Hayâ
sâhibi olan hazret-i Osmân, ikrâm ve iyilik menba’ı, Kur’ân-ı kerîmin
toplayıcısıdır. Neseb-i şerîfleri, Osmân bin Affân bin Ebîl’as bin Ümeyye bin
Abdil’şems bin Abd-i Menâfdır. Neseb-i şerîfleri Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin neseb-i şerîfleri ile
dördüncü atada birleşir ki, Abd-i Menâfdır. Neseb cihetinden hazret-i Osmân,
hazret-i Ebû Bekr ile hazret-i Ömerden evvel Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ile birleşir “radıyallahü anhüm”. Künye-i
şerîfleri, islâmdan evvel Ebû Abdüllahdır. Lakab-ı şerîfleri, zinnûreyndir. İki
nûr sâhibi demekdir. Resûl-i ekrem “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin iki muhterem kerîmelerini [kızlarını]
aldığı için iki nûr sâhibi denilmişdir. Birinin ism-i şerîfi Rukayye, birinin
Ümm-ü Gülsümdür “radıyallahü anhünne”. Önce hazret-i Rukayyeyi tezvîc etdiler.
O vefât etdikden sonra, hazret-i Ümm-ü Gülsümü tezvîc etdiler. O da vefât
etdikde, hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” buyurdular ki; (Yâ Osmân! Eğer
yanımda üçüncü kızım olsaydı, onu da sana verirdim.) Nûr sâhibi, ilm
ve hilmin birleşdiği zâtdır.
Birinci Menâkıb: (Bu menâkıbı islâma gelme sebebidir.) Hazret-i Osmân
“radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. İslâma gelmezden evvel bir gün, Kureyşin
ileri gelenleri ile oturmuşdum. Bir kimse haber verdi ki, hazret-i Muhammed
Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” kerîmesi Rukayyeyi Utbeye vermiş.
Bu haberden bana hayli üzüntü geldi. Ben niçin istemedim, diye perîşân hâlde,
sıkıntı ve endîşe ile eve geldim. Gördüm ki, annem, teyzem ve akrabâdan nice
hâtunlar bir kimseyi medh ederler. Dedim ki, yâ teyzeciğim, bu medh etdiğiniz
kimdir? Dediler ki, O güzel yüzlü, konuşması tatlı bir kimsedir. Rahmân onu
bize hak dîni bildirmek ve ona çağırmak için gön-
dermişdir. Gökden inen Furkân ile
gelmişdir. Ona tâbi’ ol, putlara tapma! Bu garîb kelimeleri dinleyip, merâk
edip, dedim ki, bu kimdir, bana beyân eyle! Dedi ki, Muhammed bin Abdüllahdır.
Allahü teâlâ tarafından Resûl olarak gelmişdir. Allahü teâlânın emrlerini bize
bildirir. Bizi hak dîne çağırır. Yüzü ışık verir. Dînine giren kurtulur.
İstediği şeyler kolaydır. Ona yakın olan iyilik bulur. Bu medh sözleri kalbime
çok te’sîr etdi. Tenhâ bir yerde Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini
buldum. Hâlime bakıp, nedir fikrin, dedi. Zîrâ, firâset ehli bir büyük zât idi.
Vâki olan kıssayı beyân etdiğimde, dedi ki, yazık sana yâ Osmân! Hak din güneş
gibi açıkda iken, sen kavminin kuruyacak elleri ile yapdıkları taşdan putlara
ma’bûd demekden utanmaz mısın! Gözü görmeyip, kulağı işitmeyip, zarar ve kâra
kâdir olmıyan ilâh olur mu. Dedim ki, olmaz. Dedi, teyzen sana doğru söz
söylemiş. İşte Resûlullah, hazret-i Muhammed
Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”. Gel, seninle huzûr-ı şerîfine
varalım. Îmân getir, dedikde; o sırada Habîbullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri ve yanında hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” oraya çıka
geldiler. Hemen hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” ayağa kalkıp, onlara
karşı vardı. Mubârek kulaklarına bir söz söyledi. Sultân-ı enbiyâ “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri yanıma gelip, buyurdu ki, (Yâ Osmân! Seni
Allaha ve Cennete çağırıyorum. Ben, Allahü teâlânın sana ve bütün insanlara
gönderdiği Peygamberinizim!) Mubârek sözlerini işitdim. Kalbim îmân nûru ile
doldu. İhtiyârsız olup [düşünmeden], (Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü
enne Muhammeden abdühü ve Resûlüh) dedim. Aradan çok zemân geçmedi, Rukayyeyi
bana nikâh edip, verdi. Teyzem, islâma geldiğimi işitip, şâd ve handân olup,
çok sevinip, bu şi’ri okuyarak geldi:
Sözlerim sebebi ile Allahü teâlâ Osmâna,
Hidâyet verip, doğru yolu gösterdi ona.
Kendi fikrini bırak, uy Muhammed aleyhisselâmın sözüne,
Her sözü doğru olan, Allahın Resûlüne.
İki kızını sana verecekdir, ileride,
Dolunayın güneşe karışacak elbette.
Ba’zı
rivâyetde gelmişdir ki, hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki:
Bir teyzem vardı. İyiyi kötüden ayırabilen, kehânet ilmini bilen, başka
ilmlerden de haberi olan birisi idi. Bir gün o teyzemi görmeğe gitdim. Meğer
bir kasîde söylemiş. O kasîde içinde Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini medh ve senâ eylemiş. Hem
Peygamberliğini açıklamış. Hem ben onun kerîmesini [kızını] alıp, dâmâdı
olduğumu ve hem vezîri olduğumu açıklamış. O kasîdeyi bana verdi ve bana dedi
ki, durmayıp ve te’hîr etmeyip, var Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretlerinin huzûruna. Da’vetini kabûl edip, emrine mutî’ olup, dînine
gir. O doğru sözlüdür. Getirdiği din hakdır. Günden güne işi yüce olur [şânı
yüksek olur]. Bu sözü benden işit. Senin merteben de çok yüksek olacakdır.
Bütün dünyâda [dünyânın her tarafında] adın söylenip, hutbelerde okunur. Bu söz
gönlüme [kalbime] kâr edip [te’sîr edip], hemen putperestlik dîninden dönüp,
putları inkâr eyledim. Gönlümde hiç şâibe [şübhe] kalmadı. Oradan dönüp, yola
revân oldum. Giderken, Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine uğradım ki, Sıddîk-ı ekber “radıyallahü
teâlâ anh” ile gelirler. Meğer murâd-ı şerîfleri yanıma gelmek imiş. Server-i
Enbiyâya selâm verdim. Selâmdan sonra buyurdular ki, yâ Osmân, işitdim ki,
teyzenin sana etdiği nasîhatları ve cümle sözleri yakîn üzere ve doğrudur.
Sakın, muhâlefet etme. Allahü teâlâ hazretlerine ve bana muhâlefet etmiş
olmayasın. O sana dediği sözler, hep olsa gerekdir. Hemen gel, islâm dînini
kabûl eyle. Hazret-i Ebû Bekr de dedi ki, yâ Osmân, sana bir süâlim var. Cevâb
ver. Bu dîni, Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri getirdi. O dîne bizi da’vet etdi. Ben onu kabûl
eyledim. Bu dinde şek [şübhe] var mı, fikr eyle [düşün]. Yalanlamak mümkün
müdür. Şu tutageldiğiniz, ata ve dede dîniniz ki, bir parça taşdan kendilerinin
yontduğu, ne görür ve ne işitir, ilâh olmağa lâyık mıdır? Ben dedim, doğru söylersin,
yâ Ebâ Bekr! Hemen Resûl-i ekrem “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin mubârek ellerini öpüp, bî’at edip,
müslimân oldum. Demişlerdir ki, hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” islâma
geldikde, müslimânların beşincisi oldu.
İkinci Menâkıb: Muhyissünne imâm-ı Begavî hazretleri
(Meâlim-üt-tenzîl) kitâbında, sûre-i Bekaranın sonunda meâl-i şerîfi (Mallarını
Allah yolunda infâk edenler, dağıtanlar..) olan 262.ci âyet-i kerîmesinin tefsîrinde Kelebîden nakl
buyurmuşlar ki, bu âyet-i kerîme, hazret-i Osmân bin Affân ve hazret-i
Abdürrahmân bin Avf “radıyallahü anhümâ” hakkında nâzil olmuşdur. Abdürrahmân
bin Avf, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” huzûruna dört bin dirhem getirdi, koydu. Dedi ki, yanımda sekizbin
dirhem var idi. Dörtbin dirhemi kendime ve âileme alıkoydum. Dörtbin dirhemi
Rabbime ödünc verdim. Resûl-i ekrem “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” ona buyurdu ki, (Evinde bırakdığına ve borç verdiğine,
Allahü teâlâ bereket versin!) Ammâ Osmân “radıyallahü teâlâ anh” müslimânları
Tebûk gazâsında techîz etdi. Ticâret develerini, hevedleri ve çulları ile
berâber verdi. O iki serverin hakkında bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Abdürrahmân
bin Sümre “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, Ceyş-i Usretde hazret-i Osmân, bin
dinâr ile geldi. Ceyş-i Usretden murâd, Tebük gazâsıdır. Hazret-i Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
kucağına altınları dökdü. Ben gördüm. Resûlullah
mubârek elini altınlar arasına dâhil kılıp, karışdırdı. Buyurdu ki, (Osmâna
bundan sonra yapdıkları zarar vermez.) Allahü teâlâ hazretleri meâl-i şerîfi, (Allah yolunda mallarını sarf eden kimseler, dağıtdıkları
şeyler ile karşısındakileri ezâda ve minnetde bırakmazlar. Onların ecrini
onların Rabbi verir. Onlar için korku ve üzüntü yokdur.) olan âyet-i kerîmeyi
gönderdi. Minnet, ihsânda ve ikrâmda bulunduğu kimsenin, ben sana şunları
verdim, bu kadar şey verdim, diye verdiği ni’meti onun başına kakmak, onu
üzmekdir. Ezâ, ni’met verdiği, ihsânda bulunduğu kimseyi mahcûb etmek,
utandırmakdır. Veyâ ikrâmda bulunduğu kimseyi, hiç bilmesi îcâb etmiyen birisi
yanında ikrâm etdiğini söyliyerek utandırmakdır. Süfyân demişdir ki, minnet ve
ezâ demek, sana verdim, sen şükr etmedin, demekdir. Abdürrahmân bin Zeyd bin
Eslem dedi ki, benim babam der ki, bir şahs bir şeyi, bir kimseye bağışlasın.
Sonra baksın ki, senin selâmın onun üzerine ağır gelir. Selâmını o kimseden
önce verme. Allahü teâlâ kullarına ihsân ve iyilik etdikden sonra, başa kakmağı
harâm kılmışdır. Kullarına her çeşid ni’meti verip, onların başına kakmamayı
kendi zât-i pâkine mahsûs sıfat kılmışdır. Zîrâ kuldan minnet, kulun
iyilik etmesi, sonra başa kakması
ve üzmesidir. Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin minneti, kullarına ni’met
vererek, kullarını memnûn etmesi, hattâ ihsânını artdırması, bunları
hâtırlatmasıdır. İmâm-ı Begavî (Mesâbîh-i şerîf)de
hasen hadîslerin birinde, Abdürrahmân bin Habbâb “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerinden rivâyet etdi ki, hadîs-i şerîfin
mazmûn-ı şerîfi böyle beyân olunmuş ki, Abdürrahmân dedi, ben hâzır oldum. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri nasîhat edip, Eshâb-ı kirâmı Tebük gazvesine teşvîk ederlerdi.
Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” kalkıp, dedi ki, yâ Resûlallah! Yüz
deve, çulları ile [palanları ile] ve hevedler ile, fîsebîlillah benim üzerime
olsun! Sonra Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” yine tergîb
etdiler [teşvîk etdiler]. Yine hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” kalkıp
dedi ki, yâ Resûlallah! Üçyüz deve, çulları ile ve hevedleri ile, fîsebîlillah
benim üzerime olsun! Ben gördüm, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” minberden iner. Sonra buyurur: (Osmân
bundan sonra, nâfilelerden bir amel etmez ise de, bir be’is yokdur. Zîrâ o
yapdığı hasene ona bütün nâfileler yerine kifâyet eder.) Mutarrîzi böyle demişdir.
Üçüncü Menâkıb: İmâm-ı Begavî “rahimehullahü teâlâ” (Mesâbîh-i şerîf)de, Menâkıb-ı Osmân “radıyallahü
teâlâ anh” bâbında sahîh hadîs olarak, hazret-i Âişe-i Sıddîkadan “radıyallahü
teâlâ anhâ” nakl etmişlerdir. Hazret-i Âişe buyurdular ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”,
mubârek baldırları [topuk ile dizi arası] açık olduğu hâlde evimde yatıyordu.
Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” kapıya gelip, izn istediler. Hazret-i
Habîbullah izn verdiler. Kendileri o hâllerini değişdirmediler. Sohbete
başladıkdan sonra, hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” gelip, izn istediler.
Hazret-i Fahr-i âlem ona da izn verdiler, mubârek baldırları açık olduğu hâlde,
sohbete başladılar. Sonra hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” gelip, izn
istediler. Hemen Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri oturup, örtüsünü üzerine aldı. İzn verdi. Sonra
cümlesi kalkıp, gitdikden sonra, hazret-i Âişe “radıyallahü teâlâ anhâ” dedi
ki, yâ Resûlallah! Pederim [babam] Ebû Bekr geldi. Hiç hareket etmediniz. Ömer
geldi. Ona da aynı şeklde oldunuz. Sonra Osmân geldi. Kalkıp, esvâbınızı
[elbisenizi] ört-
dünüz. Server-i âlem “sallallahü
aleyhi ve sellem” buyurdular: (Meleklerin hayâ
etdiği kimseden ben hayâ etmez miyim.) Bir rivâyetde buyurdular ki,
(Muhakkak ki, Osmân çok hayâlı bir kimsedir. Ben ondan hayâ etdim. Eğer ona o
hâl üzere iken izn versem, içeri girip, hâcetini [arzûsunu, isteğini] bana
söylemezdi.)
Dördüncü Menâkıb: Yine (Mesâbîh)de,
menâkıbın hasen hadîslerinde, Talha bin Ubeydullah “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerinden rivâyet olunmuşdur. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Her
nebî için bir refîk vardır. Benim refîkim Cennetde Osmândır “radıyallahü teâlâ anh”.) Yine aynı bâbda
hasen hadîs olarak, Enes “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet
olunmuşdur. Enes hazretleri dedi ki, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bize bî’at-ı rıdvân ile emr etdikleri
vaktde, hazret-i Osmânı Mekke-i mükerremede, Kureyşe resûl (haberci) göndermiş
idi. Nâs (insanlar) ile bî’at etdikde, (Muhakkak ki
Osmân, Allahü teâlânın ve Resûlünün hâcetini [işini] görmekdedir!) buyurup,
mubârek ellerinin birini kendisi için, birini Osmân için kıldı. Kendileri için
kıldığı eli, hazret-i Osmân için kıldığı el üzerine koyup, hazret-i Osmân
yerine bî’at etdiler. Nakl eden der ki, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin kendi mubârek elleri hazret-i
Osmân bin Affân için, sâir insanların kendi ellerinden hayrlı oldu.
Beşinci Menâkıb: Yine (Mesâbîh)de,
[hazret-i Osmânın menâkıbı bâbında] hasen hadîslerde Mürre bin Ka’b
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden nakl olunmuşdur. Ben Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinden işitdim. Meydâna gelecek fitneleri zikr etdi. O hâlde [sırada]
kendini örtmüş biri geçiyordu. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (O fitne günü bu kişi
hidâyet üzerinde sâbitdir.) Ben kalkdım, o şahsdan tarafa bakdım. O şahs Osmân
bin Affân “radıyallahü teâlâ anh” idi. Nakl eden der ki, o şahsın yüzünü
Habîbullah hazretlerine göstererek, dedim ki, bu mudur, yâ Resûlallah! Evet,
buyurdu.
Yine o
menâkıb bâbında, hasen hadîs olarak (Mesâbîh) sâhibi
beyân etmişdir. Âişe-i Sıddîkadan “radıyallahü teâlâ anhâ”
rivâyet olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
buyurdular: (Yâ Osmân! Allahü teâlâ seni yakında halîfe yapacakdır. Seni
halîfelikden indirmek istiyen insanlar için, kendini halîfelikden azl etme!) Bu
hadîs-i şerîfden dolayı hazret-i Osmân
“radıyallahü teâlâ anh”; muhâsara olunduğu günü hilâfetden çekilmedi. Yine o
bâbda, menâkıb-ı hasende [hasen olarak] İbni Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ”
hazretlerinden rivâyet olunmuşdur: Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” fitneyi zikr etdi. Buyurdu ki, (O fitnede
Osmân mazlûm olarak katl olunur.)
Altıncı Menâkıb: Hazret-i Osmân bin Affân “radıyallahü teâlâ anh” îmâna
geldikden sonra, amcası, hazret-i Osmâna adâvet ve husûmet edip, eli ile ve
dili ile çok eziyyet yapdı. Sen Muhammedin dîninden dön diye o kadar eziyyet
yapdı ki, anlatmak ve söylemek mümkin değildir. Günlerden bir gün hazret-i
Osmânın yanına varıp, dedi ki, insâfa geldin mi. Hemen yâ dîninden dön, atan ve
dedenin dînine gir. Veyâ sana eziyyetden geri durmam. Hazret-i Osmân
“radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki; yâ amca! Bu kadar cefânın, yüz mislini de
yapsan bana, hazret-i Muhammedin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” doğru
dîninden, dönmek ihtimâlim yokdur. Boş yere zahmet çekersin, dedi. Sonra,
amcası hazret-i Osmâna eziyyet etmekden vazgeçdi. O sadâkat sâhibi, cefâdan
kurtuldu. Doğru, Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin
se’âdethânelerine vardı. Diğer Eshâb “rıdvânullahi aleyhim ecma’în” ile
Habeşistâna hicret etdiler. Hazret-i Osmân iki def’a hicret eyledi. Evvelki
hicreti, Habeşistânadır. İkinci hicreti, Medîne-i münevvereyedir. Cümle malı
ile ve menâliyle ve azîz cânı ile Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretlerinin uğruna [yoluna] fedâ olmuşdur. Hiçbir zemân da, yüz
çevirmemişdir. Din yolunda büyük hizmetler etmişdir “radıyallahü teâlâ anh”.
Yedinci Menâkıb: Hazret-i
Osmânın “radıyallahü anh” malı gâyet çokdu. Hattâ, se’âdethânelerinde üçyüz
câriyeleri var idi ki, hizmet ederlerdi. Birgün Osmân “radıyallahü teâlâ anh”
insanlık îcâbı câriyelerden birine ulaşdı. Meğer Habîb-i ekrem “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin kerîmeleri Ru-
kayye “radıyallahü teâlâ anhâ” bu
durumu anlamışdı. Kadınlık gayreti zuhûra gelip, gönülleri huzûrsuz olmuş.
