Alî bin
Ebî Tâlib “kerremallahü vecheh ve radıyallahü teâlâ anh”, ikrâm ve ihsân sâhibi
dördüncü yârdır. Dindeki müşkiller onunla çözülmüşdür. Kardeşlik mesnedinin
seyyidi odur. Fütüvvet sofrasını o kurmuşdur. Neseb-i şerîfleri Alî bin Ebî
Tâlib bin Abdülmüttalib, Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin neseb-i tâhirlerine ikinci babada [atada]
birleşir ki, Abdülmüttalibdir. Neseb cihetinden bundan yakın yokdur. Ammâ,
fazîlet husûsu, tertîb-i hilâfet üzeredir. [Üstünlük sırası, hilâfet
sırasıdır.]
Birinci Menâkıb: Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” hazretlerinin doğuşları
hakkındadır. Doğumları Mekke-i mükerremede vâki’ olmuşdur. [Hicretden yirmiüç
sene evvel tevellüd etmişdir.] Fil vak’asından otuz, İskenderden dokuzyüzonbir
sene ve Pervîzin pâdişâhlığından sekiz sene geçmiş idi. Vâlidesi Fâtıma hâtun
binti Esed bin Hâşim, bir gece rü’yâda gördü ki, evi nûr ile doldu. Kâ’benin
etrâfında olan dağlar Kâ’beye secde ediyorlardı. Eline dört kılınç verdiler.
Elinden düşüp dört yana dağıldılar. Biri suya düşdü. Biri havâya uçup gitdi.
Biri elinden düşüp kırıldı. Biri elinde bir aslan olup, hem kaçar. Hem dağlara
düşer. Heybetinden bütün mahlûklar kaçarlar. Benî âdemden bir kimse yanına
yaklaşamaz. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretleri o aslanın yanına varıp ve tutup, kendine boyun eğdirir.
Aslan ona itâ’at eder. Mubârek ayaklarına yüzünü ve gözünü sürüp, hizmet-i
şerîflerinden ayrılmaz. Bu rü’yâdan dört ay geçmiş idi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Fâtıma hâtunun
benzine bakıp, anladı. Dedi ki ey ana! Hâlin nedir. Yüzünde bir değişiklik
vardır. Dedi ki, ey oğul! Hâmileyim. Himmet et, oğlum olsun. Bana bağışlar
isen, ben de sana düâ ederim, dedi. Fâtıma hâtun, ey oğul, vallahi bu oğlanı
sana nezr etdim. Senin olsun, dedi. Ebû Tâlib de kabûl edip, o da, ben de sana
bu oğlanı nezr eyledim, ey oğul, dedi. Hemen Resûlul-
lah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri düâ edip, vücûda gelen o oğlan Alî Mürtedâ oldu. Çünki dokuz
ay hâmilelik temâm oldu. Dünyâ mülküne hazret-i Alînin nûru direk gibi göründü.
Râvî der ki; hazret-i Alî doğduğu zemân, Peygamber-i Hüdâ “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” geldi. Mubârek parmağı ile, mubârek ağzının tükrüğünden alıp,
hazret-i Alînin ağzına koydu. O da o mubârek ağız suyunu yutdu. Bu sebeble her
sözü hikmet oldu. İlmi kemâlde oldu. Afv, kudret, se’âdet ve kerâmet sâhibi
oldu. Hem zafer ve nusretin sultânı oldu. Zühd, takvâ, vera’, fadl, kerem ve
bütün güzel huyları topladı. Kulağına Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri tekbîr ve tehlîl okudu. Adını da
Alî koydu. Dedi ki, Allahü teâlâ hazretleri bunun adına Alî dedi. Annesi adına
Haydar dedi. Zîrâ rü’yâda onu aslan olmuş gördü. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ayrıca Allahü teâlânın aslanı dedi ve hem
Aliyyül Mürtedâ budur, buyurdu. Mubârek elleri ile kendisi yıkadı. Mubârek
başından sarığını çıkarıp, ikiye böldü. Bir bölüğünü başına bağladı. Bir bölüğü
ile bedeninin yaşını sildi. Böylece mü’minlerin başlarının tâcı oldu. Ona nasîb
olan bu se’âdet, eshâbdan kimseye nasîb olmamışdır.
Ba’zı
rivâyetde şöyle bildirilmişdir: Annesi Fâtıma hâmileliğinin son günlerinde,
ziyâret niyyeti ile Beyt-i şerîfe girer. Beyt-i şerîf içinde iken doğum
sancıları başlar. Dışarı çıkmağa kâdir olamayıp, Beyt içinde doğurur. Doğumu
beyt içinde olur.
Âişe-i
Sıddîka “radıyallahü teâlâ anhâ” rivâyet ederler. Bir gün Server-i âlem
seyyid-i veled-i âdem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri
oturuyordu. Hazret-i Alî gelip, geçdi. Buyurdu ki, yâ Âişe! Bil ki Alî arabın
seyyididir. Ben dedim ki, yâ Resûlallah, sen değil misin? Buyurdu ki, Ben cümle
insanların seyyidiyim. Türk, tatar, hind, arab ve acem kavmlerinin seyyidiyim.
O arab kavminin seyyididir.
Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Alînin “radıyallahü teâlâ anh” beşiğini
sallar idi. Beşiğinden çıkarıp götürürdü. İletir ve gezdirirdi. Her ne vakt ki,
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
gelse, Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, derîn uykuda bile olsa duyardı
[uyanırdı] ve beşiğinden kollarını çıkarırdı. Ellerini hazret-i Resûlün boynuna
sarar-
dı. O da hemen alıp, bağrına
basardı. Alînin “radıyallahü teâlâ anh” annesi Fâtıma der ki: Dedim ki, ey
cihânın bir dânesi! Müsâde ediniz, bunu [çocuğu] biz götürelim, bu işler
[çocuğa bakmak] bizim işimizdir. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki, (Bu çocuk doğmadan
evvel, bunu bana vermediniz mi? Bu benimdir, siz karışmayınız!)
Râvî
(rivâyet eden) der ki, bir gün Server-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri Harem-i şerîfe geldi. Aliyyül Mürtedâ omuzunda idi. İnsanlar
[halk] oturup, pehlivânları söyleyip, herbirinin erliğini vasf ederlerdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” dönüp
onlara buyurdu ki: (Bu omuzumdaki oğlan, bu söylediğiniz erlerin hepsinden
üstün pehlivân olacakdır. Yeryüzünde buna benzer bir pehlivân olmıyacakdır.
Sizin saydığınız erlerin çoğunu bu öldürecekdir ve defterlerini dürecekdir.)
Beyt:
Dünyâ
halkı toplansa bir yana,
Yalnızca bu kalırsa bir yana.
Aralarında
ceng olursa,
O gâlib gelse gerekdir.
Allahü
teâlâ onu gâlip kılar,
Bunun gibi bir süvâri gelmedi.
Onun
gibi bir süvâri görmedi bu zemân,
Kılıncını bir ân sallasa.
Ceng
ola ki, günde bin kişi katl eder.
Onlar
dediler ki, yâ Muhammed-ül Emîn! Biz seni, akllı ve sâdık, büyük kimse zan
ederdik. Bu nasıl sözdür. Sen bir küçük çocuk için böyle söyliyorsun. Sen ona
nasıl güveniyorsun. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri se’âdetle buyurdular ki: (Siz bunu unutmayınız.
Nice yıllar sonra görürsünüz bu oğlanı!) Râvî der ki, üç yaşına girdiği zemân, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri ile nemâz kıldı. Babası Ebû Tâlib onu gördü. Birşey söylemedi.
Annesi söyledi ki, görürmüsün bu Alî, o Muhammed ile nemâz kılıyor. Kâ’beye
karşı secde ediyor. Bizim putlarımıza tapmaz. Ebû Tâlib dedi ki, yâ Fâtıma! Biz
onu Muhammede vermişiz. Her ne yaparsa hakdır.
Savâb
olur [doğrudur]. Henüz ma’sûmdur. Muhammed hangi dinde olursa, Alî de onun
yoldaşı olsun, ayrılmasın. Birgün, Resûl-i ekrem,
Alî ile nemâz kılarken Ebû Tâlib at ile gidiyordu. Alî, Resûlullahın sağ yanında dururdu. Meğer Ca’fer-i Tayyâr
“radıyallahü anh” hazretleri Ebû Tâlibin atının ardında idi. Dedi ki, ey
gözümün nûru, in sen de var, Muhammedin sol yanında dur. Onlar ile sen de nemâz
kıl. Devlet sâhibi keşf ve sır sâhibi olasın. Ca’fer de inip, vardı ve sol
yanına durdu. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri bakdı, gördü ki, Ca’fer de geldi, yanına durdu.
Gönlü şâd oldu. Nemâz kılıp, bitirdikden sonra, buyurdu ki: (Yâ Ca’fer! Sana
müjdeler olsun ki, Hak Sübhânehü ve teâlâ sana iki kanat verir. Yer yüzünden tâ
Cennete kadar uçarsın. Menzilin Cennet, refîkin Hûrîayn olur. Kavuşmak
istediğin Rabbilâlemîn olsun!)
Ba’zı
rivâyetde, doğumları fil senesinden otuz sene geçdikde, Harem-i Kâ’bede, Receb
ayının onüçünde Cum’a günü vâki’ olduğu bildirilmişdir. Nakl edilir ki, Yemen
diyârında Mirem adında müttekî bir âbid vardı. Zâhidlerin zâhidi idi. Kalb-i
şerîfleri mâsivâdan pâk idi. Yüzdoksan senelik ömrlerini ibâdet köşesinde
geçirip, mala mülke hiç bakmamış, seccâdeden gayri bir menzile ayak basmayıp,
mihrâbdan başka yere dönmemiş idi. Bir gün münâcât etdi: İlâhî! Harem-i
muhteremin sâkinlerinden ve Kâ’be-i muazzamanın büyüklerinden birinin dîdârı
[yüzünü görmek] ile müşerref olmak, istiyorum. Riyâsız düâsı kabûl oldu. Ebû
Tâlib Mekke-i Mükerremenin şerefli büyüğü ve Kâ’be-i muazzamanın en kerîm
sâkini idi. Bir seferde iken yolu o zâhid ve âbidin makâmına uğradı. Mirem Ebû
Tâlibe gerekli ta’zîm şartlarını yerine getirdikden ve durumunu sordukdan
sonra, Ebû Tâlib dedi ki: Mekke diyârında beni Hâşim kabîlesinden Abdülmuttalib
oğlu Ebû Tâlibim. Zâhid bu haberden çok sevinip, tekrâr ta’zîm edip, dedi ki:
Elhamdülillah [Allahü teâlâya hamd olsun], murâdım hâsıl oldu, düâm kabûl oldu
[eseri açığa çıkdı]. Ey Ebû Tâlib; geçmişlerden bize şöyle bildirilmişdir ki,
Abdülmuttalibin iki torunu olup, biri Abdüllahın sülbünden zuhûra gelip,
Peygamber olur. Biri Ebû Tâlibden zâhir olup, se’âdet sâhibi olur. Peygamber
otuz yaşına geldikde Alî dünyâya gelir. O Nebî ki, herkesin beklediği
Peygamberdir. Henüz açığa çıkmamışdır ya’nî’ gelmemişdir. Ebû Tâlib dedi ki:
Ey şeyh!
Nebî dünyâya gelip, henüz yirmidokuz yaşındadır. Mîrem dedi ki: Yâ Ebâ Tâlib!
Mekkeye döndükde, o ma’bûdün dergâhının yakını olana benden selâm götür. Arz et
ki, Mîrem şehâdet eder ki, benzeri, ortağı olmıyan Allahü teâlâ vardır ve Sen
onun Peygamberisin. Ey Ebû Tâlib! Senden mütevellid olan azîze de selâm götür.
Ebû Tâlib [karşılarında] bir kurumuş nâr ağacı görüp, imtihân yolu ile dedi ki:
Ey Şeyh, isterim ki, bu ağaçda meyve ve yaprak olsun. Senin sâdık olduğuna
delîl olsun. Şeyh, Hakkın dergâhına ilticâ ve tedarru edip, dedi ki: İlâhî!
Nebî ve Velî hurmeti için, sıfatlarını beyân edip, geleceklerini söyledim. Beni
mahcûb etme. Derhâl kuru ağaçdan yapraklar ve iki dâne nâr meydâna geldi. Şeyh
o nârların birini Ebû Tâlibe verdi. Ebû Tâlib, parçalayıp, iki dânesini yidi.
Rivâyet edilir ki, o dâneler nutfeye sirâyet edip, Alîyyül Mürtedânın vücûdunun
başlangıcı oldu. Değerli bir süs taşı gibi o eserden vücûd buldu. Ebû Tâlib,
verilen müjdelere çok sevindi. Geri dönüp, Mekke-i Mükerremeye geldi. Sülbünden
o nutfe Fâtıma binti Esedin bâtınına intikâl edip, hâmile oldu. Fâtıma binti
Esedden nakl edilir: Ben Kâ’be-i şerîfi tavâf ediyordum. Doğum alâmetleri belirdi.
Hazret-i Habîb-i Ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri beni
görüp, firâsetle, durumumu anlayıp, buyurdu ki: Ey vâlide, tavâfını temâm etdin
mi. Hâyır dedim. Buyurdu: Tavâfı temâm et. Eğer zor durumda kalırsan, harem-i
Kâ’beye gir.
(Kitâb-ı Siyer-i Mustafâ)dan nakl etmişlerdir. Fâtıma binti Esed, Kâ’beyi tavâf
ediyordu. Abbâs bin Abdülmuttalib ve bütün Benî Hâşim onun ardınca tavâf ile
meşgûl idi. Doğum alâmetleri belirdi. Dışarı çıkmağa mecâli kalmayıp, dedi ki,
yâ Rabbî! Bana doğumu kolay kıl. O hâlde iken, evin dıvârı yarılıp, Fâtıma
gözden gayb oldu. Rivâyet eden diyor ki, ben Hâne-i Kâ’beye girip ahvâlini
anlamak istedim. Müyesser olmadı. Üç gün gâib oldu. Dördüncü gün, Haremden
çıkdı. Elinde Alî ibni Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anh” vardı. Fâtıma binti
Esed Harem-i Kâ’beden hazret-i Alîyi evine götürüp, âdet üzerine beşiği
bağladı. Ebû Tâlib gelip, istedi ki, mubârek yüzünü görsün. Örtüsüne el
uzatdığında, hazret-i Alî eli ile, Ebû Tâlibin eline ma’nî olup ve yüzüne el
uzatıp, çehresine vurdu. Yüzünü tahrîş etdi. Vâlidesi de gelip, emzirmek
istedikde, ma’nî olup,
onun da, yüzünü tırmaladı. Ebû
Tâlib, hayret edip, dedi ki, ey Fâtıma! Buna ne ism koyalım! Fâtıma dedi ki, ey
Ebû Tâlib! Bu çocuğun pençesinde Esed [aslan] salâbeti var! Esed [aslan] demek
münâsibdir. Ebû Tâlib dedi ki, benim niyyetim budur ki, Zeyd ismi ile
adlandıralım. Lâkin Fahr-i âlem seyyid-i veled-i âdem “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretleri onun doğum haberini aldıkda, ferâhnak [sevinçli, şâd]
olup, Ebû Tâlibin evine geldi. Sordu ki, bu çocuğun ismini ne koydunuz. Herkes
ihtiyâr etdiğini beyân etdikde, hazret-i Habîb-i Ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretleri buyurmuşlar ki, (benim niyyetim, Alî koymakdır. Âli
himmet [yüksek arzûlu, himmetli] olsun!) Fâtıma dedi ki, bu ismi ben gâibden
işitmişdim. Bir rivâyet de odur ki, vâlidesi [annesi] isminde nizâ edip,
istihâre yolu ile Kâ’beye yönelip, Rabbine niyâzda bulunup, (Yâ Rabbî! Harem-i
şerîfinde ikrâm eylediğin oğlum için tarafından ism niyâz ederim!) dedi. Bu
niyâz esnâsında Kâ’benin damından bir ses geldi ki, (ism-i şerîfini Alî
koyun!). Mubârek ismini Alî koydular. Sonra Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri beşik yanına varmak istedi.
Fâtıma dedi ki, ey Muhammed-ül emîn! Sakın onun yanına gitmeyiniz ki, bu
oğlanın aslan gibi saldırıcı pençeleri var. Hazretinize bir edebsizlik
yapabilir. Habîb-i ekrem ve Nebiyyi muhterem “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri buyurdu ki: (Ey Fâtıma! Alî bize karşı edebe riâyet eder!)
Yanına varıp, Aliyyül Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” derin uykuda iken, güzel
gören gözlerini açıp, Resûlullahın mubârek
yüzüne bakdı. Hâl lisânı ile bu rübâiyi terennüm ediyordu. Nazm:
Şükr
müşerref oldum, devlet-i dîdârına,
Kan
dolu gözlerimi açdım, gül ruhsârına.
Kat’etdiğim
yokluk konakları zâyi’ olmadı,
Vâsıl
oldum, şimdi senin güneş şuâlarına!
Se’âdet
sâhibi hazret-i Fahr-i Enbiyâ “salevâtullahi alâ nebiyyinâ ve aleyhim ecma’în”
beşiğinden kucağına aldı. Bir zemân mubârek dilini gül yaprağı gibi [Alî
“radıyallahü teâlâ anh”ın] gonca dihenine [mubârek ağzına] koyup, serçeşme-i
esrâr [esrâr çeşmesinin kaynağı] olan [nitekim Vennecmi
sûresindeki âyet-i kerîmede (O, boş söz
söylemez) buyruldu ki,] mubârek
ağzının suyunu emzirdi. [Mubârek dilini ağzına koy-
du. Ağızdan ağıza emzirdi.]
Rivâyet
edilir ki, hazret-i Mürtezânın “radıyallahü teâlâ anh” babası Ebû Tâlibin
dokunmasına ma’nî olmasının sebebi, önce kendisine Resûlullahın
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” dokunmasını istemesi idi. Annesini
emmesinden imtinâ etmesinin maksadı bu idi ki, önce Resûlulahın mubârek ağız
suyundan emmekdi. Kıt’a:
Katre
katre ma’rifet şerbetini,
O
deryâdan iktisâb etdi.
Feyz-i
Hak o hilâli etmeğe Bedr,
Kâbil-i
nûr-ı âfitâb etdi.
Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bir leğen hâzırlayıp, hazret-i Alînin
“radıyallahü teâlâ anh” yıkanmasına bizzat meşgûl oldular. Sağ tarafını
yıkayınca çocuk sol tarafa dönerdi. Hazret-i Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bu hâli görünce, ağlamağa başlardı. Fâtıma
dedi ki, ey oğul, ağlamanızın sebebi nedir? Buyurdu ki, (Ey Fâtıma! Bu çocuğu
önce ben yıkadım. Bu çocuk beni ömrümün nihâyetinde [vefât edince] yıkar. O
zemân ben de sağ tarafımdan sol tarafıma kendiliğimden dönerim!) Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” onun
terbiye olmasında çok gayret sarf edip, ilkbehâr bulutu gibi o goncaya
kol-kanat gerdi. Mürtedâ beş yaşına girdikde, Hîcâz memleketinde az yağmur
sebebi ile kıtlık oldu. Gıdâ yokluğundan halk sıkıntıya düşdü. Ebû Tâlibin
çoluk-çocuğu çok idi. Bir gün hazret-i Resûl-i ekrem
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Abbâsa “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki:
Ey amcam, sen zenginsin! Ebû Tâlib amcam, fakîr ve çocukları da çokdur.
Münâsibdir ki, kıtlık geçinceye kadar herbirimiz Ebû Tâlibin çocuklarına
bakalım. Ona ma’îşet husûsunda yardım edelim. Berâber Ebû Tâlibin huzûruna
gelip, durumu söyledikde, Ebû Tâlib dedi ki, Ukayli benim ile bırakınız.
Diğerlerini siz bilirsiniz! Hazret-i Abbâs, Ca’fer-i Tayyârı “radıyallahü
anhümâ” alıp, hazret-i Fâhr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Aliyyül
Mürtedâyı “kerremallahü vecheh” kabûl kılıp, hazret-i Alî Onun kefâletinde
oldu. Hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm da’vete ruhsat müjdeci getirinceye kadar, yanında
kaldı. Hazret-i Ebû Bekrden sonra hazret-i Alî îmân ge-
tirdi. Sonra diğer Sahâbe-i kirâm
îmân getirdi “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”.
İkinci Menâkıb: Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerine nübüvvet Pazartesi günü bildirildi. Evvelâ hazret-i Ebû Bekr îmâna
geldi. İkinci olarak Salı günü hazret-i imâm-ı Alî “kerremallahü vecheh” îmâna
geldi. Hazret-i Ebû Bekrden “radıyallahü teâlâ anh” evvel kimse îmâna
gelmemişdir. İkinci îmâna imâm-ı Alî “radıyallahü anh” gelmişdir. On yaşında
idi. Ba’zıları yedi yaşında idi dediler. İmâm-ı Alî “radıyallahü anh” ömründe
hiç puta tapmadı. Hak Sübhânehü ve teâlâ onu puta tapmakdan sakladı. Hattâ bir
rivâyetde İmâm hazretleri buyurmuşlar ki: Annemin karnında yatarken, kiliseye
varıp, puta tapmak istedikde, Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin inâyeti
ile, annemin yüreği ağrımağa başlayıp, o kadar ızdırâp verdi ki, kiliseye
varıp, puta tapmak isteğini unutup, kendi evine döndü. İmâm hazretleri,
Sultân-ı kâinâtın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûr-u şerîflerinde
yetişmişdir. İmâm hazretlerinin yüksek şânları hakkında, üçyüz âyet-i kerîme
nâzil olduğunu, hazret-i Abbâs “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir.
Üçüncü Menâkıb: Hazret-i imâm-ı Alînin “kerremallahü vecheh ve radıyallahü
teâlâ anh” birkaç adı var idi. Bir ismi Ebûl Hasen, bir ismi Ebûl Hüseyn ve
biri Haydar [aslan] ve biri Kerrâr [muhârebede düşmana tekrâr tekrâr hamle
eden], biri Emîr-ün nahl ve biri Ebû el Reyhâneyn ve biri Esedillah ve biri Ebû
Türâb [toprağın babası]dır. Lâkin kendileri her zemân buyururlar idi ki, bana
Ebû Türâb adından sevgili ad yokdur. Zîrâ onu Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” koymuşdur. Sebebi budur ki, bir gün Fâtıma-tüz Zehrâ ile
imâm-ı Alî “radıyallahü teâlâ anhümâ” küsüşdüler. İmâm-ı Alî huzûrsuz olup,
mescide varıp, kuru toprak üzerine yatdı. Fâtıma “radıyallahü anhâ”, o hâl ile
Server-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine varıp, dedi ki,
devletlü ve izzetli sultânım, babacağım! Yanlışlıkla hazret-i Alîyi küsdürdüm.
Ammâ bilirim ki, suç benimdir. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” se’âdetle ve izzetle kalkıp, Alî
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini arayıp, mescidde buldu. Gördü ki, kuru
toprak üzerinde yatıyor. Sultân-ı kevneyn ve Resûl-i sakaleyn “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri
buyurdu ki, (Kalk yâ Alî, kalk yâ Alî!). Hazret-i Alî gördü ki, çağıran Fahr-i
âlemdir. Ayak üzerine kalkdı. Sultân-ı kâinât gördü ki, imâm-ı Alînin yüzüne
toprak yapışmış. Bizzat mubârek elleri ile toprağı yüzünden silkip, (Kalk yâ
Ebâ Türâb) buyurdu. Onun için hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” her zemân,
(Bana Ebû Türâbdan sevgili ism yokdur) buyururlardı. Lâkin (Şevâhid-ün nübüvve)de şöyle yazılıdır. Bir gün Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri Fâtıma-tüz-zehrânın “radıyallahü anhâ” evine gelip, hazret-i Alîyi
“radıyallahü anh” göremeyip, nerede olduğunu sordu. Hazret-i Fâtıma-tüz-zehrâ
dedi ki, yâ Resûlallah! Ba’zı şeylerden üzülüp, dışarıya çıkdı. Gâlibâ mescide
gitdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri, se’âdetle mescide gelip, gördü ki, elbisesi latîf
bedeninden düşüp, cism-i şerîfi toz-toprak ile bulaşmış. Hazret-i Resûl-i ekrem ve nebiyyi muhterem “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” o mubâreği temizleyip, (Kalk yâ Ebâ Türâb) buyurdu.
Dördüncü Menâkıb: (Hazret-i Alî ile hazret-i Fâtımanın “radıyallahü teâlâ
anhümâ” evlenmeleri.) Nakl olunur ki, Server-i Enbiyâ ve Resûl-i kibriyânın
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Hadîce-i kübrâ “radıyallahü teâlâ anhâ”
hazretlerinden altı evlâd-ı kirâmları vücûda geldi. İkisi erkek ve dördü kız.
Hadîce-i kübrâ, Fâtıma-i Zehrâyı “radıyallahü anhünne” küçük yaşda bırakıp,
dâr-ı fenâdan dâr-ı bekâya göç etdi [vefât etdi]. Sultân-ı kevneyn ve Resûl-i
sakaleyn “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri hazret-i Fâtımayı bülûg
çağına kadar kendi yanında bakıp, terbiye etdiler. Bir gün Fâtıma-tüz-zehrâ
“radıyallahü teâlâ anhâ” hazretleri Resûl-i ekremin
huzûr-u şerîflerine bir hizmet için geldiler. Hizmet edip döndükde, hazret-i
Fâtımaya, bakdılar ki, kemâle gelip, evlenme vaktine gelmişler. Hemen hâtır-ı
şerîflerine geldi ki, Fâtımanın vâlidesi hayâtda olsa idi, Fâtıma bülûga
erdikde, onun çeyizini hâzırlardı. Zîrâ Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin hazret-i Fâtımaya muhabbeti
çok fazla idi. Sebebi bu idi ki, gâyet zâhide idi. Hem de vâlidesi olan
Hadîce-i kübrâ “radıyallahü teâlâ anhâ” hazretlerine benzerdi. Bu husûs mubârek
hâtırlarına gelince, derhâl hazret-i Cebrâîl aleyhissalâtü vesselâm” gelip,
Allahü teâlâ hazretlerinin selâmını Habîbine getir-
di. Dedi ki; (Yâ Muhammed! Allahü
teâlâ buyurur ki, Habîbim hiç merâk etmesin ki, ben Fâtıma kulumun bütün
ihtiyâclarını ve elbiselerini Cennet libâslarından yapıp, yakında sâdık ve
muvahhid ve has kuluma veririm.) Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Cebrâîl aleyhisselâm
hazretlerinden bu kelâmı işitip, şükr secdesi yapdı. Sonra Cebrâîl aleyhisselâm
Allahü teâlânın huzûruna vardı ve geri döndü. Elinde bir altın sini, üstünde
altın boğça ile örtülmüş, bin Kerûbiyân meleği iledir. Arkasından hazret-i
Mikâîl aleyhisselâm elinde bir altın sini, bir altın boğça örtülmüş ve ta’zîm
için bin Kerûbiyân meleği iledir. Onun ardınca hazret-i İsrâfîl aleyhisselâtü
vesselâm, elinde bir altın sini, bir altın boğça ile örtülmüş ve bin melek
iledir. Onun ardınca, hazret-i Azrâîl aleyhisselâm, bir altın sini, bir altın
boğça ile örtülmüş. Bin melek iledir. Bu melekler, getirip sinileri Server-i
kâinât “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûrlarına arz
eylediler. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretleri bunları gördü. Buyurdu ki, yâ kardeşim Cebrâîl. Allahü
teâlânın emr-i şerîfi nedir. Bu siniler ile ne emr ederler. Hazret-i Cebrâîl
aleyhisselâm dedi ki: Yâ Resûlallah! Allahü Sübhânehü ve teâlâ sana selâm eder
ve buyurur ki, ben Habîbimin kızı Fâtıma-i Zehrâyı Alîye verdim. Arş-ı Uzmâda
nikâh etdim. Hemen Habîbim de Eshâb arasında nikâh eylesin. Sinilerin birinde
Cennet libâsları [elbiseleri] vardır. Fâtımaya giydirsin. Diğer sinilerde
Cennet yiyecekleri vardır. Eshâbına ziyâfet versin. Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri bu müjdeyi işitdi. Tekrâr şükr secdesi yapıp ve hazret-i Cebrâîl
aleyhissalâtü vesselâma dedi ki: Yâ kardeşim Cebrâîl. Dilerim ki, nikâhın nasıl
yapıldığını aynen açıklıyasın. Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki, Yâ Resûlallah!
Allahü Sübhânehü ve teâlâ emr etdi ki, Cennet kapılarını açsınlar. Cenneti
süslesinler. Sonra Cehennem kapılarını kapatsınlar. Yedi kat gökde ve yerde ne
kadar Kerûbiyân, mukarrabîn ve rûhâniyyân var ise Arş-ı azîmin zıllinde
[gölgesinde] şecere-i Tûbâ [Tûbâ ağacı altında] toplansınlar. Allahü teâlânın
emri yerine geldi. Allahü teâlâ yine emr etdi ki, melekler üzerine tatlı bir
rüzgâr esdi ki, vasfı anlatılamaz. O tatlı rüzgâr, Cennet ağaçlarının üzerine
eser. Çünki, Cennet ağaçlarının yapraklarının birbirine dokunması ile hoş bir
sedâ hâsıl oldu ki, dinliyenlerin aklları başlarından gitdi. Ondan sonra gönül
kuş-
larına emr eyledi ki nağmeye
başladılar. Yâ Habîballah! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri cemâlini arz
buyurdu. Buyurdu ki, yâ Cebrâîl, sen aslanım Alînin vekîli ol. Ben de Fâtımanın
vekîli olayım. Yâ Meleklerim siz de şâhid olunuz. Fâtımayı halâlliğe Alîye
verdim. Yâ Cebrâîl, sen de vekâletin hasebiyle Alî için kabûl eyle. Orada nikâh
oldu. Sana da emr olundu ki, burada da Sahâbe-i güzîni “rıdvânullahi teâlâ
aleyhim ecma’în” toplayıp, nikâh yapasın. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bunu işitdi. Tekrâr şükr secdesi
yapdı. Emr eyledi ki, Sahâbe-i güzîn hazretlerini toplasınlar. Ondan sonra
hazret-i Cebrâîle dedi ki, yâ kardeşim Cebrâîl! Kızım Fâtıma benim hâtırımı
kırmaz. Bu Cennet elbiselerini dünyâda giymeğe değmez. Geriye Cennete
götürünüz! Sahâbe-i kirâm toplandı. Hazret-i Resûlün ve hazret-i Alînin vekîli
kim olacak diye bakdılar. Biraz durakladılar. Derhâl Cebrâîl aleyhisselâm
gelip, dedi ki, yâ Resûlallah! Allahü teâlâ sana selâm edip, emr eyledi ki,
hutbeyi hazret-i Alî okusun. Hazret-i Alî hutbeyi okudu [kimse onun yerine
vekîl olmadı. Kendisi bulundu]. Dörtyüz akçe ile nikâh eylediler. Müjdeyi,
hazret-i Fâtımaya “radıyallahü teâlâ anhâ” müjdelediler. Hazret-i Fâtıma râzı
olmadı. Hazret-i Cebrâîl tekrâr geldi. Yâ Resûlallah! Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretleri buyurdu ki; Fâtıma dörtyüz akçe ile nikâha râzı olmaz ise dörtbin
akçe olsun. Geri hazret-i Fâtımaya söylediler. Yine râzı olmadı. Geri hazret-i
Cebrâîl gelip, dörtbin altın emr olundu. Hazret-i Fâtıma yine râzı olmadı. Yâ
Resûlallah! Allahü teâlâ emr etdi ki, Sen bizzat, hazret-i Fâtıma huzûruna
varıp, murâdı ne ise süâl edesin. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazret-i Fâtımanın yanına varıp, murâdını
süâl buyurduklarında, hazret-i Fâtıma dedi ki: Yâ Habîballah, murâdım budur ki,
sen, mahşer meydânında mü’minlerin günâhkârlarından nicelerine şefâ’at edip,
Cennete koyarsın. Ben de onların hâtunlarına şefâ’at edip, Cennete koyayım. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri çıkıp, hazret-i Fâtımanın murâd-ı şerîflerini beyân buyurdu. Cebrâîl
aleyhisselâm Allahü teâlânın huzûr-ı şerîflerine varıp, hazret-i Fâtımanın
arzûsunu iletdi. Geri nüzûl edip [inip] dedi ki, yâ Resûlallah! Allahü
Sübhânehü ve teâlâ Fâtımanın murâdını kabûl edip, o da rûz-i cezâda [mahşer
meydânında (kıyâmet gününde)] şefâ’atcı olsun, diye buyurdu. Hazret-i Resûlul-
lah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem”, hazret-i Fâtımaya, murâdı kabûl olup, şefî’a olduğunu [şefâ’at
edeceğini] kendisine iletdi. Yâ Resûlallah! Hazretinizin şefâ’at edeceğine
huccet [delîl] kelâm-ı kadîmde ve Fürkân-ı azîmde âyet-i kerîmelerdir. Yâ bana
kat’i hüccet [delîl] nedir. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: Ey ciğer gûşem;
cenâb-ı hazret-i Rabbil izzete murâdını arz edeyim. Göreyim ne fermân olunur.
Çıkıp, Cebrâîl aleyhisselâma Fâtımanın murâdını beyân etdi. Cebrâîl
aleyhisselâm Allahü teâlânın huzûruna arz edip, hemen geri döndü. Elinde bir
beyâz ipek getirdi. Resûlullahın huzûrunda ak
ipeği açıp, içinden bir kâğıd çıkardı. (Yevm-i cezâda [kıyâmet gününde] mü’min
hâtunların âsîlerine, kulum Fâtımayı şefâ’atcı etdiğime bu hucceti yanında
bulundursun.) Hazret-i Resûl-i ekrem “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” o kâğıdı geri harîre [ipeğe] sarıp, hazret-i Fâtımaya
getirdi. Hazret-i Fâtıma hucceti gördü. Kabûl edip, nikâha râzı oldu. (Allahü teâlâ
kalbdekileri bilir. Allahü teâlâ için, neden böyledir diye sorulmaz.)
Rivâyetde
gelmişdir ki, hazret-i Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazret-i Fâtımayı hazret-i Alîye “radıyallahü teâlâ
anh” verdiği zemân onsekiz akçe verdi. Bir gelinlik ve bir de kaftan aldı.
Hazret-i Fâtımaya giydirdiği zemân, Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” ağladı. Hazret-i Fâtıma dedi ki, se’âdetim ve izzetim babam, niçin
ağlarsın. Buyurdular ki, (ciğer gûşem, gözümün nûru kızım, onun için ağlarım ki,
kıyâmet gününde, Allahü teâlânın huzûrunda bu onsekiz akçe ile bu kaftanın
hesâbını nasıl vereceksin.) Bunların hâli böyle olunca, gör zemâne adamları
kızlarının dertlerine düşüp, nice bin, belki nice yük akçe çeyize sarf
edenlerin âhıretde hâlleri nasıl olur. Hâlimiz kederlidir. Allahü Sübhânehü ve
teâlâ hazretleri inâyet ve hidâyet ile, Habîbi ve Ehl-i beyti hurmetine,
keremi, fadlı ve ihsânı ile afv ve magfiret buyursun.
Beşinci Menâkıb: Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” orta boylunun kısası
idi. Geniş göğüslü idi. Elâ gözlü idi. Mubârek sakalı bütün eshâbdan
“rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” çok idi. Mubârek karnı büyükce idi. Her ne
zemân kâfirlerin yüzlerine baksa, kalblerine korku düşüp, hazân yaprağı gibi
titrerlerdi. Bu mubârek cüsse ile üç, dört ve beş gün, ba’zan da ye-
di, sekiz gün yemek yimezdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerine süâl etdiler ki, hazret-i Alî yemek yimez, hikmeti nedir.
Buyurdular ki; (Hazret-i Alînin kuvvet-i kudsiyyesi vardır. Açlığı bilmez.)
Umûmiyyetle gazâlarda nice günler yemek yimez ve gazâ ile meşgûl olurdu. Açlık
hâtır-ı şerîflerine gelmezdi. Kuvvet-i kudsiyyesi ile içi temâmen dolu idi. Bir
gazâ vâki’ olmamışdır ki, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” onda mevcûd
olmasın. Bir kal’ayı almakda zorlanılsa veyâ düşman galebe etse, Sultân-ı
kâinât “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” sancağı hazret-i Alînin eline verip
de buyururdu ki, (Yâ Alî! Bu feth senindir. Var feth eyle! Seni Allahü
Sübhânehü ve teâlâ hazretlerine ısmarladım) diye gönderirdi. Feth ederdi.
Altıncı Menâkıb: Benî Necrân derler, hıristiyanlardan bir kabîle var idi.
Kalabalık bir kabîle idi. Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
bunlara her ne kadar nasîhatda bulundu ise de, kimse râzı olmayıp, ıslâh
olmadılar. İnâd ve taşkınlıklarını artdırdılar. Bir vechle bunlar îmâna
gelmediler. Bunlar hakkında ibtihâl (karşılıklı yemînleşme) âyet-i kerîmesi
nâzil oldu. İbtihâl ile emr olundular. Sûre-i Âl-i
imrânda, [61.ci âyet-i kerîmede] meâlen buyurulmuşdur: (Seninle mücâdele edenlere [hıristiyanlara] de ki: Geliniz biz ve siz, oğullarımızı [evlâdlarımızı],
kadınlarımızı ve kendimizi çağıralım. Sonra ibtihâl edelim. [Îsâ
aleyhisselâm hakkında] kim yalan söylüyor ise, Allahü teâlânın la’neti onun
üzerine olsun diyelim!) (Tefsîr-i Meâlim)de buyurmuş ki, (.........
ya’nî kim ki seninle, hazret-i Îsâ aleyhisselâm hakkında mücâdele etse, sana,
hazret-i Îsâ aleyhisselâm, Allahü teâlânın kulu ve Resûlü olduğu hakkında ilm
geldikden sonra, denildi ki, ebnâünâdan murâd Fâtıma “radıyallahü teâlâ anhâ”
hazretleridir. Enfüsenâdan murâd, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin kendileridir ve hazret-i Alî
“kerremallahü vecheh”dir. Zîrâ, arablarda, kişinin, amca oğlu kişinin
kendisinden sayılır.) Nitekim Allahü teâlâ hazretleri buyurur: (........ murâd
ihvâneküm demekdir). Denildi ki, ibtihâl cümle ehli dîne umûmdur. İbni Abbâs
“radıyallahü anhümâ” buyurdular ki, ya’nî düâda tadarru’ edelim. Ve Kelbî dedi
ki, düâda ictihâd ve mübâlaga edelim. Kesâî ve Ebû Ubeyde dediler ki, (lâin)
edişelim [birbi-
rimize la’net edelim!]. Zîrâ
ibtihâl telâundur. (La’netleşmekdir.) La’netullah ma’nâsına derler. (Allahü
teâlânın la’neti onun üzerine olsun demekdir.) Bizden ve sizden hepimiz Allahın
la’netini yalancılar üzerine kılalım.
Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bu âyet-i kerîmeyi Necrân kavmi üzerine
okudu ve onları mübâheleye da’vet etdi. Onlar refîklerimize [arkadaşlarımıza]
gidelim. Emîrimizle müşâvere edelim. Sonra yarın gelelim dediler. Varıp bir
yere toplandılar. Reîslerine mubâhele hakkında ne düşündüğünü sordular. Ona, yâ
Mesîhin kulu! Rey’ hakkında ne düşünürsün, dediler. O dedi ki: Yâ Nasâra
cemâ’ati. Muhakkak siz biliniz ki, Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri Peygamberdir. Vallahi la’net etmez. Bir kavm Peygamber ile
mübâheleye kalkışırsa, o kavmin büyüğü, küçüğü muhakkak helâk olur. Hemen
sâhibinizin yanına varınız. Kavli üzerine ikâmet edip, va’d alınıp, kendi
bildiğinizden dönün.
Ertesi
gün, hazret-i Alî ile Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûr-ı şerîflerine geldiler. Hâlbuki Resûlullah hazretleri Hüseyni kucağına almış, hazret-i
Hasenin elinden tutmuş, hazret-i Fâtıma ardınca yürürdü “rıdvânullahi teâlâ
aleyhim ecma’în”. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri, bunlara, (ben düâ
edeyim, siz âmîn deyiniz,) buyurdu. Nasâra kavminin reîsleri
yanındaki hıristiyanlara dedi ki, yâ nasâra cemâ’ati. Ben muhakkak öyle yüzler
görüyorum ki, eğer Allahü teâlâ hazretlerinden, bir dağı yerinden kaldırmasını
isteseler, Allahü teâlâ hazretleri, o dağı onlar hürmetine kaldırır. Sakın
mübâhele etmeyiniz! Yoksa helâk olursunuz. Kıyâmete kadar yeryüzünde nasrânî
kalmaz. Sonra reîsleri, Peygamberimize “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” dedi
ki, yâ Ebel Kâsım! Biz karâr verdik ki, seninle, mübâhele etmiyelim. Senden
ayrılalım. Sen dînin üzerine sâbit ol. Biz de dînimiz üzerinde sâbit olalım. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
buyurdular ki, (Mübâheleden vaz geçdi iseniz müslimân olunuz. Size lâzım olan
şey, müslimânlara olur.) Onlar müslimân olmak istemediler. (Kıtâle hâzır olun.
Muhakkak sizinle mukâtele ederiz) buyuruldu. Onlar dediler ki, biz seninle harb
edemeyiz. Lâkin seninle sulh olalım ki, bizimle mukâtele etmi-
yesiniz. Bizi korkutmıyasınız.
Dînimizden döndürmiyesiniz. Biz de sana her sene iki bin hulle verelim. Bin
hulle Saferde, bin hulle Recebde. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bu kavl üzerine sulh etdi. Sonra buyurdular
ki; (Nefsim yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya
yemîn ederim ki, azâb Necran ehlinden döndü. Eğer mübâhele etseler idi, maymûna
ve hınzıra dönerlerdi. Bulundukları vâdi ateş ile dolardı. Allahü teâlâ
Necrânın ve halkının kökünü kazırdı. Ağaçlardaki kuşlar bile canlı kalmaz, bir
sene geçmeden hepsi helâk olurlardı.) [(Se’âdet-i
Ebediyye) kitâbının 369.cu sahîfesine bakınız!]
Yedinci Menâkıb: Mîr Hüseyn Vâ’ız “rahimehullahü teâlâ” (Mevâhib-i aliyye) adlı tefsîrinde, sûre-i
Bekarada 274.cü âyet-i kerîmenin tefsîrinde, beyân etmişdir. Bu âyet-i kerîmenin
indiriliş sebebinde bildirilmişdir. Hazret-i Aliyyül Mürtedânın “kerremallahü
vecheh ve radıyallahü teâlâ anh” dört dirhemi var idi. Onun birisini âşikâre
[açıkdan] tasadduk eyledi [sadaka verdi]. Birisini gizli tasadduk etdi.
Birisini kara gecede, birisini de gündüz tasadduk eyledi. Allahü Sübhânehü ve
teâlâ hazretleri bu âyet-i kerîmeyi inzâl buyurdu. (Mallarını
Allah yolunda, gecegündüz, gizli-âşikâr olarak dağıtanların, Allahü teâlâ
indinde ecrleri çokdur ve hâzırdır. Onlar için gelecekde korku yokdur. Geçmiş
için mahzûn olmaz, üzülmezler.) [Bekara sûresi 274.cü âyet-i kerîme meâli.] Hazret-i Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazret-i Alîden “radıyallahü teâlâ anh” bu çeşid sadaka vermesine hangi şeyin
sebeb olduğunu sordu. Cevâb verdi ki, bu dört şekl dışında sadaka verme yolu
görmedim. Her şeklde sadaka verdim ki, bunlardan biri kabûl şerefi bulup,
diğerleri de Allahü teâlânın rızâsına erer.
Sekizinci Menâkıb: (Meâlim-üt-tenzîl)de sûre-i
Secdede, meâl-i şerîfi, (Îmân eden [inanan] kimse, fâsık [inanmıyan] gibi midir.
Bunlar eşit olmazlar) olan, onaltıncı âyet-i kerîmenin tefsîrinde, Muhyissünne
“rahimehullahü teâlâ” beyân buyurmuşlar. Bu âyet-i kerîme, Alî bin Ebî Tâlib
“kerremallahü vecheh” ve Velîd bin Ebî Mu’ayt hakkında nâzil olmuşdur. Velîd
bin Ebî Mu’ayt, Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin ana tarafından
akrabâsıdır. Hazret-i Alî ile Velîd arasında çekişme ve münâkaşa oldu. Velîd
hazret-i Alîye dedi ki; sen sus! Muhakkak sen çocuksun. Ben lisân cihetinde
senden dahâ açığım.
Mızrak
[ok] atmakda senden mâhirim. Kalb cihetinden senden cesâretliyim. Harblerde,
haşmet cihetinden dahâ gösterişliyim. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” dedi
ki, sen sus! Muhakkak sen fâsıksın. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri bu âyet-i
kerîmeyi gönderdiler. (Onlar müsâvî değillerdir) buyurdular. (İkisi müsâvî
değildir) buyurmadılar. Zîrâ bir mü’min ve bir fâsık murâd etmediler. Belki
bütün mü’minleri ve bütün fâsıkları irâde buyurdular.
Dokuzuncu Menâkıb: (Meâlim-üt-tenzîl) tefsîrinde, imâm-ı Begavî
“rahimehullahü teâlâ” hazretleri (Hel etâ) [insan]
sûresinde, meâl-i şerîfi (Onlar kendileri
arzû etdikleri [içleri çekdiği hâlde] yiyeceği,
fakîrlere [yoksullara], öksüze ve esîre yidirirler) olan sekizinci âyet-i
kerîmenin tefsîrinde beyân buyurmuşdur ki, bu âyet-i kerîmenin nüzûl
[iniş] sebebinde ihtilâf etmişlerdir. Mücâhid ve Atâ, İbni Abbâs “radıyallahü
teâlâ anhümâ” hazretlerinden, hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” hakkında nâzil
olduğunu rivâyet etmişlerdir. Kıssasını kısaltarak beyân etmişler. Lâkin diğer
tefsîrlerde ve menâkıbda şu şeklde anlatılmışdır. Hazret-i Hasen ve hazret-i
Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ” hasta olmuşlardı. Fahr-i âlem seyyid-i
veled-i âdem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Sahâbe-i kirâm “rıdvânullahi teâlâ
aleyhim ecma’în” hazretleri ile görmeğe vardılar. Hazret-i Alî ve hazret-i
Fâtıma-tüz-zehrâya “radıyallahü teâlâ anhümâ” hitâb edip, buyurdular ki, (Bu
ciğer gûşelerinize bir nezr eyleyin [bir adak adayın]!) O iki Server ve Fıdda
adlı câriyeleri, Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretleri bu ikisine [ya’nî Hasen ve
Hüseyn “radıyallahü anhümâ” hazretlerine] sıhhat verir ise, üçer gün oruc bize
nezr olsun dediler. O iki Cennet râyihâları şifâ buldu. Ancak evlerinde
yinilecek birşeyi yok idi. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” varıp, bir
yehûdîden üç sa’ arpa borç aldı. Üçü de nezr etdikleri oruclara niyyet etdiler.
