’vâda bulunsa, Allahü teâlâ hazretleri o kimseye belâ verir. O meclisde olan bir kişi, dedi ki: Allahın kuluyum ve Resûlullahın kardeşiyim sözü kimseye hoş gelmez, bu söze kimse inanmaz. O şahs yerin

-364-

den kalkmadan, aklını kaybedip, deli oldu. Onu, ayağından yapışıp, mescidden dışarı sürüdüler. Komşularından, ona dahâ evvel böyle bir şey olmuş mu idi diye sordular. Dediler ki, olmamışdı. Herkes bildiler ki, emîr-ül mü’minîn Alîye “radıyallahü anh” ta’n sebebi ile oldu. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.

Altmışbirinci Menâkıb: Sıffîn günlerinden bir gün, emîr-ül mü’minîn Alî “radıyalahü teâlâ anh” seslendi ki, yâ Ebâ Müslim neredesin. Muhammed bin Hanefiyye dedi ki: Ebû Müslim arka saflardadır. Hazret-i Alî buyurdu ki: Benim murâdım Ebû Müslim Havlânî değildir. Maksadım şu Ebû Müslimdir ki, Horâsanlıdır. Bu askerin sâhibi olacakdır. Doğu tarafından siyâh bayraklar ile meydâna çıkar. Muhâlifleri ile o kadar muhârebe ve mukâtele eder ki, Allahü teâlâ onun vâsıtası ile, olacak şeyleri merkezinde karâr etdirir. Ne mutlu onunla berâber dîni yaymak için çalışan, dîni yaymak için gayret edenlere. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.

Altmışikinci Menâkıb: Bir gün Mu’âviye “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, ne olaydı, ne zemân öleceğimizi bilseydim. Hâzır bulunanlar dedi ki, biz onun nasıl olacağını bilmeyiz. Hazret-i Mu’âviye dedi ki: Ben onu hazret-i Alîden öğrenirim. Onun bildiği herşey doğrudur. Dilinden çıkan şeyler doğrudur, bâtıl değildir. Kendinin güvendiği kimselerden üç kişi çağırdı. Onlara dedi ki: Üçünüz berâber yol arkadaşı olup, Kûfeye gidiniz. Kûfeye bir menzil kalınca [yaklaşınca], birbirinizin ardınca Kûfeye giriniz. Her biriniz benim öldüğüm haberini veriniz. Lâkin her biriniz, hastalığımda, ölüm günümde ve sâatinde ve mahallinde ve nemâzımı kılan kimse hakkında ve sâir husûsda birbirinize uygun söyleyiniz. O üç kişi, Mu’âviyenin “radıyallahü teâlâ anh” dediği şeklde, Kûfeye gitdiler. Bir menzil kaldı. Birisi Kûfeye girdi. Sordular, nereden gelirsin. Dedi, Şâmdan gelirim. Dediler, ne haber var. Dedi ki: Mu’âviye vefât etdi. Hazret-i emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü anh” huzûrlarına bu haberi iletdiler. Hazret-i emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü anh” aslâ iltifât buyurmadılar. İkinci gün biri dahî geldi. Yine Mu’âviyenin “radıyallahü anh” vefâtının haberini verdi. Yine hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” cevâb vermedi. Üçüncü gün biri dahî geldi. Evvelkilere muvâfık haber verdi. Emîr-ül mü’minîn

-365-

Alî “radıyallahü anh” hazretlerine iletdiler. Haber mütevâtir oldu. Sıhhatinde şübhe kalmadı. Muhakkak Mu’âviye “radıyallahü anh” vefât etmişdir, dediler. Hazret-i Emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü anh” mubârek başını ve yüzünü göstererek; (Bundan akan kan ile bu bulaşmayınca, Mu’âviye vefât eder mi) buyurdu. O üç kimse bu haberi Mu’âviyeye “radıyallahü anh” iletdiler. Mu’âviye “radıyallahü teâlâ anh” anladı ki, kendisi Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden sonra kalacakdır ve hem de kazâ-i ilâhî ile öyle oldu. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.

Altmışüçüncü Menâkıb: Rivâyet edilmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Vedâ haccından dönerken, Gadîrhum denilmekle ma’rûf menzilde nemâzdan sonra, Eshâb-ı kirâm “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerine dönüp buyurdular ki, (Ben mü’minlere nefslerinden dahâ sevgili, dahâ yakın değil miyim.) Orada hâzır olanlar ittifâkla tasdîk edip, dediler, (Evet, yâ Resûlallah.) Sonra hazret-i Alînin elinden tutup, buyurdu ki: (Ben kimin mevlâsı isem, Alî onun mevlâsıdır.) [Beni seven Alîyi sever.] (Yâ Rabbî, ona düşmanlık edene düşmanlık et. Onun ile dost olana dost ol. Onu hor tutanı hor tut. Ona yardım edene yardımcı ol. Nerede olur ise olsun, ona hakkı, doğruyu bildir.)

(Kıt’a):

Gel ey Resûlün rızâsını isteyen,

Onu seveni sev, düâsını rehber et.

Sana ilâhî kılınç çekilmesin diyorsan,

Allahın arslanına buğz etme, muhabbet et!

Altmışdördüncü Menâkıb: Emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”, bir mikdâr henüz toprakdan ayrılmamış altını Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûrlarına getirdi. Hazret-i Resûl-i ekrem ve Nebiyyi muhterem “sallallahü aleyhi ve sellem” onu Necd ehline taksîm eyledi. Kureyş ve ensâr dediler ki: Yâ Resûlallah! Bizi bırakıp da Necd ehline taksîm buyurdun. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Bunu, onun için onlara taksîm etdim ki, ehl-i islâm ile ve müslimânlar ile ülfet etsinler!) Bu sözleri söylediği sırada bir şahs çıka geldi. Gözleri çu-

-366-

kurlaşmış, sakalı yüzünü bürümüş, vücûdunu kıllar kapatmışdı. Dedi ki: Yâ Muhammed! Allahü teâlâ hazretlerinin emrini yerine getir. Resûlullah hazretleri, (Eğer ben, Allahü teâlânın emrlerini dinlemez isem, kim dinler) buyurdu. Hâlid bin Velîd “radıyallahü teâlâ anh” orada hâzır idi. Dedi ki: Yâ Resûlallah! İzn ver, katl edeyim. İzn vermedi. Sonra o şahs yüzünü dönüp, gitdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki, (Bunun neslinden bir kavm zuhûra gelecekdir. Kur’ân-ı azîm-üş-şânı okurlar. Ammâ boğazlarından aşağı geçmez. Ehl-i islâmı katl ederler. Okun yaydan çıkdığı gibi, dîn-i islâmdan çıkarlar!) Hâricîler o kavmdendir. O sebebden onlara (Mârikûn) derler.

Altmışbeşinci Menâkıb: Fahr-i âlem ve Resûl-i muhterem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine haber vermiş idi ki, (Sen, cemâ’atinden dinden çıkan hâricîler olacak, onlar ile harb edeceksin. Onlar içinde bir şahs olur ki, bir eli bir pâre et olur. Omuzu başında, kadınlar memesi gibi nesne olur. O et parçasının üzerinde fâre kuyruğu gibi nice kıllar vardır.)

Rivâyet ederler ki, emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri hâricîler üzerine zafer buldu. Onlardan çoğu helâk oldu. Hazret-i Emîr-ül mü’minîn buyurdu, o şahsı istediler. Bir def’a aradılar, bulamadılar. Hazret-i Emîr yemîn etdi ki, vallahi ben yalan söylemem. Bana da söyliyen yalan söylememişdir. Bir def’a dahâ istediler. Kırk ölünün altında, emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden nakl etdiği gibi buldular.

Altmışaltıncı Menâkıb: Emîr-ül mü’minîn Aliyyül Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” islâm askeri ile hâricîlere karşı harb etmeğe giderken, Nehrvân yolunda bir kilisede bulunan bir râhib dedi ki; ey islâm askeri, emîriniz bu tarafa gelsinler. Hazret-i Alîye arz olundukda, hazret-i Emîr o tarafa doğru yönelip, kiliseye vardılar. Râhib dedi ki, ey müslimân askerlerinin serdârı! Bugün tâli’ yıldızı müslimânların mağlûbiyyetini gösteriyor. Sabr ediniz. Hazret-i Emîr-ül mü’minîn “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Ey râhib! Bana yıldızlara bakıp, hükm söyler-

-367-

sin. Falan settâreden [yıldızdan] bana haber ver. Râhib dedi ki: Ben o yıldızı bilmiyorum. Hazret-i Alî buyurdu ki: Ey râhib! Ma’lûm olsun ki, gök ilmini [ilm-i nücûmu] bilmiyorsun. Yer [arz] ilminden sorayım. Hâlen ayağının basdığı yerin altında ne vardır. Râhib dedi ki: Bilmiyorum. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”, Ben sana söyliyeyim. Şu şeklde bir kab, kabın içinde şu kadar, şu vasfda, nakşda, akçe vardır, buyurdu. Râhib dedi, ey azîz! Bu şeklde keşf etmek sana nereden hâsıl oldu. Buyurdu ki: Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bana haber vermiş idi ki, bir grub asker ile harb edesin ki, onların askerinden, on kişiden azı kurtulur. Senin askerinden ondan eksik şehîd olur. Râhib, hayret edip, imtihân için ayağı altındaki yeri kazdı. O ta’rîf edilen şeklde akçeler bulup, o nişân ile çıkıp, o şeklde görünce, îmâna geldi. Rivâyet edilir ki, o dörtbin hâricîden üçbindokuzyüzdoksanbir adedi öldürülüp, dokuz asker firâr etmişdir. İslâm askerinden dokuz se’âdetli kimse şehâdet şerbetini içip, gerisi sıhhat ve selâmet üzere kalmışdır.

Altmışyedinci Menâkıb: İmâm-ı Müstagfirî “rahimehullahi teâlâ” (Delâ-il-ün nübüvve) adlı kitâbında, Firâs bin Amrdan “radıyallahü teâlâ anh” nakl eylemişdir. Ona Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri zemân-ı şerîflerinde bir baş ağrısı ârız oldu. Hazret-i Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” iki gözü ortasını tutdu. Mubârek parmakları ile tutduğu yerden kirpi kılı gibi kıl çıkdı. O ağrı ondan gitdi. Hâricîlerin emîr-ül mü’minîn Alînin “radıyallahü teâlâ anh” üzerine hücûm etdikleri günde, Firâs de onlara uydu. O vakt o kıllar alnından döküldü. O sırada o ağrı tekrâr başladı. Ona dediler ki, bu iş sana hâricîlere uyduğun için hâsıl oldu. Tevbe ve istigfâr etdi ki, o kıl alnında çıkıp, o ağrı ondan temâmen gitdi. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.

Altmışsekizinci Menâkıb: Alî bin Zeyd “rahimehullahü teâlâ” demişdir. Sa’îd bin Museyyib “radıyallahü anh” bir şahsı bana gösterdi ve dedi ki, var o şahsı gör. Dedim, hâlini bana anlat. Benim görmeme ne lüzûm var. Bu şahs Osmân ve Alînin “radıyallahü teâlâ anhümâ” hakkında kötü sözler söyler idi. Ben münâcat etdim, Allahü teâlâya ki, eğer senin katında Osmânın ve Alînin kıymetleri var ise; bana bir nişân göster. Son-

-368-

ra o bedbahtın yüzü siyâh oldu. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.

Altmışdokuzuncu Menâkıb: Abdüllah Muhammed bin Kay-yımil Cevzî (Kitâb-ür-rûh) kitâbında nakl eyledi. O da Kureyşin bir şahsından rivâyet eyledi. Şâmda bir kişi gördüm ki, yüzünün bir tarafı kapkara idi. Onu dâimâ bir nesne ile örterdi. Ondan bu durumunu sordum. Dedi ki: Allahü teâlâya ahd eyledim ki, her kim bu hâli benden sorarsa, ben ona hikâye edeyim. Ben, Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine buğz ederdim. Hakkında uygunsuz sözler söylerdim. Bir gece uykumda gördüm ki, bir kişi geldi. Sen benim hakkımda uygunsuz sözler söylersin, dedi. Yüzümün bir tarafına bir nesne ile vurdu. Sabâh gördüm ki, yüzümün o tarafı siyâh olmuş. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.

Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine sordular: Ebû Bekr ve Ömerin “radıyallahü teâlâ anhümâ” zemân-ı şerîflerinde, hilâfetleri çekişme, kavga, fitne ve ihtilâflı değildi. Sizin ve Osmânın “radıyallahü teâlâ anhümâ” hilâfetlerinin zemânları sıkıntı ve değişiklik ve fitneden hâli olmadı. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Onun sebebi şudur. Ben ve Osmân, Ebû Bekr ve Ömerin mu’âvinleri idik. Sen ve senin emsâlin, benim ve Osmânın yardımcımız oldunuz. Böyle oldu. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.

Yetmişinci Menâkıb: Emîr-ül mü’minîn Alî “kerremallahü vecheh” Yenbû karyesinde hasta oldu. Ona dediler ki, niçin burada durursun. Eğer vefât edersen, hizmetlerini görmezler. Medîneye gidersen, kardeşlerin işini görürler. Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Ben şimdi vefât etmem. Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bana haber vermişdir. Mubârek başını gösterip, (buranın kanı), mubârek yüzünü gösterip, (burayı boyamayınca) ben vefât etmesem gerekdir. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.

Yetmişbirinci Menâkıb: Ammâr bin Yâser “radıyallahü anh” bir gün Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine buyurdu ki: Yâ Alî! Sana, insanların bedbahtlarından haber vereyim mi! Bunlar; Sâlih aleyhisselâmın devesini kılınçla vuranlar ve senin başına kılınçla vurup, yüzünü kana boyayanlardır.