Lâkin hazret-i Osmânın yüzüne vurmayıp, hemen zerâfet ile izn isteyip, babamın
se’âdethânelerine gideceğim, dedi. Hazret-i Osmân izn verdi. Ammâ içine te’sîr
edip, kalbine ateş düşdü. Kendi kendine dedi ki, Habîbullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerine varıp, benden şikâyet ederse, benim hâlim nice
olur. Ne dünyâda ve ne âhıretde yerim kalır, deyip, derhâl abdest alıp, mubârek
yüzünü ve sakalını kara toprağa sürüp, feryâd ve figân ile Hak Sübhânehü ve
teâlânın dergâh-ı âlisine tedarrû ve niyâz eyledi. Hazret-i Rukayye
“radıyallahü anhâ” da Sultân-ı kâinâtın se’âdethânelerine vardıkda, Server-i
Enbiyâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Rukayye hazretlerinin yüzünde
sıkıntı eseri görüp, süâl buyurdular ki, ey benim ciğergûşem. Nedir hâlin,
niçin sıkıntıdasın. Hazret-i Rukayye elinde olmıyarak ağlayıp, dedi ki, benim
devletli babam, sultânım. Senin şân-ı şerefine lâyık olan bu mudur ki, hazret-i
Osmân benim üzerime câriyeye baksın. Hazret-i Habîbullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem”; (ey benim kızım! Eğer Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin
rızâsını ve benim rızâmı istersen, bir ân durma, var evine ki, Osmân
hazretlerinin ayaklarına yüzünü sürüp, özr dile. Yoksa ne Hakkın huzûrunda, ne
de benim huzûrumda yerin kalır.) deyip ve bir ân durdurmayıp, hazret-i Osmânın
huzûruna gönderdi. Rukayye da emr-i şerîfine imtisâl edip [uyup], acele ile
geri evine geldi. Kapıya el vurdu. Bakdı ki, kapı kapanmış. Kapıya vurdu.
Hazret-i Osmân içeriden seslendi ki, kimdir. Hazret-i Rukayye “radıyallahü
teâlâ anhâ” dedi ki, bu za’îfe hanımındır. Gelip, hazret-i Osmân acele ile
kapıyı açdı. Özr dilemek istedi. Hazret-i Rukayye “radıyallahü teâlâ anhâ” râzı
olmayıp, mubârek ayaklarına kapanmak istedi. Hazret-i Osmân mâni’ olmak istedi.
Hazret-i Rukayye râzı olmadı. Elbette babam hazretlerinin emrini yerine
getirmeyince içeri girmem, deyip, mubârek yüzünü hazret-i Osmânın ayaklarına
sürüp ve özr diledi. Ondan sonra hazret-i Osmân secde-i şükr edip, dedi ki, yâ Resûlullahın kızı! Mâdem ki baban sana böyle vasıyyet
eyledi. Ben de Allahü teâlânın aşkına ve babanın hurmetine haremimde olan üçyüz
câriyenin temâmını âzâd etdim. Hür olsunlar, dedi. Hemen o sâat, haber getiren
melek Cebrâîl aleyhisse-
lâm, Habîbullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûr-ı se’âdetlerine geldi. Hazret-i Osmânın
“radıyallahü teâlâ anh” câriyelerini âzâd etdiği haberini getirdi. Dedi ki, yâ
Muhammed! Hak Sübhânehü ve teâlâ sana selâm eder. Ve buyurdu ki, Osmânın
yanında olan hafaza meleklerini kaldırdım. Bundan böyle hayrı ve şerri
yazılmıyacak. Ondan hesâb sorulmıyacakdır. Hesâbsız Cennete dâhil olacakdır.
Aslâ ondan birşey sorulmıyacak ve amelleri vezn olunmıyacakdır! Ey mü’min
kardeşim. Var fikr eyle, hazret-i Osmân ne mertebe sâhib-i sultân imiş
“radıyallahü anh”.
Sekizinci Menâkıb: Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” harem-i şerîfinde
[evinde] Habîbullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin
kerîmeleri Rukayye “radıyallahü teâlâ anhâ” hazretleri ile oturmuşdu.
Câriyelerden birisi, yiyecek getirdi. Hazret-i Osmân ta’âm getiren câriyenin
yüzüne bakdı. Hazret-i Rukayye farkına vardı. Hanımlık [kadınlık] gayreti
galebe edip, huzûrsuz oldu. Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” Rukayye
hazretlerinin huzûrsuzluğunu görünce, yâ Rukayye, ben o câriyenin yüzüne tama’
ile bakmadım, dedi ve yemîn etdi. Bakmamız istiyerek olmadı. Yoksa Allahü teâlâ
bilir ki, kasd ile değildir. Hazret-i Rukayye inandı, tesellî buldu, râhatladı.
Zîrâ muhakkak ki, hazret-i Osmân câriyenin yüzüne tama’ ile bakmamış idi.
Hazret-i Osmân Rukayye ile barışdıkdan sonra, hâtır-ı şerîfine geldi ki, Fahr-i
âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin kerîmesinin her ne kadar
onu incitmeğe kasdım yok ise de kalbi incindi. Bunun için keffâret vermem
gerek. Fahr-i âlem seyyid-i veledi âdem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin kerîmeleri olduğu için, bu kadarcık nesneden dolayı yüz köle âzâd
eyledi. Bu mertebe Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerini severdi. O hazretin hâtır-ı şerîfini gözetip,
ri’âyet ederdi “radıyallahü teâlâ anh”.
Dokuzuncu Menâkıb: Bir gün Resûl-i ekrem
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin yanında bir melek durdu.
Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” geçdi. Resûlullaha
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” dedi ki, bu geçen kimdir. Dediler, hazret-i
Osmândır. Hemen ki, Osmân adını işitdi. Ayak
üzerine durdu ve dedi ki, yâ
Resûlallah! Bu serverden cümle melekler hayâ eder. Ve muhabbet edip, ri’âyet
ederler ve bunun mertebesi Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin dergâh-ı
âlisinde yücedir. Bunun gibi şânı yüksek sultânı kavmi ne behâne ile cesâret
edip, katl ederler, dedi. Var kıyâs eyle ki, melekler, hazret-i Osmânı
“radıyallahü teâlâ anh” medh edip, ri’âyet ederler. Bu sevmiyenler nasıl
müslimânım derler veyâ Cennet yüzünü görmeğe ümîd ederler. Hâşâ ki, bunu
sevmiyen müslimân kâmil olamaz. Îmân-ı kâmil ile âhırete gidemez. Hazret-i
Osmânın “radıyallahü teâlâ anh” menâkıb-ı şerîfleri sayısızdır. Bizim gibi
bîçârelerin bunun gibi ulu sultânın medhini etmeğe ve menâkıb-ı şerîflerini
yazmağa ve anlatmağa ne kudreti vardır. Lâkin menâkıb-ı şerîflerini yazmakdan
murâdımız, muhabbetleri kalbimizde yerleşsin, onu sevenler zümresinden olmak
şerefine kavuşalım “radıyallahü teâlâ anh”.
Onuncu Menâkıb: Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri, (Yâ Osmân! Hak Sübhânehü ve teâlâ senin evvel ve âhır günâhını afv
etsin!) diye düâ etdi. Hak Sübhânehü ve teâlâ Habîbullah hazretlerinin düâsını
kabûl edip, hazret-i Osmânı “radıyallahü teâlâ anh” afv etdi. Nice âyet-i
kerîme hakkında nâzil olmuşdur. Hazret-i Habîbullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” (Cennet ehli, Cennetde bir burak gördüler.
Bu burak nedir, diye sordular. Hak Sübhânehü ve teâlâ azamet ve kibriyâsı ile
buyurdu ki, bu bir nûrdur. Burak değildir. Hazret-i Osmân bir hücreden [odadan] bir hücresine giderdi. Gördüğünüz o nûr,
na’lınının nûrudur) buyurdu. Yerde yürürken Cennetde nûr verirdi.
Meşhûrdur ki, hazret-i Osmân, her gecede iki rek’at nemâzda Kur’ân-ı azîmüşşânı
hatm ederdi.
Onbirinci Menâkıb: Bir gün Server-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretleri ile
otururken, haber getiren melek, hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm geldi. Dedi ki,
yâ Muhammed! Hazret-i Yûsüf-i Sıddîk aleyhisselâmın mubârek sakalına bakmak
ister isen, hazret-i Osmânın mubârek sakalına bak. Hazret-i İbrâhîm Halîlullah
aleyhisselâmın mubârek sakalına bakmak istersen, hazret-i Osmânın mubârek
sakalına bak. Her ki-
min bir Peygambere benzerliği
varsa, o kimse muhakkak ehl-i Cennetdir. Bu da Târîh kitâblarından alınmışdır.
Onikinci Menâkıb: Bir gün Osmân bin Affân “radıyallahü teâlâ anh”
hazretleri, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretlerine gelip, dedi ki, yâ Resûlallah! Kemâl-i lütfundan bu
âciz bendenizi toprakdan kaldırıp, evimizi şereflendiriniz, teşrîf buyurunuz.
Sultân-ı kâinât ve mefhar-i mevcûdât buyurdular ki, yalnız beni mi da’vet
ediyorsun, yoksa Eshâb-ı kirâmı da mı? Hazret-i Osmân dedi ki, Eshâb-ı kirâm da
gelsinler. Server-i Enbiyâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, Bilâl
hazretlerini çağırıp, buyurdu ki: Yâ Bilâl! Bütün Sahâbeye haber ver. Osmânın
da’vetine gelsinler. Kendileri kalkıp, hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” ile
hazret-i Osmânın se’âdethânelerine doğru gitmeğe başladılar. Yolda giderken,
hazret-i Osmân, Resûl-i ekremin ardınca gidip,
adımlarını sayardı. Resûlullah hazretleri
buyurdu: Yâ Osmân! Niçin sayıyorsun. Hazret-i Osmân dedi ki: Yâ Resûlallah, her
mubârek adımınız için, bir köle âzâd olsun. Da’vetden sonra bütün köleleri âzâd
oldu. Kölelerin âhidnâmelerini verdi. Şimdi ey mü’min kardeşlerim. Hazret-i
Osmânın menâkıb-ı şerîflerini düşünerek, kendi kendinize insâf ediniz ki, ne
mertebede yâr [sevgili] ve sâdık dost imiş.
Onüçüncü Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Bütün
Enbiyâ ve Mürselîn “aleyhimüsselâm” hayâtlarında iken birer kimse ile fahr
eylemişler [öğünmüşler] idi. Ben de Osmân bin Affân ile fahr eylerim
[öğünürüm]). Bir yerde de buyurdu ki, (Bütün melekler benimle iftihâr ederler.
Ben Osmân ile iftihâr ederim.) Bir yerde de buyurdu ki, (Mahşer gününde bütün
Enbiyâ ve Mürselîn “aleyhimüsselâm” eshâblarından birisini refîk edip, onunla
gezerler. Bir ân yanlarından ayrılmazlar. Ben de Osmânı refîk edinirim. Bir ân
onsuz olmam. Cennetde benim refîkim Osmân olacakdır.) Hakkında nice senâlar
edip, nice hadîs-i şerîf buyurmuşlardır. Şimdi
ey gâfil, gözünü aç! Cân-ı dilden hazret-i Osmâna “radıyallahü teâlâ anh”
muhabbet eyle. Dostuna dost, düşmanına düşman ol ki, arasat meydânında [o gün]
büyük tehlükelerden kurtulup, Cennet-i alâya vâsıl olasın. İnşâallahü teâlâ.
Ondördüncü Menâkıb: Âişe-i Sıddîka “radıyallahü teâlâ anhâ” nakl buyurmuşdur.
Bir gün Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri buyurdu ki: (Yâ Âişe! Dilerim ki, eshâbımdan ba’zısı buraya
[yanıma] gelsinler. Onlara ba’zı söyliyeceklerim vardır. Söyliyeyim.) Dedim yâ
Resûlallah! Ebû Bekri çağırayım mı? Birşey söylemedi. Bildim ki, onu dilemez.
Dedim, Ömeri çağırayım mı? Onun için de birşey demedi. Bildim ki, onu dahî
dilemez. Dedim, amcan oğlu Alîyi çağırayım mı? Ona da birşey söylemedi. Dedim,
Osmânı çağırayım mı? Buyurdular; (Çağır gelsin!) Çağırdım, geldi. Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
huzûr-ı şerîfinde durdu. Resûlullah hazretleri
ona ba’zı şeyler söyledi. Onun rengi değişdi. Ba’zı şeyler de söyledi. Rengi
eski hâlini aldı. Hazret-i Osmânın evini muhâsara etdikleri günde, ona dediler,
niçin karşılık vermezsin. Dedi ki, hazret-i Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” benim ile sözleşmişdir. Bana çok söz
söylemişdir. Ben bu belâya sabr ederim. Hazret-i Âişe “radıyallahü teâlâ anhâ”
demişdir ki, benim zannım öyledir ki, hazret-i Habîb-i ekrem “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” o vakt ona bu kıssayı haber vermişdir. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.
Onbeşinci Menâkıb: Câbir-i ensârîden “radıyallahü anh” rivâyet olundu. Bir
gün bir cenâze götürdüler. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” çekinip, nemâzını kılmadı. Süâl etdiler ki,
yâ Resûlallah! Şimdiye kadar, hiçbir cenâzeden çekinmeyip, gördüğünüz gibi
nemâzını kılardınız. Hikmeti ne oldu ki, bu meyyitin nemâzını kılmadınız.
Cevâbında buyurdular ki, (Bu şahs, benim yârim Osmâna buğz ederdi. Osmâna buğz
eden kimseye Allahü tebâreke ve teâlâ buğz eder. Bir kimseye ki, Allahü teâlâ
buğz eder. Benim onun nemâzını kılmam uygun mudur?)
Onaltıncı Menâkıb: Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyet
etmişdir. Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri
buyurmuşlardır: (Osmânın şefâ’ati ile, hepsi nâra müstehâk olan kimselerden
elbette yetmişbin kişi Cennete girse gerekdir.) Abdüllah ibni Ömerden
“radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyet olunur ki, Resûl-i
ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurmuşlar ki,
(Mi’râc gecesi
dördüncü göke ayak basdıkda, önüme
bir elma düşdü. Alıp, ikiye böldüm. İçinden bir hûrî çıkdı. Kahkaha ile
gülerdi. Süâl eyledim ki, sen kimin için yaratıldın. Dedi ki, (Zulm ile şehîd
edilen Osmân bin Affân için yaratıldım) dedi.) “Radıyallahü teâlâ anh”.
Onyedinci Menâkıb: Abdüllah ibni Mes’ûd “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet
etmişdir. Bir gazâda Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” ile hâzır idim. Zahîre bitdi. Askerde hayli üzüntü ve
sıkıntı hâsıl oldu. Server-i âlem hazretleri bu duruma vâkıf olup, buyurdular
ki, (Vallahi güneş batmadan Allahü teâlâ hazretleri size rızk gönderir.) Bu
ma’nâyı hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hemen anlayıp, Allahü teâlâ
hazretlerinin Resûlü mutlaka doğru söyler diye düşünüp, bir yerde ondört yük
zahîre buldu. Ağır behâ [yüksek fiyat] ile alıp, güneş batmadan dokuz yükünü Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerine getirdi. (Bu nedir, yâ Osmân) diye buyurdukda, dedi ki, Osmânın
Allah ve Resûlüne hediyyesidir. Seyyid-i kâinât “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretlerinin mu’cizâtı te’hîrsiz meydâna gelince, mü’minler sevinip,
münâfıklar mahzûn ve giryân oldular. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri mubârek ellerini dergâha
kaldırıp, (Yâ Rabbî, Osmâna çok ecr ver, iyiliklerine bol karşılık ver) diye
hayr düâ buyurdular.
Onsekizinci Menâkıb: (Osmân bin Affânın “radıyallahü teâlâ anh” hilâfeti.)
Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” âhırete sefer etdikleri vaktde, hilâfeti
altı serverin arasında müşâvere etdiler. Yukarıda beyân olunduğu gibi, o altı
kişiden Sa’d hazretleri orada yokdu. Talha ve Zübeyr “radıyallahü teâlâ anhüm”
i’tizâr etdiler. Bizim hilâfet ile işimiz yokdur. İstemeyiz dediler. Üç kişi
kaldı. Osmân ve Alî ve Abdürrahmân “radıyallahü teâlâ anhüm”. Abdürrahmân
“radıyallahü teâlâ anh” dedi ki: “Ben işi ikinize bırakdım.” Onlar dediler,
öyle olsun. Üç gün mühlet istediler. Abdürrahmân hazretleri o üç günde, halk
arasında gizli-âşikâr kimin halîfe olması gerekdiğini araşdırdı. Cümle halkın
hazret-i Osmân tarafına meyilli olduklarını öğrendi, tesbît etdi. (Ben Osmân
bin Affânı “radıyallahü teâlâ anh seçdim) buyurdu. Hazret-i Alî “kerremallahü
vecheh” ve
diğer Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi
teâlâ aleyhim ecma’în” hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” ile bî’at edip,
fitne ve kavgayı ref’ etdiler. Ebûl Mû’în Nesefînin (Temhîd)
kitâbından alınmışdır.
Ondokuzuncu Menâkıb: Kur’ân-ı azîmüşşânın toplanması, hazret-i Osmân
“radıyallahü teâlâ anh” tarafından yapıldığı halk arasında meşhûr olduğu
ma’lûmdur. Hazret-i Azîzin “kuddise sirruh” (Güzîde)
adlı risâlelerinde yazılı açıklamasından anlaşılan odur ki, Kur’ân-ı
kerîmi, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh”, hazret-i Ömer ve diğer
Sahâbe-i güzînin “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” ittifâkları ile
toplamışdır. Hazret-i Osmânın “radıyallahü teâlâ anh” hilâfetleri zemânında,
Irâk ve Şâm feth olduğu zemân, halk arasında hiçbir kâmil ve temâm mushaf yok
idi. Kur’ân-ı azîmüşşânın kırâ’etinde ihtilâflar vâki’ oldu. Halkın birbirini
tekfîr edip, inkâr etmeğe başlamalarından endîşe edildi. Huzeyfe bin el-Yemânî
“radıyallahü teâlâ anh” Irâkı feth edip, Şâm tarafına gazâya gitdi. Halkın bu
ihtilâflarını görüp, dedi ki: Yâ Emîr-el mü’minîn! Kitâbullahda yehûdîler ve
nasrânîler gibi, ihtilâf etmezden evvel ümmet-i Muhammede meded eyle! Hazret-i
Osmân “radıyallahü teâlâ anh” bunu işitince, bütün Eshâb-ı kirâmı toplayıp,
Kur’ân-ı kerîmin kırâ’etinde ihtilâf olduğunu anlatıp, buyurdular ki: Hâtırıma
böyle gelir ki, esâs mushaf, Ebû Bekr-i Sıddîkın “radıyallahü teâlâ anh”
topladığı Kur’ân-ı kerîmdir. Ondan beş aded mushaf yazıp, herbirini bir
vilâyete gönderelim. Halk ona tâbi’ olsunlar. Sahâbe-i kirâm, isâbetli
olacağını söylediler. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” buyurdular ki: Eğer
ben de halîfe olsa idim, böyle yapardım. Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ
anh”, ilk mushafı, hazret-i Hafsadan “radıyallahü anhâ” getirtip, Sa’îd bin Âs
hazretlerine yazması için emr eyledi. Zeyd bin Sâbit hazretlerine emr eyledi
ki, kitâb hâline getirsinler. Bir rivâyetde Abdüllah bin Zübeyr ve Sa’îd bin Âs
ve Abdürrahmân bin Hârise yazsınlar, diye emr eyledi. Zeyd bin Sâbit kitâb
hâline getirdi. Bunlara buyurdular ki, eğer sizin bir müşkiliniz olursa, Kureyş
lügatine mürâce’at ediniz. Zîrâ Kur’ân-ı azîmüşşân Kureyş lügati üzerine nâzil
olmuşdur. Bunlar sûre-i Bekarada bir müşkilât ile karşılaşdılar. Biri tâbut
okudu. Birisi tâbuh okudu. Hazret-i Os-
mâna “radıyallahü teâlâ anh” arz
etdiler. Hazret-i Osmân, tâbutdur buyurdular. Zeyd bin Sâbit hazretleri beş
mushaf yazdılar. Bu mushafların adlarına mushaf-ı imâm koyup, herbirini bir
şehre gönderdiler. İhtilâf olunduğu vakt bu mushaflara mürâce’at olunsun.
