Birinci Menâkıb: (Mesâbîh-i şerîf)de Şeyhaynın [Ebû Bekr-i Sıddîk ve
Ömer-ül Fârûk] radıyallahü anhümâ” menâkıbları bâbında, sahîh hadîslerde, Ebû
Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet olunmuşdur. Fahr-i âlem
ve Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri buyurdular ki, (Bir adam öküzünü sürüp giderdi. Adam
yoruldu. Öküze bindi. Allahü teâlâ öküze nutk verip, fasîh lisân ile söyledi
ki, biz binilmek için halk olunmamışız. Biz ancak çift sürmek için halk
olunmuşuz. İnsanlar bunu işitip, dediler ki, Sübhânallah! Öküz konuşdu.)
Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” buyurdular ki, (Muhakkak ben öküzün konuşmasına inandım. Ebû Bekr ve
Ömer de îmân getirdiler.) Hâlbuki bu iki server, o mekânda hâzır değil idiler.
Onların orada olmadıkları hâlde, gıyâblarında onlar için şehâdet etdiler. Yine Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
buyurdular ki: Bir çoban kendi koyunları içinde dururdu. O sırada bir kurt
koşarak bir koyunu aldı, gitdi. Sâhibi yetişip, koyunu kurtardı. Allahü teâlâ
hazretlerinin kudreti ile kurt konuşmaya başlayıp, seb’ günü koyunu kim
güdecek. O bir gündür ki, benden gayri koyuna çoban olmaz. İnsanlar işitip,
dediler ki, Sübhânallah! Kurt konuşuyor. Hazret-i Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: Muhakkak ben kurdun
konuşmasına îmân getirdim. Ebû Bekr ve Ömer de îmân getirdiler. Hâlbuki onlar o
mekânda hâzır değil idiler. Seb’ gününde ihtilâf etdiler. Lâkin sıhhatli olan
ma’nâ budur ki, seb’ günü o gündür ki, fitne ve fesâd çok olur. İnsanlar
koyunları sâhibsiz bırakıp, kurtların eline fırsat düşer.
İkinci Menâkıb: (Mesâbîh)de yine aynı bâbda hasen hadîs-i
şerîflerde, Ebû Sa’îdil Hudrî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden
rivâyet olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem” hazretleri buyurmuşdur
ki: (Sizin gök yüzündeki ışıklı yıldızlara bakıp, gördüğünüz gibi, Cennet ehli
de İlliyyîn ehline bakar. Muhakkak ki, Ebû Bekr ve Ömer onlardandır. Lâkin
onlar bu mertebeden de yüksekdirler. Na’îm Cennetine dâhil oldular.)
Yine
hasen hadîs-i şerîf olarak, Enes “radıyallahü
teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet edilmişdir. Resûl-i
ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bu ma’nâ ile alâkalı
hadîs-i şerîfde buyurdular ki, (Ebû Bekr ve Ömer
“radıyallahü teâlâ anhümâ” Cennet erkeklerinin, enbiyâ ve mürselînden gayri
seyyididir. “Alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm”. Yine hasen hadîs-i şerîf olarak, Huzeyfe “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerinden rivâyet edilmişdir. Hazret-i Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular. Bu mefhûm üzerine ki, iktidâ
edin [uyun] o iki kimseye ki, benden sonra halîfedirler. Onlar Ebû Bekr ve
Ömerdir “radıyallahü anhümâ”.) Yine Enes “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden
rivâyet edilmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” mescide dâhil oldukları zemân, Ebû Bekr ve Ömerden başka
kimse başını yukarı kaldırmazdı. O ikisi hazret-i Resûle bakıp, tebessüm
ederler idi. Hazret-i Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” de onlara bakıp, tebessüm ederdi. Yine hasen hadîsde,
Abdüllah ibni Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerinden rivâyet
edilmişdir: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” bir gün çıkdılar ve mescide geldiler. Ebû Bekr ve Ömer “radıyallahü
teâlâ anhümâ” biri sağında ve biri solunda idi. Hazret-i Resûlullah ara yerde, ikisinin elini tutduğu hâlde,
buyurdular ki, (Kıyâmet gününde böylece ba’s
olunuruz.) [Kıyâmet gününde böyle kalkarız.]
Üçüncü Menâkıb: Yine (Mesâbîh-i şerîf)de
o bâbın hasen hadîs-i şerîflerinde, Abdüllah bin
Hatıyyeden rivâyet edilmişdir. Abdüllah bin Hatıyye tâbi’îndendir. Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”;
hazret-i Ebû Bekr ile hazret-i Ömeri “radıyallahü anhümâ” gördükde, buyurdu ki,
(Bunlar gözdür ve kulakdır). Ya’nî bu ikisi, Serverin menzil-i dinde, göz ve
kulak menzilesindedir. Ba’zı ehl-i dirâyet; hazret-i Resûlullahın
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bu kavl-i şerîfinin te’vîlinde,
(Allahım! Bizi gözlerimiz ve
kulaklarımızdan fâidelendir!) hadîs-i şerîfindeki
göz ve kulakdan murâd, Ebû Bekr ve Ömerdir “radıyallahü teâlâ anhümâ”,
demişlerdir.