-369-

Yetmişikinci Menâkıb: Bir gün emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” Kûfe mescidinde, kendisini katl edecek olan İbni Mülcem mel’ûnunu gördü. Ona hitâb edip, buyurdular ki, ey Mülcem oğlu. Senin câhiliyye zemânında ve çocukluk günlerinde hiç lakabın var mı idi. Dedi, bilmiyorum. Buyurdu ki: Sana; (ey şakî, ey Sâlihin devesini kısırlaşdıran) diyen, bir yehûdî hizmetciniz var mı idi. Evet var idi, dedi. Emîr-ül mü’minîn birşey söylemedi.

Yetmişüçüncü Menâkıb: Bir gün emîr-ül mü’minîn Aliyyül mürtedâ, Zübeyr “radıyallahü teâlâ anhüm” ile gizli söyleşirler idi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Yâ Alî! Zübeyre gizli söylersin [sırrını söylersin]. Hâlbuki o seninle mukâtele [harb] edecekdir.) Deve vak’ası olduğu zemân, Alî “radıyallahü teâlâ anh” bu hadîs-i şerîf ile Zübeyri “radıyallahü anh” andı. Zübeyr “radıyallahü teâlâ anh” muhârebeden vaz geçdi. Dönüp gitdi. Bir şahs ardından varıp, katl eyleyip, kılıncı hazret-i Alîye “radıyallahü teâlâ anh” getirdi. Hazret-i Alî buyurdular ki, (Hazret-i Zübeyrin kâtiline, Cehennem ateşi müjdeler olsun!) (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.

Yetmişdördüncü Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Hendek kazdıkları gün; Ammâr bin Yâserin, mubârek eliyle arkasını sığadı. Buyurdu ki, (Seni ehl-i bâgîden bir cemâ’at katl etse gerekdir!) Sonra Sıffîn günlerinde harb şiddetlendi. Ammâr bin Yâser, hazret-i Alînin yanında yemîn etdi ki, bu o gündür ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bana o günde şehâdet va’d buyurmuşdur. Emîr-ül mü’minîn hazretleri hiç cevâb vermedi. Üçüncü def’a yine yemîn etdi. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Evet, bu gün o gündür. Hemen Ammâr “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri tekbîr aldı. Hoş yeller esmeğe başladı. Yüzünü Mu’âviyenin “radıyallahü teâlâ anh” askerinden tarafına dönüp, muhârebe ile meşgûl oldu. Mu’âviyenin “radıyallahü anh” askerinden ba’zı behâdırlar bunu düşürdü. Bu esnâda susuzluk galebe etdi. Su diledi. Süt ile karışmış bir kadeh su verdiler. Ammâr onu gördü. Allahü ekber! dedi. Sonra ondan bir mikdâr içdi. Ve dedi ki: Risâletpenâh “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” efendimiz hazretleri bana haber vermiş-

-370-

dir ki, (Seni ehl-i bâgîden bir kimse katl etse gerekdir. Senin katlin hazret-i Cebrâîl ve Mikâîl aleyhimesselâmın ortasında olur. Onun alâmeti o olur ki, o vakt su isteyesin. Sana su ile karışmış süt verirler.) Hattâ hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Abdüllah bin Amr bin Âsa buyurmuşdur ki, ey Abdüllah; Ammâr bin Yâserin kâtiline Cehennem ateşi ile müjde veresin. O gün, Ammâr bin Yâseri şehîd etdiler. İki bed-baht onun mubârek başını Mu’âviyenin “radıyallahü anh” önüne götürüp, çekişdiler. Biri dedi ki, ben katl etdim. Öbürü dedi ki, ben katl etdim. Mu’âviye “radıyallahü anh” dedi; her kim onu katl etmiş ise, ona bir kese gümüş vereceğim. Bunun anlaşılması için Abdüllah bin Amr bin Âsa emr etdi. Abdüllah birinden, nasıl katl etdiğini sordu. O kişi dedi ki: Onun üzerine hamle etdim. Onu katl mahallinde gördüm. Abdüllah dedi, sen katl etmemişsin. Diğerinden de sordu. Diğeri dedi ki: Birbirimize hamle etdik. Benim hamlem ona te’sîr edip, atından düşdü. Dizi üzerine gelip, dedi ki: (Cebrâîl ve Mikâîl “aleyhimesselâm” ortasında bu işi yapan iflâh olmasın; pişmân olacakdır.) Bunu söyleyip, sağına ve soluna bakardı. Ondan sonra ben ileri varıp, başını kesdim. Abdüllah hazretleri buyurdu: (Bu bir kese dirhemi [gümüşü] tut ve sana Cehennem ateşi müjde olsun!) O bedbaht dedi ki: Eğer ölürsek vay bize, eğer öldürürsek vay bize. Keseyi bırakdı [yere atdı]. (İnnâ lillah ve innâ ...) dedi. Mu’âviye “radıyallahü anh” dedi, Ey Abdüllah! Bunun gibi sözlerin mahalli midir? Abdüllah hazretleri buyurdu ki, mescidi bina etdikleri günde herkes bir taş getirdi. Ammâr iki taş getirdi. Resûl-i ekrem ve Nebiyyi muhterem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden işitdim, buyurdular ki, (Ey Ammâr! Seni ehl-i bâgîden bir cemâ’at katl edeceklerdir.) Sonra buyurdular: (Ey Abdüllah! Ammârı katl edeni Cehennem ateşi ile müjdele!)

Yetmişbeşinci Menâkıb: Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bir gün buyurdu ki, (Yâ Alî! Yakın zemânda, seninle Âişe arasında bir hâdise vâki’ olacakdır.) O buyurdukları Cemel harbine işâret idi. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” dedi: Yâ Resûlallah! Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerinin içinde, bu bana mı mahsûsdur. Habîbullah hazretleri buyurdu: (Evet, sana mahsûsdur.) Haz-

-371-

ret-i Alî dedi ki: Öyle olur ise ben Eshâbın en bedbahtı olurum. Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Yok öyle olmazsın. Velâkin, öyle bir hâdise vâki’ olduğu zemân, onun üzerine gâlib olursun. Onu geri yerine, makâmına gönder!) Şübhesiz, emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” Cemel vak’asında, Âişe “radıyallahü teâlâ anhâ” hazretlerinin askeri üzerine zafer buldu. Âişe hazretlerini ikrâm ve ihtimâm ile Medîne-i münevvereye gönderdi.

Yetmişaltıncı Menâkıb: İmâm-ı Müstagfirî “rahimehullahü teâlâ” (Delâ-il-ün nübüvve) kitâbında bildirmişdir. Rûm kayseri, emîr-ül mü’minîn Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin hilâfeti zemânında zor süâllerini yazdı. Tafsîli (Delâ-il-ün nübüvve)de vardır. O süâlleri Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine gönderdi. Hazret-i Ömer onu okudu. Emîr-ül mü’minîn Alînin “radıyallahü teâlâ anh” önüne koydu. Hazret-i Alî onu okudu. Divit ve kalem istedi. Onların cevâbını yazdı. Kâğıdı katlayıp, kayserin elçisine verdi. Elçi, bu cevâbı kim yazdı diye sordu. Hazret-i Ömer buyurdu ki, hazret-i Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” amcası oğlu, dâmâdı ve dostu hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” yazdı. Derler ki, yehûdîden ba’zıları geldiler, dediler ki, ne oldu size ey müslimân tâifesi. Peygamberinizin vefâtından sonra, bu kısa zemânda ba’zınız ba’zınızın üzerine hücûm edip, muhârebeye başladınız. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” buyurdu ki: (Ey yehûdî tâifesi! Size ne oldu ki, henüz ayaklarınız denizin ıslaklığından kuramamış idi. Yâ Mûsâ! Bize de başkalarının ilâhları olduğu gibi ilâh yap, dediniz!) Bu cevâb ile yüzlerini kara edip, cevâb veremiyecek hâle bırakdı.

Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” buyurmuşdur ki, (Alîye ilmin on bölüğünden dokuz bölüğü verildi. Vallahi geri kalan bir bölüğünde de ortakdır.) Hattâ imâm-ı Ahmed bin Hanbel “rahimehullahü teâlâ” buyurmuşdur ki, Sahâbe-i kirâm “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerinden bize hazret-i Alînin hakkında o kadar fazîlet gelmişdir ki, Alîden “radıyallahü teâlâ anh” başkası için gelmemişdir. Seyyid-üt-tâife Cüneyd “kuddise sirruhül’azîz” buyurmuşdur ki: Emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri muhâlifleri ile muhârebeden fırsat bulsa idi, elbette ondan te-

-372-

savvuf ve hakâyık ilmi o kadar olurdu ki, gönüller ona tâkat getiremezdi. O, âriflerin başıdır. Onun sözleri vardır ki, ondan evvel kimse söylememişdir ve ondan sonra da kimse mislini söylemeğe kâdir olmamışdır. Şu şekldedir ki, bir gün minbere çıkmış idi. Buyurdu ki, bana arşın altındakilerden sorunuz! Benim içim ilm ile doludur. Bu ağzımdaki Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mubârek ağzının suyudur. O şol nesnedir ki, bana bölük-bölük verdi. Onun içindir ki, benim nefsim onun yedinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, eğer izn olsa, Tevrâtın ve İncîlin içinde olanları haber verirdim. Beni o ikisi tasdîk ederlerdi. Hazret-i Emîr-ül mü’minîn bu kelâmı kerâmet eseri buyurdu. O meclisde Da’leb Yemânî derler bir kişi var idi. Dedi ki: bu kişi ne garîb da’vâda bulundu. Elbette ben bunu imtihân ederim. Yerinden kalkıp, dedi, bir süâlim vardır. Hazret-i Alî buyurdu ki, öğrenmek ve bilmek için sor. Tecribe ve imtihân için sorma. Da’leb, sen beni onun üzerine mecbûr etdin deyip, sordu, Rabbini gördün mü yâ Alî! Hazret-i Alî buyurdu: (Görmediğim Rabbime tapacak değilim.) Sonra, nasıl gördün, dedi. Emîr-ül mü’minîn buyurdu: (O Hakkı, gözler dünyâda gördükleri şeklde göremezler. Lâkin gönüller bekâ hakîkatleri ile görür. Benim Rabbim birdir. Şerîki yokdur. Benzeri bulunmaz. İkincisi olmaz. Yer [mekân]dan münezzehdir. Üzerinden zemân geçmez. Akl ile idrâk edilmez. Yaratdıkları ile kıyâs edilmez.) Da’leb bu sözleri işitip, yüzü üzeri düşdü. Bayıldı. Bir zemân sonra kendine geldi. Dedi ki; Hak teâlâya söz verdim ki, kimseye imtihân niyyeti ile süâl sormıyacağım. Hazret-i Emîr-ül mü’minîn “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, (Eğer iş senin elinde olursa.)

Yetmişyedinci Menâkıb: İmâm-ı Fahreddîn-i Râzî “rahimehullahi teâlâ” (Tefsîr-i kebîr)de nakl etmişdir. Emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin sevenlerinden birisi bir siyâh köle idi. Bir gün onu hırsızlık yaparken tutup, hazret-i Alîye getirdiler. Hazret-i Emîr-ül mü’minîn sordu ki, (Sen mi hırsızlık etdin.) Evet ben hırsızlık yapdım, dedi. Elini kesdi. O siyâh köle, hazret-i Emîrin meclisinden çıkıp, gitdi. Yolda Selmân-ı Fârisî ve İbni Zekvâna “radıyallahü teâlâ anhümâ” rastladı. İbni Zekvân o siyâh köleye, elini kim kesdi, dedi. Siyâhî dedi ki: Emîr-ül mü’minîn kesdi. İbni Zekvân dedi: O senin

-373-

elini kesdi, sen onu medh ediyorsun. Dedi ki, niçin medh etmiyeyim ki, muhakkak elimi hak üzerine kesdi ve beni Cehennem ateşinden halâs eyledi. Selmân “radıyallahü teâlâ anh” bu sözü siyâh köleden işitip, geldi, Alîye “radıyallahü teâlâ anh” haber verdi. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” o siyâh köleyi çağırdı. O kesilen elini yine bileği üzerine koydu. Bir mendil ile örtdü. Düâ etdi. Sonra bir ses işitdik, gökden ki, hazret-i Emîre emr eyledi. Örtüyü kaldır. Örtüyü aldı. Eli Allahü teâlânın izni ile önceki durumuna gelmişdi.

Yetmişsekizinci Menâkıb: Kûfe ehâlisi dediler ki: Yâ Emîrel mü’minîn. Fırat suyu bu sene azdı. Çok ekinleri zâyi’ eyledi. Ne olur, Allahü teâlâ hazretlerinden dileyesin ki, su az olsun. Hazret-i Alî “radıyallahü anh” se’âdethânelerine girdi. Halk kapıda beklerler idi. Sonra dışarı çıkdı. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin cübbesini üzerine giymiş, mubârek sarığını başına koymuş, asâsını eline almışdı. At istedi. Ata bindi. Orada olanlar ve çocuklar etrâfında olmak üzere, Fıratın kenârına geldiler. Aşağı indi. İki rek’at nemâz kıldı. Durdu. Asâyı mubârek eline aldı, köprünün üstüne çıkdı. Hasen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretleri de berâber çıkdılar. O asâ ile sudan tarafa bir def’a işâret eyledi. Su bir mikdâr azaldı. Buyurdu ki, bu kadar kifâyet eder mi. Hepsi dediler, yâ Emîr-el mü’minîn, kifâyet eder.

