BEŞİNCİ BÂB

Ebû Bekr, Ömer ve Osmân
“radıyallahü anhüm” Menâkıbı:

Birinci Menâkıb: İmâm-ı Begavî “rahimehullahü teâlâ” (Mesâbîh-i şerîf) kitâbında, Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet ederler. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Uhud dağına çıkdılar. Ebû Bekr, Ömer ve Osmân “radıyallahü teâlâ anhüm” da Uhud dağına çıkdılar. Dağ sallandı, ya’nî zelzele oldu. Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri mubârek ayağı şerîfleri ile dağa vurdu ve buyurdu ki, (Sâbit ol yâ Uhud! Senin üzerinde bir Peygamber, bir Sıddîk, iki şehîd vardır.)

İkinci Menâkıb: Yine (Mesâbîh-i şerîf)de Ebû Mûsâ el Eş’arî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden nakl olunmuşdur. Ebû Mûsâ el-Eş’arî buyurdu ki, ben Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûr-ı şerîflerinde idim. Medîne-i münevvere bağlarından bir bağda idik. Bir şahs geldi. Kapıyı açmak taleb etdi. Hazret-i Resûl-i ekrem bana buyurdu: (Var, kapıyı aç. Cennet ile onu müjdele!) Ben de varıp, kapıyı açdım. Bakdım ki, hazret-i Ebû Bekrdir. Resûlullahın buyurduğu şey ile müjde verdim. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine hamd etdi. Ondan sonra bir şahs dahâ geldi. Kapıyı açmak taleb etdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu: (Var kapıyı aç ve Cennet ile ona müjde ver.) Ben de varıp, kapıyı açdım. Bakdım ki, hazret-i Ömerdir. Ona, Resûlullah hazretlerinin buyurdukları şeyi haber verdim. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine hamd etdi. Ondan sonra bir şahs dahâ kapının açılmasını taleb etdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu: (Var kapıyı aç ve Ona Cennet ile müjde ver ve o belâlar onun üzerine erişir.) Ben de varıp, kapıyı açdım. Bakdım ki, hazret-i Osmândır. Ona, Resûlullah hazretlerinin buyurduklarını haber verdim. Osmân “radıyallahü teâlâ anh” Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine hamd edip,

-253-

sonra dedi ki, (Allahül müste’ân) [Yardım ancak Allahü teâlâdan istenir.]

Üçüncü Menâkıb: Yine (Mesâbîh-i şerîf) kitâbında hasen olarak bildirilen hadîs-i şerîfde, Abdüllah ibni Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerinden rivâyet olunmuşdur. İbni Ömer dedi ki, biz bu üç serveri, Ebû Bekr, Ömer ve Osmânı “radıyallahü anhüm”, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” zemân-ı şerîflerinde andığımızda terdiye ederdik. Ya’nî “radıyallahü anh” der idik.

Dördüncü Menâkıb: (Lübâb-ül elbâb) kitâbında, Ömer Dehlekî “rahimehullahü teâlâ” rivâyet eylemişdir. Şihrîn-i Hôşeb din büyüklerindendir. Âhıret yolunun sâliklerindendir ve âriflerdendir. Tabakât-ı meşâyıhdendir. Basîret ve derece sâhiblerindendir. Demişlerdir ki, Bir gün öğle nemâzını kılıp, menzile dönerken [ikâmetgâhına giderken] iki merdi [kişiyi] gördüm. Birbiri ile husûmet [münâkaşa] ederler. Birbirine hoş olmıyan sözler söylerler. Ben dedim ki, Sübhânallah! Sizin elbiseniz mü’min libâsı, ammâ sözleriniz câhillerin sözleridir. O iki kişinin birisi dedi: Sen işitmez misin ki, bu mübtedi’ [i’tikâdı bozuk] kötü sözler söyler. Ben dedim, ne söyler. Dedi ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden sonra hilâfet, hazret-i Alînin idi. Ebû Bekr ve Ömer ve Osmân galebe edip, cebren hilâfete geçdiler, diye söyler. O mübtedi’a dedim, böyle söyleme. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden sonra mü’minlerin büyüğü Ebû Bekrdir. Sonra Ömer, ondan sonra Osmândır. Ondan sonra Alîdir “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. Diğer sünnî merde [şahsa] dedim ki, bununla münâkaşayı bırak. Allahü teâlâ onun cezâsını verir. O sünnî, Vallahi ben onu tâ benimle onun arasında hükm etmeyince elden bırakmam, dedi. Ben, Sübhânallah! Hazret-i Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” âhırete intikâl buyurmuşdur. Ve gökden vahy gelmesi de kesilmişdir. Sizin aranızda ben nasıl hükm edeyim, dedim. Sünnî olan genç bakdı gördü ki bir hamâm külhânı, ateş vurup, iyice kızmış. O râfizîye dedi ki, insâf et ve söylediğin sözden pişmân ol ve rücû’ et. Yoksa, gel ikimiz bu ateşe girelim. Hak üzere olan Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin emri ile halâs olur [kur-