O ölçek arpanın bir ölçeğini hazret-i Fâtıma “radıyallahü teâlâ anhâ”
hazretlerinin câriyesi üğütüp, beş adet ekmek pişirdi. Kendileri beş kişi idiler.
İftâr vakti oldu. O beş çöreğin birini hazret-i Alînin önüne ve birini hazret-i
Hasenin önüne ve birini hazret-i Hüseynin önüne ve birini Fıdda câriyeye ve
birini de [hazret-i Fâtıma] kendi önüne koydu. İftâr yapacaklardı. Bir miskîn
gelip, dedi ki: Yâ Ehl-i beyt-i Resûlallah! Mis-
kîn müslimânlardan bir miskînim.
Bana yiyecek verin. Allahü teâlâ hazretleri sizi Cennet ni’metleri ile
ta’âmlandırsın. Ellerindeki çörekleri ona sadaka verip, kendileri su ile iftâr
etdiler. Ertesi gün yine oruc tutdular. Câriye bir ölçek arpa dahâ üğütüp, yine
beş çörek pişirdi. İftâr vaktinde, önlerine alıp, iftâr edecekleri sırada, bir
yetîm geldi. Beşi de çörekleri ona verip, o yetîmi sevindirip, kendileri su ile
iftâr edip, uyudular. Ertesi günü yine oruc tutdular. O kalan bir ölçek arpayı
da, beş çörek yapıp, önlerine aldılar. İftâr edecekleri vakt, bir esîr gelip,
dedi ki, üç gündür açım. Beni bağlayıp, yemek de vermediler. Allahü teâlâ için
bana acıyın, dedi. Beşi de çöreklerini ona verip, yine su ile iftâr etdiler.
Ba’zı rivâyetde o esîr şirk ehlinden idi. Bu rivâyet delîl olur ki, ehl-i
şirkden de olsalar, esîrlere yiyecek verilirse, sevâb olacağı anlaşılmakdadır. (Meâlim-üt-tenzîl)de böyle yazılıdır.
Rivâyet
olunur ki, dördüncü gün sabâhladılar. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”,
hazret-i Hasen ve hazret-i Hüseynin “radıyallahü teâlâ anhümâ” ellerinden
tutup, Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretlerinin huzûr-ı şerîflerine götürdüler. Hazret-i Habîb-i ekrem
onları, açlıkdan kuş yavrusu gibi titrerler şeklde gördüler. Alî “kerremallahü
vecheh” hazretlerine buyurdu ki, yâ Alî! Bizi üzüntüye gark etdin. Kalkıp
bunları aldı. Hazret-i Fâtımanın “radıyallahü teâlâ anhâ” yanına vardı.
Fâtımayı mihrâbında gördü ki, karnı arkasına yapışmış ve mubârek gözleri çukura
gitmiş. Üzüntüsü dahâ da artdı. Hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm nâzil oldu ve
dedi ki; Yâ Muhammed! Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretleri mubârek etsin. Ehl-i
beytin hakkında âyet-i kerîme gönderdi. (Hel etâ)
sûresini okudu. Rivâyet olundu ki, hazret-i Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bunları bu hâlde görünce buyurdular ki: (Yâ kızım Fâtıma! Baban üç gündür ta’âm yimemişdir.)
Hazret-i
Alî “radıyallahü teâlâ anh” Medîneden dışarı gitdi. Gördü ki, bir arab kuyudan
su çekip, davarına su verir. Alî “radıyallahü teâlâ anh” araba dedi ki, yâ
kişi, sana ücret ile su çekeyim mi. O da hoş [iyi] olur dedi. Her kovaya bir
avuç hurmaya ücret ile pazarlık etdiler. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”
su çekmeğe başladılar. Yeteri kadar çekip, son kovayı çekdiklerinde, Allahü
teâlânın hikmeti, kovanın ipi kopup, ko-
va kuyuya düşdü. Arab, Alînin
“radıyallahü teâlâ anh” mubârek yüzüne bir tokat vurdu. Getirip, hesâbınca
hurma verdi. Alî “radıyallahü teâlâ anh” mubârek elini, o derin kuyuya sokup,
kovayı çıkardı. Arabın eline verdi. Sonra da koyup, gitdi. Hazret-i Fâtımanın
“radıyallahü teâlâ anhâ” yanına varıp, hurmayı önlerine koydu. Hurmayı yir
iken, hazret-i Fâtıma “radıyallahü teâlâ anhâ” bakdı. Mubârek yüzünde tokat
eserini gördü. Dedi ki, yâ Alî, yüzünüzde bir iz vardır; bu nedir. Alî
“radıyallahü teâlâ anh” gizleyip, birşey yokdur, buyurdular. Bu tarafda ise
hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”, kovayı kuyudan alıp, arabın eline verip
gitmişdi. Arab da hayret etmişdi. Düşündü ki, eğer bu kişinin dîni ki, Muhammed
dînidir. Hak din olmasa idi, bu derin kuyudan kovayı nasıl çıkarırdı. Kendi
kendisine dedi ki, bir el ki böyle küstâhlık etmiş olsun, o el bana lâzım
değildir deyip, hazret-i Alîye vuran elini kesip, eline aldı. Alî “radıyallahü teâlâ
anh” hazretlerinin huzûrlarına gitmek üzere yola koyulup, geldi ve kapıyı
çaldı. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” kapıya çıkıp, gördüğü gibi, acele ile
geri içeri girip, dedi ki; yâ Resûlallah! Bir arab gelmiş. Elinde kendinin bir
kesik eli var. Kanı akar. Ağlar. Sizi görmek ister. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” tebessüm edip, buyurdu ki, yâ Alî! O arab
edebsizlik eden arabdır. Söyle içeri gelsin. Varıp, söyledi. Arab içeri
girdikde, hazret-i Habîbullah o arabı o hâl üzere görüp, üzüldü. Ona dedi ki,
niçin böyle hatâya düşdün, hatâ işledin. Arab ağlıyarak, küstâhlığının özrünü
dileyerek îmâna geldi. Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” kesik elini yerine koyup, mubârek ağzının suyunu sürüp,
düâ buyurdu. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin kudreti ile arabın eli
sapasağlam oldu.
Onuncu Menâkıb: (Menkıbe-i Fâtıma-tüz-zehrâ “radıyallahü teâlâ anhâ”.)
Rivâyet olunur ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri; Aliyyül Mürtedâ hazretlerine buyurdular ki, (Yâ Alî! Allahü tebâreke ve teâlâyı sever misin!) Hazret-i
Alî dedi ki, (Evet, yâ Resûlallah.) (Beni sever
misin.) Alî “radıyallahü teâlâ anh” dedi, (Evet, yâ Resûlallah.)
Buyurdu ki, (Fâtımayı sever misin.) Dedi
ki (Evet, yâ Resûlallah!). Buyurdu ki (Hasen ve
Hüseyni sever misin.) Dedi ki, (Evet, yâ Resûlallah!) Hazret-i
Habîbullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sel-
lem” buyurdu ki, (Yâ Alî! Bu kadar muhabbeti bir gönüle nasıl sığdırırsın!) Hazret-i
Alî “radıyallahü teâlâ anh”, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin mu’ciz süâl beyânlarına cevâb
veremediğini beyân etdi. Hazret-i Fâtıma “radıyallahü teâlâ anhâ” buyurdular
ki; bunda üzülecek ne vardır. Allahü Sübhânehü ve teâlâyı sevmek, îmândan ve
akldandır. Muhammed aleyhisselâmı sevmek îmândandır. Beni sevmek
şehvetindendir. Hasen ve Hüseyni sevmek tabî’atındandır, dedi. Hazret-i Alî
“radıyallahü anh” acele, Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûrlarına gelip, o cevâbı söyledi. Resûlullah buyurdu ki, (Demek
olur ki, bu yemiş nübüvvet ağacının yemişidir.) Ya’nî yâ Alî, bu
cevâb senin değildir. Fâtımanın cevâbıdır. Bu cevâbda derin ilm vardır.
Düşünmelidir.
Onbirinci Menâkıb: [(Eshâb-ı Kirâm) kitâbının
250.ci sahîfesinde buyuruluyor ki: (Bahr-ül-Ulûm) adındaki
tefsîrde bildirilen hadîs-i şerîflerde, (Ümmetimin en merhametlisi Ebû Bekrdir. Dinde en
kuvvetli olan Ömerdir. Hayâsı en çok olan, Osmândır. İslâmiyyetde her süâli
cevâblandıran Alîdir. Halâl ve harâm olanları en iyi bilen Mu’âzdır. Kur’ân-ı
kerîmi en güzel okuyan Ubeyy bin Kâ’bdır. Münâfıkları tanıyan, Huzeyfetibni
Yemândır. Îsâ aleyhisselâmın zühdünü görmek isteyen Ebû Zerin zühdüne baksın!
Cennet, Selmân-ı Fârisîye âşıkdır. Hâlid bin Velîd, Allahın kılıcıdır. Hamza,
Allahü teâlânın arslanıdır. Hasen ve Hüseyn Cennet gençlerinin en üstünüdür.
Ca’fer bin Ebî Tâlib, Cennetde meleklerle berâber uçar. Cennet kapısını ilk
açacak olan Bilâldir. Benim Kevser havuzumdan ilk içecek olan Suheyb-i Rûmîdir.
Kıyâmet günü melekler ilk önce Ebüdderdâ ile müsâfeha eder. Her Peygamberin bir
arkadaşı vardır. Benim arkadaşım Sa’d bin Mu’âzdır. Her Peygamberin Eshâbından
seçdikleri vardır. Benim seçdiklerim, Talha ve Zübeyrdir. Her Peygamberin
mahrem işlerini gören yardımcısı vardır. Benim yardımcım, Enes bin Mâlikdir.
Her ümmetde hakîm vardır. Benim ümmetimde hikmeti çok söyliyen Ebû Hüreyredir.
Hassân bin Sâbitin sözleri Allah tarafından te’sîrlidir. Ebû Talhanın harb
meydânındaki sesi, bir fırka askerden dahâ kuvvetlidir) buyurdu. (Bahr-ül-ulûm) kitâbını yazan Alâüddîn Alî
Semerkandî sekizyüzaltmış (860) senesinde, Anadoluda Lâ-
rende şehrinde vefât etmişdir.]
Onikinci Menâkıb: (Mesâbîh-i şerîf)de, sahîh hadîsler bâbında, Sa’d
bin Ebî Vakkâsdan “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri Alîye “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki, (Senin ile ben, Hârûn ile Mûsâ “aleyhimesselâm” gibiyiz.
Benden sonra Peygamber yokdur.) Türpüştî “rahimehullah” dedi ki, Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri Tebûk gazâsı için yola çıkdıklarında, hazret-i Alîyi Medînede Ehl-i
beyti üzerine halîfe bırakdı. Emr etdi ki, onların işlerini görsün. Münâfıklar
işitip, birbirine dediler ki, Alîyi halîfe bırakmakdan maksadı, onun yanında
bulunmasından [sohbetinden] sıkıldığı için idi. [Münâfıklar böyle dediler.]
Hazret-i Alî münâfıkların bu sapık sözlerini işitdi. Silâhını kuşanıp, çıkdı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” (Cürf) adlı
menzilde konaklamış idi. Huzûr-ı şerîflerine varıp, dediler ki, yâ Resûlallah!
Münâfıklar, bu kölenizi halîfe etmenizin sebebini, yanınızda götürünce
sıkılacağınızdan ötürü olduğunu söyliyorlar. Habîb-i Muhterem “sallallahü
aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Münâfıklar yalan
söylüyorlar! Seni Medînede bırakdıklarıma halîfe yapdım. Geri dön. Benim ehlime
ve senin ehline halîfem ol. Yâ Alî! Benim ile; Mûsâ aleyhisselâm ile Hârûn
aleyhisselâmın olduğu gibi olmak istemez misin! Nitekim Hak celle ve alâ
buyurur; (A’râf 142.ci âyet) (Mûsâ,
kardeşi Hârûna, kavmimde halîfem ol! dediğini haber vermişdir.))
Müslim
şârihi “rahimehullahü teâlâ” beyân edip, dediler ki, bu hadîs-i şerîf o hadîs-i şerîflerdendir
ki, râfizî ve diğer şî’a fırkaları bunu sened olarak almışlardır. Bu hadîs-i şerîfe göre hilâfet, muhakkak hazret-i Alînin
idi. Başkasının halîfe olmasına kendisi râzı olmuşdur. Bu fırkalar ihtilâf
etdiler. Râfizîler Sahâbe-i güzîni hazret-i Alî üzerine başkasını üstün
tutdukları için, tekfîr etdiler. Ba’zıları da çok taşkınlık edip, hazret-i
Alîyi de tekfîr etdiler ki, kendi kötü düşüncelerince hilâfet kendinin hakkı
idi. Niçin taleb etmeğe gayret etmedi. Bu tâife mezheblerinin çok aşırılığı
cihetinden ve akllarının çok fesâdından, bunlar muhâtab kabûl edilmemiş ve
sözlerine cevâb verilmemişdir.
Kâdî
“rahimehullah” buyurmuşdur ki, bu sözleri söyliyen kimsenin küfründe şübhe
yokdur. Zîrâ bir kimse ki, bütün ümmeti tekfîr eder, ilk asrı tekfîr eder.
Muhakkak ki, nakl edilen dîni bâtıl kılmış olur. İslâmı kötülemiş olup, Allahü
teâlâ muhâfaza etsin, kâfir olur. Ammâ Gulât-ı râfizîden başkası, bunların
yolundan gitmemişdir. İmâmiyye ve ba’zı mu’tezile; Sahâbe “rıdvânullahi teâlâ
aleyhim ecma’în”, hazret-i Alîden “radıyallahü teâlâ anh” önce diğerlerini
halîfe seçdikleri için hatâ etdiler, derler. Ancak tekfîr etmezler. Hâlbuki bu hadîs-i şerîfde bunların hiçbirine delîl yokdur. Belki
bunda hazret-i Alînin “radıyallahü anh” fazîletinin isbâtı için delîl vardır.
Ammâ gayriden efdal olmasına ve gayri ile misilli olmasına kinâye yokdur.
[Başkalarından üstünlüğü veyâ berâberliği anlaşılmamalıdır.] Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinden sonra halîfe olacağına işâret yokdur. Zîrâ bu sözü Tebûk
gazâsına gitdikleri vakt, Medîne-i münevverede kendi yerine geçirmelerinde
buyurdular. Yukarıda zikr olundu. Bu sözü kuvvetlendiren odur ki, hazret-i
Hârûn aleyhisselâm hazret-i Alîye benzetilmişdir. Hazret-i Mûsâ aleyhissalâtü
vesselâmdan sonra [Hârûn aleyhisselâm] halîfe olmadı. Mûsâ aleyhisselâmın
vefâtından meşhûr rivâyete göre kırk yıl sonra vefât etdi. Dediler ki, o vefât
etdiğinde onu halîfe yapmadı. Rabbine münacât etmeğe giderken, onu yerine
halîfe yapdı. [Hârûn aleyhisselâm ondan sonra halîfe olmadı.]
Onüçüncü Menâkıb: Yine (Mesâbîh)de,
anlatılan menâkıbın meşhûr olan hadîs-i şerîflerinde
zikr olunmuşdur. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurmuşdur ki, ekin
dânesini bitiren ve insanı halk eden Allahü teâlâya yemîn ederim ki, ümmî olan
Nebî “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” beni kasd ederek; (Alîyi ancak mü’minler sever. Alîye ancak münâfıklar buğz
eder!) buyurmuşdur.
Müslim
şârihi “rahimehullahü teâlâ” buyurmuşlar ki, bu hadîs-i sahîhin ma’nâsı şudur.
Muhakkak ki bir kimse, hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
yakınlığını, Resûlullahın hazret-i Alîye sevgisini
bilir ve hazret-i Alîden sâdır olan şeyleri islâmın yayılmasında ve islâmda
hizmetlerini düşünerek, bu sebebler ile hazret-i Alîye muhabbet ederse, o
kimsenin îmânın sıhhatine delîller-
den olur. Allahü teâlânın râzı
olduğu ve islâma hizmetleri ve yukarıdaki sebeblerin aksine Alîye “radıyallahü
teâlâ anh” buğz ederse, o muhabbet eden kimsenin zıddı olup, nifâkı şiddetli
olur. Fesâdı çok olur. Allahü teâlâ muhâfaza etsin.
Ondördüncü Menâkıb: Yukarıda bahs edilen hadîs-i şerîflerden
sonra, Sehl ibni Sa’d “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet
olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Hayber günü
muhakkak ben bu bayrağı yarın bir şahsa veririm. Allahü teâlâ onun üzerinde
feth müyesser eyler. O şahs Allahü teâlâ hazretlerini ve Resûlünü sever. Allahü
teâlâ hazretleri ve Resûlü de onu severler.) O günün sabâhında, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
huzûr-ı şerîflerine sür’atle varanlardan her biri ümîd ederler ki, bayrak
kendisine verilsin. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Alî bin Ebî Tâlib
nerededir.). Dediler, yâ Resûlallah,
hazret-i Alînin gözleri ağrıyor. Buyurdular ki, (Adam
gönderin, getirsinler). Vardılar, getirdiler. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mubârek
tükrüğünü, hazret-i Alînin gözlerine sürdü. Ağrıdan kurtuldu. Sanki hiç ağrı
görmemiş gibi idi. Alemi [bayrağı] hazret-i Alîye verdi. Hazret-i Alî dedi ki,
yâ Resûlallah! Kâfirler ile bizim gibi oluncaya kadar muhârebe edeceğim. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
buyurdular ki, (Rıfk ve sükûn üzere hareket eyle.
Hattâ onların topraklarına gir. Sonra onları islâma da’vet et. Allahü teâlânın
islâm dîninde onlar hakkında bildirdiklerini haber ver. Allahü tebâreke ve
teâlânın senin sebebin ile bir şahsa hidâyet vermesi, muhakkak kırmızı
develerin olup, sadaka vermenden hayrlıdır.)
Onbeşinci Menâkıb: (Mesâbîh)in yine hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” ile
alâkalı menâkıbın hadîs-i şerîfler kısmında,
İmrân bin Hasîn “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
buyurdular ki, (Alî benden, ben de Ondanım. Alî
bütün mü’minlerin velîsidir.) Şârîh Tayyibî “rahmetullahi teâlâ
aleyh” beyân etmişdir. Kâdî “rahimehullahü teâlâ” buyurdular ki: Şî’a tâifesi
dediler ki; tasarruf edici hazret-i Alîdir. Ve dediler ki, hadîs-i şerîfin ma’nâsı budur ki, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”,
tasarruf etdiği herşeyde hazret-i Alî ta-
sarrufa müstehak olur. Mü’minlerin
işlerini görmek de tasarrufa girer. Onun için hazret-i Alî mü’minlerin
imâmıdır. Biz onlara deriz ki, mü’minlerin velîsi olmağı, halîfe (imâm) olmak
ma’nâsına anlamak doğru olmaz. O zemân bütün mü’minlerin işlerini de üzerine
almak îcâb eder. Zîrâ Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri hayâtlarında mü’minlerin bütün işlerini
kendileri görürdü. Ancak vâcib oldu ki, vilâyeti [velî olmağı], muhabbet ve
buna benzer şeyler şekliyle anlamalıdır.
Onaltıncı Menâkıb: Yine (Mesâbîh-i şerîf)de
bahs edilen menâkıbın meşhûr hadîs-i şerîfler
kısmında, Abdüllah ibni Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerinden rivâyet
olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretleri, Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”
hazretlerini birbiri arasında kardeş kıldı. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ
anh” sonraya kaldı. Mubârek gözlerinden yaş akar [ya’nî ağlar idi]. Dedi ki; Yâ
Resûlallah! Sahâbe-i güzîni aralarında kardeş kıldın. Beni kimse ile kardeş
yapmadın. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” buyurdular ki, (Sen benim dünyâda ve
âhıretde kardeşimsin.) (Tirmizî) rivâyet etmişdir.
Onyedinci Menâkıb: Yine yukarıdaki hadîs-i şerîfden
sonra, Enes “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet edilmişdir. Enes
“radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki: Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin yanında bir pişmiş kuş var
idi. Buyurdular ki; (Allahım! Bana mahlûklarından en çok sevdiğini gönder!)
Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” geldi. Berâberce yidiler. (Tirmizî) rivâyet etdi ve dedi ki, bu hadîs-i şerîf hasen ve garîbdir. Şârih Türpüştî
(Allahü teâlâ ona hayrlar versin) “rahimehullah” bu hadîs-i
şerîfin şerhinde, fesâhat ve belâgat ile geniş bir mukaddemeden sonra
buyurmuş ki, bu bir hadîsdir ki, mübtedi’ler [yoldan çıkmışlar] bunun ile
oklarını bileyip, bunu vesîle yapıp, hazret-i Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ
anh” hilâfetine hücûm ederler. Hâlbuki o hazretin hilâfeti, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin intikâlinden [vefâtından] sonra, bu ümmetde müslimânların icmâ’ı
ile sâbit olan ahkâmın evvelidir. Dîni ayakda durduran direklerin en
sağlamıdır. Bu hadîs-i şerîf, hazret-i Ebû
Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” birinci halîfe ol-
masını ve diğer Sahâbeden üstün
olmasını îcâb etdiren sahîh hadîsler ve buna ilâve olarak Sahâbe-i kirâmın
“rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” icmâ’ı karşısında mukâvemet edemez. Zîrâ
bu bahs edilen hadîs-i şerîf, nakl ehli için
mekâle [bend] vardır. Bu misilli hadîs icmâ’ın hilâfı üzerine olmak câiz olmaz.
Husûsan o Sahâbe ya’nî Enes “radıyallahü teâlâ anh” ki, bu hadîs-i şerîfi rivâyet etdi. Eshâb-ı kirâmın icmâ’ında
[ya’nî hazret-i Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” halîfe seçiminde] hayâtda
idi. Eshâb-ı kirâm bu hadîs-i şerîfi işitdikleri
hâlde icmâ’ etmişlerdir. Enes “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden bu hadîs
sâbit ise, ma’nâsı bozulmıyacak şeklde te’vîl edilebilir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin, en çok sevdiğini, gönder buyurması, en çok sevdiklerinden birini
gönder ma’nâsınadır. Çünki, Resûlullah da Allahü
teâlânın yaratdıkları içindedir. Allahü teâlânın en çok sevdiği Odur. Bu
misilli kelâm arabîde çokdur. Hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” Resûlullahdan dahâ sevgili olması düşünülemez. Eğer
denilirse ki, dinde Allahü teâlânın en sevdiği kul odur. Biz de öyle deriz.
Sahîh nass ve icmâ’ı ümmet ile bildirilmişdir. Muhakkak, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri amcası oğullarından kendisine sevgili olanı murâd etdiler. Zîrâ Resûlullah hazretlerinin ba’zan olur idi ki, inci
dökülen kelâmları mutlak olurdu. Ba’zan şartlı olurdu. Ba’zan umûmî olurdu.
Ba’zan husûsî olurdu. Fehm sâhibi olan bilirdi. Türpüştînin açıklaması sona
erdi. Yine (Mesâbîh)de bu hadîsin
akabinde, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurur ki, ne zemân
ki Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretlerine süâl sorardım. Cevâb verirdi. Ben susunca o başlardı.
Onsekizinci Menâkıb: Yine (Mesâbîh)de bu
hadîs-i şerîfden sonra, hazret-i Alîden
“radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etdiler. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Hikmetin
evi benim. Kapısı Alîdir!) Tirmizî rivâyet etmişdir ki, bu hadîs-i şerîf garîbdir. Muhyissünne Begavî
“rahimehullahü teâlâ” (Mesâbîh)in
yazarıdır. Buyurdular ki, Şüreykden başka, vesîka olan hiçbir kitâbda
bildirilmemişdir, Onun isnâdı karârsızdır. Şârih Tayyibî “rahimehullahü teâlâ”
beyân etmiş ki, şî’a fırkası bu hadîs-i şerîfi
delîl göstererek, derler ki, muhakkak; Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerin-
den ilm ve hikmet almak Alîye
“radıyallahü teâlâ anh” mahsûsdur. Gayrileri alamaz. İllâ Alî “kerremallahü
vecheh” vâsıtası ile alır. Zîrâ eve dâhil olunmak [eve girmek] kapısından olur.
Allahü teâlâ hazretleri kelâm-ı kadîminde buyurmuşdur ki; (... Evlerinize kapılarından girip çıkınız) [Bekara sûresi 189.cu
âyet-i kerîme meâli.]. Hâlbuki onlara bu hadîs-i
şerîfde hüccet [sened] yokdur. Cennet evi hikmet evinden dahâ geniş
değildir. Cennet evinin ise sekiz kapısı vardır. Yine (Mesâbîh)de bu hadîsin akabinde Câbir
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet edilmişdir. Dedi ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri, hazret-i Alîyi da’vet etdi. O gün Tâife gönderdi. Onunla gizli
söyleşdi. İnsanlar söylediler ki, muhakkak amcasının oğlu ile gizli söylemesi
uzadı. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri buyurdu ki, (Onun ile ben değil, Allahü teâlâ gizli
konuşdu.) Şârih Tayyibî “rahimehullahü teâlâ” şöyle açıklamışdır. Allahü
tebâreke ve teâlâ hazretleri bana emr eyledi ki, hazret-i Alî ile gizli
konuşayım. Ben derim ki, o gizli söyleşdikleri kelâm, ilâhî sırlara âid sözler
ve gayba âid sırlar idi. Yine (Mesâbîh)i
şerîfde o menâkıbın sonunda, Ümm-i Atiyyeden “radıyallahü anhâ” rivâyet
edilmişdir. Dedi ki, Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri gazâya bir bölük asker gönderdi. Hazret-i
Alî “radıyallahü teâlâ anh ve kerremallahü vecheh” onların içinde idi. Ben, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinden işitdim, mubârek ellerini kaldırıp, buyurdu ki, (Yâ Rabbî! Alîyi tekrâr görünceye kadar, bana ölüm verme!)
Ondokuzuncu Menâkıb: Bir gün Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim
ecma’în”, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretlerine dediler ki, yâ Resûlallah! Hazret-i Alîyi bu kadar çok
seversiniz. Hikmeti nedir, bize haber ver ki, biz de bilelim ve evvelki
muhabbetimizden de çok muhabbet edelim. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki, (Varın Alîyi çağırın! Ondan haber alırsınız!) Eshâbdan
biri hazret-i Alîyi çağırmağa gitdi. Alî “radıyallahü teâlâ anh” gelmeden,
Server-i Enbiyâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Ey benim Eshâbım! Bir kimseye iyilik etseniz, o kimse
karşılığında size kötülük yapsa, ne yaparsınız!) Dediler ki, (yine
iyilik ederiz.) (Tekrâr size kötülük yapsa!)
Dediler, (yine iyilik ederiz.) (Tekrâr size kötülük yapsa, ne yaparsınız!) buyurdukda,
başlarını aşağıya salıp, cevâb vermediler. O sırada hazret-i Alî, se’âdet ile
geldiler. Hazret-i Fahr-i âlem ve Resûl-i ekrem
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki, (Yâ Alî! Bir kimseye iyilik eylesen ve o sana mukâbelesinde
kötülük yapsa, ne yapardın!), (Yâ
Resûlallah! İyilik ederdim.) (Tekrâr kötülük
yapsa!), (Yine iyilik ederdim.)
Sultân-ı kâinât “aleyhi efdalüssalevât” hazretleri, birbiri ardınca yedi def’a
süâl buyurdular. Yedisine de, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” (iyilik
ederdim) dedikden sonra, dedi ki, (O kimseye ben iyilik etdikce, o karşılığında
bana kötülük yapsa, yine ben ona iyilik ederdim,) deyince, cümle Eshâb-ı güzîn
“rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretleri dediler ki; (Yâ Resûlallah!
Hazret-i Alîyi bu kadar riâyet edip, sevip, muhabbet etdiğiniz kadar var imiş.)
Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, hazret-i Alîyi
kıskandıkları için böyle süâl sormadılar. Maksadları hazret-i Alînin yüksek
mertebesine ve derecesine vâkıf olmak için, süâl etmişlerdir.
Yirminci Menâkıb: (Resûl-i ekremin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
mu’cizesine işâret): Birgün, Sultân-ı Enbiyâ ve Resûl-i müctebânın huzûrlarına
üç kimse geldi. Biri hazret-i İbrâhîm aleyhisselâmın kavminden, biri hazret-i
Mûsâ aleyhisselâmın kavminden, biri hazret-i Îsâ aleyhisselâmın kavminden idi.
“Salevâtullahi aleyhim ve alâ nebiyyinâ.” Hazret-i İbrâhîm kavminden olan kimse
ileri gelip, dedi ki: Yâ Muhammed! Bütün Peygamberlerin büyüğü ve efdali benim
diyorsun. Nereden bilelim ki, Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin
makbûlüsün. Hazret-i İbrâhîme Allahü teâlâ halîlim demişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu
ki; Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri, hazret-i İbrâhîme halîlim dedi ise,
bana habîbim demişdir. Kişinin dostumu yakındır, yoksa mahbûbu mu [sevgilisi
mi]. O kimse hayrân olup, cevâba kâdir olamadı. Hemen Resûl-i
ekremin mubârek cemâline nazar edip, kalbden (Eşhedü en lâ ilâhe
illallah vahdehü lâ şerîkeleh. Ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlüh.)
dedi. Ondan sonra hazret-i Mûsâ kavminden olan kimse ileri gelip, dedi ki, yâ
Muhammed! Bütün Peygamberlerden benim mertebem yüksekdir. Hepsinin serveri ve
sultânı benim, diyorsun. Nere-
den inanalım ki, Allahü teâlâ
hazretlerinin yanında senin merteben, diğer Enbiyâdan yüksekdir. İşitdik ki,
Allahü teâlâ , hazret-i Mûsâya kelîmim demişdir. Her zemân Tûr-i sînâya
çıkarıp, kelâm söyler idi. Hazret-i Fahr-i âlem ve seyyid-i veled-i Âdem
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, Allahü Sübhânehü ve teâlâ,
hazret-i Mûsâya kelîmim dedi ise, bana habîbim, demişdir. Eğer hazret-i Mûsâyı
Tûr-i sînâya çıkardı ise, bana, hazret-i Cebrâîl aleyhisselâmla, Cennet
elbiseleri ile burakı donatıp, gökleri, yerleri, arşı ile kürsîyi ve Cennet ve
Cehennemi ve kevn-ü mekânı az zemân içinde seyr etdirdi. Kabe kavseyn ev ednâ
rütbesine varınca, Allahü teâlâ bana o şeklde ihsânlar ve nihâyetsiz lutfler
eylemişdir ki, hicâbı aramızdan kalkmışdır. Elhamdülillah ki, Allahü Sübhânehü
ve teâlâ biz za’îf kullarını o sultânın ümmetinden eyledi. Allahü teâlâ
hazretleri bana va’d eyledi ki, benim ümmetimden her kim benim rûh-i pâkime günde
yüz kerre Salevât-i şerîfe getirmeyi âdet hâline getirip, terk eylemese, bin
kerre rahmet eyler. Ve Cennet içinde bin derece verir. Bin günâhı mahv olur.
Bin altın sadaka vermişcesine sevâb verir. Hazret-i Ebû Hüreyre “radıyallahü
teâlâ anh” ve hazret-i Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet
etmişlerdir ki, o kimse de birşey söyliyemeyip, cevâba kâdir olmayıp, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin mubârek ayaklarına yüz sürüp, bin zevk ile parmak kaldırıp,
(Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlüh) dedi.
Ondan sonra, hazret-i Îsâ aleyhisselâm kavminden olan, ileri gelip, dedi ki, yâ
Muhammed! Allahü teâlâ hazretlerine bütün Peygamberlerden yakınım ve
sevgiliyim. Seyyidil evvelin ve âhırîn benim, dersin. Hazret-i Îsâ
aleyhisselâmın rûhullah olduğunu işitmedin mi. Allahü teâlânın emri ile ölüleri
diriltirdi. Fahr-ül kevneyn ve Resûl-i sekaleyn “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” buyurdu ki, (Varın, Alîyi çağırın.) Eshâbdan
birisi gidip, hazret-i Alîyi çağırdı. Hazret-i Alî geldikden sonra, Resûl-i ekrem hazretleri, o kimseye buyurdu ki, (Bir eski mezâr ki, ondan eski mezâr olmasın. Var Alîye
göster.) O kimse dedi, falan yerde bir mezâr vardır. Bin yıllık
mezârdır. Hazret-i Habîb-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu
ki, (Yâ Alî! Var o mezârın üzerine üç kerre çağır.
Bekle ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin emri ile ne zuhûr edecekdir.) Hazret-i
Alî “radıyallahü
teâlâ anh” o mezârın üzerine
varıp, bir kerre (yâ Ya’kûb!) diye çağırdı. Allahü tebâreke ve teâlânın emr-i
şerîfi ile mezâr orta yerinden yarıldı. Bir def’a (yâ Ya’kûb) diye çağırdı.
Mezâr açıldı. Bir def’a dahâ (yâ Ya’kûb) diye çağırdı. O sırada mezâr içinden
bir nûrânî pîr kalkdı. Saçları uzamış. Başından toprağı saça saça ayak üzerine
durup, yüksek sesle söyledi ki, (Eşhedü en lâ ilâhe illallah vahdehü lâ şerîke
leh. Ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resûlüh.) Ondan sonra hazret-i Alî ile
hazret-i Habîb-i ekremin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûruna gitdiler.
Bu açık mu’cizeyi görmekle çok kâfirler îmâna geldiler. Hazret-i Îsâ “alâ
nebiyyinâ ve aleyhisselâm” kavminden olan kimse müslimân oldu.
Yirmibirinci Menâkıb: Hazret-i Alînin “kerremallahü vecheh” bütün menkıbeleri
yerine yalnız bu kifâyet eder. Habîb-i ekrem ve Nebiyy-i muhterem “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine, Allahü teâlâdan Medîne-i münevvereye
hicret emr olundu. Sultân-ı kâinâtın döşeğine hazret-i Alî girsin deyip, Allahü
teâlâ tarafından emr edildi. Mekke-i Mükerremede kalıp, gerek
se’âdethânelerinin işleri olsun, gerek kendileri ile alâkalı emânetleri
sâhiblerine ulaşdırmak olsun ve gerekse Mekke-i Mükerremede kalan Sahâbîyi
gözetmek olsun, cümle hizmetleri, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Alî “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerine sipâriş buyurdular. O gece kâfirler Sultân-ı kâinâtın evinin
etrâfını kuşatmışlar idi. Allahü Sübhânehü ve teâlâ kendi lütfundan bütün
kâfirlere uyku verdi. Şeytân aleyhilla’ne de kâfirler ile berâber idi. O da
uyudu. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” ile çıkıp, se’âdet
ile yürüyüverdiler. Allahü teâlâ azze şânühü azamet-i kibriyâsı ile, hazret-i
Mikâîle ve hazret-i İsrâfîle “aleyhimesselâm” hoş hitâb edip, buyurdu ki, siz
çok çabuk Alînin yanına yetişin. Kâfirler bir hatâ ederler. Göz
açıp-kapayıncaya kadar, bu iki sultân yetişip, hazret-i Mikâîl hazret-i Alînin
başı ucunda oturup, hazret-i İsrâfîl, mubârek ayakları tarafında oturup, düâ
ederler idi. Bir zemândan sonra şeytân aleyhilla’ne uykudan uyanıp, yüksek ses
ile çağırdı ki, vay Muhammed kaçdı. Mel’ûn, insan sûretinde kâfirlere
görünürdü. Mel’ûna dediler ki, nereden bildin. Ben bilirim ki, ben uyku nedir
bilmezdim. Bu gece
uyudum. Muhammed bana sihr edip,
uyutdu; dedi. Ondan sonra bütün kâfirler birden hücûm edip, içeri girdiler.
Hazret-i Alîyi Resûl-i ekremin döşeğinde
gördüler. Resûl-i ekremi sordular. O da bilmem
diye cevâb verdi. Acele ile dışarı çıkdılar. Hazret-i Alî “radıyallahü anh”
ertesi gün o kadar kâfirlerin arasından çıkıp, Kâ’be-i şerîfde, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
se’âdetle oturdukları bir makâm var idi, o makâma varıp, devletle ve şevketle
oturdu. Resûlullah hazretlerinde her kimin
emâneti var ise, gelsin, benden alsın diye seslendi. Emâneti olanlar gelip,
emânetlerini aldı. Bir kimsenin emâneti kalmayıp, cümlesini sâhiblerine teslîm
eyledi. Mekke-i Mükerremede kalan Eshâb-ı güzîn, hazret-i Alînin “radıyallahü
teâlâ anh” kanadı altına sığınıp, bir ferdin cânı incinmedi. Müşrikler hazret-i
Alîden korkdukları için, müslimânların hiçbiri cefâ görmediler. Mâdem ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin se’âdethâneleri Mekke-i Mükerremede idi. Hazret-i Alî de Mekke-i
Mükerremede idi. Bir zemândan sonra, Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri emr eyledi ki, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”
se’âdethânelerini kaldırıp, Medîne-i Münevvereye alıp, götürsün. Hazret-i Şâh-ı
Merdân ve şîr-i yezdân se’âdet ile kalkıp, Kureyş kâfirlerinin cem’iyyetlerine
varıp, dedi ki, inşâallahü teâlâ yarınki gün Medîne-i Münevvereye gideceğim.
Eğer bir kimsenin bir sözü var ise ben burada iken söylesin. Cümlesi başlarını
aşağı salıp, hiçbirisi cevâb vermedi. Hazret-i Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh”
gitdikden sonra, Ebû Cehl la’în dedi ki, yâ Kureyşin büyükleri. Niçin
söylemezsiniz. Mâdem ki, hazret-i Muhammedin evi buradadır. Bizim ile düşmanlık
etmez. Her birisi Ebû Cehlin yanınca şöyle böyle yaparız, dediler. Sonra
hazret-i Abbâsa “radıyallahü teâlâ anh” yalvardılar ki, var kardeşinin oğluna
nasîhat eyle ki, Muhammedin evini götürmesin. Yoksa fesâd olur [aramız açılır].
Hazret-i Abbâs kalkıp, imâm-ı Alînin huzûruna varıp, bu konuşulanları
söyledikde, şâh-ı merdân [Alî “radıyallahü anh”] buyurdular ki, yâ amca,
inşâallah ben yarın, Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin se’âdethânelerini götürürüm. Her kim
yoluma gelirse ceng ederim. Hazret-i Abbâs “radıyallahü teâlâ anh” Kureyş
kâfirlerine bu haberleri verince, huzûrsuz olup, şehrden çıkarmamak için
söyleşdiler. Sonra sabâh oldu.
Hazret-i Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin se’âdethânesini kaldırıp,
yola revân oldu. Kureyşden dört beş kimse, atlarına binip, hazret-i Alînin
yoluna geldiler. Dön geri, yoksa senin ile ceng ederiz; dediler. Hazret-i Alî
“radıyallahü teâlâ anh” yükleri indirip, kendisi cenge mübâşeret eyledi. Allahü
teâlâ, hazret-i Alîye “kerremallahü vecheh” fırsat verip, onlara gâlip geldi.
Sonra hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” yerden hâne-i se’âdetin yüklerini
kaldırıp, yola revân oldular. Hazret-i Mikdâd bin Esved yolda hazret-i Alînin
“kerremallahü vecheh” üzerine gelip ceng eylediler. [Mikdâd henüz îmân etmemiş
idi.] Hazret-i Alî söyletmeyip, bir darbe ile atından yıkdıkdan sonra, göğsü
üzerine çıkıp, îmâna da’vet eyledi. O da hemen cân-ı gönülden kabûl edip,
müslimân oldu. Hattâ bu sultânın bir oğlu Kerbelâda, hazret-i Hüseynin
“radıyallahü teâlâ anh” uğruna mubârek cânını fedâ edip, şehîd olmuşdur. Bu zât
Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerinin
büyüklerindendir ve behâdırlarındandır. Bu hikâyenin tafsîlini [dahâ genişini]
isteyen (SİYER-İ NEBÎ)ye mürâce’at etsin. Orada geniş anlatılmışdır.
Yirmiikinci Menâkıb: Hazret-i Aliyyül Mürtedâ “kerremallahü vecheh” gâyet fakîr
bir hâle geldi. Zîrâ Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri
(Fakîrlik ile öğünürüm!) buyurdular. O
büyük zât, bu hadîs-i şerîfi Habîbullahdan
işitdikden sonra, dünyâya aslâ iltifât etmedi. Meselâ, mubârek eline bin altın
geçse, bir dânesi ertesi güne kalsın, demezdi. O gün hepsini fakîrlere
dağıtırdı. Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazret-i Alîye “kerremallahü vecheh” (Sultân-ı Eshiyâ) [Cömerdlerin sultânı] buyururlar
idi. Bir gün hazret-i Alî, Fâtıma-tüz-zehrâ “radıyallahü anhâ” hazretlerine
buyurdular ki, yâ Hayrünnisâ! Yâ Resûlullahın
kızı! Hiç zevcin ve halâlin Alî için yiyecek bir nesne var mıdır? Zîrâ çok
acıkdım. Hazret-i Fâtıma “radıyallahü teâlâ anhâ” buyurdular ki, yâ Ebel-Hasen!
O Allahü tebâreke ve teâlâ hakkı için ki, ondan gayri Allah yokdur. Şu ânda
hiçbir şey yokdur. Lâkin mendil ucunda bağlı, altı akçe vardır. O akçeleri
alıp, pazara varın. Hem kendiniz için bir nesnecik alın. Hem Hasen ve Hüseyn “radıyallahü
teâlâ anhümâ” meyve istediler. Onlar için de bir
mikdâr meyve alın. Hazret-i Alî
“kerremallahü vecheh” o altı akçeyi alıp, pazara gitdi. Yolda giderken, bir
kimse gördü. Bir müslimânın eteğine yapışıp, durmayıp, çekip, gider. Der ki,
artık seni bırakmam, katlanmağa dermânım kalmamışdır. Yâ hakkımı ver. Yâ gel
senin ile mahkemeye gidelim. O dertli adam ise, durmadan yalvarır ki, bir kaç
gün dahâ lutf edip, bana mühlet ver. O kimse de der ki, sabra mecâlim yokdur.
Zîrâ benim de çok sıkıntım, darlığım vardır. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ
anh” bunların çekişmelerini görünce, yanlarına varıp, süâl buyurdular ki,
da’vânız kaç akçedir. Dediler ki, altı akçedir. Hazret-i Alî kendi kendine dedi
ki, bu müslimânı bu elemden kurtarayım. Nihâyet, hazret-i Fâtımaya bir yol ile
cevâb veririm. O altı akçeyi verip, o müslimânı ızdırâbdan kurtardı. Ondan
sonra hazret-i Alî bir zemân ne cevâb vereyim diye tefekküre vardı. Bir mikdâr
zemân üzüldüler. Sonra yine düşündü ki, hazret-i Fâtıma “radıyallahü teâlâ anhâ”
seyyidetün-nisâdır. Resûlullahın kızıdır. Ne
diyecek, dedi. Eli boş se’âdethânelerine gelip, kapıyı çaldı. Hazret-i Hasen ve
hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ” koşarak gelip, zan etdiler ki
babaları yemiş getirdi. Gördüler ki, boş geldi; bir nesne getirmedi. Ağlamağa
başladılar. Sonra hazret-i Fâtımaya buyurdular ki, yâ Hayrünnisâ! O altı akçe
ile bir müslimânı habsden kurtardım. Hazret-i Fâtıma buyurdu ki, güzel yapdın,
yâ İmâm. Elhamdülillah ki, bir müslimânı bunun gibi elemden kurtardın. Böyle
buyurmakla berâber, mubârek hâtırları bir mikdâr mahzûn olur gibi oldu. Bizim
ihtiyâcımız çok idi. Niçin böyle yapdın diyecek iken, öyle demeyip, hemen
Allahü teâlâ hazretleri bize kâfîdir, dedi. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ
anh” hazret-i Fâtımanın gamının olduğunu ve iki şeyhzâdenin ağladıklarını
görünce; mubârek gönüllerine üzüntü gelip, bu elem ile dışarı çıkdı. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin huzûrlarına varıp, cemâl-i şerîflerini müşâhede ederek, bu gamdan
kurtulayım niyyeti ile gitdi. Zîrâ bir kimsenin yüzbin gamı olsa, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin mubârek cemâline nazar eylese [baksa], bütün gamı ve gussası
gitdikden başka, kalbine birçok sürûrlar ve safâlar hâsıl olurdu. Onun için hazret-i
Alî, Sultânı kâinât “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin mubârek
ayaklarına yüz sürmeğe gitdi. Biraz gitdikden sonra, yolda bir kişiye rast
geldi. Elinde bir be-
sili deve tutar idi. Hazret-i
Alîye dedi ki, ey yiğit, bu deveyi satarım, alır mısın. Hazret-i Alî buyurdu
ki, hâzır akçem yokdur. O şahs dedi ki, sana veresiye veririm. Hazret-i Alî
dedi ki, ne kadara verirsin. Dedi ki, yüz akçeye veririm. Hazret-i Alî dedi ki,
makbûlümdür; alırım. O da râzı olup, öyle olsun dedi. Deveyi hazret-i Alîye
teslîm eyledi. Hazret-i Alî, deveyi eline alıp, biraz gitdikden sonra bir başka
şahsa dahâ rast geldi. Dedi ki, yâ Alî, bu deveyi satar mısın. Hazret-i Alî,
evet satarım dedi. O şahs dedi ki, üç yüz akçeye bana verir misin. Hemen
vereyim, dedi. Deveyi o şahsa teslîm eyledi. O şahs da üçyüz akçeyi hazret-i
Alîye temâmen verip, deveyi alıp-gitdi. Hazret-i Alî de sevinip, doğru pazara
gitdi. Yiyecekler ve yemişler alıp, se’âdethânelerine vardı. Kapıyı açıp, içeri
girdiğinde şeyhzâdeler sevinip, yemişi ve ni’metleri aldılar. Yemeğe
başladılar. Hazret-i Fâtıma-tüz-zehrâ “radıyallahü teâlâ anhâ”, hazret-i Alîye
bu akçeyi nereden aldın, diye sordular. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh”
meydâna gelen hâdiseyi anlatdı. Ondan sonra yemeği yiyip, neş’elendiler. Sonra,
Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerine hamd ve senâ ve şükr etdiler. Hazret-i
Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, yâ Hayrünnisâ! Şimdi ben, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
meclisine gideyim. Se’âdet ile kalkıp, devlethâneden dışarı çıkdı. Biraz
gitdiği gibi, karşıdan Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” göründü.
O sırada Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretleri ile
otururken buyurmuşdu ki, (Varayım, Alî ile Fâtımayı göreyim.) Se’âdet ile kalkıp,
gelirken, hazret-i Alî ile karşılaşıp, tebessüm ederek, buyurdular ki, (Yâ Alî!
Deveyi kimden satın aldın. Kime satdın.) Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”
dedi ki, (Allahü teâlâ ve Resûlü bilir.) Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Yâ
Alî! Sana deveyi satan Cebrâîl aleyhisselâm idi. Satın alan İsrâfîl
aleyhisselâm idi. O deve Cennet develerinden idi. Yâ Alî! Sen o müslimânın
sıkıntısını giderdiğin için, Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri dünyâda
yerine elli hasene verdi. Âhıretde vereceğinin hesâbını Allahü teâlâ
hazretlerinden gayri kimse bilmez) “radıyallahü teâlâ anh”.
