Birinci Menâkıb: İmâm-ı Begavî “rahimehullahü teâlâ” (Mesâbîh-i şerîf) kitâbında, Enes bin Mâlik
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet ederler. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Uhud
dağına çıkdılar. Ebû Bekr, Ömer ve Osmân “radıyallahü teâlâ anhüm” da Uhud
dağına çıkdılar. Dağ sallandı, ya’nî zelzele oldu. Resûl-i
ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri mubârek ayağı
şerîfleri ile dağa vurdu ve buyurdu ki, (Sâbit ol yâ Uhud! Senin üzerinde bir
Peygamber, bir Sıddîk, iki şehîd vardır.)
İkinci Menâkıb: Yine (Mesâbîh-i şerîf)de
Ebû Mûsâ el Eş’arî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden nakl olunmuşdur. Ebû
Mûsâ el-Eş’arî buyurdu ki, ben Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûr-ı şerîflerinde idim.
Medîne-i münevvere bağlarından bir bağda idik. Bir şahs geldi. Kapıyı açmak
taleb etdi. Hazret-i Resûl-i ekrem bana buyurdu:
(Var, kapıyı aç. Cennet ile onu müjdele!) Ben de varıp, kapıyı açdım. Bakdım
ki, hazret-i Ebû Bekrdir. Resûlullahın buyurduğu
şey ile müjde verdim. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine hamd etdi. Ondan
sonra bir şahs dahâ geldi. Kapıyı açmak taleb etdi. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu: (Var kapıyı aç ve Cennet ile ona
müjde ver.) Ben de varıp, kapıyı açdım. Bakdım ki, hazret-i Ömerdir. Ona, Resûlullah hazretlerinin buyurdukları şeyi haber
verdim. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine hamd etdi. Ondan sonra bir şahs
dahâ kapının açılmasını taleb etdi. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu: (Var kapıyı aç ve Ona
Cennet ile müjde ver ve o belâlar onun üzerine erişir.) Ben de varıp, kapıyı
açdım. Bakdım ki, hazret-i Osmândır. Ona, Resûlullah
hazretlerinin buyurduklarını haber verdim. Osmân “radıyallahü teâlâ anh” Allahü
tebâreke ve teâlâ hazretlerine hamd edip,
sonra dedi ki, (Allahül müste’ân)
[Yardım ancak Allahü teâlâdan istenir.]
Üçüncü Menâkıb: Yine (Mesâbîh-i şerîf) kitâbında
hasen olarak bildirilen hadîs-i şerîfde,
Abdüllah ibni Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerinden rivâyet
olunmuşdur. İbni Ömer dedi ki, biz bu üç serveri, Ebû Bekr, Ömer ve Osmânı
“radıyallahü anhüm”, Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” zemân-ı şerîflerinde andığımızda terdiye ederdik. Ya’nî
“radıyallahü anh” der idik.
Dördüncü Menâkıb: (Lübâb-ül elbâb) kitâbında, Ömer Dehlekî
“rahimehullahü teâlâ” rivâyet eylemişdir. Şihrîn-i Hôşeb din büyüklerindendir.
Âhıret yolunun sâliklerindendir ve âriflerdendir. Tabakât-ı meşâyıhdendir.
Basîret ve derece sâhiblerindendir. Demişlerdir ki, Bir gün öğle nemâzını
kılıp, menzile dönerken [ikâmetgâhına giderken] iki merdi [kişiyi] gördüm.
Birbiri ile husûmet [münâkaşa] ederler. Birbirine hoş olmıyan sözler söylerler.
Ben dedim ki, Sübhânallah! Sizin elbiseniz mü’min libâsı, ammâ sözleriniz
câhillerin sözleridir. O iki kişinin birisi dedi: Sen işitmez misin ki, bu
mübtedi’ [i’tikâdı bozuk] kötü sözler söyler. Ben dedim, ne söyler. Dedi ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinden sonra hilâfet, hazret-i Alînin idi. Ebû Bekr ve Ömer ve Osmân
galebe edip, cebren hilâfete geçdiler, diye söyler. O mübtedi’a dedim, böyle
söyleme. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretlerinden sonra mü’minlerin büyüğü Ebû Bekrdir. Sonra Ömer, ondan
sonra Osmândır. Ondan sonra Alîdir “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. Diğer
sünnî merde [şahsa] dedim ki, bununla münâkaşayı bırak. Allahü teâlâ onun
cezâsını verir. O sünnî, Vallahi ben onu tâ benimle onun arasında hükm
etmeyince elden bırakmam, dedi. Ben, Sübhânallah! Hazret-i Muhammed “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” âhırete intikâl buyurmuşdur. Ve gökden vahy gelmesi de
kesilmişdir. Sizin aranızda ben nasıl hükm edeyim, dedim. Sünnî olan genç bakdı
gördü ki bir hamâm külhânı, ateş vurup, iyice kızmış. O râfizîye dedi ki, insâf
et ve söylediğin sözden pişmân ol ve rücû’ et. Yoksa, gel ikimiz bu ateşe
girelim. Hak üzere olan Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin emri ile halâs
olur [kur-
tulur]. O mübtedi’ râfizî dedi ki,
insâf veremem, ben hak üzereyim. Ammâ gel ateşe girelim. Ben [Şihrîn-i Hôşeb]
dedim, etmeyiniz ki, Allahü tebâreke ve teâlâ bundan nehy etmişdir. O sünnî ve
dîni pâk merd dedi ki, çâresiz ateşe girmeli. Sonra sünnî ve mübtedi’ her ikisi
ateş yanına vardılar. Sünnî, başını yukarı kaldırıp, dedi, yâ Rabbel âlemîn! Şükr
ve hamd, fadl ve minnet Senin içindir. Seni ve melekleri şâhid etdim. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinden sonra halkın en iyisi Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh”,
yâr-i gâr [mağara arkadaşı] ve mûnis-i Resûlullah
idi. Dahâ bir çok fazîletlerini de saydı. Ondan sonra Ömer-ül Fârûkdur. Ondan
sonra Osmân-ı Zinnûreyndir. Ondan sonra Aliyyül mürtedâdır “radıyallahü teâlâ anhüm”.
Sonra, (Benim dînim ve mezhebim budur. Eğer Hak üzere isem, bu ateşi benim
üzerimden halâs eyle ki, İbrâhîm Halîl “alâ nebiyyinâ ve aleyhisselâm”
hazretlerini yakmadığın gibi, beni de yakma) dedi ve ateşe girdi. Sonra râfizî
baş kaldırıp, dedi ki, ey Bârî [ey Allahım!] Bütün hamd ve şükrler senin
içindir. Benim mezhebim ve i’tikâdım budur ki, Resûlullah
hazretlerinden sonra halkın en yükseği Alî bin Ebî Tâlibdir. Ebû Bekr, Ömer ve
Osmân zulm etdiler. Hilâfeti ondan aldılar. Ebû Bekr, Ömer ve Osmândan bîzârım.