-254-

tulur]. O mübtedi’ râfizî dedi ki, insâf veremem, ben hak üzereyim. Ammâ gel ateşe girelim. Ben [Şihrîn-i Hôşeb] dedim, etmeyiniz ki, Allahü tebâreke ve teâlâ bundan nehy etmişdir. O sünnî ve dîni pâk merd dedi ki, çâresiz ateşe girmeli. Sonra sünnî ve mübtedi’ her ikisi ateş yanına vardılar. Sünnî, başını yukarı kaldırıp, dedi, yâ Rabbel âlemîn! Şükr ve hamd, fadl ve minnet Senin içindir. Seni ve melekleri şâhid etdim. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden sonra halkın en iyisi Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh”, yâr-i gâr [mağara arkadaşı] ve mûnis-i Resûlullah idi. Dahâ bir çok fazîletlerini de saydı. Ondan sonra Ömer-ül Fârûkdur. Ondan sonra Osmân-ı Zinnûreyndir. Ondan sonra Aliyyül mürtedâdır “radıyallahü teâlâ anhüm”. Sonra, (Benim dînim ve mezhebim budur. Eğer Hak üzere isem, bu ateşi benim üzerimden halâs eyle ki, İbrâhîm Halîl “alâ nebiyyinâ ve aleyhisselâm” hazretlerini yakmadığın gibi, beni de yakma) dedi ve ateşe girdi. Sonra râfizî baş kaldırıp, dedi ki, ey Bârî [ey Allahım!] Bütün hamd ve şükrler senin içindir. Benim mezhebim ve i’tikâdım budur ki, Resûlullah hazretlerinden sonra halkın en yükseği Alî bin Ebî Tâlibdir. Ebû Bekr, Ömer ve Osmân zulm etdiler. Hilâfeti ondan aldılar. Ebû Bekr, Ömer ve Osmândan bîzârım. Eğer benim sözüm doğru ise, bu ateşi benim üzerime soğuk eyle, dedi ve o da ateşe girdi. O külhâncı, o fırının kapısını kapadı. Şihrin-i Hôşeb “rahimehullah” der ki, benim karârım kalmadı. Hâlim mütegayyir oldu [değişdi]. Ondan buna, bundan ona koşdum ve dolandım ve fikr ederdim ki, onların hâli ateş içinde ne oluyordu. İkindi vakti oldu. Bakdım, o külhânın kapağı düşdü. Düşündüm ki, şimdi bu ateşden selâmet ile kim çıkar. Ağlardım ve gözüm ona bakıp dururdum. Hemen gördüm o sünnî terlemiş olarak ateşden dışarı geldi. Hemen kalkdım. Onu kucakladım. İki gözünün arasından öpdüm. Dedim ki, Allahü tebâreke ve teâlâ seni ateşde ne yapdı. Dedi ki, beni bir bostâna iletdiler ve bir döşek üzerinde uyutdular. Dediler, gelinlerin yatdığı gibi yat. Ben de bu âna dek yatdım. Tâ şimdi kalkıp, uyardılar ve dediler, kalk nemâz vakti geldi. İkindi nemâzını cemâ’at ile kılasın. Ben de dışarı geldim. Şihrîn-i Hôşeb der ki, o sünnînin elini tutup, hemen o mekâna oturtup, külhâncıları çağırdım. Kürek getirip, o ateşi dışarı çı-

-255-

karıp, râfizîyi kürek ile çekdiler. Temâm vücûdu yanmış, kömür gibi olmuş. Ancak alnı üzeri açık kalmış, yanmamış. Alnının üzerinde üç satır yazılmış. (Birinci satırda, (Bu tugyân ve isyân eden bir kuldur.) İkinci satırda, (Ebû Bekr, Ömer ve Osmâna hurmet etmedi.) Üçüncü satırda, (Bu kul bâgî oldu [ısyân etdi]. Ebû Bekr ve Ömer ve Osmâna kâfir oldu dedi ve Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin rahmetinden ümîd kesdi.) yazılmışdı. Şihrîn-i Hôşeb der ki, o gün dörtbin râfizî tevbe edip, sünnî müslimân oldular. Üç gün boyunca etrâfdan halk gelip, o mübtedi’ râfizîye bakdılar. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin yapdığını ve kahrını müşâhede edip, ibret aldılar. Uzak şehrlere nâmeler [mektûblar] yazıp, gönderdiler ki, zinhâr ve zinhâr [kat’iyyetle], hiç kimse, Ebû Bekr ve Ömer ve Osmân “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerine kötü sözler söyleyip, seb’ etmeye ki, böyle ahvâl vâki’ oldu. (İbret alınız, ey akl sâhibleri.)

Beşinci Menâkıb: İstanbulda Mustafâ Pâşa Câmi’inde halka nasîhat eden, Sünbül efendi seccâdesinde halîfe olan Hasen efendi “rahimehullah” rivâyet eder. Arabistânda seyâhat ederken, Hasen-i Basrî “kuddise sirruh” hazretlerinin mezârını ziyâret etmek niyyeti ile Basraya vardım. Hâcı Ahmed derler bir mü’min muvahhid kimsenin odasına müsâfir oldum. Birkaç gün orada müsâfir kaldım. Konuşma esnâsında, hâcı Ahmed hikâye eyledi ki, şehrimizde Yahyâ adlı bir imâm var idi. Gâyet ilm ve söz sâhibi bir kimse idi. Lâkin râfizîlerden idi. Def’alarca, hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer-ül Fârûk ve hazret-i Osmân bin Affân “radıyallahü teâlâ anhüm” haklarında nice uygunsuz sözler işitdik. Ammâ gelen pâşaların koltuğuna girmekle [onlar ile iyi geçinmek ile] kimse ona bir şey yapmağa cür’et edemezdi. Onların ona zararı olmazdı. Hattâ bir gün pâşaya benden şikâyet eder. Benim onun ardında nemâz kılmadığımı, müslimânları onun arkasında nemâz kılmakdan, ona uymakdan men’ etdiğimi söyler. O da beni çağırıp, niçin imâma uyarak nemâz kılmazsın, dedi. Ben de dedim ki, sultânım, ahvâline vâkıf olduğum için uymuyorum. Pâşa ıtâb tarîkiyle [azarlama yolu ile] dedi ki, elbette uyup nemâz kılmalısın, yoksa sen bilirsin, hâlini perîşân

-256-

ederim. Ben dedim ki; sultânım! Göz göre göre kişi kendini ateşe bırakır mı? Bir kimsenin ahvâlini bildikden sonra, o ânda başımı dahî kessen ona uyup [iktidâ’ edip] nemâz kılmam, dedim, dışarı çıkdım. Birkaç günden sonra, bir gün çarşıda otururken, o râfizî imâm Yahyâyı gördüm. İmâm durmayıp, yüksek sesle çağırıp, yanıma gelin müslimânlar diye seslenir. Acele ile, acaba ne haber var diye yanına vardık. Gördük ki, avucu içine dişlerini doldurmuş. Ne oldu diye süâl etdik. Cevâb verdi ki, bunlar, ağzımda olan dişlerimdir. Bu gece rü’yâmda gördüm. Kıyâmet kopmuş. Bana da susuzluk ârız olmuş ki, helâk olmak üzereyim [ölmek üzereyim]. Mahşer yerine giderken bir büyük havuz gördüm. Kenârında yaşlı, nûr yüzlü biri durur. Gelip-geçenlere su ulaşdırır. Yanına vardım. Süâl etdim ki, sen kimsin. Ebû Bekr-i Sıddîkım “radıyallahü anh”, dedi. Ben dedim ki, dünyâda iken ben seni sevmezdim. Suyundan da içmem. Sonra havuzun bir tarafını dolaşdım. Uzun boylu, salâbetli [sağlam] ve mehâbetli [heybetli] sultân durur. Gelenlere su ulaşdırır. Yanına varıp, dedim ki, sen kimsin. Dedi ki, Ömer-ül Fârûkum “radıyallahü anh”. Ne dünyâda iken severdim, ne şimdi. Suyundan içmem deyip, havuzun bir tarafını dolaşdım. Gördüm ki bir alîm ve selîm bir pîr-i mubârek durur. Gelene ve gidene su ulaşdırır. Nûr yüzünden ışık vurur. Yanına varıp, dedim, sen kimsin! Ben Osmân-ı Zinnûreynim “radıyallahü anh”. Ben dedim. Seni dünyâda sevmezdim. Suyundan da içmem. Havuzun o köşesini de dolaşdım. İri yapılı, orta boylu, uzun sakallı ve şecâ’at ve mehâbetli [heybetli] ve cesâretli bir sâhib-i se’âdet su ulaşdırır. Havuz kenârına, yanına vardım. Dedim ki, sen kimsin. Dedi ki, Aliyyül mürtedâyım “radıyallahü anh”. Ben hemen mubârek ayaklarına düşüp, yüzümü ve gözümü sürdüm. Dedim ki, sultânım, meded bana. Bir içim su ihsân et ki, gâyet susamışım. Buyurdu ki, yukarıda benim kardeşlerime rast gelmedin mi. Ben dedim, evet rast geldim. Lâkin ben onları sevmiyorum. Sularını da içmedim. Seni severim. Suyundan içmek isterim, deyince, İmâm hazretleri “radıyallahü teâlâ anh” benim sûratıma bir tokat vurdu ki, o ızdırâb ile uyandım. Bütün dişlerim avucumun içine düşdü. Ey müslimânlar, bu âna kadar dalâlet yolunda idim. Allahü teâlâya hamd ol-