Yirmiüçüncü Menâkıb: Hazret-i Resûl-i ekrem
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Mi’râc-ı şerîfe çıkdıkları zemânda, dör-
düncü gökde bir aslan gördü.
Diller ile anlatılamaz. Hazret-i Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Cebrâîl aleyhisselâm hazretlerine sordular
ki, (Yâ kardeşim Cebrâîl! Bu aslan nedir.) Hazret-i
Cebrâîl aleyhisselâm cevâb verdi, (Yâ Resûlallah! Yabancı değildir. Hazret-i Alînin
“kerremallahü vecheh” rûhâniyyetleridir. Yâ Habîballah! Mubârek parmağınızdan
yüzüğünüzü çıkarıp, ağzına atın, dedi. Hazret-i Fâhr-i âlem “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” yüzüğü aslanın üzerine atdığı gibi, tevâzû’ ve hürmet ile,
yüzüğü ağzı ile aldı. Ondan sonra Sultân-ı kevneyn Muhammed Mustafâ “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” mi’râcdan indi. Ertesi gün Eshâb-ı güzîne, mi’râcdan
haber verdi. Dördüncü gökde müşâhede buyurdukları aslanın vasfını şerh
buyurdukları sırada, hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” mubârek ağzından yüzüğü
çıkarıp, hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” efendimizin huzûr-ı se’âdetlerine koydular. Bütün Eshâb-ı
güzîn, hazret-i Alînin bu mertebesini ve bu kerâmetini görünce hayrân oldular.
Ne derece mertebesinin yüksek olduğunu bilip, meyl ve muhabbetleri çok fazla
oldu “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”.
Yirmidördüncü Menâkıb: Hazret-i Alînin “radıyallahü anh” şân-ı şerîflerinde olan
âyet-i kerîmeler beyânındadır.
1– Ba’zı
âlimler derler ki, Emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “radıyallahü anh” mescidde
nemâza durmuşdu. Bir dilenci düâ etdi. Bir şey istedi. Hazret-i Alî rükû’a
varmış idi. Parmağındaki yüzüğü işâret ile o dilenciye verdi. Bu iş [amel]
Allahü teâlâ hazretlerine makbûl gelip, meâl-i şerîfi, (Ancak Allahü teâlâ, Resûlü ve mü’minlerden îmân edenler,
nemâzlarını kılanlar, rükû’da oldukları hâlde sadaka verenler, sizin
velînizdir) olan âyet-i kerîmeyi
gönderdi. [Mâide sûresi 55.ci âyet-i kerîme.]
İşâret: (Kıymetsiz,
değeri olmıyan birşey kıymetli bir kimsenin vermesi ile değerli olur.) Kadr
gecesi bütün geceler gibi bir gece olmasına rağmen; Allahü teâlâ kıymet verdiği
için; bin aydan dahâ kıymetli olmuşdur. Ümmetlerin iyisi bu ümmetdir ki,
onların bir tâ’atları yediyüz olur. O mert hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ
anh”dır ki, üç dört arpa ekmeği ve yarım dinârlık bir gümüş yüzük verdiği için,
o mertebelere yükselmişdir.
2– Abbâs
ve Talha “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretleri
arasında bir münâzara vâkı’ oldu.
Abbâs “radıyallahü anh” buyurdu ki, hâcılara suyu ben dağıtdığım için dahâ
fazîletliyim. Talha “radıyallahü anh” buyurdu ki, Beyt-i şerîfin kilidini ben
tutarım. İstersem gece orada kalırım. Onun için ben dahâ fazîletliyim. Hazret-i
Alî “kerremallahü vecheh” buyurdu ki, siz ne dersiniz! Ben sizden on ay evvel
yüzümü bu kıbleye dönmüşüm. Siz o zemân yokdunuz. Allahü Sübhânehü ve teâlâ,
meâl-i şerîfi (Hâcılara su vermeği ve Mescid-i
harâmı binâ etmeği, îmân etmek ile ve Allah yolunda cihâd etmek ile bir mi
tutuyorsunuz. Hâyır, böyle değildir. Allah zâlimlere [Resûline düşmanlık
edenlere, Allahü teâlâya şirk koşanlara, dalâletde kalmakda ısrâr edenlere]
hidâyet vermez. Derecesi Allah indinde en çok olanlar, Allaha îmân edenler,
hicret edenler ile mallarını ve nefslerini Allah yolunda vererek cihâd
edenlerdir) olan âyet-i kerîmeleri
gönderdi. [Tevbe sûresi 19-20.ci âyeti kerîmeleri.]
3–
Emîr-ül mü’minîn Alî bin Ebî Tâlib ve Fâtıma ve Hasen ve Hüseyn “rıdvânullahi
teâlâ aleyhim ecma’în” hakkında, (Size islâmiyyeti
bildirdiğim ve Cenneti müjdelediğim için, bir karşılık beklemiyorum. Yalnız
yakınım olanları seviniz!) [Şûrâ sûresi 23.cü âyet-i kerîme meâli.] buyuruldu.
Katâde “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki, (müşrikler bir cem’iyyetde,
görelim bakalım, Muhammed getirdiği sözler üzerine bir karşılık istiyecek mi,
dediler.) Bu sözler üzerine Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri bu âyet-i
kerîmeyi inzâl buyurdu. Sa’îd bin Cübeyr “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri
İbni Abbâs “radıyallahü anhümâ” hazretlerinden rivâyet etmişdir ki, bu
karâbetden [yakınlıkdan], Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, hazret-i Alî, Fâtıma ve Hasen ve Hüseyn
“radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerini irâde etmişdir. Bir kimseye hiçbir hâlde
bunları düşman tutmak lâyık olmaz.
4–
Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, Aliyyül mürtedâ “kerremallahü vecheh”
hazretlerinin pâk dinli olmasını beyân edip, buyurdular ki [Hicr sûresi 47-48.ci âyet-i kerîmelerinde meâlen], (Biz o ehl-i Cennetin sadrlarından [gönüllerinden] hıkdı ve hasedi çıkarırız. Onlar
birbirlerine kardeş olarak serîrleri üzere, dâimâ birbirlerine mukâbildirler.
Cennetde onlar, eziyyet ve meşakkat mes etmez. Onlar Cennetden hiç ihrâc olun-
mazlar.) Âlimlerden ba’zısı buyurmuşlar ki,
bu âyet-i azîme; hazret-i Alî, hazret-i Mu’âviye, hazret-i Talha, hazret-i
Zübeyr ve hazret-i Âişe-i Sıddîkanın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”
üstünlüklerini bildirmek için nâzil olmuşdur.
5–
Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri buyurdu ki; (Ey
mü’minler! Resûlullaha münâcât etdiğiniz vaktde, önce sadaka veriniz! Bu sizin
için hayrlıdır. Nefslerinizi şübhe ve mal sevgisinden en iyi temizleyicidir.
Eğer sadaka verecek birşey bulamazsanız, Allah gafûr ve rahîmdir.) [Mücâdele sûresi 12.ci
âyet-i kerîme meâli.] (Münâcât; bir arzûyu gizli olarak söylemekdir.)
Mücâhid buyurdular ki, hiçbir kimseye, bu âyet-i kerîme ile amel etmek, ittifak
düşmedi. Hazret-i Alî bin Ebî Tâlib, bu fermân nâzil oldukdan sonra ne zemân Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri ile münâcât etmek istese idi, bir sadaka verirdi. İbni Ömer
“radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretleri se’âdet ile buyurdular ki, Emîr-ül
mü’minîn Alî “kerremallahü vecheh” hazretlerinde üç nesne var idi ki, onlardan
biri bende olaydı, bana kırmızı tüylü ve siyâh gözlü develerden sevgili olurdu.
O şeylerden birincisi, Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri kendi kerîmeleri Fâtıma-tüz-zehrâ
“radıyallahü teâlâ anhâ” hazretlerini ona verdi. İkincisi, Hayber gününde feth
için bayrağı ona verdi. Üçüncüsü, necvî âyet-i kerîmesi
ile; [(Resûlüme bir
şey söyliyeceğiniz zemân, önce sadaka veriniz!)
âyet-i kerîmesi ile] o amel etdi. Derler ki, Alînin “radıyallahü
teâlâ anh” bir dinâr altını vardı. Onu on dirheme ayırdı. On dirhemi tasadduk
etdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretlerinden on mes’ele süâl etdi. Dedi ki: (Yâ Resûlallah! Allahü
tebâreke ve teâlâ hazretlerine nasıl ibâdet edeyim.) Buyurdular ki: (Sıdk ve safâ ile!) Dedi ki: (Yâ Resûlallah! Hak
sübhânehü ve teâlâ hazretlerinden ne isteyeyim.) Buyurdular ki, (Dünyâda ve âhıretde âfiyet ve magfiret iste.) Dedi
ki: (Yâ Resûlallah! Benim üzerime ne lâzımdır.) Buyurdular ki: (Allahü teâlâ ve tekaddesin buyurduğunu tutmak ve Resûlünün
buyurduğunu tutmak.) Dedi ki: (Yâ Resûlallah! Ne edeyim ki, benim
kurtuluşum onda olsun.) Buyurdular ki: (Halâl yi ve
doğru söyle!) Dedi ki: (Yâ Resûlallah! Râhat ne şeydedir.)
Buyurdular ki: (Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretlerinin dîdârında.) Dedi ki: (Yâ Resûlal-
lah! Fesâd nedir.) Buyurdular ki: (Kâfir olmak. Hak sübhânehü ve teâlâ hazretlerine şirk
koşmak). Dedi ki: (Yâ Resûlallah!
Vefâ nedir.) Buyurdular ki: (Eşhedü en lâ ilâhe
illallah ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah!)
Nükte: Allahü
teâlâ dilediğini azîz, dilediğini zelîl eder. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Mekkeliler arasında öyle olmuş
idi ki, her kime söz söylese o kimse yüz çevirirdi. [Böylece Resûlullahı küçük düşürmek isterler idi.] Kur’ân-ı
azîm-üş-şânda [Fussilet sûresi 26.cı âyet-i kerîmesinde
meâlen]; (Kâfirler, Kur’ân-ı kerîm için, onu
dinlemeyiniz! Lagv ediniz! [Boş şeylerdir,
diyerek bağırınız!]derlerdi) buyuruldu.
Sonra mertebesini yükselterek (Onun sözünü
işitebilmeniz için, önce sadaka vermeniz lâzımdır.) buyurdu. Dahâ sonra [Hücurât
sûresi dördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen]; (Ey
mü’minler! Seslerinizi, Resûlullahın sesinden dahâ yükseltmeyiniz! Onunla
konuşurken birbirinizle konuşur gibi bağrışmayınız!) buyuruldu. Dahâ sonra Allahü teâlâ, Resûlullahın Mekkede durmasına engel olan Mekkelilere
karşılık, Onu bir dereceye yükseltdi ki, Cebrâîl aleyhisselâm ve cümle mukarreb
melekler o dereceye ulaşamadı. Onu (Kabe kavseyn) makâmı ile şereflendirdi.
(İşâret): Yalan
yere yemîn eden; Harem-i şerîfde avlanan, oruclarında ve nemâzlarında kusûru
olanlar, fakîrlere birşey vererek Allahü teâlânın rızâsını kazanmağa
çalışmalıdır. Bu, fakîrler için ne büyük bir makâmdır.
6–
Allahü tebâreke ve teâlâ [Câsiye sûresi 21.ci âyet-i
kerîmesinde meâlen]: (Dünyâda kötü amel
işleyenleri; îmânlı olanlar ve sâlih amel yapanlar gibi hayâtda ve öldükden
sonra müsâvî kılacağımızı mı zan ediyorlar. Buna ne ile hükm ediyorlar!) buyurdu. Bu âyet-i kerîme hazret-i Alînin
“kerremallahü vecheh” şânının şerefi için nâzil olmuşdur ki, îmânı doğru idi.
Bütün işleri lâyık ve beğenilmiş ve riyâsız, yakışır idi. Müşrikler ise ona
derlerdi ki, (Dedikleriniz doğru çıksa bile, Allahü teâlâ bizi, dünyâda olduğu
gibi yine sizden üstün kılar.)
7–
Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri, Ahzâb sûresi
33.cü âyet-i kerîmesinde meâlen; (Ey
Habîbimin Ehl-i beyti! Allahü teâlâ, sizin günâhsız olmanızı istiyor.) buyurdu. Resûlullah
“sal-
lallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin ehl-i beyti, ervâh-ı tâhirât ve yakınları ve aşîreti, Alî ve
Fâtıma ve Hasen ve Hüseyndir “radıyallahü teâlâ anhüm”.
Yirmibeşinci Menâkıb: Alî “radıyallahü anh” hazretlerinin üstünlükleri hakkında
söylenen haberler beyânındadır.
1– Sa’îd
bin Cübeyr, Abdüllah ibni Abbâsdan “radıyallahü teâlâ anhüm” rivâyet eder. İbni
Abbâs “radıyallahü anh” der ki, meâli şerîfi, (Ey
Resûlüm! Sen insanları korkutucusun! Her kavme doğru yolu gösterici birisi
vardır) olan, Ra’d sûresi yedinci âyet-i kerîmesi nâzil olunca, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu
ki: (Korkutucu benim. Alî yol göstericidir. Yâ Alî!
Senin ile gidenler, doğru yolda gidenlerdir.)
2–
Rebi’atebni Nâcid, Alî bin Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden
rivâyet eder. Buyurdular ki, Resûl-i ekrem
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” beni çağırdı ve buyurdu ki, (Yâ Alî! Îsâ bin Meryem aleyhisselâm” gibisin. Yehûdî
ona buğz etdi. Hattâ vâlidesi Meryem hazretlerine, hâşâ sümme hâşâ bühtân
etdiler. Nasârâ ona muhabbet etdiler. Hattâ onu bir makâma çıkardılar ki, onun
makâmı değil idi.) Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki: Çok
kimseler benim yüzümden helâk olurlar. Ba’zısı beni ifrâtla severler. Diğer
Sahâbe-i güzîne buğz ederler. Ben onları sevmem. Ba’zısı bana buğz ederler.
Diğer Sahâbeleri severler. Bu iki tâife de Cehennem ehlidir. Ben Nebî değilim.
Bana vahy nâzil olmaz. Lâkin, kudretim olduğu kadar Kitâb ile amel ederim.
Allahü teâlânın tâ’atında ben ne emr edersem, size vâcibdir. İsteseniz de
istemeseniz de yapmanız lâzımdır. Ma’siyyetde bana itâ’at etmeyiniz. Zîrâ bana
itâ’at iyilikdedir.
3– Kays
bin Hâris rivâyet eder: Bir kişi Mu’âviye bin Ebî Süfyândan “radıyallahü anhüm”
bir mes’ele süâl etdi. Mu’âviye “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki; Var [git]
hazret-i Alîden süâl et ki, o benden iyi bilir. O kişi dedi ki, ben bu
mes’elede senin cevâbını isterim. Senin vereceğin cevâbı Alînin cevâbından çok
severim. Mu’âviye “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki: Sen yalan söyledin. Sen kötü
kişisin. Muhakkak sen, Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin ilmde mu’azzez ve mükerrem tutduğu
kimseden ikrâh etdin. Buyurdu ki: (Yâ Alî, Sen
benim yanımda, Hârûnun
Mûsâ “aleyhimesselâm” yanında olduğu gibisin. Benden sonra Peygamber gelmez.) Çok gördüm ki, Ömer “radıyallahü
teâlâ anh” onun ile meşveret ederdi. Eğer bir mes’elede müşkili olsa idi, Alî
burada mıdır, der idi. Mu’âviye “radıyallahü anh” o kişiye dedi ki, kalk,
Allahü tebâreke ve teâlâ ayaklarına kuvvet vermesin. O kişinin adını kendi
divânından sildi.
4– Sa’d
bin Ebî Vakkâs “radıyallahü anh” buyurdu ki, bir vakt Mu’âviye “radıyallahü
anh” bir hâcetinden dolayı benim yanıma gelmiş idi. Alîden “radıyallahü anh”
bahs etdi. Ben dedim, üç haslet Alî de vardır ki, eğer o üçden birisi bende
olsaydı, bana dünyâdan ve içindekilerden sevgili gelirdi. İşitdim ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurdu, (Her kim ki ben onun velîsiyim.
Alî de onun velîsidir.) [Beni seven Alîyi de sever.] Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinden işitdim ki, Hayber günü buyurdu: (Yarın
ben bayrağı bir kimseye vereyim ki, Allahü teâlâ ve Resûlü onu severler. Ve o
da Allahı ve Resûlünü sever.) Alemi [bayrağı, sancağı] Alîye verdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinden işitdim ki, buyurdu: (Yâ Alî! Sen
benimle; Hârûnun Mûsâ “aleyhimesselâm” ile olduğu gibisin.)
5– Câbir
bin Abdüllah “radıyallahü teâlâ anh”, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden rivâyet etmişdir. Buyurdular
ki: (O beni mi’râca iletdikleri gece, göklerde hicâblardan geçdim. Hicâbların
arasından bir nidâ edici nidâ etdi ki, (Yâ Muhammed! Senin baban İbrâhîm ne
güzel babadır. Alî bin Ebî Tâlib ne güzel kardeşdir. Ona hayr ile vasıyyet
eyle.)) Hasen-i Basrî, Enes bin Mâlikden “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eyler.
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurdu ki: (Üç kimse vardır ki, Cennet
onlara müştakdır. Alî bin Ebî Tâlib, Ammâr bin Yâser, Selmân-ı Fârisî
“radıyallahü teâlâ anhüm”).
6– Sa’d
bin Ebî Vakkâs “radıyallahü anh” buyurdu ki: Bir gün hazret-i Mu’âviye bana
dedi ki, Alîyi sever misin. Ben onu nice sevmiyeyim ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri hazret-i
Alîye buyurdu ki: (Yâ Alî! Sen bana, Hârûnun Mûsâya
“aleyhimesselâm” yakınlığı gibisin!) Bedr
gününde onu gördüm. Muhârebeden
dışarıya geldi. Karnından bir ses gelir ve bir beyt okurdu. O cengden, kılıncı
küffâr kanı ile boyanmayınca dönmedi.
7–
Âmileyn Şerhabîl Şâbî der ki; Alî Mürtedâ “kerremallahü vecheh” hazretleri,
Cemel vak’ası günü, Zeyd bin Serhânı gördü. Zeyd düşmüş, kan içinde yuvarlanır.
Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” başı yanında durdu. Buyurdu ki: Yâ Zeyd!
Allahü teâlâ hazretleri sana rahmet etsin. Ben seni güvenilir [emânete sâhib
çıkıcı] ve iyi işli bilirdim. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri sana Cennet ile müjde vermişdir.
Zeyd, kan arasından elini kaldırıp, dedi ki: Yâ Emîr-el mü’minîn! Sana da müjde
olsun Cennet ile ki, Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” müjde vermişdir. Bu cengde senin ile bulunmadım ki,
ceng edeyim ve safları birbirine vurayım ve hasmları helâk edeyim. Fekat
bunları halka riyâ ve süm’adan (riyâkârlık) ötürü veyâ dünyâ tamâ’ından ötürü
yapmıyayım. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (İmâm-ı Alî
iyilerdendir. Bâgîleri [isyân edenleri] öldürür.
Ona yardım eden iyi şeylere kavuşur. Ona yardım etmiyen iyi şeylerden uzak
kalır, mahrûm kalır.) Bunu işitdim, sevdim ki, gazâlarda senin ile
olayım. Senin dostlarından [yârlarından] olayım. Bunları dedi ve rûhunu teslîm
etdi “radıyallahü teâlâ anh”.
8– Amr
bin el Cûmî rivâyet eder. Ben Resûlullahın
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûrunda oturmuş idim. Buyurdu ki, (Yâ Amr!).
(Lebbeyk yâ Resûlallah!) dedim. Buyurdu; (İster
misin ki, Cennetin direğini sana göstereyim.) Dedim, isterim yâ
Resûlallah! O sırada Alî bin Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anh” oradan geçdi.
Buyurdu: (Bu kişi ve bunun ehli Cennetin direğidirler.)
Yine Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü anhümâ” hazretlerinin rivâyeti
ile Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri buyurdu ki: (Alî bedende baş
menzilesindedir.)
9–
Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” rivâyet eder. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Beni mi’râca iletdikleri o gecede, Cebrâîl aleyhisselâm
benim elimi tutdu. Beni Cennet derecelerinden bir müzeyyen derece-
de oturtdu. Orada bir
ayva benim önüme koydu. Ben aldım, kokladım. Elimde döndürürken, iki bölük
oldu. Bir hûrî ondan dışarı geldi ki, ondan güzel hûrî görmedim.) Dedi ki: (Esselâmü aleyke yâ
Muhammed!) Ben cevâb verdim ve dedim, (Sen kimsin). Benim ismim (Râdiyye-i
Merdıyye)dir. Allahü teâlâ hazretleri, beni üç şeyden yaratmışdır. Yukarı
kısmımı anberden, orta kısmımı kâfurdan, aşağı kısmımı miskden. Beni âb-ı hayât
ile yoğurdu. Ondan sonra, Hüdâvend-i Cebbâr ve Hâlık-i perverdigâr bana (Ol!)
dedi; oldum. Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri beni, kardeşin hazret-i Alî
ibni Ebî Tâlib için “radıyallahü anh” yaratmışdır. Ebû Zer-i Gıfârî
“radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Her kim benden ayrıldı. Allahü teâlâdan ayrıldı. Yâ Alî!
Her kim senden ayrıldı. Benden ayrıldı.)
Hazret-i
Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Server-i kâinât “aleyhi
efdalüs salevât” hazretleri buyurdular ki: (Alî bin
Ebî Tâlibi zikr etmek [anmak] ibâdetdir.)
Hazret-i Câbir bin Abdüllah “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, ([Allahü teâlâ] Cennet
kapısı üzerine, (Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah Aliyyün Nâsır-ü
Resûlillah) yazmışdır!) buyurmuşdur. Allahü Sübhânehü ve teâlâ
hazretleri gökleri ve yerleri halk etmeden ikibin sene önce yazmışdır.
10–
Abdüllah bin Mes’ûd “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurur: Habîb-i ekrem
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûrunda idim. Hazret-i Alî
“kerremallahü vecheh” hakkında süâl olundukda, (Hikmeti
on cüze taksîm etdiler. Dokuz cüzünü Alî bin Ebî Tâlibe verdiler. Bir cüzünü
sâir (diğer) insanlara verdiler!) buyurdular.
11–
Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretleri bildiriyor. Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri bir gün dışarı çıkdı. Alînin elini kendi mubârek eli ile tutduğu
hâlde, buyurdu ki: (Âgâh olun [uyanık olun]. Her kim, buna buğz eder. Muhakkak Allahü
teâlâ hazretlerine ve Resûlüne buğz etmiş olur. Her kim buna muhabbet eder.
Muhakkak Allahü teâlâ hazretlerine ve Resûlüne muhabbet etmiş olur.)
12–
Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurdu ki: (Her kim hilmde İbrâhîm
aleyhisselâma, hikmetde Nûh aleyhissalâtü vesselâma, çekdiği sıkıntılarda Yûsüf
aleyhisselâma bakmak isterse; Alî bin Ebî Tâlibe baksın.) Enes bin
Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin huzûr-ı şerîflerinde oturmuş idik. O sırada hazret-i Alî
“kerremallahü teâlâ vecheh” geldi. Meclisin ardında oturdu. Resûlullah hazretleri onu çağırdı. Hattâ önüne oturdu.
Buyurdu ki: (Yâ Alî! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri seni dört haslet ile
benim üzerime mükerrem ve müfeddâl [sâirlerinden ziyâde meziyyetli] kıldı. Alî
“radıyallahü teâlâ anh” hemen dizleri üzerine gelip, başını toprağa koyup, dedi
ki, babam, anam sana fedâ olsun, yâ Resûlallah! Kölenin efendi üzerine fadlı
olur mu? Buyurdular ki: (Yâ Alî! Allahü tebâreke ve
teâlâ hazretleri bir kula ikrâm etmek isterse, gözlerin görmediği, kulakların
işitmediği ve bir beşerin hâtırına gelmiyen şeyi verir!) Enes
“radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, biz dedik, yâ Resûlallah! Bize onu beyân
buyur, bilelim. Buyurdular ki: (Allahü teâlâ ve
tekaddes hazretleri, ona Fâtıma gibi bir zevce nasîb etdi. Ben nasîb olunmadım.
Hasen ve Hüseyn gibi oğullar nasîb etdi. Ben nasîb olunmadım. Bir kayın ata ona
nasîb olundu. Bana olunmadı.)
13–
Sa’îd bin Cübeyr, Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerinin elini
tutup, gidiyordu. Zemzem kuyusuna geldiler. Orada ise bir kavm oturmuşdu.
Hazret-i Alîye “kerremallahü vecheh” şetm ederlerdi. [Ya’nî onu
kötülüyorlardı.] İbni Abbâs hazretleri buyurdu ki, beni dönderin. Onlardan yana
geri döndürdüler. [Onların yanına vardılar.] Varıp, orada durdu ve buyurdu ki,
Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine ve Resûlüne yaramaz sözler söyliyen
kimdir. Dediler ki: Bizim aramızda kimse Allahü teâlâ hazretlerine yaramaz
söylemez. Ve bizim aramızda hazret-i Resûle hiç kimse yaramaz söylemez. Buyurdu
ki, Alî bin Ebî Tâlibe yaramaz söyleyen ve şetm eden, var mıdır. Dediler, evet
vardır. Buyurdu ki: İşitin, ben şehâdet ederim ki, bu kulağım ile işitdim; Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinden, buyurdu ki: (Her
kim Alîye seb’ eder,
muhakkak bana seb’ ederler. Her kim bana seb’ eder, muhakkak Allahü teâlâ ve
tekaddes hazretlerine seb’ eder. Her kim Allahü teâlâ hazretlerine seb’ eder,
Allahü teâlâ ve tekaddes anı yüz üzerine Cehenneme atar.)
14–
Atıyye-tül Ufî der ki: Câbir bin Abdüllahın “radıyallahü teâlâ anh” huzûruna
geldik. Pîr olmuş [ihtiyârlamış] ve kaşları gözlerini örtmüş idi. Ona, Alî
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin muhabbetinden sorduk. Başını kaldırıp,
şöyle söyledi. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerinin zemân-ı şerîflerinde bir kimsenin münâfık
olduğunu Alîye buğz etmesi ve düşman tutması ile anlardık.
15– Şa’bî
“radıyallahü teâlâ anh” der ki, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” Alî
“kerremallahü vecheh” hazretlerini gördü ve buyurdu ki: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin
huzûrunda, makâm cihetinden en üstününe ve yakınlık cihetinden en yakınına ve
kana’at cihetiyle agniyâsına [zenginine] bakarak mesrûr olmak isteyen, Alî bin
Ebî Tâlib hazretlerine “radıyallahü teâlâ anh” baksın.
16–
Âişe-i Sıddîka “radıyallahü teâlâ anhâ” buyurdular ki, yâ Resûlallah! Senden
sonra halkın hayrlısı kimdir, dedim. Buyurdular ki: (Ebû
Bekr-i Sıddîkdır.) Dedim, ondan sonra, buyurdular ki: (Ömerdir). Ondan sonra kimdir. Buyurdular ki: (Osmândır.)
Fâtıma-tüz-zehrâ
“radıyallahü teâlâ anhâ” dedi ki, (Yâ Resûlallah! Alî hakkında hiçbir nesne
söylemediniz.) Buyurdular ki: (Yâ cânım kızım! Alî
benim nefsim demekdir. Hiç kimse gördün mü ki, kendini beğensin veyâ kendi
hakkında bir şey söylesin!)
17–
Zeynel’âbidîn Alî bin Hüseyn, ceddi Alî bin Ebî Tâlibden rivâyet eder. Alî
“kerremallahü vecheh” hazretleri buyurdu ki, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bana, ilmden bin bâb ta’lîm
etdi. Her bâbdan da bin şeklini ta’lîm etdi [öğretdi].
18–
Abdüllah el-Kindî rivâyet eder. Mu’âviye bin Ebî Süfyân hac yapdı ve geldi.
Cemâ’at ortasında oturdu. Abdüllah bin Abbâs ve Abdüllah bin Ömer “radıyallahü
teâlâ anhüm” haz-
retlerinin huzûrlarında Mu’âviye
“radıyallahü teâlâ anh” elini, Abdüllah bin Abbâsın “radıyallahü teâlâ anhümâ”
dizi üzerine koyup, dedi ki, ben Senin amca oğlundan hilâfete dahâ lâyıkım.
Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretleri buyurdu; niçin. Dedi
ki, ondan dolayı ki, ben o halîfenin amcazâdesiyim ki, onu zulm ile katl
etdiler. Ya’nî o Osmân bin Affân “radıyallahü teâlâ anh” hazretleridir.
Abdüllah dedi ki: O hilâfete senden şu sebeb ile dahâ lâyıkdır ki, Alî
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin yakınlığı senin amcazâden yakınlığından
ileridir. Hazret-i Mu’âviye bunu işitdi ve susdu. Yüzünü Sa’d bin Ebî Vakkâs
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine döndürdü. Dedi ki: yâ Sa’d! Sen hakkı
bâtıldan ayırmaz mısın! Bizim lehimize veyâ aleyhimize olur musun. Sa’d dedi
ki: Zulmet yeri kapladığı vakt, sabr edemem. Tâ âlem rûşen olsun, gideyim.
Hazret-i Mu’âviye dedi, vallahi ben Kur’ân-ı azîm-üş-şânı okudum. Onda bir şey
bulmadım. Sa’d dedi: Sen bu sözü kabûl eder misin. Ben Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden işitdim, Alî bin Ebî Tâlibe
buyurdu ki: (Yâ Alî! Sen hak ilesin. Hak senin
iledir.) Hazret-i Mu’âviye dedi ki: Bir kimse getir ki, bunu senin
ile işitmiş olsun. Sa’d dedi ki: Ümmü Seleme işitmişdir. Râvî der ki; hazret-i
Mu’âviye ve o cemâ’at cümlesi kalkıp, Ümmü Selemenin “radıyallahü teâlâ anhâ”
huzûrlarına vardılar. Dediler ki: Yâ Ümmül mü’minîn! Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden sizin rivâyetiniz ile Sa’d
bir hadîs-i şerîf söyler. Ümmü Seleme dedi, ne
söyler. Der ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri Alîye (Sen hak ilesin,
hak senin iledir,) buyurmuşdur. Ümm-ü Seleme hazretleri, doğru
söyler. Ben kendi evimde, Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden işitdim buyurdu. Hazret-i Mu’âviye
yüzünü döndürüp, hazret-i Sa’d ve sâir Eshâb-ı güzîn hazretlerine bakıp,
onlardan özr dileyip, eğer ben bu hadîs-i şerîfi
önceden işitmiş olaydım, dâimâ, Alî bin Ebî Tâlibin hâdimi olurdum, buyurdu.
19–
Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyet etdi. Habîb-i ekrem
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Ben ilmin terâzîsiyim. Alî o terâzînin kefeleridir.
Hazret-i Hasen ve Hüseyn ipleridir. Fâtıma alâkasıdır [kefelerin asıldığı demiridir] ve benden sonra imâmlar o
terâzinin
amûdîdir [düşey demiridir]. O
terâzî ile bizim dostlarımızın amelini tartarlar.) Hazret-i Enes bin Mâlik
“radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Hazret-i Habîb-i ekrem “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” efendimiz buyurdular ki: (Ben
ilmin şehriyim. Alî o şehrin kapısıdır. O kapının halkası Mu’âviyedir.)
20–
Hazret-i Mu’âz bin Cebel “radıyallahü anh” rivâyet etmişdir. Habîb-i Hudâ
Resûl-i Müctebâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Allahü tebâreke ve teâlâ bir kavmi günâhlarından pâk eder,
saçları temâmen dökülen kimseler gibi ki, bu kavmin evveli Alî bin Ebî
Tâlibdir.)
21–
Hazret-i Aliyyül Mürtedâ “kerremallahü vecheh” rivâyet eder. Hazret-i Habîb-i
ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz buyurdular ki: Hazret-i Mûsâ bin
İmrân “salavâtullahi aleyhi ve alâ nebiyyinâ” Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretlerinden istedi ve dedi, yâ Rabbî! Benim kardeşim Hârûn vefât etdi. Sen
onu afv et. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri vahy etdi ki, yâ Mûsâ! Eğer,
önce ve sonra gelenlerin afvını benden isteseydin kabûl ederdim. Hüseyn bin Alî
bin Ebî Tâlibin kâtilini, ya’nî Onu şehîd edeni afv etmiyeceğim.
Yine
hazret-i Alî “kerremallahü teâlâ vecheh” rivâyet eder. Habîb-i ekrem
“sallallahü aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: Mûsâ bin İmrân
“aleyhisselâm” Rabbinden istedi ki, Hüseyn bin Alî “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerinin rûhunu ziyâret etsin Onun ziyâretine yetmişbin melek ile geldi.
Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyet eder. Resûl-i kâinât,
aleyhi efdalüssalevât hazretleri buyurdular ki: (Hak
teâlâ hazretleri benî İsrâîlden nebîlerine su’izanları ve buğzları sebebi ile
yağmuru men’ buyurdu. Bu ümmetden Alî bin Ebî Tâlibe adâvet etdikleri için de
yağmuru men’ eder.)
22–
Câbir bin Abdüllah “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Habîb-i ekrem
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Alî bin Ebî Tâlibin bu ümmet üzerine hakkı, babanın oğlu
üzerine hakkı gibidir.)
23–
Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurdular ki: (Hazret-i Alî ibni Ebî
Tâlibin muhabbeti,
günâhları yir, mahv
eder. Nasıl ki ateş odunu yiyip mahv etdiği gibi.)
24–
Mu’az bin Cebel “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Alî bin Ebî Tâlibin sevgisi, bir hasenedir ki, ya’nî bir
tâ’atdır ki, hiç bir seyyie, ya’nî hiçbir ma’siyyet onunla zarar veremez. Buğz
ve adâveti bir seyyiedir ki, hiçbir hasene onunla fâide veremez.) Selmân-ı Fârisî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Benim sırrımın sâhibi Alî bin
Ebî Tâlibdir “radıyallahü teâlâ anh”.)
25–
Abdüllah bin Ca’fer “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurdular ki: (Benim, Alî aslımdır. Ve
Ca’fer fer’imdir. Yâhud Ca’fer aslımdır; Alî fer’imdir) “radıyallahü
teâlâ anhümâ”.
26–
Ümm-i Seleme “radıyallahü anhâ” rivâyet eder. Habîb-i ekrem “aleyhissalâtü
vesselâm” buyurdular ki, (Alî ve onun gürûhu [fırkası] kıyâmet gününde necât buluculardır [kurtulanlardır].)
27– Ebû
Zer-i Gıfârî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Peygamberimiz “aleyhissalâtü
vesselâm” hazretleri buyurdu ki: (Alî benim ilmimin
kapısıdır. Âşikâre edicidir, bildirmem lâzım gelen şeyleri ümmetime
açıklayıcıdır. Benden sonra, onu sevmek îmândandır. Ona buğz etmek nifâkdandır.
Ona nazar etmek [bakmak] rahmetdendir.
Onun muhabbeti ibâdetdir.)
28–
Ümm-ü Seleme “radıyallahü teâlâ anhâ” rivâyet eder. Habîb-i ekrem “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki, (Kur’ân-ı
azîm-üş-şân Alî iledir. Alî Kur’ân-ı azîmüş-şân iledir.) Ya’nî
hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” her zemân Kur’ân-ı azîm-üş-şânın hükmü ve
emri iledir. Kur’ân-ı kerîm de onun imâmı ve yol göstericisidir.
29– Ebû
Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Patlıcan yiyiniz ki, o bir ağaçdır. Ben onu Cennet-ül
Me’vâda gördüm. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin vahdâniyyetine ve Benim
Peygamberliğime ve Alînin velîliğine şe-
hâdet etdi. Her kim
patlıcanı, zarar niyyeti ile yirse, zarar olur. Eğer şifâ niyyeti ile yirse,
şifâ olur.)
30–
Huzeyfe tebni Yemân “radıyallahü anh” rivâyet eder. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: Eğer halk, Alîye
emîr-ül mü’minin ismi ne zemân verildiğini bilseler idi, Alînin fazîletini
inkâr etmezlerdi. Hâlbuki Âdem aleyhissalâtü vesselâm rûh ile beden arasında
idi. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri buyurdu ki: Ben sizin Rabbinizim,
Muhammed Nebînizdir. O zemân Alîye “radıyallahü teâlâ anh” emîr-ül mü’minîn
denildi.
31– Ömer
bin Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Eğer gökleri ve yerleri terâzînin bir kefesine koysalar,
Alînin îmânını diğer kefesine koysalar, Alînin îmânı ağır gelir.)
32–
Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurdular ki: (Eğer cümle halk Alî bin
Ebî Tâlibin muhabbeti üzerine birleşseler idi, Allahü teâlâ ve tekaddes
Cehennemi yaratmazdı.)
33– (Eğer Alî yaratılmasa idi, dünyâda Fâtımaya münâsib kimse
bulunmaz idi) buyuruldu.
34–
Mu’âviye bin Hîdet “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurdular ki: (Kalbinde Alî bin Ebî Tâlibin buğzu olduğu hâlde ölen
kimse, ister yehûdî olsun, ister nasârâ olsun, fark etmez.)
35–
Mu’âz bin Cebel “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurdular ki: (Alînin “radıyallahü anh” yüzüne nazar etmek [bakmak] ibâdetdir.)
36– Ebû
Berze-tel Eslemî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Allahü tebâreke ve teâlâ bana husûsî bir ahd verdi. Bana
nice kerre buyurdu ki, bu husûsî ahdimi kabûl et-
din mi. Ben dedim, evet
yâ Rabbî bu ahdi kabûl etdim.) Ebû Berze-i Eslemî der ki, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Dedim,
yâ Rabbel’âlemîn! Bu ahdini ki benim ile etdin. Ve ben o ahdi senden kabûl
etdim. Bana söyle o ahd nedir. Allahü Sübhânehü ve teâlâ bana vâsıtasız olarak
buyurdu ki, o ahd odur ki, sen bilesin, benden cümle halka diyesin ki, Alî
hidâyeti göstericidir, doğru yolun işâretidir. Mutî’lerin ve muvahhidlerin
gözlerinin nûrudur. Müslimân ve mü’minlerin serverleridir. Ben bütün kullarıma
benim birliğimi ve tevhîdimi lâzım kılmışım. Bütün ümmetine senin risâletini
tasdîk etmelerini lâzım kılmışım. Bütün mü’minlere Alînin muhabbetini ve
meveddetini [sevmeği] lâzım kılmışım.
Her kim Alîyi dost tutar, Allahü teâlâyı [beni] ve Muhammedi [seni] dost
tutmuş olur. Muhakkak ki o kimse hakîkî dost olur. Alîyi sevmiyen de hakîkî
düşmân olur.)
(İşâret): Zühd
ve vefâ ehli Alîdir. Sıdk ve safâ ehli Alîdir. Cömert ve sehâ ehli Alîdir. Rıfk
ve rızâ ehli Alîdir. Mahrem-i ravda-i asfiyâ Alîdir. Mefhâr-ı fadl-ı a’lâ
Alîdir. Mahrem-i fadl-ı nu’mâ Alîdir. Kendi zemân-ı şerîfinde Allahü tebâreke
ve teâlâ hazretlerinin mahlûkunun kıdvesidir. Semere-i şecere-i dîn-i Hudâ-i
teâlâ Alîdir. Müstevcibül fedâil ve tefâdul ve meâsir Alîdir. Alî Mürtedâ
“kerremallahü teâlâ vecheh” hazretlerinin mubârek gönlü, kâfirler ve mülhidler
ve hâricîler üzerine, Cehennem Mâlikinin Cehennem ehli üzerine gönlünden
şiddetli katı idi. Mubârek gönlü, dervişler ve yetîmler ve Cennet ehli üzerine,
Cennet Rıdvânının gönlünden dahâ yumuşak idi. Alî “radıyallahü teâlâ anh”
hazretleri behâdırlıkda, aslancasına mertlikde, kâfirlere ve mülhidlere çok
şiddetli zehrden acı idi. Civânmertlikde, dervişlere bal ve şekerden tatlı idi.
Her vakt ki, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” hâmiyyet (iyilik severlik) ve
siyâsete gideydi, Cehennemin sam yeli ve zakkûmu pişer ve ölürdü. Her vakt ki
şefkat ve kerâmetde gideydi, Cennetin Na’îm nesimi pişer ve ölürdü. Her vakt ki
Alî “kerremallahü teâlâ vecheh” Zülfikârı elinde tutar idi, kâfirlerin ve
mülhidlerin ve ehl-i hevâların cânları tenlerinde muzdarib olurdu. Her vakt ki
akçe keselerini eline alıp, açdığı zemân, fakîrlerin ve yetîmlerin cânları
tenlerinde sâkin olurdu.
Yirmialtıncı Menâkıb: Rüknül-islâm
Ahmed Cürcânî “rahi-
mehullahü teâlâ” rivâyet eder.
Yüzden fazla Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerinin
rivâyeti ile işitdim ki, Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular: (Alînin bir
kerre Amr bin Abdûdün karşısına çıkması, ümmetimin kıyâmete dek ibâdetinden
hayrlıdır.) Amr bin Abdûd arabî idi, Kureyşî idi. Mudar bin Nizâr
evlâdından idi. Fekat Âd kavminin kuvvetinde idi. Ömründe hiçbir cengden
yenilerek dönmemiş idi. Yalnız Bedr cenginde yaralanıp düşmüş idi. Yarası iyi
oldu. Tekrâr Hendek cengine geldi. Onun gelmesinden müslimânlara korku hâsıl oldu.
O vâkı’ada yirmibir gün ok ve kılınç ile ve mızrak ile ve taş ile ceng oldu.
Yirmiikinci gününde ceng ve cidâl iyice şiddetlendi. Amr bin Abdûd, Hendek
kenârına gelip, meydâna er istedi. Müslimânlardan karşılık veren olmadı. Bir
dahâ istedi. Kimse varmadı. Yedi kerre da’vet etdi. Yedincide, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
efendimiz hazretleri, Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini çağırdı ve
huzûrlarına oturtdu. Buyurdu ki, (Yâ Alî! Benim
atıma bin. Zülfikârı al. Amr bin Abdûdün önüne mertçe var. Onun uzun boylu
oluşundan ve heybetinden üzülüp, endîşe etme ki, ben Allahü tebâreke ve teâlâ
ve tekaddes hazretlerinden, düâ ederim ki, sana nusret edip ve senin elin ile
müslimânlardan şerîri def’ eder.) Alî “radıyallahü teâlâ anh”
düldüle binip, Zülfikârı kuşandı. O aslan ki, avını gözleyip, gider gibi, Amr
bin Abdûdün önüne vardı. Birbirini gördüler. Alî “radıyallahü teâlâ anh”
hazretleri buyurdu ki: Yâ Amr, işitdim ki, sen Kâ’be karşısında ahd etmişsin
ki, Kureyşden bir kimse senden iki hâcet istedikde, o isteklerden birini yerine
getirecekmişsin. Evet yâ Alî. Ben bu ahdi etdim. Hazret-i Alî buyurdu: Yâ Amr! Şimdi
sen bilirsin ki, ben Kureyşdenim. Senden iki hâcet isterim. Eğer ikisini de
kabûl etmez isen, bâri birisini kabûl et! Evvelâ senden isterim ki, bu sâatde,
Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin vahdâniyyetini ve Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin risâletini ikrâr edesin. Dedi ki; Bunu kabûl etmem. Başka ne
istersin. Buyurdu ki: Onu isterim ki, bu sâatde, bu iki kuvveti birbirine
koyasın, sen Mekke-i Mükerremeye dönesin. Bunu kabûl etdim. Ammâ, Ebû Bekr ve
Ömer ve Osmânın başlarını keserim. Hazret-i Alî “radıyallahü anh” buyurdu ki,
Ey sefîh! Benim başımı kesmeyince onların başını nasıl kesersin. Ey Alî, sen gençsin.
Henüz dünyâyı görmemişsin. İste-
mem ki, senin başını keseyim.
Hazret-i Murtedâ buyurdu ki: Ben isterim ki, Allahü Sübhânehü ve teâlâ
hazretlerinin tevfîki ile, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin düâsı ile senin başını
keseyim. Bu sözden Amr harâretlendi. Hemen atından inip, atını bırakdı.
Hazret-i Alîye doğru yürüdü. Hazret-i Alî de “kerremallahü vecheh” atından
inip, yaya oldu. Birbirine hamle edip, dolaşdılar. Alî “radıyallahü teâlâ anh”
hazretleri, fırsatı bulup ceng arasında Zülfikârı ile bir darbe vurup, uyluğunu
dibinden ayırıp, düşürdü. Hazret-i Alî, Amrın bacağını teninden ayırıp, yüzünü
ondan döndürüp, uzaklaşırken, Amr, kendi kesilmiş bacağını eline alıp, hazret-i
Alînin ardınca atdı. Öyle bir atdı ki, eğer hazret-i Alî, onun önünden sapmasa
idi, o ayak parçası ile helâk olurdu. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”
tekrâr dönüp, Amr bin Abdüdün başını kesdi. O sırada Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” efendimiz hazretleri tekbîr alıp, buyurdu
ki; (Alînin Amr bin Abdûd ile bir kerre
karşılaşması, ümmetimin kıyâmete kadar olan ibâdetlerinden hayrlıdır.)
Yirmiyedinci Menâkıb: Resûl-i ekrem ve Nebiyyi muhterem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin, hazret-i Alîye “radıyallahü teâlâ anh” vasıyyetleri
beyânındadır.
1– Alî
bin Ebî Tâlib “kerremallahü vecheh” rivâyet eder. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Yâ Alî! Sana beş yüz koyun vermemi mi, yoksa dînin ve
dünyân kurtuluşuna sebeb olacak beş kelime ta’lîm etmemi mi sevgili tutarsın!) Ben
dedim; kelimeleri isterim. Bir düâ öğretdiler. (Allahım!
Benim günâhımı afv eyle! Hulkumü geniş eyle! Kesbimi [kazancımı] temiz kıl. Bana nasîb etdiğin şey’e kana’at
edici eyle. Beğenmediğin şeye nefsimi meyl etdirme.) Sonra Resûlullah buyurdu ki: (Yâ
Alî! Sonu üzüntü ve ağlamak olmıyan hiçbir sevinç ve neş’e yokdur.)
2–
Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eyler ki, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular: (Yâ Alî! Sen Kâ’be menzilesindesin! Bütün herkes Kâ’beye
varır. Kâ’be hiçbir yere varmaz. Eğer bir kavm sana gelip, bu hilâfet emrini
sana teslîm ederlerse, onlardan kabûl eyle! Eğer gelmezler ise, sen onlara
varma.)
3–
Abdüllah bin Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyet eyledi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurdu ki: (Yâ Alî! Sen ehl-i
Cennetsin. Yakın zemânda bir kavm gelir ki, onların lakabları olur. Onlara
râfizî derler. Eğer sen onlara yetişirsen onları öldür ki, müşriklerdir. Ne
Cum’a bilirler, ne cemâ’at bilirler! Ebû Bekr ve Ömeri seb’ ederler [kötülerler].)
4– Alî
bin Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurdu ki: (Yâ Alî! Süâl etdim Allahü
teâlâ hazretlerinden ki, seni hilâfetde öne alsın. Üç kerre istedim. Allahü
teâlâ ve tekaddes kabûl etmedi. Ebû Bekri öne aldı.)
