Künyesi Ebül Hafs,
neseb-i şerîfleri
Ömer bin Hattâb bin Nüfeyl bin Abdül’uzza bin Rabah bin Abdüllah bin Revâh bin
Adî bin Ka’bdır. Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerine dokuzuncu dedesinde birleşir ki, o da Ka’bdır.
Hazret-i Ömer, hazret-i Ebû Bekrden “radıyallahü anhümâ” Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bir
derece yakındır. Zîrâ hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk Mürrede birleşir. Mürre Ka’bın
oğludur. Hazret-i Resûl-i ekrem hazret-i Ömerden
onüç yaş büyükdür. Vâlideleri Halîmedir. Ebû Cehlin kız kardeşidir ve Hîşamın
kızıdır. Otuziki yaşında islâma geldi. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh”
îmâna geldiğinde, meşhûr rivâyet üzere mü’minler, ricâlden [erkeklerden]
otuzdokuz idi. Bunun ile kırk temâm oldu. O gün bu âyet-i
kerîme nâzil oldu: (Ey Peygamberim
“aleyhisselâm”! Sana yardımcı olarak Allahü teâlâ ve mü’minlerden sana tâbi’
olanlar yetişir.) [Enfâl sûresi altmışdördüncü âyet-i kerîme meâli.]
Birinci Menâkıb: Hazret-i Resûl-i ekrem ve
nebiyyi muhterem “sallallahü aleyhi ve sellem” hazret-i Ömere, Fârûk lakabını
takmışlar idi. Sebebi o idi ki, hakkı bâtıldan fark etdi [ayırdı]. Dîn-i islâmı
kabûl etdi. Din onlar ile kuvvet buldu. Fârûk lakabı almasına bir başka sebeb
de budur: Bir münâfık ile bir yehûdî, bir husûsda anlaşamadı. Yehûdî da’vâyı
hâlletmek için, Sultân-ı Enbiyâ hazretlerinin meclis-i şerîflerine gelmek
istedi. Münâfık da yehûdîlerin re’îsi Ka’b bin Eşrefe gitmek istedi. Sonunda, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
katına geldiler. Da’vâyı yehûdîye hükm buyurdular. Münâfık o hükme râzı
olmayıp, hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” huzûruna da’vâyı halletmesi
için geldiler. Yehûdî, mâcerâ ve da’vâyı hazret-i Resûlullahın
huzûruna varıp, Resûlullah hazretlerinin
kendisine hükm eylediğini, münâfıkın ise buna râzı olmadığını anlatdı.
Hazret-i
Ömer “radıyallahü teâlâ anh” o münâfıkdan, anlaşmazlığı süâl buyurdular ki, bu
yehûdînin anlatdığı gibi midir. Münâfık, evet, öyledir. Ammâ ben Peygamberin
hükmüne râzı olmayıp, geldim ki, sen hükm edesin, dedi. Hazret-i Ömer
“radıyallahü teâlâ anh” buyurdu: Siz yerinizde durunuz. Gelip, sizin için hükm
edeceğim. Varıp, evlerinden kılıncını aldı. Geldi ve münâfıkın boynunu vurdu.
Buyurdu ki: Allahü teâlânın ve Resûlünün hükmüne râzı olmıyan kimseye ben böyle
hükm eylerim. O vakt, Cebrâîl aleyhissalâtü vesselâm âyet ile gelip, hazret-i
Ömere “radıyallahü teâlâ anh” hak ile bâtıl arasını ayırt etdi demek olan Fârûk
tesmiye olundu. [Bu lakab verildi.] Âyet-i kerîme budur: (Şu kimseleri görmezmisin, sana ve senden öncekilere
indirilen kitâblara inandıklarını zan ederler. Muhâkeme olunmak için tâgûta
[Ka’b bin Eşrefe] gitmek isterler..) [Nisâ sûresi 59.cu âyet-i kerîme meâli.] Tâgûtdan
murâd Ka’b bin Eşrefdir. Kezâ, Tefsîr-i Kâdî Beydâvîde şu şi’r yazılıdır.