-257-

sun ki, Allahü Sübhânehü ve teâlâ şimdi hidâyet edip, doğru yola kavuşdum, deyip, çihâr yâr-i güzînin muhabbetini kalbinde ihlâs ile yerleşdirdi. Rübâi:

Gördüğü rü’yâda ki, döküldü bütün dişleri,

Se’âdet yolunu buldurdu, dökülen bu dişleri.

 

Zebânîler ona ateşi hâzırlamışlar iken,

Böylece kurtuldu o elîm ateşden!

Altıncı Menâkıb: Bir râfizî, ayakkabısının ökçesine, Ebû Bekr, Ömer ve Osmân “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerinin ismlerini kazdırmışdı. Bir yola giderken basdığı yerde bu serverlerin ism-i şerîfleri okunurdu. Bir mü’min muvahhid kimse, onun ardında gelirdi. O serverlerin ismlerini görünce izin tutup gitdi [ya’nî o izi ta’kîb etdi]. Mel’ûn râfizî ana yoldan çıkıp, bir ormana sapmış. Bir ağaç gölgesinde uyumuş. O mü’min sofî de izleyip giderken, yoldan sapdığını görünce, o da ormana teveccüh edip [girip], o râfizîye erişip, gördü ki, yüzü üzerine yatmış. Ayakkabılarının altında o üç din büyüğünün ism-i şerîflerini kazımış gördü. Diledi ki o râfizîyi öldürsün. Yine düşündü ki, belki, bu ismlerin yazıldığından haberi yokdur, sorayım, dedi. Şî’î gözlerini açdı. Gördü ki, başı üzerinde bir sofî durur. Sofî sordu ki, ayaklarının altında olan ism-i şerîflerden haberin var mıdır. Mel’ûn râfizî, kötü sözler söylemeğe başlar. Sofînin yanında da bir gizli kılıncı var imiş. Çıkarıp (Bismillâhirrahmânirrahîm) deyip, râfizîyi öldürür. Kılıncı kınına koyup, râfizînin murdar leşini sürüyüp, bir çukura koyar. Üzerine biraz çör-çöp bırakır. Sonra yoluna revân olur. Biraz yol gider. Karşıdan çok heybetli dört atlı görünür. Sofîyi görürler. Üzerine at salıp, derler ki, sen adam öldürmüşsün, kanlısın. Çabuk leşini bize göster. Sofî feryâd eyledi. Ben fakîrim, kâtil değilim, nice-nice özr ve behâne ederse de, gördü ki ellerinden kurtulamadı. O dört atlının arasından birisi göğsüne harbesini dayayıp dedi ki, dön geri, yoksa sen bilirsin. Sofî de çâresiz önlerine düşüp, o mel’ûnun murdar leşini gömdüğü çukura gelir. Üzerinde olan çalıyı kaldırdığı gibi, bakdı ki, râfizînin yerinde bir büyük domuz leşi yatar. Sofî onu gördüğü gibi, hayret edip, tefekküre vardı. Ondan sonra bu dört atlı sofîye dediler ki, sana müjde olsun ki, Allahü teâlâ senin cümle günâhlarını afv etdi ve Cehen-

-258-

nem ateşinden âzâd etdi. Cenneti nasîb kıldı. Sofî de şâd ve mesrûr olup, onlara sordu ki, siz kimlersiniz. Onlar buyurdular ki, birimiz Ebû Bekr ve birimiz Ömer ve birimiz Osmân, evvelce göğsüne harbeyi koyan da hazret-i Alîdir “radıyallahü anhüm”. Sofî de Allahü tebâreke ve teâlânın bu ihsânına şükr edip, şâd ve handân olarak yoluna gitdi.

Yedinci Menâkıb: Bir zemânlar bir tâcir var idi. İsmine Eyyûb bin Hasen derler idi. Pâdişâhlardan birine ba’zı kumaş ve meta’ satmak için huzûruna varır. Tesâdüfen o sırada pâdişâh; emîr-ül mü’minîn Ebû Bekr, Ömer ve Osmân “radıyallahü teâlâ anhüm” hakkında uygun olmıyan kötü sözler söyler. Tâcirin gönlüne bu sözler hoş gelmez! Pâdişâha nasîhat etmek ister. Sonra, o sultânlara [üç halîfeye] dil uzatan zâlimlerden hayr gelmez, belki söylersem beni öldürür; deyip, işini görüp, gider. O gece Server-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini rü’yâsında görür. O pâdişâhı da orada, huzûrlarında durmuş görür. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, tâcire iltifât edip, buyurur ki: (Benim Eshâbıma uygunsuz sözler [kelimeler] söyliyen bu mudur.) Evet yâ Resûlallah diye cevâb verdikde, bunu katl eyle diye öldürülmesini emr buyurur. Ben dedim, (Yâ Resûlallah! Bir nesne yokdur ki onu katl edeyim.) Resûl-i ekrem hazretleri tâcirin eline bir bıçak verir. Tâcir de emr-i şerîfine itâ’at edip, şahsı boğazlar. Rü’yâdan uyanıp, bu rü’yâyı varıp, şâha anlatmak ister. Serâyının kapısına varır ki, ağlamak ve feryâd sesleri işitir. Bu hâl nedir diye sorar. Cevâb verirler ki: Bu gece pâdişâhı yatağında katl etmişler.