Eğer benim sözüm doğru ise, bu ateşi benim üzerime soğuk eyle, dedi ve o da
ateşe girdi. O külhâncı, o fırının kapısını kapadı. Şihrin-i Hôşeb
“rahimehullah” der ki, benim karârım kalmadı. Hâlim mütegayyir oldu [değişdi].
Ondan buna, bundan ona koşdum ve dolandım ve fikr ederdim ki, onların hâli ateş
içinde ne oluyordu. İkindi vakti oldu. Bakdım, o külhânın kapağı düşdü.
Düşündüm ki, şimdi bu ateşden selâmet ile kim çıkar. Ağlardım ve gözüm ona
bakıp dururdum. Hemen gördüm o sünnî terlemiş olarak ateşden dışarı geldi. Hemen
kalkdım. Onu kucakladım. İki gözünün arasından öpdüm. Dedim ki, Allahü tebâreke
ve teâlâ seni ateşde ne yapdı. Dedi ki, beni bir bostâna iletdiler ve bir döşek
üzerinde uyutdular. Dediler, gelinlerin yatdığı gibi yat. Ben de bu âna dek
yatdım. Tâ şimdi kalkıp, uyardılar ve dediler, kalk nemâz vakti geldi. İkindi
nemâzını cemâ’at ile kılasın. Ben de dışarı geldim. Şihrîn-i Hôşeb der ki, o
sünnînin elini tutup, hemen o mekâna oturtup, külhâncıları çağırdım. Kürek
getirip, o ateşi dışarı çı-
karıp, râfizîyi kürek ile
çekdiler. Temâm vücûdu yanmış, kömür gibi olmuş. Ancak alnı üzeri açık kalmış,
yanmamış. Alnının üzerinde üç satır yazılmış. (Birinci satırda, (Bu tugyân ve
isyân eden bir kuldur.) İkinci satırda, (Ebû Bekr, Ömer ve Osmâna hurmet
etmedi.) Üçüncü satırda, (Bu kul bâgî oldu [ısyân etdi]. Ebû Bekr ve Ömer ve
Osmâna kâfir oldu dedi ve Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin rahmetinden
ümîd kesdi.) yazılmışdı. Şihrîn-i Hôşeb der ki, o gün dörtbin râfizî tevbe
edip, sünnî müslimân oldular. Üç gün boyunca etrâfdan halk gelip, o mübtedi’
râfizîye bakdılar. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin yapdığını ve kahrını
müşâhede edip, ibret aldılar. Uzak şehrlere nâmeler [mektûblar] yazıp,
gönderdiler ki, zinhâr ve zinhâr [kat’iyyetle], hiç kimse, Ebû Bekr ve Ömer ve
Osmân “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerine kötü sözler söyleyip, seb’ etmeye
ki, böyle ahvâl vâki’ oldu. (İbret alınız, ey akl sâhibleri.)
Beşinci Menâkıb: İstanbulda Mustafâ Pâşa Câmi’inde halka nasîhat eden, Sünbül
efendi seccâdesinde halîfe olan Hasen efendi “rahimehullah” rivâyet eder.
Arabistânda seyâhat ederken, Hasen-i Basrî “kuddise sirruh” hazretlerinin
mezârını ziyâret etmek niyyeti ile Basraya vardım. Hâcı Ahmed derler bir mü’min
muvahhid kimsenin odasına müsâfir oldum. Birkaç gün orada müsâfir kaldım.
Konuşma esnâsında, hâcı Ahmed hikâye eyledi ki, şehrimizde Yahyâ adlı bir imâm
var idi. Gâyet ilm ve söz sâhibi bir kimse idi. Lâkin râfizîlerden idi.
Def’alarca, hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer-ül Fârûk ve hazret-i Osmân bin
Affân “radıyallahü teâlâ anhüm” haklarında nice uygunsuz sözler işitdik. Ammâ
gelen pâşaların koltuğuna girmekle [onlar ile iyi geçinmek ile] kimse ona bir
şey yapmağa cür’et edemezdi. Onların ona zararı olmazdı. Hattâ bir gün pâşaya
benden şikâyet eder. Benim onun ardında nemâz kılmadığımı, müslimânları onun
arkasında nemâz kılmakdan, ona uymakdan men’ etdiğimi söyler. O da beni
çağırıp, niçin imâma uyarak nemâz kılmazsın, dedi. Ben de dedim ki, sultânım,
ahvâline vâkıf olduğum için uymuyorum. Pâşa ıtâb tarîkiyle [azarlama yolu ile]
dedi ki, elbette uyup nemâz kılmalısın, yoksa sen bilirsin, hâlini perîşân
ederim. Ben dedim ki; sultânım!
Göz göre göre kişi kendini ateşe bırakır mı? Bir kimsenin ahvâlini bildikden
sonra, o ânda başımı dahî kessen ona uyup [iktidâ’ edip] nemâz kılmam, dedim,
dışarı çıkdım. Birkaç günden sonra, bir gün çarşıda otururken, o râfizî imâm
Yahyâyı gördüm. İmâm durmayıp, yüksek sesle çağırıp, yanıma gelin müslimânlar
diye seslenir. Acele ile, acaba ne haber var diye yanına vardık. Gördük ki,
avucu içine dişlerini doldurmuş. Ne oldu diye süâl etdik. Cevâb verdi ki,
bunlar, ağzımda olan dişlerimdir. Bu gece rü’yâmda gördüm. Kıyâmet kopmuş. Bana
da susuzluk ârız olmuş ki, helâk olmak üzereyim [ölmek üzereyim]. Mahşer yerine
giderken bir büyük havuz gördüm. Kenârında yaşlı, nûr yüzlü biri durur.
Gelip-geçenlere su ulaşdırır. Yanına vardım. Süâl etdim ki, sen kimsin. Ebû
Bekr-i Sıddîkım “radıyallahü anh”, dedi. Ben dedim ki, dünyâda iken ben seni
sevmezdim. Suyundan da içmem. Sonra havuzun bir tarafını dolaşdım. Uzun boylu,
salâbetli [sağlam] ve mehâbetli [heybetli] sultân durur. Gelenlere su
ulaşdırır. Yanına varıp, dedim ki, sen kimsin. Dedi ki, Ömer-ül Fârûkum
“radıyallahü anh”. Ne dünyâda iken severdim, ne şimdi. Suyundan içmem deyip,
havuzun bir tarafını dolaşdım. Gördüm ki bir alîm ve selîm bir pîr-i mubârek
durur. Gelene ve gidene su ulaşdırır. Nûr yüzünden ışık vurur. Yanına varıp,
dedim, sen kimsin! Ben Osmân-ı Zinnûreynim “radıyallahü anh”. Ben dedim. Seni
dünyâda sevmezdim. Suyundan da içmem. Havuzun o köşesini de dolaşdım. İri
yapılı, orta boylu, uzun sakallı ve şecâ’at ve mehâbetli [heybetli] ve
cesâretli bir sâhib-i se’âdet su ulaşdırır. Havuz kenârına, yanına vardım.