Yetmişdokuzuncu Menâkıb: Cündeb bin Abdüllahil Ezdî diyor ki: Cemel ve Sıffîn harblerinde; emîr-ül mü’minîn Alî “kerremallahü vecheh” hazretleri ile berâber idim. Benim hiç şübhem yok idi ki, hak Emîr-ül mü’minîn hazretleri tarafındadır. Ne zemân ki, Nehrvâna konduk. Benim gönlüme bir şübhe düşdü. O cemâ’ati katl etmek gâyet büyük işdir. Sabâhleyin askerden ayrıldım. Yanımda bir matara su var idi. Bir yerde kılıncımı yere dikdim. Kalkanı üzerine asdım. Gölgesine oturdum. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” yanıma çıka geldi. Sordu, yanında hiç su var mıdır? O matarayı önüne koydum. Aldı. O kadar uzağa gitdi ki, görünmez oldu. Yine geri geldi. Abdest alıp, kalkanın gölgesine oturdu. O sırada bir atlı geldi. Emîri görmek istediğini söyledi. Hazret-i Alî kabûl buyurdu. O atlı dedi ki: Ey Emîr-el mü’minîn! Muhâlifler Fıratı geçdiler. Ve suyu kesdiler. Buyurdu ki: Hâyır, onlar suyu geçememişler-

-374-

dir. Bu sözü söylerken, bir şahs dahâ geldi. Vallahi ben onların sancaklarını suyun öte tarafında gördüm, dedi. Emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu; vallahi geçmediler. Nasıl geçerler ki, onların düşecek ve dökülecek yerleri buradadır. Ondan sonra durdu. Ben de durdum. Kendi kendime dedim; Elhamdülillah. Elime bir terâzî girdi ki, bu kişinin hâli bundan belli olur. Yâ o yalancı behâdırdır veyâ Allahü teâlâ hazretlerinden veyâ Resûlullah hazretlerinden hücceti vardır. Buna dayanarak bunu bilmişdir. Gönlümden dedim ki, yâ Rabbî! Seninle ahd etdim. Eğer suyu geçmiş olduklarını görürsem, o kimse ile [Alî “radıyallahü anh” ile] muhârebe eyleyen ben olacağım. Eğer geçmemiş iseler o muhâlif ile muhârebe ve mukâtele edeceğim. Askerin arasından [saflardan] geçdik. Gördük onların bayrakları evvelki gibi yerlerinde durur. Hazret-i Emîr-ül mü’minîn “radıyallahü teâlâ anh” arkamı tutdu [sıvadı] ve işin ile meşgûl ol, dedi. Ben de hamle edip, onlardan birini öldürdüm. Arkasından birini dahâ öldürdüm. Birine saldırdım. Ben ona vurdum. O da bana vurdu. İkimiz de düşdük. Arkadaşlarım beni kaldırıp, götürmüşler. O vakt kendime geldim. Hazret-i Emîr muhârebeyi bitirmiş idi. Emîr-ül mü’minîn bir şahsa durumundan haber verdi. Seni, falan mevki’de, falan hurma ağacına assalar gerekdir. Buyurduğu gibi vâki’ oldu.

Sekseninci Menâkıb: Haccâc-ı Yûsüf “Allahü teâlâ müstehâkını versin”, Kümeyl bin Ziyâdı “radıyallahü teâlâ anh”, çağırdı. Kümeyl ondan kaçdı. Haccâc-ı zâlim, Kümeylin akrâbalarının vazîfelerine son verdi. Kümeyl bunu işitdi ve dedi ki: Benim ömrüm zâten bitmişdir [yaşlandım]. Benim sebebim ile, kavmimin mahrûm olması lâyık değildir. Haccâcın yanına vardı. Haccâc dedi ki, isterim ki, seni öldüreyim. Kümeyl dedi ki: Benim ömrüm az kalmışdır. Ne diler isen onu yap. Bizim va’demiz yakındır. Benim ölümümden sonra hesâb vereceksin. Bana emîr-ül mü’minîn Alî “kerremallahü vecheh ve radıyallahü teâlâ anh” haber vermişdir ki, seni Haccâc öldürecekdir. O zâlim onun boynunu vurdu.

Seksenbirinci Menâkıb: Haccâc bir gün dedi ki, isterim Ebû Türâbın [Hazret-i Alînin] eshâbından birini katl edeyim ki, Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretlerine yaklaşayım. Hazret-i Alî

-375-

nin “radıyallahü anh”, kölesi Kanber ile sohbet etmiş olduğunu hiç kimse bilmezdi. [Hazret-i Alînin en çok sohbet etdiği kimselerden idi.] Haccâc, Kanberi çağırtdı ve dedi ki, Kanber sen misin. Kanber, evet benim dedi. Haccâc, Alî ibni Ebî Tâlib senin Mevlân mıdır, dedi. Kanber, benim Mevlâm Allahü teâlâ hazretleridir. Emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî velîm ve sebeb-i ni’metimdir, dedi. Haccâc dedi: Seni katl etmek isterim. İhtiyârınla nasıl katl olunmak istersin. Kanber dedi: İhtiyâr senindir, her ne vech ile katl edersen, ben de seni kıyâmetde öyle katl ederim. Zâten bana emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”, ey Kanber, seni zulm ile katl etseler gerekdir, diye haber vermişdi. Sonra Haccâc Kanberi “radıyallahü teâlâ anh” katl eyledi.

Seksenikinci Menâkıb: Emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” Berâ’ bin Âzibe dedi ki, (Benim oğlum Hüseyn katl olunsa gerekdir. Sen o vaktde ona yardım etmiyeceksin.) Emîr-ül mü’minîn hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh” şehîd oldu. Berâ’ bin Âzib, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” doğru söyledi. Hazret-i Hüseyn katl olundu. Ona yardım yapamadığıma pişmânım, dedi.

Seksenüçüncü Menâkıb: Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” bir seferinde Kerbelâya uğradı. Sağına ve soluna bakdı. Giryân-giryân [ağlıyarak] geçdi ve buyurdu ki: (Vallahi onların develerinin çökeceği ve onların katl olunacakları makâm burasıdır.) Eshâbı dediler: Ey Emîr-el mü’minîn! Bu ne makâmdır. Buyurdu ki: (Burası Kerbelâdır. Bu yerde, bir kavm katl olunsa gerekdir. Onlar hesâbsız Cennete girerler.) Hiç kimse bu sözlerin ma’nâsını hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin vak’ası oluncaya kadar anlamadı.

Seksendördüncü Menâkıb: Emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” Kûfeden asker istedi. Bir takım söz ve hareketden sonra, asker gönderdiler. Gelmezden evvel hazret-i Alî buyurdu ki: Kûfeden iki bin er ve de bir kişi geliyor. Eshâbdan biri, bu sözü işitdim, o askerleri bir bir saydım, buyurduklarından ne eksik, ne fazla idi, dedi.

Seksenbeşinci Menâkıb: Hayye-i Arabî, emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin eshâbından idi. Dedi

-376-

ki: Hazret-i Mu’âviye ile muhârebe sırasında, hazret-i Emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü anh” ile bir deryâ kenârında konakladık. O sırada bir kişi geldi. Dedi ki: Esselâmü aleyküm, yâ Emîr-el mü’minîn! Hazret-i Emîr-ül mü’minîn, ve aleyküm selâm, dedi. O kişi dedi: Ben Şem’ûn bin Yuhannâyım, şu kilisenin sâhibiyim, diyerek bir bina gösterdi. Bizim yanımızda bir kitâb vardır. Bu kitâb mîrâs yolu ile Îsâ “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” eshâbından intikâl etmişdir. Eğer dilersen, o kitâbı tarafınıza okuyayım. Eğer dilersen, huzûr-ı şerîfinize getireyim. Hazret-i Emîr-ül mü’minîn buyurdu ki; Oku. O kişi okumağa başladı. Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” şerefli vasflarından ve ümmetinin sıfatlarından yazıyordu. Sonunda okuduğu bir gün, (Bir deryâ kenârına bir kişi konar. Peygambere yakın olur, Zemânın ehlinden ve dinde, Peygambere yakın olur. Müşrikleri dize getirir. Mag-rib ehli ile savaşır,) yazısını okudu. Ondan sonra o kişi dedi ki: (Peygamber çıkdı. Ona îmân getirdim. Siz burada konakladınız. Huzûrunuza geldim. Hayâtda olduğum müddetce hizmetinizde olayım.) Hazret-i Emîr-ül mü’minîn “radıyallahü teâlâ anh” ve hâzır olanlar ağladılar. Buyurdu ki: (Allahü teâlâya hamd olsun ki, beni unutulmuşlardan kılmadı. Kitâbında zikr etdi.) Rivâyet eden der ki, Emîr-ül mü’minîn bana hitâb edip, buyurdu ki, ey Hayye-i Arabî! Şem’ûnu sen yanında sakla [sana emânet]. Her kuşluk ve akşam yemeklerinde onu çağırırdı. Leyle-tül-harîrde, hazret-i Mu’âviye ile ceng şiddetlendi. Şem’ûn şehîdlik se’âdetine kavuşdu. Hazret-i Emîr-ül mü’minîn, kabrine kendisi koydu. (Bizim ehl-i beytden biridir) buyurdu.

Seksenaltıncı Menâkıb: Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretleri, hazret-i Alî “radıyallahü anh” için, iki kerre güneşi batıdan geri döndürdü. Birisi, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin zemânlarında idi. Ümm-ü Seleme ve Esmâ binti Ümeys ve Câbir bin Abdüllah-el Ensârî ve Ebû Sa’îd-il Hudrî “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretleri rivâyet etmişlerdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bir gün se’âdethânelerinde oturuyorlardı. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” da huzûrlarında idi. O sırada Cebrâîl aleyhisselâm vahy getirdi. Vahyin ağırlığından hazret-i Alînin “radıyallahü –

-377-

teâlâ anh” dizine mubârek başını koydu. Güneş batıncaya kadar kaldırmadı. O sırada, güneş batdı. Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri ikindi nemâzını kılmamışdı. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri vahyden sonra, önceki hâline geldi. Buyurdu ki, yâ Alî! Senin ikindi nemâzı geçdi mi. Evet, yâ Resûlallah! Kımıldayamadım, kaldım, dedi. Ancak nemâzı îmâ ile kılmışdı. Hazret-i Habîbullah, güneşe emr buyurdu. Güneş geri dağın üzerine çıkıp, durdu. Hazret-i Alî, nemâzını kıldı. Esmâ binti Ümeys der ki, gurûb vaktinde güneşden buzağı sesi gibi bir ses geldi.

Resûl-i ekremden sonra, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” Bâbile giderken, Fırat nehrinin üzerinden geçmek istediler. İkindi nemâzının vakti idi. Eshâbdan bir cemâ’at ile kendileri asr [ikindi] nemâzını kıldılar. Diğer eshâb da hayvanlarını sudan geçirmekle meşgûl oldular. Güneş batdı. Nemâzlarını kılamadılar. Hazret-i emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” düâ eyledi. Allahü Sübhânehü ve teâlâ güneşi yerine getirdi. Nemâz kılmıyanlar, nemâzlarını kıldılar. Güneş yine batdı. O esnâda güneşden bir korkulu ses çıkdı. Eshâb korkdular. Şöyle ki, tehlîl, tesbîh ve istigfâr ile meşgûl oldular. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.

Seksenyedinci Menâkıb: Selmân-ı Fârisî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri rivâyet etmişdir. Yağmurlu bir günde mescidde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûr-ı şerîflerinde, Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerinden bir cemâ’at ile oturmuşduk. O sırada yüksek ses ile birisi, Esselâmü aleyküm, dedi. Hepimiz sesi işitdik. Ammâ selâm vereni görmedik. Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” selâmı alıp, bize buyurdu ki; (Cin tâifesinden kardeşiniz, selâmını alınız!) Hepimiz, aleyküm selâm, dedik. Fahr-i âlem hazretleri buyurdular ki, (Sen kimsin!). Yâ Resûlallah! Köleniz, cin tâifesinden Şemrah oğlu Arfetâyım. Hazret-i Habîbullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Merhabâ yâ Arfetâ! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri sana rahmet eylesin. Kendi sûretin ile bize görün!) O ân bir kıllı kimse zâhir oldu ki, yüzünü saçı bürümüş, iki gözleri bir tarafda, ağzı göğsünün üzerinde ve fil dişleri gibi dişleri var ve tırnak yerine kıymıkları var. Bu şeklde bunu görünce, hepimiz

-378-

elimizde olmadan korkup, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine bakdık. O şahs, hazret-i Sultân-ı Enbiyâya hulûs ile açıklayıp, dedi ki: Yâ Habîb-i Rabbil’âlemîn! Kavmimi dîne da’vet için ben kulunuz ile bir kimse gönder. Yine sağ-sâlim inşâallahü teâlâ getirip, huzûr-ı şerîfinize teslîm ederim. O Fahr-i âlem ve seyyid-i âdem Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki, (Bu hizmete bunun ile kim gider ise, ona Cennet vâcib olur.) O şahsın görünmesinden bir kimse cevâb vermeğe cesâret edemedi. Hazret-i Resûl-i ekrem üç kerre hitâb etdiler. Kimse cevâb vermedi. Son emrde, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” ayağa kalkıp, dedi ki, yâ Resûlallah! Emr eyle, bu hizmete ben kulun gideyim. Hazret-i Resûlallah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” dönüp Arfetâya buyurdu ki, (Bu gece Harre adlı mevzi’de hâzır ol! Senin yanına bir kimse vereyim ki, benim hükmüm ile hükm eyler. Ve benim dilim ile söyler. Ve benden cin tâifesine haberi doğru olarak iletir.)