Sekizinci Menâkıb: Tebriz şehrinde bir râfizî vardı. Dâimâ işi-gücü bu üç serveri seb’ etmek [kötülemek] idi ve bunlara buğz ve adâvet etmek idi. Bir gece rü’yâsında gördü ki, kıyâmet kopmuş. Bütün mahlûklar ayak üzere durur. Herkes hayret içinde gezerken, buna gâyet susuzluk ârız olmuş. Mahşer yerinde gezip, su ararken gördü ki, bir alay adam geçer. Aralarında bir mubârek âdem vardır. Elinde bir maşrapa tutar. Durmayıp, su dağıtır. O râfizî derhâl o ihtiyâr kişinin önüne vardı. Bana da su ver, dedi. O nûr yüzlü kişi su verdi. İçeceği sırada o pîrin ism-i şerîfini sordu. Dediler ki, bunun adına Ebû Bekr-i Sıddîk

-259-

“radıyallahü teâlâ anh” derler. Ne zemân ki o mubârek ismi işitdi. Suyu içmeyip geri verdi. Ondan sonra bir alay dahâ geldi. Onların aralarında bir nûrânî ve vakâr sâhibi adam var. Elinde bir maşrapa su tutar. Durmayıp mahşer yerinde istiyene su verir. O râfizî onun yanına varıp, su istedi. O da maşrapayı sundu. İçeceği zemân onun da, ism-i şerîfini sordu. Dediler, bunun adına Ömer-ül Fârûk derler. Ne zemân Ömer-ül Fârûkun ism-i şerîfini işitdi. Suyu içmeyip, geri verdi. Ondan sonra bir alay dahâ adam geldi. Onların aralarında bir nûr yüzlü adam var. Elinde bir maşrapa ile su tutup, durmayıp ulaşdırır. O râfizî onun yanına varıp, su istedi. O da eline su verdi. İçeceği zemân ism-i şerîfini sordu. Dediler ki, bunun ismine Osmân-ı zinnûreyn “radıyallahü teâlâ anh” derler. Osmân-ı zinnûreynin ism-i şerîfini işitdi. Suyu içmeyip, geri verdi. Ondan sonra bir alay dahâ adam geldi. Onların aralarında, büyük, heybetli, se’âdet sâhibi bir zât var. Elinde bir maşrapa su tutar. Durmayıp, dağıtır. O râfizî derhâl yanına varıp su istedi. O zemân onun da ism-i şerîfini sordu. Dediler ki, bunun adı Aliyyül mürtedâdır “radıyallahü teâlâ anh”. Aliyyül mürtedânın ism-i şerîfini işitdi. Mubârek ayaklarına düşüp, meded yâ Alî, bana da su ver diye feryâd etdi. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh ve radıyallahü teâlâ anh” ona, önce geçen büyüklerden niçin su taleb edip, içmedin diye sordu. O râfizî dedi ki, ben dünyâda iken onları sevmezdim. Dâimâ buğz ve adâvet ederdim. Onların sularından da içmem. Ben seni severdim. Senin âşıklarındanım, dedi. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” iki mubârek parmaklarını o râfizînin gözlerine sokup, iki gözünü de çıkardı. O acı ile uykudan uyanıp, kendini kör buldu. Hattâ ba’zı kimselerden mervîdir ki, merhûm Sultân Süleymân “aleyhirrahmetü rabbihül gufrân” acem [Îrân] seferinde o köre Tebrîz sokaklarında rast gelmişdir ki, süâl edip, bu vak’âyı bizzat kendinden, olduğu gibi işitmişdir. Yapdığı işe pişmân olup, dâimâ tevbe ve istigfâr ederdi. Ve halka nasîhat ederdi.

Dokuzuncu Menâkıb: Bir mü’min muvahhid ile bir râfizî, Mekke-i Mükerremeye giderken yol arkadaşı oldular. O mü’min, râfizîye herhâlde nasîhat eder ve derdi ki: (Gel bu râfizîlikden ferâgat eyle, bunun sonu nedâmetdir [pişmânlıkdır].

-260-

Dünyâda yüz karalığıdır ve âhıretde hasretdir. Göz göre göre niçin kendine kıyarsın. Ve cânını Cehennem ateşine atarsın. Molla Câmî “kuddise sirruhüssâmî” hazretlerinin kıt’asını râfizîler hakkında işitmemişmisin. Bu kötü fi’lden vazgeç. Yoksa son pişmânlık fâide vermez. İşitmedim ki, bir kimse Çihâr yâr-i güzîn “rıdvânullahü teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerini sevmese; Allahü tebâreke ve teâlâ saklasın; o kimse nasîhat almayıp, aslâ ona tenbîh te’sîr etmez.) Gördü ki, insâfa gelmedi. Hem meşhûrdur: Cühûd îmâna gelmez! Mülhid kişi tevbekâr olmaz! O mü’mine nisbet için, râfizî i’tikâdından vazgeçmedi. Nasîhatlarını maskaralığa aldı. Hikmet-i Rabbânî, Kâ’be-i şerîfeye yaklaşdıklarında, bir hınzır göründü. Hemen o mel’ûn râfizî deve üzerinde iken, Allahü teâlânın emri ile hınzır şeklinde olup, deve üzerinden yere atlayıp, hınzırlara karışıp, onlar ile gitdi. Bütün hâcılar bu ahvâli görüp, ibret aldılar. Aklı olan kimse bu kıssadan hisse alıp, çihâr yâr-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerine karşı, zerre mikdârı buğz ve adâvetden kalbini pâk edip, hem çihâr yâr-i güzîn sevgisi ile kalbini doldurur.

Onuncu Menâkıb: Bir zemânda bir yehûdî bir râfizî ile çekişip, dövüşürler. Allahü teâlâ kelbi [köpeği] hınzır [domuz] üzerine musallat eder. Yehûdî râfizînin gözünü çıkarır. Râfizî yehûdînin eteğine yapışıp, mahkemeye götürüp, kâdî huzûruna varırlar. Râfizî der ki, bu yehûdî benim gözümü çıkardı. Efendi hazretleri, hakkımı bu yehûdîden alıver. Kâdî efendi, yehûdîye ıtâb edip, bre mel’ûn, bu kişinin gözünü niçin çıkardın, dedi. Yehûdî dedi, sultânım işitdim ki, rûz-i mahşerde râfizîler yehûdîlerin merkebi olup, yehûdîler üzerine binip, Cehennem ateşine varırlar. Benim o gün bineğim bu olsun diye gözünün birini çıkardım. Zîrâ hâfızam za’îf ve görüşüm azdır. Şâyed o günde teşhîs etmem güç olup ve yaya olarak Cehenneme varmakdan ise, bir gözlü merkebe binmek iyidir, dedi. Kâdî efendi ve meclisde hâzır olanlar yehûdînin bu ilzâmından hoşlandılar ve râfizîye ta’zîr eylediler [azarladılar]. Muhakkak râfizîlerin Allahü teâlâ katında ve insanlar yanında bütün milletden kötü olduklarında şübhe yokdur. Zîrâ kâfirlerin inâdları bâtıl da olsa birer cevâbları vardır. Ammâ bu mel’ûnların aslâ bir delîlleri yokdur. Ondan dolayıdır ki, hazret-i Molla Câmî “kuddise sirruhüssâ-

-261-

mî” râfizîler hakkında şöyle buyurmuşdur: Kıt’a:

Râfizî olur kıyâmetde yehûdî eşeği,

Yeder onu mülhid câhil, tutup elinde yularını.