İkinci sevgili Ömer-i âdil,
Bâtılı mahv edici, doğrunun koruyucusu.
Hakkı bâtıldan ayırmış idi Fârûk,
Sancağının ucu ermişdi ayyûka.
İkinci Menâkıb: Hazret-i Ömerin islâma geliş sebebini anlatır: Rivâyet
edilir ki, bir perşembe gecesi, Habîb-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem”,
Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hakkında düâ etdi. Düâsı kabûl oldu. Buyurdular
ki, (Yâ Rabbî! Şu iki kişiden hangisi sana sevgili ise dîn-i islâmı onun ile
azîz eyle. Ömer bin Hattâb veyâ Amr bin Hişâm.) Ertesi gün, Kureyşin büyükleri
Haremde toplandılar. İşbu Ebû Tâlibin yetîmi Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” zuhûr edip, âbâ ve ecdâdımızın dînini ibtâl etdi. Putlarımız
için, fâide ve zarar vermez diye kötüledi. Gayretine dokunmuyor mu ki, yâ Ömer,
bu denli kudret ve heybetin, izzet ve satvetin var iken, putlara yardım etmeyi,
onu öldürmeği düşünmüyor musun, diye tahrîk etdiler. Hazret-i Ömerin câhiliyye
damarı kalkdı. Sonu kötü olan bir gayretle, kılıncını takındı. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerini öldürmeğe giderken, Benî Zühreden Nu’aym “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerine rastladı. Yâ Ömer, nereye gidersin dedikde, cevâb ve-
rip, şu Kureyşin büyüklerine ahmak
diyen ve putlarımıza bâtıl diyen, Muhammedi katl etmeğe gidiyorum, dedi. Nu’aym
“radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, yâ Ömer! Hayret edilecek bir işe yeltenirsin.
Başa çıkamıyacağın sevdâya düşmüşsün. Eğer bu işi başarırsan, Benî Hâşim ve
Benî Zühre seni sağ koyacaklarını mı sanıyorsun. Yürü var, işine git, deyince,
Ömer “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, yâ Nu’aym! Yoksa sende mi, Muhammedin
dînine girdin. Eğer öyle ise, evvelâ seni katl edeyim. Nu’aym hazretleri dedi:
Muhammedin dînine sâdece ben mi girdim, sanırsın. Kız kardeşin ve enişten de
girmişlerdir. Ömer, bu haberi işitince, gadabı dahâ fazla olup, nereden ma’lûm
onların müslimân oldukları, dedi. Nu’aym dedi: Eğer inanmaz isen, kız
kardeşinin evine var. Bir koyunu kendi elin ile boğazla, pişirsinler. Onlar
senin boğazladığın koyunu yimezler ise, o zemân bilmiş olasın ki, onlar islâm
dînine girmişlerdir.
Hazret-i
Ömer “radıyallahü teâlâ anh” o tehevvür ile gidip, kapılarına vardı. İçeriden
kulağına bir ses geldi. Dikkat ile dinledi. Anladı ki, okudukları kelâm, hiç
insan sözüne benzemez. Meğer o vakt Tâhâ sûresi nâzil olup; hazret-i Fahr-i
kâinât aleyhi efdalüttehıyyât, muhâcirînden Habbâbı “radıyallahü anh” onlara
göndermişdi. Onlara, o sûrenin âyetlerini ta’lîm ediyordu. O vakt, bunlar
hazret-i Ömerin korkusundan, kapıyı bağlamışlardı. Ta’lîm ile meşgûl iken,
hazret-i Ömer kapı ardından dinledi. Dinledikçe, istidâdlı kalblerine, ezelî
olan kelâmın rahmânî nûrları gelmeğe başlayıp, şeytânî küfr zulmeti mahv olmağa
başladı. Sabr etmeğe mecâli kalmayıp, kapıya eli ile vurdu. Kapı bağlanmış idi.