Hazret-i Selmân “radıyallahü teâlâ anh” der ki, Arfetâ gayb olup, akşam oldu. Sonra yatsı nemâzını Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ile edâ eyledik. Eshâbın hepsi dağıldıkdan sonra, buyurdular ki: (Yâ Selmân! Yâ Alî! Benim ile geliniz!) Biz de hizmetlerince gitdik. O Harre adlı mevzi’e vardığımızda gördük ki, koyun büyüklüğünde bir deveye Arfetâ kendisi binmiş, at büyüklüğünde bir deveyi de, elinde tutmuş. Hazret-i Habîbullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazret-i Alîyi o boş deveye bindirdi. Beni de arkasına bindirdi. Benim belimi hazret-i Alînin beline bağladı. Gözlerimi sarığın ucu ile bağlayıp, buyurdu ki, (Yâ Selmân! Sakın Alî gözünü aç demeyince, gözlerini açma. Deveden in demeyince deveden inme. Allahü teâlânın ismi ile meşgûl ol. İşitdiklerinden korkma!) Dönüp, hazret-i Alîye de vasıyyet etdi. (.... Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah.) buyurdular. Sonra vedâ edip, Arfetâ önümüzce delîl olup, sür’atle yola koyulduk. Sabâh oldu. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” bana in, dedi. Ben de indim. Gözümü açdım. Gördüm ki, otsuz, susuz, ağaçsız, taşlık bir yere gelmişiz. Hazret-i imâm-ı Alî “radıyallahü anh” imâm olup, ben ve Arfetâ ona uyup, sabâh nemâzını kıldık. Ortalık aydınlan-

-379-

dıkda gördük ki, etrâfımızı cin askerleri çevirmişdi. Şöyle ki, her birinin gözleri meş’âle gibi ışık çıkarır. Heybetli şekllerde sağ ve sol tarafımızda dururlar idi. Hazret-i Alî aslâ bunlara iltifât etmeyip, âdet-i şerîfleri üzere çeşidli düâlar ile meşgûl oldular. Güneş doğup, yükselene kadar, Allahü teâlâ hazretlerine münâcât ve ibâdet ve tâ’at eylediler. Ondan sonra, ayağa kalkıp, Allahü teâlâya hamd ve senâ etdikden sonra, cin tâifesini islâma da’vet eyledi. İçlerinden biri inadcı ve kendi başına büyümüş ifrit i’tirâz edip, dedi ki, yâ Alî! Âbâ ve ecdâdımızın dîni bize bâtıl mıdır, demek istersin. Bu dediğin olmaz deyip, inâd eyledikde, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”: (Biz doğru yoldayız. Sen, Allahü teâlânın âyetlerini tasdîk etmiyor, inkâr ediyorsun) buyurup, mubârek yüzünü gök yüzüne döndürüp, İsm-i a’zam ve düâ okuyup, Kehf ve Tâ-sin ve Yasîn ve Nûn ve Kalem sûreleri üzere yemîn edip, (Ey yardım edicilerin en hayrlısı olan Allahım! Bunların üzerine ateş yağdır. Bunların kötü fi’ller işleyenleri ve inâd edenleri helâk olsun) diye düâ ve tazarru’ ve niyâz eyledi. Hazret-i Selmân “radıyallahü teâlâ anh” der ki, o ânda gördüm ki, bir zelzele olup, gökden ateş yağmağa başladı. Cinnîler bunu görünce hepsi, yüz üzerine düşdüler. Ben de kendimden geçmişim. Bir zemândan sonra, kendime geldim. Gördüm ki, bir takım cinnîleri semâdan gelen ateş yakmış. Üzerlerini dumân kaplamış. Bir zemân sonra dumân üzerlerinden gitdi. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” sağ olanlarına seslenip, buyurdu ki, Ey cin kavmi, başınızı kaldırın. Muhakkak, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri zâlim ve mütekebbir olanları helâk etdi. Tekrâr da’vete meşgûl olup, (Yâ cin kavmi ve Şemrâh oğulları, Berrâr sâkinleri! Biliniz ve âgâh olunuz ki, şimdi Muhammed Mustafâ “sallallahü aleyhi ve sellem” devridir. Hâtem-ül enbiyâ devridir. Yeryüzü başdan başa zulm ile dolmuş iken, îmân ve adâlet ile dolsa gerekdir,) deyip, Habîb-i ekremi “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” medh edip, apaçık mu’cizelerinden beyân etdi. Onu anlatan işâretlerinden anlatdıkdan sonra, cin tâifesinin kurtulanları hazret-i Alînin ilm ve kemâlinden hayret edip, Hakka boyun büküp, Resûlüne ittiba’ edip, (Allaha, Allahın Resûlüne ve Resûlünün elçisine inandık. Sözleri doğrudur. Seni yalanlamıyoruz!) deyip, îmânlarını sağlam eylediler. Hazret-i

-380-

Selmân “radıyallahü anh” buyurdular ki: Bu esnâda gece oldu. Yine o deveye binip, Arfetâ önümüzce, sabâh olmadan Harre denilen yere bizi ulaşdırdı. Deveden inip, sabâh nemâzını Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ile edâ etdikden sonra, bizi görüp, Allahü teâlâ hazretlerine hamd ve senâ etdi. Buyurdu ki, (Yâ Alî! Cin kavmini ne hâlde [nasıl] buldun!) Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” cevâb verdi ki, yâ Resûlallah! Hayrlı düânız bereketi ile, Elhamdülillah, Allahü teâlâ hazretlerine îmân getirip ve Resûlüne ittibâ’ edip, îmân nûru ile münevver oldular. Ammâ hakkı kabûl etmiyenleri, semâdan Allahü teâlânın izni ile ateş inip, helâk olduklarını beyân etdikde, Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, buyurdular ki, (Elhamdülillah! Onlardan kıyâmete kadar korku gitmez.)

Seksensekizinci Menâkıb: Ebû Hüreyre “radıyallahü anh” hazretlerinden rivâyet edilmişdir. Bir gün Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûr-ı şerîflerine vardım. Meğer önlerinde bir tabak içinde hurma var imiş. Mubârek avuçları ile bu bendenize bir avuç hurma ihsân etdiler. Saydım yetmişüç adet hurma geldi. Sonra hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” huzûr-ı şerîflerine vardım. Onların da önlerinde bir tabak hurma var idi. Yüzüme bakdı. Tebessüm edip, bir avuç hurma verdiler. Bunu da saydım. Temâmı yetmişüç adet hurma geldi. Hayretimi bildirmek için, hazret-i Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûr-ı şerîflerine geldim. Bu hayretimi söyledim. Buyurdular ki; (Yâ Ebâ Hüreyre! Bilmez misin ki, Alînin yedi benim yedimdir. Adâletde berâberdir.)

Rivâyet edilmişdir ki, bir gün emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” kapılarının önünde bir cemâ’at görüp, Kanbere sordu ki, bunlar kimlerdir. Kanber cevâb verdi ki, yâ Emîr-el mü’minîn! Bunlar sizi sevenlerdir. Alî “radıyallahü anh” hazretleri buyurdular ki, yâ, hayret! Bunlarda bizi sevenlerin simâları görünmez. Kanber dedi ki, yâ Emîr-el mü’minîn! Sizin ahbâblarınızın simâları [görünüşleri] nasıldır. Buyurdular ki: Bizi sevenlerin simâsı [görünüşü], mi’deleri boş olmakdır. Bedenleri etsiz ve yağsız, za’îf olup, dudakları susuzlukdan ağarmış olmakdır.

-381-

Seksendokuzuncu Menâkıb: Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet edilmişdir. Bir gün Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini bütün Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretleri ile ihâta edip [çevirip], oturmuş idik. O sırada hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” içeri girdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Eshâb-ı güzînin nûrlu yüzlerine, kim yer verecek diye bakdılar. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, Resûl-i ekrem hazretlerinin sağ tarafında oturmuş idi. Yerinden kalkıp, hazret-i Alîye yer verdi. Hazret-i Alî oturdukda, Habîb-i Rabbil’âlemîn hazretlerinin mubârek yüzünde, sürûr ve sevinç müşâhede olunup, Ebû Bekr-i Sıddîk hazretlerine teveccüh edip, buyurdular ki, (Yâ Ebâ Bekr! Fazîlet sâhibini, ancak fazîlet sâhibi bilir!)

Doksanıncı Menâkıb: Fadl bin Sâlim “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri rivâyet etmişdir. Bir gün emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” pazara varıp, bir gömlek satın aldı. Terziye bunun yenleri [kol uçları] uzundur, kes dedi. Terzi, dedi ki: Kesmem, zîrâ kusûrlu olur. Hazret-i Alî; aybı benim, sen kes diye emr buyurup, kesdirdi. Terzi, hazret-i Alînin kim olduğunu bilmez idi. Hey, görün bu kişi mecnûn olmuş dedi. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” bunu işitdikde, şâd ve handân olup, Elhamdülillahi teâlâ, dedi. Sordular, yâ Emîr-el mü’minîn! Bu beyhûde ve ma’kül olmıyan söze niçin hamd etdiniz. Buyurdular ki, bir gün, Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden işitdim, buyurdular ki: (Bir kimseye deli denilmedikçe îmânı temâm olmaz!) Niçin hamd etmiyeyim ki, bu kimse benim îmânıma şehâdet etdi.

Amr bin Kays “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Bir gün emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin elbisesinde bir çok yerinde yama görüp, dediler ki, yâ halîfe-i Resûlillah! Bu kadar hazîneler elinde iken, yamalı elbise giymek size revâ değildir. Cevâb verdiler ki: Mü’minler bize uysunlar. Kalblerinde huşû ve inkisâr hâsıl olsun. Bize yamalı giymek de uygun olur.

Doksanbirinci Menâkıb: Bir gün Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, hazret-i Alînin rikâbını [atı-

-382-

nın özengisini] tutana, buyurdu ki; (Aliyyül Mürtedâ senin elinde şehîd olsa gerekdir.) O kimse işitip, çok üzüldü. Ağlıyarak Aliyyül Mürtedânın huzûruna geldi. Tedarru’ ve niyâz edip, dedi ki, yâ Alî! Kanım sana halâl olsun. Beni hemen bu ân katl eyle. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, sebeb nedir ki, bu sözü söylersin. Utanarak dedi ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bana buyurdular ki, Alînin şehâdeti senin elinde olsa gerekdir. Bu yüz karalığı benden vâki’ olmadan dilerim ki, ben senin zülfikârın ile öleyim de, dünyâda ve âhıretde yüzü siyâh olmıyayım. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, bir nesneyi ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri ezelde takdîr etmiş olsun, onu değişdirmek mümkin olur mu? Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri bana şehîdlik mertebesi müyesser etmiş olsun. Ben o şehîdlik elbisesini giymek istemez miyim. Bu kıssayı Server-i kâinât “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bana senden evvel haber vermişdi. Bu işe gönlüm hoşdur. Sen de gönlünü hoş tut. Bu sırrı gizli tut. Kimseye açma. Ben sana evvelki iltifâtımdan dahâ çok iltifât ederim.

Doksanikinci Menâkıb: Hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” şehâdeti beyânındadır. (Lübâb-ül-elbâb) adlı kitâbda yazılıdır. Muhammed bin Cerîr Taberî der ki, emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” Nehrvân cenginden döndü. Abdürrahmân bin Mülcem ve Pîrek bin Abdüllah ve Amr bin Ebî Bekr; her üçü hâricîlerden idiler. Ric’at mezhebini tutarlar idi. O muhârebeden, çok insan katl olunduğu için korkmuşlardı. Üçü aralarında, Mu’âviye, Alî ve Amr bin Âs “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerini katl etmeyince, âlem, fitne ve fesâd ve muhârebeden kurtulmaz. İslâm kuvvetli olmaz. Eğer biz de katl olunursak, yine sevâb kazanırız. Zîrâ büyük fitneyi def’ etmek hayrlı işdir, diye andlaşdılar. Abdürrahmân bin Mülcem dedi; ben Alîye kâfi gelirim. Amr bin Ebî Bekr dedi; ben Amr bin Âsa kifâyet ederim. Pîrek dedi, ben Mu’âviyeye kâfi gelirim. Her üçü tedbîr aldılar ki, aynı günde ve aynı sâatde bu işi işleyeler. Abdürrahmân bin Mülcem; hazret-i Alîye “kerremallahü vecheh” vardı. Pîrek; hazret-i Mu’âviye tarafına gitdi. Amr bin Ebî Bekr, Mısra Amr bin Âs tarafına gitdi. Her biri bin dirheme bir kılınç almışdı ve zehr ile su vermişlerdi.

-383-

Hazret-i Mu’âviye nemâza geldi. Pîrek o kılınç ile ona vurdu. Mu’âviye düşdü. Halk toplanıp, Pîreki tutdular. Hazret-i Mu’âviye dedi, bu işi niçin yapdın. Pîrek hâdisenin temâmını, üçünün arasında olanları haber verdi. Hazret-i Mu’âviye emr etdi, onu öldürdüler. Tabîb getirdiler. Tabîb gelip, Mu’âviyeyi gördü. Dedi ki, yâ Mu’âviye, sizin yaranız, zehrli kılınç yarasıdır. Üç şey arasında muhayyersin. Yâ ölümü istersin. Yâ sabr edersin, yarayı dağlarım. Yâ sana bir şerbet veririm ki, içdikden sonra aslâ çocuğun olmaz. Hazret-i Mu’âviye dedi ki: Ölümü istiyemem. Ateşe [dağlamağaya] da dayanamam. Ammâ bir evlâdım var. Ona kanâat ederim, deyip, şerbeti içdi. İyi oldu. Hazret-i Mu’âviye ondan sonra buyurdu; Cum’a mescidinde bir maksûre yapdılar. Bu maksûre âdetini hazret-i Mu’âviye koydu ki, halîfeler düşmanların hîlelerinden uzak olsunlar. Amr bin Ebî Bekr; karârlaşdırılan vaktde Amr bin Âsın yanına vardı. Amr bin Âsın yüreği tutmuşdu, ya’nî râhatsızlanmışdı. O gece nemâza çıkamadı. Sehl Amirîyi yerine nâib gönderdi. Amr bin Ebî Bekr, kılıncını ona vurdu. Onu öldürdü. Amr bin Ebî Bekri tutdular. Amr bin Âsın huzûr-u şerîflerine getirdiler. Amr bin Âs hazretleri emr buyurdu. O fâsık ve münâfığı öldürdüler.