Dedim ki, sen kimsin. Dedi ki, Aliyyül mürtedâyım “radıyallahü anh”. Ben hemen
mubârek ayaklarına düşüp, yüzümü ve gözümü sürdüm. Dedim ki, sultânım, meded
bana. Bir içim su ihsân et ki, gâyet susamışım. Buyurdu ki, yukarıda benim
kardeşlerime rast gelmedin mi. Ben dedim, evet rast geldim. Lâkin ben onları
sevmiyorum. Sularını da içmedim. Seni severim. Suyundan içmek isterim, deyince,
İmâm hazretleri “radıyallahü teâlâ anh” benim sûratıma bir tokat vurdu ki, o
ızdırâb ile uyandım. Bütün dişlerim avucumun içine düşdü. Ey müslimânlar, bu âna
kadar dalâlet yolunda idim. Allahü teâlâya hamd ol-
sun ki, Allahü Sübhânehü ve teâlâ
şimdi hidâyet edip, doğru yola kavuşdum, deyip, çihâr yâr-i güzînin muhabbetini
kalbinde ihlâs ile yerleşdirdi. Rübâi:
Gördüğü rü’yâda ki, döküldü bütün dişleri,
Se’âdet yolunu buldurdu, dökülen bu dişleri.
Zebânîler ona ateşi hâzırlamışlar iken,
Böylece kurtuldu o elîm ateşden!
Altıncı Menâkıb: Bir râfizî, ayakkabısının ökçesine, Ebû Bekr, Ömer ve
Osmân “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerinin ismlerini kazdırmışdı. Bir yola
giderken basdığı yerde bu serverlerin ism-i şerîfleri okunurdu. Bir mü’min
muvahhid kimse, onun ardında gelirdi. O serverlerin ismlerini görünce izin
tutup gitdi [ya’nî o izi ta’kîb etdi]. Mel’ûn râfizî ana yoldan çıkıp, bir
ormana sapmış. Bir ağaç gölgesinde uyumuş. O mü’min sofî de izleyip giderken,
yoldan sapdığını görünce, o da ormana teveccüh edip [girip], o râfizîye erişip,
gördü ki, yüzü üzerine yatmış. Ayakkabılarının altında o üç din büyüğünün ism-i
şerîflerini kazımış gördü. Diledi ki o râfizîyi öldürsün. Yine düşündü ki,
belki, bu ismlerin yazıldığından haberi yokdur, sorayım, dedi. Şî’î gözlerini
açdı. Gördü ki, başı üzerinde bir sofî durur. Sofî sordu ki, ayaklarının
altında olan ism-i şerîflerden haberin var mıdır. Mel’ûn râfizî, kötü sözler
söylemeğe başlar. Sofînin yanında da bir gizli kılıncı var imiş. Çıkarıp
(Bismillâhirrahmânirrahîm) deyip, râfizîyi öldürür. Kılıncı kınına koyup,
râfizînin murdar leşini sürüyüp, bir çukura koyar. Üzerine biraz çör-çöp
bırakır. Sonra yoluna revân olur. Biraz yol gider. Karşıdan çok heybetli dört
atlı görünür. Sofîyi görürler. Üzerine at salıp, derler ki, sen adam
öldürmüşsün, kanlısın. Çabuk leşini bize göster. Sofî feryâd eyledi. Ben
fakîrim, kâtil değilim, nice-nice özr ve behâne ederse de, gördü ki ellerinden
kurtulamadı. O dört atlının arasından birisi göğsüne harbesini dayayıp dedi ki,
dön geri, yoksa sen bilirsin. Sofî de çâresiz önlerine düşüp, o mel’ûnun murdar
leşini gömdüğü çukura gelir. Üzerinde olan çalıyı kaldırdığı gibi, bakdı ki,
râfizînin yerinde bir büyük domuz leşi yatar. Sofî onu gördüğü gibi, hayret
edip, tefekküre vardı. Ondan sonra bu dört atlı sofîye dediler ki, sana müjde
olsun ki, Allahü teâlâ senin cümle günâhlarını afv etdi ve Cehen-
nem ateşinden âzâd etdi. Cenneti
nasîb kıldı. Sofî de şâd ve mesrûr olup, onlara sordu ki, siz kimlersiniz.
Onlar buyurdular ki, birimiz Ebû Bekr ve birimiz Ömer ve birimiz Osmân, evvelce
göğsüne harbeyi koyan da hazret-i Alîdir “radıyallahü anhüm”. Sofî de Allahü
tebâreke ve teâlânın bu ihsânına şükr edip, şâd ve handân olarak yoluna gitdi.
Yedinci Menâkıb: Bir zemânlar bir tâcir var idi. İsmine Eyyûb bin Hasen
derler idi. Pâdişâhlardan birine ba’zı kumaş ve meta’ satmak için huzûruna
varır. Tesâdüfen o sırada pâdişâh; emîr-ül mü’minîn Ebû Bekr, Ömer ve Osmân
“radıyallahü teâlâ anhüm” hakkında uygun olmıyan kötü sözler söyler. Tâcirin
gönlüne bu sözler hoş gelmez! Pâdişâha nasîhat etmek ister. Sonra, o sultânlara
[üç halîfeye] dil uzatan zâlimlerden hayr gelmez, belki söylersem beni öldürür;
deyip, işini görüp, gider. O gece Server-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretlerini rü’yâsında görür. O pâdişâhı da orada, huzûrlarında durmuş
görür. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri, tâcire iltifât edip, buyurur ki: (Benim Eshâbıma uygunsuz
sözler [kelimeler] söyliyen bu mudur.) Evet yâ Resûlallah diye cevâb verdikde,
bunu katl eyle diye öldürülmesini emr buyurur. Ben dedim, (Yâ Resûlallah! Bir
nesne yokdur ki onu katl edeyim.) Resûl-i ekrem
hazretleri tâcirin eline bir bıçak verir. Tâcir de emr-i şerîfine itâ’at edip,
şahsı boğazlar. Rü’yâdan uyanıp, bu rü’yâyı varıp, şâha anlatmak ister.
Serâyının kapısına varır ki, ağlamak ve feryâd sesleri işitir. Bu hâl nedir diye
sorar. Cevâb verirler ki: Bu gece pâdişâhı yatağında katl etmişler.