Yine o
bâbda hasen hadîs-i şerîfde, Ebû Sa’îd
hazretlerinden “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
buyurdular: (Her Peygamberin yer ehlinden iki, gök ehlinden iki vezîri olur.
Benim gök ehlinden vezîrlerim Cebrâîl ve Mikâîldir “aleyhimesselâm”. Yer
ehlinden vezîrlerim Ebû Bekr ve Ömerdir “radıyallahü teâlâ anhümâ”.) Yine o
bâbın hasen hadîsler kısmında, hazret-i Ebû Bekrden rivâyet olunmuşdur. Bir
adam, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretlerine dedi ki, rü’yâda gördüm. Gökden bir mîzân nâzil oldu.
Hazretiniz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve Ebû Bekr hazretleri vezn
olundunuz, ya’nî tartıldınız! Siz üstün geldiniz. Ebû Bekr ve Ömer hazretleri
vezn olundular. Ebû Bekr üstün geldi. Ömer ve Osmân hazretleri vezn olundular.
Ömer üstün geldi. Sonra mîzân kalkdı. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine bu rü’yâdan bir büyük üzüntü
hâsıl oldu. Buyurdular ki; (Nübüvvete âid olan hilâfetden sonra, Allahü teâlâ
mülkü dilediğine verir.)
Tayyibî
beyân etmiş ki, bu rü’yâ şuna işâret eder. Hak üzere olan hilâfetde kesinti
olur ve sonra yok olur. Hadîs-i şerîfde
bildirildiği gibi, hazret-i Ömerin hilâfeti de nübüvvete bağlı olarak devâm
eder. Şeyhaynın [hazret-i Ebû Bekr ve Ömerin “radıyallahü anhümâ”] derecesine
hiç kimse çıkamadı. Bunların yapdığı hizmet, başkalarına nasîb olmadı. Hazret-i
Osmân “radıyallahü teâlâ anh” ve hazret-i Alî de “radıyallahü teâlâ anh” hak
üzere halîfe idiler. Bunların zemânında fitne ve karışıklıklar çoğaldı.
Kalblerde üzüntüler artdı. [Ehl-i sünnete göre, her ikisini de üstün bilmek ve
sevmek şart oldu.] Osmân ve Alî “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerinden sonra
melik-i adûd oldu.
Dördüncü Menâkıb: (Ravdat-ül ulemâ) kitâbının sâhibi, yazmış ki, fakîh
Ebû Nasr fârisî dil ile hazret-i Alîden “radıyallahü teâlâ anh ve kerremallahü
vecheh” rivâyet eder. Resûlullahın “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” huzûruna bir kişi geldi ve dedi ki, yâ Resûlallah!
Filân yehûdînin bir ısırıcı köpeği
vardır. Her ne zemân cemâ’ate
gelmek için oradan geçerim, beni dişler [ısırır], elbisemi yırtar. O yehûdîye
emr edin ki, o kelbi [köpeği] habs etsin. Resûlullah
hazretleri kalkıp, o yehûdînin evine gitdi. Yehûdî karşıladı. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” (Yâ
Ehal Yehûd! Senin köpeğin bu kimseyi dişlemiş ve elbisesini yırtmış) buyurdu.
Yehûdî dedi ki: Benim köpeğim kendine eziyyet etmiyene eziyyet etmez. Eğer sen
Allahü teâlâ hazretlerinin Resûlü isen, öyle zan edersin [ki öyledir], gel
köpekden sor ki, niçin eziyyet eder. Rivâyet eden diyor ki: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri, yehûdînin köpeğini gördü. Köpek kalkdı. Ondan yana koşup, kuyruğunu
oynatmağa başladı. O sırada o şahsı da gördü. O şahsın üzerine saldırdı. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu
ki; nedir senin hâlin yâ kelb. Niçin bu kimseye sebebsiz eziyyet edersin. Hak
Sübhânehü ve teâlâ kelbe konuşmak için izn verdi. Hattâ fasîh bir lisân ve
güzel bir ibâre ile konuşup, dedi ki, yâ Nebiyyallah! Muhakkak, benim yanımdan
hergün bin adam geçer. Hiçbirine zarar vermem. Bu adama o sebebden eziyyet
ederim ki, Ebû Bekr ve Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerine buğz eder
ve o iki serverin güzel sûretlerini kapısının dehlîzinde tasvîr etmişdir. Evine
girerken ve evinden çıkarken o sûret-i şerîflere tükürür. Yâ Resûlallah! Benim
ile berâber buyurun, onun evine gidelim. Eğer ben yalancı isem, nefsim sana
fedâ olsun. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretleri o şahsın evine gitdiler. Bakdılar ki, kelbin [köpeğin]
anlatdığı minvâl üzere dehlîzin kapısı üzerinde, mubârek resmlerin üzerinde
tükrük izleri görünür. Resûl-i ekrem hazretleri
o şahsa dönüp, buyurdular ki, (Tevbe eyle, müslimân ol. Allahü teâlâ hazretleri
tevbeni kabûl eyleye.) O şahs da tevbe edip, müslimân oldu. Sonra kelbin sâhibi
de müslimân oldu. Sonra kelb dedi ki: Selâm Senin üzerine olsun yâ Resûlallah!