 

Nasrânî elinde bir demir çomak ile,

Sürer onu tâ o menzile dâr-el bevâr.

 

Nice yüzbin la’net o Hakdan, Resûlden de,

Eşeğe binene yedene sürene ki var.

Râfizîler kıyâmet gününde başka bir bölük olup, süâlsiz ve azâbsız Cennete dâhil olalım diye ümîd edip, doğru Cennetin yolunu tutup, giderler. Cennet kapılarından bir kapıya varırlar. Görürler ki, kapıda Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri durur. Durmadan kevser şerâbını ehl-i islâma içirir. Râfizîler hazret-i Ebû Bekri görünce derler ki, dünyâda iken biz bunu sevmezdik. Şimdi de bunun olduğu kapıdan Cennete girmeyiz. Ve bunun elinden kevser şerâbını içmeyiz. Oradan dönüp Cennetin bir başka kapısına varırlar. Görürler ki, o kapıda hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” durur. Durmadan mü’minlere kevser şerâbı içirir. Tekrâr o hınzırlar derler ki, dünyâda iken biz bunu sevmezdik. Şimdi bunun olduğu kapıdan Cennete girmeyiz. Ve kevser şerâbını da içmeyiz. Oradan dönüp, bir başka kapısına varırlar. O kapıda Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri durur. Müslimânlara kevser şerâbı içirir. Tekrâr o murdârlar derler ki, dünyâda iken biz bunu da sevmezdik. Onun olduğu kapıdan da Cennete girmeyiz. Bunun da elinden kevser şerâbını içmeyiz. Oradan da dönüp, Cennetin bir başka kapısına varırlar. Görseler ki, o kapıda duran İmâm-ı Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleridir. Bunlara sorar ki, hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer ve hazret-i Osmânın “radıyallahü teâlâ anhüm” kapılarına uğramadınız mı? Onlardan kevser şerâbını içmediniz mi? Onlar derler ki, Onları biz dünyâda iken sevmezdik. Onun için biz bugün de onların şerâblarından da içmedik. Onların kapılarından Cennete girmedik. Dünyâda iken biz seni severdik. Senin elinden kevser şerâbını içmek isteriz. Senin kapından Cennete girmek isteriz. Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri bunları red eyleyip, bre mel’ûnlar! Bilmez misiniz ki onlardan tezkire alma-

-262-

yınca kimseyi Cennete koymam ve kevser şerâbını içirmem. Yıkılın buradan, buyurur. Hazret-i Alîden yüz bulamayınca, can başlarına sıçrar. Bilirler ki, yanlış yola gitdiklerinden belâya uğradılar. Yapdıkları işe pişmân olup, nedâmetler çekerler. Velâkin bu pişmânlıklarının fâidesini görmezler. Bu felâketde iken her râfizîye birer yehûdî havâle olunur. Şimdiye dek sizleri ararız, nerede gezersiniz, derler. Yine o hâlde birer nasrânî de gelerek, birer râfizînin sakalını tutup, çeke-çeke mahşer yerinin temâmını gezdirirler. Bütün mahşer halkı arasında rüsvay olurlar. Ondan sonra Allahü teâlâ korusun, azâb için zebânîler gelir. Temâmını bu hâl ile Cehenneme götürürler. Beyt:

Ni’metleri fânî olan bu denî dünyâyı aşağı tut,

Sonu pişmânlık olan işi yapma.

Mahşer ehli bunlardan yüz dönüp, nefret ederler.

Onbirinci Menâkıb: Din büyüklerinden biri rivâyet eder. Medâyinde bulunuyordum. Her nerede bir kimse vefât etse, varıp ona kefen sarardım. Bir kimse gelip dedi ki, Kûfe ehlinden bir kervân geldi. Aralarında biri vefât etdi. Gelip kefen sarasın. Hizmetçimi kefen almağa gönderdim. Ben o kimsenin meyyitini görmeğe vardım. Yanına vardım. Gördüm ki, vefât eylemiş. Karnı üzerine bir kerpiç koymuşlar. Âniden o meyyit kalkıp oturdu. Feryâd edip, dedi ki, yazıklar olsun bana, vay bana. Ben dedim ki, (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah) söyle. Bana dedi ki, bu kelime-i şerîfeyi demenin fâidesi yokdur. Zîrâ ben kavmim ile olurken, Ebû Bekr ve Ömer ve Osmân “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerine dil uzatıp, uygunsuz sözler söylerlerdi. Ben de onlara uyar, söylerdim. Sonunda helâk oldum. Beni Cehenneme iletip yerimi gösterdiler. Benim rûhumu geri verdiler ki, halka haber vereyim. Sakın, sakın, o serverlere dil uzatmayın. Bu sözleri temâm etdikden sonra, tekrâr öldü. (Şevâhid-ün nübüvve)den terceme olunmuşdur.

Onikinci Menâkıb: Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” rivâyet buyurmuşlardır. Ebû Bekr, Ömer ve Osmân “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerine uygun olmıyan sözler söyleyen bir

-263-

kimse vardı. Bir gün yüzünde bir yara peydâh oldu. O yara giderek yüzünü tutup, yüzünün temâmı kara oldu. Her dürlü ilâcı denediler, şifâ bulmadı. Bütün insanların yanında rüsvay oldu. Sonra bu şeklde öldü. Hem dünyâda ve hem âhıretde melâmet oldu [yüzü kara olmak bedbahtlığına kavuşdu]. (Şevâhid-ün nübüvve)den terceme olunmuşdur.