Sekizinci Menâkıb: Tebriz şehrinde bir râfizî vardı. Dâimâ işi-gücü bu üç
serveri seb’ etmek [kötülemek] idi ve bunlara buğz ve adâvet etmek idi. Bir
gece rü’yâsında gördü ki, kıyâmet kopmuş. Bütün mahlûklar ayak üzere durur. Herkes
hayret içinde gezerken, buna gâyet susuzluk ârız olmuş. Mahşer yerinde gezip,
su ararken gördü ki, bir alay adam geçer. Aralarında bir mubârek âdem vardır.
Elinde bir maşrapa tutar. Durmayıp, su dağıtır. O râfizî derhâl o ihtiyâr
kişinin önüne vardı. Bana da su ver, dedi. O nûr yüzlü kişi su verdi. İçeceği
sırada o pîrin ism-i şerîfini sordu. Dediler ki, bunun adına Ebû Bekr-i Sıddîk
“radıyallahü teâlâ anh” derler. Ne
zemân ki o mubârek ismi işitdi. Suyu içmeyip geri verdi. Ondan sonra bir alay dahâ
geldi. Onların aralarında bir nûrânî ve vakâr sâhibi adam var. Elinde bir
maşrapa su tutar. Durmayıp mahşer yerinde istiyene su verir. O râfizî onun
yanına varıp, su istedi. O da maşrapayı sundu. İçeceği zemân onun da, ism-i
şerîfini sordu. Dediler, bunun adına Ömer-ül Fârûk derler. Ne zemân Ömer-ül
Fârûkun ism-i şerîfini işitdi. Suyu içmeyip, geri verdi. Ondan sonra bir alay
dahâ adam geldi. Onların aralarında bir nûr yüzlü adam var. Elinde bir maşrapa
ile su tutup, durmayıp ulaşdırır. O râfizî onun yanına varıp, su istedi. O da
eline su verdi. İçeceği zemân ism-i şerîfini sordu. Dediler ki, bunun ismine
Osmân-ı zinnûreyn “radıyallahü teâlâ anh” derler. Osmân-ı zinnûreynin ism-i
şerîfini işitdi. Suyu içmeyip, geri verdi. Ondan sonra bir alay dahâ adam geldi.
Onların aralarında, büyük, heybetli, se’âdet sâhibi bir zât var. Elinde bir
maşrapa su tutar. Durmayıp, dağıtır. O râfizî derhâl yanına varıp su istedi. O
zemân onun da ism-i şerîfini sordu. Dediler ki, bunun adı Aliyyül mürtedâdır
“radıyallahü teâlâ anh”. Aliyyül mürtedânın ism-i şerîfini işitdi. Mubârek
ayaklarına düşüp, meded yâ Alî, bana da su ver diye feryâd etdi. Hazret-i Alî
“kerremallahü vecheh ve radıyallahü teâlâ anh” ona, önce geçen büyüklerden
niçin su taleb edip, içmedin diye sordu. O râfizî dedi ki, ben dünyâda iken
onları sevmezdim. Dâimâ buğz ve adâvet ederdim. Onların sularından da içmem.
Ben seni severdim. Senin âşıklarındanım, dedi. Hazret-i Alî “kerremallahü
vecheh” iki mubârek parmaklarını o râfizînin gözlerine sokup, iki gözünü de
çıkardı. O acı ile uykudan uyanıp, kendini kör buldu. Hattâ ba’zı kimselerden
mervîdir ki, merhûm Sultân Süleymân “aleyhirrahmetü rabbihül gufrân” acem
[Îrân] seferinde o köre Tebrîz sokaklarında rast gelmişdir ki, süâl edip, bu
vak’âyı bizzat kendinden, olduğu gibi işitmişdir. Yapdığı işe pişmân olup,
dâimâ tevbe ve istigfâr ederdi. Ve halka nasîhat ederdi.
Dokuzuncu Menâkıb: Bir mü’min muvahhid ile bir râfizî, Mekke-i Mükerremeye
giderken yol arkadaşı oldular. O mü’min, râfizîye herhâlde nasîhat eder ve
derdi ki: (Gel bu râfizîlikden ferâgat eyle, bunun sonu nedâmetdir
[pişmânlıkdır].
Dünyâda
yüz karalığıdır ve âhıretde hasretdir. Göz göre göre niçin kendine kıyarsın. Ve
cânını Cehennem ateşine atarsın. Molla Câmî “kuddise sirruhüssâmî” hazretlerinin
kıt’asını râfizîler hakkında işitmemişmisin. Bu kötü fi’lden vazgeç. Yoksa son
pişmânlık fâide vermez. İşitmedim ki, bir kimse Çihâr yâr-i güzîn “rıdvânullahü
teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerini sevmese; Allahü tebâreke ve teâlâ saklasın;
o kimse nasîhat almayıp, aslâ ona tenbîh te’sîr etmez.) Gördü ki, insâfa
gelmedi. Hem meşhûrdur: Cühûd îmâna gelmez! Mülhid kişi tevbekâr olmaz! O
mü’mine nisbet için, râfizî i’tikâdından vazgeçmedi. Nasîhatlarını maskaralığa
aldı. Hikmet-i Rabbânî, Kâ’be-i şerîfeye yaklaşdıklarında, bir hınzır göründü.
Hemen o mel’ûn râfizî deve üzerinde iken, Allahü teâlânın emri ile hınzır
şeklinde olup, deve üzerinden yere atlayıp, hınzırlara karışıp, onlar ile
gitdi. Bütün hâcılar bu ahvâli görüp, ibret aldılar. Aklı olan kimse bu kıssadan
hisse alıp, çihâr yâr-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerine
karşı, zerre mikdârı buğz ve adâvetden kalbini pâk edip, hem çihâr yâr-i güzîn
sevgisi ile kalbini doldurur.
Onuncu Menâkıb: Bir zemânda bir yehûdî bir râfizî ile çekişip, dövüşürler. Allahü
teâlâ kelbi [köpeği] hınzır [domuz] üzerine musallat eder. Yehûdî râfizînin
gözünü çıkarır. Râfizî yehûdînin eteğine yapışıp, mahkemeye götürüp, kâdî
huzûruna varırlar. Râfizî der ki, bu yehûdî benim gözümü çıkardı. Efendi hazretleri,
hakkımı bu yehûdîden alıver. Kâdî efendi, yehûdîye ıtâb edip, bre mel’ûn, bu
kişinin gözünü niçin çıkardın, dedi. Yehûdî dedi, sultânım işitdim ki, rûz-i
mahşerde râfizîler yehûdîlerin merkebi olup, yehûdîler üzerine binip, Cehennem
ateşine varırlar. Benim o gün bineğim bu olsun diye gözünün birini çıkardım.
Zîrâ hâfızam za’îf ve görüşüm azdır. Şâyed o günde teşhîs etmem güç olup ve
yaya olarak Cehenneme varmakdan ise, bir gözlü merkebe binmek iyidir, dedi.