Sen Hak teâlânın gönderilmiş hakîkî Peygamberisin. Sonra gözden kayboldu.
Beşinci Menâkıb: Yine (Ravdat-ül ulemâ) sâhibi
demişdir ki, Sâlih bin Muhammed bin Sâlih el Sehâvîden işitdim. İsnâd ile Ebûl
Cerrâhdan, o da Ebûl Alkamadan hikâye eder. Ebûl Alkama dedi: Bir büyük kâfile
içinde bulundum. Emîrimiz bir
şahs idi ki, onun emri ile göçüp,
onun emri ile konardık. Bir menzile vardık. O şahs, Şeyhaynı “radıyallahü
anhümâ” şetm etdi [kötüledi, yakışmıyan şeyler söyledi]. Biz nehy etdikçe
kesmedi, vaz geçmedi. O gece rü’yâmda gördüm. Sabâh olup, yüklerimizi yükledik.
Bendlerimizi ıslâh eyledik. Emîrimiz tarafından emr bekledik. Kimse ses
vermedi. Emîrin yanına vardık ki, görelim, hâli nedir ve ne yapar. Gördük ki,
bağdaş kurmuş, oturmuş. Ayaklarını bir örtü ile örtmüş. Ayaklarını açdık.
Gördük ki, neûzübillah, ayakları, hınzır ayaklarına dönmüş. Hayvanı eğerleyip,
hayvanına bindirdik. Bir kilisenin yanına geldik ki, orada domuzlar otlar.
Hemen hayvanından aşağı sıçrayıp, iki ayağı üzerine durdu. Üç kerre domuz gibi
bağırdı, domuzlara karışdı. Onlar gibi domuz oldu. Hattâ onlardan ayırmak
mümkin olmadı. Neûzübillah. Kötü işlerimizden, nefslerimizin şerrinden Allahü
teâlâya sığınırız.
Altıncı Menâkıb: (Ravdat-ül ulemâ) sâhibi demiş ki, Fakîh Ebülleys
Nasr Ahmed bin Muhammed Hayr dedi ki: Ben Buhâra pazarından Tûs pazarına gitmek
üzere yola çıkdım. Yolda Fergâna köylerinden İskenderiyyeli bir şahs ile
arkadaş oldum. Ben o şahsa dedim. Nereden gelirsin, nereye gidersin. O şahs
dedi ki, Fergâneden gelirim, hacca giderim. Bir hanım için üçyüz dirheme hacca
giderim. Ben ona bu zemân hac vakti değil, zîrâ hâcılar çıkmışlardır, sen
onlara erişemezsin. Fergâneden Mekke-i Mükerremeye üçyüz dirheme nasıl hacca
gidersin dedim. O şahs dedi ki, bizim için Tûsda bir yer vardır. Ona meşhed
denilir. Biz o beka’ayı [o yeri] hac ederiz. O yerde hazret-i Alînin
“kerremallahü vecheh” sülâle-i şerîflerinden Alî bin Mûsâ el Rızânın kabri
vardır. O kabri hac ederiz. Ona karşılık cevâb verdim. Delîl ve senedli cevâb
verdiğim hâlde, konuşmamız münâkaşa şeklini alınca, onu Meşhedde terk etdim ve
Tûsa gitdim. Kıssayı hâkime söyledim. O sırada Ebûl Fadl el ednî hâkim idi.
Tûsda hâkim bana dedi ki, niçin arkadaşlığını devâm etdirmedin. Böylece,
onların küfrü açığa çıksa idi. Biz de o sebeble onları bu şehrden ihrâç ederdik
[sürerdik]. Hâkimden izn taleb etdim, dönüp Meşhede gitdim. Birçok geceler
onunla oldum. O kadar onunla düşüp-kalkdım ki, kendilerinden zan etdi. Ben de
onlardan oldum. Bana dedi ki, yâ falan, artık bizden oldun, artık bizim
seyyidimizi ve imâmımızı ziyâret etmez mi-
sin! Olur, dedim. İmâmları bir
şahs idi ki, tanışdık. Onlar ile nemâz kılardı. Kur’ân-ı azîmüşşânı,
neûzübillâhi teâlâ, hakîkî kırâetinden başka bir şeklde okurdu. Hattâ Kıyâmet sûresini okudu. Meâl-i şerîfi (Ey Resûlüm! Kur’ân-ı kerîmi kalbinde toplayıp, dilinde sâbit
kılmak bizim üzerimizdedir) olan 17.ci âyet-i kerîmeyi okurken, değişdirip okudu. Ben
kalbimden ona yalan söyliyorsun, dedim. O nemâzı yeniden kıldım. Sonra o şahs
beni büyüklerinden birinin yanına gizlice götürdü. Orada bir şahs gördüm ki,
iki ayağı kelb ayağı gibi ve ağzı kelb ağzı gibi, kelb sûretinde idi. Onlar
derler ki, o şahs Allahü teâlâ hazretlerini zikr eder. Sonra o Fergâneli bana
dedi ki, bu seyyidimiz hergün Şeyhayn hazretlerine “radıyallahü teâlâ anhümâ”
neûzübillah, bin kerre la’net eder. Emr geldi, bu mertebeye geldi. Ben de
çıkdım Tûs şehrine geldim. Hâkime hepsini haber verdim. Kalkıp Meşhede geldi. O
tâifeyi oradan çıkarmak için uğraşdı. Mümkin olmadı.