Birisini Mekke-i Mükerremeye, birisini Basraya, birisini Şâm-ı şerîfe, birisini
Kûfeye gönderip, birisini de Medîne-i Münevverede alıkoydular. Bir rivâyetde de
yedi mushaf idi. Birisini Yemen tarafına, birisini de Bahreyne gönderdiler.
Hazret-i Osmânın “radıyallahü anh” rey’i ve tedbîri ve tasarrûfları bu
şekldedir. Başlangıçdan buraya kadar, (Aynî) ve
(Güzîde) kitâblarından nakl olunmuşdur.
Yine
Güzîdede beyân buyurmuşlar ki, evvelâ Kur’ânın tertîbini Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri beyân buyurmuşlardır. Cem’ olmasını [toplanmasını] hazret-i Ebû Bekr
“radıyallahü teâlâ anh” yapmışdır. Nitekim anlatıldı. Zeyd bin Sâbit
“radıyallahü teâlâ anh” her mushafı bir kırâ’et üzerine yazmışdır. Onun için
her vilâyetin ehli, bir kırâ’ete tâbi’ olmuşlardır. Hâlâ o ihtilâflar ile, o
beldelerin kârileri okurlar. Müşkili olan ona mürâce’at eylesin diye o
mushaflarda nokta ve i’râb yokdur. Ancak imâleler gelen yerlerde kelimelerin
altına sarîhle işâret koymuşlardır. [(Se’âdet-i
Ebediyye) kitâbı birinci kısm, 25.ci maddeye bakınız!]
Yirminci Menâkıb: Hazret-i Osmân bin Affân “radıyallahü teâlâ anh”, Kur’ân-ı
azîmüşşânın yazılma işi ile uğraşırken, bir Cum’a günü, Cum’a nemâzını
kıldıkdan sonra, mubârek ellerini kaldırıp, düâ ederken, bir kişi geldi. Acâib
sözler söyleyip, dedi ki; Ey Vahy kâtibi! Sûre-i Tebbeti fazîleti bakımından
sûre-i İhlâsdan önce yazmak lâyık değildir. Akla da hoş gelmez deyip, bu şeklde
bunun hikmetini öğrenmek istedi. Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh”, o
kişinin tereddüdünü kaldırmak için, hemen kişinin gözlerini silip, (Bak, levh-i
mahfûzu görürsün) dedi. O kişi de bakıp, o ân levh-i mahfûzu gördü. Kur’ân-ı
azîmüşşân levh üzerinde, bu tertîb üzerinde yazılmışdır. Her bir harfi ve
sûreler yerli yerindedir. Arab bu kerâmeti görünce, hazret-i Osmânın
hizmetinden ayrı kalmayıp, tâat ve ibâdeti ile meşgûl oldu. Gel insâf eyle.
Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” büyük sultân değil midir. Aslında büyük
bir
sultâna hizmet etmek, uğruna mal ve
menâlini fedâ etmek gerekir. (Gülşen-i Envâr) kitâbından
alınmışdır.
Yirmibirinci Menâkıb: Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hilâfetleri
zemânında bir gulâmın kulağını çekdi. Kulağını acıtmışdı. O gulâm mahzûn oldu.
Hazret-i Osmâna dedi ki, yâ efendi! Kıyâmet gününü düşün ki, her kişi Hakkın
huzûruna vardığı zemân hakkını alsa gerekdir. Hazret-i Osmân bu sözden
pişmânlık duydu. Gulâma buyurdu ki, yâ gulâm! Sen de benim kulağımı çek,
berâber olalım. Gulâm da hazret-i Osmânın kulağını çekdi. Hazret-i Osmân
buyurdu ki: Yâ gulâm, çok çek. Gulâm dedi ki, yâ efendi, hazretiniz kıyâmet
gününü düşünüp, korkdunuz. Ben köleniz de kıyâmet günü kısâs yapılmasından
korkarım.
Yirmiikinci Menâkıb: Ömer bin Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri vefât
etdi. Hazret-i Osmân “radıyallahü anh” yerine halîfe oldu. Hazret-i Ömerin
vefât haberi rûm diyârına erişdi. Rûm kayseri, Mu’âviye “radıyallahü teâlâ anh”
üzerine hücûm etdi. Hazret-i Osmân onu işitip, Abdüllah bin Ebî Serh ve
Abdüllah bin Zübeyri imdâda gönderdi. İki fırka birbiri ile karşılaşdılar. Ceng
günü de belli oldu. Abdüllah bin Zübeyr, Abdüllah bin Ebî Serhe dedi ki, rûm ve
frenk askeri çokdur. Müslimânların askeri azdır. Onlara hîle yaparak muzaffer
olmalıdır. Henüz harb başlamamışdır. Sen asker ile durup, hâzır ol. Benim
tarafımdan tekbîr seslerini işitince, hemen rûm ve frenk askerine varıp,
vuruşmağa başla. Zîrâ haber almışım ki, rûm pâdişâhları askerden ayrı yerde
olup, tavus kanadından yapılmış gölgeliğinde birkaç şarkıcı ile oturur.
Abdüllah bin Ebî Serh hâzır vaziyyetde dururken, Abdüllah bin Zübeyr otuz er
alıp, resmî elçiler gibi gitdi. Rûm ve frengin askerine haber verdiler. Kaysere
yakın vardı. O otuz askere dedi ki, siz rûm ve frengin askeri ile benim aramda
durun ki, benim hâlime vâkıf olmıyalar. Eğer benim hâlime kasd etmek isterler
ise, onları bir müddet meşgûl ediniz. Bu arada ben de işimi yapayım. Hemen
atını salıp, hücûm etdi. Câriyeler kendilerini kayserin üzerine atdılar. Üçünü
de kılınç ile helâk edip, tekbîr getirdi. O otuz er de yüksek ses ile tekbîr
aldılar. Abdüllah bin Ebî Serh hâzır vaziyyetde dururken, tekbîr sesini
işitdiği gibi, islâm askeri ile bir
yerden tekbîr alıp, rûm ve frenk
askerine hamle edip, birbirlerine vurdular. Onbin kâfiri kırıp, kılınçdan
geçirdiler. Bu zafere Abdüllah bin Zübeyr hazretlerinin dilâverliği sebeb oldu.
Meşhûr rûm şehrlerinden birkaç şehr müslimânların tasarrûfuna dâhil oldu.
Abdüllah bin Ebî Serh Medâyine vardı. O vilâyeti ele geçirip, harac aldı.
Yirmialtıncı senesinde Osmân “radıyallahü teâlâ anh” Harem-i şerîf etrâfında
birçok evleri satın aldı. Bu şeklde Mescid-i Harâmı genişletdi. Yirmisekizinci
senesinde haber geldi ki, Horasan kavmi emre mutî’ olmuyorlar. Sa’d bin Âs
hazretlerini gönderdi. Onları, itâ’ate getirdi. Hem bu sene de müslimânlar
arasında Kur’ân-ı azîmüşşân kırâetinden ihtilâf vâki’ oldu. Yukarıda zikr
olundu.
Otuzuncu
senede, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretlerinin yüzüğü, hazret-i Osmânın elinden Erîs kuyusuna düşdü. Ne
kadar istediler ise de bulamadılar. Bu sene Mu’âviye “radıyallahü teâlâ anh”
kostantiniyyeye [İstanbula] varıp, gazâ etdi. Otuzikinci senede rûmdan bir
asker gelip, müslimânlar ile ceng edip, muzaffer oldular. Abdüllah bin Sebe’
ad-lı yehûdî, hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” zemânında müslimân
olmuşdu. Fekat, yehûdîlik kîni gönlünde bâkî kalmışdı. İslâm dîninde, çok kötü
bir fitne çıkarmak istedi. Hazret-i Ömerin şiddeti ve tedbîrli hareketi onun
fitnesine mâni’ olurdu. Osmân “radıyallahü teâlâ anh” zemânında fırsat bulup,
fitne çıkardı. Hazret-i Osmânın “radıyallahü teâlâ anh” gidişi, Şeyhayn
“radıyallahü teâlâ anhümâ” gidişlerine muhâlif idi diyerek, müslimânları
hazret-i Osmân üzerine ayaklandırdı. Hattâ insanlara öyle i’tikâd etdirdi ki,
hazret-i Osmânın üzerine yürümek, ayaklanmak ibâdetdir, fikrini aşıladı.
Mısrlılardan bir gurub, hazret-i Alînin “kerremallahü vecheh” huzûruna
geldiler, gitdiler. Basrâlılar Zübeyr bin Avvâmın huzûruna, Kûfeliler, Talhanın
“radıyallahü teâlâ anhüm” huzûruna geldiler. Bu din büyüklerinin nasîhatları
bunlara fâide verip, nasîhatları kabûl etdiler. Sonra, bunlar yine fitne
çıkarmak için toplandılar. Hazret-i Osmânı ilzâm [susdurmak], yâhûd hilâfetden
hal’ etmek [çekilmesini sağlamak], eğer öyle olmaz ise, katl etmeğe karâr
verdiler. Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin üzerine
yürüdüler. Dediler ki: Resûlullah “sallallahü teâlâ aley-
hi ve sellem” ve Şeyhayn
“radıyallahü teâlâ anhümâ” Arafatda nemâzı kasr etdiler [kısaltdılar]. Osmân
niçin temâm kıldı. Cevâb verdi ki;
islâmın işi büyüdü. Şark ve garbın halkı islâma gelip, Arafatda toplandılar.
Eğer nemâzı temâm kılmasaydım, vilâyetlerin halkı kusûr ederler ve böyle kılmak
gerekli zan ederlerdi. Kasr sünnetini bilmezlerdi. İkinci
süâlde dediler ki: Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve Şeyhayn “radıyallahü teâlâ anhümâ” Ebû
Zer Gıfârîyi mükerrem tutarlar idi. Ebû Zer hazretleri, Şâmda Mu’âviye
“radıyallahü anh” yanında bulunuyordu. Mu’âviye “radıyallahü anh” ile Beyt-ül
mâldaki malların kullanımı konusunda uyuşmazlık hâsıl oldu. Ebû Zer-i Gıfârî Şâmdan
Medîne-i Münevvereye geldi. Osmân “radıyallahü teâlâ anh” onu Medîneden dışarı
çıkardı. O da, bir harâbe köyde mekân tutdu [yerleşdi]. Osmân “radıyallahü anh”
cevâbında dedi ki, Ebû Zer “radıyallahü
teâlâ anh” ve Mu’âviyenin “radıyallahü teâlâ anh” uygulamaları ve sözleri
onların ictihâdı ile alâkalıdır. Onların birbirlerini sevmeleri âyet-i kerîme
ile sâbitdir. Medîneden uzakda ikâmet etmesi câhillere birşey ulaşıp, islâma
bir zarar gelmesin diyedir. Üçüncü süâlde
dediler ki, önceden zekâtı âmiller toplardı. Mal sâhiblerinin isteğine
[gönlüne] bırakdın. Tâ ki gönlünün istediğine versinler. Cevâb verdi ki: Âmiller telef eder. Aldıkları
vakt cebr ile alırlar. Ben mal sâhibleri elinde koydum. Kendileri götürüp,
Beyt-ül mâla teslîm etsinler. Dördüncü süâlde
dediler ki: Hakem bin Âs ile, Mervân bin Hakemi, Resûlullah
hazretleri, nifâk sebebi ile Medîne-i münevvereden dışarıya sürdü. Hazret-i
Osmân yine Medîneye getirdi, dediler. Cevâb verdi
ki: Resûlullah hazretlerinin son hastalıklarında
onları getirmeğe izn istedim. İzn verdiler. Bu sözü Ebû Bekr ve Ömer
hazretlerine söyledim. Bir başka şâhid istediler. Bulunmadı. Sonra hilâfet bize
erişdi. İlmimiz o izn ile aynı oldu. Resûlullah
hazretlerinin izni şerîfleri ile onları geri getirdim. Beşinci süâl olarak dediler ki, Benî Ümeyyenin
ihsânını artdırıyorsun. Onların ma’îşeti fazlalaşıyor. Cevâb verdi ki, Herkes bilir ki, Allahü teâlâ
hazretleri, ben kuluna servet vermişdir. Ben dâimâ sıla-i rahmi muhâfaza
etmişimdir. Şu ânda ömrümün sonuna geldim. Bu hâlde beğenilmiş durumun niçin
aksini yapayım. Fekat vallahi beyt-ül mâldan hiçbir şey onlara vermedim. Kendi
malımdan verdim. Altıncı süâl olarak
dediler
ki, Kur’ân-ı kerîmin birkaç
nüshası hâriç, diğerlerini niçin ateşde yakdın. Cevâb
verdi ki, etrâfdan haber yazdılar ki, Kur’ân-ı azîmüşşân
rivâyetlerinde ihtilâf vâki’ olmuşdur. Diledim ki, bu vâsıta ile dîn-i islâmda
bir fitne çıkmasın. Aynı nüshayı bırakıp, değişik nüshaları yakdırdım.
Kötüleyenlerin dilleri dîn-i islâm üzere olmasın. Yedinci
süâl olarak dediler ki, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerine hürmeten minberden bir derece aşağı durdu. Ömer bin Hattâb
“radıyallahü teâlâ anh” Ebû Bekre hurmeten ondan aşağı durdu. Osmân, Resûlullah hazretlerinin yerinde durdu. Cevâb verdi ki: Eğer bu kâideyi devâm etdirse
idim, tedrîcen lâzım gelir idi ki, hutbeyi, bir kuyu kazıp, kuyu içine girip,
okumak îcâb ederdi. Sekizinci süâl
olarak dediler ki, kapına kapıcılar ta’yîn etdin. Cevâb
verdi ki: Devletin din işlerini görürken, din ile alâkası
olmıyanların zararını def’ etmek için kendi etrâfımı muhâfaza etdim. Dokuzuncu süâl olarak dediler ki, hayvanları
Bakî’ otunu yimekden men’ etdin [orada otlamalarını yasakladın]. Cevâb verdi ki, Beyt-ül mâl hayvanlarından dolayı
onu korudum. Böylece, onu koruyup, telef etmesinler. Onuncu süâl olarak dediler ki, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”hazretlerinin yüzüğünü kaybetdin. Cevâb verdi ki, Sahâbe-i güzînin “rıdvânullahi
teâlâ aleyhim ecma’în” gözleri önünde yüzük Erîs kuyusuna düşdü. Ne kadar
aradıksa, bulamadık. O şerefden mahrûm kaldık. Hazret-i Osmân “radıyallahü
teâlâ anh” her bir süâle lâyık olduğu üzere cevâb verdi. Alîyyül Mürtedânın
“radıyallahü teâlâ anh” gayreti ile fitne sâkin oldu [fitne çıkmadı]. Kavga
def’ oldu.
Yirmiüçüncü Menâkıb: [(Eshâb-ı Kirâm) kitâbının
118.ci sahîfesinde diyor ki: Hazret-i Osmân “radıyallahü anh” halîfe iken,
Yemende, Abdüllah bin Sebe’ isminde bir yehûdî, eski kitâbları çok okumuşdu.
Medîneye gelip, halîfenin yanında müslimân olup, halîfenin gözüne girmek
istedi. Bu fikrle müslimân oldu. Fekat, halîfe buna hiç yüz vermedi. Bu her
yerde hazret-i Osmânı kötüledi. Halîfeye, bu yehûdî dönmesi, her zemân seni
kötülüyor, dediler. Halîfe, bunu Medîneden çıkardı. Bu da Mısra gidip, halîfeye
karşı propagandaya başladı. Çok bilgili olduğundan, câhilleri etrâfına topladı.
En çok söylediği şey, (Her
Peygamberin bir vezîri var idi.
Bizim Peygamberimizin vezîri de Alîdir. Hilâfet, onun hakkı idi. Osmân onun
elinden aldı.) sözleri idi. Fellahları kandırıp, Osmân “radıyallahü anh”
kâfirdir, dediler. Mısr vâlîsi Abdüllah bin Sa’ddan, halîfeye şikâyetler
yazdılar. Mısrdan dört bin kişi Medîneye geldi. Halîfenin beğenmedikleri
hareketlerini kendisine bildirdiler. Halîfe her süâle cevâb verip, âyet-i
kerîme ve hadîs-i şerîfler ile haklı olduğunu
isbât etdi. Bir sene sonra, Mısrdan dört bin ve Irâkdan dört bin kişi geldi.
Medîne ehâlisi silâhlanıp, niçin geldiniz dediklerinde, hacca gidiyoruz
dediler. Ehâli de, silâhını bırakdı. Gelenlerin maksadları hazret-i Osmânı hâl’
etmek idi. Mısrlılar hazret-i Alîyi, Irâklılar hazret-i Talhayı halîfe yapmak
istiyordu. Mısrlılar hazret-i Alîye gelip, (Seni halîfe yapacağız) dediler.
Hazret-i Alî bunlara darılıp, (Peygamberimiz “aleyhisselâm” sizin yerleşdiğiniz
yere gelip konacak askerin mel’ûn olduğunu haber verdi) buyurdu. O gece halîfe,
hazret-i Alînin “radıyallahü anh” yanına gelip, bu askerleri geri döndür, dedi.
Hazret-i Alî de pekî deyip, sabâhleyin askere nasîhat verdi. Asker geri
dönmekde iken, hazret-i Alî halîfeye gelip, Mısr vâlîsini değişdir, onların
istediğini ta’yîn eyle, dedi. Halîfe, Muhammed bin Ebî Bekri vâlî yapdı.
Mısrlılar vâlî ile Mısra gitdi. Fekat yolda bir haberci üzerinde halîfenin
mektûbunu buldular. Eski vâliye emr olup, gelenleri kabûl ediniz deniyordu. O
zemân yazılar noktasız olduğundan, noktanın yerine göre, katl ediniz ma’nâsı da
okunur. Mısrlılar böyle okuyup, kızdılar. Geri döndüler. Irâklıları da
döndürdüler. Halîfenin evini sardılar.]
Osmân
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin mevcûd dörtyüz kölesi [kulu] var idi ki,
akçe ile almış idi. Hepsi harb âletleri ile kuşanıp, hazret-i Osmânın serâyını
kuşatmışlardı. Hazret-i Osmân bütün kölelerini huzûruna çağırıp, buyurdu ki,
her kim odasına varıp, silâhını bırakıp, kendi hâlinde oturursa, âzâd olsun.