Onüçüncü Menâkıb: Büyüklerden biri rivâyet eder. Çocukluğumda râfizî bir hocam var idi. Beni de râfizî yapmışdı. Bir gece rü’yâmda kıyâmet kopmuş. Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri huzûrlarına ve mubârek hâk-i pâyelerine bütün halk toplanmış, şefâ’at ricâ ederler. Ben de huzûrlarına vardım ki, şefâ’at isteyeyim. Gördüm, sağ yanında nûr yüzlü, selîm ve hilm sâhibi ihtiyâr durur. Sol yanında bir mubârek kimse durur. O da şecâ’atlı ve bahâdır ve mubârek yüzü nûrlu bir kimsedir. Hemen beni gördüler. Dediler ki; yâ Resûlallah! Bu adam bizden ne ister ki, her gün bize dil uzatıyor, biz bu adama ne yapdık. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri mubârek elini uzatıp, beni tutmak istedi. Ben kaçdım. Bu ızdırâb ile ve bu korku ile uykudan uyandım. Gördüm ki, bütün saçım ve sakalım ve kaşım ve kirpiğim dökülmüş. Dört ay dışarı çıkamadım. Dünyânın ilâcını kullandım. Aslâ fâide vermedi. Bir gün dostlarımdan biri beni görmeğe geldi. Benim hâlimi sordukda, ben de ahvâlimi olduğu gibi anlatdım. O da dedi ki, sen meğer Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine salevât getirmekden habersizsin. Birkaç gün salevât-i şerîfe getirmeğe devâm eyle ve Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi aleyhim ecma’în” hazretlerine, derûn-i dilden [kalbden] muhabbet eyle. Yapdığın kabâhatlere tevbe ve istigfâr eyle. Ümîd edilir ki, kısa zemânda bu belâdan kurtulup, halâs olursun. Hemen ibrik getirtip, abdest alıp, sonra iki rek’at nemâz kılıp, hâlis niyyet ile etdiğim işlere nâdim olup, tevbe ve istigfâra meşgûl oldum. Bir hafta temâm olmadan saçım ve sakalım, kaşım ve kirpiğim çıkıp, evvelkinden de çok oldu. Onun için, bu sultânlara ihânet üzere olanlar, dünyâda ve âhıretde sıkıntıdan kurtulamazlar. (Şevâhid-ün nübüvve)den terceme olunmuşdur.

Ondördüncü Menâkıb: İmâm-ı Müstagfirî (Delâil-i Nübüv-

-264-

ve) adlı kitâbında yazmışdır. Büyüklerden birisi rivâyet eder. Üç nefer kimse Yemen diyârına doğru yola çıkdılar. Bu müslimânlara bir de râfizî katılmış idi. Râfizî, O serverler [Eshâb-ı kirâm] hakkında uygunsuz kelimeler söylerdi. Bu müslimânlar ona her ne kadar nasîhatlar etdiler ise de aslâ te’sîr etmeyip, râfizî devâm ederdi. Berâberce birgün bir menzile kondular. Bir mikdâr istirâhat etdiler. Bir zemândan sonra uykudan uyanıp, abdest almağa kalkdılar. O bedbaht maymûn gibi yatarken, onu da uyardılar. Hemen uykudan uyandı. Âh, âh, herhâlde ben bu menzilde kalsam gerekdir, dedi. Müslimânlar dediler ki, bu menzilde niçin kalacaksın, aslâ olmaz. O bedbaht dedi ki, Peygamberi “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” rü’yâda gördüm ki, başımın ucuna geldi. Bana dedi ki, bre bedbaht, bu menzilde senin sûretin değişse gerek. Bu müslimânlar dediler ki, ne durursun, kalkıp, abdest alıp, tevbe ve istigfâra meşgûl olup, niyâzda bulun. O da ayaklarını toplayıp, kalkmak istedikde, o ân Allahü teâlânın emri ile iki ayak parmakları değişikliğe uğrayıp, maymun parmakları gibi oldu. Ondan sonra topuklarına kadar değişdi. Ondan sonra dizine kadar, ondan sonra kuşağına kadar, ondan sonra göğsüne kadar çıkdı. Sonra, temâm vücûdu maymûn oldu. Müslimânlar bu hâli görünce, tutup sıkıca devenin üzerine bağladılar. Yemene yakın vardıkda, akşama yakın bir meşelik yere uğradılar. Orada çok maymûn vardı. Hemen maymûnları gördü. Deve üzerinden zorlayıp, bağlarını kırıp, yere indi. Varıp o maymûnlara ulaşdı. Biz de maymûnlardan korkduk ki, bize hücûm edecekler diye. Sonra gördük ki, bütün maymûnlar yakın yere gelip, durdular. Değişikliğe uğrayan aralarından ayrılıp, bize karşı gelip, durdu. Gözlerinden o kadar yaş akdı ki, vasfa gelmez [anlatılamaz]. Sonra diğer maymûnlara karşı gitdi. Şimdi aklı olan kimselere hemen bu ibret yeter. Nerede kaldı ki, o büyükler hakkında nice âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf vardır.

Yâ Rab, lutfün ile dâimâ bize doğru yolu göster,

Sapık yolları değil, sana varan yolu göster.

Onbeşinci Menâkıb: Büyüklerden biri Şâm şehrine uğrar. Bir mescidde sabâh nemâzını kılar. İmâm nemâzı kıldıkdan sonra, arkasını mihrâba dönüp, Ebû Bekr, Ömer ve Osmân

-265-

“radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerinin haklarında uygunsuz sözler söylemeğe başlar. O büyük zât, imâmdan bu sözleri işitince çok üzülüp ve mahzûn olarak kalkıp, yoluna gider. Bir seneden sonra yine yolu Şâm şehrine uğrar. Tekrâr o mescide varıp, sabâh nemâzını kılar. Nemâzı kıldıkdan sonra, imâm olan kimse, arkasını mihrâba dönüp, O serverlerin [Ebû Bekr, Ömer, Osmân “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerinin] büyüklüklerinden bahs etmeğe, onları medh etmeğe başlar. O büyük zât, cemâ’atden birine süâl eyler ki, bu imâm geçen sene o serverlerin şânlarına uygunsuz sözler söyledi. Şimdi de medh ve senâ eyledi. Sebebi nedir. O müslimân dedi ki, evvelki imâmı görmek ister misin. O büyük zât dedi, görmek isterim. O da önüne düşüp, bir odaya girdiler. Gördü ki, bir siyâh köpek, boynundan zincir ile bağlı, yatar. O büyük dedi ki, bu kelb [köpek] nedir. O müslimân dedi ki, geçen seneki imâm budur. O din büyüklerine hâşâ, uygunsuz sözler söylerdi. Bir gün arkasını mihrâba dönüp, kötü âdeti üzere kötü sözler söylerken, değişip, bu sûrete girdi. O büyük yanına varıp, sen geçen seneki imâm mısın. O da eli ile başına işâret edip ve gözlerinden yaş akıtdı. Bu büyük de, Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretlerine şükr edip, işte cezânı buldun, dedi. (Şevâhid-ün nübüvve)den terceme olunmuşdur.