5–
Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretleri rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurdu ki: (Yâ Alî! Allahü tebâreke ve
teâlâ hazretleri Fâtımayı sana tezvîc etdi. Ve ona yeri sıdâk [yeryüzünü mehr] kıldı. Her kim yeryüzünde sana buğz
edici olduğu hâlde yürürse, bu yürümesi harâmdır.)
6– Ammâr
bin Yâser “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Yâ
Alî! Allahü teâlâ hazretleri seni bir zînet ile zînetlendirdi ki, dünyâyı terk
etmek olan ve kendisine sevgili olan zühd ile zînetledi. Öyle takdîr etdi ki
dünyâdan birşeye nâil olmıyasın!)
7–
Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Yâ
Alî! Yalnız Rabbinden ümîd edici ol! Günâhından başka birşeyden korkma! Birşey
sorduklarında bilmez isen, Allahü teâlâ bilir demekden ar etme.)
8–
Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Yâ Alî! Cimri ve bahîl olma. Yüzünü güler tutasın [güleryüzlü olasın]. Kerîm ve ikrâm edici olasın ki,
mü’min yumuşak yüzlü ve cömert olur. Münâfık kaba ve cimri olur. Benim
ümmetimin cömertlerinin günâhları, güneşde buzun eridiği gibi erir.)
9– Ebû
Mûsâ “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir. Re-
sûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Yâ Alî! Ben
kendim için râzı olduğum şeylere, senin için de râzı olurum. Kendim için kerîh
gördüğüm nesneyi, senin için de kerîh görürüm. Kur’ân-ı azîm-üş-şânı cünüb
olduğun hâlde okuma. Rükû’ ve secdede Kur’ân-ı kerîmi okumıyasın. Saçlarını başın
üstünde topladığın hâlde nemâz kılmıyasın.)
10–
Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Yâ Alî! Gayretli ol ki, Allahü teâlâ gayretli olanı sever.
Sahî [cömert] ol ki, Allahü teâlâ sahî [cömert]
olanı sever. Cesâretli ol ki, Allahü teâlâ ve tekaddes şecâ’ati sever. Eğer
bir kimse senden bir hâcet istese, onun hâcetini bitir. Eğer o kimse o hâcete
lâyık değil ise, sen hâcet bitirmeğe lâyıksın!)
11– Alî
“kerremallahü teâlâ vecheh” hazretleri rivâyet eder. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Yâ Alî! İnsanlar, Allahü teâlâ hazretlerine yaklaşıyoruz
diye çalışıp-kazandıkları zemân, sen akl kesb eyle, tâ onlara sebkat edesin [onlardan ileri geçesin.] Allahü teâlâya dünyâda ve
âhıretde yaklaşmak derece ve kıymetinin onlardan önde olması için gayret
edesin.)
12–
Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” rivâyet eder. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Yâ Alî! Baş ağrısı seni râhatsız edecek kadar olursa, iki
elini başın üzerine koyup, sûre-i Haşrın âhırini [sonunu] oku. “Lev enzelnâ” âyet-i kerîmesinden sonuna
kadar oku.)
13– Enes
bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûl-i
ekrem ve Nebiyyi muhterem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri
buyurdular ki: (Yâ Alî! Yalan söylemekden sakın.
Eğer zan edersen ki, o yalan seni kurtarır, yalan söyleme. Sana doğru söylemek
lâzım olsun. O doğru seni helâk edecek bile olsa, doğru söyle.)
14–
Hazret-i Alî “kerremallahü teâlâ vecheh” rivâyet eder. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Yâ Alî! Beş kelime ki, Cebrâîl bana ta’lîm etmişdir. Onları
sana ta’lîm etmemi mi seversin. Yoksa emr edeyim sana
beş keçi versinler,
bunu mu seversin!) Hazret-i
Alî dedi, (Yâ Resûlallah! Ben o beş kelimeyi severim.) Buyurdular ki: (Ey mahlûklara rızk veren! Ey fakîrlere rahmet eden! Ey zor
durumda olanları kabûl eden! Ey mü’minlerin Velîsi! Ey rahmet edenlerin en
rahîmi! Bana rahmet et, acı.)
15–
Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Yâ
Alî! Perşembe gününde bıyığını kırk ve tırnağını kes. Koltuğunu yol, kasığını
traş eyle. Cum’a günü temiz elbise giy! Güzel koku isti’mâl eyle [sürün, kullan].)
16–
Nizâmüddîn Abdül’vâhid ibni el Fadl el-Fermâdî, ceddi Ebül Kâsım Gürgânîden
isnâd ile, o da Mûsâ Kâzım bin Ca’fer Sâdık bin Muhammed Bâkır bin Alî
Zeynel’âbidîn bin Hüseyn bin Alî bin Ebî Tâlibden “radıyallahü teâlâ anh”
rivâyet etmişdir. Hazret-i Resûl-i ekrem ve
nebiyyi muhterem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki, (Yâ Alî! Mercimek yemeğine devâm et ki, yetmiş Nebî mercimek
yidiler ve ona bereket ile düâ etdiler. Sonuncuları Îsâ bin Meryemdir “alâ Nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm”.)
Yirmisekizinci Menâkıb: Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin
şânlarını anlatan haberler hakkındadır.
1– Ebû
Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Beni mi’râca çıkardıkları o gece gördüm. Arşın ayağında
yazılmış, ben birim, benden başka ilâh yokdur. Adn Cennetini ben yaratdım.
Yaratdıklarımdan Resûlüm Muhammedi seçdim. Onu Alî ile kuvvetlendirip, yardım
etdim.)
2–
Selmân-ı Fârisî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Kıyâmet günü olunca; Arşın sağında benim için kırmızı
yâkutdan bir kubbe kurarlar. Arşın solunda İbrâhîm halîlullah için yâkutdan bir
kubbe kurarlar. Bir kubbe de Alî için benim ile İbrâhîm arasında beyâz inciden
kurarlar. Siz iki Halîlin arasında olan Habîbi ne zan ediyorsunuz.)
3–
Bilâl-i Habeşî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”,
mubârek yüzü
bedr olan aydan nûrlu olduğu hâlde
bizim üzerimize çıkageldi. Abdürrahmân bin Avf “radıyallahü teâlâ anh”
karşılayıp, dedi ki, babam ve anam sana fedâ olsun; yâ Resûlallah, bu ne
nûrdur. Buyurdular ki: (Rabbimden azze ve celle
müjde geldi, kardeşim ve amcamoğlu ve kızımın zevci Alî “radıyallahü teâlâ
anhümâ” hakkında ki, Allahü tebâreke ve teâlâ o vakt ki, Fâtımayı Alîye tezvîc
eyledi. Cennet hâzini Rıdvâna emr eyledi ki, Tûbâ ağacını sallaya. Rıdvân da
salladı. Tûbâ ağacından, bizim dostlarımızın adedince hüccetler saçıldı. Allahü
teâlâ ve tekaddes nûrdan melekler yaratdı. Her meleğe o hüccetlerden bir hüccet
verdi. O hüccetlerde yazılmışdır ki, Mustafânın ve ehl-i beytinin muhib ve
muhlîsleri Cehennemden azâd olmuşdur.)
4–
Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden rivâyet etmişdir. Buyurdular
ki, (Kıyâmet günü olunca, bütün Peygamberleri “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” bir yere
toplarlar. Bir nidâ edici arş altından nidâ eder, yâ Enbiyâ cemâ’ati. Sizi
sevenleriniz ile iftihâr edin. Ben Cihâr-ı yârim ile iftihâr ederim.)
5– (O kimseler ki, îmân getirdiler ve sâlih amel işlediler. Yakın
zemânda Allahü rahmân onlara kendi dostluğunu, muhabbetini verir.) âyet-i kerîmesinin
tefsîrinde, Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü anhümâ” buyurdu ki; ya’nî Allahü
teâlâ onları dost tutar ve onları dost kılar ki, onları yer ve gök ehline
sevdirir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” buyurdu ki, (Allahü Sübhânehü ve teâlâ bir
kulunu severse, Cebrâîl aleyhisselâma buyurur ki, filân kimseyi dost tutdum.
Siz de dost tutun. Cebrâîl ve melekler de dost tutarlar.) Onlardan
yine bir nidâ edici gökden nidâ eder ki, Allahü tebâreke ve teâlâ filân kimseyi
dost tutdu. Siz de ey yer ehli onu dost tutunuz. Hepsi dost tutup, severler.
Onun muhabbetini yer halkının da kalbine salar. Bütün yer ehli de muhabbet
ederler. Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” buyurur ki, âyet-i
kerîmede, (vüdd) lafzından murâd, Alî bin Ebî Tâlibin “radıyallahü teâlâ anh”
muhabbetidir ki, onu mü’minlerin kalbinde tatlı etmişdir.
6– Enes
bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” haber vermişdir. Resûlullahın
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûr-ı şerîfin-
de oturmuşduk. Ensârdan, Ebû Ukayl
demekle ma’rûf bir kişi kalkıp, dedi ki: Yâ Resûlallah! Senden sonra nâsın
hayrlısı kimdir. Buyurdu ki: (Ebû Bekr-i Sıddîkdır).
Ondan sonra kimdir. Buyurdu ki: (Ömer-ül Fârûkdur).
Ondan sonra kimdir, dedi. Buyurdu ki: (Osmân bin
Affândır). Ondan sonra kimdir, dedi. Buyurdu ki: (Alî bin Ebî Tâlibdir). O dedi ki: Neden amcan
oğlu Alîyi sonraya bırakdın, dördüncü etdin. Hâlbuki o senin kardeşindir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurdular: (Vay sana yâ Ebâ Ukayl.
Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri yüzyirmidörtbin (den ziyâde) Nebîyi halk etdi. İnsanlara gönderdi. Beni cümlesinin sonu
kıldığını bilmiyor musun!) Ebû Ukayl dedi ki: (Evet yâ Resûlallah!).
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
buyurdu ki: (Benim Peygamberlerin sonuncusu olmamın
ne zararı oldu ki, halîfelerin dördüncüsü olmasının Alîye de zararı olsun! Yâ
Ebâ Ukayl! Muhakkak Allahü teâlâ ve tekaddes bana; Âdem aleyhisselâmın
yaratıldığı vaktden kıyâmete dek îmân getiren kimselerin sevâbını bağışladı.
Ebû Bekre de benim bâis olduğum vaktden [Peygamberliğim bildirildiği
vaktden] kıyâmete kadar gelen ve Ebû Bekri seven
mü’minlerin sevâblarını bağışladı. Alî bin Ebî Tâlibe de, Allahü tebâreke ve
teâlâ hazretlerine Şarkdan garba ibâdet edenlerin sevâbını bağışladı.)
7– Enes
bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Biz kıyâmetde dört atlı [süvâri] oluruz ve halk aç ve susuz ve çıplak olurlar. Ben kendi
bineğim [atım] Burak üzerinde olurum.
Sâlih Nebî “aleyhisselâm” Nâkatullah [devesi] üzerine biner. Fâtıma benim asbâ adlı devem üzerine biner.
Alî bin Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anh” Cennet develerinden bir deve üzerine
biner ki, bâtını Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin havfından ve zâhiri
Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin rahmetinden olur. Başı üzerine tâc
koyarlar ki, sekiz rüknü olur. Onun rûşenliği sekiz Cennetden olur. O kıyâmetde
benim önümde nidâ eder ki, (Lâ ilâhe illallah. Muhammedün Resûlullah). Melekler önünden
geçerken, bu bir mukarreb melekdir, derler. Allahü teâlâ ve tekaddes
hazretlerinin cenâbından bir nidâ gelir ki: Yâ Ehl-e mevkıf. [Ey
mahşer halkı.] Bu mukarreb melek veyâ Peygamber
değil, Alî bin Ebî Tâlibdir.) Arş önüne
gelir ve der ki: Yâ Rabbî; her kim
beni sever, muhabbet eder, senin zâtına muhabbet eder, sever. Sonra mahşer
meydânında bir nidâ edici der ki, Ebû Bekr ve Ömerin sevenleri, sonra Alîye
tâbi’ olanlar nerededir. Bunlar Râbi’a ve Mudar kabîleleri adedincedir.
8–
Hazret-i Hasen bin Alî “radıyallahü teâlâ anhümâ” haber verir ki, babam
mescidden döndü [çıkdı]. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin yüzüne
bakdı. Ebû Bekr de babamın yüzüne bakdı. Dedi ki: Yâ Ebâ Bekr! Ne olmuş bana
ki, sen bana böyle uzun nazar edersin. O buyurdu ki, evet ondan dolayı nazar
ederim [bakarım] ki, Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden işitdim, buyurdu ki, (Kıyâmet günü, sırat üzerinden, Alî bin Ebî Tâlibin, eline
buyruk vermediği kimseler geçemez!) Sonra babam da dedi ki: (Yâ Ebâ
Bekr! Sen bana müjde verdin. Ben de sana müjde vereyim mi.) (Evet ver) dedi. Yâ
Ebâ Bekr! Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri bana kavminden gizlide [tenhâda] vasıyyet buyurdular ki, (Yâ Alî! Kıyâmet günü sırat üzerinde, Ebû Bekri ve Ömeri ve
Osmân hazretlerini sâdık olarak sevmiyenlerin eline sıratı geçmeleri için
ruhsat verme “radıyallahü teâlâ anhüm”.)
Yâ Rabbî! Bizi bu dört halîfeyi sevenler ile haşr et!
9– Câbir
“radıyallahü teâlâ anh” der ki, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Arafatda idi. Alî “radıyallahü teâlâ anh”
karşılarında idi. Buyurdu: (Yâ Alî! Bana yakın ol.
Tenini benim tenime değdir ki, beni ve seni halk etdiler bir ağaçdan ki, ben o
ağacın aslıyım. Sen fer’isin. Hasen ve Hüseyn o ağacın budaklarıdır [dallarıdır]. Her kim o ağaçdan bir dala yapışırsa, Allahü teâlâ
hazretleri o kimseyi Cennete dâhil kılar. Yâ Alî! Eğer benim ümmetim sana buğz
ederler ise, Allahü teâlâ ve tekaddes, azâb meleklerine buyurur: Tâ onları
burunları ve yüzleri üstüne çeke çeke Cehenneme iletirler.)
10–
Berâ’ bin Âzib “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ile berâber idik. Vedâ haccına
geldik. Gadîr-i Hum dedikleri menzile konduk. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bana buyurdular ki, (Nidâ et ve söyle, Essalâh! Essalâh!) Es-
hâb-ı güzînin “rıdvânullahi teâlâ
aleyhim ecma’în” hepsi toplandılar. Buyurdular: (Ben
her mü’mine kendi nefsinden evlâ değil miyim.) Dediler ki, (Evet, yâ
Resûlallah!) Buyurdular ki, (Benim ezvâcım [hanımlarım]
mü’minlerin annesi değil midir.) Dediler
ki, (Evet, yâ Resûlallah!) Sonra Alî hazretlerinin elini tutup, buyurdular ki, (Bu mevlâsıdır o kimsenin ki, ben onun mevlâsıyım. Allahım,
dost tut o kimseyi ki, bunu dost tutar. [Bunu seveni sen de sev.] Düşman tut o kimseyi ki, bunu düşman tutar [Bunu
sevmiyeni sevme].)
11–
Resûl aleyhisselâm buyurdular ki, (Kıyâmet günü ben gelirim. Alî benim ile
olur. Livâ-i hamdi elinde tutar. Onun üzerinde iki parça olur. Biri sündüsden
ve biri istebrakdan.) Bir arâbî, huzûr-ı şerîflerinde ayak üzerine kalkıp, dedi
ki, babam ve anam sana fedâ olsun, yâ Resûlallah! Hazret-i Alî kâdir olur mu
[gücü yeter mi] Livâ-i hamdi götürmeğe. Buyurdular ki, (Niçin kâdir olmasın ki, ona üstün hasletler verilmişdir.
Onun sabrı benim gibidir. Hüsnü [güzelliği] hazret-i Yûsüf aleyhisselâmın hüsnü gibidir. Kuvveti
hazret-i Cebrâîl aleyhisselâmın kuvveti gibidir. Livâ-i hamd elinde olur. Bütün
mahlûklar kıyâmet günü benim livâm altında olur.)
12–
Hayber gazâsından döndüler. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Yâ Alî! Eğer insanlar yanlış anlıyarak Îsâ aleyhisselâma
söyledikleri gibi söylemiyeceklerini bilseydim, senin hakkında çok sözler
söylerdim. O zemân insanlar ayağının tozunu bereketlenmek için alırlardı.
Abdest aldığın su ile istişfâ ederlerdi. Lâkin sana kifâyet eder ki, sen bana
Hârûn aleyhisselâmın Mûsâ aleyhisselâma yakınlığı gibisin. Fekat bu kadar var
ki, benden sonra Peygamber gelmez. Seni, benim sünnetim üzerine şehîd ederler.
Sen âhıretde bendensin. Benim havzım üzerine halîfem olursun. O Cennet libâsı
ile libâslanan olursun. Benim ümmetimden evvel Cennete girersin. Seni sevenler
nûrdan minber üzerinde olurlar. Ve yüzleri beyâz ve nûrlu olur. Onlara şefâ’at
ederim. Yarın benim komşum olurlar. Senin cemâ’atin benim cemâ’atimdir. Senin
sulhün benim sulhümdür. Senin sırrın benim sırrımdır. Senin âşikârın benim
âşikârımdır. Evlâdın benim evlâdımdır.) Hazret-i Alî “kerremallahü
vecheh” şükr secdesi edip, dedi ki, Allahü teâlâ hazretlerine hamd olsun ki,
beni islâm ni’me-
ti ile ni’metlendirdi. Bana
Kur’ân-ı azîm-üş-şânı ta’lîm eyledi. Beni, mahlûkların en üstünü ve
Peygamberlerin sonuncusu ve efendisine, fadlı ile, keremi ile sevdirdi.
Yirmidokuzuncu Menâkıb: Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Ben,
Ömer bin Hattâb ve Osmân-ı Zinnûreyn, hazret-i Âişenin “radıyallahü teâlâ anhâ”
evine Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” ba’zı müşkillerimizi süâl edelim diye geldik. Hücre-i şerîfenin kapısına
erişdik. O sırada, kapının önünde, bir ejderhâ durur idi. O zemâna kadar öyle
yaratılmış bir ejderhâ görmemiş idik. Korkduk, geri döndük. Ben dedim ki, buna
Alî ibni Tâlibden başkası mukâvemet edemez. Zîrâ o heybetli, mertdir. Hemen
hazret-i Ömer geriye bakıp, dedi ki: yâ Ebâ Bekr; işte Alî bin Ebî Tâlib,
geliyor. Ben dedim, yâ Alî! Bu ejderhâyı görür müsün. Bizi hışmından geri
döndürdü. Hazret-i Alî ejderhâyı gördü. Yenini açdı. İşâret etdi ki, gel yenime
gir. Ejderhâ da tevâzu’ ile başını yere koyup, gelip, yenine girdi. Alî de
yenini kapatdı. Resûl-i kâinât aleyhi efdal-i salevât hazretlerinin huzûr-i
şerîflerine vardık. Buyurdular: (Yâ Ebâ Bekr. Alî ne yapdı). O sırada hazret-i
Alî geldi. (Yâ Ebel Hasen [Hasenin babası]. Nedir, yenindeki) buyurdu. Dedi ki,
yâ Resûlallah! Bir ejderhâdır ki, Ebû Bekr, Ömer ve Osmâna karşı gelmiş.
Resûl-i kâinât efdalüt-tehıyyât hazretleri, tebessüm edip, buyurdular. (Yâ Ebel
Hasen! O ejderhâ değildir. O bir melekdir ki, Allahü teâlâ hazretlerine bir
sehvi sebebi ile ejderhâ sûretine değişdirildi. Kapıda, seni görüp, şefâ’at
istemek için durmuş idi. Ben Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinden şefâ’at
dileyeyim ki, o meleği evvelki mertebesine getirsin. Ne zemân ki, ben şefâ’at
etdim. Allahü teâlâ ve tekaddes benim şefâ’atimi kabûl etdi. Şimdi, yenin
ağzını aç.) Hazret-i Aliyyül Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” yeninin ağzını
açdığı gibi, gördük, bir yeşil kuş çıkıp, uçdu. Sadaka Muhammed, sadaka
Muhammed, diye söylerdi.
Otuzuncu Menâkıb: Hazret-i Alî bin Ebî Tâlib “kerremallahü vecheh” buyurdu
ki, Resûl-i kâinât aleyhi efdalüttehıyyât hazretlerinin huzûr-u şerîflerine
vardım. Mubârek ve münevver yüzlerini neş’eli buldum. Selâm verdim, oturdum.
Dedim; yâ Resûlallah! Sizi şâd-ü hurrem [neş’eli] gördüm. Eğer Allahü teâlâ hazretlerinden
sevindirici bir buyruk nâzil olmuş ise haber
veriniz de, sizinle berâber
sevinelim. Buyurdular ki: (Yâ Alî! Cebrâîl
aleyhisselâm bana haber verdi ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri Cennet-i
Adnı yaratdı. O Cennete kendi yed-i ile kırmızı yâkutdan bir ağaç dikdi. Ona
kökünü yere geçir, dallarını dışarı çıkar diye emr etdi. O ağaç da köklerini
yere geçirip, dışarı yediyüzbin dal çıkardı. Her budak [dal] üzerinde yediyüzbin kırmızı yâkutdan kasr [köşk], her kasrda yediyüzbin oda, her odada bir kapu, her kapuda
bir taht, her taht üzerinde bin döşek ve döşeğin kalınlığı bin arşın, her taht
üzerinde bir hûrî, onun karşısında kırkbin kul [hizmetci] ve kırk bin câriye ve her oda ta’âmdan ve şerâbdan ve
elvândan, o şeyleri yaratdı ki, ne gözler görmüş ve ne kulaklar işitmiş ve ne
bir beşerin hâtırına gelmiş olsun.) Sonra Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki, (Yâ Alî! Bunlar sana ve seni ve evlâdını sevenleredir. Her
kim sana buğz ederse, muhakkak bana buğz etmişdir. Her kim bana buğz ederse,
benim şefâ’atime kavuşamaz.)
Otuzbirinci Menâkıb: Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü anhümâ” rivâyet etmişdir.
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”,
Fâtıma-tüz-zehrâ “radıyallahü anhâ” hazretlerini, Aliyyül Mürtedâ “radıyallahü
anh” hazretlerine nikâh etdi. Fâtıma-tüz-zehrâ dedi ki, yâ Resûlallah! Beni
tezvîc etdin bir fakîr kimseye ki, hiçbir nesnesi yokdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
buyurdular ki, (Yâ Fâtıma! Sen râzı olmaz mısın ki,
Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri yer ehlinden iki kimseyi seçdi. Biri
babandır, biri zevcindir.)
Otuzikinci Menâkıb: Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” buyurdular
ki, bir gün Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretleri bizim ile ikindi nemâzını kıldı. Sonra, mubârek arkasını
mihrâba dönüp, buyurdu: (Ey insanlar! Ey muhâcir ve
ensâr! Size Alî bin Ebî Tâlibin fazîletlerinden haber vereyim mi?) Biz
evet, analarımızı ve babalarımızı fedâ ederiz, dedik. Buyurdu ki: (Benim habîbim Cebrâîl aleyhisselâm beni mi’râca iletdiği
gece, dördüncü gökde bir şahsı gördüm. Bir taht üzerinde oturmuş. Alî bin Ebî
Tâlibin şahsı gibi. Ben durdum ona bakdım. Cebrâîl aleyhisselâm bana ne şey
seni durdurdu, dedi. Dedim ki: Yâ habîbim Cebrâîl! Bu Alî bin Ebî Tâlibdir ki,
benden önce gelip, bu mekâna oturmuşdur.
Cebrâîl dedi ki: Bu
hazret-i Alî değildir. Velâkin, semâvâtın melekleri hazret-i Alînin dîdârına ve
ziyâretine meşgûl ve müştak oldukları için, Allahü teâlâ hazret-i Alî sûretinde
bir melek halk etdi. Bu göklerin melekleri bu melek önüne gelip, bunu ziyâret
ederler. Alî bin Ebî Tâlib “kerremallahü vecheh” hazretlerine iştiyâklarından
dolayı, bu melek üzerine selâm verirler. Var ona yakın ol. Üzerine selâm ver.
Ben de yanına vardım. Onu kucakladım. O da beni kucakladı. Ondan Alî bin Ebî
Tâlibin “radıyallahü teâlâ anh” kokusunu duydum.)
Otuzüçüncü Menâkıb: Hazret-i Câbir bin Abdüllah “radıyallahü teâlâ anh”
bildirmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerinden, Alî bin Ebî Tâlibin doğumundan soruldu.
Buyurdu ki: Doğan evlâdın iyiliğinden süâl ediniz. Allahü teâlâ ve tekaddes
hazretleri, Alî “kerremallahü vecheh” ile beni aynı nûrdan halk etdi. Her
ikimiz bir nûrdanız. Gökleri ref’ etmeden evvel ve yerleri bast etmezden evvel,
bizi halk etdi. Biz, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin huzûrunda tesbîh
ederdik. Yok olmadan bir neslden bir nesle intikâl etdik. Tâ Abdülmuttalibe
erişdik. Sonra ben, Abdüllaha intikâlden sonra, Âminede vedî’a olundum.
Hazret-i Alî, Ebû Tâlibe intikâlden sonra, Fâtıma binti Esed katına vedî’a
olundu. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri bizi pâk ve tâhir vücûda getirdi.
Sonra hazret-i Alî Fâtıma binti Esedde karâr tutdu. Melekler müjde verdiler. O
zemân bir adam rü’yâsında gördü. Süâl etdi, bu doğan kimdir. Dediler, o Alîdir.
O vücûda geldiği vakt, Mekke-i Mükerremede zelzele oldu. Putların hepsi yüz
üstü düşüp, ehl-i Mekkenin cümlesi korkup, dediler ki, bu gece bir yeni hâdise
zuhûr etdi. Onlar bu hâlde iken bir nidâ edici nidâ etdi. Hâlbuki hiç kimseyi görmediler.
Hazret-i Alî anası Fâtıma binti Esedden doğdu. Gök onun nûru ile ışıklandı.
Yıldızlar ziyâde oldu. Kureyşliler bundan bir acâiblik, hayret edicilik
gördüler. Nidâ olundu. (Müjdeler olsun size ki, bu gece, müşrikleri kahr edici,
münâfıklara gadab edici, âbidlerin süsü, Resûl-i Rabbil’âlemînin mührü, imâm-ül
Hüdâ, göklerin yıldızı, karanlıkların lâmbası zuhûra geldi [bu gece doğdu]).
Otuzdördüncü Menâkıb: Hazret-i Aliyyül Mürtedâ “kerremallahü vecheh ve
radıyallahü anh” buyurdular ki: Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûrlarında
oturmuşdum. Elimi tutdu. Medîne-i
Münevverenin sokaklarında berâber dolaşdık. Bir bostâna geldik. Dedim, yâ
Resûlallah! Ne iyi bostândır. Buyurdu ki: Yâ Alî! Senin için Cennetde bundan
iyi bostân vardır. Bir bostâna dahâ geldik. Yine dedim; yâ Resûlallah! Ne güzel
bostândır. Buyurdu ki: Senin için Cennetde bundan iyi bostân vardır. Böylece
yedi bostândan geçdik. Hepsinde ben dedim, ne iyi bostândır. O “sallallahü
aleyhi ve sellem”, senin için Cennetde bundan iyi bostân vardır, buyurdu. Yol
tenhâlaşdı. Beni kucakladı. Kendi ağlamağa başladı. Beni de ağlatdı. Ben dedim,
yâ Resûlallah! Ne şey sizi ağlatdı. Buyurdu ki: (Bir
tâifenin kalblerinde bulunan ve sana âşikar etmedikleri düşmanlıkları için
ağlarım.) Ben dedim ki; yâ Resûlallah! Ben dînimde selâmetde olur
muyum. Buyurdu ki; (Evet, dîninde selâmetde
olursun!)
Otuzbeşinci Menâkıb: Abdüllah bin Ebî Leylâdan “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet
olunmuşdur. Alî “kerremallahü vecheh” hazretleri ile giderdik. Gördük ki, yaz
libâsını kışın, kış libâsını yazın giyerdi. Bu durumdan süâl etsin diye babama
söyledim. Babam da süâl etdi. Buyurdu ki, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Hayber günü haber göndererek, beni çağırdı.
Hâlbuki gözlerim ağrıyordu. Gitdim, dedim, yâ Resûlallah! Benim gözlerim
ağrıyor. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri ağzının suyunu benim gözlerime sürüp, buyurdular ki, (Yâ Rabbî! Soğuk ve sıcağın te’sîrini ondan gider!) O
günden beri ne göz ağrısı gördüm. Ve ne soğuk, ne sıcak te’sîri gördüm.
Otuzaltıncı Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” efendimiz hazretleri,
(Yarın sancağı bir kimseye vereceğim. Allahü teâlâ
onu sever. O da Allahü teâlâyı sever) buyurdu. Bayrağı hazret-i
Alîye verdiler. Ve Hayberi feth etdi. Bu bâbda ihtilâf vardır. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, evvelâ
Hayber hisârını feth etmesi için bayrağı Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ
anh” hazretlerine verdi. Hazret-i Ebû Bekr Hayberi feth edemedi. Din âlimleri
bu konuda çeşidli açıklamalarda bulundular. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü
teâlâ anh” gitdiği zemân müslimânlar az idi. Kâfirler çok idi. Az müslimânlara
çok kâfirler ile muhârebe etmek vâcib değildi. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ
anh” gitdiği zemân, müsli-
mânlar çok idi. Kâfirler az idi.
Çok olan müslimânlara kâfirler ile muhârebe etmek vâcib idi.
Süâl: Hayberin
fethi Ebû Bekr-i Sıddîk hazretleri elinde olmadı. Hazret-i Aliyyül Mürtedâ
elinde oldu.
Cevâb: Ma’lûmdur
ki, Resûl-i kibriyâ Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri islâmın sultânı idi. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh”
hazretleri vezîri idi. Her feth sultân askeri ile olur. Sultânın askerinin
fethi de sultânın kalbinin kuvveti ile olur. Sultânın askeri ile fethin
olmaması, sultânın kalbinin za’îfliğindendir. Sultânın vezîri sultânın önünde
hâzır olmalı ki, sultânın kalbi kuvvetli olsun. Sultânın vezîri yanında
olmazsa, sultânın kalbi za’îf olur. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh”
bayrağı alıp, gitdi. Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin mubârek kalbleri muzdarib olup, za’îf
oldu. Mubârek kalblerinin za’îf olması sebebi ile Hayberin fethi müyesser
olmadı. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri Resûlullahın
yanında hâzır olup, bayrağı bırakdı. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin mubârek kalbleri mutma’în
olup, kuvvetli oldu. Mubârek kalblerinin kuvveti vâsıtası ile Hayberin fethi
müyesser oldu. O feth ki, Aliyyül Mürtedânın “radıyallahü teâlâ anh” mubârek
eli ile müyesser oldu. Hazret-i Server-i kâinâtın “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” kalb-i şerîflerinin kuvveti ile hâsıl oldu. Mubârek kalblerinin kuvveti
ise, Ebû Bekr-i Sıddîk hazretlerinin huzûrları ile hâsıl oldu.
İkinci cevâb: Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinde bulunan bir
çok hasletler Aliyyül Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinde yok idi.
Allahü teâlâ, kulluk etmek ve vera’ ve haşyet, sıdk ve rahmet sıfatları ile Ebû
Bekr-i Sıddîk hazretlerini süsledi. Fesâhat ve belâgat ve mehâbet ve mertlik ve
şecâ’at ve muhâberât sıfatı ile Aliyyül mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerini süsledi [zînetledi]. Böylece ta’n edenlerin ta’nı ve buğz
edenlerin buğzu ve hîle yapıp aldatanların hîlesi ortadan kalksın. Emîr-ül
mü’minîn Alî bin Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anh” Hayberi feth etdi. Hayberin
kapısı dört bin batman idi. Ağacı ve demiri ve çivileri ile berâber; ba’zıları
dediler onbeşbin batman idi. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ
anh” Hayberi feth edince bu ağır
kapıyı kopardı. Sağ eline Zülfikârı alıp, bir vuruşla kapıyı dağıtdı. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri bu hâli gördü, mu’ciz beyânları ile Şâh-ı merdânı medh edip, (Alîden başka genç ve Zülfikârdan başka kılınç yokdur!) buyurdu.
Otuzyedinci Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Mekke-i
Mükerremeyi feth etdiler. Mekkede yüzkırk put vardı. Yüzaltmış put da Beyt-i
şerîfin çevresinde vardı. Temâmı yüz üzerine düşdüler. [Parçalandılar.] Beyt-i
şerîfin içinde büyük bir put var idi ki, taştan yapılmışdı. O kaldı. O putun
ağırlığı Hayber kapısının ağırlığından çok idi. O putu zincirler ve çiviler ile
tavana ve dıvâra bağlamışlar idi. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Kâ’be-i şerîfe geldi. Hazret-i
Alîyi çağırdı ve buyurdu ki, (Yâ Alî! Benim omuzum üzerine çık. Bu putun
bendlerini yerinden kopar.) Alî “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, (Yâ
Resûlallah! Ben kim olayım ki, ayağımı mubârek omuzunun üzerine koyayım. İşte
benim vücûdum ve başım; yüzüm ve gözüm. Siz benim omuzum üzerine basınız. Bu
işi nasıl arzû ederseniz, öyle yapınız.) Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Yâ Alî! Sen benim
gayret ve hamiyyet, nübüvvet ve risâlet yükümü çekecek kuvvet ve tâkati
bulamazsın. Eğer ben gayret ve hamiyyet ile ayağımı yedinci göke koysam, yedi
kat gök ve yedi kat yeri ayağımın altında mahv ederim.)
Nükte: Ey
müslimânlar! Hadîs-i şerîfler ile sâbit olmuşdur
ki, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri hicret gecesinde
[mağarada] Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretlerini bir mikdâr kendi omuzunda götürmüşdür. Râfizîler Ebû
Bekre “radıyallahü teâlâ anh” buğz ederler. Bu söz, ateşde mumun eridiği gibi,
onların buğzlarını eritir. Sonra, emr-i şerîfleri ile, hazret-i Alî
“radıyallahü teâlâ anh” Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin mubârek omuzuna basıp, bir eli ile o putu
bütün zincirleri ile, çivileri ve bentleri ile o yerden ayırıp, atdı. Resûlullah hazretleri buyurdu ki: (Yâ Alî! O işi ki emr etdik, mertce yapdın.) Alî
“radıyallahü anh” dedi ki, yâ Resûlallah! Ben öyle bir yerdeyim ki, eğer emr
ederseniz felek [gök] içinden ayı ve güneşi çekerim.
Otuzsekizinci Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri mi’râc
gecesi Arş makâmında bir zemân oturup, buyurmuşlar ki, istedim ki na’lını
ayağımdan çıkarayım. Allahü teâlâ buyurdu ki, Benim Habîbim, ma’dem ki Arşı
alâda na’lın ile durmuş. Sen arş makâmında öyle dur ki, Arş-ı mecîd senin na’lının
ile şereflensin. Pâdişâh-ı lem yezel ve lâ yezâl [ya’nî Allahü teâlâ] Arş-ı
azîmi Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin
mubârek na’lınları ile zînetlesin. O serverin akrabâsı olan hazret-i Alîye, bir
hâricînin kalbinde buğz var ise, mumun ateş üzerinde yok olduğu gibi o hâricî
mahv olmuşdur.
Otuzdokuzuncu Menâkıb: Hazret-i Fâtıma-tüz-zehrâyı “radıyallahü teâlâ anhâ”
hazret-i Alîye “radıyallahü teâlâ anh” tezvîc etdiklerinde buyurdukları
vasıyyetleri beyânındadır.
Hazret-i
Alî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Yâ Alî! Gelini kendi evine
götürdüğün zemân, çorabını ayağından çıkar. Ayağını yıka. O suyu evin bütün
köşelerine saç. Böyle yapınca, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri senin
evinden yetmiş dürlü fakîrliği dışarı çıkarır. Yetmiş dürlü bereketi evine
dâhil eder. Yetmiş rahmeti sana nâzil kılar. O gelin ile ve onun bereketi evin
köşelerine erişir. O gelin, delilikden ve diğer hastalıklardan emîn olur. Yâ
Alî! Gelini ilk hafta, yoğurt yimekden, ayran yimekden, sirke ve ekşi yimekden
men’ et!) Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh”, Yâ Resûlallah! Neden ötürü bu
şeyleri vermemem gerekdir, diye sordu. Buyurdu ki: (Ondan dolayı ki, turşu ve
yoğurt ve ayran, rahmde evlâd olmasına mâni’ olur. Evde bir hasır olması,
doğurmayan kadından iyidir.) Hazret-i Alî, dedi ki: Yâ Resûlallah! Sirkenin
illeti nedir. Buyurdu ki: (Sirke yiyen kadının hayzı zahmetli olur ve temizliği
uzar. Keşenç yimek, hayzı karında habs eder. Eğer Hak Sübhânehü ve teâlâ
hazretleri bir evlâd verirse, doğumu zor olur. Ammâ ekşi elmâ yimek, hayz
kanını keser. Onun ardından başka hastalık zuhûr eder.) Sonra Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurdu ki: (Yâ Alî, ayın evvelinde, ortasında ve sonunda ehline
yakın olma ki, o hanımda ve o evlâdda cüzzam ve dîvânelik [delilik] ve pislik
olmasından korkulur. Yâ Alî! Ehline asr [ikindi] nemâzından sonra yakın olma.
Eğer Al-
lahü tebâreke ve teâlâ bir evlâd
nasîb ederse ahvel [şaşı] olur ve şeytân şaşı evlâda sevinir. Yâ Alî! Ehline
yakınlık etdiğin vakt çok konuşma ki, eğer bir evlâd olursa, yiyici olur. Avret
yerine bakma. Sohbet esnâsında gözünü yumma. Evlâda körlük getirir. Yâ Alî!
Kendi ehline bir başka kadının şehveti ile yakın olma ki, eğer bir evlâd olur
ise muhannes olur. Kadınlara benzemeye çalışır. Yâ Alî! Cünüb olduğun zemân
kat’i olarak Kur’ân-ı azîm-üş-şânı okumayasın ki, korkulur ki, gökden bir ateş
inip, seni yakar. Cünüb hâlde sohbet etme. Senin bir su kabın, ehlinin bir su
kabı olsun. Ayrı ayrı su kapları ile temizleniniz. Eğer bir su kabından ikiniz
yıkansanız, şehvet şehvet üzerine düşer. Aranıza düşmanlık düşer. Korkulur ki,
talâk ve iftirâka müncer olur. Yâ Alî! ikiniz de ayakda iken sohbet etmeyiniz
[yaklaşmayınız], eşekler böyle yapar. Eğer çocuk olur ise, döşeğe bevl eder. Yâ
Alî! Ehlinle bayram geceleri buluşma! Eğer çocuk olur ise altı parmağı veyâ
dört parmağı olur. Yâ Alî! Ehlinle meyve ağacı altında buluşma ki, eğer çocuk
olur ise kâtil olur, kan dökücü olur. Halka zulm eder. Yâ Alî! Ay ışığında
ehline yakın olma. Meğer bir yerde örtünülmüş olasın. Eğer bir çocuk olursa,
fakîrlikden ömür boyu kurtulamaz [emîn olmaz]. Yâ Alî! Ezân ile ikâmet arasında
ehline yakın olma ki, eğer bir çocuğunuz olur ise, kan dökmeğe hevesli olur. Yâ
Alî! Hanımın hâmile olduğu zemân abdestsiz ona yakın olma. Eğer çocuk olursa
kör gönüllü ve bahîl elli olur.
Yâ Alî! Şa’bânın
ortasında, Berât gecesi ehline yakın olma, eğer aranızda bir çocuk olursa,
derisinde, tüylerinde ve yüzünde kötü nişânlar olur. Yâ Alî! Hanımına bacısının
[baldızının] şehvetiyle yakınlık etme ki, eğer bir çocuk olursa, hırsız olur ve
halkın felâketi onun eli ile olur. Yâ Alî! Ehline etrâfında dıvâr olmıyan damda
yakın olma ki, eğer aranızda bir çocuk olursa, münâfık ve mürâi, mübtedi’
[bid’at sâhibi] ve kumarbâz olur. Yâ Alî! Sefere çıkacağın gece ehline yakın
olma ki, eğer bir çocuk olursa, malını harâm yerlere harc edici olur. Sonra
meâl-i şerîfi (Malını saçıp dağıtanlar, şeytânın
kardeşleridir) âyet-i kerîmesini okudular. [İsrâ
sûresi 27.ci âyet-i kerîmesi.]
Yâ Alî!
Üç günlük seferden geldiğin gecesi ehline yakınlık etme. Bir çocuk olursa zâlim
olur. Yâ Alî! Pazartesi gecesi ehline yakınlık edersen, aranızda bir çocuk
olursa, hâfız-ı Kur’ân
olur. Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretlerinin kısmetine râzı olur. Yâ Alî! Salı gecesi ehline yakınlık edersen,
çocuk hâsıl olursa, mü’min olur ve iyi huylu olur. Rahîm gönüllü [yumuşak
kalbli], cömert elli, yalandan, bühtândan ve gıybetden temizlenmiş dilli olur. Yâ
Alî! Perşembe gecesi ehline yakınlık et ki, eğer çocuk olur ise, hikmeti çok
hakîm olur. Ve ilmi çok âlim olur ki, ilmi ile âmil olur. Perşembe günü öğleden
evvel ehline yaklaşsan, eğer aranızda bir çocuk olursa, aslâ şeytân ona ölene
kadar yaklaşamaz. Dünyâda ve âhıretde selâmetde olur. Eğer Cum’a gecesi ehline
yakınlık edersen, bir çocuk olur ise, Kâri-i Kur’ân olur. Veyâ hatib olur. Veyâ
Vâiz olur. Eğer Cum’a günü hanımına yakınlık edersen, bir çocuk olursa, âlim
olur. Dindârlığı ile ma’rûf ve meşhûr olur. Eğer Cum’a gecesi işâ [yatsı]
nemâzından bir sâat sonra ehline yakınlık edersen, eğer bir çocuk olursa,
ebdallar [velîler] cümlesinden olur. Yâ Alî! Ehline gecenin evvel sâatinde
yakınlık etme ki, eğer bir çocuk olursa câdı ve kâhin olur. Dünyâyı âhıret
üzerine tercîh eder. Yâ Alî! Benim vasıyyetlerimi ezberle ki, Allahü teâlânın
izni ile sana fâide versin.)
Kırkıncı Menâkıb: Diğer vasıyyetleri açıklamakdadır. Emîr-ül mü’minîn Alî
bin Ebî Tâlib “kerremallahü vecheh” rivâyet buyurmuşlardır. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” beni
huzûr-u şerîflerine çağırdı. Buyurdular ki: Yâ Alî! Sen bana Hârûn
aleyhisselâmın Mûsâ aleyhisselâma olduğu gibisin. Fekat benden sonra Resûl
gelmez. Sana vasıyyet ederim, dinleyip, ezberlersen, şükr edenlerden olursun ve
şehîd olursun. Allahü teâlâ hazretleri seni kıyâmet gününde fakîh ve âlim
olarak diriltir.
Yâ Alî!
Bil ki mü’minin üç alâmeti olur. Nemâz kılmak, oruc tutmak ve sadaka vermek.
Münâfıkın da üç alâmeti olur. Başkalarının yanında nemâzın rükû’unu ve sücûdunu
[secdesini] tam yapar. Tenhâda hiçbir rüknü yerine getirmez. Medh etdikleri
zemân seve seve yapar. Allahü teâlâ hazretlerini açıkda çok zikr eder. Yalnız
kalınca Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerini unutur.
Yâ Alî!
Zâlimde de üç alâmet olur: Kendinden aşağı olana kahr eder [baskı yapar]. Kâdir
olduğu [gücü yetdiği zemân]
halkın malını zor ile alır.
Nereden yiyip, giyindiğini hiç incelemez.
Yâ Alî!
Kıskançlarda da üç alâmet olur: Herkesin huzûrunda, karşısındakine yaltaklanır.
Gıyâbında onu gıybet eder. Her kime musîbet erişirse, sevinir. Yâ Alî!
Münâfıkda da üç alâmet olur: Söz söylese yalan söyler. Bir şey va’d etse,
va’dinde durmaz. Yanına emânet koysalar, hıyânet eyler. Yâ Alî! Tenbeller
içinde üç alâmet olur. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin tâ’atinde
tenbellik eder. Kusûrlu amel eder. Ameli zâyi’ olur [boşa gider]. Nemâzı te’hîr
eder. Hattâ vaktini de geçirir.
Yâ Alî!
Tevbe eden kimsede üç alâmet olur: Harâmlardan perhîz eder [kaçınır]. İlm
öğrenmekde gayretli olur. Nasıl ki, göğüsden [memeden] çıkan sütün geri girme
ihtimâli olmadığı gibi, günâha bir dahâ geri dönmez. Yâ Alî! Akllı kimsede üç
alâmet olur. Dünyâyı hor, zelîl tutar. Cefâlar çeker. Kıtlık vaktinde sabr
eder.
Yâ Alî!
Sabr edende de üç alâmet olur: Kendini ziyâret etmiyenleri kendisi ziyâret
eder. Onu mahrûm edenlere bağışda bulunur. Kendine zulm edenlere karşı durmaz;
karşı koymaz.
Yâ Alî!
Ahmak olanın üç nişânı vardır: Allahü teâlâ hazretlerinin farzlarında tenbellik
eder. Abes sözleri çok söyler. Allahü teâlâ hazretlerinin mahlûklarına eziyyet
eder.
Yâ Alî!
İyi bahtlı olanın üç nişânı vardır: Halâl yir. Kendi şehrindeki ilm meclisinde
hâzır olur. Beş vakt nemâzı imâm ile kılar.
Yâ Alî!
Bedbaht olanda üç nişân vardır: Harâm yir. Ulemâdan uzak olur. Nemâzını özrsüz yalnız
kılar.
Yâ Alî!
İyi işleri olanın üç alâmeti vardır: Allahü teâlâya tâatde acele eder. Harâm
etdiklerinden sakınır. Kendine kötülük eden kimseye iyilik eder.
Yâ Alî!
Kötü amelli olanın üç alâmeti vardır: Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin
emrlerini yapmakda tenbellik eder [gevşek davranır]. Herkese ziyânı dokunur.
Kendisine iyilik edene, kötülük eder.
Yâ Alî!
Sâlih olan kulun üç alâmeti vardır: Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri ile iyi
amel işlemek için sulh eder. Kendi dînini ilmi ile kuvvetlendirir. Kendisine ne
beğenir ise, halka da onu beğenir.
Yâ Alî!
Perhîzkâr olanın [sakınan, müttekî olanın] üç nişânı vardır: Kötüler ile
berâber olmakdan kaçınır [sakınır]. Harâma düşmek korkusundan halâlden sakınır
ve yalandan kaçınır.
Yâ Alî!
Günâhkârların da üç alâmeti vardır: İşlerinde yanılır ve hatâ eder. Lehv ve
la’b ile [oyun ve çalgı ile] meşgûl olur. Unutkan olur. Yâ Alî! Kara gönüllü
olan kimsenin üç nişânı olur: Za’îflere acımaz. Az nesneye kanâ’at etmez. Va’z
ve nasîhat ona fâide vermez.
Yâ Alî!
Sâdık olanın üç nişânı vardır: İbâdet etmesini gizler. Mübtelâ olduğu musîbeti
gizler.