Yedinci Menâkıb: Yine (Ravdat-ül ulemâ) sâhibi
“rahimehullahü teâlâ” diyor ki: Edîb Zâhid-el Yûsüf Ya’kûb bin Yûsüfden
“rahimehullah” işitdim. Der ki, ben Mekke-i mükerreme yolunda Dâmigâna vardım.
Nişâpûrlu bir şahsa rast geldim. Bu şahs, Dâmigânlı bir şahs ile; Ebû Bekr ve
Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerinin fazîletleri konusunda münâkaşa
ediyorlardı. Dâmigânlıya Şeyhayn hazretlerinin fazîletleri konusunda yardım
etmek için, ben de onlara dâhil oldum. Edîb Zâhid şöyle nakl etmişdir.
Dâmigânlı, Nişâpûrluya dedi ki, bu konuda benim sana söylediğim sözleri kimse
söylememişdir. Lâkin sana bu dalâletden dönmen için hiçbir şey fâide vermedi.
Gel seninle fi’li tecrîbe edelim. Nişâpûrî dedi ki, nasıl? Dâmigânî dedi ki;
Dâmigânda bir hamâm vardır. Emîr hamâmı denmekle meşhûrdur. Dâmigân
hamâmlarında o hamâm külhânından büyük ateşli bir külhân [ocak] yokdur.
Varalım, külhâncıya külhân kapısını açdıralım. Sen ve ben külhâna girelim ve
onun içinde zuhr [öğle] vaktine kadar eğlenelim. Eğer sen hak üzerine isen
necât bulursun [kurtulursun], ben helâk olurum. Eğer ben hak üzere isem, ben
necât bulurum [kurtulurum], sen helâk olursun. Kalkdık, o hamâma vardık.
Külhâncı bizim için külhân kapısını açmakdan imtinâ etdi [çekindi]. Tâ ki,
birkaç müslimânı bu kadiyye üzerine şâhid tutdu. Sonra, Dâmigânî,
Nişâpûrînin sağ elinin küçük
parmağından tutup, kendi önce külhâna [ocağa] girip, Nişâpûrîyi de çekdi. İkisi
berâber külhâna girip, eğlendiler [beklediler]. Hamâm yakınında olan câmi’in
müezzini zuhr [öğle vaktinin] ezânı okuyunca, ben külhâncıyı [ocakcıyı]
çağırdım. Külhâncı da o ikisine nidâ etdikde [seslenip, çağırdıkda], Dâmigânlı
çıkdı. Elbiselerinden bir parça bile yanmamış. Ateş aslâ te’sîr etmemiş.
Nişâpûrlu ise, yanmış, kömür gibi olmuş. Ey mü’mîn kardeşler. Şeyhaynın
“radıyallahü anhümâ” fazîleti hakkında, başka kıssa olmasa, bu acâib kıssa
kifâyet eder.
Sekizinci Menâkıb: Hazret-i Ömer bin Hattâbın “radıyallahü teâlâ anh” âdet-i
şerîfleri şu idi ki, herkesden önce mescide giderlerdi. Bir gün mescide
giderken gördü ki, bir çocuk, acele ile önünden gider. Hazret-i Ömer
“radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, yâ sabî [çocuk], niçin bu kadar acele mescide
gidersin. Sana henüz nemâz dahî farz olmamış. Çocuk dedi ki, yâ Ömer, ben niçin
acele etmiyeyim ki, dünkü gün, benden küçük bir çocuk vefât etdi. Hazret-i Ömer
“radıyallahü teâlâ anh” çocukdan bu sözü işitince, o şeklde ağladı ki, gözünden
yaş yerine kan geldi.
Dokuzuncu Menâkıb: Bostân sâhibi “rahimehullahü teâlâ” (Kitâb-ül Bostân)da, ba’zı selefden nakl
etmişdir. Benim bir komşum vardı. Ebû Bekr ve Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ”
hazretlerini şetm ederdi [kötülerdi]. Bir gece aşırı kötüledi. Tehammül
edemeyip, döğüşdüm. Sonra döndüm, hüzn ve üzüntü ile evime geldim. Yatsı
nemâzını te’hîr edip, uyudum. Uykum içinde, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini gördüm. Dedim ki; yâ
Habîballah! Falan kişi senin eshâbını seb’ eder [kötüler]. Buyurdu ki; kimi
kötülüyor. Dedim, Ebû Bekr ve Ömer hazretlerini. Buyurdu ki; bu bıçağı al,
bununla var onu boğazla. Ben de o bıçağı aldım. Onu yıkıp, boğazladım. Gördüm
ki, kanından elime bulaşdı. Elimi yere sürdüm. Bu esnâda uyandım. O şahsın
evinden bağırmalar [figânlar] geldiğini işitdim. Dedim ki, bu figân nedir.