Onaltıncı Menâkıb: Gâzîlerden biri rivâyet eder. Bir gazâda, cemâ’at ile gazâya giderken, aramızda Benî Temîmden Ebû Hayyân nâmında bir kimse vardı. O serverlerin haklarında uygun olmıyan çirkin sözler söylerdi. Hepimiz o mel’ûna nasîhat ederdik. Fâide etmeyip, uslanmazdı. Yolda bir hâkim var idi. Yolumuz ona uğradı. Hâdiseyi hâkime açıkladık. Hâkim bize dedi ki, o kimseyi benim yanımda bırakın. Mümkindir, onu ıslâh edeyim. Bir zemândan sonra yola müteveccih olup, giderken, o bedbahtı gördük ki, arkamızdan yetişdi. O mel’ûn kişiye hâkim hil’at giydirip, bir at bağışlamış. Ardımızdan yetişdi. Bize eziyyet vermek maksadı ile yine o serverlere uygunsuz sözler söylemeğe başladı. Bize karşı, ey Allahın düşmanları, beni nasıl buldunuz, dedi. Biz de dedik ki, ey bedbaht ve nasîbsiz kimse, bizden uzak ol. Yanımızda yürüme. Tâ ki senin nasîbsizliğin bize de bulaşmasın. Hepimiz üzerine yürüdük. Kovduk. Bizden uzak yürüdü. Mel’ûn, kazâ-i hâcet sebebi ile, yoldan sa-

-266-

pıp, bir yerde otururken, kızıl arılar üzerine hücûm etmişler. Mel’ûn feryâda başlayıp, bizden yardım istedikde, biz de şâyed bundan kurtulursa, insâfa gelir diye, bu niyyet ile yardıma vardık. Yanına vardığımızda, o arılar bize hücûm edip, az kaldı ki, hepimizi helâk edecekler. Biz de sokmalarına tâkat getiremeyip, çâresiz geriye kaçdık. O arılar da bize saldırmayı bırakıp, yine o bedbaht kişinin [râfizînin] üzerine saldırıp, bir sâatde gövdesinin etini delik-delik edip, bağıra-bağıra ölüp, cânı Cehenneme gitdi. Biz de bir yerde durup, bunun ahvâlini seyr ederken ve birbirimiz ile söyleşirken, gaybdan bir ses işitdik ki, çihâr yâr-i güzîni sevmiyen kişinin dünyâda cezâsı budur. Âhıretde yakalanacağı azâbların şiddeti ve nihâyeti yokdur, diyordu. (Şevâhid-ün nübüvve)den terceme olundu.

Onyedinci Menâkıb: Şeyh-i Ekber [Muhyiddîn-i Arabî] “kuddise sirruhül’azîz” hazretleri (Fütühât-ı Mekkiyye) adlı kitâbında zikr etmişdir. Evliyâullahdan bir tâife vardır ki, Recebîler derler. Onlar kırk kişi olup, fazla ve eksik olmazlar. Onların hâli Receb ayının ilk gününde öyle olur ki, sanki gökler üzerine konulmuşdur. Harekete mecalleri olmaz. Ne ayak üzerine durabilirler ve ne oturabilirler. Ellerini ve ayaklarını değil, gözlerini harekete kâdir olamazlar. Recebin ilk gününde öyle olurlar. Ammâ günden güne o hâlet bunlardan kalkar. Şa’bân ayı girince, temâmen o hâlden kurtulurlar. Onlara Recebde Allahü teâlânın izni ile çok keşf ve nihâyetsiz tecellîler olur. Şa’bân ayı girince bu hâller onlardan kalkar. Ba’zan o hâllerin ba’zısı o tâifenin ba’zısında sene temâm oluncaya kadar bâkî kalır. Hazret-i Şeyh “rahmetullahi teâlâ” der ki, o tâifeden birini gördüm ki, onda râfizînin keşfi bâkî kalmışdı. O Recebî, râfizîleri hınzır şeklinde görürdü. Ba’zan olurdu ki, hâli örtülü bir kişiye, hiç kimsenin mezhebini bilmediği kimseye uğrardı. Eğer o kişi râfizî i’tikâdında ise, hınzır sûretinde görürdü. O şahsı taleb ederdi. Ona nasîhat ederdi. Tevbe etmesini ve Allahü teâlâ hazretlerine rücû’ etmesini ve râfizî olduğunu söylerdi. O şahs teaccüb ederdi. Eğer tevbe ederse ve tevbesinde sâdık olursa, onu insan sûretinde görürdü. Derdi ki, doğru söylersin. Eğer yalan söylüyorsa, o şahsı yine hınzır sûretinde görürdü. Tevbe etmedin. Yalan söylüyorsun, derdi. Bir gün, şâfi’î mezhebinde olan ve iyi olarak bilinen iki kimse ona geldiler. Hiç kimse onların

-267-

râfizî i’tikâdında olduğunu zan etmezdi. Şi’â cemâ’atinden de değiller idi. Lâkin o mezhebi seçmişler idi. O iki mu’temed kimse, o azîze [büyük zâta] vardılar. Bunları dışarı çıkarın, buyurdu. Sebebini sordular. Buyurdu ki, ben sizi hınzır sûretinde görürüm. Bu benimle Hak Sübhânehü ve teâlâ arasında bir alâmetdir ki, râfizîleri bana bu sûretde gösterir. Bu ma’nâdan te’accüb edip [şaşırıp], hemen o bâtıl mezhebden ve fâsid i’tikâddan temâmen dönüp, kurtuldular.