Ba’zı âlimler dediler ki, Emîr-ül mü’minînin şehâdet sebebi o idi ki, Nehrvân harbi yapıldı. Hâricîler dörtbin er idiler. Temâmı öldürüldüler. Dokuz er kurtulup, Kûfe tarafına doğru fîrâr etdiler. Kûfe şehrine vardılar. Kûfe şehrini feryâd-ı figân kapladı. Abdürrahmân bin Mülcem yoldan geçerken, öldürülenlerin birinin evinden ağlama sesleri işitdi. Kutâm adında genç bir kadının babası ve kardeşleri o harbde katl olunmuşlardı. İbni Mülcem o kadının ardınca gitdi. Dedi ki, eğer erin [kocan] yoksa; senin, vasfları şu şeklde olan biri, erin olmak ister, râzı olur musun. Kadın dedi, niçin râzı olmıyayım. Lâkin, benim velîlerim ve akrabâlarım vardır. Onlara danışmam lâzım. İbni Mülcem dedi, ma’kûldür. Kadın gitdi. İbni Mülcem izince [ardından] gitdi. Kadın bir eve girdi. İbni Mülceme dedi ki, sen burada dur. Seni çağırdığım zemân içeri gir. O kadın içeri girip, kendini süsledi. Kokular süründü. Pâk [güzel, temiz] elbise giydi. Gâyet cemâl ve kemâlde oldu. Evdekilere dedi ki, bir kerre bana bakdıkda perdeyi salınız. Sonra İbni

-384-

Mülceme, içeri gel, dedi. Abdürrahmân bin Mülcem içeri girip, o şekliyle bir kerre ona bakdı. Hemen ona âşık oldu. Kadını istedi. Kadın dedi, sen benim mehrime ta’kat getiremezsin. O dedi ki, ne mikdâr istersin. Kadın dedi, üçbin dirhem sâfî gümüş. İki çalgıcı câriye ve Alî bin Ebî Tâlibin katli. İbni Mülcem dedi ki: Gümüş ve câriye kolaydır, ammâ, Alînin katli mümkin olmaz ki, ben Alînin sirâclarındanım. Bunu nasıl yapabilirim. Eğer beni ister isen, muhakkak bunu yapmalısın. Gümüş ve câriye için fikrini yorma. İbni Mülcem dedi ki: Bir darbeye kanâat edersen, kabûl ediyorum. Bir kılınç getir. Kadın, zehrli su verilmiş kılınç getirdi. Ramezân-ı şerîfin onüçü idi. Emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” oturdu. Hasen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerine buyurdu ki, bugün Ramezân-ı şerîfin kaçıncı günüdür. Dediler, onüçüncü günüdür. Buyurdu ki: Kaç gün kaldı. Dediler, onyedi gün kaldı. Buyurdu ki: Muhakkak, yüzüm başımın kanı ile boyanacakdır. Abdürrahmân bin Mülcem için dedi ki, (Ben onun yaşamasını istiyorum. O benim öldürülmemi istiyor.) Abdürrahmân bunu işitdi. Emîrin huzûruna vardı. Dedi ki: Yâ Emîr-el mü’minîn! İşte elim, işte boynum. İster isen elimi kes, ister isen boynumu vur. Emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, bana nişân vermişdir ki, seni (Benî Murâd)dan bir kimse öldürse gerekdir. Ben günâh etmemişe karşılık yapmam. Ramezân ayının yirmiüçü oldu. Bu la’în evinde yatmışdı. Sabâh oldu. Emîr-ül mü’minîn, nemâza gitmek için kalkdı. Serâyda [evinde] bir kaz vardı. Çağırdı, [bağırmağa başladı]. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: (Bağırmaları, ağlamalar ta’kîb eder.) Hasen “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri dedi: (Yâ babacığım! Bu ne sözdür!) Buyurdular ki: Bu söz odur ki, gönlüm şehâdet olacağımı haber verir. Ben bu ayda katl olunurum. Sonra serâyın [evinin] kapısını açdı. Bir çivi kaftanına takılıp, yırtdı. Hazret-i Emîrin gönlü daraldı. Mescide vardı ve (Allah yolunda mücâhede eden, bir olan Allahdan başkasına ibâdet etmiyen mü’mine yol açın) diye halkı uyardı. Abdürrahmân bin Mülcem o zemân kadın ile berâber idi. O zemân müezzinin sesini işitdiler. Kadın dedi ki, kalk işini iyi gör. Gönlün şâd olarak geri dön. Ben işitdim, Alî bin Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anh” hazret-

-385-

lerinden ki; Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki; (Önce gelenlerin en şakîsi, Sâlih aleyhisselâmın devesini öldürenler, sonra gelenlerin en şakîsi de Alînin kâtilidir.)

İbni Mülcem kalkdı. Kılıncını kuşandı. Kendisini uyuyanlar arasında gizledi. Emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” mihrâba geçdi. O la’în bedbaht iki secde arasında, hazret-i Emîr-ül mü’minînin mubârek başına bir kılınç vurdu. Ka-zâ-i ilâhî ile o kılınç darbesi, Ahzâb harbinde, Amr bin Abdûd hazret-i Alînin mubârek başına vurmuşdu; oraya rast geldi. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” aklı başından gidip, kalkdı. Elini bir direğe vurdu. Mubârek parmakları taş direkde iz etdi. Hasen “radıyallahü teâlâ anh” imâmete geçdi. Nemâzı sür’atle kıldılar. Bir kavlde hazret-i Emîr Cu’de bin Cübeyre imâm ol diye buyurdu. Hazret-i Emîr-ül mü’minîn “radıyallahü teâlâ anh” düşdü. Halk kalkdı, kâtili aramağa gitdiler. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Ne ararsınız. Beni vuran kimse, şimdi filan kapıdan içeri girer. Bütün yollar İbni Mülcem üzerine bağlandı. Geri döndü. Hazret-i Emîr-ül mü’minînin işâret buyurduğu kapıdan girdi. Hayrân ve dermande bir kimse ona dedi ki: Sana ne olmuşdur, meğer Emîrül mü’minîni vuran sensin. O inkâr etmek istedi. Sonra ikrâr etdi. Onu tutup, hazret-i Emîrin huzûruna getirdiler. Hazret-i Emîr buyurdu ki: Ey bîçâre. Niçin bu işi yapdın. Evlâdlarımı yetîm etdin. Mü’minlerin gönüllerini gamlı etdin. İslâm askerinin belini kırdın. İbni Mülcem durdu. Birşey demedi. Emîrül mü’minîn buyurdu: Vefât edinceye kadar bunu zindâna koyun. Hasen ve Hüseyn ve Muhammed bin Hanefiyye “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerini huzûrlarına getirip, vasıyyet etdi. Buyurdu ki: Her zemân esîrlerinize yiyecek veriniz. Aç koymayınız. Hazret-i Alînin kerîmeleri Ümm-ü Gülsüm zindâna vardı. Ağlıyarak, İbni Mülceme dedi ki: Ey bedbaht. Emîr-ül mü’minîn bugün iyidir. Yarın seni öldürürler. İbni Mülcem dedi ki: O iyi olmaz. O kılınç zehr ile sulanmışdır. Eğer iyi olsa, sen niçin ağlarsın. Ümm-ü Gülsüm “radıyallahü anhâ” hazretleri ona kızıp, dışarı geldi. Ramezânın yirmiyedinci günü oldu. Emîr-ül mü’minîn, Ümm-ü Gülsüm hazretlerine buyurdu ki, evden dışarı çık. Evin kapısını bağla. Çıkıp

-386-

kapıyı kapadı. Hasen “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri orada oturdu. Evin içerisinden bir ses işitdi ki, meâl-i şerîfi, (Âyetlerimizi inkâr edenler bize gizli değildir. Kıyâmet gününde ateşe atılan mı, güven içinde gelen kimse mi dahâ iyidir. Dilediğinizi işleyin. Doğrusu o yapdığınızı görendir) olan Fussîlet sûresinin 40.cı âyet-i kerîmesini okuyordu. Ondan sonra şu sesi işitdiler ki, (Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” vefât etdi. Ebû Bekr vefât etdi. Ömer, Osmân ve Alî “radıyallahü teâlâ anhüm” katl edildi [şehîd edildi].) Hasen “radıyallahü anh” hazretleri anladı ki, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” vefât etdi. Evin kapısını açdı. Gördü ki, dünyâdan göç etmiş. Hasen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretleri yıkadılar. Muhammed bin Hanefiyye su dökdü. O Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden arta kalan hanûtu mubârek bedenine saçdılar ve defn etdiler. Kûfe mescidinin ortasında defn edildi. Ertesi günü İbni Mülcemi katl etmek için getirdiler. Dedi ki, beni öldürmeyin. Gidip, Mu’âviyeyi öldüreyim. Yemîn ederim ki, yine geri gelirim. Hazret-i Hasen “radıyallahü teâlâ anh”, hâyır, senin öyle bir ma’rifetin olamaz, öldürün bu mel’ûnu buyurdu. Onu öldürdüler. İmâmın şehâdet mertebesine kavuşduğu gün, Ramezân-ı şerîfin yirmiyedisi idi. Ba’zıları demişler ki, yirmiüçü idi. Ba’zıları ellisekiz yaşında idi, dedi. [63 yaşında idi.] Dört sene on ay hilâfet etdi. Dokuz hanımı nikâh ile almış idi. Hazret-i Fâtıma-tüz-zehrâ “radıyallahü teâlâ anhâ” hayâtda iken hiç hanım nikâh etmedi. Fâtıma “radıyallahü anhâ” hazretlerinden üç oğlu oldu. Hasen, Hüseyn ve Muhsin. Muhsin çocuk iken vefât etdi. Ba’zı âlimler ve eshâb-ı hadîs rivâyet eylemişdir ki, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” bütün gazâlarda Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ile berâber bulunmuşdur. Tebük gazâsında, onikinci menkıbede tafsîli geçdi. Annesi Fâtıma binti Esed bin Hâşim olup, müslimân olmuşdu. Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye hicret edip, orada vefât etdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri cenâze nemâzını kılıp, defn etdikde, buyurdu ki, (Bu benim anamdır). Nemâzını kıymetli evlâdı hazret-i Hasen “radıyallahü teâlâ anh” kıldırdı. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin yaşında ve

-387-

Ebû Bekr ve Ömerin “radıyallahü teâlâ anhümâ” yaşında idi. Yüzüğünde; (Allahü melik-ül hakk-ül mübîn) yazılı idi. Kâtibi Abdüllah bin Râfi’i idi.

Doksanüçüncü Menâkıb: Emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü anh” hazretlerinin âdet-i şerîfleri bu idi ki, nemâza dursa, âlem alt-üst olsa, hiç haberi olmazdı. Hattâ rivâyet ederler ki, bir cengde, mubârek ayağına ok dokunup, demir kısmı kemiğe girmiş idi. Çıkmayıp, kemikde kaldı. Cerrâha gösterdiler. Cerrâh dedi ki, sana bayıltıcı bir ilâc içirmek îcâb eder. Aklın gitsin [bayılasın]. Ondan sonra demiri çıkarmak lâzımdır. Yoksa, bunun ağrısına tehammül edemezsin. Emîr-ül mü’minîn “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, buyurdu: İlâca ne lüzûm var. Sabr eyle. Nemâz vakti gelsin. Nemâza durdukdan sonra çıkar. Nemâz vakti geldi. Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri nemâza durdu. Cerrâh da, mubârek ayağını yarıp, kemik arasından demiri çıkardı. Cerâhat yerini sardı. Hazret-i Alî nemâzı bitirdi ve cerrâha sordu ki, çıkardın mı. Dedi, evet çıkardım. Fekat, hazret-i Alî, ben bu demiri çıkardığını duymadım, buyurdu. Ne güzel Alî ki, ne güzel nemâzı o kılmışdır. İbni Mülcem o mubâreğin bu ahvâline muttâli olduğu için, gözetip, nemâzda vurmuşdur [şehîd etmişdir].

Doksandördüncü Menâkıb: Rivâyet ederler ki, Allahü Sübhânehü ve teâlâ azze şânühü hazretleri Nûh alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâma gemi yap, diye buyurdu. O da gemiyi yapdı. Temâmladıkda, üç tahta artdı. Nûh aleyhisselâm buyurdu ki: Yâ Rabbel’âlemîn! Bu üç tahtayı ne yapayım. Allahü tebâreke ve teâlâ buyurdu ki, yâ Nûh! Benim bir dostum vardır. Ona Alî derler. Âhır zemânda gelir. Bu tahtalar ona tabut olmakdan gayri işe yaramaz. Bu tahtaları filan yere iletin. Orada bir kabr kazın. Bu tabutu o kabre defn edin. Meleklere emr edeyim. O kabri dostum o kabre varıncaya kadar [o zemâna kadar] ziyâret etsinler.