Dediler, bu gece filan füc’eten ölmüş. Sabâh oldu. Vardım, ona bakdım.
Boğazından bir hat çekilmiş, gördüm. Bu kıssa (Şevâhid-ün
nübüvve)den alınmışdır.
Onuncu Menâkıb: Sefîne “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
Mescid-i şerîfi binâ etmeğe başladı. Kendi mubârek eli ile bir taş koydu.
Sonra, Ebû Bekre “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, Sen de taşını benim
taşımın yanına koy. Sonra Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine de buyurdu
ki, yâ Ömer! Sen de taşını Ebû Bekrin taşı yanına koy. Buyurdu ki; Bunlar
benden sonra halîfelerdir. Bu da (Şevâhid-ün
nübüvve)den alınmışdır.
Onbirinci Menâkıb: Rivâyet olunmuş ki, Sahâbe-i güzînin “rıdvânullahi aleyhim
ecma’în” çocukları oynaşırken, hazret-i Ebû Bekrin oğlu, hazret-i Ömerin
oğluna, uzun fikrlinin oğlu, dedi. Hazret-i Ömerin oğlu ağlıyarak babasına
varıp, Ebû Bekrin oğlu bana böyle dedi, diye şikâyet eyledi. Ömer “radıyallahü
teâlâ anh” hazretleri de bu sözden üzüldü. Dedi ki, mutlaka büyüklerinden
işitip, öyle demişdir. Zîrâ çocuk kendisi böyle söylemez, deyip, kalkıp, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
huzûr-ı şerîflerine vardı. Durumu arz etdi. Hazret-i Habîbullah, hazret-i Ebû
Bekri da’vet etdi. Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” da huzûr-ı
şerîflerine geldi. Ebû Bekre hitâb edip, buyurdular ki: Yâ Ebâ Bekr! Sen yatağa
girdiğin vakt, ne düşünerek yatarsın. Ebû Bekr “radıyallahü anh”, bir nefesi
veririm, geri almak müyesser olur mu, olmaz mı. Bir nefesi ki alırım geri
vermek, mümkin olur mu, yâ olmaz mı, onu düşünürüm, dedi. Sonra hazret-i Ömere dönüp,
buyurdu ki, sen ne düşünerek yatağına girersin. Ömer “radıyallahü anh” dedi ki,
sabâha çıkar mıyım, çıkmaz mıyım, onu düşünürüm. Sonra, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazret-i Ömere
buyurdu; yâ Ömer! Sen söyle; Ebû Bekrin fikrine nisbetle senin fikrin ne mikdâr
uzun olur. Hazret-i Ömer o karşılığı teslîm edip, râzı oldu “radıyallahü
anhümâ”. Nasıl ki, hazret-i Ömerin bir gece sabâha kadar fikri, bir nefese
nisbetle uzundur. Lâkin bizim gibilerin fikrine göre gâyet kısadır. Yaşımız ilerledikçe
emellerimiz uzar, amelimiz kısalır. Uzun emellerimizden [tûl-i emelden] Allahü
teâlâya sığınırız.
Onikinci Menâkıb: İmâm-ı Begavî “rahimehullahi teâlâ”, [(Meâlim üttenzîl) adlı tefsîrinde;] meâl-i
şerîfi, (Nemâzda kırâetini cehr ve ihfâ etme. Bu ikisi
arasında bir yol tut!) olan İs-
râ sûresinin 110.cu
âyet-i kerîmesinin
tefsîrinde beyân buyurmuşlardır. Ebû Osmân Sa’îd bin İsmâ’îl, zikr olunan
râvîlerin rivâyeti ile Ebû Katâdeden “radıyallahü teâlâ anh” bize haber verdi.
Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine dedi: (Senin yanından geçdim. Hâlbuki sen Kur’ân-ı azîmüşşân
okurdun. Sesini çok azaltırdın). Hazret-i Ebû Bekr dedi ki, ben
işitdiririm o zâta ki, ona münâcat ederim. [Ya’nî sesimi Allahü teâlâ işitir.]
Hazret-i Resûlullah buyurdu ki, (Sesini birazcık yükselt.) Ömer “radıyallahü anh”
hazretlerine dedi ki, (Senin yanından geçdim. Sen
Kur’ân-ı azîmüşşân okurdun. Sesini yükseltirdin.) Hazret-i Ömer
“radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, (Uykuda olanları uyardım ve şeytânı tard
etdim.) Server-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki; (Birazcık sesini alçalt!)
Onüçüncü Menâkıb: İmâm-ı Begavî “rahimehullah” (Mesâbîh)de
Şeyhaynın menâkıbı bâbında, İbni Abbâs “radıyallahü anhümâ” hazretlerinden
sahîh hadîs olarak nakl etmişdir. Buyurmuş ki; Ben bir kavmin içinde durmuşdum.