Yâ Alî!
Fâsıkda üç nişân vardır: Fitne ve fesâdı sever. Halka hastalık ve musîbet
ister. İyi amelden kaçar.
Yâ Alî!
Süflî olanın üç nişânı vardır: Akrabâsını azarlar. Komşularına eziyyet eder.
Günâh işlemeyi sever. Yâ Alî! Allahü teâlânın red etdiği kimsenin üç alâmeti
vardır: Yalanı çok söyler. Yalan yere çok yemîn eder. Halka sıkıntı verir,
hâcetini halk üzerine yükler.
Yâ Alî!
Âbid olanın üç nişânı vardır: Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin
ta’zîminden kendi nefsini zelîl tutar, Şehvetlerini terk eder. Allahü teâlâ ve
tekaddes hazretlerinin rızâsı için huzûrunda çok durmağı âdet eder.
Yâ Alî!
Muhlis olanın üç nişânı vardır: Kâdir olursa [gücü yeterse] afv eder. Malının
zekâtını verir. Sadaka vermeği sever.
Yâ Alî!
Bahîlde üç nişân vardır: Açlıkdan korkar. Birşey isteyenden korkar. Kendine
iyilik eden kimseye, içindekinin hilâfına [aksine] dili ile hayr söyler.
Yâ Alî!
Yüreksiz olanın üç nişânı vardır: Korkak olur. Gönlü [kalbi] katı olur. Havf
edici olur. Yâ Alî! Sâbir [sabr edici] olanın üç nişânı vardır: Tâat etmeğe
sabr eder. Mâ’siyyeti terk etmeğe sabr eder. Allahü teâlâ hazretlerinin
ahkâmına sabr eder.
Yâ Alî!
Senin dostun olanın üç alâmeti vardır: Malını sana fedâ eder. Nefsini sana fedâ
eder. Senin sırrını gizli tutar.
Yâ Alî!
Fâcir olanın üç nişânı vardır: Yemîn etmekle öğünür. Hanımları aldatır. Çok
bühtân eder.
Yâ Alî!
Kâfirin üç nişânı vardır: Allahü teâlânın dîninde şek [şübhe] eder. Allahü
Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin dostlarını düşman tutar. Rabbine tâat ve
ibâdetden gâfil olur.
Yâ Alî!
Rahmetden uzak kılınmış kulların üç nişânı vardır: Allahü tebâreke ve teâlâ ve
tekaddes hazretlerinin mekrinden emîn olur. Rahmetinden ümîdsiz olur. Allahü
teâlânın Resûlüne muhâlefeti kendine âdet eder.
Yâ Alî!
Afv edilmiş kulun üç nişânı vardır: Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin
azâbından korkucu olur. Mekrinden çekinir. Sırf Allah için yapılmıyan va’z ve
nasîhatden çekinir.
Yâ Alî!
Allahü tebâreke ve teâlâ dergâhında halkın iyisi odur ki, herkese menfa’ati
olur. Halkın kötüsü odur ki, gönlü [kalbi] kinli olur. Gammaz ve kötü amelli
olur.
Yâ Alî!
Halkın en iyisi, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri indinde o kimsedir ki,
ömrü uzun olur ve ameli iyi olur.
Yâ Alî!
Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin indinde en kötü ve Onun buğz etdiği
kimse o kimsedir ki, halk onu hayrlı zan eder. Onda hiç hayr olmaz. Zâhiri
salâh ile süslü, bâtını günâh ile doludur. Bundan dahâ kötüsü o kimsedir ki,
ondan sakınmak için kendine ikrâm olunur. Bundan dahâ kötüsü zenginlere ikrâm
eder. Fakîrleri hor ve zelîl tutar. Zenginlere çeşidli, renkli ni’metler ile
cömertlik eder. Fakîrlere bir parça ekmek vermez. Bundan dahâ beteri o kimsedir
ki, yalnız başına yiyip, bir kimseye, bir nesne vermez. Bundan da beteri o
kimsedir ki, bir müslimân kardeşine dostluk izhâr eder. Sonra onu helâk eder.
Yâ Alî!
Kerâmet, günâhlardan geçmekdir [günâhları terk etmekdir].
Yâ Alî!
Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinden korkmanın aslı, Allahü teâlânın harâm
etdiği herşeyden sakınmakdır.
Yâ Alî!
Doğru söyleyici kimsenin alâmeti, doğru söylemek âdeti olur. Kızgınlık ânında
ve rızâ vaktinde ve hâcet vaktinde [ihtiyâc ânında] de doğru söyler.
Yâ Alî!
Beş şey gönlü öldürür. Çok yimek. Çok uyumak. Çok konuşmak. Çok gülmek. Rızk
için çok endîşe etmek. Harâm yimek îmânı za’îfletir, kalbi karartır.
Yâ Alî!
Beş şey kalbi katı eder, karartır: Kalb çok kararırsa, Allahü teâlâ korusun,
kâfir olur. Bunlar günâhı bilmez, günâh işler. Tok olduğu hâlde yemek yimek.
Zulm ile mal toplamak. Nemâzı te’hîr etmek. Sol eli ile yimek ve içmek.
Yâ Alî!
Beş şey unutkanlık hâsıl eder: Fâre artığı yimek. Kıbleye karşı bevl etmek.
Durur hâldeki suya bevl etmek. Kül üzerine bevl etmek. Harâm ile geçinmek.
Yâ Alî!
Beş nesne [şey] gönlü [kalbi] parlatır, münevver eder: Sûre-i ihlâsı çok
okumak. Az yimek. İlm meclisine hâzır olmak. Az pişmiş ekmek yimek. Gece nemâzı
kılmak.
Yâ Alî!
Beş şey gönlü rûşen eder, aydınlatır, karanlığını giderir: İlm meclisinde
oturmak. Elini yetîm başına sürmek. Seher vaktinde çok istigfâr etmek. Çok
yimeği terk etmek. Çok oruc tutmak.
Yâ Alî!
Beş nesne gözün nûrunu artdırır: Kâ’be-i mu’azzamaya bakmak. Mushaf-ı şerîfe
bakmak. Anne-babasının yüzüne bakmak. Âlimin yüzüne bakmak. Akar suya bakmak.
Yâ Alî!
Beş nesne kişiyi kocaltır [çökdürür]. Borcu çok olmak. Çok gamı olmak. Kadının
nefesi erkeğe erişmek. Çok koku sürünmek. Çok balgam gelmek.
Yâ Alî!
Cennet kapısında gördüm; yazılmış. Her kim hevâsına muhâlefet ederse, Cennet
onun yeri olur. Cehennem der ki: Yâ Rabbî! Beni neden dolayı yaratdın. Allahü
teâlâ celle şânühü buyurdu: (Her bahîl ve
mütekebbir için) [Cimri ve kibrli için]. Cehennem dedi, ben onlar
içinim.
Yâ Alî!
Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin rızâsı anne ve babanın rızâsındadır.
Gadabı onların gadabındadır. Yâ Alî! Kâ-
fir de olsa, komşuna ikrâm eyle.
Kâfir de olsa müsâfire ikrâm eyle. Anaya-babaya kâfir de olsalar ikrâm eyle.
Dilenciyi kâfir de olsa red etme.
Yâ Alî!
Her kim şübheliden yir, dîni örtülü olur. Gönlü siyâh olur. Her kim harâm yir
ise gönlü [kalbi] ölür ve dîni köhne olur. Yakîni za’îf olur. Düâsı perdelenir.
İbâdeti az olur.
Yâ Alî!
Mücrim olan kul düâ etse, Allahü teâlâ celle şânühü onun helâkını, istediği
şeyde verir ve meleklere emr eder ki, verin istediği nesneyi ki, onun helâkı
ondadır. Sesini kesin.
Yâ Alî!
Allahü teâlâ kullarından bir kula gadab edecek ise, ona harâm mal nasîb eder.
Gadabı çok olunca, bir şeytânı onun üzerine musallat eder ki, onu dünyâda
meşgûl eder. Dünyâ işleri kolaylaşır. Dinden uzaklaşır. Sonra o kul der ki,
Allahü teâlâ gafûrürrahîmdir.
Yâ Alî!
Allahü Sübhânehü ve teâlâ bir kulu sever, o kulun düâsını gecikdirir [te’hîr
eder]. Melekler derler, yâ Rabbî bu mü’min kulun düâsını kabûl eyle. Allahü
teâlâ ve tekaddes buyurur ki, (Bırakın benim kulumu. Siz onun üzerine benden
dahâ çok mu acıyorsunuz. Ben onun düâsını tedarruan severim. Ve ben alîm ve
habîrim.)
Yâ Alî!
Bir kişinin ölüm ânında, a’zâları birbirine selâm verir. Der, esselâmü aleyke.
Ben öldüm. Sen de ölsen gerek. Böylece ak tüy kara tüyüne der; ben öldüm; ya’nî
ağardım. Sen de ölürsün.
Yâ Alî!
Şâd olup, kahkaha ile gülme ki, Allahü teâlâ ve tekaddes böyle olanları sevmez.
Dâimâ hüznlü ol ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri hüznlü olan kimseleri
sever.
Yâ Alî!
Her yeni gün olunca, o yeni gün, ey insan oğlu ben senin yeni gününüm. Ben
senin üzerine şâhidim. Bak, ne istersin. Her gece olunca, gece de böyle söyler.
Gündüz ile ve gece ile sohbeti iyi yap.
Yâ Alî!
Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin fadlından halâli taleb et ki, halâl
taleb etmek mü’minler üzerine farzdır.
Yâ Alî!
Abdest aldıkdan sonra İnnâenzelnâ [Kadr] sûresini
okumakdan geri kalmıyasın. Allahü
teâlâ ve tekaddes hazretleri herbir abdestde sana ellibin senelik abdest sevâbı
verir.
Yâ Alî!
Her kim ayaklarını yıkadıkdan sonra, bana salevât verse, Allahü tebâreke ve
teâlâ hazretleri, onun bütün üzüntülerini giderir, ferâhlandırır, düâları
müstecâb olur.
Yâ Alî!
Tehâretlenince, yeniden su al ve önüne sür ve sonra, (Sübhâneke Allahümme ve bi
hamdike eşhedü en lâ ilâhe illâ ente vahdeke lâ şerîke leke estagfiruke ve
etübü ileyke.) oku. Sonra yüzünü bir tarafına çevir ve şöyle söyle: (Ve eşhedü enne
Muhammeden abdüke ve Resûlüke). Her kim böyle yaparsa, Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretleri onun günâhlarını az veyâ çok olsun, afv eder.
Yâ Alî!
Her kim Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerini fecr tulû’ etmezden evvel ve gün
doğmazdan evvel zikr ederse, Allahü teâlâ, onun Cehennemde azâb olunmasına râzı
olmaz. Onun günâhları yedi kat gökdeki yıldızlar adedince olur ise de azâb
etmezler. Yâ Alî! Sabâh nemâzını cemâ’at ile kılasın. Güneş doğup, yükselinceye
kadar yerinde otur. Sonra iki rek’at nemâz kıl ki, Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretleri, sana bir hac ve ömre sevâbı verir. Köle azâd etmek sevâbı ve bin
dinâr fîsebîlillah sadaka etmişce sevâb verir.
Yâ Alî!
Hazarda ve seferde Duhâ nemâzına devâm et ki, kıyâmet günü olduğu zemân, bir
nidâ edici Cennetin şerefeleri üzerinden nidâ eder ki, nerededir o kimseler ki,
duhâ nemâzını kılarlar idi. Duhâ kapısından varıp, selâmetle ve emân ile
Cennete girsinler. Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri Duhâ nemâzını emr
etmediği hiçbir Peygamber göndermedi [ya’nî her Peygambere emr etmişdir].
Yâ Alî!
Her kim Cum’a günü gusl ederse, Allahü tebâreke ve teâlâ onun günâhlarını afv
eder. Bu Cum’adan gelecek Cum’aya kadar pürnûr olur. Kabrde ve mîzânda ağırlık
olur. Yâ Alî! Kulların sevgilisi, Allahü teâlâ hazretlerine o kuldur ki,
secdede, (Yâ Rabbî! Ben nefsime zulm etdim. Beni afv et! Zîrâ günâhları ancak
sen afv edersin.) der. Yâ Alî! Şerâb içen ile dostluk etme. O mel’ûndur. Zekât
vermiyen kimse ile arkadaşlık etme. O Allahü teâlânın düşmanıdır. Fâiz yiyen
ile arkadaş-
lık etme ki, o Allahü teâlâ
hazretleri ile muhârebe eder. Kur’ân-ı kerîmde bu bildirilmişdir. [Bekara sûresi 279.cu âyet-i kerîmesinde meâlen]; (Eğer fâizi terk etmezseniz, Allaha ve Peygambere karşı harbe
girmiş olursunuz...) buyurulmuşdur.
Yâ Alî!
Düâ ederken veyâ Kur’ân-ı azîm-üş-şân tilâvet ederken sesini çok yükseltme.
Çünki, nemâz kılanların nemâzlarını fesâda verirsin. Yâ Alî! Nemâz vakti
gelince nemâzını kıl. Çünki şeytân seni meşgûl eder. Bir hayrlı işe niyyet
etdiğin zemân, hemen o işi yap. Çünki, şeytân seni o hayrlı işden men’ eder.
Yâ Alî!
Her kim ücret ile bir işçi tutar; ücretini temâm vermezse, Allahü tebâreke ve
teâlâ hazretleri onun tâatlarını mahv eder. Ben onun kıyâmet gününde hasmı
olurum.
Yâ Alî!
Cebrâîl aleyhisselâm, âdem oğlu olup da, yedi iş işleseydim, diye temennî
etmişdir. Beş vakt nemâzı cemâ’at ile kılsaydım. Âlimler ile otursaydım.
Hastaları sorsaydım. Cenâze nemâzını kılsaydım. Su dağıtsaydım. Dargın olan iki
kimseyi barıştırsaydım. Yetîmlere şefkat etseydim. Yâ Alî! Sen de bunun üzerine
hırslı ol.
Yâ Alî!
Yetîm ağladığı zemân Arş-ı mecid titrer. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri
buyurur ki, yâ Cebrâîl, bu yetîmi ağlatanın yerini Cehennemde bul! Ben de onu
ağlatayım. Her kim ki onu sevindirir ve güldürür. Onun Cennetde yerini geniş et
ki, ben onu sevindireyim ve güldüreyim.
Yâ Alî!
Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, Âdem oğlunun bedeninde dilden iyi birşey
halk etmemişdir. Onun ile Cennete girer. Ve onun ile Cehenneme girer. Onu
zindâna koy ki, yırtıcı hayvân gibidir.
Yâ Alî!
Eyyâm-ı beyd orucuna devâm et ki, ayın onüçüncü, ondördüncü, onbeşinci
günleridir. Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri bu günlerde oruc tutanların
yüzlerini beyâz eder. O sene temâmen oruc tutmuş gibi olur.
Yâ Alî!
Her kim ilmsiz ibâdet ederse, zararı fâidesinden çok olur. Onun misâli o a’mâ
gibi olur ki, bir sahrâya delîlsiz gider. O kadar dolaşır ki, kendini dikenlik
arasında bulur.
Yâ Alî!
Her kim her gün yirmibeş kerre (Estagfirullahe lî ve li vâlideyye veli-cemî’il
mü’minîne vel mü’minât vel müslimîne vel müslimâti innehû mu’cîbüt de’avât)
derse, Allahü tebâreke ve teâlâ o kimseyi kendi dostlarından yazar.
Yâ Alî!
Her kim her gün on kerre (Lâ ilâhe illallahü kable külli ehadin ve lâ ilâhe
illallahü ba’de külli ehadin ve lâ ilâhe illallahü yebka rabbünâ ve yefnâ ve
yemûtü küllü ehadin) derse, göklerde hiçbir melek kalmaz; illâ ona bin kerre
istigfâr ederler.
Yâ Alî!
Her kim hergün yirmibir kerre (Allahümme bârik lî fil-mevti ve fî mâ ba’det
mevti) derse, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin ona dünyâda verdiği
ni’metleri hesâbsızdır.
Yâ Alî!
Her gün on kerre (Elhamdülillah kable külli ehadin ve elhamdülillahi ba’de
külli ehadin velhamdülillah yebka rabbünâ yefnâ küllü ehadin velhamdülillahi
alâ külli hâlin) derse, Allahü teâlâ ve azze ve celle o kimseyi büyük günâhı
olsa da afv eder.
Yâ Alî!
Her kim benim üzerime her bir gün ve her bir gecede yüz kerre salevât getirse,
ona şefâ’at etmek, büyük günâhı olsa da, bana vâcib olur. Bu cümlede bütün
müslimânlara nasîhat vardır.
Yâ Alî!
Gece nemâzı kıl! Bir koyun sağacak mikdârı zemân kadar da olsa, gecede iki
rek’at nemâz gündüzleri bin rek’at nemâzdan fazîletlidir. Geceleri nemâz
kılanların yüzleri, gündüzün bütün insanların yüzlerinden güzel olur.
Yâ Alî!
Hiçbir müslimâna la’net etme. Hiçbir hayvana la’net etme. La’net sana geri
döner. Yâ Alî! Her kim Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin ni’metlerine şükr
ederse, belâlarına sabr ederse, günâhlarına istigfâr ederse, hangi kapıdan
isterse Cennete girer.
Yâ Alî!
Çok uyumak gönlü öldürür. Pişmânlığı, unutkanlığı artdırır. Çok gülmek gönlü
[kalbi] öldürür. Vakârı giderir. Çok günâh işlemek kalbi, gönlü siyâhlaşdırır.
Pişmânlık verir.
Yâ Alî!
Her kim dünyâyı ihtiyâcı kadar taleb ederse, Sırat üzerinden şimşek gibi geçer.
Allahü teâlâ ve tekaddes ondan
râzı olur. Her kim dünyâyı isteyip
ve harâmlardan çok mal toplarsa, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine mülâki
olduğunda, Allahü teâlâ hazretlerini gadablı bulur.
Yâ Alî!
Her kim bir müslimâna, temiz düşünce ve hulûs-i kalb ile yiyecek verirse,
Allahü teâlâ o kimseye bin hasene [sevâb] verir, bin günâhını afv eder.
Yâ Alî!
Mazlûmun inkisârından [kalbinin kırılmasından] sakın ki, Allahü teâlâ onun
beddüâsını, kâfir de olsa kabûl eder.
Yâ Alî!
Borcu az et, râhat olursun. Borç din harâblığıdır. Gündüz zelîl, hakîrdir. Gece
gam ve gussalıdır.
Yâ Alî!
Her kim Cum’a gecesi Sûre-i Bekarayı okur ise, o kimse yedinci gökden, yedinci
yere kadar pürnûr olur. Her kim sûre-i Duhânı okur ise, işlediği ve işliyeceği
günâhları afv eder. Yâ Alî! Her kim Vessemâ’i vet Târik sûresini yatdığı vaktde
okur ise, Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri ona, gökde olan yıldızlar
adedince hasene [sevâb] verir.
Yâ Alî!
Uyumak istediğin zemân istigfâr söyle. (Sübhânallahi velhamdülillahi ve lâ
ilâhe illallahü vallahü ekber ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billahil aliyyil
azîm.) oku ve (Kul hüvallahü ehad) sûresini çok oku ki, o Kur’ân-ı azîmin
ışığıdır. Senin üzerine okumak vazîfe olsun Âyet-el kürsîyi ki, bir harfinde
bin bereket ve bin rahmet vardır. Her kim Sûre-i Mülkü yatacağı vakt okuyup,
(Allahümme a’sımnî bil islâmi kâimen ve a’sımnî bil islâmi, râkıden ve lâ
tüşemmitnî adüvven ve lâ hâsiden, Allahümme innî e’ûzü bike min şerri nefsî ve
min şerri külli dâbbetin ente âhızün binâsiyetiha ve es’elüke minel hayri
küllihî.) der ise, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri cin ve ins şerrinden ve
her yaratılmışın şerrinden onu muhâfaza eder. Yâ Alî! Sûre-i Haşrı oku. Dünyâ
ve âhıret şerrinden muhâfaza eder.
Yâ Alî!
Zeytin yağını yi ve kendini onunla yağla. Sana bir üzüntü erişir ise,
(Sübhâneke rabbî lâ ilâhe illâ ente aleyke tevekkeltü ve ente rabbül arşil
azîm) oku. O düâyı oku ki, Cebrâîl aleyhisselâm bana ta’lîm etmişdir:
(Allahümme innî es’elüke afve vel âfiyete fiddîni veddünyâ vel âhırete).
Yâ Alî!
Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerini, gam ve gussa
vaktinde zikr et ve (Yâ hayyü yâ
kayyümü yâ lâ ilâhe illâ ente rahmetike estegîsü fağfirli ve eslihlî şe’nî ve
ferric hemmî) söyle.
Yâ Alî!
Yemeğe tuz ile başla. Sonunda da tuz ile bitir. Tuz, ölüm hâric, yetmiş derde
devâdır. Yemeklere çörek otu koy. O da ölüm hâric, her derde devâdır.
Yâ Alî!
Yeni ayı görünce tehlîl ve tekbîr getir ve (Lâ ilâhe illallahü vallahü ekber ve
a’zîm ve ekdar ve e’ûzü mimmâ ehâfü ve ühâzirû) oku.
Yâ Alî!
Bir kimseden bir hâcet isteyeceğin zemân Âyet-el kürsî oku; sağ ayağını ileri
koy. Yâ Alî! Yedi kimse benim ümmetimden Cennete girerler: 1– Tevbe eden yiğit
[genç]. 2– Sadakayı gizli veren kimse. 3– Harâmı terk eden ve Duhâ nemâzını
kılan kimse. 4– Malının gitmesine râzı olup, imâm ile bir vakt nemâzının
gitmesine râzı olmayan kimse. 5– Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin
havfından [korkusundan] gözleri yaş ile dolan kimse. 6– Ulemâ-ilhak ile oturan
kimse. 7– Bir mü’mine muhabbet eden ve Allahü teâlâ için ikrâm eden kimse.
Yâ Alî!
Bir kimsenin üzerinden, ülemâ meclisinde oturmadan kırk gün geçse, onun gönlü
[kalbi] kararır. Büyük günâh işler. Zîrâ ilm gönlü diri tutar. İlmsiz ibâdet
olmaz.
Yâ Alî!
Her kimin vera’ı olmasa, günâh işlemekden men’ olmaz. Ona, yerin altı, yerin
üzerinden iyidir. Ya’nî îmânın yeri belli olmadığından, kabrde durması dahâ
iyidir.
Yâ Alî!
Bir nesneyi pişirmek istersen, iyi pişir. Yidiğin vakt çok çiğne. Yağmur
yağarken düâ et. Kâfirler ile ceng olduğu vakt, Kur’ân-ı azîm-üş-şân kırâet
olunduğu vakt ve farz nemâzından sonra düâ et.
Yâ Alî!
Cehennemde demirden bir değirmen vardır. O, Kur’ân-ı kerîmi okudukları ve âlim
oldukları hâlde mücrim olanların başını öğütür. Yâ Alî! Hak ile hükm et ki, her
cevr edici hâkim için, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin huzûrunda azâbdan
bir zincir olur ki, uzunluğu yetmiş arşındır. Eğer ondan bir arşınını, bir
yüksek dağın başına koysalar, temâmı yanıp, kül olur.
Yâ Alî!
Yakın zemânda benim ümmetimden râfizîler çıkar. Her kim benim Eshâbıma çirkin
söylerse, seb’ ederse [kötüler ise], onun boynunu vur ki, bu ümmetin
yehûdîsidir.
Yâ Alî!
Her kim bir a’mânın elini tutarsa, Allahü teâlâ onun yüzbin günâhını afv eder.
Sol elini sağ elin ile tut.
Yâ Alî!
Allahü tebâreke ve teâlâ bir kimseye bir sâlihâ ve mutî’a hanım verip, onun
gönlünü hoş tutması ve imâm ile nemâz kılması ve komşuları kendinden râzı
olması, Allahü teâlânın ona ikrâmındandır. Yâ Alî! Melekler istigfâr ederler o
kimseye ki, onun evinde bal olur, zeytin olur ve çörek otu olur. İçinde sûret [canlı resmi] olan, şerâb olan, köpek olan, ana-babaya âsî olunan ve hiç
müsâfir gelmiyen eve [rahmet] melekleri
hiç girmezler. Sefere veyâ cenge giderken Sûre-i Yasîni oku. On
kerre innâ enzelnâ [Kadr] sûresini oku, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri
düşmanların şerrinden emîn eder.
Yâ Alî!
Bir zâlimden korkar isen, (Yâ ilâhe, Cebrâîle ve İsrâfîle ve Mikâîle ve Azrâîle
ve yâ ilâhe İbrâhîme ve İsmâîle ve İshaka ve münzelit Tevrâti vel İncîli vez
Zebûri vel Fürkân, Kün lî, câren min fülanibni Fülân, min kezâ ve kezâ) söyle. Sefer
edeceğin zemân, (Yâ erda Âmentü birabbî ve rabbiki Allahüllezî lâ ilâhe
illâhüvellezî halakanî ve halekaki e’ûzü billâhi min şerri ki ve min şerri mâ
yedübbü aleyki. Ve min şerri külli üsûdin ve esedin. Ve min şerri vâlidin ve mâ
veledin) söyle.
Yâ Alî!
Sana bir katılık erişdiği zemân, (Allahümme innî es’elüke bi hakkı Muhammedin
ve âli Muhammedin illâ necîtenî) söyle.
Hazret-i
Alî “kerremallahü vecheh” dedi ki, yâ Resûlallah! Senin âlin kimdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurdular ki, her takî ve nakî [harâmlardan sakınan temiz müslimânlar]
benim âlimdir. Bir köye şunu demeyince de girme: (Allahümme innî es’elüke
hayreha ve hayra men bihâ ve e’ûzü bike min şerrihâ ve şerri men bihâ).
Ta’âmı
üç parmağın ile yi ki, şeytân iki parmağı ile yir. Hiç kimsenin yüzüne tokat
vurma. Hayvanın dahî yüzüne vurma. Rü’yânı meğer dostun da olsa, söyleme.
Yâ Alî!
Benim vasıyyetimi hıfz et. Nasıl ki ben Cebrâîl aleyhisselâmdan, O Rabbül
âlemînden sübhânehü ve teâlâ hıfz etdi. Yâ Alî! Sana bu vasıyyetde evvelin ve
âhırin ilmini verdim. Her kim ki bunun ile amel eylerse, dünyâda ve âhıretde
selâmet üzere olur.
Kırkbirinci Menâkıb: Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin fazîletleri
hakkında bildirilen menkıbedir. Gazâlardan birinde alınan ganîmeti, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri,
Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretleri arasında taksim
edip, herbir gâziye bir pay verdiler. Alî “kerremallahü vecheh” hazretlerine
iki pay verdiler. İslâm askeri arasında, kendi dâmâdı ve amcaoğluna meyl edip,
iki pay verdi diye konuşmalar oldu. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri onların bu sözlerini işitip,
minbere çıkdı. Hamd ve salevâtdan sonra, buyurdular ki, yâ islâm askeri. Hiç
bildiniz mi ki, bu küffâr askerini kim susdurdu. Kim vurdu ki, düşman
behâdırlarının yürekleri titredi. O nâranın heybetinden, canları bedenlerinde
kurudu. O kim idi. Dediler ki, yâ Resûlallah! Gördük bir merd ki, yeşil sarık
başında. Ablak ata binmiş ve yüzünü sarmış. Her nâra vuruşunda, dağ titredi.
Hamle ederdi; yer debrenirdi. Kılınç çekerdi, havada şimşek çakardı. Darbe
vurduğunda, havayı buhâr kaplardı. Kılınç vuranı görmez idik. Ammâ düşmanın
baş, el ve ayağını görürdük. Hazret-i Resûl-i ekrem
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (O Cebrâîl aleyhisselâm idi
ki, bu cengi yapdı ve kâfirleri yerle bir etdi ve geri döndü ve dedi ki: (Yâ
Muhammed! Benim hissemi Alî bin Ebî Tâlibe ver.) İki hissenin birisi kendi
nasîbidir. Ve birisi Cebrâîlindir. Ta’n etmeyiniz ki, bir kimseye iki hisse
vermem ve kimseye meyl etmem.)
Kırkikinci Menâkıb: Bir gün Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Yâ Alî! Müjde olsun ki,
sana kıyâmet gününde, Allahü Sübhânehü ve teâlâ Cennet hazînedârına emr eyler.
Her kim Cennete girerse, yâ Alî, senden sened almayınca, hazret-i Rıdvân
Cennete koymaz. Yâ Alî, sen de kimden râzı isen, sened verirsin, Cennete girer.
Kimden ki râzı değil isen, sened vermezsin, Cennete giremez.)
Hattâ
bir gün yolda giderken, hazret-i Alî, hazret-i Ebû
Bekr “radıyallahü teâlâ anhümâ”
ile buluşdular. Hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Alîye latîfe yolu ile buyurdular
ki: Yâ Alî! Senden sened olmayınca Cennete girilmez. O zemânda bana sened verir
misin. Hazret-i Alî buyurdular ki, gerçek buyurursun. Lâkin, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinden işitdim; yâ Sıddîk! Hazretinize danışmayınca bir ferde sened
vermem. O takdîrce, cenâbınız bizim üzerimize nâzır gibi olursunuz. Bizim
senedimize ne ihtiyâcınız olur. Belki biz size mürâce’at ederiz, deyip,
birbiriyle latîfe eyleyip, muhabbet ile, herbiri yollarına müteveccih oldular.
Kırküçüncü Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin
gazâlarından bir gazâda kâfirler ile karşılaşıldı. Kâfir askerlerinden bir
kâfir, meydâna at sürüp, er diledi. Her kim karşısına vardı ise, şehîd etdi.
Mü’minlerden meydâna çıkanı şehîd etdiği için, artık meydâna kimse çıkmadı. O
kâfir de, kimse meydâna çıkmadığı için, mağrûr olup, ileri at sürüp, islâm
askerine karşı, yüksek ses ile bağırıp, dedi ki: Yâ Muhammed! Bana er gönder,
döğüşelim, ne durursun, senin yanında bu denli cihângir behâdırlar vardır.
Niçin göndermezsin. Çünki onlar meydâna gelmeğe korkarlar. (Hâşâ, Eshâb-ı güzîn
ondan korkmazlardı. Lâkin hikmeti ne idi.) Dedi, bârî amcan oğlu Alîyi gönder.
Gelsin, erlik nice olur, göstereyim. Hemen şâh-ı merdân, şîr-i yezdân Alî bin
Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anh” kâfirin sesini işitdi. Durduğu yerde
arslanlar gibi kükredi. Eshâbdan birisini Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûr-u şerîflerine gönderdi.
O kâfirin bulunduğu meydâna girmeğe izn taleb etdi. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki, (Var Alîyi benim
yanıma getir.) O Eshâb da varıp, hazret-i Alîyi getirdi. Huzûr-u şerîflerine
geldikde buyurdu ki: (Yâ Alî! O kâfirle ceng etmek ister misin!) Hazret-i Alî
dedi ki: Yâ Habîb-i rabbil’âlemîn! Senin dînin uğruna cânım fedâdır. Ümmîd
ederim ki, icâzet verip, himmet buyurasınız ki, varıp, o kâfirin şerrini
müslimânların üzerinden def’ edeyim. Hazret-i Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh”
eline yapışıp, buyurdu ki; (Yâ Alî! Seni, yerleri ve gökleri yaratan Allahü
tebâreke ve teâlâ hazretlerine ısmarladım.) Bunu işiten Alî “radıyallahü anh”,
yaydan ok çıkar gibi,
o kâfire karşı at sürüp, yüksek
sesle nâra atıp, haykırdı ki, kıyâmet kopdu sandılar. Kâfirler sonbehâr yaprağı
gibi titreyip, yere düşdülür. Nice nice kâfirlerin ödü patlayıp, cânı Cehenneme
gitdi. O kâfir de meydân ortasında, kurulup dururken, hazret-i Alî “radıyallahü
teâlâ anh” yetişip, karşısına geldikde, dedi ki, yâ mel’ûn! Îmâna gel! Yoksa
sen bilirsin. O kâfir de ceng istedi. Aralarında birkaç hamle geçdikden sonra,
yine islâma da’vet eyledi. Gördü ki, kâbiliyyet yokdur. Bir darbe ile atından yere
düşürüp ve göğsünün üzerine çıkıp, kılıncını boğazı üzerine koydu. Yine dîne
da’vet eyledi. O kâfir gördü ki, hiç kurtuluş yokdur. Ağız dolusu pis tükrüğünü
Alînin “radıyallahü teâlâ anh ve kerremallahü vecheh” mubârek yüzlerine
boşaltdı. Tükrük yüzüne gelince üzerinden kalkıp, kılıncını kınına koydu. O
kâfir de ayağa kalkıp, dedi ki, yâ Alî! Evvelden sen beni ve ben seni bilmez
iken, bana emân vermeyip, beni helâk etmek ister iken, ben cânımın acısından
böyle iş işledim. Dahâ çok gadab edip, beni helâk etmen lâzım ve vâcib iken,
üzerimden kalkıp, kılıncı kınına koymakdan maksadın nedir, bana bildir, dedi. Şâh-ı
merdân Aliyyül mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, sana o mühleti
vermeyip, helâk etmek istemem dîn-i islâm gayretine ve Allahü teâlâ ve tekaddes
aşkına idi. Sonra sen böyle edince, nefsime güç geldi. Korkdum ki, seni katl
edersem, nefsimin arzûsu ile etmiş olurum. O sebeble seni elimden bırakdım. O
kâfir dedi ki, bu hâlis niyyet ve bu fütüvvet sizde vardır. Dîniniz hak dindir.
Bana îmânı telkîn eyle. Îmâna geleyim. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” ona
kelime-i şehâdet telkîn edip, müslimân oldu. O gün o pehlivânın îmâna gelmesi
ile yetmiş behâdır pehlivân îmâna geldi. O pehlivân hazret-i Alînin mubârek
ayaklarına baş koyup, hizmet-i şerîflerinden ayrılmadı.
Kırkdördüncü Menâkıb: Bir gün sabâh nemâzı vaktinde, hazret-i Alî “kerremallahü
vecheh” mescide giderken, yolda bir ihtiyâra rast geldi. İhtiyârın ak sakalına
hurmet edip, önüne geçmeyip, âheste âheste ardınca giderdi. Mescid kapısına
vardıkda ihtiyâr içeri girmeyip, gitdi. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”
anladı ki hıristiyân imiş. Mescidde Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini rükû’da buldu. Güneşin doğma
zemânı yaklaşmış idi. Cemâ’ate uyup, nemâzı kıl-
dılar. Nemâzdan sonra, Sahâbe-i
kirâm “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretleri, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden sordular ki: Yâ Resûlallah!
Birinci rükû’da âdet-i şerîfinizden ziyâde durdunuz. O kadar ki, güneşin doğması
yaklaşdı. Lutf edip, sebebini beyân ediniz. O Server-i Enbiyâ hazretleri
buyurdular ki, (Âdet mikdârı rükû’ tesbîhini edâ etdikden sonra,
Semi’allahülimen hamideh deyip, kıyâma kalkmak istediğimde, Cebrâîl
aleyhisselâm sidret-ül müntehâdan sür’atle gelip, kanadı ile arkamı basıp, başı
ile başımı tutup, kalkmama engel oldu. Bundan başka, hikmetinin ne olduğunu ben
de bilmiyorum) buyurdular. Allahü Sübhânehü ve teâlâ azze şânühü hazretleri
hazret-i Cebrâîle emr eyledi ki, var Habîbime, sebebini bildir. Eshâbına bu
sırrı açıklasın. O sâat hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm Habîbullahın huzûruna
gelip, haber verdi ve dedi ki: yâ Resûlallah! Mubârek başınızı rükû’dan
kaldırmak istediğiniz zemân, Allahü teâlâ bana emr etdi ki, var Habîbimin
arkasını tut; rükû’dan kalkmasın ki, benim kulum Alî, yolda, bir ak sakallı
ihtiyârın, sakalına hurmet edip, âheste yürümekle, cemâ’at sevâbından mahrûm
kalıyor. Kalmasın, Habîbime erişsin. İftitâh tekbîrinin sevâbına nâil olsun.
Ben de geldim, Sultânımı rükû’da tutdum ve Alî geldi. Hak Sübhânehü ve teâlâ
hazretleri beni sizi rükû’da tutmağa gönderdiği zemân kardeşim İsrâfîli de
güneşi tutmağa gönderdi ki, çabuk doğmasın ve hazret-i Alî size erişinceye
kadar eğlesin. İşte hikmeti budur. Sonra, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bu haberi Eshâb-ı kirâm
hazretlerine nakl buyurdular. Hepsi vâkıf oldular ki, hazret-i Alînin
“radıyallahü teâlâ anh” Rabbil’âlemîn dergâhında hürmeti ve izzeti ne mertebe
imiş ve yaşlılara hürmet etmek fazîletine de bundan hissedâr oldular. Alî
“radıyallahü teâlâ anh” hakkında, şî’î ve râfizî ve Ca’ferî ve İsmâîlî gibi
fırak-ı dâllenin bildirdiği pek-çok uydurma menkıbeler de vardır. [(Hak Sözün Vesîkaları) ve (Eshâb-ı Kirâm) kitâblarını okuyunuz!]
Kırkbeşinci Menâkıb: Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” gazâya gitmişdi.
Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri, feth müyesser edip, çeşidli ganîmetler
ile, yüz akı ile, sağ ve sâlim döndü. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ile buluşdukda, huzûr-ı
şerîflerine gazâ malından bir kese altın ge-
tirdi. Server-i âlem o altınları,
taksîm etdi. Hazret-i Alîye ancak, o altınlardan üç dâne verdi. İnsanlık îcâbı,
hazret-i Alînin hâtırlarına, Sultân-ı kâinât benim ne mertebe ihtiyâcım
olduğunu bilir, diye biraz üzüntü hâsıl oldu. O hüzün ile se’âdethânelerine
geldi. Gece rü’yâda gördü ki, kıyâmet kopmuş. Bütün herkesi arasat meydânında
hesâb için habs etmişler. Hazret-i Alîye “kerremallahü vecheh”, yâ Alî! Sen de
üç altının hesâbını ver, dediler. Öyle bir harâret ve ızdırâb kapladı ki, beyni
kaynardı. Bu ızdırâbdan sıkılıp, birkaç adım döşeğinden dışarı atladı. Suçunu
bilip, tevbe ve istigfâra mecbûr oldu. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin âsitâne-i se’âdetlerine
[evlerine] varıp, ayaklarına yüz sürdükde, Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretleri, Aliyyül mürtedâ “kerremallahü vecheh” hazretlerini bu
hâl ile gördükde, tebessüm edip, buyurdu ki, yâ Alî! Üç altının hesâbını
vermekde, bu şeklde zahmet çekdin. Dahâ ziyâde olsa idi, hâlin nice olurdu.
Hazret-i Aliyyül mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh”, elbette bu menkıbede
anlatılandan dahâ yüksekdir.
Kırkaltıncı Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin zemân-ı
şerîflerinden önce, Arabistâna bir pehlivân gelmişdi. Anter adlı bir dilâver,
gürbüz pehlivân idi. Fahr-i âlemin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” zemân-ı
şerîflerine gelinceye kadar böyle bir pehlivân gelmemişdi. İbrâhîm
aleyhisselâmın dîni üzerine idi. Bedi’üzzemân, Kâsım, Âlemşâh gibi oğulları vardı.
Bu kıssayı hazret-i Hamza “radıyallahü anh” hazretlerine isnâd ederler. Ya’nî
bunlar hazret-i Hamzanın oğullarıdır, derler. Nihâyet Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurmuşdur ki, (Medh
edecekseniz, benim amcam Hamzayı medh ediniz!). Kıssa kitâblarını
te’lîf edenler, bu hadîs-i şerîfi sened olarak
alıp, Antere, hazret-i Hamzadır “radıyallahü teâlâ anh”, dediler. Gâyet
kuvvetli, behâdır pehlivân idi. Zemân-ı şerîflerinde, hazret-i Hamzanın
karşısına çıkacak bir pehlivân yok idi. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri
bir al at vermişdi. Adına Eşkâr derlerdi. O asrda ondan güzel at yok idi. O,
zemânın sâhib kırânı idi. Hazret-i Hamza hazret-i İbrâhîm aleyhisselâmın dîni
üzerine idi. Hazret-i Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” efendimizin
amcası idi. Gâyet riâyet edip, severdi. Resûl-i ekrem
“sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri
de hazret-i Hamzayı severdi. Vahy nâzil oldukda, dîn-i islâm ile müşerref
oldular. Dâimâ Eşkâr adındaki atına binerdi. Mubârek arkasını [sırtını] kimse yere
getirememiş idi. Hattâ ilk önce Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretlerinin emr-i şerîfi ile kan döken hazret-i Hamza olmuşdur. Uhud
gazâsında şehîd olmuşdur. Server-i kâinât aleyhi ekmelüttehiyyât, Ona (Reîs-üş
şühedâ) diye zikr etmişdir. Menkıbelerinin nihâyeti yokdur.
Sözümüze
dönelim: Bir gün Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûrlarında Anterin erliğini ve dilâverliğini,
boyunu-posunu ve yapdığı gazâları anlatdılar. Emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî
“radıyallahü teâlâ anh” orada hâzır idi. Anterin evsâfını, kulağı ile işitince,
Antere âşık oldu. Kalbinden geçirdi ki, ne olaydı Anteri, silâhı ve atı ile
görüp, konuşaydım. Sultân-ı kevneyn ve Resûl-i sakaleyn “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri, nübüvvet nûru ile, kalbinden geçeni bilip,
buyurdular ki, (Yâ Alî! Anteri görmek istersen, falan dereye var. Yâ Anter,
bana gel diye, çağır!) Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” o dereye varıp,
seslendi, yâ Anter, beri gel. O dereden ve etrâfında olan dağlardan ve
düzlüklerden, birçok, hesâbsız sesler geldi ki, lebbeyk, lebbeyk [buyur] yâ
Alî, hangimizi istersin, diyorlardı. Şaşırdı. Ne yapacağını bilemedi. Gaybdan
bir ses geldi ki, yâ Alî! Birçok Anter dünyâya gelip, toprak içinde yatarlar. Onu
anası ve babası ismi ile çağır. Tekrâr hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” filan
oğlu Anter deyip, çağırdıkda, Anter bütün silâhlarını kuşanmış olarak, Allahü
teâlâ hazretlerinin emri ile, hazret-i Alînin huzûr-ı şerîflerine gelip, selâm
verdi. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” esedullah iken, erlikde ve
behâdırlakda eşi ve benzeri yok iken, Anterin boy, pos, heybet ve selâbetini
müşâhede etdikde, kalb-i şerîflerine bir korku geldi. Kâdir-i mutlak olan
Allahü teâlâyı tenzîh ve takdîs, tekbîr ve tesbîh etdi.
Kırkyedinci Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular
ki, (Ben ilmin şehriyim. Alî kapısıdır.) Hâricîler
bu hadîs-i şerîf için, Alî “radıyallahü teâlâ
anh” hazretlerine hased etdiler. Hattâ hâricîlerin büyüklerinden on kimse,
dediler, biz hazret-i Alîden “kerremallahü vecheh” hepimiz birer mes’ele
soralım. Eğer herbirimize ayrı ayrı cevâb
verirse, biliriz, âlimdir, ve
fâdıldır. O on kişi hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” huzûr-u şerîflerine
varıp, birisi sordu: Yâ Alî! İlm mi efdaldir, mal mı efdaldir. Hazret-i Alî
“radıyallahü teâlâ anh” se’âdetle buyurdular ki, ilm efdaldir. Bunlar dediler
ki: Ne delîl ile söylersin. Hazret-i Alî buyurdu ki, ilm Enbiyâdan mîrâsdır.
Mal Kârûndan ve Fir’avndan ve Hâmândan mîrâsdır. Bir başkası [ikincisi] süâl
etdi ki; ilm mi efdaldir, mal mı. Hazret-i Alî cevâb buyurdu ki: İlm maldan
efdaldir. Zîrâ ilm, sâhibini saklar. Malı, sâhibi saklar. Biri de [üçüncüsü],
onlar gibi sordu: Hazret-i Alî cevâb verdi ki, ilm efdaldir. Zîrâ, mal
sâhibinin düşmanı çokdur. İlm sâhibinin dostu çokdur. Biri de [dördüncü] aynı
şeklde süâl etdi. Hazret-i Alî cevâb verdi. İlm efdaldir. Zîrâ malı tasarruf
etseler eksilir. İlmi tasarruf etseler artar [ziyâde olur]. Birisi [beşinci]de
aynı şeklde süâl etdi. Alî “radıyallahü anh” cevâb buyurdu ki,mal sâhibi cimri
diye çağrılır. İlm sâhibi büyük ismler ile çağrılır. Biri [altıncısı] da, aynı
şeklde sordu. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” cevâb buyurdu ki: Mal
harâmîden hıfz olunur. İlm harâmîden hıfz olunmaz. Biri de [yedincisi] aynı
şeklde sordu. Hazret-i Alî se’âdetle cevâb buyurdu ki: Mal çok durmakla zâyi’
olur. İlm her ne kadar durur ise de zâyi’ olmaz. Biri de [sekizinci] aynı
şeklde süâl etdi. Cevâb buyurdular ki: Mal kalbe kasâvet verir. İlm kalbi
nûrlandırır. Biri de [dokuzuncu] aynı şeklde süâl etdi. Cevâbında buyurdular
ki: Mal sâhibi, mal sebebi ile tanrılık da’vâsında bulunur. İlm sâhibi böyle
etmez. Biri dahî [onuncu] aynı şeklde süâl etdi. Cevâbında se’âdetle buyurdu
ki: Mal, sebeb-i kasâvetdir [kalbi katılaşdırır]. İlm, sebeb-i rahmetdir.
Bundan sonra, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, eğer bunlar
benden, devâmlı süâl etseler, ben bunlara hayâtda olduğum müddetçe devâmlı
cevâb verirdim. O on hâricî gelip, hazret-i Alîye “radıyallahü teâlâ anh” mutî’
oldular. (Mişkât-ül envâr)dan
alınmışdır.
Kırksekizinci Menâkıb: Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” beni
Yemene kâdî olarak gönderdi. Halk arasında dînin hükmleri ile hükm edecekdim.
Dedim: Yâ Resûlallah! Ben âlim değilim. Kazâ ahkâmını bilmem. Mubârek elini
göğsüme koyup, buyurdu ki: (Yâ Rabbî! Kalbine
hidâyet, diline doğru-
luk ver!) Ondan sonra bana, iki kişi
arasında hükm vermekde şübhe hâsıl olmadı. Hattâ hazret-i Alî “radıyallahü
teâlâ anh” buyurmuşdur ki: Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bana buyurdu ki: Yâ Alî! Benim
deveme binip, Yemene git. Falan tepeye vardığında, ki o tepe Yemene yakındır.
Tepe üzerine çıkdığın vakt, görürsün ki, halk seni, karşılamağa gelirler. O
zemân: (Ey taşlar, ey ağaçlar! Allahın Resûlü size selâm ediyor, diye söyle)
buyurdu. Hazret-i Alî oraya varıp, selâmı teblîg etdiğinde, yeryüzünde bir hoş
galgale [uğultu, gürültü] meydâna geldi ki, (essalâtü vesselâmü alâ
Resûlillah!) diye ağaçlar ve taşlar cevâb verdi. Halk bunu işitdiler ve cümlesi
îmân getirdiler.