Dikkat kesildikleri gibi, içeride olanlar, korkularından susdular. Habbâbı
“radıyallahü anh” gizlediler. Sûre-i kerîmeyi saklayıp, kapıya bakdılar ki,
gelen hazret-i Ömerdir “radıyallahü teâlâ anh”. Kılıncı yanında, heybetle ve
satvetle gelmiş ki, yüzlerine bakmaz. Kız kardeşi, hoş geldiniz deyip, içeri
alıp, oturdular. Gelmelerinden dolayı, yiyecek tedârik edip, koyun getirdiler.
Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” kalkıp, kendi boğazladı. Pişirdiler.
Hazret-i Ömer, ezelî kelâmın te’sîrinden mest olmuş, ne konuşmağa mecâli ve ne
oturmağa sabrı ve karârı var idi. Ne hâl ise, taâmı pişirip, ortaya getirdiler.
Hazret-i Ömer dedi, gelin berâber yiyelim. Her bi-
ri bir özr behâne edip, yimediler.
Kendileri de birkaç lokma aldılar. Dîn-i islâma girdiklerini tahkîk edip,
hayreti de çoğaldı. Taâmı [yiyeceği] kaldırdıkdan sonra, süâl buyurdular ki;
okuduğunuz ne idi. Onlar okuduklarını inkâr eylediler. Korkularından konuşmağa
başladılar. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki, bilmiş olunuz
ki, ben Kureyş arasında kılınç bağlayıp, o da’vâ ile geldim ki, varıp,
Muhammedi katl edeyim. Yolda gelirken, sizin de Muhammedül-emînin dînine
girdiğinizi işitdim. Geldim ki, evvelâ sizi katl edeyim. Sonra Muhammedi katl
edeyim. Lâkin, kapıya geldim. Kulağıma bir ses geldi. Dinledikce o kelâmın
lezzeti bir hâl verdi ki, o kötü fikr benden gidip, kalbime şevk ve muhabbet
dolup, beni tedirgin eyledi. Elbette inkâra mecâl vermeyip, getirin
okuduğunuzu, dinleyelim, dedi. Kız kardeşi ve eniştesi, bu sözü işitdiklerinde,
sevindiler. Kalbi islâm tarafına meyl etmişdir diyerek, dediler ki, okuduğumuz,
Allahü teâlânın ezelî olan kelâmıdır. Hak Sübhânehü ve teâlâ, hazret-i Cebrâîl
aleyhisselâm vâsıtası ile, Resûl-i ekrem
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine inzâl eylemişdir
[indirmişdir]. İşitmek murâdın ise [dinlemek istersen], evvelâ gusl eyle. Ondan
sonra okuyalım, göresin. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” kalkıp, huzûr-ı
kalb ile, gusl edip, gelip, kıbleye dönüp oturdu. Kız kardeşi kalkıp, ta’zîm ve
tekrîm ile, sûre-i şerîfi eline alıp, (Bismillahirrahmânirrahîm). (Tâhâ ...)
diye okumağa başladı. Nazm-ı şerîfin fesâhat ve belâgatinden, kalbi çok
yumuşadı. (Ben o Allahım ki, benden başka ibâdete
müstehak ilâh yokdur. O hâlde yalnız bana ibâdet et ve beni hâtırlaman için
nemâz kıl) meâlindeki Tâhâ sûresinin 14.cü âyetine gelince, Kur’ân-ı
kerîmin nûru kalbine nûrâniyyet verip, Kur’ânın eseri açığa çıkıp, küfr ve
şekâvet zulmeti gitmeğe başladı. Dedi ki, beni, iki cihânın fahri, Muhammed
Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûruna ulaşdırın. O
sırada Habbâb bin Erat, perde arasından dışarı çıkıp, dedi ki, yâ Ömer,
müjdeler olsun sana ki, Allahü teâlâya, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin etdiği düâsı, senin hakkında,
kabûl oldu. Allahü teâlâya hamd olsun. Sevinerek, önüne düşüp, hazret-i
Sultân-ı Enbiyânın olduğu eve götürdü. Bütün Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ
aleyhim ecma’în”, hazret-i Ömerin geldiğini görünce, hazret-i
Fahr-i
kâinâta haber verdiler. Bırakın gelsin. Başında devlet var ise îmâna gelir,
buyurdu. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazret-i Peygamberin “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” mubârek nûr cemâlini müşâhede ile müşerref oldu.