O kavm; Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine düâ ederlerdi. Hâlbuki
hazret-i Ömerin mubârek cismi, vefâtını müteâkib gasl olunmak için, teneşir
üzerine konulmuşdu. Nâgah bir şahs arkamda dirseğini benim omuzum üzerine
koyup, der idi: Allahü teâlâ sana rahmet etsin yâ Ömer. Ben ricâ ederim ki,
Allahü teâlâ seni iki sâhibin ile berâber kılsın. Zîrâ çok kerre olurdu,
işitirim ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” buyurdu; (Ben me’mûr oldum. Ebû Bekr ve Ömer de me’mûr oldu. Ben
işledim. Ebû Bekr ve Ömer de işlediler. Ben ihrâc olundum (çıkarıldım). Ebû
Bekr ve Ömer de ihrâc olundu.) Arkama bakdım ki, o Alî bin Ebî Tâlibdir
“radıyallahü teâlâ anhüm”.
Ondördüncü Menâkıb: Süfyân-ı Sevrî “rahimehullah” buyurdu ki, Kûfede bizim
yakınımızda ısırıcı bir köpek vardı. Birgün, bir iş için geçerken o köpeği
gördüm. Korkup, gitmeyip, durdum. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri o kelbe
[köpeğe] nutk verip [konuşma hâssası verip], fasîh lisân ile söyledi ki, yâ
Süfyân! Ne oldu sana ki, durdun. Ben dedim ki, senden kork-
dum. Kelb, cevâb verdi ki, yâ
Süfyân! Benden korkma ki, ben seni ısırmam. Beni senin üzerine musallat
etmemişlerdir. Beni musallat etmişlerdir o münâfık ve dinsiz üzerine ki; Ebû
Bekre ve Ömere “radıyallahü teâlâ anhümâ” seb’ eder [kötüler] ve onlara yaramaz
sözler söyler.
Onbeşinci Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ile Alî “kerremallahü
vechehü ve radıyallahü teâlâ anh” hazretleri gidiyorlardı. Buyurdular ki, (Yâ Alî! Hiçbir kavm arasında [devâmlı] sevinçlilik ve sürûr olmadı. İllâ ki, o
sevinçli hâlden sonra, onlara bir gam ve sıkıntı erişdi. Yâ Alî! Bütün dünyâ
ni’metleri kesilir. İllâ Cennet ni’metleri devâmlı olur, kesilmez. Yâ Alî! Sen
istikâmet üzere olasın. İlk ânda zarar görünse bile, sonunda sevinç olur.) Bu
sözleri söyler iken, hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer “radıyallahü anhümâ”
karşıdan geldiler. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” buyurdular, (Bu ikisi ümmetin
müjdecileridir. Bunları sevmek, îmândandır. Bunlara buğz etmek, nifâkdandır.) Hazret-i
Alî “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, (Evet, yâ Resûlallah! Ben onları severim.
Onların sevgisi benim kalbimde, sizin bu sözünüzden sonra çoğaldı.)
Onaltıncı Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular
ki, (Gökde iki melek vardır. Birisi dâimâ şiddet ve
gadab ile buyurur. Birisi sühûlet ile ve hilm ile buyurur. Her ikisi de hak
üzerinedirler. Onların birisi Cebrâîldir ve birisi Mikâîldir. Resûllerde iki
kimse vardır. Birisi lutf ile ve iyilik ile buyurur ve birisi katılık ile ve
şiddet ile buyurur. İkisi de hak üzeredirler. Birisi hazret-i İbrâhîm ve birisi
hazret-i Nûh aleyhimesselâmdır. Benim eshâbımdan da iki kimse vardır. Birisi
rıfk ile ve merhamet ile emr eder. Birisi sertlik ile ve şiddet ile emr eder.
İkisi de hak üzeredirler. Biri Ebû Bekr-i Sıddîk ve biri Ömer-ül Fârûkdur “radıyallahü teâlâ anhümâ”.)
Onyedinci Menâkıb: Ebüdderdâ “radıyallahü teâlâ anh” nakl etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin huzûr-ı şerîflerine, Ebû Bekr ve Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ”
hazretleri geldiler. Hazret-i Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Şükr
ve hamd ol-
sun Allahü tebâreke ve
teâlâ hazretlerine ki, beni sizinle kuvvetlendirdi.)
Onsekizinci Menâkıb: Şuayb bin Harb diyor ki; Mâlik bin
Mu’avvelden sordum ve dedim ki, bana bir vasıyyet et. Dedi ki, Şeyhaynı sevmek
senin üzerine olsun. Ben dedim, bana bir vasıyyet et! Allahü teâlâ sana rahmet
etsin. Mürâdım odur ki, bu haberin isnâdını beyân etsin. Mâlik, bize Rekkâşi
Enes bin Mâlikden “radıyallahü teâlâ anh”, o da Enesden haber verdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri, buyurdular ki, (Ben ümmetimden, Ebû
Bekrin ve Ömerin muhabbetini, Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah kavli şerîfini
istediğim gibi isterim!)
Ondokuzuncu Menâkıb: Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyet
eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurdular ki: (Bana Hamza ile Ca’fer “radıyallahü teâlâ anhümâ”
gösterildi. Gördüm, önlerinde zebercedden bir tabak. O tabakdan incir yirler.