Kırkdokuzuncu Menâkıb: Zimâhşerî, (Rebî’ul ebrâr) adlı
kitâbında Ümm-i Ma’bedin kız kardeşi oğlu Henûdun Ümm-i Ma’bedden rivâyet
etdiğini bildiriyor. Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri
bir gece benim çadırımda istirâhat edip, uyuyordu. Uyandı ve su istedi. Mubârek
ellerini yıkadı ve mazmaza eyledi. O suyu, çadırın bir tarafında bulunan bir
diken dibine dökdü. Sabâh oldu. Gördük ki, o yerden bir ağaç yetişmiş. Büyük,
büyük yemişler vermişdi. Kokusu anber kokusu gibi, tadı şeker gibi idi. Aç
kimse yise doyar, susuz kimse yise kanardı. Hasta yise sıhhat bulurdu. Gamlı
kimse yise, mesrûr olurdu. Yaprağını yiyen her koyun ve deve bol mikdârda süt
verirdi. Biz o ağacın adına (Şecere-i Mubâreke) koymuşduk. Etrâfdan hastalara
şifâ için, meyvesinden almaya gelirlerdi.
Bir gün
seher vaktinde gördüm ki meyveleri dökülmüş, yaprakları küçük olmuş. Çok
üzüldüm. Feryâd etdim. O sırada Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin vefât haberi geldi. O
vak’adan otuz sene geçdi. Bir gün yine sabâh vaktinde dışarı çıkdım. Bakdım ki,
o ağaç kökünden dallarına kadar her tarafı diken olup, yemişleri de dökülmüş.
Sonra Aliyyül mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin şehâdeti ve bu
dünyâdan öbür âleme göçüşü haberi geldi. Artık yemiş [meyve] vermedi. Ammâ
yapraklarından fâidelenirdik. Bir gün yine gördüm. Özünden hâsıl olan kan akar,
yaprakları da solmuş. Üzüntülü ve gamlı olup, oturduk. Sonra imâm-ı Hüseyn
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin şehâdet haberini getirdi-
ler. Ondan sonra o ağaç, dibinden
kuruyup, belirsiz oldu. (Şevâhid-ün nübüvve)den
alınmışdır.
Ellinci Menâkıb: Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü anhümâ” rivâyet
buyurmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretleri, Hudeybiye gününde Mekke-i Mükerremeye doğru yola
çıkdılar. Müslimânlar susadılar ve hiçbir yerde su bulunmadı. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Cuhfede
konakladı. Buyurdu ki; (Müslimânlardan bir cemâ’at
ile falan kuyuya varıp, su kaplarını [tulumları] o kuyudan doldurup, bize getiren kimseye, Allahü teâlânın
onu Cennetine koyması için kefîl olacağım.) Bir kişi kalkdı, dedi
ki: Yâ Resûlallah! Ben giderim. Onu sakalardan [suculardan] bir cemâ’at ile
gönderdi. Seleme-tebni Ekvâ “radıyallahü teâlâ anh” der ki: Ben de onlar ile
berâber idim. O kuyuya yakın geldik. O yerde ağaçlar var idi. O ağaçlardan ses
işitdik. Hareketler gördük. Ateşsiz dumânlar meydâna geldi. Bizim üzerimize çok
korku verdi. O ağaçlardan öteye geçmeğe kâdir olamadık. Geri dönüp, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
huzûruna geldik. Durumu arz eyledik. Buyurdular ki, (Onlar cinnîlerden bir
cemâ’at idi. Sizi korkutdular. Eğer siz, korkmadan [emr edilen gibi]
gitseydiniz, hiç zararları erişmezdi.) Bir kişi dahî onu işitdi. Yerinden
kalkdı. Ben gideyim yâ Resûlallah, dedi. O da sucular ile gitdi. Bunlara da o
hâl vâki’ oldu. Dönüp, Resûlullahın huzûruna
geldiler. Yine buyurdular ki: (Eğer siz emr eylediğim gibi gitseydiniz, hiçbir
zarar size erişmez idi.) Bu esnâda gece oldu. Eshâb-ı kirâm çok susadılar. Resûlullah hazretleri, Alî “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerini çağırtdı ve buyurdu ki: (Yâ Alî! Bu sakalar [sucular] cemâ’ati
ile, sen var, o kuyudan su al, getir.) Seleme-tebni Ekvâ “radıyallahü teâlâ
anh” der ki, dışarıya çıkdık. Tulumları arkamıza aldık. Kılınçlarımızı
ellerimize aldık. Hazret-i Alî önümüzce yürürdü. O mekâna varınca, ki o sesler
ve o hareketler açığa çıkdı. Biz de korkduk. Kendi kendimize dedik ki, hazret-i
Alî de o iki kişi gibi geri dönse gerekdir. Alî “radıyallahü teâlâ anh” yüzünü
bizden yana dönüp, buyurdu ki, benim ardımca yürüyünüz. Gördüklerinizden
korkmayınız, onlardan ziyân erişmez. Sonra o ağaçların ortasına girdik. Hiç
ateş yok iken, büyük ateşler çıkmağa başladı. Kesilmiş başlar ortaya çıkdı.
Korkulu sesler çıkarırlar ki, aklları durdura-
cak şeklde idi. Emîr-ül mü’minîn
Alî “radıyallahü teâlâ anh” o başlar üzerinden yürüdü ve bize dedi ki, ardımca
geliniz. Sağa ve sola bakmayınız. Hiç korkmayınız. Biz de onun ardınca vardık.
Kuyuya erişdik. Bir kovamız vardı. Berâ’ bin Mâlik bir iki kova su çekdi.
Kovanın ipi kopdu. Kova suya düşdü. Kuyunun dibinden gülme ve kahkahâ sesi
geldi. Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Kim askerlerden bir kova
getirecek. Hepsi dediler, hiç kimsenin tâkati yokdur ki, o ağaçlardan
geçebilsin. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” beline bir ip bağlayıp, kuyuya
indi. Gülme ve kahkahâ sesleri dahâ çok artdı. Sonra kuyunun ortasına vardı.
Mubârek ayağı kaydı ve düşdü. Kuyudan galgala sesleri geldi. Boğazlanan bir
kimsenin bağırdığı şeklde sesler geldi. Sonra emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü
anh” seslendi: Allahü ekber, Allahü ekber, ben Allahın kulu ve Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
kardeşiyim. Tulumları aşağı salınız. O tulumların temâmını doldurdu. Ağızlarını
bağladı. Bir-bir yukarı çıkardı. Ondan sonra kendisi iki tulum, biz birer tulum
götürdük. Sonra ağaçların yanına geldik. Önceki gördüğümüz nesnelerin hiçbiri
yok idi. O ağaçlardan geçmeğe az kaldıkda, hâtıfdan bir heybetli ses işitdik: Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve
hazret-i Alînin menkıbelerinden söyler idi. Resûlullahın
huzûr-ı şerîflerine geldik. Alî “radıyallahü teâlâ anh” kıssayı temâmen
anlatdı. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri buyurdular ki: (O duyduğunuz ses Abdüllah adındaki cinnînin
sesi idi. Safâ dağında sanem [put]ların şeytânı olan Mes’ırı öldürdü.) (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.
Ellibirinci Menâkıb: (Hilâfetleri beyânındadır.) Osmân “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerinin vak’asından sonra, o gün Sahâbe-i kirâm “rıdvânullahi teâlâ
aleyhim ecma’în” istediler ki, Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri ile bî’at
etsinler. Mugîre tebni Şûbe dedi ki, sabr edelim. Bakalım hazret-i Osmânın
kanını taleb eden kim olur. O gün bî’at te’hîr edildi. Ertesi gün, Mugîre,
hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” huzûr-ı şerîfine vardı. Dedi ki, dünkü
tedbîr bî’atında duraklamak hatâdır. Sür’at kazandırmak lâzımdır. Abdüllah ibni
Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazret-i Alîye “kerremallahü vecheh” dedi ki,
Mugîre dünkü sözünden vaz geçdi. Hicretin otuzbeşinci se-
nesinin Zilhicce ayının dokuzuncu
gününde hilâfet hazret-i Alî üzerine mukarrer oldu [ona bî’at edildi]. Talha
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden bî’at taleb etdiler. Talha da bî’at
etdi. Hazret-i Alî hilâfet makâmına oturdu. Ona nasîhat etdiler ki, hazret-i
Osmânın “radıyallahü teâlâ anh” âmillerini, husûsân Mu’âviyeyi “radıyallahü
teâlâ anh” azl etmemesini söylediler. Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri
buyurdu ki: (Ben, karşı koyanları yardımcı edinmeyi üsûl edinmedim. [Mu’âviyeyi
“radıyallahü anh” azl etdi. Yerine Abdüllah ibni Abbâsı ta’yîn etdi. Abdüllah
kabûl etmedi. (Onu azl etme. Orada eski vâlîdir. Fitneye sebeb olur) dedi. Bir
sene sonra yine azl etdi.]) Bu sebeble fitne zuhûra geldi. Etrâfındakiler
serkeşliğe başladılar. Mu’âviye ve Amr ibni Âs “radıyallahü teâlâ anhüm” ve
sâirleri hazret-i Osmânın kanını taleb etdiler. Ma’lûm ola ki, bu şekl hâlleri
nakl etmekden nehy olunmuşuzdur. Bir müslimâna Eshâb-ı kirâm arasındaki
çekişmeleri ve muhârebeleri tafsilâtlı olarak nakl etmek halâl olmaz. Sahâbe-i
güzîn zikr olunduğu mahalde müslimân olana lâzım olan “rıdvânullahi teâlâ
aleyhim ecma’în” demekdir. Sâir emrlerini Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine
tefvîz etmekdir. [(Eshâb-ı Kirâm) kitâbı,
120.ci sahîfesinde; Talhanın ve Zübeyrin “radıyallahü anhümâ”, hazret-i Alîye
“radıyallahü anh” ilk bî’at edenler olduğu yazılıdır.]
Elliikinci Menâkıb: (Şevâhid-ün nübüvve)de nakl edilmişdir: Abdüllah
rivâyet eyler ki, İbrâhîm bin Sâlim Mahzûmî Medîne-i Münevverede vâlî iken, her
Cum’a, halkı minber ayağına toplardı. Kendi minbere çıkıp, Aliyyül mürtedâ
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine dil uzatır, kötülerdi. Bir Cum’a minber
ayağında bana uyku galebe geldi. Rü’yâmda gördüm ki, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin mubârek kabrleri açılıp,
kâfurdan elbiseler ile çıkıp, geldi. Bana hitâb edip, buyurdu ki, yâ Abdüllah!
Seni bu habîsin kelimeleri üzmez mi. Dedim ki, Evet üzer yâ Resûlallah! Ammâ ne
çâre, hâkimin hükmüne itâ’at ediyorum. Buyurdu: Yâ Abdüllah! Allahü teâlâ ona
ne yapacak, bak, gör. Gözlerimi açıp, bakdığımda, gördüm ki, minberden düşüp,
helâk oldu [öldü].
Elliüçüncü Menâkıb: Hazret-i Molla Câmî “kuddise sirruhussâmî” (Şevâhid-ün nübüvve)de rivâyet etmişdir. Aliyyül
Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, bir mubârek gün-
de, sabâh nemâzını cemâ’at ile
kılıp, evrâd-ı şerîflerini okuyup, hamdele, tasliye ve düâdan sonra, mubârek
arkalarını mihrâba döndürdü. Eshâb ve sâir ahbâb yerli-yerinde sâkin oldukdan
sonra, hazret-i Alî cevher ve inciler saçan güzel sözler söyleyip, buyurdular
ki, ba’zı şeyler vardır ki, gençlere söylenmeyip, o işle alâkalı olan kişilere
söylenir. O meclisde hâzır olan tâze yiğitler kendi rızâları ile mescidden
dışarı çıkıp, gitdiler. Sonra Alî bin Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anh”
hazretleri Eshâbdan birisine buyurdu ki, Kûfenin falan mahallesinde ve falan
sokağında, falan mescidin yanında bir kapı vardır. Git o kapıya vur. İçeriden
bir erkek ile bir kadın çıkacakdır. İkisini de alıp, benim huzûruma getir.
Onlara sözüm vardır. Sonra o şahs emre itâat edip, gitdi. Araya araya hazret-i
Alînin buyurduğu alâmetler ile o kapıyı bulup, vurdukda, içeriden bir erkek ile
bir kadın çıkdı. Onlara dedi ki, Emîr-ül mü’minîn sizin ikinizi de ister. Onlar
da, gelen emri kabûl edip, o kimse ile berâber Aliyyül mürtedânın huzûrlarına
varıp, se’âdethânelerine yüzlerini sürdüler. Hazret-i Alî teveccüh edip, kadına
dedi ki, sana bir süâlim vardır. Kat’iyyen inkâr etmeyip, doğrusunu söyliyesin.
Kadın da dedi ki, yâ imâm! Ben başımdan ne geçmişse söylerim. Hâşâ ki senden
saklayıp, inkâr eylemem. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” kadını, yakınına
getirip, buyurdu ki, yâ âdem evlâdı! Çocukluğunda bir amcan vefât etdi. Bir
oğlunu baban evinize getirdi ki, kimsesi yokdur; bir öksüzdür. Evimizde oğlumuz
gibi olsun, her hizmeti görsün diye. O ümmîd ile amcan oğlunu yanına alıp,
besledi. Büyüyüp, yiğit oldukdan sonra, bir gün seni hanımlığa istedi. Baban
huzûrsuz olup, sen benim evimde büyüyesin. Kızım ile rızân ile kardeş olasın.
Allahü teâlâdan revâ değildir, dedi. O ânda amcan oğlunu kendi hânesinden
uzaklaşdırdı. Bir yerde gezerken fırsat bulup, seni tutdu. Zorla tasarruf etdi
ve hâmile oldun. Herkesden sakladın. Düşürmeğe çâre bulamadın. Bu sırrı Allahü
tebâreke ve teâlâ hazretleri biliyordu. Bir de vâliden biliyordu. Müddet temâm
olup, bir gece gizlice bir oğlan doğurdun. Annen ile bir bez parçasına sarıp,
onu katl de edemeyip, bir yüksek yere koydunuz. Birkaç adım gitdiniz ki,bir
köpek o çocuğu koklamağa başladı. Annen bu köpeği görünce, eline bir taş alıp,
o köpeğe atdı. Allahü teâlânın hikmeti, o atılan taş, o çocuğun alnına dokundu.
Eyvâh kendi elimiz ile bu bîçâre çocuğu katl et-
dik deyip, yanına vardıkda, baksa
ki, çocuğun alnında bir mikdâr yara eseri, alnı kanamış. Bir bez ile yara
üzerini bağladı. O kimsesiz bîçâre çocuğu, annen ile orada bırakıp, evinize
gitdiniz. Bunu Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinden başka kimse bilmez. Siz
oradan gitdiğiniz gibi, o yoldan bir kervân gelip, geçerken, orada bir çocuk
sesi duydular. Ona doğru vardılar ki, bir küçük bîçâre çocuğu sarıp koymuşlar.
Feryâd ile ağlayıp, yatar. O kervân sâhibi de o çocuğun ne olduğunu sormayıp,
zâhirde bir çocukdur. Eğer terbiye olunup, ömrü olur ise bir dilâver yiğit olur
diye, alıp, gitdi. Vilâyetine götürdü. Bir nice müddet terbiye edip, kemâle
erişdi. Sonra efendisi olan bezirgân ile hacca gitdi. Takdîr-i Rabbânî o
bezirgân eceli gelip, Mekke-i mükerremede vefât etdi. Defn etdikden sonra, bu
yiğit efendisi vefât etdiğinden, üzüntüden kurtulmak düşüncesi ile seyâhate
çıkdı. Dolaşıp, yolu Kûfe şehrine uğradı. Vilâyetin eşrâfı arasına karışdı
[Onlar ile tanışdı]. Onsuz olmazlar idi. Netîcede bu şehrde kalmak, bu şehrde
yerleşmek istedi. Sonra eşrâfın herbiri bir tarafa çekdiler. Hâsıl-ı kelâm,
seni bu [müsâfir gelen] gence nikâh etdiler. Bu gece zifâfa koydular. Yâ kadın!
Sakın yalan söyleme; dediğimiz gibi olmadı mı. Gerçekden yâ Alî, buyurduğunuz
gibidir ve doğrudur. Yâ Halîfe-i Resûlallah! Bu hâllere, benim bu sırrıma,
Allahü Sübhânehü ve teâlâ ve tekaddes hazretlerinden gayri ve annemden başka ve
hazretinizden gayri, bu âna gelinceye kadar kimse vâkıf değildir. Ondan sonra
hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh ve kerremallahü vecheh” buyurdu ki; ey
kadın! Bu [erkek], senin yola bırakdığın oğlundur. O yiğide de, aç alnını
diyerek, işâret buyurdu. O da alnını açdıkda, taş yeri henüz gitmemiş. Açıkca
göründü. Kadın hemen o yara izini gördü. Dedi, yâ Alî! Doğru söyledin. Bütün
sözlerin doğrudur. Ondan sonra, hazret-i Alî “radıyallahü anh” o yiğide sordu
ki, bu gecenin içinde olan ceng ve cidâlin [kavga ve münâkaşanın] sebebi ne
idi. Allahü teâlânın izni ile bize ma’lûm olmuşdur. Lâkin bu meclisde hâzır
olanların da ma’lûmları olsun. Onun için söyle. O yiğit dedi ki, yâ Alî! Allahü
teâlâ bilir. Ne zemân ki bu hâtuna el uzatsam, o sırada üzerime bir hınzır
yavrusu hamle ederdi ki, aklım başımdan giderdi.Hemen elimi çekerdim. O görünen
hınzır kaybolurdu. Belki hayâldir diye, tekrâr elimi kaldırıp, kadına elimi
uzatmak istediğim zemân, yine o hınzır açığa çıkıp, üzeri-
me hücûm ederdi. Elimi çekince
kaybolurdu. Kadın ise huzûrsuz olup, derdi ki, niçin cefâ edersin. Benimle alay
mı edersin. Elini kâh uzatır, kâh çekersin. Sâir erkekler gibi elimi alıp,
erkek ile kadın mu’âmelesi etmezsin. Sabâha kadar bu kadın ile ceng ve
cidâlimiz bu idi. Hazret-i Aliyyül mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki,
Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, kemâl-i lütfundan ve gayretinden ana-oğul
ile cimâ olmağa revâ görmediği için, böyle hâl vâki’ oldu. Bunun emsâli ahvâl
Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden zuhûra gelmesi çok değildir. Zîrâ bu
şeklde kemâlât ve makâmât ve kerâmetlerine nihâyet yokdur.
Ellidördüncü Menâkıb: Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” bir gün Fırat nehri
kenârında seyr ederken boğulmuş bir kimse gördü. O meyyitin yanına varıp,
bakdıkda, gördü ki, serçe parmağında Yemen taşından yüzük var. Hayret edip,
meyyit yanında hâzır olan cemâ’ate süâl etdi ki, bu meyyitin vefâtına sebeb ne
oldu. Allahü teâlânın emri ki, sultânımız suya gark olmuşdur. Hazret-i Alî
“radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki, Yemen taşı taşıyanın suda boğulmaması
gerek idi. Bunun hikmeti nedir, diye hayret deryâsına dalıp, tefekküre
vardılar. Allahü Sübhânehü ve teâlâ celle celâlühü lutfundan ve ihsânından,
hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” bu ızdırâbının geçmesi ve bu elemden
kurtulması için, o meyyitin parmağında olan yüzük taşına dil verip, hazret-i
Alîye dedi ki: Yâ Alî! Yemen taşında buyurduğunuz o hassâ vardır. Lâkin ben
Yemenî değilim. Hind diyârının bir taşıyım. Bende o hassâ yokdur. Hazret-i Alî
“radıyallahü teâlâ anh” bunu işitmekle şâd olup, Allahü Sübhânehü ve teâlâ ve
tekaddes hazretlerine şükrler eyledi. Hâzır olan cemâ’ate buyurdu ki, suda
boğulmakdan kurtulmak hâssası Allahü teâlânın inâyeti ile Yemenî taşa
mahsûsdur. Başka taşlarda yokdur. O zemândan beri Yemenî taş i’tibâr bulup,
parmakda yüzük kılındı. Bu hikâye bir arabî menâkıbdan nakl olundu.
Ellibeşinci Menâkıb: Alî “kerremallahü vecheh ve radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerinin bütün fazîletlerinden, ilmi o seviyede idi ki, bir gün minber
basamaklarını şereflendirdikde, buyurmuşdur ki, rûhum kabza-i kudretinde olan
Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Zebûr ve Tevrât ve İncîl konuşabilseler idi,
ben onların bütün esrârlarından
haber verebilirdim. Onlar da ittifâk ile beni tasdîk ederler idi. İbâdeti o
mertebede idi ki, her gece yalnız olarak [gece halvetinde], farz ve sünnet
tekbîrlerinden ayrı olarak bin tekbîr işitilirdi. Hilmi o derecede idi ki, bir
gün bir kölesine yedi kerre çağırdı [seslendi]. Cevâb vermedi. Sebebini anlamak
için çıkdı. Hücre [ev] kapısında durmuş idi. Niçin cevâb vermediğini sordu. Yâ
Efendi! İstedim ki, seni gadablandırayım. Hazret-i Alî dedi ki, ey gâfil!
Allahü teâlânın izni ile ben gadablanmam. Fekat seni imtihâna teşvîk edeni
kızdırayım. Onun için o köleyi âzâd etdi. Ömrü oldukça [yaşadığı müddetçe]
ma’îşet için çalışdı. Tevâzu’u o derecede idi ki, hilâfet zemânında mülkü,
doğuda Semerkanda kadar genişlemişdi. Çok vakt yaya yürür, ata binmezdi. Bir
gün ba’zı ihtiyâclarını alıp, kendi götürür idi. Hizmetçilerinden birisi dedi:
Yâ Emîr-el mü’minîn! Bu hizmet bizimdir, biz yapalım. Buyurdu ki: (Âilenin
ihtiyâcını te’mîne en çok hakkı olan babadır.) Hizmetçi dedi ki, siz zemânın
halîfesi ve cihânın sultânısınız. Bu hizmet cenâbınıza hafîflik verir. Buyurdu
ki: Iyâlinin [çoluk-çocuğunun] ihtiyâcını taşımakla insan kemâlinden birşey
kaybetmez. Sehâveti [cömertliği] o mertebede idi ki; bir vaktde dört dirheme
mâlik idi. Bir dirhemini gizli, bir dirhemini âşikâre, bir dirhemini gündüz,
bir dirhemini gece tasadduk eyledi [sadaka] verdi. Şânlarının büyüklüğü için
meâl-i şerîfi,
(Gece ve gündüz, gizli ve açık, mallarını sarf edenlerin
mükâfâtlarını Rableri verecekdir..) olan Bekara sûresinin 274.cü
âyet-i kerîmesi nâzil olup, bütün âleme yayıldı ve şöhret buldu.
Fakîr-fukarâya çok düşkün idi ki, bu husûsdaki şânlarının büyüklüğü için,
meâl-i şerîfi, (Onlar kendileri arzû etdikleri
hâlde, yiyeceği, yoksula, öksüze ve esîre yidirirler) olan, Hel etâ [insan]
sûresi 8.ci âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Kemâl derecedeki ihsânı, meâl-i
şerîfi, (Sizin dostunuz ancak Allahü teâlâ, Onun
Peygamberi ve nemâz kılan, rükû’ eden ve zekât veren mü’minlerdir) olan Mâide sûresi 55.ci
âyet-i kerîmesi ile sâbit olmuşdur.
Rivâyet
edilmişdir ki, bir gün hilâfet zemânlarında, beyt-ül mâl hazînesine girip,
fazla mikdârda altın ve gümüşü görüp, dedi, ey kırmızılar ve ey beyâzlar!
Benden başkasına cilve yapın ki, ben sizi dönüşü olmıyan bir talâk ile
boşamışım. Bir rivâyet
de, sizi öyle terk etmiş ki,
dönüşü mümkin değildir. (Kıt’a):
Altın, güneş olsa da, onu gerdânlık diye takmam,
Gümüş ay olsa yine, güneş gibi hiç bakmam.
Müsâvîdir yanımda, kara toprak, ay ve güneş,
Altın ile gümüşe başka, toprağa başka bakmam.
Kerâmetlerinden
biri de odur ki, mubârek ayağını atının özengisine basarken, Kur’ân-ı kerîme
tilâvete başlar, öbür ayağını basıncıya kadar hatm ederdi.
(Şevâhid-ün nübüvve)de nakl edilmişdir. Esmâ binti Ümeys, Fâtıma-tüz-zehrâdan
“radıyallahü teâlâ anhâ” nakl etmişdir: Zifâf gecesinde onun [Alî “radıyallahü
anh”ın] yer ile konuşduğunu duydum. Sabâh oldukda öğrenmek maksadı ile, o hâli
Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine arz etdikde,
secde-i şükr edip, buyurdu ki, (Ey Fâtıma! Müjdeler
olsun sana ki, Allahü teâlâ; zevcine se’âdet ve üstünlük verip, yeryüzündeki
mahlûkların seçilmişlerinden yapdı.)
Ellialtıncı Menâkıb: Yine (Şevâhid-ün nübüvve)de
yazılıdır. Sıffîn harbine giderken askerler çok susamışlar idi. Su aradılar.
Rastladıkları bir kilisenin râhibi, falan yerde bir çeşme vardır, dedi.
Askerler bulundukları yerden o istikâmete gidiyorlardı. Şâh-ı Merdân Alî
“radıyallahü teâlâ anh” başka tarafa gitmeyiniz, o tarafda bir taş görüp,
işâret edip, bunu kaldırınız buyurdu. Bütün askerler, o taşı kaldırmakdan âciz
olup, kaldıramadılar. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” o taşı kaldırdı.
Altından, hoş ve güzel, kaynayan su çıkdı. Bütün asker o sudan içip, kandıkdan
sonra, yine o kaynak üzerine o taşı koyup, kapatdılar. Râhib, bu kerâmeti
görüp, dedi ki, ey azîz! Sen Resûl müsün? Alî “radıyallahü anh”, hâyır, velâkin
Resûlün vasîsiyim buyurdu. Râhib ihlâs ile Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine îmân getirip, müslimân oldu.
Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” müslimân olmasının sebebini süâl
buyurdukda, cevâb verdi ki: Yâ Ebâ Hasen [Hasenin babası]. Önceki
geçenlerimizden işitmişiz ve kitâblarımızda yazılıdır ki, bu mevkî’de bir çeşme
var. Onun açığa çıkması Resûl veyâ Resûlün vasîsi olmadıkca, müyesser olmaz.
[Ya’nî onlar açığa çıkarır.] Bugün ise sizden bu kerâmet açığa çıkdı. Anladım
ki, siz Resûlün vasîsisiniz! İşitdiğim ve gördüğüm muhakkak olup,
murâdıma erdim.
Nakl
edilmişdir ki, dünyâyı terk edip, Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin
hizmetinde bulunup, muhârebeye katılıp, şehîd oldu. Hazret-i Mürtezânın
“radıyallahü teâlâ anh” güzel ahlâkının vasflarından yazmak ve anlatmak insan
kudretinin dışındadır. Onun hâllerini müşâhede imkânsızdır. [Herkes anlıyamaz.]
(Kıt’a):
Bir serverin ki, güzelliğini anlatmak kolay değildir,
Vasfı (Hel etâ) ola, medhi (İnnemâ).
Lâyık değil ki, onun zâtını vasf etmek,
Eteğine bulaşan Sühâ yıldızı ile.
Elliyedinci Menâkıb: Emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri vasıyyet etdi ki, vefâtlarında, mubârek bedenlerini benim yıkamamı
emr buyurdular. Her kim o hazretin cesed-i şerîfine baksa, anlayışı ve hâfızası
kuvvetli olur. Hattâ emîr-ül mü’minîn Alî “kerremallahü vecheh” hazretlerinin
diğerleri üzerine fehm [anlayış] ve hıfzı [hâfızası] çokluğundan sordular.
Buyurdu ki: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretlerini yıkadım. Gözünün hânesinde bir mikdâr su kalmış gördüm.
O suyu dilim ile aldım ve içdim. Bu kuvvetli hâfıza, o ser-çeşmenin
bereketindendir. (Şevâhid-ün nübüvve)den
alınmışdır.
Ellisekizinci Menâkıb: Ebûl Esved Düeli demişdir ki, emîrül mü’minîn Alî
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden işitdim. Buyurdu ki: Dışarı çıkdım,
ayağımı atın özengisine koydum. Abdüllah bin Selâm “radıyallahü teâlâ anh”
hazretleri çıka geldi. Dedi ki, yâ Alî! Nereye gidiyorsun. Irâka gidiyorum,
dedim. Dikkatli ol ki, eğer sen Irâka gider isen, başına kılınç dokunsa
gerekdir. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” yemîn etdi ki, ben bu sözü, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinden işitmişdim. (Şevâhid-ün nübüvve)de
vardır.
Ellidokuzuncu Menâkıb: Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” bir şahsa dedi ki,
benim haberimi Mu’âviyeye niçin götürürsün. O şahs inkâr etdi. Hazret-i Alî
“radıyallahü teâlâ anh”
yemîn eder misin, dedi. O şahs
yemîn etdi. Hazret-i Alî buyurdu ki, eğer yemîninde yalancı isen, Allahü teâlâ
senin gözlerini kör eylesin. Bir hafta geçmeden gözleri kör oldu. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.
Yine
emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri Ruhbeden bir şahsa, bir
şey sordu. Doğru söylemedi. Hazret-i Alî, yalan söylüyorsun, buyurdu. O şahs,
yalan söylemiyorum, dedi. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki: Senin
üzerine düâ ederim, eğer yalan söylemiş isen, Allahü teâlâ seni kör eylesin. O
şahs Ruhbesine gitmeden kör oldu. (Şevâhid-ün
nübüvve)den alınmışdır.
Yine
hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” bir gün mescidde hâzır olanlara and verdi.
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinden her kim (Beni seven, Alîyi de sever)
hadîs-i şerîfini işitmiş ise, şehâdet
versin. Ensârdan on kişi hâzır olup, şehâdet etdiler. Bir kişi de bu hadîs-i şerîfi işitmiş idi ve o meclisde hâzır idi. Şehâdet
etmedi. Hazret-i Alî buyurdu ki, ey falan, niçin sen şehâdet etmezsin ki, sen
de o meclisde olup, hadîs-i şerîfi işitmiş idin.
O kişi dedi: Ben ihtiyârladım; unutdum. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”
düâ etdi ki, yâ Rabbî! Eğer bu şahs yalan söylüyor ise, onun derisinde bir
beyâzlık açığa çıkar ki, sarığı onu örtmesin. Rivâyet eden der ki, vallahi ben
o şahsı öyle gördüm ki, iki gözünün ortasında beyâzlık meydâna geldi. Hattâ
Zeyd bin Erkam “radıyallahü teâlâ anh” demişdir ki, ben de o meclisde veyâ onun
gibi bir meclisde hâzır idim. Ben de o hadîs-i şerîfi
işitenlerden idim. Ammâ şehâdet etmedim. Allahü teâlâ azze şânühü benim
gözlerimin nûrunu giderdi. Her zemân o şehâdet etmemenin pişmânlığını çekerdi.
Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinden magfiret taleb ederdi. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.
Altmışıncı Menâkıb: Hazret-i emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” bir
gün minbere çıkdı. Buyurdu ki: Ben Allahın kulu, Resûlünün kardeşi, Cennet
kadınlarının seyyidesinin nikâhlısıyım. Her kim benden gayri bu da’vâda
bulunsa, Allahü teâlâ hazretleri o kimseye belâ verir. O meclisde olan bir
kişi, dedi ki: Allahın kuluyum ve Resûlullahın
kardeşiyim sözü kimseye hoş gelmez, bu söze kimse inanmaz. O şahs yerin
den kalkmadan,
aklını kaybedip, deli oldu. Onu, ayağından yapışıp, mescidden dışarı sürüdüler.
Komşularından, ona dahâ evvel böyle bir şey olmuş mu idi diye sordular. Dediler
ki, olmamışdı. Herkes bildiler ki, emîr-ül mü’minîn Alîye “radıyallahü anh”
ta’n sebebi ile oldu. (Şevâhid-ün nübüvve)den
alınmışdır.
Altmışbirinci Menâkıb: Sıffîn günlerinden bir gün, emîr-ül mü’minîn Alî
“radıyalahü teâlâ anh” seslendi ki, yâ Ebâ Müslim neredesin. Muhammed bin
Hanefiyye dedi ki: Ebû Müslim arka saflardadır. Hazret-i Alî buyurdu ki: Benim
murâdım Ebû Müslim Havlânî değildir. Maksadım şu Ebû Müslimdir ki,
Horâsanlıdır. Bu askerin sâhibi olacakdır. Doğu tarafından siyâh bayraklar ile
meydâna çıkar. Muhâlifleri ile o kadar muhârebe ve mukâtele eder ki, Allahü
teâlâ onun vâsıtası ile, olacak şeyleri merkezinde karâr etdirir. Ne mutlu
onunla berâber dîni yaymak için çalışan, dîni yaymak için gayret edenlere. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.
Altmışikinci Menâkıb: Bir gün Mu’âviye “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, ne
olaydı, ne zemân öleceğimizi bilseydim. Hâzır bulunanlar dedi ki, biz onun
nasıl olacağını bilmeyiz. Hazret-i Mu’âviye dedi ki: Ben onu hazret-i Alîden
öğrenirim. Onun bildiği herşey doğrudur. Dilinden çıkan şeyler doğrudur, bâtıl
değildir. Kendinin güvendiği kimselerden üç kişi çağırdı. Onlara dedi ki:
Üçünüz berâber yol arkadaşı olup, Kûfeye gidiniz. Kûfeye bir menzil kalınca
[yaklaşınca], birbirinizin ardınca Kûfeye giriniz. Her biriniz benim öldüğüm
haberini veriniz. Lâkin her biriniz, hastalığımda, ölüm günümde ve sâatinde ve
mahallinde ve nemâzımı kılan kimse hakkında ve sâir husûsda birbirinize uygun
söyleyiniz. O üç kişi, Mu’âviyenin “radıyallahü teâlâ anh” dediği şeklde,
Kûfeye gitdiler. Bir menzil kaldı. Birisi Kûfeye girdi. Sordular, nereden
gelirsin. Dedi, Şâmdan gelirim. Dediler, ne haber var. Dedi ki: Mu’âviye vefât
etdi. Hazret-i emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü anh” huzûrlarına bu haberi
iletdiler. Hazret-i emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü anh” aslâ iltifât
buyurmadılar. İkinci gün biri dahî geldi. Yine Mu’âviyenin “radıyallahü anh”
vefâtının haberini verdi. Yine hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” cevâb
vermedi. Üçüncü gün biri dahî geldi. Evvelkilere muvâfık haber verdi. Emîr-ül
mü’minîn
Alî
“radıyallahü anh” hazretlerine iletdiler. Haber mütevâtir oldu. Sıhhatinde
şübhe kalmadı. Muhakkak Mu’âviye “radıyallahü anh” vefât etmişdir, dediler.
Hazret-i Emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü anh” mubârek başını ve yüzünü
göstererek; (Bundan akan kan ile bu bulaşmayınca, Mu’âviye vefât eder mi)
buyurdu. O üç kimse bu haberi Mu’âviyeye “radıyallahü anh” iletdiler. Mu’âviye
“radıyallahü teâlâ anh” anladı ki, kendisi Alî “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerinden sonra kalacakdır ve hem de kazâ-i ilâhî ile öyle oldu. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.
Altmışüçüncü Menâkıb: Rivâyet edilmişdir. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Vedâ haccından dönerken, Gadîrhum
denilmekle ma’rûf menzilde nemâzdan sonra, Eshâb-ı kirâm “rıdvânullahi teâlâ
aleyhim ecma’în” hazretlerine dönüp buyurdular ki, (Ben
mü’minlere nefslerinden dahâ sevgili, dahâ yakın değil miyim.) Orada
hâzır olanlar ittifâkla tasdîk edip, dediler, (Evet, yâ Resûlallah.) Sonra
hazret-i Alînin elinden tutup, buyurdu ki: (Ben
kimin mevlâsı isem, Alî onun mevlâsıdır.) [Beni seven Alîyi sever.] (Yâ Rabbî, ona düşmanlık edene düşmanlık et. Onun ile dost
olana dost ol. Onu hor tutanı hor tut. Ona yardım edene yardımcı ol. Nerede
olur ise olsun, ona hakkı, doğruyu bildir.)
(Kıt’a):
Gel
ey Resûlün rızâsını isteyen,
Onu
seveni sev, düâsını rehber et.
Sana
ilâhî kılınç çekilmesin diyorsan,
Allahın
arslanına buğz etme, muhabbet et!
Altmışdördüncü Menâkıb: Emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”, bir
mikdâr henüz toprakdan ayrılmamış altını Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûrlarına getirdi. Hazret-i
Resûl-i ekrem ve Nebiyyi muhterem “sallallahü
aleyhi ve sellem” onu Necd ehline taksîm eyledi. Kureyş ve ensâr dediler ki: Yâ
Resûlallah! Bizi bırakıp da Necd ehline taksîm buyurdun. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu
ki: (Bunu, onun için onlara taksîm etdim ki, ehl-i
islâm ile ve müslimânlar ile ülfet etsinler!) Bu sözleri söylediği
sırada bir şahs çıka geldi. Gözleri çu-
kurlaşmış, sakalı yüzünü bürümüş,
vücûdunu kıllar kapatmışdı. Dedi ki: Yâ Muhammed! Allahü teâlâ hazretlerinin
emrini yerine getir. Resûlullah hazretleri, (Eğer ben, Allahü teâlânın emrlerini dinlemez isem, kim
dinler) buyurdu. Hâlid bin Velîd “radıyallahü teâlâ anh” orada hâzır
idi. Dedi ki: Yâ Resûlallah! İzn ver, katl edeyim. İzn vermedi. Sonra o şahs
yüzünü dönüp, gitdi. Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki, (Bunun
neslinden bir kavm zuhûra gelecekdir. Kur’ân-ı azîm-üş-şânı okurlar. Ammâ
boğazlarından aşağı geçmez. Ehl-i islâmı katl ederler. Okun yaydan çıkdığı
gibi, dîn-i islâmdan çıkarlar!) Hâricîler o kavmdendir. O sebebden
onlara (Mârikûn) derler.
Altmışbeşinci Menâkıb: Fahr-i âlem ve Resûl-i muhterem “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretleri, emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerine haber vermiş idi ki, (Sen,
cemâ’atinden dinden çıkan hâricîler olacak, onlar ile harb edeceksin. Onlar
içinde bir şahs olur ki, bir eli bir pâre et olur. Omuzu başında, kadınlar
memesi gibi nesne olur. O et parçasının üzerinde fâre kuyruğu gibi nice kıllar
vardır.)
Rivâyet
ederler ki, emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri hâricîler
üzerine zafer buldu. Onlardan çoğu helâk oldu. Hazret-i Emîr-ül mü’minîn
buyurdu, o şahsı istediler. Bir def’a aradılar, bulamadılar. Hazret-i Emîr
yemîn etdi ki, vallahi ben yalan söylemem. Bana da söyliyen yalan
söylememişdir. Bir def’a dahâ istediler. Kırk ölünün altında, emîr-ül mü’minîn
Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden nakl etdiği gibi buldular.
Altmışaltıncı Menâkıb: Emîr-ül mü’minîn Aliyyül Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh”
islâm askeri ile hâricîlere karşı harb etmeğe giderken, Nehrvân yolunda bir
kilisede bulunan bir râhib dedi ki; ey islâm askeri, emîriniz bu tarafa
gelsinler. Hazret-i Alîye arz olundukda, hazret-i Emîr o tarafa doğru yönelip,
kiliseye vardılar. Râhib dedi ki, ey müslimân askerlerinin serdârı! Bugün tâli’
yıldızı müslimânların mağlûbiyyetini gösteriyor. Sabr ediniz. Hazret-i Emîr-ül
mü’minîn “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Ey râhib! Bana yıldızlara bakıp,
hükm söyler-
sin. Falan settâreden [yıldızdan]
bana haber ver. Râhib dedi ki: Ben o yıldızı bilmiyorum. Hazret-i Alî buyurdu
ki: Ey râhib! Ma’lûm olsun ki, gök ilmini [ilm-i nücûmu] bilmiyorsun. Yer [arz]
ilminden sorayım. Hâlen ayağının basdığı yerin altında ne vardır. Râhib dedi
ki: Bilmiyorum. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”, Ben sana söyliyeyim. Şu
şeklde bir kab, kabın içinde şu kadar, şu vasfda, nakşda, akçe vardır, buyurdu.
Râhib dedi, ey azîz! Bu şeklde keşf etmek sana nereden hâsıl oldu. Buyurdu ki:
Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” bana haber vermiş idi ki, bir grub asker ile harb edesin ki, onların
askerinden, on kişiden azı kurtulur. Senin askerinden ondan eksik şehîd olur.
Râhib, hayret edip, imtihân için ayağı altındaki yeri kazdı. O ta’rîf edilen
şeklde akçeler bulup, o nişân ile çıkıp, o şeklde görünce, îmâna geldi. Rivâyet
edilir ki, o dörtbin hâricîden üçbindokuzyüzdoksanbir adedi öldürülüp, dokuz asker
firâr etmişdir. İslâm askerinden dokuz se’âdetli kimse şehâdet şerbetini içip,
gerisi sıhhat ve selâmet üzere kalmışdır.
Altmışyedinci Menâkıb: İmâm-ı Müstagfirî “rahimehullahi teâlâ” (Delâ-il-ün nübüvve) adlı kitâbında, Firâs bin
Amrdan “radıyallahü teâlâ anh” nakl eylemişdir. Ona Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri zemân-ı şerîflerinde bir baş
ağrısı ârız oldu. Hazret-i Resûl-i ekrem
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” iki gözü ortasını tutdu. Mubârek parmakları
ile tutduğu yerden kirpi kılı gibi kıl çıkdı. O ağrı ondan gitdi. Hâricîlerin
emîr-ül mü’minîn Alînin “radıyallahü teâlâ anh” üzerine hücûm etdikleri günde,
Firâs de onlara uydu. O vakt o kıllar alnından döküldü. O sırada o ağrı tekrâr
başladı. Ona dediler ki, bu iş sana hâricîlere uyduğun için hâsıl oldu. Tevbe
ve istigfâr etdi ki, o kıl alnında çıkıp, o ağrı ondan temâmen gitdi. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.
Altmışsekizinci Menâkıb: Alî bin Zeyd “rahimehullahü teâlâ” demişdir. Sa’îd bin
Museyyib “radıyallahü anh” bir şahsı bana gösterdi ve dedi ki, var o şahsı gör.
Dedim, hâlini bana anlat. Benim görmeme ne lüzûm var. Bu şahs Osmân ve Alînin
“radıyallahü teâlâ anhümâ” hakkında kötü sözler söyler idi. Ben münâcat etdim,
Allahü teâlâya ki, eğer senin katında Osmânın ve Alînin kıymetleri var ise;
bana bir nişân göster. Son-
ra o bedbahtın yüzü siyâh oldu. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.
Altmışdokuzuncu Menâkıb: Abdüllah Muhammed bin Kay-yımil Cevzî (Kitâb-ür-rûh) kitâbında nakl eyledi. O da
Kureyşin bir şahsından rivâyet eyledi. Şâmda bir kişi gördüm ki, yüzünün bir
tarafı kapkara idi. Onu dâimâ bir nesne ile örterdi. Ondan bu durumunu sordum.
Dedi ki: Allahü teâlâya ahd eyledim ki, her kim bu hâli benden sorarsa, ben ona
hikâye edeyim. Ben, Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine buğz ederdim.
Hakkında uygunsuz sözler söylerdim. Bir gece uykumda gördüm ki, bir kişi geldi.
Sen benim hakkımda uygunsuz sözler söylersin, dedi. Yüzümün bir tarafına bir
nesne ile vurdu. Sabâh gördüm ki, yüzümün o tarafı siyâh olmuş. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.
Hazret-i
Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine sordular: Ebû Bekr ve Ömerin
“radıyallahü teâlâ anhümâ” zemân-ı şerîflerinde, hilâfetleri çekişme, kavga,
fitne ve ihtilâflı değildi. Sizin ve Osmânın “radıyallahü teâlâ anhümâ”
hilâfetlerinin zemânları sıkıntı ve değişiklik ve fitneden hâli olmadı.
Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Onun sebebi şudur. Ben ve
Osmân, Ebû Bekr ve Ömerin mu’âvinleri idik. Sen ve senin emsâlin, benim ve
Osmânın yardımcımız oldunuz. Böyle oldu. (Şevâhid-ün
nübüvve)den alınmışdır.
Yetmişinci Menâkıb: Emîr-ül mü’minîn Alî “kerremallahü vecheh” Yenbû
karyesinde hasta oldu. Ona dediler ki, niçin burada durursun. Eğer vefât
edersen, hizmetlerini görmezler. Medîneye gidersen, kardeşlerin işini görürler.
Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Ben şimdi vefât etmem. Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bana
haber vermişdir. Mubârek başını gösterip, (buranın kanı), mubârek yüzünü
gösterip, (burayı boyamayınca) ben vefât etmesem gerekdir. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.
Yetmişbirinci Menâkıb: Ammâr bin Yâser “radıyallahü anh” bir gün Alî “radıyallahü
teâlâ anh” hazretlerine buyurdu ki: Yâ Alî! Sana, insanların bedbahtlarından
haber vereyim mi! Bunlar; Sâlih aleyhisselâmın devesini kılınçla vuranlar ve
senin başına kılınçla vurup, yüzünü kana boyayanlardır.
Yetmişikinci Menâkıb: Bir gün emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” Kûfe
mescidinde, kendisini katl edecek olan İbni Mülcem mel’ûnunu gördü. Ona hitâb
edip, buyurdular ki, ey Mülcem oğlu. Senin câhiliyye zemânında ve çocukluk
günlerinde hiç lakabın var mı idi. Dedi, bilmiyorum. Buyurdu ki: Sana; (ey
şakî, ey Sâlihin devesini kısırlaşdıran) diyen, bir yehûdî hizmetciniz var mı
idi. Evet var idi, dedi. Emîr-ül mü’minîn birşey söylemedi.
Yetmişüçüncü Menâkıb: Bir gün emîr-ül mü’minîn Aliyyül mürtedâ, Zübeyr
“radıyallahü teâlâ anhüm” ile gizli söyleşirler idi. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Yâ Alî! Zübeyre gizli söylersin [sırrını
söylersin]. Hâlbuki o seninle mukâtele [harb]
edecekdir.) Deve vak’ası olduğu zemân,
Alî “radıyallahü teâlâ anh” bu hadîs-i şerîf ile
Zübeyri “radıyallahü anh” andı. Zübeyr “radıyallahü teâlâ anh” muhârebeden vaz
geçdi. Dönüp gitdi. Bir şahs ardından varıp, katl eyleyip, kılıncı hazret-i
Alîye “radıyallahü teâlâ anh” getirdi. Hazret-i Alî buyurdular ki, (Hazret-i
Zübeyrin kâtiline, Cehennem ateşi müjdeler olsun!) (Şevâhid-ün
nübüvve)den alınmışdır.