Kâdî efendi ve meclisde hâzır olanlar yehûdînin bu ilzâmından hoşlandılar ve
râfizîye ta’zîr eylediler [azarladılar]. Muhakkak râfizîlerin Allahü teâlâ
katında ve insanlar yanında bütün milletden kötü olduklarında şübhe yokdur.
Zîrâ kâfirlerin inâdları bâtıl da olsa birer cevâbları vardır. Ammâ bu mel’ûnların
aslâ bir delîlleri yokdur. Ondan dolayıdır ki, hazret-i Molla Câmî “kuddise
sirruhüssâ-
mî” râfizîler hakkında şöyle
buyurmuşdur: Kıt’a:
Râfizî
olur kıyâmetde yehûdî eşeği,
Yeder onu mülhid câhil, tutup elinde yularını.
Nasrânî
elinde bir demir çomak ile,
Sürer onu tâ o menzile dâr-el bevâr.
Nice
yüzbin la’net o Hakdan, Resûlden de,
Eşeğe
binene yedene sürene ki var.
Râfizîler
kıyâmet gününde başka bir bölük olup, süâlsiz ve azâbsız Cennete dâhil olalım
diye ümîd edip, doğru Cennetin yolunu tutup, giderler. Cennet kapılarından bir
kapıya varırlar. Görürler ki, kapıda Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh”
hazretleri durur. Durmadan kevser şerâbını ehl-i islâma içirir. Râfizîler
hazret-i Ebû Bekri görünce derler ki, dünyâda iken biz bunu sevmezdik. Şimdi de
bunun olduğu kapıdan Cennete girmeyiz. Ve bunun elinden kevser şerâbını
içmeyiz. Oradan dönüp Cennetin bir başka kapısına varırlar. Görürler ki, o
kapıda hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” durur. Durmadan mü’minlere kevser
şerâbı içirir. Tekrâr o hınzırlar derler ki, dünyâda iken biz bunu sevmezdik. Şimdi
bunun olduğu kapıdan Cennete girmeyiz. Ve kevser şerâbını da içmeyiz. Oradan
dönüp, bir başka kapısına varırlar. O kapıda Osmân “radıyallahü teâlâ anh”
hazretleri durur. Müslimânlara kevser şerâbı içirir. Tekrâr o murdârlar derler
ki, dünyâda iken biz bunu da sevmezdik. Onun olduğu kapıdan da Cennete
girmeyiz. Bunun da elinden kevser şerâbını içmeyiz. Oradan da dönüp, Cennetin
bir başka kapısına varırlar. Görseler ki, o kapıda duran İmâm-ı Alî “radıyallahü
teâlâ anh” hazretleridir. Bunlara sorar ki, hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer ve
hazret-i Osmânın “radıyallahü teâlâ anhüm” kapılarına uğramadınız mı? Onlardan
kevser şerâbını içmediniz mi? Onlar derler ki, Onları biz dünyâda iken
sevmezdik. Onun için biz bugün de onların şerâblarından da içmedik. Onların
kapılarından Cennete girmedik. Dünyâda iken biz seni severdik. Senin elinden
kevser şerâbını içmek isteriz. Senin kapından Cennete girmek isteriz. Alî
“radıyallahü teâlâ anh” hazretleri bunları red eyleyip, bre mel’ûnlar! Bilmez
misiniz ki onlardan tezkire alma-
yınca kimseyi Cennete koymam ve
kevser şerâbını içirmem. Yıkılın buradan, buyurur. Hazret-i Alîden yüz
bulamayınca, can başlarına sıçrar. Bilirler ki, yanlış yola gitdiklerinden belâya
uğradılar. Yapdıkları işe pişmân olup, nedâmetler çekerler. Velâkin bu
pişmânlıklarının fâidesini görmezler. Bu felâketde iken her râfizîye birer
yehûdî havâle olunur. Şimdiye dek sizleri ararız, nerede gezersiniz, derler.
Yine o hâlde birer nasrânî de gelerek, birer râfizînin sakalını tutup,
çeke-çeke mahşer yerinin temâmını gezdirirler. Bütün mahşer halkı arasında
rüsvay olurlar. Ondan sonra Allahü teâlâ korusun, azâb için zebânîler gelir.
Temâmını bu hâl ile Cehenneme götürürler. Beyt:
Ni’metleri fânî olan bu denî dünyâyı aşağı tut,
Sonu pişmânlık olan işi yapma.
Mahşer
ehli bunlardan yüz dönüp, nefret ederler.
Onbirinci Menâkıb: Din büyüklerinden biri rivâyet eder. Medâyinde
bulunuyordum. Her nerede bir kimse vefât etse, varıp ona kefen sarardım. Bir
kimse gelip dedi ki, Kûfe ehlinden bir kervân geldi. Aralarında biri vefât
etdi. Gelip kefen sarasın. Hizmetçimi kefen almağa gönderdim. Ben o kimsenin
meyyitini görmeğe vardım. Yanına vardım. Gördüm ki, vefât eylemiş. Karnı
üzerine bir kerpiç koymuşlar. Âniden o meyyit kalkıp oturdu. Feryâd edip, dedi
ki, yazıklar olsun bana, vay bana. Ben dedim ki, (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah) söyle. Bana dedi ki, bu kelime-i şerîfeyi
demenin fâidesi yokdur. Zîrâ ben kavmim ile olurken, Ebû Bekr ve Ömer ve Osmân
“radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerine dil uzatıp, uygunsuz sözler söylerlerdi.
Ben de onlara uyar, söylerdim. Sonunda helâk oldum. Beni Cehenneme iletip
yerimi gösterdiler. Benim rûhumu geri verdiler ki, halka haber vereyim. Sakın, sakın,
o serverlere dil uzatmayın. Bu sözleri temâm etdikden sonra, tekrâr öldü. (Şevâhid-ün nübüvve)den terceme olunmuşdur.
Onikinci Menâkıb: Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” rivâyet buyurmuşlardır.
Ebû Bekr, Ömer ve Osmân “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerine uygun olmıyan
sözler söyleyen bir
kimse vardı. Bir gün yüzünde bir
yara peydâh oldu. O yara giderek yüzünü tutup, yüzünün temâmı kara oldu. Her
dürlü ilâcı denediler, şifâ bulmadı. Bütün insanların yanında rüsvay oldu.
Sonra bu şeklde öldü. Hem dünyâda ve hem âhıretde melâmet oldu [yüzü kara olmak
bedbahtlığına kavuşdu]. (Şevâhid-ün nübüvve)den
terceme olunmuşdur.
Onüçüncü Menâkıb: Büyüklerden biri rivâyet eder. Çocukluğumda râfizî bir
hocam var idi. Beni de râfizî yapmışdı. Bir gece rü’yâmda kıyâmet kopmuş.
Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri huzûrlarına ve
mubârek hâk-i pâyelerine bütün halk toplanmış, şefâ’at ricâ ederler. Ben de
huzûrlarına vardım ki, şefâ’at isteyeyim. Gördüm, sağ yanında nûr yüzlü, selîm
ve hilm sâhibi ihtiyâr durur. Sol yanında bir mubârek kimse durur. O da
şecâ’atlı ve bahâdır ve mubârek yüzü nûrlu bir kimsedir. Hemen beni gördüler.
Dediler ki; yâ Resûlallah! Bu adam bizden ne ister ki, her gün bize dil
uzatıyor, biz bu adama ne yapdık. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri mubârek elini uzatıp, beni
tutmak istedi. Ben kaçdım. Bu ızdırâb ile ve bu korku ile uykudan uyandım.
Gördüm ki, bütün saçım ve sakalım ve kaşım ve kirpiğim dökülmüş. Dört ay dışarı
çıkamadım. Dünyânın ilâcını kullandım. Aslâ fâide vermedi. Bir gün dostlarımdan
biri beni görmeğe geldi. Benim hâlimi sordukda, ben de ahvâlimi olduğu gibi
anlatdım. O da dedi ki, sen meğer Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine salevât getirmekden
habersizsin. Birkaç gün salevât-i şerîfe getirmeğe devâm eyle ve Eshâb-ı güzîn
“rıdvânullahi aleyhim ecma’în” hazretlerine, derûn-i dilden [kalbden] muhabbet
eyle. Yapdığın kabâhatlere tevbe ve istigfâr eyle. Ümîd edilir ki, kısa zemânda
bu belâdan kurtulup, halâs olursun. Hemen ibrik getirtip, abdest alıp, sonra
iki rek’at nemâz kılıp, hâlis niyyet ile etdiğim işlere nâdim olup, tevbe ve
istigfâra meşgûl oldum. Bir hafta temâm olmadan saçım ve sakalım, kaşım ve
kirpiğim çıkıp, evvelkinden de çok oldu. Onun için, bu sultânlara ihânet üzere
olanlar, dünyâda ve âhıretde sıkıntıdan kurtulamazlar. (Şevâhid-ün nübüvve)den terceme olunmuşdur.
Ondördüncü Menâkıb: İmâm-ı Müstagfirî (Delâil-i
Nübüv-
ve) adlı kitâbında yazmışdır.
Büyüklerden birisi rivâyet eder. Üç nefer kimse Yemen diyârına doğru yola
çıkdılar. Bu müslimânlara bir de râfizî katılmış idi. Râfizî, O serverler
[Eshâb-ı kirâm] hakkında uygunsuz kelimeler söylerdi. Bu müslimânlar ona her ne
kadar nasîhatlar etdiler ise de aslâ te’sîr etmeyip, râfizî devâm ederdi.
Berâberce birgün bir menzile kondular. Bir mikdâr istirâhat etdiler. Bir
zemândan sonra uykudan uyanıp, abdest almağa kalkdılar. O bedbaht maymûn gibi
yatarken, onu da uyardılar. Hemen uykudan uyandı. Âh, âh, herhâlde ben bu
menzilde kalsam gerekdir, dedi. Müslimânlar dediler ki, bu menzilde niçin
kalacaksın, aslâ olmaz. O bedbaht dedi ki, Peygamberi “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” rü’yâda gördüm ki, başımın ucuna geldi. Bana dedi ki, bre bedbaht,
bu menzilde senin sûretin değişse gerek. Bu müslimânlar dediler ki, ne
durursun, kalkıp, abdest alıp, tevbe ve istigfâra meşgûl olup, niyâzda bulun. O
da ayaklarını toplayıp, kalkmak istedikde, o ân Allahü teâlânın emri ile iki
ayak parmakları değişikliğe uğrayıp, maymun parmakları gibi oldu. Ondan sonra
topuklarına kadar değişdi. Ondan sonra dizine kadar, ondan sonra kuşağına
kadar, ondan sonra göğsüne kadar çıkdı. Sonra, temâm vücûdu maymûn oldu.
Müslimânlar bu hâli görünce, tutup sıkıca devenin üzerine bağladılar. Yemene
yakın vardıkda, akşama yakın bir meşelik yere uğradılar. Orada çok maymûn
vardı. Hemen maymûnları gördü. Deve üzerinden zorlayıp, bağlarını kırıp, yere
indi. Varıp o maymûnlara ulaşdı. Biz de maymûnlardan korkduk ki, bize hücûm
edecekler diye. Sonra gördük ki, bütün maymûnlar yakın yere gelip, durdular.
Değişikliğe uğrayan aralarından ayrılıp, bize karşı gelip, durdu. Gözlerinden o
kadar yaş akdı ki, vasfa gelmez [anlatılamaz]. Sonra diğer maymûnlara karşı
gitdi. Şimdi aklı olan kimselere hemen bu ibret yeter. Nerede kaldı ki, o
büyükler hakkında nice âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf
vardır.
Yâ Rab, lutfün ile dâimâ bize doğru yolu göster,
Sapık yolları değil, sana varan yolu göster.
Onbeşinci Menâkıb: Büyüklerden biri Şâm şehrine uğrar. Bir mescidde sabâh
nemâzını kılar. İmâm nemâzı kıldıkdan sonra, arkasını mihrâba dönüp, Ebû Bekr,
Ömer ve Osmân
“radıyallahü teâlâ anhüm”
hazretlerinin haklarında uygunsuz sözler söylemeğe başlar. O büyük zât, imâmdan
bu sözleri işitince çok üzülüp ve mahzûn olarak kalkıp, yoluna gider. Bir
seneden sonra yine yolu Şâm şehrine uğrar. Tekrâr o mescide varıp, sabâh
nemâzını kılar. Nemâzı kıldıkdan sonra, imâm olan kimse, arkasını mihrâba
dönüp, O serverlerin [Ebû Bekr, Ömer, Osmân “radıyallahü teâlâ anhüm”
hazretlerinin] büyüklüklerinden bahs etmeğe, onları medh etmeğe başlar. O büyük
zât, cemâ’atden birine süâl eyler ki, bu imâm geçen sene o serverlerin
şânlarına uygunsuz sözler söyledi. Şimdi de medh ve senâ eyledi. Sebebi nedir.
O müslimân dedi ki, evvelki imâmı görmek ister misin. O büyük zât dedi, görmek
isterim. O da önüne düşüp, bir odaya girdiler. Gördü ki, bir siyâh köpek,
boynundan zincir ile bağlı, yatar. O büyük dedi ki, bu kelb [köpek] nedir. O
müslimân dedi ki, geçen seneki imâm budur. O din büyüklerine hâşâ, uygunsuz
sözler söylerdi. Bir gün arkasını mihrâba dönüp, kötü âdeti üzere kötü sözler
söylerken, değişip, bu sûrete girdi. O büyük yanına varıp, sen geçen seneki
imâm mısın. O da eli ile başına işâret edip ve gözlerinden yaş akıtdı. Bu büyük
de, Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretlerine şükr edip, işte cezânı buldun, dedi. (Şevâhid-ün nübüvve)den terceme olunmuşdur.