Benim hayr düâm onun ile olsun. Onlar da emre uyup, dağıldılar. Ondan sonra
hazret-i Alîye “kerremallahü vecheh ve radıyallahü teâlâ anh” haber verdiler.
Onbin kadar kimse hazret-i Osmânın katli için toplanıp gelmişlerdir, dediler. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin ayrılığı, imâm-ı Alî “kerremallahü vecheh” hazretlerinin cân-ı
azîzlerine bir mertebe kâr eylemiş idi ki, ne günleri gün yerine
ve ne geceleri gece yerine geçer
idi. Geceleri ağlar idi. Mubârek ciğerini dağlardı. Hattâ Fahr-i âlem
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden sonra, Zülfikâr adlı
kılıcını mubârek beline kuşanmadı. Ve Düldül adlı atına binmedi. Gecegündüz
Ravda-i Mutahharasında olurdu. Onun için kendileri gitmeyip, imâm-ı Haseni ve
imâm-ı Hüseyni “radıyallahü teâlâ anhümâ” gönderdiler. Tenbîh eylediler ki, her
kim ki hazret-i Osmânı kasd için gelir ise kılıcı vurun. Her kim olursa olsun,
aman vermeyin. Bu iki şeyhzâde, bellerine kılıçlarını kuşanıp, hazret-i Osmânın
kapısına vardılar. Bu şeyhzâdeleri gördükleri gibi, hiçbir fert kapıya gelmeğe
cesâret edemedi. Kapıyı bırakıp, serây dıvârını deldiler. Hazret-i Osmân
“radıyallahü teâlâ anh” Kur’ân-ı azîm ve Fürkân-ı kerîm okurlar idi. Okurken
şehîd eylediler (El hükmülil vâhidil Kahhâr). (İnnâ lillah ve innâ ileyhi
râciûn). Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” vefât etmeden evvel hazret-i
imâm-ı Alîye haber verdiler. Acele ile kalkıp, hazret-i Osmânın yanına gitdi.
İmâm-ı Hasen ve imâm-ı Hüseyni görüp, onları tekdîr edip, içeri hazret-i
Osmânın yanına vardı. Mubârek hâtırını sordu. Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ
anh” hâline şükr edip, dedi ki, yâ Alî! Bu benim başıma geleceğini beni bilmez
mi zan edersin! Yoksa, Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bana bildirmedi mi zan edersin. Yâ Alî! Lutf
edip, benden ötürü bir kimseye zarar etmiyesin. Bu gece Peygamberimiz
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini rü’yâda gördüm. Bana buyurdu
ki; (Yâ Osmân! Bu gece bizim yanımızda iftâr
edersin!) Yâ Alî, on nesneyi sakladım. Mahrem hazîne gibi kimseye
açmadım. O on nesneyi bu üslûb üzere takrîr buyurdular: Ben islâmın üçüncü
halîfesi oldum. Fahr-il kevneyn ve Resûl-i sekâleyn Peygamberimiz “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin iki kerîme-i muhteremelerini almak, hiç
kimseye müyesser olmamışdır. Bana müyesser oldu. Tegannî etmedim. Bütün ömrümde
tegannî etmek istemedim. Tegannî edilen yere bile uğramadım. Îmâna geldikden
sonra zinâ etmedim. Evvelden de zinâ etmemişdim. Îmâna geldikden sonra,
hırsızlık etmedim. Evvelden de etmemişdim. Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretleri ile bî’at edip, mubârek eline elim yapışdıkdan sonra, sağ
elimi av-
ret yerime uzatmadım. Bir Cum’a
günü geçmedi ki, ben bir köle âzâd etmiş olmıyayım. Eğer hâzır köle bulunmaz
ise, sonra bir köle alıp, getirip, âzâd ederdim. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin zemân-ı şerîflerinden beri
benim başıma geleceği bilirdim. Lâkin kimseye açmazdım. Bu üslûb ve bu tertîb
üzerine yedi mushaf-ı şerîf yazdırıp, bütün mu’minleri ihtilâf etmekden
kurtarıp, herbirini bir iklîme [memlekete] göndermek bana müyesser oldu.
Yirmidördüncü Menâkıb: Emîr efendi buyurdular ki, hazret-i Osmân bin Affânın
“radıyallahü teâlâ anh” mubârek hattı şerîfleri ile yazdığı mushaflardan üç
dânesini gördüm. Birini Şâmda, birini Yemende ve birini Mısr İskenderiyyesinde.
Ammâ, ba’zılarından nakl olunur ki, bu mushafların üçünde de me-âl-i şerîfi (... Onlara karşı sana Allahü teâlâ kâfidir, yeter..) olan Bekara sûresi
137.ci âyet-i kerîmesinde şehîd etdikleri vakt, mubârek kanı damlamış.
Lâkin ba’zılarından da rivâyet olunur ki, şu ânda kelâm-ı şerîflerin birisinde
adı geçen âyet-i kerîmede mubârek kanı tâze, sanki henüz damlamışdır. Allahü
teâlânın hikmeti, Emîr efendi huzûruna bir kaç def’a varıldı. Ammâ bu haberin
sıhhatini sormak müyesser olmadı. Lâkin bu kadar kerâmeti, hazret-i Osmân
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin yüce şânı için acâib değildir.
Yirmibeşinci Menâkıb: (Mesâbîh-i şerîf)de, menâkıb-ı hazret-i Osmân
“radıyallahü teâlâ anh” bâbının haseninde rivâyet olunmuşdur. Semâme tebni
Cezemîl Kuşeyrî dedi ki: Ben Yevmüddâra hâzır oldum. Yevmüddâr, hazret-i
Osmânın katl olunduğu güne derler. Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh”,
serâyını muhâsara edenlerin hâlini anladı. Onlara hitâb edip, buyurdular ki:
Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine ve de islâma yemîn ederim ki, siz bilmez
misiniz, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri Medîneye geldi. Medîne-i Münevverede Rûme kuyusundan başka
tatlı su yokdu. Buyurdular ki, (Rûme kuyusunu kim satın alır, kendi kovası ile
müslimânların kovasını bir tutarsa, onun Rûme kuyusundaki kovasından Cennetdeki
kovası hayrlı olur.) Kendi hâlis malımdan o kuyuyu satın aldım. Siz bugün o
kuyunun suyunu içmekden beni men’ edersiniz. Hattâ deryâ (deniz) suyu gibi
tuzlu su içerim. Hep-
si dediler ki: (Evet öyledir).
Rûme, bir kuyunun adıdır. Medîne-i Münevverenin altı mil mikdârı uzağında bir
kuyudur. O kuyu küçük vâdi’dedir. Zîrâ, Medîne-i Münevverede iki vâdi’ vardır.
Büyük vâdi’de olan Azîze kuyusudur.
Şârih
Gürânî “rahimehullah” İbni Abdülberden nakl etmişdir ki: Medîne-i Münevverede
bir yehûdînin ağzı örülü bir kuyusu var idi. Suyu gâyet tatlı idi. Suyunu
satardı. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri buyurdular ki: (Rûme kuyusunu kim alır, kendi kovasını
müslimânların kovası ile berâber tutarsa, Cennetdeki kovası bundan hayrlı
olur.) Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” varıp, kuyuyu yehûdî ile pazarlık
etdi. Yehûdî kuyunun temâmını satmakdan imtinâ etdi. Hazret-i Osmân
“radıyallahü teâlâ anh” da, yarısını aldı. Nöbet yolu ile, bir gün Osmânın
“radıyallahü anh” olacak, bir gün yehûdînin olacakdı. Hazret-i Osmân nöbetini
sebîl ve sadaka etdi. Yehûdî ücret ile satardı. Müslimânlar da hazret-i Osmânın
nöbeti geldikde, iki günlük su alırlardı. Yehûdînin nöbetinde aslâ uğramazlar
idi. Yehûdînin pazarı kesâda uğrayınca, diğer yarısını da satmak istedi. Diğer
yarısını da Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri ondan satın aldı. Evvelki
yarısını yehûdîden oniki bin dirheme almışdı. Diğer yarısını da sekiz bin
dirheme aldı. Temâmını sebîl etdi.
Yine
hazret-i Osmân muhâsara edenlere hitâb edip, buyurdu ki, Allahü teâlâ
hazretlerine ve islâma yemîn ederim ki, siz bilmez misiniz. Mescid dar
geliyordu. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” buyurdular ki, (Falanın yerini kim satın alıp, Mescide katarsa, o
yerden dahâ iyisine Cennetde kavuşur.) O yeri has malım ile satın aldım ve
Mescide ilhâk etdim [katdım]. Siz bu gün beni o mescidde iki rek’at nemâz
kılmakdan men’ ediyorsunuz. Dediler, evet öyledir. O yine buyurdu ki, yemîn
ederim Allahü tebâreke ve teâlâya ve islâma ki, Tebûk gazâsında, islâm askerini
kendi malımdan techîz etdiğimi bilmiyor musunuz? Dediler; evet, biliyoruz! Yine
buyurdu ki, yemîn ederim Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine ve islâma ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Mekke-i
Mükerremeden Sebîr adlı dağa çıkdılar. Ebû Bekr ve Ömer ve ben de berâber
çıkdım. Dağ harekete geldi. Hattâ taşları döküldü.
Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mubârek ayağı ile dağa vurup, buyurdular
ki, (Sâkin ol yâ Sebîr! Senin üzerinde bir Nebî ve bir Sıddîk ve iki şehîd
vardır.) Bunu bilmez misiniz. Dediler, evet, biliyoruz! Hazret-i Osmân
“radıyallahü teâlâ anh” dediler ki, (Allahü ekber! Kâ’benin Rabbine yemîn
ederim ki, ben şehîdim.) Allahü ekber sözünü, hayretde olan kimse hasmını ilzâm
ve ona tepki şeklinde söyler. Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” o vakt,
hasmlarını izhâr edip, kendisinin hak üzere olup, hasmlarının bâtıl üzerine
olduğunu, onlar kendi dilleri ile ikrâr etdiler. Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Sebîr
dağı üzerinde iki şehîd buyurduklarının birisi hazret-i Ömer, birisi hazret-i
Osmândır “radıyallahü teâlâ anhümâ”. Yine hasmlara hitâb edip, dedi, Kâ’benin
Rabbi hakkı için siz şâhid olunuz ki, muhakkak ben şehîdim. Üç def’a böyle
buyurdular:
(Mesâbîh-i şerîf)den yine o bâbda nakl olunmuşdur: Süheyl der ki, hazret-i
Osmân “radıyallahü teâlâ anh” dâr gününde bana dedi ki, muhakkak Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri benden ahd aldı. Ben o ahd üzerine sabr ediciyim. Ya’nî bana
vasıyyet buyurdular ki, sabr edeyim. Mukâtele etmiyeyim.
Yirmialtıncı Menâkıb: Adî bin Hâtem “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir:
Hazret-i Osmân “radıyallahü anh” hazretlerinin şehîd olduğu gün bir nidâ
işitdim. (Yâ Osmân bin Affân! Râhatlık ve se’âdet ile, Rabbini gadabsız bulman
ile, gufrân ve rıdvân ile müjdeliyorum.) Etrâfıma bakdım. Bir kimse görmedim. (Şevâhid-ün nübüvveden) alınmışdır.
Yirmiyedinci Menâkıb: Yine adı geçen kitâbdan terceme olundu. Hazret-i Osmân
“radıyallahü teâlâ anh” şehâdet şerbetini içdi. Üç gün mubârek cenâzesi durup,
defn olunmadı. Üç günden sonra, hâtıfdan (gaybdan) bir ses geldi ki, (Osmânın
cenâzesini defn edin. Nemâzını kılınız ki, muhakkak Hak Sübhânehü ve teâlâ ve
tekaddes hazretleri ona salevât eyledi, ya’nî rahmet eyledi,) diyordu.
Yirmisekizinci Menâkıb: Hazret-i Osmân bin Affân “radıyallahü teâlâ anh” üç günden
sonra, Bakî’ tarafına defn olun-
mağa giderken, arkalarından bir
büyük bulut hâsıl oldu. Cenâze-i şerîf ile gidenlerin yüreklerine korku düşüp,
az kaldı ki, cenâzeyi bırakıp, gideceklerdi. O bulutun içinden bir ses,
(korkmayınız, meyyiti bırakıp gitmeyiniz ki, biz de bu mubârek meyyitin
nemâzını kılmağa geldik,) diyordu. Meğer onlar melekler imiş. Hazret-i Osmânın
“radıyallahü teâlâ anh” nemâzını kılıp, vücûd-ı şerîflerini ziyâret etmek için
gelmişler. Bu da (Şevâhidün nübüvve)den
terceme olunmuşdur.
Yirmidokuzuncu Menâkıb: Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” şehîdlik rütbesine
nâil oldukdan sonra, Fahr-ül kevneyn ve Resûl-üs sekaleyn “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerinin Mescid-i şerîflerinin üzerinde, üç gün üç gece cinnîler
gelip, ağlayıp, feryâd ve figân eylediler. Cümle halk bunların feryâd ve
figânlarını işitdiler. Bu da hazret-i Osmânın “radıyallahü teâlâ anh”
büyüklüğüne işâretdir. (Şevâhid-ün nübüvve)den
terceme olundu.
Otuzuncu Menâkıb: Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” şehâdet mertebesine
kavuşup, âhırete sefer etdikden sonra, Medîne-i münevverede halîfelerin
oturması vâki’ olmamışdır. Allahü teâlânın rızâ-ı şerîfleri olmamışdır. Zîrâ
hazret-i imâm-ı Alî “kerremallahü vecheh” halîfe olunca, rey’i şerîfleri öyle
oldu ki, Kûfe şehrine yerleşdiler. Hazret-i Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh”
Medîne-i münevvereden Kûfe şehrine varıp, orada yerleşmeleri, onun, Resûlullahın huzûrunda izzeti ve kadri olmadığı
şekliyle kıyâs etmemelidir. Hâşâ öyle değildir. Nihâyet ezelde böyle mukadder
olmuş ki, hazret-i imâm-ı Alî “kerremallahü vecheh” Hak sübhânehü ve teâlânın
nusret ve inâyeti ile, Kûfe şehrine varıp, etrâfındaki memleketleri feth edip,
oraları koruması ezelde takdîr olunmuşdur.
Otuzbirinci Menâkıb: Hazret-i Osmânın “radıyallahü teâlâ anh” bir büyük
kerâmeti de şudur. Hazret-i Osmânın şehâdetine gelinceye kadar bu ümmet
arasında fitne yok idi. Hazret-i Osmân şehîd oldu. Dünyâ fitne ile doldu.
Fitnenin sonu Deccâl ile hitâm [son] bulsa gerekdir. Hazret-i Osmânın şehâdetinden
bir kimsenin gönlüne bir zerre kadar sürûr gelse, eğer o kimse Deccâla
yetişirse, ona tâbi’ olup, kâfir olmasından korkulur. Eğer Deccâla yetişmezse,
kıyâmet günü haşr oldukda, Deccâl
ile haşr olmakdan korkulur. Neûzü
billâhi teâlâ. Allahü teâlâ hazretleri, müslimânları, Sahâbe-i kirâma zerre
mikdârı kalblerinde kin ve düşmanlık olmakdan ve husûsî ile hulefâ-i râşidîn
hazretleri hakkındaki düşmanlıkdan hıfz eylesin “rıdvânullahi teâlâ aleyhim
ecma’în”!
Otuzikinci Menâkıb: (Şevâhid-ün nübüvve)de diyor ki: İbni Sa’îd-ül Gaffârî
derler bir kimse var idi. Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” şehâdet
şerbetini içdikden sonra, se’âdethânelerine girdi. Orada Sultân-ı kâinâtdan
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” kalmış bir asâ var idi. Onu alıp, dizine
dayayıp, kırmak istedi. Orada hâzır olanlar, çağırışıp, sakın ola ki, bu
mubârek asâyı kırma, zîrâ, Fahr-i âlem hazretlerinden kalmışdır, dediler. O da
asâyı kırmadı. Lâkin küstâhlık edip, hazret-i Osmânın harem-i hâslarına [evine]
girip, o mubârek asâyı kırmak kasd etdiği için, o kimsenin ayağına bir hastalık
zuhûr edip, günden güne artdı. Senesine varmadı, öldü. Hak Sübhânehü ve teâlâ
gayûrdur [gayretlidir]. Dostlarına ihânet edenlerin dünyâda olsun, âhıretde
olsun, haklarından gelir.
Otuzüçüncü Menâkıb: Büyüklerden birisi rivâyet eder. Kâ’be-i şerîfi tavâf
ederken bir a’mâ gördüm. Hem tavâf ediyor ve hem de, (Yâ Rab! Bilirim ki,
günâhım afv olunmaz!) diyordu. Ben de ona, böyle bir yerde, böyle söz söylenir
mi, dedim. O da dedi ki: Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” şehîd
olunmazdan evvel bir arkadaşım ile, hazret-i Osmân şehîd oldukdan sonra, yüzüne
bir tokat vuralım diye yemîn etdik. Şehâdet şerbetini içdi. Ben ve arkadaşım
hazret-i Osmânın yanına vardık. Gördük, mubârek başı hâtununun yanında,
örtülmüş durur. Arkadaşım hâtununa dedi ki, aç yüzünü, Onun yüzüne tokat
vurmağa ahd eyledik. Hâtunu dedi ki, Allahü teâlâ hazretlerinden korkmaz
mısınız. Peygamber “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin sohbetini
anmaz mısınız. Hazret-i Peygamberin iki muhterem kerîmesini aldığını fikr etmez
misiniz. Ben hicâb edip, geri döndüm. Arkadaşım orada kalıp, vardı, hazret-i
Osmânın “radıyallahü teâlâ anh” mubârek başını açıp, nûra gark olmuş yatarken,
mubârek gül yanağına, kuruyacak bir eliyle tokat vurdu. Hazret-i Osmânın
hâtunu, elle-
riniz kurusun ve gözleriniz kör
olsun dediği gibi, o ânda, kapıdan dışarı çıkamadan gözlerimiz kör oldu. Ve
ellerimiz kurudu. Hazret-i Osmânın “radıyallahü teâlâ anh” menâkıb-ı şerîfine
nihâyet yokdur. (Şevâhid-ün nübüvve)den
terceme olunmuşdur.
Hazret-i
Zeydden rivâyet olunur ki, hazret-i Osmânın “radıyallahü teâlâ anh” katline
kasd edenlerin temâmı az zemânda cünûna mübtelâ olup [aklını kaçırıp], helâk
oldular. Abdüllah bin Mubârek “rahmetullahi teâlâ aleyh” bu haberi işitdiği
zemân (Delilik onlar için azdır) buyurmuşdur.
Otuzdördüncü Menâkıb: Bir gün bir kervân Mekke-i Mükerremeye ticârete giderken,
Medîne-i Münevvereye uğradı. Allahü teâlânın hikmeti, kervân halkı hazret-i
Osmânın “radıyallahü teâlâ anh” kabrinin yanında mola verdiler. Kervân halkı
birbiri ile, bu gece hazret-i Osmânı ziyâret etmek için müşâvere etdiler.