Yetmişdördüncü Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Hendek
kazdıkları gün; Ammâr bin Yâserin, mubârek eliyle arkasını sığadı. Buyurdu ki, (Seni ehl-i bâgîden bir cemâ’at katl etse gerekdir!) Sonra
Sıffîn günlerinde harb şiddetlendi. Ammâr bin Yâser, hazret-i Alînin yanında
yemîn etdi ki, bu o gündür ki, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bana o günde şehâdet va’d
buyurmuşdur. Emîr-ül mü’minîn hazretleri hiç cevâb vermedi. Üçüncü def’a yine
yemîn etdi. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Evet, bu gün o
gündür. Hemen Ammâr “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri tekbîr aldı. Hoş yeller
esmeğe başladı. Yüzünü Mu’âviyenin “radıyallahü teâlâ anh” askerinden tarafına
dönüp, muhârebe ile meşgûl oldu. Mu’âviyenin “radıyallahü anh” askerinden ba’zı
behâdırlar bunu düşürdü. Bu esnâda susuzluk galebe etdi. Su diledi. Süt ile
karışmış bir kadeh su verdiler. Ammâr onu gördü. Allahü ekber! dedi. Sonra
ondan bir mikdâr içdi. Ve dedi ki: Risâletpenâh “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” efendimiz hazretleri bana haber vermiş-
dir ki, (Seni ehl-i bâgîden bir kimse katl etse gerekdir. Senin katlin hazret-i
Cebrâîl ve Mikâîl aleyhimesselâmın ortasında olur. Onun alâmeti o olur ki, o
vakt su isteyesin. Sana su ile karışmış süt verirler.) Hattâ
hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” Abdüllah bin Amr bin Âsa buyurmuşdur ki, ey Abdüllah; Ammâr bin Yâserin
kâtiline Cehennem ateşi ile müjde veresin. O gün, Ammâr bin Yâseri şehîd
etdiler. İki bed-baht onun mubârek başını Mu’âviyenin “radıyallahü anh” önüne
götürüp, çekişdiler. Biri dedi ki, ben katl etdim. Öbürü dedi ki, ben katl
etdim. Mu’âviye “radıyallahü anh” dedi; her kim onu katl etmiş ise, ona bir
kese gümüş vereceğim. Bunun anlaşılması için Abdüllah bin Amr bin Âsa emr etdi.
Abdüllah birinden, nasıl katl etdiğini sordu. O kişi dedi ki: Onun üzerine
hamle etdim. Onu katl mahallinde gördüm. Abdüllah dedi, sen katl etmemişsin.
Diğerinden de sordu. Diğeri dedi ki: Birbirimize hamle etdik. Benim hamlem ona
te’sîr edip, atından düşdü. Dizi üzerine gelip, dedi ki: (Cebrâîl ve Mikâîl
“aleyhimesselâm” ortasında bu işi yapan iflâh olmasın; pişmân olacakdır.) Bunu
söyleyip, sağına ve soluna bakardı. Ondan sonra ben ileri varıp, başını kesdim.
Abdüllah hazretleri buyurdu: (Bu bir kese dirhemi [gümüşü] tut ve sana Cehennem
ateşi müjde olsun!) O bedbaht dedi ki: Eğer ölürsek vay bize, eğer öldürürsek
vay bize. Keseyi bırakdı [yere atdı]. (İnnâ lillah ve innâ ...) dedi. Mu’âviye
“radıyallahü anh” dedi, Ey Abdüllah! Bunun gibi sözlerin mahalli midir? Abdüllah
hazretleri buyurdu ki, mescidi bina etdikleri günde herkes bir taş getirdi.
Ammâr iki taş getirdi. Resûl-i ekrem ve Nebiyyi
muhterem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden işitdim, buyurdular
ki, (Ey Ammâr! Seni ehl-i bâgîden bir cemâ’at katl
edeceklerdir.) Sonra buyurdular: (Ey
Abdüllah! Ammârı katl edeni Cehennem ateşi ile müjdele!)
Yetmişbeşinci Menâkıb: Hazret-i Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bir gün buyurdu ki, (Yâ Alî! Yakın zemânda, seninle Âişe arasında bir hâdise vâki’
olacakdır.) O buyurdukları Cemel harbine işâret idi. Hazret-i Alî
“radıyallahü teâlâ anh” dedi: Yâ Resûlallah! Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ
aleyhim ecma’în” hazretlerinin içinde, bu bana mı mahsûsdur. Habîbullah
hazretleri buyurdu: (Evet, sana mahsûsdur.) Haz-
ret-i Alî dedi ki: Öyle olur ise
ben Eshâbın en bedbahtı olurum. Hazret-i Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Yok
öyle olmazsın. Velâkin, öyle bir hâdise vâki’ olduğu zemân, onun üzerine gâlib
olursun. Onu geri yerine, makâmına gönder!) Şübhesiz, emîr-ül
mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” Cemel vak’asında, Âişe “radıyallahü teâlâ
anhâ” hazretlerinin askeri üzerine zafer buldu. Âişe hazretlerini ikrâm ve
ihtimâm ile Medîne-i münevvereye gönderdi.
Yetmişaltıncı Menâkıb: İmâm-ı Müstagfirî “rahimehullahü teâlâ” (Delâ-il-ün nübüvve) kitâbında bildirmişdir. Rûm
kayseri, emîr-ül mü’minîn Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin hilâfeti
zemânında zor süâllerini yazdı. Tafsîli (Delâ-il-ün
nübüvve)de vardır. O süâlleri Ömer “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerine gönderdi. Hazret-i Ömer onu okudu. Emîr-ül mü’minîn Alînin
“radıyallahü teâlâ anh” önüne koydu. Hazret-i Alî onu okudu. Divit ve kalem
istedi. Onların cevâbını yazdı. Kâğıdı katlayıp, kayserin elçisine verdi. Elçi,
bu cevâbı kim yazdı diye sordu. Hazret-i Ömer buyurdu ki, hazret-i Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
amcası oğlu, dâmâdı ve dostu hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” yazdı. Derler
ki, yehûdîden ba’zıları geldiler, dediler ki, ne oldu size ey müslimân tâifesi.
Peygamberinizin vefâtından sonra, bu kısa zemânda ba’zınız ba’zınızın üzerine
hücûm edip, muhârebeye başladınız. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” buyurdu
ki: (Ey yehûdî tâifesi! Size ne oldu ki, henüz ayaklarınız denizin ıslaklığından
kuramamış idi. Yâ Mûsâ! Bize de başkalarının ilâhları olduğu gibi ilâh yap,
dediniz!) Bu cevâb ile yüzlerini kara edip, cevâb veremiyecek hâle bırakdı.
Abdüllah
ibni Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” buyurmuşdur ki, (Alîye ilmin on
bölüğünden dokuz bölüğü verildi. Vallahi geri kalan bir bölüğünde de ortakdır.)
Hattâ imâm-ı Ahmed bin Hanbel “rahimehullahü teâlâ” buyurmuşdur ki, Sahâbe-i
kirâm “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerinden bize hazret-i Alînin
hakkında o kadar fazîlet gelmişdir ki, Alîden “radıyallahü teâlâ anh” başkası
için gelmemişdir. Seyyid-üt-tâife Cüneyd “kuddise sirruhül’azîz” buyurmuşdur
ki: Emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri muhâlifleri ile
muhârebeden fırsat bulsa idi, elbette ondan te-
savvuf ve hakâyık ilmi o kadar
olurdu ki, gönüller ona tâkat getiremezdi. O, âriflerin başıdır. Onun sözleri
vardır ki, ondan evvel kimse söylememişdir ve ondan sonra da kimse mislini
söylemeğe kâdir olmamışdır. Şu şekldedir ki, bir gün minbere çıkmış idi.
Buyurdu ki, bana arşın altındakilerden sorunuz! Benim içim ilm ile doludur. Bu
ağzımdaki Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” mubârek ağzının suyudur. O şol nesnedir ki, bana bölük-bölük verdi.
Onun içindir ki, benim nefsim onun yedinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki,
eğer izn olsa, Tevrâtın ve İncîlin içinde olanları haber verirdim. Beni o ikisi
tasdîk ederlerdi. Hazret-i Emîr-ül mü’minîn bu kelâmı kerâmet eseri buyurdu. O
meclisde Da’leb Yemânî derler bir kişi var idi. Dedi ki: bu kişi ne garîb da’vâda
bulundu. Elbette ben bunu imtihân ederim. Yerinden kalkıp, dedi, bir süâlim
vardır. Hazret-i Alî buyurdu ki, öğrenmek ve bilmek için sor. Tecribe ve
imtihân için sorma. Da’leb, sen beni onun üzerine mecbûr etdin deyip, sordu,
Rabbini gördün mü yâ Alî! Hazret-i Alî buyurdu: (Görmediğim Rabbime tapacak
değilim.) Sonra, nasıl gördün, dedi. Emîr-ül mü’minîn buyurdu: (O Hakkı, gözler
dünyâda gördükleri şeklde göremezler. Lâkin gönüller bekâ hakîkatleri ile
görür. Benim Rabbim birdir. Şerîki yokdur. Benzeri bulunmaz. İkincisi olmaz.
Yer [mekân]dan münezzehdir. Üzerinden zemân geçmez. Akl ile idrâk edilmez.
Yaratdıkları ile kıyâs edilmez.) Da’leb bu sözleri işitip, yüzü üzeri düşdü.
Bayıldı. Bir zemân sonra kendine geldi. Dedi ki; Hak teâlâya söz verdim ki, kimseye
imtihân niyyeti ile süâl sormıyacağım. Hazret-i Emîr-ül mü’minîn “radıyallahü
teâlâ anh” buyurdu ki, (Eğer iş senin elinde olursa.)
Yetmişyedinci Menâkıb: İmâm-ı Fahreddîn-i Râzî “rahimehullahi teâlâ” (Tefsîr-i kebîr)de nakl etmişdir. Emîr-ül mü’minîn
Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin sevenlerinden birisi bir siyâh köle
idi. Bir gün onu hırsızlık yaparken tutup, hazret-i Alîye getirdiler. Hazret-i
Emîr-ül mü’minîn sordu ki, (Sen mi hırsızlık etdin.) Evet ben hırsızlık yapdım,
dedi. Elini kesdi. O siyâh köle, hazret-i Emîrin meclisinden çıkıp, gitdi.
Yolda Selmân-ı Fârisî ve İbni Zekvâna “radıyallahü teâlâ anhümâ” rastladı. İbni
Zekvân o siyâh köleye, elini kim kesdi, dedi. Siyâhî dedi ki: Emîr-ül mü’minîn
kesdi. İbni Zekvân dedi: O senin
elini kesdi, sen onu medh
ediyorsun. Dedi ki, niçin medh etmiyeyim ki, muhakkak elimi hak üzerine kesdi
ve beni Cehennem ateşinden halâs eyledi. Selmân “radıyallahü teâlâ anh” bu sözü
siyâh köleden işitip, geldi, Alîye “radıyallahü teâlâ anh” haber verdi.
Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” o siyâh köleyi çağırdı. O kesilen elini
yine bileği üzerine koydu. Bir mendil ile örtdü. Düâ etdi. Sonra bir ses
işitdik, gökden ki, hazret-i Emîre emr eyledi. Örtüyü kaldır. Örtüyü aldı. Eli
Allahü teâlânın izni ile önceki durumuna gelmişdi.
Yetmişsekizinci Menâkıb: Kûfe ehâlisi dediler ki: Yâ Emîrel mü’minîn. Fırat suyu bu
sene azdı. Çok ekinleri zâyi’ eyledi. Ne olur, Allahü teâlâ hazretlerinden
dileyesin ki, su az olsun. Hazret-i Alî “radıyallahü anh” se’âdethânelerine
girdi. Halk kapıda beklerler idi. Sonra dışarı çıkdı. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin cübbesini üzerine giymiş,
mubârek sarığını başına koymuş, asâsını eline almışdı. At istedi. Ata bindi.
Orada olanlar ve çocuklar etrâfında olmak üzere, Fıratın kenârına geldiler.
Aşağı indi. İki rek’at nemâz kıldı. Durdu. Asâyı mubârek eline aldı, köprünün
üstüne çıkdı. Hasen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretleri de berâber
çıkdılar. O asâ ile sudan tarafa bir def’a işâret eyledi. Su bir mikdâr azaldı.
Buyurdu ki, bu kadar kifâyet eder mi. Hepsi dediler, yâ Emîr-el mü’minîn,
kifâyet eder.
Yetmişdokuzuncu Menâkıb: Cündeb bin Abdüllahil Ezdî diyor ki: Cemel ve Sıffîn
harblerinde; emîr-ül mü’minîn Alî “kerremallahü vecheh” hazretleri ile berâber
idim. Benim hiç şübhem yok idi ki, hak Emîr-ül mü’minîn hazretleri
tarafındadır. Ne zemân ki, Nehrvâna konduk. Benim gönlüme bir şübhe düşdü. O
cemâ’ati katl etmek gâyet büyük işdir. Sabâhleyin askerden ayrıldım. Yanımda
bir matara su var idi. Bir yerde kılıncımı yere dikdim. Kalkanı üzerine asdım.
Gölgesine oturdum. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” yanıma çıka geldi. Sordu,
yanında hiç su var mıdır? O matarayı önüne koydum. Aldı. O kadar uzağa gitdi
ki, görünmez oldu. Yine geri geldi. Abdest alıp, kalkanın gölgesine oturdu. O
sırada bir atlı geldi. Emîri görmek istediğini söyledi. Hazret-i Alî kabûl
buyurdu. O atlı dedi ki: Ey Emîr-el mü’minîn! Muhâlifler Fıratı geçdiler. Ve
suyu kesdiler. Buyurdu ki: Hâyır, onlar suyu geçememişler-
dir. Bu sözü söylerken, bir şahs
dahâ geldi. Vallahi ben onların sancaklarını suyun öte tarafında gördüm, dedi.
Emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu; vallahi
geçmediler. Nasıl geçerler ki, onların düşecek ve dökülecek yerleri buradadır.
Ondan sonra durdu. Ben de durdum. Kendi kendime dedim; Elhamdülillah. Elime bir
terâzî girdi ki, bu kişinin hâli bundan belli olur. Yâ o yalancı behâdırdır
veyâ Allahü teâlâ hazretlerinden veyâ Resûlullah
hazretlerinden hücceti vardır. Buna dayanarak bunu bilmişdir. Gönlümden dedim
ki, yâ Rabbî! Seninle ahd etdim. Eğer suyu geçmiş olduklarını görürsem, o kimse
ile [Alî “radıyallahü anh” ile] muhârebe eyleyen ben olacağım. Eğer geçmemiş
iseler o muhâlif ile muhârebe ve mukâtele edeceğim. Askerin arasından
[saflardan] geçdik. Gördük onların bayrakları evvelki gibi yerlerinde durur.
Hazret-i Emîr-ül mü’minîn “radıyallahü teâlâ anh” arkamı tutdu [sıvadı] ve işin
ile meşgûl ol, dedi. Ben de hamle edip, onlardan birini öldürdüm. Arkasından
birini dahâ öldürdüm. Birine saldırdım. Ben ona vurdum. O da bana vurdu. İkimiz
de düşdük. Arkadaşlarım beni kaldırıp, götürmüşler. O vakt kendime geldim.
Hazret-i Emîr muhârebeyi bitirmiş idi. Emîr-ül mü’minîn bir şahsa durumundan
haber verdi. Seni, falan mevki’de, falan hurma ağacına assalar gerekdir.
Buyurduğu gibi vâki’ oldu.
Sekseninci Menâkıb: Haccâc-ı Yûsüf “Allahü teâlâ müstehâkını versin”, Kümeyl
bin Ziyâdı “radıyallahü teâlâ anh”, çağırdı. Kümeyl ondan kaçdı. Haccâc-ı
zâlim, Kümeylin akrâbalarının vazîfelerine son verdi. Kümeyl bunu işitdi ve
dedi ki: Benim ömrüm zâten bitmişdir [yaşlandım]. Benim sebebim ile, kavmimin
mahrûm olması lâyık değildir. Haccâcın yanına vardı. Haccâc dedi ki, isterim
ki, seni öldüreyim. Kümeyl dedi ki: Benim ömrüm az kalmışdır. Ne diler isen onu
yap. Bizim va’demiz yakındır. Benim ölümümden sonra hesâb vereceksin. Bana
emîr-ül mü’minîn Alî “kerremallahü vecheh ve radıyallahü teâlâ anh” haber
vermişdir ki, seni Haccâc öldürecekdir. O zâlim onun boynunu vurdu.
Seksenbirinci Menâkıb: Haccâc bir gün dedi ki, isterim Ebû Türâbın [Hazret-i
Alînin] eshâbından birini katl edeyim ki, Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretlerine
yaklaşayım. Hazret-i Alî
nin “radıyallahü anh”, kölesi
Kanber ile sohbet etmiş olduğunu hiç kimse bilmezdi. [Hazret-i Alînin en çok
sohbet etdiği kimselerden idi.] Haccâc, Kanberi çağırtdı ve dedi ki, Kanber sen
misin. Kanber, evet benim dedi. Haccâc, Alî ibni Ebî Tâlib senin Mevlân mıdır,
dedi. Kanber, benim Mevlâm Allahü teâlâ hazretleridir. Emîr-ül mü’minîn
hazret-i Alî velîm ve sebeb-i ni’metimdir, dedi. Haccâc dedi: Seni katl etmek
isterim. İhtiyârınla nasıl katl olunmak istersin. Kanber dedi: İhtiyâr
senindir, her ne vech ile katl edersen, ben de seni kıyâmetde öyle katl ederim.
Zâten bana emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”, ey Kanber,
seni zulm ile katl etseler gerekdir, diye haber vermişdi. Sonra Haccâc Kanberi
“radıyallahü teâlâ anh” katl eyledi.
Seksenikinci Menâkıb: Emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”
Berâ’ bin Âzibe dedi ki, (Benim oğlum Hüseyn katl olunsa gerekdir. Sen o vaktde
ona yardım etmiyeceksin.) Emîr-ül mü’minîn hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ
anh” şehîd oldu. Berâ’ bin Âzib, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” doğru
söyledi. Hazret-i Hüseyn katl olundu. Ona yardım yapamadığıma pişmânım, dedi.
Seksenüçüncü Menâkıb: Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” bir seferinde
Kerbelâya uğradı. Sağına ve soluna bakdı. Giryân-giryân [ağlıyarak] geçdi ve
buyurdu ki: (Vallahi onların develerinin çökeceği ve onların katl olunacakları makâm
burasıdır.) Eshâbı dediler: Ey Emîr-el mü’minîn! Bu ne makâmdır. Buyurdu ki:
(Burası Kerbelâdır. Bu yerde, bir kavm katl olunsa gerekdir. Onlar hesâbsız
Cennete girerler.) Hiç kimse bu sözlerin ma’nâsını hazret-i Hüseyn “radıyallahü
teâlâ anh” hazretlerinin vak’ası oluncaya kadar anlamadı.
Seksendördüncü Menâkıb: Emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”
Kûfeden asker istedi. Bir takım söz ve hareketden sonra, asker gönderdiler.
Gelmezden evvel hazret-i Alî buyurdu ki: Kûfeden iki bin er ve de bir kişi
geliyor. Eshâbdan biri, bu sözü işitdim, o askerleri bir bir saydım,
buyurduklarından ne eksik, ne fazla idi, dedi.
Seksenbeşinci Menâkıb: Hayye-i Arabî, emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ
anh” hazretlerinin eshâbından idi. Dedi
ki: Hazret-i Mu’âviye ile muhârebe
sırasında, hazret-i Emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü anh” ile bir deryâ
kenârında konakladık. O sırada bir kişi geldi. Dedi ki: Esselâmü aleyküm, yâ
Emîr-el mü’minîn! Hazret-i Emîr-ül mü’minîn, ve aleyküm selâm, dedi. O kişi
dedi: Ben Şem’ûn bin Yuhannâyım, şu kilisenin sâhibiyim, diyerek bir bina
gösterdi. Bizim yanımızda bir kitâb vardır. Bu kitâb mîrâs yolu ile Îsâ “alâ
nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” eshâbından intikâl etmişdir. Eğer
dilersen, o kitâbı tarafınıza okuyayım. Eğer dilersen, huzûr-ı şerîfinize
getireyim. Hazret-i Emîr-ül mü’minîn buyurdu ki; Oku. O kişi okumağa başladı. Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
şerefli vasflarından ve ümmetinin sıfatlarından yazıyordu. Sonunda okuduğu bir
gün, (Bir deryâ kenârına bir kişi konar. Peygambere yakın olur, Zemânın
ehlinden ve dinde, Peygambere yakın olur. Müşrikleri dize getirir. Mag-rib ehli
ile savaşır,) yazısını okudu. Ondan sonra o kişi dedi ki: (Peygamber çıkdı. Ona
îmân getirdim. Siz burada konakladınız. Huzûrunuza geldim. Hayâtda olduğum
müddetce hizmetinizde olayım.) Hazret-i Emîr-ül mü’minîn “radıyallahü teâlâ
anh” ve hâzır olanlar ağladılar. Buyurdu ki: (Allahü teâlâya hamd olsun ki,
beni unutulmuşlardan kılmadı. Kitâbında zikr etdi.) Rivâyet eden der ki,
Emîr-ül mü’minîn bana hitâb edip, buyurdu ki, ey Hayye-i Arabî! Şem’ûnu sen
yanında sakla [sana emânet]. Her kuşluk ve akşam yemeklerinde onu çağırırdı.
Leyle-tül-harîrde, hazret-i Mu’âviye ile ceng şiddetlendi. Şem’ûn şehîdlik
se’âdetine kavuşdu. Hazret-i Emîr-ül mü’minîn, kabrine kendisi koydu. (Bizim
ehl-i beytden biridir) buyurdu.
Seksenaltıncı Menâkıb: Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretleri, hazret-i Alî
“radıyallahü anh” için, iki kerre güneşi batıdan geri döndürdü. Birisi, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin zemânlarında idi. Ümm-ü Seleme ve Esmâ binti Ümeys ve Câbir bin
Abdüllah-el Ensârî ve Ebû Sa’îd-il Hudrî “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretleri
rivâyet etmişlerdir. Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bir gün se’âdethânelerinde oturuyorlardı.
Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” da huzûrlarında idi. O sırada Cebrâîl
aleyhisselâm vahy getirdi. Vahyin ağırlığından hazret-i Alînin “radıyallahü –
teâlâ anh” dizine mubârek başını
koydu. Güneş batıncaya kadar kaldırmadı. O sırada, güneş batdı. Alî
“radıyallahü teâlâ anh” hazretleri ikindi nemâzını kılmamışdı. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri vahyden sonra, önceki hâline geldi. Buyurdu ki, yâ Alî! Senin ikindi
nemâzı geçdi mi. Evet, yâ Resûlallah! Kımıldayamadım, kaldım, dedi. Ancak
nemâzı îmâ ile kılmışdı. Hazret-i Habîbullah, güneşe emr buyurdu. Güneş geri
dağın üzerine çıkıp, durdu. Hazret-i Alî, nemâzını kıldı. Esmâ binti Ümeys der
ki, gurûb vaktinde güneşden buzağı sesi gibi bir ses geldi.
Resûl-i ekremden
sonra, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” Bâbile giderken, Fırat nehrinin
üzerinden geçmek istediler. İkindi nemâzının vakti idi. Eshâbdan bir cemâ’at
ile kendileri asr [ikindi] nemâzını kıldılar. Diğer eshâb da hayvanlarını sudan
geçirmekle meşgûl oldular. Güneş batdı. Nemâzlarını kılamadılar. Hazret-i
emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” düâ eyledi. Allahü Sübhânehü ve
teâlâ güneşi yerine getirdi. Nemâz kılmıyanlar, nemâzlarını kıldılar. Güneş
yine batdı. O esnâda güneşden bir korkulu ses çıkdı. Eshâb korkdular. Şöyle ki,
tehlîl, tesbîh ve istigfâr ile meşgûl oldular. (Şevâhid-ün
nübüvve)den alınmışdır.
Seksenyedinci Menâkıb: Selmân-ı Fârisî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri rivâyet
etmişdir. Yağmurlu bir günde mescidde, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûr-ı şerîflerinde, Eshâb-ı
güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerinden bir cemâ’at ile
oturmuşduk. O sırada yüksek ses ile birisi, Esselâmü aleyküm, dedi. Hepimiz
sesi işitdik. Ammâ selâm vereni görmedik. Hazret-i Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” selâmı alıp, bize buyurdu ki; (Cin
tâifesinden kardeşiniz, selâmını alınız!) Hepimiz, aleyküm selâm, dedik. Fahr-i
âlem hazretleri buyurdular ki, (Sen kimsin!). Yâ Resûlallah! Köleniz, cin
tâifesinden Şemrah oğlu Arfetâyım. Hazret-i Habîbullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” buyurdular ki, (Merhabâ yâ Arfetâ!
Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri sana rahmet eylesin. Kendi sûretin ile bize
görün!) O ân bir kıllı kimse zâhir oldu ki, yüzünü saçı bürümüş, iki
gözleri bir tarafda, ağzı göğsünün üzerinde ve fil dişleri gibi dişleri var ve
tırnak yerine kıymıkları var. Bu şeklde bunu görünce, hepimiz
elimizde olmadan korkup, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerine bakdık. O şahs, hazret-i Sultân-ı Enbiyâya hulûs ile açıklayıp,
dedi ki: Yâ Habîb-i Rabbil’âlemîn! Kavmimi dîne da’vet için ben kulunuz ile bir
kimse gönder. Yine sağ-sâlim inşâallahü teâlâ getirip, huzûr-ı şerîfinize teslîm
ederim. O Fahr-i âlem ve seyyid-i âdem Resûl-i ekrem
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki, (Bu hizmete bunun ile kim gider ise, ona Cennet vâcib olur.)
O şahsın görünmesinden bir kimse cevâb vermeğe cesâret edemedi.
Hazret-i Resûl-i ekrem üç kerre hitâb etdiler.
Kimse cevâb vermedi. Son emrde, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” ayağa
kalkıp, dedi ki, yâ Resûlallah! Emr eyle, bu hizmete ben kulun gideyim.
Hazret-i Resûlallah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” dönüp Arfetâya buyurdu
ki, (Bu gece Harre adlı mevzi’de hâzır
ol! Senin yanına bir kimse vereyim ki, benim hükmüm ile hükm eyler. Ve benim
dilim ile söyler. Ve benden cin tâifesine haberi doğru olarak iletir.)
Hazret-i
Selmân “radıyallahü teâlâ anh” der ki, Arfetâ gayb olup, akşam oldu. Sonra
yatsı nemâzını Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” ile edâ eyledik. Eshâbın hepsi dağıldıkdan sonra, buyurdular
ki: (Yâ Selmân! Yâ Alî! Benim ile geliniz!) Biz de hizmetlerince gitdik. O
Harre adlı mevzi’e vardığımızda gördük ki, koyun büyüklüğünde bir deveye Arfetâ
kendisi binmiş, at büyüklüğünde bir deveyi de, elinde tutmuş. Hazret-i
Habîbullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazret-i Alîyi o boş deveye
bindirdi. Beni de arkasına bindirdi. Benim belimi hazret-i Alînin beline
bağladı. Gözlerimi sarığın ucu ile bağlayıp, buyurdu ki, (Yâ Selmân! Sakın Alî
gözünü aç demeyince, gözlerini açma. Deveden in demeyince deveden inme. Allahü
teâlânın ismi ile meşgûl ol. İşitdiklerinden korkma!) Dönüp, hazret-i Alîye de
vasıyyet etdi. (.... Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah.) buyurdular. Sonra
vedâ edip, Arfetâ önümüzce delîl olup, sür’atle yola koyulduk. Sabâh oldu.
Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” bana in, dedi. Ben de indim. Gözümü açdım.
Gördüm ki, otsuz, susuz, ağaçsız, taşlık bir yere gelmişiz. Hazret-i imâm-ı Alî
“radıyallahü anh” imâm olup, ben ve Arfetâ ona uyup, sabâh nemâzını kıldık.
Ortalık aydınlan-
dıkda gördük ki, etrâfımızı cin
askerleri çevirmişdi. Şöyle ki, her birinin gözleri meş’âle gibi ışık çıkarır.
Heybetli şekllerde sağ ve sol tarafımızda dururlar idi. Hazret-i Alî aslâ
bunlara iltifât etmeyip, âdet-i şerîfleri üzere çeşidli düâlar ile meşgûl
oldular. Güneş doğup, yükselene kadar, Allahü teâlâ hazretlerine münâcât ve
ibâdet ve tâ’at eylediler. Ondan sonra, ayağa kalkıp, Allahü teâlâya hamd ve
senâ etdikden sonra, cin tâifesini islâma da’vet eyledi. İçlerinden biri inadcı
ve kendi başına büyümüş ifrit i’tirâz edip, dedi ki, yâ Alî! Âbâ ve ecdâdımızın
dîni bize bâtıl mıdır, demek istersin. Bu dediğin olmaz deyip, inâd eyledikde,
hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”: (Biz doğru yoldayız. Sen, Allahü teâlânın
âyetlerini tasdîk etmiyor, inkâr ediyorsun) buyurup, mubârek yüzünü gök yüzüne
döndürüp, İsm-i a’zam ve düâ okuyup, Kehf ve Tâ-sin ve Yasîn ve Nûn ve Kalem
sûreleri üzere yemîn edip, (Ey yardım edicilerin en hayrlısı olan Allahım!
Bunların üzerine ateş yağdır. Bunların kötü fi’ller işleyenleri ve inâd
edenleri helâk olsun) diye düâ ve tazarru’ ve niyâz eyledi. Hazret-i Selmân
“radıyallahü teâlâ anh” der ki, o ânda gördüm ki, bir zelzele olup, gökden ateş
yağmağa başladı. Cinnîler bunu görünce hepsi, yüz üzerine düşdüler. Ben de
kendimden geçmişim. Bir zemândan sonra, kendime geldim. Gördüm ki, bir takım
cinnîleri semâdan gelen ateş yakmış. Üzerlerini dumân kaplamış. Bir zemân sonra
dumân üzerlerinden gitdi. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” sağ olanlarına
seslenip, buyurdu ki, Ey cin kavmi, başınızı kaldırın. Muhakkak, Allahü teâlâ
ve tekaddes hazretleri zâlim ve mütekebbir olanları helâk etdi. Tekrâr da’vete
meşgûl olup, (Yâ cin kavmi ve Şemrâh oğulları, Berrâr sâkinleri! Biliniz ve
âgâh olunuz ki, şimdi Muhammed Mustafâ “sallallahü aleyhi ve sellem” devridir.
Hâtem-ül enbiyâ devridir. Yeryüzü başdan başa zulm ile dolmuş iken, îmân ve
adâlet ile dolsa gerekdir,) deyip, Habîb-i ekremi “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” medh edip, apaçık mu’cizelerinden beyân etdi. Onu anlatan
işâretlerinden anlatdıkdan sonra, cin tâifesinin kurtulanları hazret-i Alînin
ilm ve kemâlinden hayret edip, Hakka boyun büküp, Resûlüne ittiba’ edip,
(Allaha, Allahın Resûlüne ve Resûlünün elçisine inandık. Sözleri doğrudur. Seni
yalanlamıyoruz!) deyip, îmânlarını sağlam eylediler. Hazret-i
Selmân “radıyallahü anh”
buyurdular ki: Bu esnâda gece oldu. Yine o deveye binip, Arfetâ önümüzce, sabâh
olmadan Harre denilen yere bizi ulaşdırdı. Deveden inip, sabâh nemâzını Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri ile edâ etdikden sonra, bizi görüp, Allahü teâlâ hazretlerine hamd
ve senâ etdi. Buyurdu ki, (Yâ Alî! Cin kavmini ne hâlde [nasıl] buldun!)
Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” cevâb verdi ki, yâ Resûlallah! Hayrlı
düânız bereketi ile, Elhamdülillah, Allahü teâlâ hazretlerine îmân getirip ve
Resûlüne ittibâ’ edip, îmân nûru ile münevver oldular. Ammâ hakkı kabûl etmiyenleri,
semâdan Allahü teâlânın izni ile ateş inip, helâk olduklarını beyân etdikde,
Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, buyurdular ki,
(Elhamdülillah! Onlardan kıyâmete kadar korku gitmez.)
Seksensekizinci Menâkıb: Ebû Hüreyre “radıyallahü anh” hazretlerinden rivâyet
edilmişdir. Bir gün Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûr-ı şerîflerine vardım. Meğer önlerinde bir
tabak içinde hurma var imiş. Mubârek avuçları ile bu bendenize bir avuç hurma
ihsân etdiler. Saydım yetmişüç adet hurma geldi. Sonra hazret-i Alînin
“radıyallahü teâlâ anh” huzûr-ı şerîflerine vardım. Onların da önlerinde bir
tabak hurma var idi. Yüzüme bakdı. Tebessüm edip, bir avuç hurma verdiler. Bunu
da saydım. Temâmı yetmişüç adet hurma geldi. Hayretimi bildirmek için, hazret-i
Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
huzûr-ı şerîflerine geldim. Bu hayretimi söyledim. Buyurdular ki; (Yâ Ebâ
Hüreyre! Bilmez misin ki, Alînin yedi benim yedimdir. Adâletde berâberdir.)
Rivâyet
edilmişdir ki, bir gün emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”
kapılarının önünde bir cemâ’at görüp, Kanbere sordu ki, bunlar kimlerdir.
Kanber cevâb verdi ki, yâ Emîr-el mü’minîn! Bunlar sizi sevenlerdir. Alî
“radıyallahü anh” hazretleri buyurdular ki, yâ, hayret! Bunlarda bizi
sevenlerin simâları görünmez. Kanber dedi ki, yâ Emîr-el mü’minîn! Sizin
ahbâblarınızın simâları [görünüşleri] nasıldır. Buyurdular ki: Bizi sevenlerin
simâsı [görünüşü], mi’deleri boş olmakdır. Bedenleri etsiz ve yağsız, za’îf
olup, dudakları susuzlukdan ağarmış olmakdır.
Seksendokuzuncu Menâkıb: Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden
rivâyet edilmişdir. Bir gün Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini bütün Eshâb-ı güzîn
“rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretleri ile ihâta edip [çevirip],
oturmuş idik. O sırada hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” içeri girdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Eshâb-ı
güzînin nûrlu yüzlerine, kim yer verecek diye bakdılar. Ebû Bekr-i Sıddîk
“radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, Resûl-i ekrem
hazretlerinin sağ tarafında oturmuş idi. Yerinden kalkıp, hazret-i Alîye yer
verdi. Hazret-i Alî oturdukda, Habîb-i Rabbil’âlemîn hazretlerinin mubârek
yüzünde, sürûr ve sevinç müşâhede olunup, Ebû Bekr-i Sıddîk hazretlerine
teveccüh edip, buyurdular ki, (Yâ Ebâ Bekr! Fazîlet sâhibini, ancak fazîlet
sâhibi bilir!)
Doksanıncı Menâkıb: Fadl bin Sâlim “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri rivâyet
etmişdir. Bir gün emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” pazara
varıp, bir gömlek satın aldı. Terziye bunun yenleri [kol uçları] uzundur, kes
dedi. Terzi, dedi ki: Kesmem, zîrâ kusûrlu olur. Hazret-i Alî; aybı benim, sen
kes diye emr buyurup, kesdirdi. Terzi, hazret-i Alînin kim olduğunu bilmez idi.
Hey, görün bu kişi mecnûn olmuş dedi. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” bunu
işitdikde, şâd ve handân olup, Elhamdülillahi teâlâ, dedi. Sordular, yâ Emîr-el
mü’minîn! Bu beyhûde ve ma’kül olmıyan söze niçin hamd etdiniz. Buyurdular ki,
bir gün, Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden
işitdim, buyurdular ki: (Bir kimseye deli
denilmedikçe îmânı temâm olmaz!) Niçin hamd etmiyeyim ki, bu kimse
benim îmânıma şehâdet etdi.
Amr bin
Kays “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Bir gün emîr-ül mü’minîn Alî
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin elbisesinde bir çok yerinde yama görüp,
dediler ki, yâ halîfe-i Resûlillah! Bu kadar hazîneler elinde iken, yamalı
elbise giymek size revâ değildir. Cevâb verdiler ki: Mü’minler bize uysunlar.
Kalblerinde huşû ve inkisâr hâsıl olsun. Bize yamalı giymek de uygun olur.
Doksanbirinci Menâkıb: Bir gün Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri, hazret-i Alînin rikâbını [atı-
nın özengisini] tutana, buyurdu
ki; (Aliyyül Mürtedâ senin elinde şehîd olsa gerekdir.) O kimse işitip, çok
üzüldü. Ağlıyarak Aliyyül Mürtedânın huzûruna geldi. Tedarru’ ve niyâz edip,
dedi ki, yâ Alî! Kanım sana halâl olsun. Beni hemen bu ân katl eyle. Hazret-i
Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, sebeb nedir ki, bu sözü söylersin.
Utanarak dedi ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” bana buyurdular ki, Alînin şehâdeti senin elinde olsa
gerekdir. Bu yüz karalığı benden vâki’ olmadan dilerim ki, ben senin zülfikârın
ile öleyim de, dünyâda ve âhıretde yüzü siyâh olmıyayım. Hazret-i Alî
“radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, bir nesneyi ki, Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretleri ezelde takdîr etmiş olsun, onu değişdirmek mümkin olur mu? Allahü
tebâreke ve teâlâ hazretleri bana şehîdlik mertebesi müyesser etmiş olsun. Ben
o şehîdlik elbisesini giymek istemez miyim. Bu kıssayı Server-i kâinât
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bana senden evvel haber
vermişdi. Bu işe gönlüm hoşdur. Sen de gönlünü hoş tut. Bu sırrı gizli tut.
Kimseye açma. Ben sana evvelki iltifâtımdan dahâ çok iltifât ederim.
Doksanikinci Menâkıb: Hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” şehâdeti
beyânındadır. (Lübâb-ül-elbâb) adlı
kitâbda yazılıdır. Muhammed bin Cerîr Taberî der ki, emîr-ül mü’minîn hazret-i
Alî “kerremallahü vecheh” Nehrvân cenginden döndü. Abdürrahmân bin Mülcem ve
Pîrek bin Abdüllah ve Amr bin Ebî Bekr; her üçü hâricîlerden idiler. Ric’at
mezhebini tutarlar idi. O muhârebeden, çok insan katl olunduğu için
korkmuşlardı. Üçü aralarında, Mu’âviye, Alî ve Amr bin Âs “radıyallahü teâlâ
anhüm” hazretlerini katl etmeyince, âlem, fitne ve fesâd ve muhârebeden
kurtulmaz. İslâm kuvvetli olmaz. Eğer biz de katl olunursak, yine sevâb
kazanırız. Zîrâ büyük fitneyi def’ etmek hayrlı işdir, diye andlaşdılar.
Abdürrahmân bin Mülcem dedi; ben Alîye kâfi gelirim. Amr bin Ebî Bekr dedi; ben
Amr bin Âsa kifâyet ederim. Pîrek dedi, ben Mu’âviyeye kâfi gelirim. Her üçü
tedbîr aldılar ki, aynı günde ve aynı sâatde bu işi işleyeler. Abdürrahmân bin
Mülcem; hazret-i Alîye “kerremallahü vecheh” vardı. Pîrek; hazret-i Mu’âviye
tarafına gitdi. Amr bin Ebî Bekr, Mısra Amr bin Âs tarafına gitdi. Her biri bin
dirheme bir kılınç almışdı ve zehr ile su vermişlerdi.
Hazret-i
Mu’âviye nemâza geldi. Pîrek o kılınç ile ona vurdu. Mu’âviye düşdü. Halk toplanıp,
Pîreki tutdular. Hazret-i Mu’âviye dedi, bu işi niçin yapdın. Pîrek hâdisenin
temâmını, üçünün arasında olanları haber verdi. Hazret-i Mu’âviye emr etdi, onu
öldürdüler. Tabîb getirdiler. Tabîb gelip, Mu’âviyeyi gördü. Dedi ki, yâ
Mu’âviye, sizin yaranız, zehrli kılınç yarasıdır. Üç şey arasında muhayyersin.
Yâ ölümü istersin. Yâ sabr edersin, yarayı dağlarım. Yâ sana bir şerbet veririm
ki, içdikden sonra aslâ çocuğun olmaz. Hazret-i Mu’âviye dedi ki: Ölümü
istiyemem. Ateşe [dağlamağaya] da dayanamam. Ammâ bir evlâdım var. Ona kanâat
ederim, deyip, şerbeti içdi. İyi oldu. Hazret-i Mu’âviye ondan sonra buyurdu;
Cum’a mescidinde bir maksûre yapdılar. Bu maksûre âdetini hazret-i Mu’âviye
koydu ki, halîfeler düşmanların hîlelerinden uzak olsunlar. Amr bin Ebî Bekr;
karârlaşdırılan vaktde Amr bin Âsın yanına vardı. Amr bin Âsın yüreği tutmuşdu,
ya’nî râhatsızlanmışdı. O gece nemâza çıkamadı. Sehl Amirîyi yerine nâib
gönderdi. Amr bin Ebî Bekr, kılıncını ona vurdu. Onu öldürdü. Amr bin Ebî Bekri
tutdular. Amr bin Âsın huzûr-u şerîflerine getirdiler. Amr bin Âs hazretleri
emr buyurdu. O fâsık ve münâfığı öldürdüler.
Ba’zı
âlimler dediler ki, Emîr-ül mü’minînin şehâdet sebebi o idi ki, Nehrvân harbi
yapıldı. Hâricîler dörtbin er idiler. Temâmı öldürüldüler. Dokuz er kurtulup,
Kûfe tarafına doğru fîrâr etdiler. Kûfe şehrine vardılar. Kûfe şehrini feryâd-ı
figân kapladı. Abdürrahmân bin Mülcem yoldan geçerken, öldürülenlerin birinin
evinden ağlama sesleri işitdi. Kutâm adında genç bir kadının babası ve kardeşleri
o harbde katl olunmuşlardı. İbni Mülcem o kadının ardınca gitdi. Dedi ki, eğer
erin [kocan] yoksa; senin, vasfları şu şeklde olan biri, erin olmak ister, râzı
olur musun. Kadın dedi, niçin râzı olmıyayım. Lâkin, benim velîlerim ve
akrabâlarım vardır. Onlara danışmam lâzım. İbni Mülcem dedi, ma’kûldür. Kadın
gitdi. İbni Mülcem izince [ardından] gitdi. Kadın bir eve girdi. İbni Mülceme
dedi ki, sen burada dur. Seni çağırdığım zemân içeri gir. O kadın içeri girip,
kendini süsledi. Kokular süründü. Pâk [güzel, temiz] elbise giydi. Gâyet cemâl
ve kemâlde oldu. Evdekilere dedi ki, bir kerre bana bakdıkda perdeyi salınız.
Sonra İbni
Mülceme, içeri gel, dedi.
Abdürrahmân bin Mülcem içeri girip, o şekliyle bir kerre ona bakdı. Hemen ona
âşık oldu. Kadını istedi. Kadın dedi, sen benim mehrime ta’kat getiremezsin. O
dedi ki, ne mikdâr istersin. Kadın dedi, üçbin dirhem sâfî gümüş. İki çalgıcı
câriye ve Alî bin Ebî Tâlibin katli. İbni Mülcem dedi ki: Gümüş ve câriye
kolaydır, ammâ, Alînin katli mümkin olmaz ki, ben Alînin sirâclarındanım. Bunu
nasıl yapabilirim. Eğer beni ister isen, muhakkak bunu yapmalısın. Gümüş ve
câriye için fikrini yorma. İbni Mülcem dedi ki: Bir darbeye kanâat edersen,
kabûl ediyorum. Bir kılınç getir. Kadın, zehrli su verilmiş kılınç getirdi.
Ramezân-ı şerîfin onüçü idi. Emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh”
oturdu. Hasen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerine buyurdu ki,
bugün Ramezân-ı şerîfin kaçıncı günüdür. Dediler, onüçüncü günüdür. Buyurdu ki:
Kaç gün kaldı. Dediler, onyedi gün kaldı. Buyurdu ki: Muhakkak, yüzüm başımın
kanı ile boyanacakdır. Abdürrahmân bin Mülcem için dedi ki, (Ben onun
yaşamasını istiyorum. O benim öldürülmemi istiyor.) Abdürrahmân bunu işitdi.
Emîrin huzûruna vardı. Dedi ki: Yâ Emîr-el mü’minîn! İşte elim, işte boynum.
İster isen elimi kes, ister isen boynumu vur. Emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü
teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, bana nişân vermişdir ki, seni
(Benî Murâd)dan bir kimse öldürse gerekdir. Ben günâh etmemişe karşılık yapmam.
Ramezân ayının yirmiüçü oldu. Bu la’în evinde yatmışdı. Sabâh oldu. Emîr-ül
mü’minîn, nemâza gitmek için kalkdı. Serâyda [evinde] bir kaz vardı. Çağırdı,
[bağırmağa başladı]. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki:
(Bağırmaları, ağlamalar ta’kîb eder.) Hasen “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri
dedi: (Yâ babacığım! Bu ne sözdür!) Buyurdular ki: Bu söz odur ki, gönlüm
şehâdet olacağımı haber verir. Ben bu ayda katl olunurum. Sonra serâyın [evinin]
kapısını açdı. Bir çivi kaftanına takılıp, yırtdı. Hazret-i Emîrin gönlü
daraldı. Mescide vardı ve (Allah yolunda mücâhede eden, bir olan Allahdan
başkasına ibâdet etmiyen mü’mine yol açın) diye halkı uyardı. Abdürrahmân bin
Mülcem o zemân kadın ile berâber idi. O zemân müezzinin sesini işitdiler. Kadın
dedi ki, kalk işini iyi gör. Gönlün şâd olarak geri dön. Ben işitdim, Alî bin
Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anh” hazret-
lerinden ki; Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurdular ki; (Önce gelenlerin en
şakîsi, Sâlih aleyhisselâmın devesini öldürenler, sonra gelenlerin en şakîsi de
Alînin kâtilidir.)
İbni
Mülcem kalkdı. Kılıncını kuşandı. Kendisini uyuyanlar arasında gizledi. Emîr-ül
mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” mihrâba geçdi. O la’în bedbaht iki secde
arasında, hazret-i Emîr-ül mü’minînin mubârek başına bir kılınç vurdu. Ka-zâ-i
ilâhî ile o kılınç darbesi, Ahzâb harbinde, Amr bin Abdûd hazret-i Alînin
mubârek başına vurmuşdu; oraya rast geldi. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”
aklı başından gidip, kalkdı. Elini bir direğe vurdu. Mubârek parmakları taş
direkde iz etdi. Hasen “radıyallahü teâlâ anh” imâmete geçdi. Nemâzı sür’atle
kıldılar. Bir kavlde hazret-i Emîr Cu’de bin Cübeyre imâm ol diye buyurdu.
Hazret-i Emîr-ül mü’minîn “radıyallahü teâlâ anh” düşdü. Halk kalkdı, kâtili
aramağa gitdiler. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Ne
ararsınız. Beni vuran kimse, şimdi filan kapıdan içeri girer. Bütün yollar İbni
Mülcem üzerine bağlandı. Geri döndü. Hazret-i Emîr-ül mü’minînin işâret
buyurduğu kapıdan girdi. Hayrân ve dermande bir kimse ona dedi ki: Sana ne
olmuşdur, meğer Emîrül mü’minîni vuran sensin. O inkâr etmek istedi. Sonra
ikrâr etdi. Onu tutup, hazret-i Emîrin huzûruna getirdiler. Hazret-i Emîr buyurdu
ki: Ey bîçâre. Niçin bu işi yapdın. Evlâdlarımı yetîm etdin. Mü’minlerin
gönüllerini gamlı etdin. İslâm askerinin belini kırdın. İbni Mülcem durdu.