Onaltıncı Menâkıb: Gâzîlerden biri rivâyet eder. Bir gazâda, cemâ’at ile
gazâya giderken, aramızda Benî Temîmden Ebû Hayyân nâmında bir kimse vardı. O
serverlerin haklarında uygun olmıyan çirkin sözler söylerdi. Hepimiz o mel’ûna
nasîhat ederdik. Fâide etmeyip, uslanmazdı. Yolda bir hâkim var idi. Yolumuz
ona uğradı. Hâdiseyi hâkime açıkladık. Hâkim bize dedi ki, o kimseyi benim
yanımda bırakın. Mümkindir, onu ıslâh edeyim. Bir zemândan sonra yola
müteveccih olup, giderken, o bedbahtı gördük ki, arkamızdan yetişdi. O mel’ûn
kişiye hâkim hil’at giydirip, bir at bağışlamış. Ardımızdan yetişdi. Bize
eziyyet vermek maksadı ile yine o serverlere uygunsuz sözler söylemeğe başladı.
Bize karşı, ey Allahın düşmanları, beni nasıl buldunuz, dedi. Biz de dedik ki,
ey bedbaht ve nasîbsiz kimse, bizden uzak ol. Yanımızda yürüme. Tâ ki senin
nasîbsizliğin bize de bulaşmasın. Hepimiz üzerine yürüdük. Kovduk. Bizden uzak
yürüdü. Mel’ûn, kazâ-i hâcet sebebi ile, yoldan sa-
pıp, bir yerde otururken, kızıl
arılar üzerine hücûm etmişler. Mel’ûn feryâda başlayıp, bizden yardım
istedikde, biz de şâyed bundan kurtulursa, insâfa gelir diye, bu niyyet ile
yardıma vardık. Yanına vardığımızda, o arılar bize hücûm edip, az kaldı ki,
hepimizi helâk edecekler. Biz de sokmalarına tâkat getiremeyip, çâresiz geriye
kaçdık. O arılar da bize saldırmayı bırakıp, yine o bedbaht kişinin [râfizînin]
üzerine saldırıp, bir sâatde gövdesinin etini delik-delik edip, bağıra-bağıra
ölüp, cânı Cehenneme gitdi. Biz de bir yerde durup, bunun ahvâlini seyr ederken
ve birbirimiz ile söyleşirken, gaybdan bir ses işitdik ki, çihâr yâr-i güzîni
sevmiyen kişinin dünyâda cezâsı budur. Âhıretde yakalanacağı azâbların şiddeti
ve nihâyeti yokdur, diyordu. (Şevâhid-ün nübüvve)den
terceme olundu.
Onyedinci Menâkıb: Şeyh-i Ekber [Muhyiddîn-i Arabî] “kuddise sirruhül’azîz”
hazretleri (Fütühât-ı Mekkiyye) adlı
kitâbında zikr etmişdir. Evliyâullahdan bir tâife vardır ki, Recebîler derler.
Onlar kırk kişi olup, fazla ve eksik olmazlar. Onların hâli Receb ayının ilk
gününde öyle olur ki, sanki gökler üzerine konulmuşdur. Harekete mecalleri
olmaz. Ne ayak üzerine durabilirler ve ne oturabilirler. Ellerini ve ayaklarını
değil, gözlerini harekete kâdir olamazlar. Recebin ilk gününde öyle olurlar.
Ammâ günden güne o hâlet bunlardan kalkar. Şa’bân ayı girince, temâmen o hâlden
kurtulurlar. Onlara Recebde Allahü teâlânın izni ile çok keşf ve nihâyetsiz
tecellîler olur. Şa’bân ayı girince bu hâller onlardan kalkar. Ba’zan o
hâllerin ba’zısı o tâifenin ba’zısında sene temâm oluncaya kadar bâkî kalır.
Hazret-i Şeyh “rahmetullahi teâlâ” der ki, o tâifeden birini gördüm ki, onda
râfizînin keşfi bâkî kalmışdı. O Recebî, râfizîleri hınzır şeklinde görürdü.
Ba’zan olurdu ki, hâli örtülü bir kişiye, hiç kimsenin mezhebini bilmediği
kimseye uğrardı. Eğer o kişi râfizî i’tikâdında ise, hınzır sûretinde görürdü.
O şahsı taleb ederdi. Ona nasîhat ederdi. Tevbe etmesini ve Allahü teâlâ
hazretlerine rücû’ etmesini ve râfizî olduğunu söylerdi. O şahs teaccüb ederdi.
Eğer tevbe ederse ve tevbesinde sâdık olursa, onu insan sûretinde görürdü.
Derdi ki, doğru söylersin. Eğer yalan söylüyorsa, o şahsı yine hınzır sûretinde
görürdü. Tevbe etmedin. Yalan söylüyorsun, derdi. Bir gün, şâfi’î mezhebinde
olan ve iyi olarak bilinen iki kimse ona geldiler. Hiç kimse onların
râfizî i’tikâdında olduğunu zan
etmezdi. Şi’â cemâ’atinden de değiller idi. Lâkin o mezhebi seçmişler idi. O
iki mu’temed kimse, o azîze [büyük zâta] vardılar. Bunları dışarı çıkarın,
buyurdu. Sebebini sordular. Buyurdu ki, ben sizi hınzır sûretinde görürüm. Bu
benimle Hak Sübhânehü ve teâlâ arasında bir alâmetdir ki, râfizîleri bana bu
sûretde gösterir. Bu ma’nâdan te’accüb edip [şaşırıp], hemen o bâtıl mezhebden
ve fâsid i’tikâddan temâmen dönüp, kurtuldular.
Onsekizinci Menâkıb: O sultânın haklarında edebsizlik etmiş ve uygunsuz sözler
söylemiş olan râfizî tâifesinin cezâları. Hâce Muhammed Pârisâ “kuddise
sirruhül’azîz” hazretleri (Fasl-ül-hitâb) adlı
kitâbda buyurmuşdur. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” buyurmuşlardır ki: (Bir
tâife beni Ebû Bekr, Ömer ve Osmân “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerinin
üzerlerine tafdîl ederler [üstün tutarlar]. Gönüllerinde nifâk vardır. Bununla
ehl-i islâm arasına ihtilâf ve fitne salarlar. Bana Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri haber verdi. Bunların katli ile
bana emr eyledi. Zâhiren ehl-i islâma kardeş olduklarını söylerler.
Bâtınlarında din düşmanıdırlar. Yalanı güzel, kötülükleri temiz görürler.