Ertesi günü Sultân-ı kâinât “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini de
ziyâret edeceklerdi. Bütün kervân halkı, hazret-i Osmânın “radıyallahü teâlâ
anh” kabrini ziyâret için abdest aldı. Meğer içlerinde bir râfizî varmış. Lâkin
onu bilmezlerdi. Buna da teklîf eylediler. Bin dürlü behâne bulup, ziyârete
gitmedi. Çadırlardan kervân halkı gitdikden sonra, bir büyük arslan geldi. O râfizîyi
başından kavradı. Yir iken, kervân halkı ziyâretinden döndüler. Çadırlarına
gelip, gördüler ki, bir büyük arslan, arkadaşlarının başını kemirir. Aslan
bunları görünce, râfizînin murdâr leşini çadırdan dışarı çıkarıp, fasîh lisân
ile, kervân halkına dedi ki, hazret-i Osmânı sevmiyenin sonu budur. Murdâr leşi
dağa doğru sürüye sürüye alıp gitdi.
Otuzbeşinci Menâkıb: Hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder.
Hazret-i Osmânı “radıyallahü teâlâ anh” katl edenler pişmân olup, mescidde
pişmânlıklarını anlatırken, semâ [gök] yüzünden bir şahs zuhûr etdi. Elini
uzatıp, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretlerinin hücre-i şerîfesinden bir mushaf çıkarıp, bu sözü
söylediğini gördüm. (Muhammed aleyhisselâm, dîninde ayrılık çıkaran ve böylece
fırkalara ayrılmağa sebeb olan kimselerden uzakdır. Böyle olduğunu bilmiyor
musunuz.)
Şehîd
olduklarında sekseniki yaşında idi. Bakî’de defn olunup, rahmet-i rahmâna
kavuşdu “radıyallahü teâlâ anh”. Allahü teâlâ haşra ve kıyâmete kadar ondan râzı
olsun! Ma’lûm ola ki, hazret-i Osmânın “radıyallahü teâlâ anh” fazîletlerinden
bu zikr olunan, deryâdan katre ve güneşden zerre mesâbesindedir. Dahâ geniş
ma’lûmât edinmek isteyen dahâ önce zikr olunan o iki kitâba mürâce’at etsin.
“Sallallahü alâ seyyidinâ Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecma’în.”
Otuzaltıncı Menâkıb: Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin şânları ve
şerefleri için nâzil olan âyet-i kerîmeler:
1– İslâm
dîni yayılmağa başlayınca, her tarafdan arablar Medîne-i münevvereye gelmeğe başladılar.
Mescid-i şerîf dar olduğu için, gelenler yer bulamadığından sahrâda çadır
kurup, oturdular. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Her
kim bu bizim mescidimizi, bir zrâ’ dahî büyültürse, Cennet onun içindir.) Osmân
“radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, yâ Resûlallah! Benim malım ve mülküm sana
fedâdır. Ben kemter kulun [kölen] genişleteyim, dedi. Sonra kırk zrâ’
genişletdi. Allahü teâlâ hazretleri, meâl-i şerîfi; (Allahü
teâlânın mescidlerini, ancak Allaha ve âhıret gününe inanan, nemâz kılan, zekât
veren ve yalnız Allahü teâlâdan korkan kimseler ta’mîr eder. Bu vasfdaki
kimselere Cennete götürecek amelleri yapmak lâzım olur) olan Tevbe
sûresi onsekizinci âyet-i kerîmesini gönderdi.
2–
Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, müslimânlara, birbirinizle ittifâk edip,
mallarınızın bir mikdârını vâcib ve bir mikdârını tetavvu’ olarak Allah yolunda
harc edin, buyurmuşdu. Onlara, ittifâklarının netîcesinin bereketinin nasıl
olacağını ve onun sevâbının haddi [mikdârı] ne kadar olacağını beyân buyurmuş,
meâl-i şerîfi, (Müslimânlardan mallarını cihâd veyâ
dahâ başka hayrlı işler gibi, Allahü teâlânın gösterdiği yolda sarf etmeleri,
bir dâneyi tarlaya ekip, bundan yedi başak ve her bir başakdan yüz dâne almağa
benzer. Allahü teâlâ dilediği kimselere bu kat kat artdırmağı veyâ dahâ
fazlasını kulun malını dağıtmasındaki ihlâsı nisbetinde, sevâbını on, yetmiş,
yediyüz veyâ dahâ fazla katları kadar artdırır. Allahü teâlâ vasi’dir. Alîmdir.
Allah yolunda mal sarf edenler, sarf etdiklerinde men’ ve
ezâ etmiyenler,
Rablarının yanında büyük sevâblara kavuşurlar. Onlar için, âhıretde korku ve
dünyâ işlerinde üzüntü yokdur.) olan, Bekara sûresi 261, 262.ci
âyet-i kerîmeleri ile bildirmişdir.
Minnet,
ni’meti yâd etmekdir. Söylemek ve saymak yolu ile başa kakmak, o ni’metin
sevâbını kesmeğe sebeb olur. Bunun azı odur ki, bir kimseye in’âm ve ihsân
eder. Sonra onu o kimsenin istemediği yerde yâd eder. Veyâ onun akebinde bir
söz söyler ki, o kimseye hoş gelmez. Veyâ nice kerre sana in’âm etdim, hiç
şükrünü etmedin diye söyler. Bir kimseye hiçbir şeyi vermemek, ona birşey verip
de, sonra minnet etmekle rencîde etmekden iyidir. Zeyd bin İslâm der ki: Babam
bana dedi ki, (bir kimseye bir şey verdiğin zemân, böyle bilesin ki, ona senin
selâmından bir nesne gönlüne gelir. Selâmı ondan geri tut. Tâ ki, o ni’met
halâs kalsın.) Ebû Esâmenin yanına bir kadın geldi ve dedi ki, hakîkat üzere
gazâ eden bir mertden bana haber ver ki, bir okum vardı, ona vereyim. Ebû Esâme
dedi: Allahü teâlâ bulunduğun cem’iyyetde seni mubârek etsin ki, onları; dahâ
vermezden evvel rencîde etdin. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, kulları
üzerine, iyilik edip, başa kakmayı, verdiği ni’meti verdiğini söylemeği harâm
etmişdir. Ni’meti yâd ederken başa kakmamalı, karşısındakine mağrûr
olmamalıdır. Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretleri kullara ni’met verir ve onlara
minnet eder. Allahü tebâreke ve teâlânın minneti yâd etdirmek ni’meti olur.
Böylece o kimse, birşey verince mağrûr olmamalıdır.
Meâl-i
şerîfi, (Mallarını cihâd ve hayr işlerinde Allah
için harcayanlar...) olan Bekara sûresinin 262.ci âyet-i kerîmesi Osmân bin
Affân, Abdürrahmân bin Avf “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerinin şân-ı
şerîfleri için nâzil olmuşdur. Abdürrahmân bin Avf, Resûlullahın
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûr-ı şerîflerine, dört bin dirhem ile
geldiler. Dedi ki, yâ Resûlallah! Yanımda sekiz bin dirhem var idi. Dört bin
dirhemini ıyâlime nafaka için alıkoydum. Dört bin dirhemini getirdim. Allahü
teâlâ hazretlerine karz-ı hasen [ödünç] verdim. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: Allahü tebâreke ve teâlâ
verdiğine ve hem de ıyâlin için alakoyduğuna be-
reket versin. Fekat Osmân
“radıyallahü teâlâ anh” Tebûk gazâsında buyurdular ki, techîzatı olmıyan
herkesin techîzatını almak benim üzerime olsun. Bin deve yükü ile gâzîlerin
techîzâtına sarf etdi. Allahü teâlâ bu âyet-i kerîmeyi onların şânları için
gönderdi. Abdürrahmân bin Sümre “radıyallahü teâlâ anh” der ki: Osmân
“radıyallahü teâlâ anh” bin kırmızı altın getirdi. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin kucağına dökdü. Dahâ önce de
beyân olunmuşdur. Hazret-i Habîb-i ekrem mubârek eli ile o altınları döndürüp,
buyurdular ki, (Affân oğluna, bugünden sonra her ne ederse, ziyân etmez!) Ebû
Sa’îd-i Hudrî “radıyallahü teâlâ anh” der ki: Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini gördüm. Mubârek ellerini
kaldırmış, Osmâna şöyle düâ buyururdu: (Yâ Rabbî!
Ben Osmândan râzıyım. Sen de râzı ol!) Böylece, sabâh oluncaya kadar
düâ buyurdular.
3–
Aşağıdaki âyet-i kerîmenin iniş sebebi şudur: Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ
anh” gündüz oruc tutardı. Gece nemâz kılardı. Her gece iki rek’at nemâz
kılardı. Bir rek’atinde Kur’ân-ı azîm-üş-şânın temâmını okurdu. Bir rek’atinde
bin (Kul hüvallahü ehad) sûre-i şerîfesini okurdu. Hak sübhânehü ve teâlâ bu
âyet-i kerîmeyi irsâl buyurdu. (Bütün gece secde
edip ve ayakda durup, devâmlı ibâdet ve itâ’at eden ile isyân eden bir olur mu.
O âhıret azâbından korkar. Rabbinin rahmetini ümîd eder. Ey Resûlüm, de ki, hiç
bilen ile bilmiyen bir olur mu. Nitekim devâmlı itâ’at eden ile isyân eden de
bir değildir. Bildirdiklerimize ancak akl sâhibleri kıymet verir.) [Zümer sûresi dokuzuncu
âyet-i kerîmesi meâli.] Bu âyet-i kerîme, Ammâr bin Yâser “radıyallahü
teâlâ anh” şânı ve Huzeyfe tebni Mugîre el Mahzûmî şânı içindir. Müfessîrlerin
çoğunun kavlince; Osmân ibni Affân “radıyallahü teâlâ anh” şânı için nâzil
olmuşdur.
4– Bu
âyet-i kerîmenin nâzil olmasına sebeb o idi ki, Osmân “radıyallahü teâlâ anh”
hayrât etmekde, nemâzda ve orucda ve mal vermekde devâmlı idi. Allahü teâlâ
hazretleri, onun yüksek şânı için, meâl-i şerîfi, (Şübhesiz
ki, kendilerine bizden se’âdet îcâb etmiş olanlar, işte bunlar Cehennemden
uzaklaşdırılmışlardır. Cehennemden uzaklaşdırılan O Cennetlikler, Cehenne-
min hışıltısını bile
duymazlar. Bunlar canlarının istediği şeyler içinde ebedî olarak kalıcıdırlar.
O en büyük korku (sûra üfürülüş ânı) bunları mahzûn etmiyecek, kendilerini
melekler şöyle karşılayacaklar: İşte bu size dünyâda va’d edilen mutlu gündür!) olan Enbiyâ
sûresi 101, 102 ve 103.cü âyet-i kerîmelerini gönderdi. Bir rivâyetde
gelmişdir. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” bu âyet-i kerîmeyi okudular.
Sonra buyurdular ki, ben onlardanım. Ebû Bekr ve Ömer ve Osmân ve Talha ve
Zübeyr ve Sa’îd ve Abdürrahmân “radıyallahü anhüm” da onlardandır. Âlimlerin
çoğu, bu âyet-i kerîme, Osmân bin Affân hakkında nâzil olmuşdur, dediler.
5– Diğer
âyet-i kerîmede Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri buyurdu ki: (Sâlih mü’min olanlar, Allahü teâlânın harâm etmediği şeyleri
yimelerinde zarar yokdur. Ancak harâmlardan sakınmaları, îmânlı olmaları ve
amel-i sâlih işlemeleri lâzımdır. Bundan sonra, kendilerine harâm olan
şeylerden sakınır, harâm olduklarına inanırlar. Ve dahâ sonra bütün günâhlardan
devâmlı sûretle sakınır, güzel amelleri araşdırıp, onları yaparlarsa, muhsin
olurlar. Allahü teâlâ, muhsinleri, ihsân edenleri sever.) [Mâide sûresi 93.cü
âyet-i kerîme meâli.] Emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ
anh” buyurur ki: Bu âyet-i kerîme, Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hakkında
gelmişdir.
Otuzyedinci Menâkıb: Hazret-i Osmânın “radıyallahü anh” üstünlükleri hakkında
bildirilen hadîs-i şerîfler ve haberler
hakkındadır:
1– İsnâd
ile Ebû Karfesadan “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet olunmuşdur. Bir gün Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
meclis-i şerîflerinde bir cemâ’at oturmuşlardı. Ben de onların içinde bir zemân
oturdum. Sonra, Osmân “radıyallahü teâlâ anh” meclis-i şerîflerine dâhil
oldular. Bir köşede oturdular. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Yâ Osmân! Bana yakın ol.)
Biraz yaklaşdılar. Yine buyurdu ki: (Bana yakın ol!). O mertebe yakın oldu ki,
Osmân “radıyallahü anh” hazretlerinin dizi, Habîbullah hazretlerinin mubârek
dizine ulaşdı. Osmânın yakasının bağı açık göründü. Mubârek eli ile yakasını
bağladı. Ve yüzüne bakdı. Mubârek
gözleri yaş ile doldu. Sonra
buyurdu, (Yâ Osmân! Önünde büyük iş olacağını bil!
Sen kıyâmet gününde benim havzıma erişenlerin evveli olursun! Senin
damarlarından kan revân olur. Rengi kan rengi olur. Kokusu misk kokusu olur.
Ben ki, Resûlüm! [Sana] Sübhânallah!
Sana bunu kim etdi, derim. Sen, falan ve falan etdi, dersin. Orada bir nidâ
edici, Arşdan nidâ eder ki, biliniz ki, Osmân bin Affân, pâdişâh ve emîr, dehr [dünyâ]
sürülmüş üzerine. Sonra, senin ile Allahü teâlâ ve tekaddes arasındaki perde
kalkar. Sana Allahü teâlâ tecellî edip, buyurur! Yâ Osmân! Seni öldürenler
hakkında ne düşünürsün. Sen dersin ki, yâ Rab! Eğer Sen onları azarlar isen [cezâlandırır
isen], ben de azarlarım. Eğer Sen onları afv edersen, ben de afv ederim.)
2– Câbir
“radıyallahü teâlâ anh” der ki, biz muhâcirlerden bir cemâ’at, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
huzûr-ı şerîflerinde oturmuş idik. Ebû Bekr ve Ömer ve Osmân ve Alî ve Talha ve
Zübeyr ve Abdürrahmân bin Avf ve Sa’d bin Ebî Vakkâs “radıyallahü teâlâ anhüm”
onların arasında idi. Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Sizden herkes, kendi dost ve yârinin
yanına varsın!) Onlar da öyle yapdılar. Resûl-i ekrem
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Osmânın yanına vardı ve onu kenârına aldı.
Yüzünü öpdü ve buyurdu ki: (Yâ Osmân! Sen benim
dünyâda ve âhıretde dostumsun!)
3– Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Osmân
bin Affâna “radıyallahü anh” buyurdular ki: (Ben Ümmü Gülsümü, Allahü teâlâ
tarafından vahy gelerek sana verdim.)
4– Ebû
İmâmet-el Bahilî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûl-i
ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular: (Ricâlin [bir kişinin] şefâ’ati
ile benim ümmetimden Rebî’a ve Mudar kabîleleri mikdârı Cennete girer.) Rivâyet
ederler ki, o mert hazret-i Osmân bin Affândır “radıyallahü teâlâ anh”.
5–
Mugîre bin Şûbe’ rivâyeti ile gelmişdir. Mugîre tebni Şûbe “radıyallahü teâlâ
anh” dedi ki: Müşrikler Huneyn gazâsı günü hezîmete uğradılar. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” bir adama buyurduğunu
işitdim: (Ey Allahın düşmanı. Allahü tebâreke ve teâlâ sana buğz eder!) Mugîre
der ki, yâ Resûlallah! Bu o kişidir ki, Kureyşe buğz eder. Buyurdu ki, (Evet,
Osmân bin Affâna buğz eder!)
6– Şeddâd
bin Evs “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki: Resûlullahdan
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” işitdim, buyurdu ki: (Ben eshâbım arasında
oturmuşdum ki, Cebrâîl aleyhisselâm benim önüme geldi. Beni sağ kanadı üzerine
aldı. Cennet-i Adna iletdi. Cennet-i Adnda gezerken, bir elma elime geldi. Ben
o elmaya bakıp, te’accüb ederken, nâgah, o elma şak olup, iki bölük oldu.
Arasından bir hûrî dışarı geldi. Hak sübhânehü ve teâlâ hazretlerine tesbîh
etdi. Öyle tesbîh etdi ki, evvelden âhıre kimse öyle tesbîh etmemişdir. Ben
dedim; Sen kimsin. Dedi, ben hûrî’aynım. Allahü tebâreke ve teâlâ beni arşın
nûrundan halk etmişdir. Ben dedim, kimin içinsin. Dedi, imâm-ı mazlûm Osmân bin
Affân “radıyallahü teâlâ anh” içinim.)
7– Zehrî
rivâyeti ile, Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” bildiriyor. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bir
gece kalkıp, gidiyordu. Hazret-i Osmân da ileride gidiyordu. Cebrâîl
aleyhisselâm geldi ve dedi ki: Yâ Resûlallah! Bu kimdir ki, bu sâatde senin
önünden gitdi. Buyurdular ki, (Osmân bin Affândır). Cebrâîl aleyhisselâm dedi
ki, bu Ebû Amrdır, ya’nî Osmândır. Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdular, (Evet yâ Cebrâîl. Siz Osmânı gökde de
tanır mısınız!) Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki: Yâ Resûlallah! O Allahü tebâreke
ve teâlâ hakkı için ki, seni halka hak Nebî gönderdi. Güneşin yer yüzünü
aydınlatdığı gibi, Osmân gökleri aydınlatır.
8–
Abdürrahmân bin Ebî Leylâ rivâyet eder. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”
Kanbere buyurdu ki, var mescidde yüksek ses ile seslen. Hazret-i Osmânı seven
kimse var mıdır. Kanber varıp nidâ etdikde, bir kişi kalkıp dedi ki, ben
hazret-i Osmânı severim. Kanber dedi ki, gel, emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü
teâlâ anh” seni çağırır. O kişi kalkıp, emîr-ül mü’minîn Alînin huzûruna geldi.
Emîr-ül mü’minîn buyurdu ki, Osmânı sever misin. Dedi ki, yâ Emîr-el mü’minîn,
Allahü tebâreke ve
teâlâ hazretlerinin izzet ve
azameti hakkı için, ben hazret-i Osmânı kendi cânımdan dahâ çok severim. Bir
vakt Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” huzûruna varmışdım. Dedim ki, yâ Resûlallah! Bana birşey ver ki, bir
hanım almışım, hiçbir nesne yokdur ki, onun mehrini vereyim. Resûlullah hazretleri, bana bir vekiyye altın
verdiler. Bir vekiyye kırk dirhem kıymetinde altın idi. Ebû Bekr de bir vekiyye
verdi. Ömer de bir vekiyye verdi. Osman iki vekiyye verdi. Yâ Osmân, Resûlullah ve Ebû Bekr ve Ömer bir vekiyye verdiler.
Sen niçin iki vekiyye verdin, dedim. Hazret-i Osmân dedi ki, bir vekiyye
kendimden ötürü, bir vekiyye, Alî bin Ebû Tâlibden ötürü verdim ki, o vakt onun
hâzır bir nesnesi yokdu ki, sana versin. Ondan sonra dedim ki, yâ Resûlallah!