Resûl-i ekrem
hazretleri buyurdular ki, yâ Ömer, dahâ küfr ve şekâvetden vazgeçmek yok mu?
Hazret-i Ömer, Peygamberin mubârek cemâline nazar edip, kelâmını duyup,
nazarlarına kavuşunca, hemen karârsız kalmayıp, yüksek dergâhlarına yüz sürüp,
sonra, yâ Resûlallah, hiç şek ve şübhe kalmadı. Hak Peygambersin. Bana îmânı
arz eyle, dedi. (Eşhedü en lâ ilâhe illallah. Ve
eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resûlüh) deyip, şecere-i îmânı
[îmân ağacını] temîz kalbine dikdi. Cümle Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ
aleyhim ecma’în” tekbîr getirip, sürûr-ı kalb ile, hazret-i Ömer ile müsâfeha
ve muânaka [birbiri ile kucaklaşma, boynuna sarılma] eylediler. Allahü teâlâ
hazretlerine hamd ve senâ eylediler. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu; su getirdiler. Hazret-i Ömer
“radıyallahü teâlâ anh” temizlenip, gusl eyledi. Ona Kur’ân ta’lîm buyurdular.
Kalbini îmân nûru ile doldurdular. Nemâzı ve diğer dîni erkânı ta’lîm eyledi.
Hazret-i Ömer onları gördü ki, mağara gibi gizli bir yerde dururlar. Dedi ki,
yâ Resûlallah! Bu ne keyfiyetdir ki, bu mağarada ihtifâ buyurdunuz. Se’âdet ile
buyurdular ki, müşriklerin mü’minlere ezâ ve cefâsından dolayı burada dururuz.
Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, onlar puta gündüz taparlar.
Önünde âşikâre yer öperler. Niçin biz, Hâlıka gizli taparız, yâ Resûlallah.
Buyurun billahi varalım, biz de Harem-i beyt-i şerîfde nemâzı âşikâre kılalım.
Görelim, bize kim mâni’ olur. Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
kalkıp, Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” ile berâber,
hazret-i Ömer önlerinde, elinde yalın kılınç, Beyt-i şerîfe doğru yürümeğe
başladılar. Kureyş müşrikleri önlerinde, hazret-i Ömeri böyle gördüklerinde,
sevinip, dediler ki, meğer Ömer bunların hepsini esîr etmişdir, ki getirip
karşımızda kırmak ister. Yanlarına geldiklerinde, gördüler ki, hazret-i Ömer
bunların herbirine güzel muâmele edip, bunlar ile karışmış güle-güle söyleşip
gelirler. Ebû Cehl la’în bu hâli gördü. Müslimân olduğunu anladı. Âh! Gördünüz
mü? Muhammed Ömeri de, kendi dînine döndürmüş. Ben size demedim mi ki,
sihrle Muhammed onu aldatır,
kendine uydurur. Siz dediniz ki, böyle olmaz. Eyvâh, gelin görelim, şimdi ne
yapalım. Ve ona ne söyliyelim. Yakınına geldiler. Hazret-i Ömer “radıyallahü
teâlâ anh” kılıncı kaldırıp dedi; (Nazm)
Durun ben geliyorum, bize kıyâma durun,
Genç, ihtiyâr, yaşlı hepsi, efendi köle olsun.
Dîn-i islâmı teblîg için, Allah gönderdi,
Bize Peygamber olan Muhammedi aleyhisselâm”.
Açığa çıkardı, güzel islâm dînini,
Putlar yıkıldı, kalmadı hükmleri.
Döndüm Hakka, bunun dînine girdim,
Ey Kureyş! Hepiniz avam ve has böyle bilin!
Kâfirler,
bu hâli görüp, içlerinde telâşlanıp, it gibi çağrışdılar. Ebû Cehl la’în,
yüksek sesle dedi ki, görün Muhammedi ki, başladı ululardan azdırmağa.