Rivâyet ederler ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine buyurdu ki; (Yâ Alî! Benim yanımda bir sır vardır. Bana Cebrâîl aleyhisselâm bildirmişdir. Sana bu sırrı açıklayayım ki, senin kabrin Nûh aleyhisselâm zemânında bir yerde kazılmışdır. Ben o yeri

-388-

bilmiyorum. Halkdan da bir kimse bilmez. Ecelin yaklaşdığı sırada, Hasen ve Hüseyne vasıyyet eyleyip, de ki: Ben öldüğüm vakt, yıkayın ve kefene sarın. Tabuta koyup, nemâzımı kılınız. Âlem-i gaybdan bir deve gelip önünüzde çöker. Beni o devenin üzerine koyun. Benim ardımca Kûfe kapısına kadar gelin. Ondan sonra beni koyun. Siz geri dönün.) O hazret [hazret-i Alî] de, hazret-i Hasene ve hazret-i Hüseyne bu vasıyyeti buyurdular. Hazret-i Hasen ve hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ” dediler ki, yâ babamız bize destûr ver. Cenâzenin ardınca varılacak yere kadar gidelim. O hazret [hazret-i Alî], buyurdu ki, destûr yokdur. Böyle varınız ve hemen kapıdan geriye dönünüz. O iki sultân da, o mahalde vasıyyeti gözleyip dururken, bakdılar, bir deve gelip, huzûrlarında çökdü. Cenâzeyi üzerine yüklediler. Kûfe kapısına kadar vardılar. Deve gitdi. Bunlar da geri döndüler. Sabâh olunca, Kûfe ehli toplandılar. Emîr-ül mü’minîn “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini niçin çıkarmazsınız ki, techîz ve tekfîn işini görelim, dediler. Hasen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ” buyurdu ki, bu işler bu gece yapıldı. Yâ bize niçin haber vermediniz, dediklerinde, hazret-i Hüseyn buyurdular ki, dedemiz, şöyle şöyle vasıyyet etmiş idi. Biz de o vasıyyeti sakladık. Kıssayı başlangıcından sonuna kadar haber verdiler.

Doksanbeşinci Menâkıb: Emîr-ül mü’minîn Alî “kerremallahü vecheh” hazretlerinin kabr-i şerîfleri yeryüzü ile berâber olup [düz olup], örtülü idi. Bir gün Hârûn-ür-reşîd (Arneyn) tarafında avlanıyordu. Ahûlar [ceylânlar] da oraya gelmişdi. Onların üzerine, doğan [kuşu] salıp ve av köpeği gönderdiler ise de, geri dönerler idi. O yerin yaşlılarını getirip, bunun sırrı nedir, diye sordular. Dediler ki: Atalarımızdan bize böyle erişmişdir ki, emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin kabr-i şerîfi buradadır. Hârûn-ür-reşîd o sözü kabûl eyledi [doğrudur dedi]. Hayâtda olduğu müddetçe her sene gelir, o makâmı ziyâret ederdi.

Doksanaltıncı Menâkıb: Bir gün emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, dün gece Risâletpenâh “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini rü’yâda gördüm. Dedim ki: Yâ Resûlallah! Ümmetinden bana gelen bu mihnetler ve husûmetler nedendir. Buyurdu ki, (Onlar üzerine düâ ey-

-389-

le!) Dedim ki: Yâ Rabbî! Bana onlardan iyi karşılık ver. Onların üzerine benden dahâ az fâideli olanı getir. Hemen o günde düâsı müstecâb olup, şehîd oldu.

Doksanyedinci Menâkıb: Emîr-ül mü’minîn Hasen “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet ederler. Emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh ve kerremallahü vecheh” vefât etdi. Dışarı gidiniz diye bir ses işitdik. Bu Hüdânın bendesini [kulunu] yalnız bırakınız, diyordu. Biz de dışarı çıkdık. Evin içinden bir ses geldi: Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri vefât etdi. Onun vasîsi şehîd oldu. Ümmetin hâfızı [koruyucusu] kim olsa gerekdir, dedi. Birisi de cevâb verdi: Her kim onların sırrını tutar ve onların izinden giderse, ümmetin bekçisi olur. Ses kesildi. İçeri girdik. Onu gasl olunmuş ve kefen sarılmış bulduk. Nemâzını kılıp, defn eyledik.

Doksansekizinci Menâkıb: Emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî, oğulları Hasen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerine vasıyyet etmişdi: Ben vefât etdiğim zemân, beni tabutun üzerine koyunuz. Dışarı çıkarınız. Arneyn tarafına götürünüz. Orada bir beyâz taş görürsünüz. Ondan her tarafa ışık saçmakdadır. O yeri kazınız. Orada güşâde makâm bulursunuz. Beni oraya defn ediniz. Her ne şeklde vasıyyet eyledi ise yerine getirdiler. O yeri buldular. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.

Doksandokuzuncu Menâkıb: Hazret-i emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” âhırete sefer etdikde, Hasen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretleri merkad-ı şerîfine [mezârına] defn etdiler. Geri dönerken, yolda bir fakîre rast geldiler. Hazîn ses ile figân ediyordu. Hâlini sorduklarında, cevâb verdi ki: Ey azîzler! Ayrı düşmüş bir garîbim. Mihnetim çok. Gamımı paylaşacak kimse yok. Dediler: Yâ bu âna kadar gamını kim ile paylaşırdın. Dedi ki: Bir seneden beri, hergün bu şehrden bir şahs gelip, benim ile, ünsiyet eder, alâkalanırdı. Bütün ihtiyâclarımı te’mîn edip, giderdi. İsmi nedir, dediler. İsmini bilmiyorum. Sordum, cevâb vermedi ve benim merhametim Hak içindir, dünyâ şöhreti için değildir. Sûreti [yüzü] ve hey’eti [vücûdu] nasıldı, dediler. Dedi ki: Ben a’mâyım. Am-

-390-

mâ, bu kadar bilirim ki, iki gündür yanıma uğrayıp, ahvâlimi sormuyor. Dediler: Davranışları nasıldır. Dedi ki: Meşgûliyyeti tesbîh ve tehlîl ile idi. Hattâ, tesbîh ve tehlîline meleklerden cevâb işitdim. Belki, kapı ve dıvârların ta’zîm etdiğini de his ederdim. (Miskîn miskîn ile garîb garîb ile oturur) buyururdu. Şeyhzâdeler bu haberden giryân olup, dediler ki, ey dervîş: bu dediğin nişânlar, Alî bin Ebî Tâlibin nişânlarıdır. Dedi ki: Ey mahdûmlar [oğullar]. Ona ne oldu. Dediler, bir bedbaht onu şehîd etdi. Biz onun kabrinden geliriz. Dervîş o haberden muzdarib olup [üzülüp], figâna başladı. Dedi ki: Ey şeyhzâdeler. Büyük ceddiniz hürmeti için olsun, beni o serverin mezârı yanına götürün. Şeyhzâdeler [Hasen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ”] merhamet edip, bir elini hazret-i Hasen ve bir elini hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ” tutup, emîr-ül mü’minîn Alînin “radıyallahü teâlâ anh” kabr-i şerîfine götürdüler. O dervîş, kabr üzerine düşüp, dedi ki: Ey Allahım! Bu kabr sâhibinin hurmeti için, ben fakîri, hor ve zelîl, kimsesiz bırakma. Bu dertlerime ortak olana kavuşdur. Düâsı Allahü teâlânın kazâ hükmüne uygun olup, o ân rûhunu teslîm etdi. Beyt:

Katre [damla] deryâya [denize] kavuşdu,

Zerre hurşîde [güneşe] intikâl etdi [kavuşdu].

Şeyhzâdeler o dervîşin techîz ve tekfînini yapıp, nemâzını kılıp, o mevki’de defn etdiler.

Yüzüncü Menâkıb: Hazret-i Hüseynin menâkıbıdır. Hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh” Kerbelâda, evlâd ve eshâbı şehâdet şerbetini içip, yalnız kaldıkdan sonra, Zeynel’âbidîn hazretlerini huzûr-ı şerîflerine çağırdı. Dedesinden ve babasından vedî’a bırakılan emânetleri ona verdi. Hazret-i Fâtımanın “radıyallahü teâlâ anhâ” Mushaf-ı şerîfini ve kimseye nasîb olmıyan ilmleri ona teslîm etdi. Kendisini Vâcib-ül vücûd hazretlerinin hükmüne bırakdı. Beyt:

Safâ zülâli [suyu] bir bağdan-bir bağa akdı,

Nûr, bir çırâğdan bir çırâğa akdı.

 Emânetleri teslîm etdikden sonra, Cennet ziyâfetine gideceğini anlayıp, karâr kılıp, dostlar düğününe giderken süslen-

-391-

mek âdetdir, deyip, saçlarının ve yüzünün tozlarını giderip, kıymetli kumaşdan yeni elbiselerini giydi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin sarığının sargılarını yeniledi. Şehîdlerin seyyidi hazret-i Hamzanın “radıyallahü teâlâ anh” kalkanını omuzuna alıp, Alî Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin Zülfikârını kuşandı. Resûl-i ekrem hazretlerinin Zül-cenâh ismli burak gibi giden atına bindi. Mubârek eline ejderhâ gibi bir mızrak alıp, zînetlerini temâmlıyarak, ehl-i beytine [çoluk çocuğuna] vedâ edip, meâl-i şerîfi (Seni, Allahü teâlânın görmesi kâfidir) olan âyet-i kerîmeyi yâd edip, harb meydânına girdi. Yezîdin askerleri hazret-i Hüseynin üzerine hücûm edip, ok yağmuruna tutdular. Hazret-i İmâm bu hâli görüp, hamle etmek üzere iken, bir toz bulutu hâsıl olup, her taraf karanlık oldu. Bu hâlde iken, acâib kılıklı, heybetli bir şahs göründü. Başı merkep başı gibi idi. Ayakları aslana benzerdi. Hazret-i Sultân-ı Kerbelânın hizmeti ile müşerref olup, ceddine, babana, selâm olsun, deyip, hazret-i Hüseynin bindiği atın tırnağını öpdü. Hazret-i Hüseyn de onun selâmına cevâb verip, dedi ki: Ey bahtlı kimse. Sen kimsin. Bu tenhâ yerde garîb olarak ne yaparsın. Dedi ki: Yâ Resûlallahın torunu! Bu diyârda bulunan cinnîlerin serveri [efendisi]yim. Bana (Za’fer) cinnî derler. Temiz ceddinin şerefli zemânında müslimân olmuşdum. Azîz babanın âzâdlısıyım. Senin kemter kölenim. Efendimsin, efendim oğlu efendimsin. Geldim ki, hizmetinde bulunayım. İzn veresin ki, sana sitem edenlere amellerinin netîcesini, onlara göstereyim. Hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh” ona buyurdu ki, Benim babam ne zemân senin ile bulunmuşdur. Za’fer dedi ki; müslimân oldukdan sonra, kâfir cinnîler ile harb ederken, gâlib geldiler. Beni askerim ile berâber helâk edecekleri sırada çâresiz kalıp, kimseden de yardım ihtimâli kalmamış idi. Zarûrî olarak, yüzümü yerlere sürüp, Rabbimin dergâhına münâcat edip ve ceddin Muhammed Mustafâyı “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” şefâ’atcı yapıp, dedim ki; Yâ Rabbî! Bu kadar mü’min ve muvahhid kullarını müşriklere kırdırır mısın diye ağlayıp, sızladım. Hâtıfdan bir nidâ geldi ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin Eshâbından birisi Basrâ şehrine gitmişdir. Onu çağır dedi. Ben de kim olduğunu bilmiyordum. Hemen sesli olarak üç kerre çağırdım: Ey Resûlullahın sahâbesi, Allahü teâlânın izni ile

-392-

gel dedim. O hâl içinde gördüm ki, bir şânı yüksek Sultân zuhûr edip, yetişdi. Hiç fırsat vermeyip, kâfir cinnîleri kırıp, helâk etdi. Ben âcizi onların ellerinden kurtardı. Sonra yanına varıp, mubârek ayaklarına yüzümü sürüp, dedim ki, Sultânım, sen kimsin! Buyurdu ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin eshâbından Alî bin Ebî Tâlibim. Ondan sonra yine se’âdetle ve devletle Basrâ şehrine vardılar.

Hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Yâ Za’fer! Hüsn-i i’tikâdına ve vefâkâr yâr olduğuna memnûn olduk. Lâkin insan şekline girmeğe eğer kudretin var ise, muhârebeye girmene izn veririz. Za’fer, dedi ki: İnsan şekline girmeğe izn yokdur. Hazret-i Hüseyn buyurdu ki: İnsan şekline girmeğe izn yok ise, muhârebeye girmeğe izn yokdur. Erlik değildir, bu heybetin ile bu kadar insanı sana kırdırmak; hoş değildir. Yâ Za’fer, tam hizmet mahallinde yetişdin. Allahü teâlâ senden râzı olsun. Za’fer de ağlıyarak vedâ edip, gitdi.

(Diğer rivâyet): (Hadîka) kitâbında nakl edilen rivâyet de şöyledir. Hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, yâ Za’fer! Siz latîf cismsiniz. Sizin insanlar ile muhârebe etmeniz insâf olmaz. Zîrâ bu zulm olur. Ben zulmü revâ görmem. Za’fer dedi ki: Yâ İmâm! İnsan sûretine girip, ceng edelim. Nitekim Bedr muhârebesinde melekler insan sûretine girip, Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” yardımcı oldular. Hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, yâ Za’fer! Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine Bedr muhârebesinde şehâdet va’d olunmamışdı. Kurtulması için yardım olunması lâzım idi. Allahü teâlâ meleklere yardım emri verdi. Hâlbuki ben ilm-i ilâhîde görmüşüm ve bilmişim ki, bugün şehîd olup, Rabbime kavuşurum. Bu dünyâdan öbür âleme göç ederim. Bu bir sâat için dostlarımı zahmete salmak münâsib değildir. Za’fer, muhârebeye girmek için izn alamadı. Vedâ edip, ağlıya ağlıya geri döndü. Gayret sâhibinin gayreti gidince, zulmet ortaya çıkar. Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri meydâna çıkdı. Bu hikâyeden ma’lûm olur ki, Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin lutf ve keremlerine nihâyet yokdur. Zîrâ, bu cümleden anlaşılıyor ki, eğer karşı tarafdan intikâm almak istese idi, cinnîler askerine emr eyler, bir an içinde o zâlimleri kırıp, târumâr ederlerdi. Kendileri de o tehlikeden

-393-

kurtulmak imkânı bulurdu “radıyallahü teâlâ anh”.