Bu malın bereketi olması için, bana düâ et. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu: (Bu malın bereketi nasıl olmaz ki,
bunu sana Peygamber ve Sıddîk ve iki şehîd verdi.) Hazret-i Alî “radıyallahü
teâlâ anh” bunu işitdiği zemân çok sevindi ve buyurdu ki, (doğru söyledin)
“radıyallahü teâlâ anh”.
9– Sa’d
bin İbrâhîm rivâyet eder. Alî bin Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anh”, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
huzûrlarında oturmuşdu. Hasen ve Hüseyn “radıyallahü anhümâ” hazretleri
geldiler. Server-i âlem onları gördü. Buyurdu ki: (Yâ Alî! Bu ikisi, ya’nî
Hasen ve Hüseyn, Cennet gençlerinin büyükleridir [üstünleridir]. Onların
babaları onlardan yüksekdir. Osmân bin Affân, İbrâhîm Halîl-ür-rahmân
aleyhisselâma benzer.)
10–
Doğru haber ile gelmişdir. Muhârık bin Semâme, kız kardeşi Ümmü Gülsüme söyledi
ki, mü’minlerin anası Âişenin “radıyallahü teâlâ anhâ” huzûr-ı şerîflerine var.
Benden selâm söyle. Ümmü Gülsüm der ki, hazret-i Âişe-i Sıddîkanın huzûruna
vardım. Dedim ki: Senin oğullarından birisi sana selâm eder. Buyurdu ki: Allahü
tebâreke ve teâlânın selâmı ve rahmeti onun üzerine olsun. Ben dedim:
Cenâbınızdan ricâ ederim ki, hazret-i Osmân bin Affân hakkında, bir hadîs-i şerîf nakl buyurunuz ki, onu şehîd etdikleri
vakt, herkes bir söz söylediler. Âişe “radıyallahü teâlâ anhâ” buyurdu ki: Ben
şehâdet ederim ki, bir soğuk gecede, Osmân bin Affânı, bu ev içinde,
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri ile gördüm. Cebrâîl aleyhissalâtü vesselâm vahy getirdi.
Vahy gelince, Resûlullah üzerine bir ağırlık
inerdi. Nitekim, Hak Sübhânehü ve teâlâ haber verir. (Biz senin üzerine vahy
ederiz. Ya’nî Kur’ân ki o, her ne kadar dil üzerinde hafîf ise de azametde
ağırdır.) Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” mubârek elini Osmânın arkasına vurup, buyurdu ki, (Bu makâm kime müyesser olur. Allahü teâlâ hazretleri bu
makâmı Peygamberlerinden başka hiç kimseye vermemişdir. Ancak, o kimseye
vermişdir ki, fazlaca ikrâm edendir. Her kim ki, Osmâna yaramazlık söyler ise,
Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin la’neti onun üzerine olsun.)
11– Enes
bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: Hazret-i Lût
aleyhisselâmdan sonra, hanımı ile, Allahü teâlâ yolunda ilk hicret eden Osmân
bin Affândır “radıyallahü teâlâ anh”. Allahü teâlâ bilir ki, Eshâb-ı güzîn
“rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, Mekkeden Medîneye, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin huzûruna hicreti yalnız yapmışlardır. Hazret-i Osmân, ehli ve
ıyâli ile berâber hicret etmişdir.
12–
Yûsüf bin Abdüllah bin Selâm rivâyet eder: Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, (Ben; Allahü tebâreke ve teâlâ huzûrunda,
Osmânın düşmânlarının hasmıyım) buyurmuşdur.
13– Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bir hadîs-i şerîflerinde buyurmuşlardır ki, (Biz Osmân bin
Affânı, Allahü teâlâ katında halîl ve kerîm olan babamız İbrâhîm aleyhisselâma
benzetiyoruz.)
14–
Abdüllah bin Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerinden rivâyet olunmuşdur.
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurdular ki: (Osmân benim ümmetimin en
hayâlısı ve en çok ikrâm edenidir.)
15–
Kelîb bin Velîd, İbni Melbekeden rivâyet eder. Abdüllah ibni Ömerin
“radıyallahü teâlâ anhümâ” huzûruna bir adam geldi ve sordu: Osmân ibni Affân
“radıyallahü teâlâ anh”
Bedr gazâsına hâzır oldu mu?
Abdüllah hazretleri buyurdu ki, hâyır olmadı. Bî’at-ı Rıdvâna hâzır oldu mu.
Buyurdu ki: Hâyır olmadı. İki asker birbirine mülâki oldukları günde, yüz
döndürdü mü? [Uhud günü, dağılanlar arasında değil mi idi.] Buyurdu ki, evet! O
kişi kalkdı gitdi. Dediler, bu kişi sizden ba’zı şeyler sordu. Cevâbınızdan
anladı ki, siz Osmânı zem etdiniz [kötülediniz]. Buyurdular ki, acele o adamı
geri döndürün. Çağırdılar, geri döndü. Buyurdular ki, benden süâl etdiğin
sözleri anladın mı. O şahs dedi ki, evet. Senden süâl etdim. Osmân “radıyallahü
teâlâ anh” Bedr gazâsına hâzır oldu mu. Sen dedin, yok. Süâl etdim ki, bî’at-ı
rıdvâna hâzır oldu mu. Sen dedin, yok. Süâl etdim ki, Uhudda dağılanlar
arasında mı idi. Sen dedin, evet. Abdüllah bin Ömer “radıyallahü teâlâ anh”
buyurdu ki: Bedr gazâsına hazret-i Osmân hâzır olmadı, ammâ, Allahü teâlânın ve
Resûlünün hâcetinde [işinde] idi. Hazret-i Resûlullah
Osmânın nasîbini o gazâda ayırdı. Ondan gayri hâzır olmıyanlara nasîb
vermediler [hisse ayırmadılar]. Bî’at-ı Rıdvânda da, Osmân ona hâzır olmadı. Resûlullah hazretleri Osmânı, Mekke-i Mükerremeye elçi
göndermiş idi. Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bî’at
etdiler. Resûlullah hazretleri kendi mubârek
elinin birisini diğerine tutup, buyurdu ki, bu Osmânın eli olsun. Resûl-i ekremin mubârek eli, Osmânın elinden üstündür.
Allahü Sübhânehü ve teâlâ, kelâm-ı kadîminde haber vermişdir. (Uhud gazâsında iki asker karşılaşdığı zemân, arka çevirip
dönenleri şeytân igfâl etdi [yanıltdı]. Allahü teâlâ onları afv etdi. Allahü
teâlâ günâhları afv edici ve cezâyı gecikdiricidir.) [Âl-i İmrân sûresi
155.ci âyet-i kerîmesi meâli.] Abdüllah bin Ömer “radıyallahü teâlâ anh”
o şahsa buyurdu ki: Sakın ola ki, Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hakkında kötü
düşünmiyesin. Buna gayret et!
16–
Abdüllah bin Mubârek, Ebû Mus’abdan, o da Yezîd bin Ebî Lehebden rivâyet
etmişdir. Osmân bin Affân “radıyallahü teâlâ anh” ile kavga edenlerin cümlesi
dîvâne [deli] oldular. Abdüllah bin Mubârek der ki, onların Cehennemde
tadacakları azâb yanında delilikleri azdır.
17– Ebû
Sa’îd-i Hudrî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder:
Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Ey Allahım!
Muhakkak ki Osmân, rızânı taleb eder. Sen de fadl ve keremin ile Osmândan râzı
ol!)
18–
Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyeti ile gelmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
buyurdular: (Ey Allahım! Osmâna, kıyâmet gününün şiddetinden râhatlık ve
kurtuluş ver. Çünki, o bizi nice sıkıntılı günlerimizde râhata kavuşdurdu.)
19–
Emîr-ül mü’minîn Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hakkında rivâyet olunur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
buyurdular ki: (Eğer kırk kızım olsa idi, cümlesini birbiri ardınca, hiçbiri
kalmayıncaya kadar Osmâna verirdim.)
20–
Abdüllah bin Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurdular ki: (Muhakkak istedim ki, Eshâbımdan dört kimseyi âleme
göndereyim ki, halka Kur’ân-ı azîm-üş-şânı ta’lîm etsinler. Bizden önce de Îsâ
bin Meryem aleyhimüsselâm havârîlerini halka göndermişdi.) Osmân bin Affânı,
Abdüllah bin Mes’ûdu ve Mu’âz bin Cebeli ve Ubeyy bin Kâ’bı “radıyallahü teâlâ
anhüm” gönderdiler.
21–
Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri, buyurdular ki: (Ümmetimden büyük günâh
işleyip, Cehenneme gitmesi îcâb eden yetmiş bin kimseye Osmân şefâ’at eder.
Allahü teâlâ onları Cennete gönderir.)
Otuzsekizinci Menâkıb: Kıymetli kitâblarda haber verilmişdir. Ebû Hüreyre
“radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki: Birgün Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin kerîmeleri ve hazret-i
Osmânın “radıyallahü teâlâ anh” zevcesi olan Rukayyenin “radıyallahü anhâ”
huzûrlarına vardım. Elinde bir tarak tutuyordu. Buyurdu ki, kıymetli babam Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri şimdi yanımdan gitdi. Bu tarak ile mubârek saçını ve sakalını
taradım. Bana buyurdular ki, (Yâ Rukayye! Ebû Abdüllah Osmân bin Affânı nasıl buldun!).
Ben dedim ki: (Hayr ile gördüm. İyilik ile gördüm!) Babam buyurdu ki: (Cümle
Eshâbım arasında ah-
lâkı bana en çok benziyen odur.
Osmâna hurmetde kusûr etme!)
Otuzdokuzuncu Menâkıb: Zübeyr bin Harrâş rivâyet eyler. Hazret-i Ömer “radıyallahü
anh”; kızı Hafsayı “radıyallahü anhâ” hazret-i Osmâna “radıyallahü anh”
nikâhlamak istedi. Hazret-i Osmân özr beyân eyledi. Hazret-i Ömer üzüldü. Bu
haber Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretlerine erişdi. Hazret-i Ömere buyurdular ki: (Yâ Ömer! Kızını
Osmândan dahâ iyisi alacak. Ve Osmân Hafsadan iyisini zevce edinecek. Sen
kızını bana nikâh et! Ben de kızımı Osmâna nikâh edeyim!) [Hafsa “radıyallahü
teâlâ anhâ” hicretin üçüncü senesinde, genç yaşında, Bedr gazâsında bulunan
Huneysden dul kalmış idi.]
Kırkıncı Menâkıb: Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
buyurdular ki, (Üç nesne vardır ki, her kim onlardan kurtulursa muhakkak
kurtulur. Benim vefâtım, Deccâlın ve hak üzere olan halîfenin katli.) Ebû
Hüreyre buyurdu ki, hak üzere olan halîfenin kim olduğunu Leyse ve İbni
Lehî’aya sordum. Bu halîfe Osmân bin Affândır “radıyallahü teâlâ anh”, dediler.
Kırkbirinci Menâkıb: Ukbe bin Âmir el Cühenî “radıyallahü teâlâ anh” bildiriyor.
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri birgün buyurdular ki: (Yâ Ebâ Bekr ve Ömer! Sizin ikiniz, dünyâda ve
âhıretde kardeşlersiniz. Şimdi her ikiniz, birbirinize selâm veriniz ve
müsâfeha ediniz.) Hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömerin elini tutdu. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
tebessüm edip, buyurdu: (Yâ Ebâ Bekr! Sen Ömerin önünce olursun!) Ya’nî dahâ
önce halîfe olursun. Sonra buyurdular. (Yâ Zübeyr ve Talha! Siz de geliniz.
Sizin aranızda da kardeşlik vereyim. Her ikiniz, dünyâda ve âhıretde
kardeşlersiniz. Şimdi birbirinize selâm verip, müsâfeha ediniz.) Nasıl buyurdu
ise öyle yapdılar. Sonra buyurdu. Ubeyy bin Kâ’b ve Abdüllah bin Mes’ûd da öyle
yapdılar. Sonra Ebû Ubeyde bin Cerrâh ve Sâlimi, ki Sâlim Ebû Huzeyfenin kölesi
idi, onlara da buyurdu. Onlar da öyle yapdılar. Sonra Üsâme tebni Zeyd ile Ebû
Hind öyle yapdılar. Ebû Hind Haccâm ki, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sel-
lem” hazretlerinden hacâmat
çekerdi. [Kanını alırdı.] Ve mubârek kanını içerdi. Hazret-i Resûlullaha ziyâde muhabbetden onların yanında
kardeşlik etdi. Onlar da öylece yapdılar. Sonra Abdürrahmân bin Avf yüzünü
hazret-i Osmân bin Affân tarafına döndürüp dedi ki: (İnnâ lillah ve innâ ileyhi
râciûn!). Bize ne olmuşdur ve ne işlemişiz ki, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri benim ve senin tarafımıza
iltifât etmedi. Allahü teâlâ hazretlerinin hışmından ve Resûlünün azarından;
yine Allahü teâlâya sığınırız, dedi. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri onlar tarafına bakıp, buyurdular
ki: (Hak sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin izzi ve celâli ve kudreti ve azameti hakkı için,
Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri sizin üzerinize hışmlı [gadablı] değildir.
Ve Resûli de sizin üzerinize azarlı [sizi azarlamış] değildir. Allahü
teâlâ ve Resûlü ve melekleri yanında ikrâm görenlerdensiniz! Velâkin, ben sizi
yâd etmek istediğim zemân, Hak Sübhânehü ve teâlâ bir melek göndermişdir. Beni
men’ etdi ve dedi ki, onları sonra yâd et ki, onların ikisi de ganîdir [zengindir].
Ben de ondan dolayı sizi sonra yâd etdim. Bunun gibi, kıyâmet gününde hesâb
ederler. Fakîrlerin hesâbını evvel yaparlar. Zenginlerin hesâbını sonra
yaparlar. Ve sonra siz, dünyâda ve âhıretde kardeşlersiniz. Siz de
birbirinize selâm verip, müsâfeha ediniz.) Onlar da öyle yapdılar.
Sonra Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri buyurdular ki, (Râzı oldunuz mu!). Onlar dediler ki: (Evet,
râzı olduk. Allahü teâlâ hazretlerine şükr ederiz ki, bizi rüsvâ etmedi.) Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurdu ki: (Sizin üzerinize dahâ ilâve edeyim mi!) Evet, dediler. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu: (Siz
ikiniz dünyâda ve âhıretde kardeşlersiniz! Cennetde benim kardeşim İlyâs
aleyhisselâmdır. İlyâs aleyhisselâm, Allahü teâlâ hazretlerine bütün halkın en
sevgilisi idi. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri Cebrâîl aleyhisselâmı İlyâs
hazretlerine gönderdi ki, Hak sübhânehü ve teâlâ hazretleri sana kardeşlik
verdi; bir kulun halâsıyle ki, onu zulm ile öldürürler. Ben ki, Resûlullah olarak Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretlerini
sizi şâhid tutarım ki, size dünyâda ve âhıretde kardeşlik verdim. Siz bugün
cümlenin iyisisiniz.)
Kırkikinci Menâkıb: Doğru rivâyet ile gelmişdir. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden sordular. Cennetde berk
[ışık, şimşek] olur mu? Buyurdular ki, evet olur. Osmân bin Affân bir kasrdan
bir kasra giderken yüzünün nûru ışık olur. Bundan dolayıdır ki, ona zinnûreyn
derler. Ülemânın ba’zının kavliyle, hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” uzun
gecelerde tâ’at yapıp ve Kur’ân-ı azîm-üş-şân tilâvet etmekden geri kalmazdı
[ya’nî tilâvet ederdi]. Mubârek pehlûsunu yere koymazdı. Mubârek gözü
ağlamakdan kuru olmazdı. Ahmed bin Attâr “rahimehullahü teâlâ” bu ma’nâda şu şi’ri
söylemişdir:
Yumuk
durmakdan gözlerim kurudu,
Sanki göz kapaklarım kısa imiş gibi.
Kapakları
dikenle delik-deşik olmuş gibi,
Gözlerimin uyuyacak hâli yok.
Gece
uzadıkça uzayınca derim ki,
Ey
gecem, gündüz dahâ çok uzakda!
Kırküçüncü Menâkıb: Nu’mân bin Beşîrden “radıyallahü teâlâ anh” doğru rivâyet
ile gelmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (İçinizde hayâ bakımından en
sâdıkınız, Osmân bin Affândır.) Bu haber zâhir delîldir ki, hiç kimsenin hayâ
ve hicâbı bu ümmetde Osmân bin Affânın “radıyallahü teâlâ anh” hayâ ve
hicâbından dahâ çok ve üstün değildir. Hazret-i Âdem aleyhisselâmın zemânından
bu zemâna gelene kadar, güzel ahlâkdan herkesde zuhûra gelmişdir. O güzel
ahlâkdan hayâ, o ahlâkların eşreflerindendir. Bu sözün ma’nâsı odur ki, hayrdan
ve şerden her nesne ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri halk etmişdir, onu
çift halk etmişdir. Kur’ân-ı kerîm onunla nâtıkdır. (Her
şeyden çift yaratdık...) buyurulmakdadır.
[Zâriyât sûresi 49.cu âyet-i kerîmesi meâli.]
Açlığı yaratdı. Tokluğu onun çifti kıldı. Sıhhati yaratdı. Hastalığı ona çift
kıldı. Fakîrliği yaratdı. Zengin olmağı ona çift kıldı. Kimseye muhtâc olmamak
ile, başkalarına yük olmağı çift kıldı. Gönlü [kalbi] yaratdı. Rûhu ona çift
kıldı. Nefesi yaratdı. Râyihâyı ona çift kıldı. Dîni yaratdı. Kemâli ona çift
kıldı. (Bugün dîninizi temâm etdim!) [Mâide
sûresi 3.cü âyet-i
kerîme meâli].
Dünyâyı yaratdı. Zevâli [yok olmağı] ona çift kıldı. (Dünyâ malından yanınızda olanlar fânîdir. Allahın indinde, Cennetdeki
sevâb, oradakilerle bâkîdir!) [Nahl sûresi 96.ci âyet-i kerîme meâli.] Toprağı
yaratdı. Sükûnu [ızdırâbsızlığı] onun çifti eyledi. Ateşi yaratdı. Hareketi
onun çifti eyledi. Yer altını yaratdı. Darlığı ve karanlığı onun çifti eyledi.