Sonra üzüm oldu. Üzümden yidiler. Sonra tâze hurma oldu. Hurmadan yidiler.
Onlardan süâl etdim. Ne amel ile buldunuz, bu mertebeyi. (Lâ ilâhe illallah,
Muhammedün Resûlullah!) kavli ile bulduk,
dediler. Dedim, ondan sonra ne amel ile. Dediler, sana salavât vermek ile.
Dedim, ondan sonra ne amel ile buldunuz. Dediler, Ebû Bekr-i Sıddîk ve Ömer-ül
Fârûku sevmek ile “radıyallahü teâlâ anhüm”.)
Yirminci Menâkıb: [(Eshâb-ı Kirâm) kitâbının
251.ci sahîfesinde buyuruluyor ki: İmâm-ı Süyûtî hazretleri (Târîh-ul-Hulefâ) kitâbında diyor ki: Hadîs-i şerîflerde, (Ümmetimin
en merhametlisi Ebû Bekrdir. Allahü teâlânın emrlerini yapmakda en şiddetlisi
Ömerdir. Hayâsı en çok olanı Osmândır. İslâmiyyetdeki zorlukları en çok çözen
Alîdir. Ümmetimin en emîni Ebû Ubeyde bin Cerrâhdır. Ümmetimin en zâhidi Ebû
Zerdir. İbâdeti en çok olan Ebüdderdâdır. Ümmetimin en halîmi ve cömerdi
Mu’âviye bin Ebî Süfyândır) buyuruldu.]
Yirmibirinci Menâkıb: Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurdular ki: (Hazret-i Ebû Bekr-i
Sıddîka, ondan sonra Ömer-ül Fârûka “radıyallahü
teâlâ anhüm”, mutî’ olunuz,
doğru yolu bulursunuz.
Onların izince giderseniz, olgun olursunuz!)
Yirmiikinci Menâkıb: (Lübâb-ül-elbâb)da, Enes bin Mâlik “radıyallahü
teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet olunmuşdur. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, ensârdan bir kimseyi, mektûb
ile Yemen cânibine [tarafına] Mu’âz bin Cebel “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerine gönderdi. Bu şahsın adı Sefîne idi. Sefîne yolda giderken, bir
aslan onun karşısına çıkdı. Güyâ onunla söyleşir gibi, sesler çıkarıyordu.
Sefîne “radıyallahü anh” ona dedi: Ey aslan, benim yanımda Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin mektûbu var. Bunu işitip, uzaklaşdı. Sefîne Yemene vardı. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin
cevâbını Mu’âz bin Cebel hazretlerinden aldı. Dönüp, o mevzi’e gelince, yine o
aslan onun önüne geldi. Yine yüzüne karşı gelip, güyâ konuşurdu. Sefîne
“radıyallahü teâlâ anh” yolu tutup, Medîne-i Münevvereye geldi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin huzûruna vardı. Henüz hiçbir kelâm etmezden evvel, Server-i âlem
buyurdu ki: Yâ Sefîne, hâdiseyi sen mi anlatırsın, ben mi anlatayım. Sefîne
dedi ki; yâ Resûlallah! Hâdiseyi sizden işitmek güzeldir. Senin mubârek
ağzından, dinlemek dahâ hoş, dahâ güzeldir. Buyurdu ki: O aslan gidişinde ve
gelişinde senin önüne çıkdı. Sana ne dediğini anladın mı. Allahü teâlâ ve
Resûlü bilir, dedi. Sana gidişinde, “Resûlullahı
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, Ebû Bekri ve Ömeri “radıyallahü teâlâ
anhüm” ne hâl üzere bırakdınız” dedi. Abdüllah bin Mes’ûd “radıyallahü teâlâ
anh” kalkıp, dedi ki, yâ Resûlallah! Yırtıcı hayvanlar [aslan] Ebû Bekrin ve
Ömerin fazîletlerini bilirler mi? Buyurdu ki: Evet! Beni hak Peygamber gönderen
Allahü teâlâya yemîn ederim ki, semâvatı, yedi kat yeri, Cenneti ve Cehennemi,
arş ve kürsî, melekleri ve cinnîleri, dağları ve deryâları, hayvanları ve
yırtıcı hayvanları ve ağaçları ve bunun gibi eşyâyı halk etdi. Ya’nî yaratdı.
Bunların hepsi hazret-i Ebû Bekr ile Ömerin fazîletini “radıyallahü teâlâ
anhüm” bilirler.
Yirmiüçüncü Menâkıb: Yine (Lübâb-ül-elbâb)da
nakl olunmuşdur. Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder.
Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Elbette Allahü teâlâ beni
kendi nûrundan yaratdı. Benim nûrumdan Ebû Bekri, Ebû Bekrin nûrundan Ömeri ve
Âişeyi yaratdı. Ömerin nûrundan, ümmetimin mü’min erkeklerini, Âişenin nûrundan
da, mü’min kadınlarını yaratdı.) Sonra meâl-i şerîfi
(Allahü teâlâ bir kimseye nûr vermez ise, o münevver olamaz!) olan, Nûr
sûresinin kırkıncı âyet-i kerîmesini okudu. Yukarıdaki Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
sözleri mutlaka doğrudur. Bütün insanlar işlerindeki dürüstlüğü ondan almışdır.