Yüzbirinci Menâkıb: Nazm şeklinde (Siyer)den nakl olunmuşdur:

Vaktidir ey bülbül-i gâfil uyan,

Bir nazar kıl aç gözün, ola ıyân.

 

Kim senin bağın değildir, işbu yer,

Her kimi kim besler ise, iş bu yir.

 

İşte gel kim var, gülistânın senin,

Cân ilinde tâze bostânın senin.

 

Sa’y kıl kim eresin ol gülşene,

Himmetini bağlama sen bu külhâna.

 

Cîfedir bu, cîfeye aldanma sakın,

Sen seni bu yerde devâmlı kalır, sanma sakın.

 

Ey perîşân dil (gönül), oturma dilfikâr,

Söyle bu söz, senden ola, yâdigâr.

 

Sîreti ol kim rivâyet eyledi,

Bunu bu resme hikâyet eyledi.

 

Râvî ider, bir yehûdî var idi,

Askeri çok, ismi Dâvüd-i Şa’yâ idi.

 

Var idi bir kal’ası, yuvarlak büyük,

Kim iki kat, yüksek yerde, muhkem yapılı.

 

Seng-i hârâ idi, ak taşdır yeri,

Burcları yüce, düzenli her biri.

 

İki kat dıvârlı idi her biri,

Yedi arşın idi, dıvârının eni.

 

Hendeği var idi ki, enli ve derin,

Kim içi su idi ki, dolu ve derin.

 

Bir kaya üstünde muhkem yapılı,

İçi-dışı asker ile dopdolu.

 

Râvî der ki, ona benzer üstüvar [muhkem],

Ol Hicâz ilinde, yokdur bir hisâr.

 

Çün işitdi Dâ’vüd-ı Şa’yâ bunu,

Hep döküldü, merhabü meyser kanı.

-394-

Katî hışm etdi kakdı ol la’în,

Pes çağırdı askeri derdi hemîn.

 

Atına bindi o, oldu süvâr,

O la’în, gürbüz er idi, nâmdar.

 

Bindi asker, kaldırıp sancak ve alem,

Çaldılar zurna ve nakkâre zil hem.

 

Bir kabîle var idi, ânda yakın,

Ki müslimânlardı, onlar ehl-i din.

 

(Beni Zühre) kabîlesi idi, bu mü’min kabîle,

O mel’ûnun askeri döndü dedi;

 

O Benî Zühre iline varalım,

Vuralım o ili, halkın kıralım.

 

Kim Muhammed da’vetin onlar kabûl,

Eylemişler, aldatmış onları ol.

 

Âbâ-ı ecdâd dînin terk etmişler,

Muhammed ile ahd-i berk eylemişler.

 

Onların erlerinin hepsini kıralım,

Kadın ve çocuklarını, ne varsa alalım.

 

Yehûdîlere ne kim etdi ise ol,

Biz edelim onlara hem dahî bol.

 

O Muhammed görsün acı nicedir,

Uyku görmez gözlerim, kaç gecedir.

 

Bu sözüyle ılgâr idip, gitdiler,

Gâfil iken il içine yetdiler.

 

Erkeğinin ulusunu kırdılar,

Küçüğü ile dişisini sürdüler.

 

Aldılar hem, malların, davârların,

Kırdılar hem, bulduğu adamların.

 

Bir iş oldu onlara kim her giz ol,

Kimseye öyle belâ olmuş değil.

Arabın Şikâyeti

Bu yakada bir gün o sultân-ı din,

Fahr-i âlem rahmeten lil âlemîn.

-395-

Mescid içre otururdu o imâm,

Geldi Câbir, kapıdan verdi selâm.

 

Yâ Resûlallah dedi, bostânımız,

Hoş yetişdi tâze nahlistânımız [Nahle: Hurma].

 

Dilerim zahmet buyurup, gelesin Sen,

Ki bostâna gelince şâd olam ben.

 

Ayağın tozunu bostânıma sal,

Mubârek ola, nahlistânıma sal.

 

Kabûl eder, Resûlullah dururlar,

Sahâbe ile o bostâna varırlar.

 

Direrler, tâze tâze hurma yirler,

Ne tatlı tâzedir bu hurma derler.

 

Hemandem karşıdan bir toz göründü,

Gelir tutmuş yolu düp-düz göründü.

 

Toz yarıldı, çıka geldi bir arab,

Bir eğersiz ata binmiş ki, acib.

 

Gövdesi başdan ayağa kara kan,

Kan içinde sanki, gark olmuş heman.

 

Geldi Peygamber katında ağladı,

Şöyle kim yaşı gözünde çağladı.

 

Yaşını sildi arab, hem söyledi,

Hizmetinde geldik, îmâna dedi.

 

Allah birdir, hem Resûlsün mutlaka,

Emrin ile kulluk ederdik Hakka.

 

Gâfil iken bir gece biz nâgehân,

Dâvüd-ı Şa’yâ çerîsi ile nihân.

 

Geldi, çarpdı, bizi gâret eyledi,

Halkı kırdı, çok hasârat eyledi.

 

Er kişisini kırdı, dökdü kanını,

Aldı malın, avretini, oğlanını.

 

Oğlumuz, kızlarımız oldu esîr,

Sen meded eyle bize ey dest-gîr.

 

Bunu dedi, hay hay ağladı,

Cümle ol halkın yüreğin dağladı.

-396-

Hem Sahâbe dahî giryân oldular,

Ol kişiye çok merhamet kıldılar.

 

Ol Resûlün hem mubârek gözüne,

Geldi yaş, rahm etdi [acıdı] onun sözüne.

Tetimme

Hem bu söz için geldi Cebrâîl,

Hak selâm verdi, sana kim şöyle bil.

 

Hem buyurdu size, ta’cîl edesiz,

Ol la’înin üstüne siz gidesiz.

 

Kal’asının üstüne sen gidesin,

Hak sana nusret verir seyr edesin.

 

Döndü andan pes Resûlullah eve,

Mescide vardı hemen ive ive [acele].

 

Pes buyurdu kim Bilâl etdi nidâ!

Mescide geldi kamu mîr ve gedâ.

 

Mescid içi-dışı doldu mü’minîn,

Minbere çıkdı Resûlullah hemen.

 

Okudu hutbe, Hakka hamd eyledi,

Döndü hem Eshâbına da pend [nasîhat] eyledi.

 

Sonra dedi, dinleyin ey Hak askeri,

O Benî Zühredeki kardeşleri.

 

Onları kâfir nice kırmış hemân,

Gâfil iken onları vurmuş hemân.

 

Hak buyurdu, kim, ona biz varalım,

Kıralım onları, boynun vuralım.

 

Siz ne dersiniz, maslahat ne görelim,

Varalım mı üstüne, yâ duralım.

 

Dediler, yâ Resûlallah kamûmuz [hepimiz],

Senin fermânın altıdır özümüz.

 

Tutarız Hak emrini biz cân ile,

Oynayalım, baş yolunda cân ile.

 

Hak teâlâ düşmanın öldürelim,

O yehûdînin tomarın [defterin] dürelim.

-397-

Pes düâ kıldı Resûl, dedi durun,

İmdi, bugün hep hâzırlıklar görün.

 

 Hak emrin tutmağı bilin ganîmet,

Bugün ki tân [şafak]la ideriz azîmet.

 

Sem’an ve tâan [baş üstüne] deyip, dağıldılar,

Her birisi cenk hâzırlığın kıldılar.

 

Ertesi gün oldukda asker fevc-fevc,

Her biri gitdi geyimli fevc-fevc.

 

Pehlivânlar bindiler çapan süvar,

Kim dokuz bin er ata oldu süvar.

 

Çağırdı Mikdâdı çünki geldi o,

Bir alem evvel ona verdi Resûl.

 

Sen mukaddem ol dedi, önce yürü,

Bin kişi koşdu, behâdır, her biri.

 

Sonra Resûlullah dedi, hani Alî!

Geldi dahî dediler, ol dem Velî.

 

Çağırdı Selmânı, dedi var ona,

Muntazırım der Resûlullah sana.

 

Vardı Selmân, gördü giyinmiş Alî!

Ceng silâhın hep kuşanmış ol Velî.

 

Fâtıma tutmuş eteğini komaz,

O çekinir gitmeğe ki, onu komaz.

 

Dedi, Selmân; yâ Emîr olgıl suvâr,

Kim Resûlullah durubdur intizâr.

 

Sem’an ve tâan [baş üstüne] deyip, bindi atına,

Dedi, geldi o Resûlün katına.

 

Hem Zübeyr bin Avvâm o şir-i ner,

Yaralı idi, yatar idi meğer.

 

Gazâ sırasında yimişdi nice ok,

Hem de taşlar dokunmuş idi çok.

 

Çün işitdi ki, Resûl cenge gider,

Kalkdı yerinden hemen o şir-i ner.

 

Dedi hâtunu; mecâlin yokdurur,

Durma gel kim cenge hâlin yokdurur.

-398-

Sözünü hâtununun dinlemedi,

Kim yaram var diye hiç eğilmedi.

 

Bindi, Peygamber katına geldi ol,

Bir alem [bayrak] de ona verdi Resûl.

 

Bin kişi de ona verdi ıyân,

Sağ yanımca gel dedi yâ Pehlivân.

 

Bir alem kaldırdı kim adı ikab,

Âl senindir yâ Alî dedi ikab.

 

Bin kişi koşdu ona da dilîr [yiğit],

Askerin ardınca gel der yâ Emîr.

 

Gece gündüz yürüdüler gitdiler,

Çün Kureyzâ kal’asına yetdiler.

 

Kâfire oldu haber, kim çok çeri,

Geldi, yetdi üşde islâm leşkeri [askeri].

 

Dört yakadan ili varın sürdüler,

Asker hep, kal’a içre girdiler.

 

Burcların üstüne oklar kurdular,

Kendiler kal’a içine girdiler.

 

Yetdi nâgah, erdi islâm leşkeri,

Önce Mikdâd emrindeki bin çeri.

 

Çünki kal’a yakınına yetdiler,

Görünce Mikdâdı onlar bildiler.

 

Askerini tanzîm edip, durdu la’în,

Arkasını kal’asına verdi hemîn.

 

Gördüler kim kopdu bir toz nâgehân,

Bin kişi ile Zübeyr geldi hemân.

 

Geldi pes koşum-koşum oldem çeri,

Fahr-i âlem Enbiyâlar Serveri.

 

Hoş düzenli, hem müzeyyen her biri,

Yahşî ulular, teçhizâtlı askeri.

 

Râvî der: Ehl-i islâm ol zemân,

Ki düzenli idi, bilgili bî gümân.

-399-

Şebde [gecede] yıldızlar gibi saf saf gelür,

Kim giyimli toz içinde berk vurur.

 

Çün yehûdîler bakar onu görür,

Kim, bu asker böyle düzenli durur.

 

Bu tertîb, bu envâr ve bu zînet,

Yehûdî gönlüne saldı hezîmet.

 

Dilediler dönüp kaçmak hisâra,

Ona da etmediler cesâre [Ona da cesâret edemediler].

 

Çün işitdi, Dâvüd-ı Şa’yâ bunu,

Kim dönerse, boynuna dedi, kanı [boynunu vururum].

 

Korkmayınız ben olayım size dımân,

Öldürürüm de vermezem emân.

 

İşbu denli bâgîye de ne cevâb,

Yalnız kim vereyim buna cevâb.

 

Olmadı ceng ol gün akşam oldu der,

Kondu askerler yerlerini aldılar.

 

Müslimânlar sabâha dek kıldı nemâz.

Etdiler Allaha çok, dürlü niyâz.

 

Çün sabâh oldukda etdiler nidâ,

O ezândan göklere erdi sadâ!

 

Korkdu kâfirler kamu andan hemîn,

Çünki kıldılar nemâzı mü’minîn.

 

Durdu, bindi her birisi atına,

Geldi ulular Resûlün katına.

 

Yâsadılar [yerleşdirdiler] askeri hoş meymene [sağ kanat],

Meysere [sol kanat] kalbu cenâh durdu yine.

 

Meymene ucunda Ammârı koydu,

Pes Alîye ortada dur sen dedi.

 

Kendisi birkaç sahâbi ile bile,

Bir yüce yerde durdular bile.

 

Askerini yerleşdirdi kâfir de,

Dizdiler sağın solun onlar da.

-400-

Çün iki asker karşılıklı geldiler hemân,

Çıkdı islâm askerinden nâgehân [bir asker çıkdı].

 

Dedi bir er girdi cevelân eyledi,

Bî tekellüf kasd-ı meydân eyledi.

 

Adı Dırâr idi hem hâs-ı Resûl,

Pehlivân-ı gürbüz idi gâyet de ol.

 

Pes yehûdî askerinden çıkdı dîr [asker],

Adı Hüssan bin Kârin bir dilîr [cesûr kimse].

 

Girdi cevlân etdi [meydânda dolandı], cenge durdular,

Birbirine çün kılınçlar vurdular.