Onsekizinci Menâkıb: O sultânın haklarında edebsizlik etmiş ve uygunsuz sözler söylemiş olan râfizî tâifesinin cezâları. Hâce Muhammed Pârisâ “kuddise sirruhül’azîz” hazretleri (Fasl-ül-hitâb) adlı kitâbda buyurmuşdur. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” buyurmuşlardır ki: (Bir tâife beni Ebû Bekr, Ömer ve Osmân “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerinin üzerlerine tafdîl ederler [üstün tutarlar]. Gönüllerinde nifâk vardır. Bununla ehl-i islâm arasına ihtilâf ve fitne salarlar. Bana Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri haber verdi. Bunların katli ile bana emr eyledi. Zâhiren ehl-i islâma kardeş olduklarını söylerler. Bâtınlarında din düşmanıdırlar. Yalanı güzel, kötülükleri temiz görürler. Mushaf-ı şerîfi iptâl ederler. [Kur’ân-ı kerîmin hükmünü kaldırırlar.] Fücûr [kötülük] üzerine birbirleri ile yarışırlar. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine ve Eshâb-ı kirâm hazretlerinin büyüklerine seb’ ederler. [Dil uzatırlar.] Eshâb-ı kirâm arasında olan vâkı’aları anlatıp, anladıklarına tâbi’ olurlar. Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretleri onları afv etmez. Küçükleri büyüklerinden bozuk fikrleri öğrenip, o şeklde terbiye olunurlar. Sünnet-i islâmı harâb ederler. Bid’at-ı seyyieleri ihyâ ederler [yayarlar]. O zemânda Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” sünnetine yapışan kimse şehîdlerin ve âbidlerin efdalidir. Se’âdet onlarındır. Yeryüzünde râfizîden dahâ hoşlanılmıyan kimse yokdur. Yerin gadabı onlaradır. Gök istemiyerek onların üzerine gölge verir. O tâifenin âlimleri o günde gök altında olan kimselerin şerlisidir. Fitne onlardan çıkar ve onlarda olur. Allahü teâlâ korusun. Onlar şu kimselerdir ki, gökdeki melekler arasında pislikler diye adlandırılırlar. Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerini meclislerinde ve mahfellerinde ve mescidlerinde seb’ ederler [kötülerler]. Bu habîs işi kendilerine

-268-

şi’âr ederler. Hikmet kalblerinden gider. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri râfizî, bid’at ve dalâlet ehlinin şekllerini değişdirir.)

Eshâb-ı güzîn bu sözleri işitdiler. Dediler ki, (Yâ Emîr-el mü’minîn. Eğer biz o zemâna erişirsek ne yapalım.) Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, (Îsâ “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” hazretlerinin havârîleri gibi olunuz. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, Nebîsine itâ’atden ve Eshâbına muhabbetden ve o tâifeden [râfizîlerden] uzak olmakdan başka size bir şey emr etmemişdir. Ben size derim, Hak ve sünnet üzerine olmak, bid’at ve dalâlet üzerine olmakdan hayrlıdır.)

Rivâyet olundu ki, imâm-ı Alî “kerremallahü vecheh ve radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine bu haber erişdi ki; Abdüllah bin Sebe’ seni Ebû Bekr, Ömer ve Osmân “radıyallahü teâlâ anhüm” üzerine tafdîl eder [üstün tutar]. Alî “kerremallahü vecheh” yemîn ederek (Vallahi onu öldürürüm) buyurdu. Dediler ki, yâ Emîr-el mü’minîn! Sana muhabbet edeni katl eder misin! Elbette. Benim olduğum şehrde olmasın. Hemen bulunduğu şehrden sürdü. (Şevâhid-ün nübüvve)den nakl olundu. Velhâsıl Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” aralarında bu dördü [dört büyük halîfe], mezîd-i fazîlet ve kemâl-i mekremet ve vüfûr-i ihtirâm ve ikrâm-i tâm ve hülefâ-i nübüvvet ve uyûn-ı ehl-i hicret ve büyüklerin büyüğü ve seçilmişlerin seçilmişi olmakla en öndedirler. Bu bâbda kıyâs yapmağa ve düşünmeğe hâcet yokdur. Nitekim, onları üstün bilmek, büyüklerin sözü ve icmâ’ ile sâbitdir. Büyüklerin sözlerine ve icmâ’a uymak lâzımdır. Boş sözlere ve bid’atlere uymamalıdır. Allahü teâlâ bizi bunlardan korusun. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.

Ondokuzuncu Menâkıb: Ebüdderdâ “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, Süveyde bin Akîkden rivâyet eder. Süveyde der ki, Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine söyledim. Ben şi’âdan bir kavm üzerine uğradım ki, Ebû Bekr ve Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerini naks ile zikr ederler [kötülerler]. Eğer onlar senin kalbinde olanı bilseler idi, bu sözü söylemeğe cür’et edemezlerdi. Hemen Aliyyül mürtedâ “ker-

-269-

remallahü vecheh” buyurdu ki: (Onlar hakkında kalbimde iyilik ve güzellikden başka birşey bulundurmakdan Allahü teâlâya sığınırım). Sonra kalkdı. Mubârek gözleri yaş ile doldu. Elimi tutdu. Ağladığı hâlde gelip, minbere çıkdı. Elinde beyâz ve güzel bir nesne tutduğu hâlde, bir beliğ ve muhtasâr hutbe okudu. Buyurdu ki: Nedir o kavmlerin hâli ki, Kureyşin iki seyyidini kötü zikr ederler. Ve bana zan ederler o şey ile ki, ben o şeyden pâkım. Ve onların dediklerinden berîyim. Ve onların dedikleri üzerine, onları Allah hakkı için cezâlandırırım. Onları mü’min olanlar sevmez. Onlara ancak fâcirler buğz etmez. Her kim ki o ikisini sever. Muhakkak beni sever. Her kim o ikisine buğz eder; bana buğz eder. Ben ondan berîyim. Bilmiş olunuz ki, muhakkak cümle nâsın hayrlısı bu ümmetde, Peygamberlerden sonra Ebû Bekr-i Sıddîkdır “radıyallahü teâlâ anh”. En önce müslimân olan odur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine ondan sevgili yokdur. [En sevdiği odur.] Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri indinde bu ümmetin en mükerremi odur. Bu ümmetde Peygamberlerden sonra ondan efdal ve ondan hayrlı kimse olmadı. Dünyâda ve âhıretde ondan sonra bütün insanların hayrlısı Ömer-ül Fârûkdur. Ondan sonra Osmân-ı Zinnûreyndir. Ondan sonra benim “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”. Allahü teâlâya benim için ve bütün müslimânlar için istigfâr ederim. [Eshâb-ı kirâmın üstünlükleri şânlarına yakışır şeklde; (Eshâb-ı kirâm), (Hak Sözün Vesîkaları), (Mektûbât Tercemesi) ve (Se’âdet-i Ebediyye) kitâblarında anlatılmışdır. Lütfen bu kitâblardan okuyunuz!]

Zâhidâ! Aç gözün, sahraya bak da, ibret al!

Şu direksiz kubbe-i semâya bak da, ibret al!

Görmek istersen, Cenâb-ı kibriyânın kudretin,

her sabâh, seher vakti, dünyâya bak da ibret al!

 

Pâdişâh olsan da, derler “er kişi niyyetine”,

Var, musallada yatan mevtâya bak da, ibret al!

Bir kefendir âkıbet, sermâye-i beğ ve fakîr,

varlığa mağrur olan, mecnûn değil de, yâ nedir?

-270-