Yeri yaratdı. Açılmağı, yayılmağı onun çifti eyledi. (Allahü teâlâ sizin için arzı döşek yapmışdır. [Yeri geniş eyledi ki, üzerinde geniş yollar
açasınız.]) [Nûh sûresi 19.cu âyet-i
kerîme meâli.] Gökü yaratdı. Yüksekliği [mertebeyi] onun çifti eyledi. (Yedi kat gökleri çok kuvvetli sağlam kıldık. Zemânla
bozulmaz.) [Nebe’
sûresi 12.ci âyet-i kerîme meâli.] Cenneti yaratdı. Maddî ve ma’nevî
sıkıntıları ona çift kıldı. Nitekim Seyyid-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri buyurdu ki: (Cennet, istenmiyen,
sıkıntı veren şeyler ile örtülüdür. Cehennem de, şehvetler, arzûlanan şeyler
ile örtülüdür.) Îmânı yaratdı. Hayâyı onun çifti eyledi. Çeşidli
haberlerde gelmişdir. Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
buyurmuşdur ki: (Hayâ ve îmân bir arada bulunur.) Ya’nî
hayâ ve îmânı birbirinin çifti eyledi. Lâkin hayâyı gözde yaratdı. Ne kadar ki,
hayâ gözdedir. Îmân da gönüldedir. Allahü teâlâ korusun, hayâ gözden zâil
olunca [gidince], îmân da gönül [kalb] de za’îf olur. Bu ikisi de kat’î delîl
ile sâbitdir. Şek ve şübhe yokdur.
Osmân
Zinnûreyn hazretlerinin zemânında, yeryüzünde ondan fazîletli ve azîz, yüksek
hâlli kimse yok idi. Osmân “radıyallahü anh” hazretlerinin yüksek hâlleri ve
hayâsı ve sehâveti ve sâir menâkıbları sayısızdır. Hayâ, Allahü teâlâ ve
tekaddes hazretlerinin sıfatlarındandır. Mahlûklara da bu sıfat gelmişdir.
Halka gelen o hayâ sıfatı birkaç çeşiddir.
Birinci çeşidi
hayâ-i hacâletdir. Ya’nî utanmak şeklindeki hayâdır. Âdem alâ nebiyyinâ ve
aleyhissalâtü vesselâm hazretlerinin hayâsı gibi. Buğday dânesi yidi. Üzerinde
elbise [Cennet elbisesi] kalmadı. Hacil oldu [utandı], yüzünü döndürdü. Allahü
teâlâ hazretleri. (Bizden kaçıyor musun!), buyurdu. Hâyır, yâ Rabbî! Elbiselerim
çıkarıldığı için utanıyorum. O utanmadan dolayı yüzümü döndüm.
İkinci nev’i,
hayâ-i azametdir. İsrâfîl aleyhisselâmın hayâsı gibi. Haberde gelmişdir ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurdular: (İsrâfîl her gün yetmiş kerre yüzünü kendi kanadı ile
örter ve der ki, yâ ilâhel âlemîn! Ne yapabilirim ki, herkes gibi sana lâyık
bir secde ve bir rükû’ etmeğe kâdir değilim.)
Üçüncü nev’i,
heybet hayâsıdır. Melekler ve Nebîler hayâsı gibi ki, (Yâ Rabbî! Seni tesbîh ve
tenzîh ederiz. Sana hakkı ile ibâdet edemedik), derler.
Dördüncü nev’i
hayâ, hürmet ve hizmetdir. Mûsâ bin İmrân alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü
vesselâm hayâsı gibi. Mûsâ aleyhisselâm buyurdu ki: (Yâ Rabbel âlemîn. Bana
Cennet gerekdir. Senden isterim. Senin dîdârın gerek. Onu da senden isterim.
Lâkin her vakt ki, bana tuz, ekmek ve koyun için lâzım olan hakîr şeyler
gerekince, bunları ben senden nasıl isterim.) Allahü teâlâ hazretleri, (Yâ
Mûsâ! Maksad budur. Ya’nî onları istemekdir. Kul, her vaktde bir sebeble, bir
ihtiyâc ile huzûra gelsin. Münâcât etsin. O behâne ile [o sebeble] kulluğunu
yerine getirsin. Vefâsını tâze tutsun.) Bu kıssa uzundur. Bu makâmda bundan
ziyâde mümkin değildir. Ammâ o hayâ ki, Allahü teâlâ hazretlerinin ni’met ve
sıfatıdır. Günâhları örter ve afv eder. Kullarının günâhlarını görür, örter,
afv eder. Birçok haberde gelmişdir. Câbir bin Abdüllah “radıyallahü teâlâ anh”
rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” buyurmuşdur ki: (Bir mü’min ve günâhkâr kul kabrden kalkar,
Sırat heyecânı ve Cehennem korkusu ile mahşere gelirken, iki yol başına erişir.
Korkarak ve ağlıyarak, sükûnet ve karâr ile, yolun birisine girer. Kimse ondan
bir söz süâl etmez. Dosdoğru Cennet kapısına erişir. Sağ ayağını kapıdan içeri
koyup, sol ayağını yerinden kaldırmazdan evvel, Allahü teâlâ ve tekaddes,
bilâ-vâsıta [vâsıtasız] o kulun sağ eline bir nâme verir. Kulum, sen al bu
nâmeyi oku ve o nâme içindekileri öğren. Ondan sonra, hükm senin hükmündür.
Cennet-i ebediyyeye gir ve ondaki senin himmetin ve murâdındır. Orada ebedî
olarak kal, buyurur. O kul da nâmeye bakar görür ki, (ey benim kulum, her ne
yapdın ise, gördüm ve bildim. Lâkin
yapdığın işlerini, tekrâr sana
göstermeğe hayâ etdim,) yazılmış, görür.) Bu haberin benzeri Ebû Süleymân-ı Dârânî
rivâyeti ile başka bir vaktde gelmişdir. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurmuşdur ki: (Allahü tebâreke ve teâlâ
ve azze ve celle buyurmuşdur. Gökden indirilen kitâbların ba’zısında, benim
kulum, her ne kadar ki, sen günâhkârsın ve günâhından korkarsın ve hayâ
edicisin. İzzim ve celâlim hakkı için ayblarını ve günâhlarını Âdemoğlunun
gözünden ve gönlünden gizli ederim. Ve gözünün hâinliklerini, bedeninin gizli
günâhlarını meleklerin anlayışından saklarım. Ben yanılmalarını ve günâhlarını
levh-i mahfûzda, kirâmen kâtibinden gizli tutarım. Ve kıyâmetde seni muhâsebe
makâmına getirir ve hesâbını kolay eylerim!)
Her
kimse ki, günâhkâr olur. Günâhları sebebi ile utanır ve korkar. Onun hesâbı
çetin olmaz. Hazret-i Osmân bin Affân “radıyallahü teâlâ anh” her günâhdan
kaçınır, her iyiliği yapar, hilm, vefâ ve hayâ sâhibi idi, utanır idi. Osmân
bin Affân hazretlerine hesâb olmaz. Osmânın dostlarına da hesâb az olur. Birçok
haberde gelmişdir: Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Allahü teâlâ
kıyâmet gününde yüzyirmidörtbinden ziyâde nebîyi “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” ümmetleri ile
muhâsebe yerinde durdurur. Herkesi meşgûl olduğu şey mikdârı [ameline göre]
çok müddet veyâ az müddet o yerde durdurur. Osmân bin Affân hazretlerini ve
onu sevenleri hesâbsız mahşerden geçirir.) Herkesi makâmı ne olursa
olsun, sıdk [doğruyu söyleyecek] makâma getirir. Allahü teâlâ Resûllere ve
Nebîlere çok fazîletler, menâkıbler vermişdir. O haslet ve fazîlet ve fahr-i
şehâdet ki [şehîd olmak ki], Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri Zekeriyyâ ve
Yahyâ “alâ nebiyyinâ aleyhissalâtü vesselâm” hazretlerine vermişdir. [Hazret-i
Osmâna da vermişdir.] İkinci haslet, fadl-ı zühd ve fahr-i hicretdir ki, Allahü
teâlâ Îsâ bin Meryeme “ala nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” vermişdir.
Üçüncü haslet, mukâleme fazîleti ki, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri onu
Mûsâ kelîme “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” vermişdir. Dördüncü
haslet, hüsn-i cemâl fazîleti ki, Rabbil âlemîn onu Yûsüfe “alâ nebiyyinâ ve
aleyhissalâtü vesselâm” vermişdir. Beşinci haslet, cömertlik [sehâ-
vet] fazîletidir. Allahü teâlâ onu
İbrâhîm halîl “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” hazretlerine vermişdir.
Altıncı haslet, yaşlılık, pîrlik [ihtiyârlık] üstünlüğü ki, Allahü teâlâ onu
Nûh “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” hazretlerine vermişdir. Yedinci
haslet, hayâ ve hicâb fazîletidir ki, Allahü tebâreke ve teâlâ onu Âdem
safiyyullaha ve Muhammed Mustafâ “aleyhi efdalüssalât ve ekmelüttehıyyât” hazretlerine
vermişdir. Allahü teâlâ bu fazîletlerin temâmını ve bu menâkıbın mahsûlünü
Osmân bin Affân hazretlerine vermişdir. Onun hayâsı fazîletlerine işâretdir.
Şimdi
diğer hasletlerinin fedâilinden de birer harf işit. Allahü teâlâ pîrlik
[ihtiyârlık] hil’atini [elbisesini] Nûh aleyhisselâm hazretlerine vermişdir.
Nûh aleyhisselâm o sebebdendir ki, Resûllerinin pîri olmuşdur. Bunun gibi,
Allahü teâlâ azze ve celle pîrlik hil’atini [elbisesini] Osmâna verdi. Osmân
“radıyallahü teâlâ anh” hazretleri de o sebeble kendi zemânında ümmetin pîri
oldu. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretlerinin ömr-i şerîfleri altmışüç idi. Ebû Bekr-i Sıddîk ve
Ömer-ül Fârûkun “radıyallahü anhümâ” da ömr-ü şerîfleri altmışüç oldu. Lâkin
Osmân-ı Zinnûreyn hazretlerinin ömrü onlara muvâfık olmadı. Sekseniki yaşında
vefât etdi. Onun ömrünün uzun olmasını, ömrünün sonunda, kahr ve zulm ve cevr
görmesini Allahü teâlâ âlimdir, bilir. Yahyâ bin Zekeriyyâ “alâ nebiyyinâ ve
aleyhimessalâtü vesselâm” gibi; mubârek başını keserler. Allahü tebâreke ve
teâlâ, Osmân “radıyallahü anh” hazretlerinin ömrünü uzun irâde etmiş ki, o
sebeble cân teslîm etdiği vaktde râhat olsun. Ma’lûmdur ki, ham meyve tâze
ağaçdan zor ayrılır. Bunun gibi genç olan kişinin rûhu da bedeninden zor çıkar.
Kemâl bulmuş [olgunlaşmış] meyve ağacından tez [kolay] ayrılır. Pîr [yaşlı]
olan kimsenin de rûhu bedeninden kolay çıkar [ayrılır].
Allahü
teâlâ ve tekaddes hazretleri, Fütüvvet ve sehâveti Peygamberlerin önderi olması
için, İbrâhîm “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” hazretlerine verdi.
Bunu Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine de verdi ki, böylece zemân-ı
şerîfinde Evliyânın önderi olsun!
(İşâret): Râhib
Mugîrenin Tâifde bir bağı vardı. Kâfirler,
her hafta başında o bağda bir
meyvenin turfandası yetişir, diye öğündüler. Mü’minler de, Medîne-i
münevverede, hazret-i Osmânın “radıyallahü teâlâ anh” serâyı var. Bir yıl ki
üçyüzaltmış gündür. Hergün o serâyda, garîblere ve miskînlere bir yeni da’vet
ve açıkdan [âşikâre] müsâfir kabûl olunur, diye öğündüler. Şâir onu nasıl
övmüşdür. Şi’r:
Bu
fânî dünyâda ümîd edilen ne varsa,
Onun kapısında kavuşulur!
Çünki,
Allahü teâlâ böyle yaratmışdır,
Cennetde azâb bulunmadığı gibi, onda cimriliğin zerresi bile çok garîb düşer.
Cihânda vefâ olarak ne varsa,
Onun adâletli kapısında temâm olur.
Onun cömertlik anberi şarka ve miski Şâma ulaşdı,
Ona iftihâr elbisesi giydirilip, tekrâr selâm verildi.
Nasıl
ki İbrâhîm aleyhisselâmın putlara tapması mümkin değilse,
Onun
için de cimrilik mümkin değildir.
Kırkdördüncü Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular
ki: Cebrâîl aleyhisselâm bana söyledi. Allahü Sübhânehü ve teâlâ, Yûsüf-i
Sıddîk aleyhisselâm hazretlerine vermiş olduğu güzelliğin benzerini Osmân bin
Affâna da vermişdir. Her kim Yûsüf aleyhisselâmın cemâlini görmek isterse,
Osmânın cemâlini görsün. Fekat, her kim Yûsüf aleyhisselâmın cemâlini gördü,
fitneye düşdü. Her kim Osmânın cemâlini gördü, hürmet eder oldular. Bir haberde
de gelmişdir ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” buyurmuşdur: Ben nice kerre istedim ki, Osmânın yüzünü kemâli üzere
göreyim, kâdir olmadım. Bir gün Cebrâîl aleyhisselâma dedim, Yâ Cebrâîl! Ben ne
kadar istedim, Osmânın cemâlini temâmen göreyim. Cebrâîl aleyhisselâm dedi. Ben
de kâdir olamadım ki, Osmânın cemâlini göreyim. Yâ Resûlallah! O kadar hurmet
ve büyüklük ve haşmeti, biz meleklerin kalbinde zuhûra gelmişdir ki, gözlerimiz
Osmânın cemâlini müşâhede etmekden alıkoymuşdur. Yâ Resûlallah! Her gece yarısı
ki, Osmân evinden mescide gelir. Göklerin ve yedi yerin meleklerine, Osmânın
haşmet ve hayâsından hacâlet gelir [utanırlar, mahcûb olurlar].
Kırkbeşinci Menâkıb: Câbir ve Enes “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretleri
rivâyet etmişlerdir. Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki, (Ben mi’râc gecesi dünyâ
gökünde bir mihrâb gördüm. Dört mil uzunluğu, bir mil eni ve mercân dânesinden
idi. O mihrâbın içinde Osmânın hüsn ve cemâlinin sûretini gördüm. İkinci gökün
üzerinde bir mihrâb gördüm. Kırk mil uzunluğu ve on mil eni ve bir dâne inciden
idi. Onun da içinde Osmânın hüsn ve cemâlinin sûretini gördüm. Üçüncü gökün
üzerinde bir mihrâb gördüm. Dörtyüz mil uzunluğu ve yüz mil eni ve bir
firûzeden idi. O mihrâbın içinde Osmânın güzel sûretini gördüm. Dördüncü gök
üzerinde bir mihrâb gördüm. İkibin mil uzunluğu ve bin mil eni ve bir yâkut
dânesinden idi. O mihrâbın içinde Osmânın güzel yüzünü gördüm. Beşinci gök
üzerinde bir mihrâb gördüm. Üç bin mil uzunluğu, ikibin mil eni, bir dâne
kırmızı yâkutdan idi. O mihrâbın içinde Osmânın genç cemâlini gördüm. Altıncı
gök üzerinde bir mihrâb gördüm. Dört bin mil uzunluğu ve bin mil eni ve bir
dâne zebercedden idi. O mihrâbın içinde Osmânın hüsn-ü sûretini gördüm. Fevc
fevc, tâife tâife, gürûh gürûh, her ân ve her sâat mukarreblerden ve
rûhânîlerden ve kerûbîlerden [melekler] gelirler ve o mihrâbın berâberinde
durup, Osmânın hüsn-i sûret ve cemâline karşı Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretlerine senâ ederler. Ben dedim ki, yâ Cebrâîl! Mihrâbların sadrında
[içinde] olan Osmânın bu sûret, hüsn ve cemâli ne zemândan beri zûhura
gelmişdir. Hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm dedi: O Allahü teâlâ hakkı için ki,
Âdem safîyullah “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” halk olunmazdan
dörtyüz bin sene önce, Osmânın bu sûret ve cemâli bu yedi gök üzerinde
mihrâblarda zuhûr etmişdir. Amel-i sâlihînin bereketinden ve hayrâtından zuhûra
gelmişdir.)
Bu sâlih
amellerin birincisi odur ki, Osmân “radıyallahü anh” dâimâ oruc tutardı.
İkincisi, gece yatmaz. Bütün gece nemâz kılardı. Üçüncüsü, elbisesi olmıyanlara
elbise alarak giyindirir. Dördüncüsü, açların karnını doyurur. Beşincisi,
Sûre-i ihlâsı çok okur. Altıncısı, hazret-i Osmân gönlünde müslimânlara bir
zerre gıl ve gış, kin, hased, sû-i zân tutmaz. Yedincisi, her
acz, her belâ, her musîbet Osmânın
önüne gelir. O hâlde hışmını yutup, sabr eder ve kimseye şikâyet etmezdi.
Kırkaltıncı Menâkıb: Ebû Osmân Hayrî “rahmetullahi aleyh” (Letâif) kitâbında yazmışdır. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu
ki, (Mi’râc gecesi beni göke götürdüler. Dünyâ
göküne vardım. Osmânın sûretini gördüm. Dedim, bu mertebeye ne ile erişdin.
Dedi, gece nemâzı ile. İkinci göke vardım. Osmânın sûretini gördüm. Dedim, bu
mertebeye ne ile erişdin. Dedi, Kur’ân-ı azîm-üş-şân okumak ile. Üçüncü göke
erişdim. Osmânın sûretini gördüm. Dedim, bu mertebeye ne ile erdin. Dedi,
sûre-i İhlâs okumak ile. Dördüncü göke vardım. Osmânın sûretini gördüm. Dedim,
bu mertebeye ne ile erişdin. Dedi, Âl-i Resûle [Resûlün akrabâsına] nasîhat etmekle. Beşinci göke erişdim.
Osmânın sûretini gördüm. Dedim, bu mertebeye ne ile erişdin. Dedi, Mescidde
i’tikâf etmekle. Altıncı göke vardım. Osmânın sûretini gördüm. Dedim, bu
mertebeye ne ile erişdin. Dedi, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinden hayâ
etmek ile. Yedinci göke erişdim. Osmânın sûretini gördüm. Dedim, bu mertebeye
ne ile erişdin. Dedi, Musîbetler ve mihnetler çekmekle.)
Kırkyedinci Menâkıb: Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine Zinnûreyn
denilmesinden bir mikdâr anlatılmışdı. Lâkin, dahâ da ziyâde [çok] beyan
edelim. Ma’lûmdur ki, Allahü teâlâ hazretleri Mûsâ “alâ nebiyyinâ ve
aleyhisselâm” hazretlerine iki nûr vermişdi. Biri Tevrât nûru. Biri Yed-i Beydâ
nûru. Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine de iki nûr vermişdi. O sebeble
Zinnûreyn derler. Bir kavl de şudur ki, iki nûr, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin iki kerîmelerini, biri
Rukayye ve biri Ümmü Gülsümdür “radıyallahü teâlâ anhünne”; almışdır. Aliyyül
mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin öğünmesi Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin bir kerîmesiyle idi. Osmân
“radıyallahü anh” hazretlerinin öğünmesi ondan ziyâde olur. O iki nûr iki
hicretdir ki, Osmân bin Affâna nasîb olmuşdur. Bir kavl de odur ki, o iki nûr
iki gazâdır. Biri Bedr gazâsı, biri Hudeybiye gazâsıdır. Ammâ Bedr gazâsında Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri, Osmân bin Affân hazretlerine buyurdular ki, (Yâ Osmân! Ben
sendenim, sen bendensin!) Hem kendi nûrunu tutasın ve hem benim nûrumu tutasın.