[Kureyşin büyüklerini müslimân yapmağa başladı.] Bu işler bize azdır. Dedim,
gelin onlar çoğalmadan, öldürelim, aldırmadınız. Şimdi ejderhâ oldu. Kâfirler,
hazret-i Ömerden korkup, hiçbir mü’mine el uzatmağa kâdir olmadılar. Her
birinin dudağı kuruyup, kaldı. Server-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” ileri yürüyüp, Hacer-ül esved ile bâb-ı Kâ’be-i şerîf arasında durup,
nemâzı o gün âşikâre kıldılar. Gerçi kâfirler çok idi. Mü’minler az idi. Nemâz
bitdikden sonra kalkıp, Kâ’beyi ta’vâf etdiler. İbni Mes’ûd “radıyallahü teâlâ
anh” buyurdular ki, hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” müslimân olması,
mü’minlere feth ve nusret ve rahmet oldu. O müslimân oluncaya kadar dîn-i islâm
âşikâre olmadı. Kâ’be-i mu’azzamada, müslimânlardan hiç kimse nemâz kılmamış
idi. Nakl edilmişdir ki, hazret-i Ömer “radıyallahü anh” îmâna geldikde,
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” hazretleri, mubârek elini Ömerin
“radıyallahü anh” göğsüne koyup, üç kerre buyurdular ki, (Yâ Rab! Bunun
sadrında olan gereksiz sıfatı [göğsünde bulunan kötü sıfatı] ve illeti
[hastalığı] çıkarıp, onun yerine îmân ve hikmeti ver.)
Üçüncü Menâkıb: Ebû Hüreyreden “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet olundu. Server-i âlem
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
buyurdular ki: Sizden evvel olan
ümmetler içinde muhaddisler vardı. Eğer içinizde de var ise, muhakkak o
Ömerdir. Şârihlerden [hadîs-i şerîfi şerh
edenlerden] Tayyibî “rahimehullah” şerh etmişdir ki, muhaddisden murâd mübâlaga
ile kalbine ilhâm olunan kimsedir ki, Hak sübhânehü ve teâlâ tarafından ilhâm
olunursa, Enbiyâ derecesinde olur. Ya’nî sizden evvel olan ümmetler içinde
Enbiyâ var idi. Mele-i âlâ tarafından ilhâm olunurlar idi. Benim ümmetimde eğer
böyle kimse olur ise, ki vardır, bu mertebe sâhibinin evveli Ömerdir. Ümmet-i
Muhammed sâir ümmetlerden efdal olduğu sâbitdir. Diğer ümmetlerde bu sıfat ile
muttasıf olan kimseler olduğuna göre, bu ümmetde bulunması muhakkakdır. Benim
ümmetimde var ise buyurdukları terdîd için olmaz [sözü geri çevirmek için
olmaz], belki te’kid için ve kat’î olarak bildirmek içindir. Meselâ, bir kimse,
çok sevdiği dostu için der ki, eğer benim, bir dostum var ise o da falan
kimsedir. Murâdı o kimsenin ziyâde sadâkatini beyândır [açıklamakdır]. Murâdı
sadâkatı yok etmek değildir. Bu hadîs-i şerîf (Mesâbîh-i şerîf)in sahîhinden rivâyet
edilmişdir.