Mushaf-ı şerîfi iptâl ederler. [Kur’ân-ı kerîmin hükmünü kaldırırlar.] Fücûr
[kötülük] üzerine birbirleri ile yarışırlar. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine ve Eshâb-ı kirâm hazretlerinin
büyüklerine seb’ ederler. [Dil uzatırlar.] Eshâb-ı kirâm arasında olan
vâkı’aları anlatıp, anladıklarına tâbi’ olurlar. Hak Sübhânehü ve teâlâ
hazretleri onları afv etmez. Küçükleri büyüklerinden bozuk fikrleri öğrenip, o
şeklde terbiye olunurlar. Sünnet-i islâmı harâb ederler. Bid’at-ı seyyieleri
ihyâ ederler [yayarlar]. O zemânda Resûlullahın
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” sünnetine yapışan kimse şehîdlerin ve
âbidlerin efdalidir. Se’âdet onlarındır. Yeryüzünde râfizîden dahâ
hoşlanılmıyan kimse yokdur. Yerin gadabı onlaradır. Gök istemiyerek onların
üzerine gölge verir. O tâifenin âlimleri o günde gök altında olan kimselerin
şerlisidir. Fitne onlardan çıkar ve onlarda olur. Allahü teâlâ korusun. Onlar
şu kimselerdir ki, gökdeki melekler arasında pislikler diye adlandırılırlar.
Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerini meclislerinde
ve mahfellerinde ve mescidlerinde seb’ ederler [kötülerler]. Bu habîs işi
kendilerine
şi’âr ederler. Hikmet kalblerinden
gider. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri râfizî, bid’at ve dalâlet ehlinin şekllerini
değişdirir.)
Eshâb-ı
güzîn bu sözleri işitdiler. Dediler ki, (Yâ Emîr-el mü’minîn. Eğer biz o zemâna
erişirsek ne yapalım.) Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, (Îsâ
“alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” hazretlerinin havârîleri gibi olunuz.
Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, Nebîsine itâ’atden ve Eshâbına muhabbetden
ve o tâifeden [râfizîlerden] uzak olmakdan başka size bir şey emr etmemişdir.
Ben size derim, Hak ve sünnet üzerine olmak, bid’at ve dalâlet üzerine olmakdan
hayrlıdır.)
Rivâyet
olundu ki, imâm-ı Alî “kerremallahü vecheh ve radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerine bu haber erişdi ki; Abdüllah bin Sebe’ seni Ebû Bekr, Ömer ve
Osmân “radıyallahü teâlâ anhüm” üzerine tafdîl eder [üstün tutar]. Alî
“kerremallahü vecheh” yemîn ederek (Vallahi onu öldürürüm) buyurdu. Dediler ki,
yâ Emîr-el mü’minîn! Sana muhabbet edeni katl eder misin! Elbette. Benim
olduğum şehrde olmasın. Hemen bulunduğu şehrden sürdü. (Şevâhid-ün nübüvve)den nakl olundu. Velhâsıl
Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” aralarında bu dördü [dört
büyük halîfe], mezîd-i fazîlet ve kemâl-i mekremet ve vüfûr-i ihtirâm ve
ikrâm-i tâm ve hülefâ-i nübüvvet ve uyûn-ı ehl-i hicret ve büyüklerin büyüğü ve
seçilmişlerin seçilmişi olmakla en öndedirler. Bu bâbda kıyâs yapmağa ve
düşünmeğe hâcet yokdur. Nitekim, onları üstün bilmek, büyüklerin sözü ve icmâ’
ile sâbitdir. Büyüklerin sözlerine ve icmâ’a uymak lâzımdır. Boş sözlere ve
bid’atlere uymamalıdır. Allahü teâlâ bizi bunlardan korusun. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.
Ondokuzuncu Menâkıb: Ebüdderdâ “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, Süveyde bin
Akîkden rivâyet eder. Süveyde der ki, Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine
söyledim. Ben şi’âdan bir kavm üzerine uğradım ki, Ebû Bekr ve Ömer
“radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerini naks ile zikr ederler [kötülerler].
Eğer onlar senin kalbinde olanı bilseler idi, bu sözü söylemeğe cür’et
edemezlerdi. Hemen Aliyyül mürtedâ “ker-
remallahü vecheh” buyurdu ki:
(Onlar hakkında kalbimde iyilik ve güzellikden başka birşey bulundurmakdan
Allahü teâlâya sığınırım). Sonra kalkdı. Mubârek gözleri yaş ile doldu. Elimi
tutdu. Ağladığı hâlde gelip, minbere çıkdı. Elinde beyâz ve güzel bir nesne
tutduğu hâlde, bir beliğ ve muhtasâr hutbe okudu. Buyurdu ki: Nedir o kavmlerin
hâli ki, Kureyşin iki seyyidini kötü zikr ederler. Ve bana zan ederler o şey
ile ki, ben o şeyden pâkım. Ve onların dediklerinden berîyim. Ve onların
dedikleri üzerine, onları Allah hakkı için cezâlandırırım. Onları mü’min
olanlar sevmez. Onlara ancak fâcirler buğz etmez. Her kim ki o ikisini sever.
Muhakkak beni sever. Her kim o ikisine buğz eder; bana buğz eder. Ben ondan
berîyim. Bilmiş olunuz ki, muhakkak cümle nâsın hayrlısı bu ümmetde,
Peygamberlerden sonra Ebû Bekr-i Sıddîkdır “radıyallahü teâlâ anh”. En önce
müslimân olan odur. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerine ondan sevgili yokdur. [En sevdiği odur.] Allahü
tebâreke ve teâlâ hazretleri indinde bu ümmetin en mükerremi odur. Bu ümmetde
Peygamberlerden sonra ondan efdal ve ondan hayrlı kimse olmadı. Dünyâda ve
âhıretde ondan sonra bütün insanların hayrlısı Ömer-ül Fârûkdur. Ondan sonra
Osmân-ı Zinnûreyndir. Ondan sonra benim “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”.
Allahü teâlâya benim için ve bütün müslimânlar için istigfâr ederim. [Eshâb-ı
kirâmın üstünlükleri şânlarına yakışır şeklde; (Eshâb-ı
kirâm), (Hak Sözün Vesîkaları),
(Mektûbât Tercemesi) ve (Se’âdet-i Ebediyye) kitâblarında anlatılmışdır.
Lütfen bu kitâblardan okuyunuz!]
Zâhidâ!
Aç gözün, sahraya bak da, ibret al!
Şu
direksiz kubbe-i semâya bak da, ibret al!
Görmek
istersen, Cenâb-ı kibriyânın kudretin,
her sabâh, seher vakti, dünyâya bak da ibret al!
Pâdişâh
olsan da, derler “er kişi niyyetine”,
Var,
musallada yatan mevtâya bak da, ibret al!
Bir
kefendir âkıbet, sermâye-i beğ ve fakîr,
varlığa
mağrur olan, mecnûn değil de, yâ nedir?