Hudeybiye gazâsında Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki, işte bu iki elimin biri benim
elimdir. Ve biri Osmânın elidir. Doğru Bî’at-ı Rıdvân etdim. O vaktde Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin iki mubârek eli birbirine ulaşdı. Bir elinden güneş gibi bir nûr
ve bir elinden ay gibi bir nûr parladı. Buyurdular ki, (Bu iki nûr Osmânın
nûrudur. Osmân benim ile ebedî olarak Cennetde refîkdir.) Bir kavl de odur ki,
iki nûrun biri, gündüz oruclu olmanın, biri gece nemâz kılmanın nûrudur. Bir
kavlde odur ki, o iki nûrun biri îmân nûru ve biri Kur’ân nûrudur. Bir kavl de
odur ki, iki nûrun biri zâhirinin nûru ve biri bâtınının nûrudur. Herkesin
ittifâkıyla Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hem şeyh-i ehl-i îmân idi ve hem
şeyh-i Kur’ân idi. Şu sebebden Şeyh-i ehl-i îmân idi ki, yetîmler babası idi.
Dertliler yardımcısı idi. İhtiyâr kadınların yardımcısı idi. A’mâlara yardım
ederdi. Medîne-i münevvere beldesinde bir aç veyâ bir çıplak var ise, o aç
kimseyi doyurmayınca kendi yimez, o çıplak kimseyi giyindirmeyince, kendi
giyinmezdi. Şeyh-i Kur’ân idi. Ya’nî Kur’ân-ı azîmüşşânı kendi haddı ile dört
mushaf-ı şerîf yazdı. Âlemin dört tarafına gönderdi. Yirmi küsür sene akşam
nemâzını kıldıkdan sonra, dört rek’at nemâz kıldı. Her rek’atde sûre-i
Fâtihâdan sonra kırk kerre Kulhüvallahü ehad sûresini okurdu. Ondan sonra ihlâs
ile dörtbin tesbîh, tehlîl ve düâ okurdu. Bunları yerine getirdikden sonra,
bütün Kur’ân-ı azîmi ki, yüzondört sûre, altıbinaltıyüzaltmışaltı âyetdir, bir
kavle göre; tertîb ve tertil ile her gece vitr nemâzında okurdu. Bu
mertebelerden sonra, bir de şehâdet mertebesine kavuşdu. Haberde gelmişdir ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurdu ki, (Ben mi’râc gecesi dedim ki, yâ Rabbî! Osmân bin Affân
senin hesâbın için hayâ eder. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri buyurdu: Yâ
Muhammed! Ben cümle mahlûku hesâba çeksem de Osmâna hesâb etmem, ben Osmândan
hesâbı ref’ etmişim [kaldırdım].)
İşâret: Her
kim beş nesneyi yapar; ondan beş nesneyi men’
etmezler. Her kim hayâ eder. Ondan
hayâ ederler. Her kim rahm eder [rahmet eder], ona rahmet ederler. Her kim
malını Cennete bedel verir. Cenneti ona bedel verirler. Her kim afv eder. Onu
afv ederler. Her kim Hak sübhânehü ve teâlâ hazretlerini tanıdı. Ya’nî bilip
korkdu. İşleri temâm olur. Allahü teâlâ hazretlerini bulup, vâsıl olur. Bu beş
nesneyi Osmân bin Affân “radıyallahü anh” yapardı.
Nükte: Büyüklük
dünyâda dört şey ile olur. Âhıretde de dört şey ile olur. Dünyâda hüsn ve cemâl
ile olur. Sehâvet ve mal ile olur. Aşîret ve Âl [yakınlar] ile olur. Âhıretde
iyi sünnet ve iyi ibâdet ile, iyi huy ile ve iyi sîret ile olur. Emîr-ül
mü’minîn Osmân bin Affân “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinde, bu sekizi de
mevcûd idi. Mal ve cemâl sâhibi idi. Resûlullahın
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” yakın akrabâsından idi. Emîr-ül mü’minîn
idi. Sünneti iyi bilirdi ki, Kur’ân-ı azîm-üş-şânı toplayıp, dört tarafa
gönderdi. Kıyâmete kadar tilâvet edenlerin sevâbına ortak oldu. Ahlâkının güzel
olmasından dolayı, Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” muhterem kerîmeleri Ümmü Gülsümü “radıyallahü teâlâ anhâ”,
hazret-i Osmâna “radıyallahü teâlâ anh” tezvîc buyurduklarında söyledikleri
dahâ önce beyân olunmuşdur. İbâdeti ve iyiliği de dahâ önce bildirildi. Sîreti,
iyiliği odur ki, Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” kalkdı, Osmân bin Affân
hazretlerinin huzûruna gitmek için çıkdı. Giderken yolda bir kadın gördü.
Tekrâr ona bakdı. Sonra huzûrlarına vardı. Osmân “radıyallahü anh” buyurdular
ki, (Yâ Ebâ Hüreyre! Gözlerinizde zinâ eseri görürüm!) Ebû Hüreyre dedi, yâ
Emîr-el mü’minîn! Resûlullahdan “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” sonra vahy inmiş midir? Buyurdular, vahy inmedi.
Velâkin, mü’minin firâseti doğrudur. Nitekim, Seyyid-il âlem “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Mü’minin
firâsetinden kaçınınız. Çünki, mü’min, Allahü teâlânın nûru ile bakar.)
(İşâret): İslâmın
bekâsı dört nesne iledir. Kırâet ile, tahâret ile ve ibâdet ile ve mücâhede
ile. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, bu dördünü de hazret-i Osmâna
“radıyallahü teâlâ anh” müyesser eyledi. Bu dört dâimâ onun için olur: Kur’ân-ı
azîmi kırâ’et için cem’ etdi. Rûme kuyusunu, mü’minlerin su içmesi
için satın aldı. Mescid-i şerîfi
ibâdet için genişletdi. Tebûk gazâsında askeri mücâhede için techîz etdi.
Kırksekizinci Menâkıb: Haberde gelmişdir. Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh”
bir gün, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretlerinin, kendi evlerine hiç yiyecek [ta’âm] göndermediğini işitmişdi.
Evdekilerin rengi açlıkdan değişmişdi. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri mescid-i şerîfe teşrîf buyurmuş
ve nemâz kılıyorlar idi. Hazret-i Osmân “radıyallahü anh” bu hâli haber aldı.
Hazret-i Selmâna ıtab eyledi ki, niçin acele haber vermedin. O sâat bir semîz
koyun, bir mikdâr bal ve bir dank un getirdip, Âişe-i Sıddîka “radıyallahü
teâlâ anhâ” hazretlerinin hücre-i şerîfine [evine] gönderdi. Yâ Âişe, yâ ümmül
mü’minîn! Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretlerinin bunu, hanımları [evleri] arasında taksim edeceğini
biliyorum! Sen söyle ki taksim etmesin. Ben her eve bu kadar gönderdim. Âişe-i
Sıddîka “radıyallahü teâlâ anhâ” buyurdular ki, ben emr etdim. Koyunu
boğazladılar. Ekmeği pişirdim. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, devletle ve se’âdetle mescid-i
şerîfden geldiler. Bu unu, ekmeği ve balı gördüler. Bunlar nereden geldi diye
sordular. Hâdiseyi söyledim. İstedi ki, diğer evlere [hânelerine] de taksim
etsin. Hazret-i Osmânın söylediğini haber verdim. Mubârek ellerini kaldırıp,
buyurdu ki: (Yâ Rabbî! Osmânın gelmiş ve gelecek
gizli ve âşikâr günâhlarını afv et!)
Kırkdokuzuncu Menâkıb: Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden süâl etdiler.
Yâ Emîr-el mü’minîn! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri hakkı için söyle ki,
bu makâma ne ile ulaşdın. Cevâb verdi ki, Kitâbullahı sağ tarafıma koydum.
Sünnet-i Resûlullahı sol tarafıma koydum.
Bilirdim ki, Allahü teâlâ hazretleri benim sırlarımı bilir.
Haberde
gelmişdir. Hazret-i Alî kerremallahü vecheh ve radıyallahü anh”,
Fâtimâ-tüz-zehrâ “radıyallahü teâlâ anhâ” üzerine bir başka hanım dahâ almak
istedi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretlerine kerîh gelip, hazret-i Alîye üzüldüler. Hazret-i Ebû Bekr
“radıyallahü teâlâ anh” şefâ’at etdi. Afv etmedi. Ömer-ül Fârûk “radıyallahü
teâlâ anh” şefâ’at
etdi. Afv etmedi. Osmân bin Affân
“radıyallahü teâlâ anh” şefâ’at etdi. Afv buyurdular. Sonra sordular ki, yâ
Fahr-i âlem ve yâ seyyid-i veledi benî âdem! Neden Ebû Bekr ve Ömerin
şefâ’atini kabûl etmediniz de Osmânın şefâ’atini kabûl edip, afv etdiniz. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurdular ki, (Bir kimsenin şefâ’atini kabûl etdim ki, Allahü
tebâreke ve teâlâ hazretlerine hitâb edip dese ki, yâ Rab! Bu yer ile gökü yer
değişdir, yer değişdirir. Veyâ dese ki, yâ Rab! Ümmet-i Muhammedin cümle
âsîlerine rahmet eyle! Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri şefâ’atini kabûl
edip, cümlesini afv eder.)
Ellinci Menâkıb: Bir gün Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Âişe-i Sıddîkanın “radıyallahü
teâlâ anhâ” hücresinde [evinde] otururdu. Hazret-i Osmân “radıyallahü anh” dört
deve yükü buğdayı Fahr-i kâinâta hediyye etdiler. Hizmetcileri geri gelip
dediler ki, yâ efendi, buğdayı Habîb-i Rabbil âlemîn, muhâcirîne verdiler.
Hazret-i Osmân dört deve yükü dahâ buğdayı gönderdi. Onu da Resûl-i ekrem hazretleri Ensâra dağıtdılar. Hazret-i
Osmân “radıyallahü teâlâ anh” dört deve yükü buğdayı dahâ gönderdi. Fahr-i
kâinât onu da ıyâli arasında taksîm edip, evlerine gönderdiler. Getiren
hizmetcilere sordular ki, seyyidinize kaç deve yükü buğday getirmişlerdi.
Hizmetciler dediler, oniki yük. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular. (Temâmını bize gönderdi. Kendi
için bir mikdâr alıkoymadı.) Mubârek ellerini kaldırıp, buyurdu: (Yâ Rab! Ben
Osmânın ihsânından âciz oldum. Her kim bana ihsân etdi, Ben ona mükâfatını
verdim. Ammâ Osmânın mükâfâtından âcizim yâ Rab. Sen Osmâna karşılığını ver.)
Derhâl Cebrâîl aleyhisselâm geldi. Buyurdu, (Yâ Muhammed! Cebbâr-i âlem sana
selâm eder. Buyurdu ki, Osmâna benden selâm söyle. Söyle ki, biz ondan râzı
olduk. Onu Cennetde Muhammede refîk etdik. Arasat hesâbını ondan ref’ etdik.
Eğer sen ona mükâfatdan âciz isen, biz ona mükâfatdan âciz değiliz.)
Ellibirinci Menâkıb: Bir gün hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” yedi tabağı
altın ile doldurup, yedi hizmetcinin eline verdi. Muhammed Mustafâ “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerine hediyye gönderdi.
Hizmetciler, tabakları huzûruna koydular. Hazret-i Resûl-i
ekrem buyurdular ki, geri gidin, efendinize selâm götürün. Hizmetciler
[köleler] dediler ki: Yâ Resûlallah, efendimiz bizi de tabaklar ile size hibe
etmişdir. Resûlullah hazretleri buyurdular ki,
(Yâ Rabbî! Osmânı sana havâle etdim.) Hemen Cebrâîl aleyhisselâm geldi ki,
(Allahü teâlâ sana selâm eder ve buyurur ki, Osmâna benden selâm erişdir ve de
ki, Huld ve Na’îm Cennetini bu hediyyesine karşılık olarak ona bağışladım.)
Elliikinci Menâkıb: Aliyyül-Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” Fâtıma-tüz-zehrâ
“radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerine düğün yapmak istedi. Dünyâlıkdan hiçbir
nesnesi yok idi ki, harc etsin. Kendi zırhını pazara gönderdi. Satıp, düğününe
harc edecekdi. Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” pazarda gezerken,
hazret-i Alînin zırhını tanıdı. Dellâlı çağırıp dedi ki, bu zırha, sâhibi ne
behâ [fiyât] ister. Dellâl dedi, dörtyüz dirhem ister. Osmân “radıyallahü anh”
buyurdu ki, gel akçasını al. Se’âdethânesine vardı. Zırhı dellâldan alıp,
behâsını verdi. Bir dörtyüz dirhem de sayıp, zırhı da üzerine koyup, hazret-i
Alîye gönderdi. Buyurdu ki, bu zırh senden gayriye lâyık değildir. Bu akçayı da
düğüne harc et. Bizim özrümüzü de kabûl et.
Elliüçüncü Menâkıb: Hazret-i Osmânın “radıyallahü teâlâ anh” Şâmdan yüz deve
yükü buğday getiren kervânı geldi. Medîne-i münevverede kaht [kıtlık] var idi.
Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” işitdiler ki, hazret-i
Osmânın kervânı gelmiş, satlık buğdayı varmış. Varıp müşterî oldular. Bir
menn’ine yedi dirhem verdiler. Hazret-i Osmân satmam, dedi. Niçin dediler.
Sizden dahâ fazla fiyât ile alıcı var. Her kim dahâ fazla verirse ona veririm,
dedi. Sahâbe-i kirâm mağmûm [gamlı] ve mahzûn dönüp, Ebû Bekr-i Sıddîk
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin huzûruna varıp, söylediler. Dediler, yâ
Sıddîk, yâ halîfe-i resûl-i muhtâr; bilmezsin ki, Osmân bu gün bize neyledi.
Biz buğdayını almağa vardık. Her menn’ine yedi dirhem verdik. Vermedi. Bize,
sizden dahâ fazla fiyât ile müşterî var. Ona vereceğim diye de cevâb verdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin eshâbına böyle cevâb vermesi lâyık mıdır. Eshâbdan ve Muhâcir ve
Ensârdan olarak
kim vardır ki, böyle ihtiyâc
mahallinde malını satmayıp, ziyâde [çok] para ister. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk
“radıyallahü teâlâ anh” buyurdular, sizin Osmân ile münâkaşanız olmamışdır.
Onun hakkında kötü düşünmeyiniz ki, o Cennet-i Me’vâda Resûlullahın
refîkidir. Resûlullahın dâmâdıdır. Siz Osmânın
sözünü düşünmemişsinizdir. Sonra Sahâbe-i güzîne buyurdular ki, benim ile
geliniz. Se’âdet ile kalkıp, hazret-i Osmânın yanına geldiler. Hazret-i Osmâna
buyurdular ki: Yâ Osmân! Eshâb sizden şikâyet edip, sizin bir sözünüze
üzülmüşler. Hazret-i Osmân dedi ki; yâ halîfe-i Resûlillah, söylediklerim
hakkında ne söylerler. Ebû Bekr “radıyallahü anh” dedi ki: Sen demişsin ki,
sizden dahâ fazla fiyât ile almak istiyen var. Hazret-i Osmân dedi ki: Evet yâ
halîfe-i Resûlillah! O fazlaya alan, onun birini yediyüze alır. Bunlar biri
yediye alır. Biz bu buğdayı ona verdik ki, biri yediyüze alır. O yüz deve yükü
buğdayı Medîne fukarâsına tasadduk edip ve develeri de kurban etdi. Ebû Bekr-i
Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” bunu görüp, şâd oldu. Kalkıp, Osmân “radıyallahü
teâlâ anh” hazretlerinin alnından öpdü. Buyurdu ki: Ben bilmişdim ki, Eshâb
senin sözünü anlamamışlardır ve murâdının ne olduğunu bilmemişlerdir. O gece
emîr-ül mü’minîn Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh”, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini rü’yâda gördü. Hulleler
giymiş, mubârek başına sarığını sarmış; mubârek elinde bir demet menekşe ile,
nâzik civânlar gibi gülerek bağdan geliyordu. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk
“radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, (Yâ Resûlallah! Nereden teşrîf edersiniz.)
Buyurdular: (Osmân bin Affânın ziyâfetinden geliyorum. İyi sadaka verdi. Allahü
tebâreke ve teâlâ hazretleri dörtyüz yük misk ve anber hazret-i Osmâna verdi.)
Ellidördüncü Menâkıb: Haberde gelmişdir. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Osmân bin
Affânın şehîd olduğu vaktde, kıyâmet gününe kadar her kim müslimânların
erkeğinden ve kadınından, Osmânın şehâdetini okuyunca; yâhud dinleyince, yâhud
fikr edince [düşününce], onun sebebi ile mahzûn ve mağmûm [gamlı] olup,
gözünden yaş gelirse, o kimsenin kulağı, ölüm zemânında Lâ büşrâ [müjde yok]
nidâsını işitmez. Onun gözü kabrde ve kıyâmetde karanlık ve körlük görmez. Onun
gönlü dünyâda ve âhıretde
ayrılık derdi ile dertlenmez.)
[Ya’nî müjde var nidâsını işitir. Kabr ve karanlıkda görür. Gönlü açık olur.]
Ellibeşinci Menâkıb: Hazret-i Aliyyül Mürtedâ “kerremallahü vecheh”, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinden sordu: (Yâ Resûlallah! Kıyâmet günü evvelâ kimin hesâbını
görürler.) Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretleri buyurdular ki, (Evvelâ hesâbı görülen benim. Sonra Ebû
Bekr, sonra Ömer, sonra sen yâ Alî!). Hazret-i Alî dedi ki, (Osmânın hesâbı
nasıl olur?) Buyurdular ki, (Benim bir vakt Osmâna bir hâcetim düşdü [ihtiyâcım
oldu]. O hâceti Osmândan gizli taleb etdim [Gizlice yapmasını istedim]. Osmân o
hâcetimi [isteğimi] gizlice yerine getirdi. Ben Hak sübhânehü ve teâlâdan ricâ
etdim [istedim], Osmânın hesâbı gizli olsun.)
(Düâ): Emîr-ül
mü’minîn Osmân “radıyallahü teâlâ anh” dâimâ bu düâyı okurdu: (Allahım! Dînimi,
islâmımı, emânetimi ve îmânımı, fercimi [hayâmı] muhâfaza eyle!)
Osmân;
üçüncü meh-i hilâfet,
mazlûm-ü şehîd-ü zü se’âdet.
Dâmâd-ı
Nebî, kemâl pîşe,
ferhunde likâ, şeh-i firâset.
Ol
himmet edip, becân ol dem,
techîz olundu, ceyş-i usret.
Bu
dîn-i mübîne, her cihetle,
hizmetle buldu, fevz-u rif’at.
Eylerdi
hayâ, Melâik, ondan,
tashîh olundu, bu rivâyet.
Nûreyni
sahâbet etdi; oldu,
mahsûs ona, bu büyük devlet.
Sevmek
gerek, ol bihin kadrî,
İslâma budur, büyük alâmet.
Ayrılma!
O şem’i râh-ı dinden,
lâzımsa sana eğer hidâyet.
Etsin
o şehin Hudây-ı mennân,
rûhuna
hezâr ravh-u ihsân.