Birşey demedi. Emîrül mü’minîn buyurdu: Vefât edinceye kadar bunu zindâna
koyun. Hasen ve Hüseyn ve Muhammed bin Hanefiyye “radıyallahü teâlâ anhüm”
hazretlerini huzûrlarına getirip, vasıyyet etdi. Buyurdu ki: Her zemân
esîrlerinize yiyecek veriniz. Aç koymayınız. Hazret-i Alînin kerîmeleri Ümm-ü
Gülsüm zindâna vardı. Ağlıyarak, İbni Mülceme dedi ki: Ey bedbaht. Emîr-ül
mü’minîn bugün iyidir. Yarın seni öldürürler. İbni Mülcem dedi ki: O iyi olmaz.
O kılınç zehr ile sulanmışdır. Eğer iyi olsa, sen niçin ağlarsın. Ümm-ü Gülsüm
“radıyallahü anhâ” hazretleri ona kızıp, dışarı geldi. Ramezânın yirmiyedinci
günü oldu. Emîr-ül mü’minîn, Ümm-ü Gülsüm hazretlerine buyurdu ki, evden dışarı
çık. Evin kapısını bağla. Çıkıp
kapıyı kapadı. Hasen “radıyallahü
teâlâ anh” hazretleri orada oturdu. Evin içerisinden bir ses işitdi ki, meâl-i
şerîfi, (Âyetlerimizi inkâr edenler bize gizli
değildir. Kıyâmet gününde ateşe atılan mı, güven içinde gelen kimse mi dahâ
iyidir. Dilediğinizi işleyin. Doğrusu o yapdığınızı görendir) olan Fussîlet sûresinin
40.cı âyet-i kerîmesini okuyordu. Ondan sonra şu sesi işitdiler ki, (Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” vefât
etdi. Ebû Bekr vefât etdi. Ömer, Osmân ve Alî “radıyallahü teâlâ anhüm” katl
edildi [şehîd edildi].) Hasen “radıyallahü anh” hazretleri anladı ki, hazret-i
Alî “radıyallahü teâlâ anh” vefât etdi. Evin kapısını açdı. Gördü ki, dünyâdan
göç etmiş. Hasen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretleri yıkadılar.
Muhammed bin Hanefiyye su dökdü. O Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden arta kalan hanûtu mubârek
bedenine saçdılar ve defn etdiler. Kûfe mescidinin ortasında defn edildi.
Ertesi günü İbni Mülcemi katl etmek için getirdiler. Dedi ki, beni öldürmeyin.
Gidip, Mu’âviyeyi öldüreyim. Yemîn ederim ki, yine geri gelirim. Hazret-i Hasen
“radıyallahü teâlâ anh”, hâyır, senin öyle bir ma’rifetin olamaz, öldürün bu
mel’ûnu buyurdu. Onu öldürdüler. İmâmın şehâdet mertebesine kavuşduğu gün,
Ramezân-ı şerîfin yirmiyedisi idi. Ba’zıları demişler ki, yirmiüçü idi.
Ba’zıları ellisekiz yaşında idi, dedi. [63 yaşında idi.] Dört sene on ay
hilâfet etdi. Dokuz hanımı nikâh ile almış idi. Hazret-i Fâtıma-tüz-zehrâ
“radıyallahü teâlâ anhâ” hayâtda iken hiç hanım nikâh etmedi. Fâtıma
“radıyallahü anhâ” hazretlerinden üç oğlu oldu. Hasen, Hüseyn ve Muhsin. Muhsin
çocuk iken vefât etdi. Ba’zı âlimler ve eshâb-ı hadîs rivâyet eylemişdir ki,
hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” bütün gazâlarda Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ile berâber bulunmuşdur. Tebük
gazâsında, onikinci menkıbede tafsîli geçdi. Annesi Fâtıma binti Esed bin Hâşim
olup, müslimân olmuşdu. Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye hicret edip,
orada vefât etdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri cenâze nemâzını kılıp, defn etdikde, buyurdu ki,
(Bu benim anamdır). Nemâzını kıymetli evlâdı hazret-i Hasen “radıyallahü teâlâ
anh” kıldırdı. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerinin yaşında ve
Ebû Bekr
ve Ömerin “radıyallahü teâlâ anhümâ” yaşında idi. Yüzüğünde; (Allahü melik-ül
hakk-ül mübîn) yazılı idi. Kâtibi Abdüllah bin Râfi’i idi.
Doksanüçüncü Menâkıb: Emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü anh” hazretlerinin
âdet-i şerîfleri bu idi ki, nemâza dursa, âlem alt-üst olsa, hiç haberi
olmazdı. Hattâ rivâyet ederler ki, bir cengde, mubârek ayağına ok dokunup,
demir kısmı kemiğe girmiş idi. Çıkmayıp, kemikde kaldı. Cerrâha gösterdiler.
Cerrâh dedi ki, sana bayıltıcı bir ilâc içirmek îcâb eder. Aklın gitsin
[bayılasın]. Ondan sonra demiri çıkarmak lâzımdır. Yoksa, bunun ağrısına
tehammül edemezsin. Emîr-ül mü’minîn “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri,
buyurdu: İlâca ne lüzûm var. Sabr eyle. Nemâz vakti gelsin. Nemâza durdukdan
sonra çıkar. Nemâz vakti geldi. Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri nemâza
durdu. Cerrâh da, mubârek ayağını yarıp, kemik arasından demiri çıkardı.
Cerâhat yerini sardı. Hazret-i Alî nemâzı bitirdi ve cerrâha sordu ki, çıkardın
mı. Dedi, evet çıkardım. Fekat, hazret-i Alî, ben bu demiri çıkardığını
duymadım, buyurdu. Ne güzel Alî ki, ne güzel nemâzı o kılmışdır. İbni Mülcem o
mubâreğin bu ahvâline muttâli olduğu için, gözetip, nemâzda vurmuşdur [şehîd
etmişdir].
Doksandördüncü Menâkıb: Rivâyet ederler ki, Allahü Sübhânehü ve teâlâ azze şânühü
hazretleri Nûh alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâma gemi yap, diye buyurdu.
O da gemiyi yapdı. Temâmladıkda, üç tahta artdı. Nûh aleyhisselâm buyurdu ki:
Yâ Rabbel’âlemîn! Bu üç tahtayı ne yapayım. Allahü tebâreke ve teâlâ buyurdu
ki, yâ Nûh! Benim bir dostum vardır. Ona Alî derler. Âhır zemânda gelir. Bu
tahtalar ona tabut olmakdan gayri işe yaramaz. Bu tahtaları filan yere iletin.
Orada bir kabr kazın. Bu tabutu o kabre defn edin. Meleklere emr edeyim. O
kabri dostum o kabre varıncaya kadar [o zemâna kadar] ziyâret etsinler.
Rivâyet
ederler ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretleri, Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine buyurdu ki; (Yâ
Alî! Benim yanımda bir sır vardır. Bana Cebrâîl aleyhisselâm bildirmişdir. Sana
bu sırrı açıklayayım ki, senin kabrin Nûh aleyhisselâm zemânında bir yerde
kazılmışdır. Ben o yeri
bilmiyorum. Halkdan da bir kimse
bilmez. Ecelin yaklaşdığı sırada, Hasen ve Hüseyne vasıyyet eyleyip, de ki: Ben
öldüğüm vakt, yıkayın ve kefene sarın. Tabuta koyup, nemâzımı kılınız. Âlem-i
gaybdan bir deve gelip önünüzde çöker. Beni o devenin üzerine koyun. Benim
ardımca Kûfe kapısına kadar gelin. Ondan sonra beni koyun. Siz geri dönün.) O
hazret [hazret-i Alî] de, hazret-i Hasene ve hazret-i Hüseyne bu vasıyyeti
buyurdular. Hazret-i Hasen ve hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ”
dediler ki, yâ babamız bize destûr ver. Cenâzenin ardınca varılacak yere kadar
gidelim. O hazret [hazret-i Alî], buyurdu ki, destûr yokdur. Böyle varınız ve
hemen kapıdan geriye dönünüz. O iki sultân da, o mahalde vasıyyeti gözleyip
dururken, bakdılar, bir deve gelip, huzûrlarında çökdü. Cenâzeyi üzerine yüklediler.
Kûfe kapısına kadar vardılar. Deve gitdi. Bunlar da geri döndüler. Sabâh
olunca, Kûfe ehli toplandılar. Emîr-ül mü’minîn “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerini niçin çıkarmazsınız ki, techîz ve tekfîn işini görelim, dediler.
Hasen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ” buyurdu ki, bu işler bu gece
yapıldı. Yâ bize niçin haber vermediniz, dediklerinde, hazret-i Hüseyn
buyurdular ki, dedemiz, şöyle şöyle vasıyyet etmiş idi. Biz de o vasıyyeti
sakladık. Kıssayı başlangıcından sonuna kadar haber verdiler.
Doksanbeşinci Menâkıb: Emîr-ül mü’minîn Alî “kerremallahü vecheh” hazretlerinin
kabr-i şerîfleri yeryüzü ile berâber olup [düz olup], örtülü idi. Bir gün
Hârûn-ür-reşîd (Arneyn) tarafında avlanıyordu. Ahûlar [ceylânlar] da oraya
gelmişdi. Onların üzerine, doğan [kuşu] salıp ve av köpeği gönderdiler ise de,
geri dönerler idi. O yerin yaşlılarını getirip, bunun sırrı nedir, diye
sordular. Dediler ki: Atalarımızdan bize böyle erişmişdir ki, emîr-ül mü’minîn
Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin kabr-i şerîfi buradadır.
Hârûn-ür-reşîd o sözü kabûl eyledi [doğrudur dedi]. Hayâtda olduğu müddetçe her
sene gelir, o makâmı ziyâret ederdi.
Doksanaltıncı Menâkıb: Bir gün emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ
anh” buyurdu ki, dün gece Risâletpenâh “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerini rü’yâda gördüm. Dedim ki: Yâ Resûlallah! Ümmetinden bana gelen bu
mihnetler ve husûmetler nedendir. Buyurdu ki, (Onlar
üzerine düâ ey-
le!) Dedim ki: Yâ Rabbî! Bana onlardan
iyi karşılık ver. Onların üzerine benden dahâ az fâideli olanı getir. Hemen o
günde düâsı müstecâb olup, şehîd oldu.
Doksanyedinci Menâkıb: Emîr-ül mü’minîn Hasen “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerinden rivâyet ederler. Emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “radıyallahü
teâlâ anh ve kerremallahü vecheh” vefât etdi. Dışarı gidiniz diye bir ses
işitdik. Bu Hüdânın bendesini [kulunu] yalnız bırakınız, diyordu. Biz de dışarı
çıkdık. Evin içinden bir ses geldi: Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri vefât etdi. Onun vasîsi şehîd oldu. Ümmetin hâfızı
[koruyucusu] kim olsa gerekdir, dedi. Birisi de cevâb verdi: Her kim onların
sırrını tutar ve onların izinden giderse, ümmetin bekçisi olur. Ses kesildi.
İçeri girdik. Onu gasl olunmuş ve kefen sarılmış bulduk. Nemâzını kılıp, defn
eyledik.
Doksansekizinci Menâkıb: Emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî, oğulları Hasen ve Hüseyn
“radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerine vasıyyet etmişdi: Ben vefât etdiğim
zemân, beni tabutun üzerine koyunuz. Dışarı çıkarınız. Arneyn tarafına
götürünüz. Orada bir beyâz taş görürsünüz. Ondan her tarafa ışık saçmakdadır. O
yeri kazınız. Orada güşâde makâm bulursunuz. Beni oraya defn ediniz. Her ne
şeklde vasıyyet eyledi ise yerine getirdiler. O yeri buldular. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.
Doksandokuzuncu Menâkıb: Hazret-i emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh”
âhırete sefer etdikde, Hasen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretleri
merkad-ı şerîfine [mezârına] defn etdiler. Geri dönerken, yolda bir fakîre rast
geldiler. Hazîn ses ile figân ediyordu. Hâlini sorduklarında, cevâb verdi ki:
Ey azîzler! Ayrı düşmüş bir garîbim. Mihnetim çok. Gamımı paylaşacak kimse yok.
Dediler: Yâ bu âna kadar gamını kim ile paylaşırdın. Dedi ki: Bir seneden beri,
hergün bu şehrden bir şahs gelip, benim ile, ünsiyet eder, alâkalanırdı. Bütün
ihtiyâclarımı te’mîn edip, giderdi. İsmi nedir, dediler. İsmini bilmiyorum.
Sordum, cevâb vermedi ve benim merhametim Hak içindir, dünyâ şöhreti için
değildir. Sûreti [yüzü] ve hey’eti [vücûdu] nasıldı, dediler. Dedi ki: Ben
a’mâyım. Am-
mâ, bu kadar bilirim ki, iki
gündür yanıma uğrayıp, ahvâlimi sormuyor. Dediler: Davranışları nasıldır. Dedi
ki: Meşgûliyyeti tesbîh ve tehlîl ile idi. Hattâ, tesbîh ve tehlîline
meleklerden cevâb işitdim. Belki, kapı ve dıvârların ta’zîm etdiğini de his ederdim.
(Miskîn miskîn ile garîb garîb ile oturur) buyururdu. Şeyhzâdeler bu haberden
giryân olup, dediler ki, ey dervîş: bu dediğin nişânlar, Alî bin Ebî Tâlibin
nişânlarıdır. Dedi ki: Ey mahdûmlar [oğullar]. Ona ne oldu. Dediler, bir
bedbaht onu şehîd etdi. Biz onun kabrinden geliriz. Dervîş o haberden muzdarib
olup [üzülüp], figâna başladı. Dedi ki: Ey şeyhzâdeler. Büyük ceddiniz hürmeti
için olsun, beni o serverin mezârı yanına götürün. Şeyhzâdeler [Hasen ve Hüseyn
“radıyallahü teâlâ anhümâ”] merhamet edip, bir elini hazret-i Hasen ve bir
elini hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ” tutup, emîr-ül mü’minîn Alînin
“radıyallahü teâlâ anh” kabr-i şerîfine götürdüler. O dervîş, kabr üzerine
düşüp, dedi ki: Ey Allahım! Bu kabr sâhibinin hurmeti için, ben fakîri, hor ve
zelîl, kimsesiz bırakma. Bu dertlerime ortak olana kavuşdur. Düâsı Allahü
teâlânın kazâ hükmüne uygun olup, o ân rûhunu teslîm etdi. Beyt:
Katre [damla] deryâya [denize] kavuşdu,
Zerre hurşîde [güneşe] intikâl etdi [kavuşdu].
Şeyhzâdeler
o dervîşin techîz ve tekfînini yapıp, nemâzını kılıp, o mevki’de defn etdiler.
Yüzüncü Menâkıb: Hazret-i Hüseynin menâkıbıdır. Hazret-i Hüseyn
“radıyallahü teâlâ anh” Kerbelâda, evlâd ve eshâbı şehâdet şerbetini içip,
yalnız kaldıkdan sonra, Zeynel’âbidîn hazretlerini huzûr-ı şerîflerine çağırdı.
Dedesinden ve babasından vedî’a bırakılan emânetleri ona verdi. Hazret-i
Fâtımanın “radıyallahü teâlâ anhâ” Mushaf-ı şerîfini ve kimseye nasîb olmıyan
ilmleri ona teslîm etdi. Kendisini Vâcib-ül vücûd hazretlerinin hükmüne
bırakdı. Beyt:
Safâ zülâli [suyu] bir bağdan-bir bağa akdı,
Nûr, bir çırâğdan bir çırâğa akdı.
Emânetleri
teslîm etdikden sonra, Cennet ziyâfetine gideceğini anlayıp, karâr kılıp,
dostlar düğününe giderken süslen-
mek âdetdir, deyip, saçlarının ve
yüzünün tozlarını giderip, kıymetli kumaşdan yeni elbiselerini giydi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin sarığının sargılarını yeniledi. Şehîdlerin seyyidi hazret-i
Hamzanın “radıyallahü teâlâ anh” kalkanını omuzuna alıp, Alî Mürtedâ
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin Zülfikârını kuşandı. Resûl-i ekrem hazretlerinin Zül-cenâh ismli burak gibi
giden atına bindi. Mubârek eline ejderhâ gibi bir mızrak alıp, zînetlerini
temâmlıyarak, ehl-i beytine [çoluk çocuğuna] vedâ edip, meâl-i şerîfi (Seni, Allahü teâlânın görmesi kâfidir) olan âyet-i kerîmeyi
yâd edip, harb meydânına girdi. Yezîdin askerleri hazret-i Hüseynin üzerine
hücûm edip, ok yağmuruna tutdular. Hazret-i İmâm bu hâli görüp, hamle etmek
üzere iken, bir toz bulutu hâsıl olup, her taraf karanlık oldu. Bu hâlde iken,
acâib kılıklı, heybetli bir şahs göründü. Başı merkep başı gibi idi. Ayakları
aslana benzerdi. Hazret-i Sultân-ı Kerbelânın hizmeti ile müşerref olup,
ceddine, babana, selâm olsun, deyip, hazret-i Hüseynin bindiği atın tırnağını
öpdü. Hazret-i Hüseyn de onun selâmına cevâb verip, dedi ki: Ey bahtlı kimse.
Sen kimsin. Bu tenhâ yerde garîb olarak ne yaparsın. Dedi ki: Yâ Resûlallahın
torunu! Bu diyârda bulunan cinnîlerin serveri [efendisi]yim. Bana (Za’fer)
cinnî derler. Temiz ceddinin şerefli zemânında müslimân olmuşdum. Azîz babanın
âzâdlısıyım. Senin kemter kölenim. Efendimsin, efendim oğlu efendimsin. Geldim
ki, hizmetinde bulunayım. İzn veresin ki, sana sitem edenlere amellerinin
netîcesini, onlara göstereyim. Hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh” ona
buyurdu ki, Benim babam ne zemân senin ile bulunmuşdur. Za’fer dedi ki;
müslimân oldukdan sonra, kâfir cinnîler ile harb ederken, gâlib geldiler. Beni
askerim ile berâber helâk edecekleri sırada çâresiz kalıp, kimseden de yardım
ihtimâli kalmamış idi. Zarûrî olarak, yüzümü yerlere sürüp, Rabbimin dergâhına
münâcat edip ve ceddin Muhammed Mustafâyı “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
şefâ’atcı yapıp, dedim ki; Yâ Rabbî! Bu kadar mü’min ve muvahhid kullarını
müşriklere kırdırır mısın diye ağlayıp, sızladım. Hâtıfdan bir nidâ geldi ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin Eshâbından birisi Basrâ şehrine gitmişdir. Onu çağır dedi. Ben de
kim olduğunu bilmiyordum. Hemen sesli olarak üç kerre çağırdım: Ey Resûlullahın sahâbesi, Allahü teâlânın izni ile
gel dedim. O hâl içinde gördüm ki,
bir şânı yüksek Sultân zuhûr edip, yetişdi. Hiç fırsat vermeyip, kâfir
cinnîleri kırıp, helâk etdi. Ben âcizi onların ellerinden kurtardı. Sonra yanına
varıp, mubârek ayaklarına yüzümü sürüp, dedim ki, Sultânım, sen kimsin! Buyurdu
ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretlerinin eshâbından Alî bin Ebî Tâlibim. Ondan sonra yine
se’âdetle ve devletle Basrâ şehrine vardılar.
Hazret-i
Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Yâ Za’fer! Hüsn-i i’tikâdına ve
vefâkâr yâr olduğuna memnûn olduk. Lâkin insan şekline girmeğe eğer kudretin
var ise, muhârebeye girmene izn veririz. Za’fer, dedi ki: İnsan şekline girmeğe
izn yokdur. Hazret-i Hüseyn buyurdu ki: İnsan şekline girmeğe izn yok ise,
muhârebeye girmeğe izn yokdur. Erlik değildir, bu heybetin ile bu kadar insanı
sana kırdırmak; hoş değildir. Yâ Za’fer, tam hizmet mahallinde yetişdin. Allahü
teâlâ senden râzı olsun. Za’fer de ağlıyarak vedâ edip, gitdi.
(Diğer rivâyet): (Hadîka) kitâbında nakl edilen rivâyet de şöyledir. Hazret-i
Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, yâ Za’fer! Siz latîf cismsiniz.
Sizin insanlar ile muhârebe etmeniz insâf olmaz. Zîrâ bu zulm olur. Ben zulmü
revâ görmem. Za’fer dedi ki: Yâ İmâm! İnsan sûretine girip, ceng edelim.
Nitekim Bedr muhârebesinde melekler insan sûretine girip, Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
yardımcı oldular. Hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, yâ
Za’fer! Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretlerine Bedr muhârebesinde şehâdet va’d olunmamışdı. Kurtulması
için yardım olunması lâzım idi. Allahü teâlâ meleklere yardım emri verdi.
Hâlbuki ben ilm-i ilâhîde görmüşüm ve bilmişim ki, bugün şehîd olup, Rabbime
kavuşurum. Bu dünyâdan öbür âleme göç ederim. Bu bir sâat için dostlarımı
zahmete salmak münâsib değildir. Za’fer, muhârebeye girmek için izn alamadı.
Vedâ edip, ağlıya ağlıya geri döndü. Gayret sâhibinin gayreti gidince, zulmet
ortaya çıkar. Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri meydâna çıkdı. Bu
hikâyeden ma’lûm olur ki, Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin lutf ve
keremlerine nihâyet yokdur. Zîrâ, bu cümleden anlaşılıyor ki, eğer karşı
tarafdan intikâm almak istese idi, cinnîler askerine emr eyler, bir an içinde o
zâlimleri kırıp, târumâr ederlerdi. Kendileri de o tehlikeden
kurtulmak imkânı bulurdu
“radıyallahü teâlâ anh”.
Yüzbirinci Menâkıb: Nazm şeklinde (Siyer)den
nakl olunmuşdur:
Vaktidir
ey bülbül-i gâfil uyan,
Bir nazar kıl aç gözün, ola ıyân.
Kim
senin bağın değildir, işbu yer,
Her kimi kim besler ise, iş bu yir.
İşte
gel kim var, gülistânın senin,
Cân ilinde tâze bostânın senin.
Sa’y
kıl kim eresin ol gülşene,
Himmetini bağlama sen bu külhâna.
Cîfedir
bu, cîfeye aldanma sakın,
Sen seni bu yerde devâmlı kalır, sanma sakın.
Ey
perîşân dil (gönül), oturma dilfikâr,
Söyle bu söz, senden ola, yâdigâr.
Sîreti
ol kim rivâyet eyledi,
Bunu bu resme hikâyet eyledi.
Râvî
ider, bir yehûdî var idi,
Askeri çok, ismi Dâvüd-i Şa’yâ idi.
Var
idi bir kal’ası, yuvarlak büyük,
Kim iki kat, yüksek yerde, muhkem yapılı.
Seng-i
hârâ idi, ak taşdır yeri,
Burcları yüce, düzenli her biri.
İki
kat dıvârlı idi her biri,
Yedi arşın idi, dıvârının eni.
Hendeği
var idi ki, enli ve derin,
Kim içi su idi ki, dolu ve derin.
Bir
kaya üstünde muhkem yapılı,
İçi-dışı asker ile dopdolu.
Râvî
der ki, ona benzer üstüvar [muhkem],
Ol Hicâz ilinde, yokdur bir hisâr.
Çün
işitdi Dâ’vüd-ı Şa’yâ bunu,
Hep
döküldü, merhabü meyser kanı.
Katî
hışm etdi kakdı ol la’în,
Pes çağırdı askeri derdi hemîn.
Atına
bindi o, oldu süvâr,
O la’în, gürbüz er idi, nâmdar.
Bindi
asker, kaldırıp sancak ve alem,
Çaldılar zurna ve nakkâre zil hem.
Bir
kabîle var idi, ânda yakın,
Ki müslimânlardı, onlar ehl-i din.
(Beni
Zühre) kabîlesi idi, bu mü’min kabîle,
O mel’ûnun askeri döndü dedi;
O
Benî Zühre iline varalım,
Vuralım o ili, halkın kıralım.
Kim
Muhammed da’vetin onlar kabûl,
Eylemişler, aldatmış onları ol.
Âbâ-ı
ecdâd dînin terk etmişler,
Muhammed ile ahd-i berk eylemişler.
Onların
erlerinin hepsini kıralım,
Kadın ve çocuklarını, ne varsa alalım.
Yehûdîlere
ne kim etdi ise ol,
Biz edelim onlara hem dahî bol.
O
Muhammed görsün acı nicedir,
Uyku görmez gözlerim, kaç gecedir.
Bu
sözüyle ılgâr idip, gitdiler,
Gâfil iken il içine yetdiler.
Erkeğinin
ulusunu kırdılar,
Küçüğü ile dişisini sürdüler.
Aldılar
hem, malların, davârların,
Kırdılar hem, bulduğu adamların.
Bir
iş oldu onlara kim her giz ol,
Kimseye
öyle belâ olmuş değil.
Arabın
Şikâyeti
Bu
yakada bir gün o sultân-ı din,
Fahr-i
âlem rahmeten lil âlemîn.
Mescid
içre otururdu o imâm,
Geldi Câbir, kapıdan verdi selâm.
Yâ
Resûlallah dedi, bostânımız,
Hoş yetişdi tâze nahlistânımız [Nahle: Hurma].
Dilerim
zahmet buyurup, gelesin Sen,
Ki bostâna gelince şâd olam ben.
Ayağın
tozunu bostânıma sal,
Mubârek ola, nahlistânıma sal.
Kabûl
eder, Resûlullah dururlar,
Sahâbe ile o bostâna varırlar.
Direrler,
tâze tâze hurma yirler,
Ne tatlı tâzedir bu hurma derler.
Hemandem
karşıdan bir toz göründü,
Gelir tutmuş yolu düp-düz göründü.
Toz
yarıldı, çıka geldi bir arab,
Bir eğersiz ata binmiş ki, acib.
Gövdesi
başdan ayağa kara kan,
Kan içinde sanki, gark olmuş heman.
Geldi
Peygamber katında ağladı,
Şöyle kim yaşı gözünde çağladı.
Yaşını
sildi arab, hem söyledi,
Hizmetinde geldik, îmâna dedi.
Allah
birdir, hem Resûlsün mutlaka,
Emrin ile kulluk ederdik Hakka.
Gâfil
iken bir gece biz nâgehân,
Dâvüd-ı Şa’yâ çerîsi ile nihân.
Geldi,
çarpdı, bizi gâret eyledi,
Halkı kırdı, çok hasârat eyledi.
Er
kişisini kırdı, dökdü kanını,
Aldı malın, avretini, oğlanını.
Oğlumuz,
kızlarımız oldu esîr,
Sen meded eyle bize ey dest-gîr.
Bunu
dedi, hay hay ağladı,
Cümle
ol halkın yüreğin dağladı.
Hem
Sahâbe dahî giryân oldular,
Ol kişiye çok merhamet kıldılar.
Ol
Resûlün hem mubârek gözüne,
Geldi
yaş, rahm etdi [acıdı] onun sözüne.
Tetimme
Hem
bu söz için geldi Cebrâîl,
Hak selâm verdi, sana kim şöyle bil.
Hem
buyurdu size, ta’cîl edesiz,
Ol la’înin üstüne siz gidesiz.
Kal’asının
üstüne sen gidesin,
Hak sana nusret verir seyr edesin.
Döndü
andan pes Resûlullah eve,
Mescide vardı hemen ive ive [acele].
Pes
buyurdu kim Bilâl etdi nidâ!
Mescide geldi kamu mîr ve gedâ.
Mescid
içi-dışı doldu mü’minîn,
Minbere çıkdı Resûlullah hemen.
Okudu
hutbe, Hakka hamd eyledi,
Döndü hem Eshâbına da pend [nasîhat] eyledi.
Sonra
dedi, dinleyin ey Hak askeri,
O Benî Zühredeki kardeşleri.
Onları
kâfir nice kırmış hemân,
Gâfil iken onları vurmuş hemân.
Hak
buyurdu, kim, ona biz varalım,
Kıralım onları, boynun vuralım.
Siz
ne dersiniz, maslahat ne görelim,
Varalım mı üstüne, yâ duralım.
Dediler,
yâ Resûlallah kamûmuz [hepimiz],
Senin fermânın altıdır özümüz.
Tutarız
Hak emrini biz cân ile,
Oynayalım, baş yolunda cân ile.
Hak
teâlâ düşmanın öldürelim,
O
yehûdînin tomarın [defterin] dürelim.
Pes düâ kıldı Resûl, dedi durun,
İmdi, bugün hep hâzırlıklar görün.
Hak emrin tutmağı bilin ganîmet,
Bugün ki tân [şafak]la ideriz azîmet.
Sem’an ve tâan [baş üstüne] deyip, dağıldılar,
Her birisi cenk hâzırlığın kıldılar.
Ertesi
gün oldukda asker fevc-fevc,
Her biri gitdi geyimli fevc-fevc.
Pehlivânlar
bindiler çapan süvar,
Kim dokuz bin er ata oldu süvar.
Çağırdı
Mikdâdı çünki geldi o,
Bir alem evvel ona verdi Resûl.
Sen
mukaddem ol dedi, önce yürü,
Bin kişi koşdu, behâdır, her biri.
Sonra
Resûlullah dedi, hani Alî!
Geldi dahî dediler, ol dem Velî.
Çağırdı
Selmânı, dedi var ona,
Muntazırım der Resûlullah sana.
Vardı
Selmân, gördü giyinmiş Alî!
Ceng silâhın hep kuşanmış ol Velî.
Fâtıma
tutmuş eteğini komaz,
O çekinir gitmeğe ki, onu komaz.
Dedi,
Selmân; yâ Emîr olgıl suvâr,
Kim Resûlullah durubdur intizâr.
Sem’an
ve tâan [baş üstüne] deyip, bindi atına,
Dedi, geldi o Resûlün katına.
Hem
Zübeyr bin Avvâm o şir-i ner,
Yaralı idi, yatar idi meğer.
Gazâ
sırasında yimişdi nice ok,
Hem de taşlar dokunmuş idi çok.
Çün
işitdi ki, Resûl cenge gider,
Kalkdı yerinden hemen o şir-i ner.
Dedi
hâtunu; mecâlin yokdurur,
Durma
gel kim cenge hâlin yokdurur.
Sözünü
hâtununun dinlemedi,
Kim yaram var diye hiç eğilmedi.
Bindi,
Peygamber katına geldi ol,
Bir alem [bayrak] de ona verdi Resûl.
Bin
kişi de ona verdi ıyân,
Sağ yanımca gel dedi yâ Pehlivân.
Bir
alem kaldırdı kim adı ikab,
Âl senindir yâ Alî dedi ikab.
Bin
kişi koşdu ona da dilîr [yiğit],
Askerin ardınca gel der yâ Emîr.
Gece
gündüz yürüdüler gitdiler,
Çün Kureyzâ kal’asına yetdiler.
Kâfire
oldu haber, kim çok çeri,
Geldi, yetdi üşde islâm leşkeri [askeri].
Dört
yakadan ili varın sürdüler,
Asker hep, kal’a içre girdiler.
Burcların
üstüne oklar kurdular,
Kendiler kal’a içine girdiler.
Yetdi
nâgah, erdi islâm leşkeri,
Önce Mikdâd emrindeki bin çeri.
Çünki
kal’a yakınına yetdiler,
Görünce Mikdâdı onlar bildiler.
Askerini
tanzîm edip, durdu la’în,
Arkasını kal’asına verdi hemîn.
Gördüler
kim kopdu bir toz nâgehân,
Bin kişi ile Zübeyr geldi hemân.
Geldi
pes koşum-koşum oldem çeri,
Fahr-i âlem Enbiyâlar Serveri.
Hoş
düzenli, hem müzeyyen her biri,
Yahşî ulular, teçhizâtlı askeri.
Râvî
der: Ehl-i islâm ol zemân,
Ki
düzenli idi, bilgili bî gümân.
Şebde
[gecede]
yıldızlar gibi saf saf gelür,
Kim giyimli toz içinde berk vurur.
Çün
yehûdîler bakar onu görür,
Kim, bu asker böyle düzenli durur.
Bu
tertîb, bu envâr ve bu zînet,
Yehûdî gönlüne saldı hezîmet.
Dilediler
dönüp kaçmak hisâra,
Ona da etmediler cesâre [Ona da cesâret edemediler].
Çün
işitdi, Dâvüd-ı Şa’yâ bunu,
Kim dönerse, boynuna dedi, kanı [boynunu vururum].
Korkmayınız
ben olayım size dımân,
Öldürürüm de vermezem emân.
İşbu
denli bâgîye de ne cevâb,
Yalnız kim vereyim buna cevâb.
Olmadı
ceng ol gün akşam oldu der,
Kondu askerler yerlerini aldılar.
Müslimânlar
sabâha dek kıldı nemâz.
Etdiler Allaha çok, dürlü niyâz.
Çün
sabâh oldukda etdiler nidâ,
O ezândan göklere erdi sadâ!
Korkdu
kâfirler kamu andan hemîn,
Çünki kıldılar nemâzı mü’minîn.
Durdu,
bindi her birisi atına,
Geldi ulular Resûlün katına.
Yâsadılar
[yerleşdirdiler]
askeri hoş meymene [sağ kanat],
Meysere [sol kanat] kalbu cenâh durdu yine.
Meymene
ucunda Ammârı koydu,
Pes Alîye ortada dur sen dedi.
Kendisi
birkaç sahâbi ile bile,
Bir yüce yerde durdular bile.
Askerini
yerleşdirdi kâfir de,
Dizdiler
sağın solun onlar da.
Çün
iki asker karşılıklı geldiler hemân,
Çıkdı islâm askerinden nâgehân [bir asker çıkdı].
Dedi
bir er girdi cevelân eyledi,
Bî tekellüf kasd-ı meydân eyledi.
Adı
Dırâr idi hem hâs-ı Resûl,
Pehlivân-ı gürbüz idi gâyet de ol.
Pes
yehûdî askerinden çıkdı dîr [asker],
Adı Hüssan bin Kârin bir dilîr [cesûr kimse].
Girdi
cevlân etdi [meydânda dolandı], cenge durdular,
Birbirine çün kılınçlar vurdular.
Vurdu
bir darbe ona Dırâr Pehlivân,
Ki, iki pare olup, düşdü hemân.
Verdi
cânın tamuya düşdü la’în,
Durdu Dırâr diledi er pes hemîn.
Bir
mübâriz [cengci] girdi, adı Danyâl,
Etdi, Dırâr ile çok ceng ve cidâl.
Çok
oyunlar geçdi, o hîleci, ona,
Âkıbet fırsat bulup, Dırâr ona.
Şöyle
sapladı göğsüne ol pehlivân,
Düşdü tamu inlerine [yerlere serilerek] verdi cân.
Girdi
Heyyâc adlı bir er pes hemân,
Cenge girdi, vermedi dahî emân.
Hayli
ceng eyledi Dırâr ile ol,
Ceng uzadı, Dırâr oldu pes, melûl.
Nâra
atdı, vurdu ağzından onu,
Cânı gitdi, tamuya düşdü teni.
Durdu
Dırâr yine cevlân eyledi,
Er diledi, döndü devrân eyledi.
Dâvüd-ı
Şa’yâ kalkdı negahân,
Depdi atın girdi meydâna hemân.
Zırhlı
Dâvüd ileri yaşında hod,
Kılıcı
elinde sanki yanar od [ateş].
Nâra
atdı, heybet idüb haykırır,
Girdi meydân içine cevelân urur.
Bildi
Dırâr, tanıdı onu hemân,
Hamle kıldı, vermedi bir dem emân.
Nîzesi
[mızrağı]
göğsüne idi yakîn,
Çaldı kılınç ile onu ol la’în.
Bâkisin
Dırâr bırakdı, hemîn,
Kılıncına yapışınca ol la’în.
Urdu
tiz destlik edip, bir darb ona,
İki pâre kıldı kaldılar dona.
Düşdü
Dırâr, orada oldu şehîd,
Nâra atdı, mağrûr oldu ol pelîd.
Oldu
Dırâr için cümle mü’minler melûl,
Gürbüz idi, hem melûl oldu Resûl.
Çıkdı
islâm askerinden bir civân,
Mürre tebnî Dârî adlı pehlivân.
Ol
la’în onu dahî kıldı şehîd,
Katî mağrûr oldu, o mel’ûn pelîd.
Kimse
girmedi dahî meydâna,
Askerin depdi hemen sağ yanına.
Döndü
ondan, sol yana depdi la’în,
Çıkdı ândan kalbe değdi [merkeze geldi] ol la’în.
Birbirine
vurdu şöyle leşkeri [askeri],
Oka tutdular, hemen döndü geri.
Durdu
meydân içre cevlân eyledi,
Yâ Muhammed, nerde Senin askerin dedi.
Var
ise bir pehlivân gelsin bugün,
Pehlivân kimdir, bu halk görsün bu gün.
Dedi,
Hâzin oğlu Sa’di pes hemân,
Hoş mübâriz pehlivân idi civân.
Hamle
kıldı dahî vermedi emân,
Kâfir
ile cenge durdu bir zemân.
Gördü
kâfir Sa’di kim key erdürür,
Hamlesini def’ eder, darbeler vurur.
Hîle
düzdü, onda bir mekr eyledi,
Yâ yiğit, ben bir acâiblik gördüm, dedi.
Düşdü
çaldım atının bir ayağını,
Üç ayağı ile durur ol bayağı.
Sandı,
gerçek; geri bakdı hemîn,
Bir kılınç vurdu hemân dem o la’în.
Kim,
ikiye biçdi kıldı onu şehîd,
Düşdü atından hemen dem o yiğit.
Ziyâde
oldu, mel’ûnun gurûru,
Çağırıp, haykırır, ider sürûru.
Kimse
girmez dahî çün girdi la’în,
Depdi askerden yana, sürdü hemîn.
Bir
iki adam yaraladı yine,
Döndü andan, yürüdü asker kalbine [ortasına].
Ok
yağmuruna tutdular o kâfiri,
Korkdu ondan yine ol döndü geri.
Durdu
meydân içre, cevlân eyledi,
Yâ Muhammed, hanî ensârın dedi.
Hanî
Kays ve ne oldu Mikdâdın hani,
Korkdu, benzer pehlivânların hani.
Ger
onlar korkdu ise, hanî ol dilîr [yiğit],
Şol Alî adlı behâdır nerre şir [erkek arslan].
Şâh-ı
merdân diyü ad almışdır,
Şimdi niçin geride kalmışdır.
Kendini
bir sınasın gelsin beri,
Ger gelirse dahî sağ varmaz geri.
Pes
Resûlullah dedi, Haydar hani,
Zahr-i islâm fethi o server hani.
Hâzır
idi, dedi, lebbeyk, şâh hemân,
Yâ Resûlallah, buyur dedi revân.
Varayım
ben onu bîcan edeyim,
Kan
ile toprakda galtan [yuvarlanıcı] edeyim.
Pes
Resûlullah dedi, var yâ Alî,
Kim, sana nusret yakındır yâ Velî.
Bil
ki Allah, hem Resûlullah sana,
Kim, meded edicidir önden sona.
Şâh-ı
Merdân kasdı meydân eyledi,
Girdi, hoş, şâhâne cevlân eyledi.
Dâvüd-ı
Şa’yâ onu gördü hemân,
Hamle kıldı, ya’nî kim vermez emân.
Kâfirin
çün hamlesini gördü imâm,
Çekdi kınından kılıncını temâm.
Nâra
atıp, şöyle haykırdı ona,
Aklı gitdi kâfirin, kaldı dona.
Titredi
a’zâları pes ol la’în,
Atını ardına sıçratdı hemîn.
Pes,
çekildi bir yere, durdu geri,
Kim, dağılmış aklını derdi geri.
Hem
dedi kim, yâ yiğit nedir adın,
Kim bu resme havf ve heybet eyledin.
Şâh-ı
Merdân dedi adımdır, Alî,
Dedi kâfir, seni isterim belî.
Nâra
atdı, çekdi kılıncın la’în,
Şâh-ı Merdân üstüne sürdü hemîn.
Şâh
onu gördü ki, bir hoş pehlivân,
Pes, mudâra etdi onunla hemân.
Ya’nî,
kim tutam idem dedi esîr,
Tâ müslimân ola, bir rükn ola dîr.
Nâgehân
bir kılınç vurdu o la’în,
Şâh-ı Merdân başına erdi hemîn.
Aldı
kalkana hem ol dem şâh onu,
Çün, müslimân olmaz ol bildi onu.
Pes,
kalkdı, nâra atdı ol Emîr,
Bir
kılınç vurdu ona ol nerre şîr [erkek arslan].
Sağ
yanında şöyle kim çaldı onu,
Sol yanından ol iki böldü onu.
Düşdü
ondan iki pâre ol la’în,
Kan ile toprağa bulandı hemîn.
Şâh-ı
Merdân yine cevlân eyledi,
Bir mübâriz var mıdır, gelsin dedi.
Çünki
onu öyle gördüler yehûd,
İ’timâd ederdi ona çün cehûd.
Orada
öyle olduğunu gördüler,
Kaçdılar kal’a içine girdiler.
Yapdılar
kapıyı, burçda durdular,
Atdılar ok, mancınıklar kurdular.
Müslimânlar
ol işi çün gördüler,
Ok ile bunlar da cenge durdular.
Kuşatdılar
yirmibeş gün hisârı,
Ki ceng idi kamu leylü nehârı.
Pes
Resûlullah buyurdu siz dahî,
Mancınık düzün atalım biz dahî.
Durdu
bir er İbni Amr idi adı,
Yâ Resûlallah düzerim ben dedi.
Lâkin
ağaç yok, bu ağaçlar kamu,
Hem yemiş ağaçlarıdır cümle bu.
Bunu
böyle söyleyince o hemîn,
Geldi gökden indi Cebrâîl Emîn.
Dedi,
Hak teâlânın selâmı var,
Buyurdu;
bu âyeti Resûlüme ver:
(Hurma ağaçlarından kesmeniz veyâ aslı üzere terk etmeniz Allahü
teâlânın izni iledir. Böylece, bu iznle kâfirler rüsvay olurlar.) [Haşr
sûresi 5.ci âyet-i kerîmesi meâli.]
Pes
Resûlullah buyurdu: Hak teâlâ,
Bu ağaçları bize kıldı halâl.
Çünki
bu vakt ona muhtâç olmuşuz,
Başka
ağaç yok, nâçar kalmışız.
Pes,
ağaçdan yetdikçe kırdılar,
Düzdüler tiz, mancınığı kurdular.
Atdılar
bir taşı bârû üstüne,
Düşdü sankim burcu yıkmak kasdına.
Bir
de atdılar içeri düşdü ol,
Kâfir cânibine korku düşdü bol.
Bu
resme cengle çün erdi akşam,
Müslimânlar varıp kıldılar, ârâm.
Müslimânlar
bülend tekbîr ederler,
Kamûsu onlarını bir ederler.
Müslimânlar
sabâha dek nemâzı,
Kılıp etdiler, Allaha niyâzı.
Kimi
tesbîh, kimi Kur’ân okudu,
Uyumadı biri çün, sabâha erdi.
Ezân
okundu, kıldılar nemâzı,
Düâ kıldılar etdiler, niyâzı.
Hemân
dem kal’aya karşı berâber,
Koşup bağladılar, şöyle serâser.
Pes
getirdi pehlivânlar her biri,
Mancınığa komağa, bir taş iri.
Getirdi
ânda taşı ol Ammâr,
Dilâver pehlivânlar başı Ammâr.
Koyuben
mancınığa ol atdı,
Havadan kal’anın içine yetdi.
Düşüp
bir yere vîrân eyledi ol,
Dokuz kişiyi bîcan eyledi ol.
Onun
ardınca Mikdâd atdı bir taş,
Dokundu dört eve, ol kıldı hışhaş.
Onun
ardınca Sa’d bin Ubâde,
Ki Hazrec ulusu şeyh Suâde.
Atar
çünki havâya çıkdı ol taş,
İnip
bir kubbeyi o kıldı hışhâş.
Pes
getirdi şâh-ı Merdân ol Alî,
Mancınığa koydu bir taş, ol Velî.
Râvî
der: Pehlivânlar her biri,
Mancınığa koydu, bir taş iri.
Atdılar
herbiri bir iş eyledi,
Kâfirin cânibine teşvîş eyledi.
Ol
arada dahî bir taş kalmadı,
Kim ki vardı taş aradı, bulmadı.
Çünki,
taş arandı, bulunmadı,
Taş bitince Resûlullah üzüldü.
Çünki
başka taş bulunmadı, Resûl,
Ol mubârek hâtırı oldu melûl.
Hak
teâlâdan getirdi ol selâm,
Dedi, çünki taş bulunmaz yâ imâm.
Hak
teâlâ şöyle fermân eyledi,
Mancınığa girsin aslanım dedi.
Varsın
ol içine düşsün kal’anın,
Kim, onun fethi elindedir Anın.
Pes,
Resûlullah dedi, kim yâ Alî!
Cebrâîl geldi, dedi kim yâ Velî!
Kim,
koyam bu mancınığa ben seni,
Bu hisâra atayım, ey Hak aslanı.
Hiç
ziyân erişmez sana uş ben dımân [kefîl],
Feth eden bu kal’ayı sensin hemân.
Şâh-ı
Merdân dedi, yüzüm üstüne,
Her ne emr olunduysa, gözüm üstüne.
Yoluna
olsun fedâ cânım benim,
Hâtırıma geldi bu mâni’ benim.
Kim
beni kal’aya atınız dedim,
Yine dedim iş Hakdır, ben ne diyem.
Pes,
Resûlullah dedi kim Enbiyâ!
Her ne endîşe ede yâ Evliyâ.
Düşe
Hakkın işine ol mutâbık,
Muhâlif
olmaz, olur ol muvâfık.
Kim
anların hemîşe gönlü hâzır,
Hakkın yanındadır, Hak ona nâzır.
Aldı
kalkanın kılıncın pes Alî,
Geldi girdi mancınığa ol Velî.
Tutdu
bile ol nebîler Serveri,
Atdılar gitdi havâya Haydarı.
Çün
havâya çıkdı ol Hak aslanı,
Kakdı kılınç arkasıyla kalkanı.
Nâra
vurdu, şöyle haykırdı emîn,
Sanki gök gürledi, sarsıldı zemîn.
Çünki
kâfirler görür bu heybeti,
Hep kurudu, güçleri ve kuvveti.
Çün
Alî idi havâdan gördüler,
Kaçdılar evli evine girdiler.
Bağlayıp
kapıların oturdular,
Canlarından ümîdi götürdüler.
Belleri
kurudu, tutmaz elleri,
Gözleri görmez tutuldu dilleri.
Şâh-ı
Merdân pes, kapıya yürüdü,
Çekdi kopardı, kapıyı sürüdü.
Geldi
mü’minler hisâra girdiler,
Kâfiri yerli yerinde kırdılar.
Kırdılar
erkek, koymadılar diri,
Gâret etdiler dişisin herbirini.
Aldılar
malını esîrin tutdular,
Sağ selâmet evlerine gitdiler.
Sağlığıyla
o Medîne şehrine,
Geldiler anda Resûlüyle bile.
Ol
Resûlün hizmetinde şâdgâm,
Oldu bu kıssa, burada hem temâm.
Mustafânın
yüzü-suyu hurmeti,
Cümlemize
müyesser kıl rahmeti.