Mubârek vücûdları devâmlı ibâdet ile meşgûl olduklarından, dâimâ temiz
kalmışdır. Mubârek kalbleri, ismet [günâhsızlık] ve hidâyet üzere halk
olunmuşdur. Delîlleri açıklamaları kuvvetli, mu’cizeleri müstekîmdir. (Elbette sen doğru yolu göstericisin!) [Şûrâ sûresi 52.ci
âyet-i kerîme meâli.] buyurulmuşdur. Hadîs-i
şerîfde buyurdu ki: Allahü tebâreke ve teâlâ beni kendi nûrundan
yaratdı. Bu mutlak ve mücmel kelâmdır. Tafsîle [açıklamağa] muhtâcdır. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” her ne
buyurmuş ise, ekserî rümûz yolu ile buyurmuşdur. Kâide ve aslını beyân
etmişdir. Şerhini, açıklamasını kendi ilmî vârislerine bırakmış, havâle
etmişdir. Tefsîr ve te’vîlini, istinbât ve ictihâd ehllerine bırakmışdır. Eğer
bütün söylediklerini açıklayarak buyursa idi, yüzbin kitâb onun şerh ve
beyânına kifâyet etmezdi. Buyurduklarını yanlış anlamamalıdır. Şûrâ sûresi 11.ci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Ona benzer bir şey yokdur. O işitici ve görücüdür) buyuruldu. Hüdâ-i azze ve celle kadîmdir ve
sıfatları da kadîmdir. Halk [yaratılanlar] ve yaratılanların sıfatları sonradan
çıkmışdır, ya’nî yaratılmışdır. Ne kadîm muhdes olur. Ve ne muhdes kadîm olur. Hadîs-i şerîfin ma’nâsı şöyledir ki, Hak Sübhânehü ve
teâlâ âlemi halk etmezden evvel, azîz ve latîf ve has bir nûr halk etdi. O
nûrdan beni halk etdi. Toprakdan ve sudan Âdem alâ nebiyyinâ ve aleyhisselâm
hazretlerini halk etdi. Ve ateşi halk etdi. Ve ateşden şeytânı yaratdı. Âdemden
evvel rüzgârı (yeli) yaratdı. O yelden onu yaratdı. Ve o nûru yaratdı. O nûrdan
melek yaratdı. Ondan Allahü teâlâ tekaddes hazretleri o nûru kendi zât-ı pâkine
mudâf etdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretlerini de, o nûra mudâf etdi. Teşrîfen ve tahsîsan, nice ki,
Kâ’be-i mükerremeyi kendi zât-ı şerîfine mudâf etdi. Bu
bâbda vârid olan âsârın zâhiri ki,
Âdem ve Îsâ alâ nebiyyinâ aleyhimesselâm hazretlerinin hâdiseleridir
[yaratılmalarıdır]. Allahü teâlâ hazretleri bir rûh yaratdı. Yaratılmış rûhu
Âdem aleyhisselâmın mubârek bedenine üfürdü. Hicr
sûresi 29.cu âyet-i kerîmesinde meâlen, (Ona kendi rûhumdan üfürdüğüm zemân, secdeye varınız!) buyuruldu ki, Âdem aleyhisselâm içindir. Bir
başka rûh da yaratdı. O rûhu mahlûku hazret-i Meryemin gömleğinin yakasına
üfürdü. Tahrîm sûresi 12.ci âyet-i kerîmesinde
meâlen, (Biz ona rûhumuzdan üfürdük. O Rabbinin
suhuflarına veyâ nâzil olan kitâblarına veyâ Peygamberlerine vahy etdiklerine
veyâ levh-i mahfûzda yazılı olanlara inanıp, tasdîk etdi. Devâmlı itâ’at eden
kimselerden oldu) buyuruldu ki,
hazret-i Meryem hakkındadır. Bunlar gibi, Allahü teâlâ hazretleri bir nûr yaratdı.
O nûrdan Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin
mubârek cesedini yaratdı. Bu kelâmı bu makâmda bu vech üzerine takdîr ve tafsîl
etmek rûmun kostantiniyyesini feth etmekden mühim ve evlâdır.
Fârûk
zehî adâlet âver,
adlîle cihâna verdi zîver.
Sıddîkdan
sonra, efdal odur,
her müslim eder, bu kavli ezber.
Kisrâyı
unutdu gitdi âlem,
ol mertebe oldu adle mazher.
Fethetdi
cihânı, kıldı tathîr,
vaz’ etdi o şeh, hezâr menber.
Hurşîd-i
hidâyet ile âlem,
vaktinde serâser oldu enver.
Tevhîd-i
cenâb-ı Kirdigâre,
(Tâhâ)dan alıp haber o Dâver.
Bâtıldan
edince, hakkı tefrîk,
Fârûk dedi, o şâha Server.
Fahrolsa
sezâdır ehl-i dîne,
ol
zât gibi güzîde gevher.