Dördüncü Menâkıb: Yine (Mesâbîh)de o hadîs-i şerîfin akabinde anlatılmışdır. Sa’d bin Ebû
Vakkas “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki: Hazret-i Resûl-i
ekremin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûr-ı şerîflerinde oturan,
Kureyş hâtunlarından birisi, yüksek ses ile konuşurken, hazret-i Ömer
“radıyallahü teâlâ anh” gelip, içeri girmeğe izin taleb etdi. Hâtunlar kalkıp,
sür’atle perde arkasına çekildiler. Hazret-i Ömere “radıyallahü teâlâ anh” izin
verilip, içeri girdi. Bakdı ki, hazret-i Resûl-i ekrem
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” gülüyordu. Ömer “radıyallahü anh” dedi ki,
Allahü teâlâ hazretleri mubârek dişlerini güldürsün, yâ Resûlallah! Neden
dolayı gülersiniz. Server-i kâinât hazretleri buyurdular ki, bu hâtunlara
hayret etdim ki, benim yanımda idiler. Ne vakt ki senin sesini işitdiler,
kaçıp, perde arkasına girdiler. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki:
Yâ kadınlar! Beni görünce, Resûlullahın
huzûrunda olduğunuz hâlde, niçin korkup, kaçdınız. Onun huzûrunda râhat oturup,
korkmuyorsunuz! Hâtunlar, perde arkasından dediler ki, yâ Ömer! Sen yaratılışda
şiddetli ve gadablısın. Server-i kâinât buyurdular ki; (Ey Hattâb oğlu! Sen sözünden ferâgat et! Varlığım yed-i
kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki,
şeytân yolda sana rastlasa, o yolu bırakıp, başka yola sapar,
yolunu değişdirir.) [Peygamberimizin
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” kadınlar ile oturması hicâb âyeti gelmeden
evvel idi. Hicâb âyeti gelince, kadınlar ile bir arada oturmadı.]
Beşinci Menâkıb: Hazret-i Fahrül kevneyn [iki cihânın efendisi] ve
Resûlüssekaleyn [insanların ve cinnin Peygamberi] Muhammed Mustafâ “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” bir gün, sabâh nemâzını kıldıkdan sonra, mubârek
arkasını mihrâba verip, Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”
hazretlerine teveccüh edip, buyurdular ki: (Hiç sizden bir kimse rü’yâ gördü
mü.) Eshâbın cümlesi başlarını aşağı salıp, cevâb vermediler. Sonra kendileri
buyurdular ki, (bu gece bir garîb rü’yâ gördüm.) Eshâb-ı güzîn, rü’yâyı
anlatın, dinleyelim diye ricâ etdiler. Buyurdular ki, kendimi Cennetde gördüm.
Cennetin etrâfını seyr ederken, bir büyük kasr gördüm. Yüksekliği yüz fersâh
yol idi. [Bir fersâh 5760 metredir.] Buna göre her tarafı büyük idi. Hâtırıma
bu düşünce geldi ki, bu âlî [yüksek] makâm, hangi Peygamberindir veyâ hangi Velînindir.
Böyle düşünürken, bir kaç kimse gördüm. Yanlarına vardım, süâl eyledim ki, bu
âlî [yüksek] makâm, acabâ Enbiyâdan, hangi Nebînindir. Onlar, dediler ki,
hiçbir Peygamberin değildir. Belki arab evlâdından bir kimsenindir. Dedim, ben,
arab evlâdındanım, benim olmasın. Dediler, Kureyşdendir. Ben de Kureyşdenim,
dedim. Dediler, ümmet-i Muhammeddendir. Dedim, ben Muhammedim. Bana söyleyin
ki, ümmetimin hangisinindir. Dediler, Çihâr yâr-i güzînden Ömer bin Hattâb
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinindir. O kasrda olan hûrî ve gılmânın
nihâyeti yokdu. Husûsî olarak içlerinde, yâ Ömer, sana mahsûs bir hûrî var idi,
diller şerh edemez ve vasf da edemez. Lâkin senin gayretinden, asla yüzüne
bakmadım, deyince, hazret-i Ömerin gözünden yaşlar akıp, yâ Resûlallah!
Baksaydınız ve bana da vasflarını söyleseydiniz. Hazret-i Ömer “radıyallahü
teâlâ anh”; dergâh-ı izzetde ve Resûlullahın
huzûrunda ne büyük sultândır. Mertebesi ne yüksekdir.
Altıncı Menâkıb: Birgün Server-i kâinât ve mefhar-i mevcûdât [mevcûdâtın övündüğü]
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, rü’yâmda ümmetim bana arz
olundu. Cümlesi
önümden geçip, birbir seyr
eyledim. Kiminin gömleği dizinde idi. Kiminin dizinden aşağı idi. Kiminin
dizinden yukarı idi. Lâkin Ömeri bir gömlek ile gördüm ki, yerde sürünürdü.
Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” dediler ki, yâ Resûlallah!
Nasıl ta’bîr buyurdunuz. Buyurdular: Dîn-i mübîn ile ta’bîr etdim. Zîrâ
hilâfetleri zemânı uzundur. Dîn-i islâm dünyâya yayılır.
Yedinci Menâkıb: (Mesâbîh-i şerîf)de sahîh olarak, Abdüllah ibni
Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerinden rivâyet ile şöyle yazılıdır.
Abdüllah ibni Ömer der ki: Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden işitdim. Buyurdular ki,
uyuduğum hâlde, bir kadeh süt ile bana geldiler. İçdim. O kadar kandım ki,
tokluk alâmeti tırnaklarımda görüldü. Sonra artığımı Ömer bin Hattâba
“radıyallahü teâlâ anh” verdim. Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim
ecma’în” dediler ki, yâ Resûlallah! Ne ile ta’bîr etdiniz. Buyurdular ki, ilm
ile ta’bîr etdim.
Sekizinci Menâkıb: (Mesâbîh-i şerîf)in sahîh hadîslerinde, Ebû Hüreyre
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet edilir. Dedi ki, Resûlullahdan işitdim: Hazret-i Peygamber “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular. Rü’yâda, kendimi, etrâfı örülü kuyu yanında
gördüm. Bir küçük kova var idi. O kuyudan o kova ile Allahü teâlânın dilediği
kadar su çekdim. Sonra İbni Kuhâfe [Ebû Bekr] aldı. O da o kova ile kuyudan su
çekdi. Bir kova, ya iki kova çekmekde za’îflik var idi. Allahü teâlâ
za’îfliğini afv eder. Sonra o küçük kova, büyük kova oldu. Ona gırba derler.
Sonra o kovayı bir kimse aldı. Gördüm ki, bu kuvvetli ve kudretli kimse, o kova
ile su çekiyor. Bu su çeken Ömer “radıyallahü anh” idi. Ömer “radıyallahü anh”
o kadar su çekdi ki, kimse o kadar su çekmedi. İnsanlar o kuyu yanında bir yer
yapdılar. Develer su içdikden sonra, orada çöküp, istirahât eder, sonra bir
kerre dahâ su içerler idi. (Mesâbîh)i
şerh eden “rahimehullahü teâlâ” beyân etmişdir ki, hazret-i Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Ebû
Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine za’îf nisbet etmekden, hilâfetlerinde
bir naks ve taksîr olduğundan dolayı değil idi. Zîrâ hilâfetlerinde o kadar
cehd ve tehammül etdiler ki, diğer ümmet onun tehammülün-
den âcizdirler. O sebebden ki,
hazret-i Âişe “radıyallahü anhâ” buyurdular ki; Resûlullah
hazretleri, öbür âleme göç etdikden sonra, arablar mürted olup, nifâkı izhâr
etdiler [fitne çıkardılar]. Babam üzerine meşakkatden ve musîbetden öyle şeyler
indi ki, eğer büyük dağlar üzerine inse idi, dağı küçültüp, dağıtırdı. Belki,
za’îf nisbet etmeleri, buna işâretdir ki, hazret-i Ömer zemân-ı şerîfinde,
memleket fethi fazla oldu. İslâm askeri kuvvetlendi. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk
“radıyallahü teâlâ anh” zemân-ı şerîfinde olan fethden fazla idi. Çünki,
Sıddîkın hilâfetleri zemânı az idi. Zîrâ iki seneden ziyâde halîfelik
yapmışdır. Hazret-i Ömerin hilâfeti on sene oldu. Ba’zı şârihler [şerh edenler]
dediler ki, hazret-i Peygamber “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” (iki büyük
kova) buyurdukları iki sene ve birkaç gün hilâfet müddetine işâretdir. (Allahü
teâlâ za’îfliğini afv etsin) zâhiren işâretdir. Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü
teâlâ anh” tarafından kusûr meydâna gelmesin. Ammâ Elhamdülillah; vilâyetlerinde
kusûr etmediler. Allahü teâlâ za’îfi afv eder; buyurduklarının vechî bu ola ki,
kuyudan su çekmelerinde olan za’îflik, zemânı şerîflerinde olan irtidâda
(arabların mürted olmasına) ve münâfıkların çokluğuna ve zekât inkâr edenlerin
olmasından dolayıdır. Magfiret ile düâ eylediler, tâ işitenler yanında muhakkak
ola ki, za’îflik, kendi kusûru ile olmayıp, zemânın değişikliği dolayısiyledir.