 

Vurdu bir darbe ona Dırâr Pehlivân,

Ki, iki pare olup, düşdü hemân.

 

Verdi cânın tamuya düşdü la’în,

Durdu Dırâr diledi er pes hemîn.

 

Bir mübâriz [cengci] girdi, adı Danyâl,

Etdi, Dırâr ile çok ceng ve cidâl.

 

Çok oyunlar geçdi, o hîleci, ona,

Âkıbet fırsat bulup, Dırâr ona.

 

Şöyle sapladı göğsüne ol pehlivân,

Düşdü tamu inlerine [yerlere serilerek] verdi cân.

 

Girdi Heyyâc adlı bir er pes hemân,

Cenge girdi, vermedi dahî emân.

 

Hayli ceng eyledi Dırâr ile ol,

Ceng uzadı, Dırâr oldu pes, melûl.

 

Nâra atdı, vurdu ağzından onu,

Cânı gitdi, tamuya düşdü teni.

 

Durdu Dırâr yine cevlân eyledi,

Er diledi, döndü devrân eyledi.

 

Dâvüd-ı Şa’yâ kalkdı negahân,

Depdi atın girdi meydâna hemân.

 

Zırhlı Dâvüd ileri yaşında hod,

Kılıcı elinde sanki yanar od [ateş].

-401-

Nâra atdı, heybet idüb haykırır,

Girdi meydân içine cevelân urur.

 

Bildi Dırâr, tanıdı onu hemân,

Hamle kıldı, vermedi bir dem emân.

 

Nîzesi [mızrağı] göğsüne idi yakîn,

Çaldı kılınç ile onu ol la’în.

 

Bâkisin Dırâr bırakdı, hemîn,

Kılıncına yapışınca ol la’în.

 

Urdu tiz destlik edip, bir darb ona,

İki pâre kıldı kaldılar dona.

 

Düşdü Dırâr, orada oldu şehîd,

Nâra atdı, mağrûr oldu ol pelîd.

 

Oldu Dırâr için cümle mü’minler melûl,

Gürbüz idi, hem melûl oldu Resûl.

 

Çıkdı islâm askerinden bir civân,

Mürre tebnî Dârî adlı pehlivân.

 

Ol la’în onu dahî kıldı şehîd,

Katî mağrûr oldu, o mel’ûn pelîd.

 

Kimse girmedi dahî meydâna,

Askerin depdi hemen sağ yanına.

 

Döndü ondan, sol yana depdi la’în,

Çıkdı ândan kalbe değdi [merkeze geldi] ol la’în.

 

Birbirine vurdu şöyle leşkeri [askeri],

Oka tutdular, hemen döndü geri.

 

Durdu meydân içre cevlân eyledi,

Yâ Muhammed, nerde Senin askerin dedi.

 

Var ise bir pehlivân gelsin bugün,

Pehlivân kimdir, bu halk görsün bu gün.

 

Dedi, Hâzin oğlu Sa’di pes hemân,

Hoş mübâriz pehlivân idi civân.

 

Hamle kıldı dahî vermedi emân,

Kâfir ile cenge durdu bir zemân.

-402-

Gördü kâfir Sa’di kim key erdürür,

Hamlesini def’ eder, darbeler vurur.

 

Hîle düzdü, onda bir mekr eyledi,

Yâ yiğit, ben bir acâiblik gördüm, dedi.

 

Düşdü çaldım atının bir ayağını,

Üç ayağı ile durur ol bayağı.

 

Sandı, gerçek; geri bakdı hemîn,

Bir kılınç vurdu hemân dem o la’în.

 

Kim, ikiye biçdi kıldı onu şehîd,

Düşdü atından hemen dem o yiğit.

 

Ziyâde oldu, mel’ûnun gurûru,

Çağırıp, haykırır, ider sürûru.

 

Kimse girmez dahî çün girdi la’în,

Depdi askerden yana, sürdü hemîn.

 

Bir iki adam yaraladı yine,

Döndü andan, yürüdü asker kalbine [ortasına].

 

Ok yağmuruna tutdular o kâfiri,

Korkdu ondan yine ol döndü geri.

 

Durdu meydân içre, cevlân eyledi,

Yâ Muhammed, hanî ensârın dedi.

 

Hanî Kays ve ne oldu Mikdâdın hani,

Korkdu, benzer pehlivânların hani.

 

Ger onlar korkdu ise, hanî ol dilîr [yiğit],

Şol Alî adlı behâdır nerre şir [erkek arslan].

 

Şâh-ı merdân diyü ad almışdır,

Şimdi niçin geride kalmışdır.

 

Kendini bir sınasın gelsin beri,

Ger gelirse dahî sağ varmaz geri.

 

Pes Resûlullah dedi, Haydar hani,

Zahr-i islâm fethi o server hani.

 

Hâzır idi, dedi, lebbeyk, şâh hemân,

Yâ Resûlallah, buyur dedi revân.

 

Varayım ben onu bîcan edeyim,

Kan ile toprakda galtan [yuvarlanıcı] edeyim.

-403-

Pes Resûlullah dedi, var yâ Alî,

Kim, sana nusret yakındır yâ Velî.

 

Bil ki Allah, hem Resûlullah sana,

Kim, meded edicidir önden sona.

 

Şâh-ı Merdân kasdı meydân eyledi,

Girdi, hoş, şâhâne cevlân eyledi.

 

Dâvüd-ı Şa’yâ onu gördü hemân,

Hamle kıldı, ya’nî kim vermez emân.

 

Kâfirin çün hamlesini gördü imâm,

Çekdi kınından kılıncını temâm.

 

Nâra atıp, şöyle haykırdı ona,

Aklı gitdi kâfirin, kaldı dona.

 

Titredi a’zâları pes ol la’în,

Atını ardına sıçratdı hemîn.

 

Pes, çekildi bir yere, durdu geri,

Kim, dağılmış aklını derdi geri.

 

Hem dedi kim, yâ yiğit nedir adın,

Kim bu resme havf ve heybet eyledin.

 

Şâh-ı Merdân dedi adımdır, Alî,

Dedi kâfir, seni isterim belî.

 

Nâra atdı, çekdi kılıncın la’în,

Şâh-ı Merdân üstüne sürdü hemîn.

 

Şâh onu gördü ki, bir hoş pehlivân,

Pes, mudâra etdi onunla hemân.

 

Ya’nî, kim tutam idem dedi esîr,

Tâ müslimân ola, bir rükn ola dîr.

 

Nâgehân bir kılınç vurdu o la’în,

Şâh-ı Merdân başına erdi hemîn.

 

Aldı kalkana hem ol dem şâh onu,

Çün, müslimân olmaz ol bildi onu.

 

Pes, kalkdı, nâra atdı ol Emîr,

Bir kılınç vurdu ona ol nerre şîr [erkek arslan].

-404-

Sağ yanında şöyle kim çaldı onu,

Sol yanından ol iki böldü onu.

 

Düşdü ondan iki pâre ol la’în,

Kan ile toprağa bulandı hemîn.

 

Şâh-ı Merdân yine cevlân eyledi,

Bir mübâriz var mıdır, gelsin dedi.

 

Çünki onu öyle gördüler yehûd,

İ’timâd ederdi ona çün cehûd.

 

Orada öyle olduğunu gördüler,

Kaçdılar kal’a içine girdiler.

 

Yapdılar kapıyı, burçda durdular,

Atdılar ok, mancınıklar kurdular.

 

Müslimânlar ol işi çün gördüler,

Ok ile bunlar da cenge durdular.

 

Kuşatdılar yirmibeş gün hisârı,

Ki ceng idi kamu leylü nehârı.

 

Pes Resûlullah buyurdu siz dahî,

Mancınık düzün atalım biz dahî.

 

Durdu bir er İbni Amr idi adı,

Yâ Resûlallah düzerim ben dedi.

 

Lâkin ağaç yok, bu ağaçlar kamu,

Hem yemiş ağaçlarıdır cümle bu.

 

Bunu böyle söyleyince o hemîn,

Geldi gökden indi Cebrâîl Emîn.

 

Dedi, Hak teâlânın selâmı var,

Buyurdu; bu âyeti Resûlüme ver:

(Hurma ağaçlarından kesmeniz veyâ aslı üzere terk etmeniz Allahü teâlânın izni iledir. Böylece, bu iznle kâfirler rüsvay olurlar.) [Haşr sûresi 5.ci âyet-i kerîmesi meâli.]

Pes Resûlullah buyurdu: Hak teâlâ,

Bu ağaçları bize kıldı halâl.

 

Çünki bu vakt ona muhtâç olmuşuz,

Başka ağaç yok, nâçar kalmışız.

-405-

Pes, ağaçdan yetdikçe kırdılar,

Düzdüler tiz, mancınığı kurdular.

 

Atdılar bir taşı bârû üstüne,

Düşdü sankim burcu yıkmak kasdına.

 

Bir de atdılar içeri düşdü ol,

Kâfir cânibine korku düşdü bol.

 

Bu resme cengle çün erdi akşam,

Müslimânlar varıp kıldılar, ârâm.

 

Müslimânlar bülend tekbîr ederler,

Kamûsu onlarını bir ederler.

 

Müslimânlar sabâha dek nemâzı,

Kılıp etdiler, Allaha niyâzı.

 

Kimi tesbîh, kimi Kur’ân okudu,

Uyumadı biri çün, sabâha erdi.

 

Ezân okundu, kıldılar nemâzı,

Düâ kıldılar etdiler, niyâzı.

 

Hemân dem kal’aya karşı berâber,

Koşup bağladılar, şöyle serâser.

 

Pes getirdi pehlivânlar her biri,

Mancınığa komağa, bir taş iri.

 

Getirdi ânda taşı ol Ammâr,

Dilâver pehlivânlar başı Ammâr.

 

Koyuben mancınığa ol atdı,

Havadan kal’anın içine yetdi.

 

Düşüp bir yere vîrân eyledi ol,

Dokuz kişiyi bîcan eyledi ol.

 

Onun ardınca Mikdâd atdı bir taş,

Dokundu dört eve, ol kıldı hışhaş.

 

Onun ardınca Sa’d bin Ubâde,

Ki Hazrec ulusu şeyh Suâde.

 

Atar çünki havâya çıkdı ol taş,

İnip bir kubbeyi o kıldı hışhâş.

-406-

Pes getirdi şâh-ı Merdân ol Alî,

Mancınığa koydu bir taş, ol Velî.

 

Râvî der: Pehlivânlar her biri,

Mancınığa koydu, bir taş iri.

 

Atdılar herbiri bir iş eyledi,

Kâfirin cânibine teşvîş eyledi.

 

Ol arada dahî bir taş kalmadı,

Kim ki vardı taş aradı, bulmadı.

 

Çünki, taş arandı, bulunmadı,

Taş bitince Resûlullah üzüldü.

 

Çünki başka taş bulunmadı, Resûl,

Ol mubârek hâtırı oldu melûl.

 

Hak teâlâdan getirdi ol selâm,

Dedi, çünki taş bulunmaz yâ imâm.

 

Hak teâlâ şöyle fermân eyledi,

Mancınığa girsin aslanım dedi.

 

Varsın ol içine düşsün kal’anın,

Kim, onun fethi elindedir Anın.

 

Pes, Resûlullah dedi, kim yâ Alî!

Cebrâîl geldi, dedi kim yâ Velî!

 

Kim, koyam bu mancınığa ben seni,

Bu hisâra atayım, ey Hak aslanı.

 

Hiç ziyân erişmez sana uş ben dımân [kefîl],

Feth eden bu kal’ayı sensin hemân.

 

Şâh-ı Merdân dedi, yüzüm üstüne,

Her ne emr olunduysa, gözüm üstüne.

 

Yoluna olsun fedâ cânım benim,

Hâtırıma geldi bu mâni’ benim.

 

Kim beni kal’aya atınız dedim,

Yine dedim iş Hakdır, ben ne diyem.

 

Pes, Resûlullah dedi kim Enbiyâ!

Her ne endîşe ede yâ Evliyâ.

 

Düşe Hakkın işine ol mutâbık,

Muhâlif olmaz, olur ol muvâfık.

-407-

Kim anların hemîşe gönlü hâzır,

Hakkın yanındadır, Hak ona nâzır.

 

Aldı kalkanın kılıncın pes Alî,

Geldi girdi mancınığa ol Velî.

 

Tutdu bile ol nebîler Serveri,

Atdılar gitdi havâya Haydarı.

 

Çün havâya çıkdı ol Hak aslanı,

Kakdı kılınç arkasıyla kalkanı.

 

Nâra vurdu, şöyle haykırdı emîn,

Sanki gök gürledi, sarsıldı zemîn.

 

Çünki kâfirler görür bu heybeti,

Hep kurudu, güçleri ve kuvveti.

 

Çün Alî idi havâdan gördüler,

Kaçdılar evli evine girdiler.

 

Bağlayıp kapıların oturdular,

Canlarından ümîdi götürdüler.

 

Belleri kurudu, tutmaz elleri,

Gözleri görmez tutuldu dilleri.

 

Şâh-ı Merdân pes, kapıya yürüdü,

Çekdi kopardı, kapıyı sürüdü.

 

Geldi mü’minler hisâra girdiler,

Kâfiri yerli yerinde kırdılar.

 

Kırdılar erkek, koymadılar diri,

Gâret etdiler dişisin herbirini.

 

Aldılar malını esîrin tutdular,

Sağ selâmet evlerine gitdiler.

 

Sağlığıyla o Medîne şehrine,

Geldiler anda Resûlüyle bile.

 

Ol Resûlün hizmetinde şâdgâm,

Oldu bu kıssa, burada hem temâm.

 

Mustafânın yüzü-suyu hurmeti,

Cümlemize müyesser kıl rahmeti.

-408-