Dokuzuncu Menâkıb: Yine (Mesâbîh-i şerîf)in
hasen hadîslerinde İbni Ömer “radıyallahü anhümâ” hazretlerinden rivâyet
edilmişdir. Dediler ki, hazret-i Habîbullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
buyurdular ki, (Hak teâlâ, doğruyu, Ömerin dili ve
kalbi üzerine koymuşdur). Ya’nî hakkın açığa çıkması ve yayılması,
onun mubârek lisânları ve kalbleri üzerinde sâbit ve orada yerleşmiş ve ondan
zuhûr eder. Yine o hadîs-i şerîfin akabinde
vârid olmuş ki, hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” buyurdular ki, Biz Ömerin
söylediğinin hak olduğunu, kalblerin onun sözü ile sükûn bulduğunu uzak
görmezdik. Ya’nî biz uzak sanmazdık ki, hazret-i Ömer konuşur, o şeyle ki,
müstehakdır. Nefsler onun üzerine sükûn eder. Kalbler onun üzerine mutmain
olur. Hak olan, doğru olan söz, onun lisânı üzerine yerleşdirilmişdir.
Onuncu Menâkıb: Yine (Mesâbîh-i şerîf)in
hasen hadîs-i şe-
rîflerinde, Câbir “radıyallahü
teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet edilmişdir. Câbir “radıyallahü anh” dedi ki,
hazret-i Ömer Ebû Bekr hazretlerine “radıyallahü teâlâ anhümâ” dedi ki, (Ey, Resûlullahdan “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
sonra, insanların en hayrlısı.) Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh”
buyurdular ki, âgâh ol yâ Ömer. Sen bana böyle söyledin ise, vallâhi gerçekdir
ki, Resûlullahdan “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” işitdim. Buyurdular ki, (Ömerden hayrlı bir
kimse üzerine gün doğmamışdır.) Yine onun devâmında Ukbe bin Âmirden
nakl edilir ki, hazret-i Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular; (Eğer benden
sonra Peygamber gelmek ihtimâli olsa idi, Ömer bin Hattâb Peygamber olurdu.)
Onbirinci Menâkıb: Yine (Mesâbîh)in
hasen hadîslerinde, Büreydeden “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet edilmişdir:
Büreyde “radıyallahü teâlâ anh” haber verdi ki, hazret-i Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
gazâya çıkdılar. Gazâdan sâlim ve ganîmetler ile döndükleri vaktde, siyâh
renkli bir câriye gelip dedi ki, yâ Resûlallah! Ben nezr etmişdim ki, Allahü
teâlâ hazretleri, eğer seni sâlim ve ganîmetler ile geri döndürürse, senin
huzûrunda def’ çalayım ve tegannî edeyim. Habîbullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” buyurdular ki, eğer nezr etmiş isen def’ çal, eğer nezr etmemiş isen
çalma. O câriye başladı def’ çalmağa. O sırada Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh”
hazretleri geldiler. O câriye def’ çalmayı kesmedi. Sonra hazret-i Alî
“radıyallahü teâlâ anh” geldi. Yine câriye susmadı. Sonra Osmân “radıyallahü
teâlâ anh” geldiler. Câriye yine def’i kesmedi. Ondan sonra hazret-i Ömer
“radıyallahü teâlâ anh” geldiler. Hemen câriye sükût edip, def’i yere koyup,
üzerine oturdu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve
sellem” buyurdular: (Muhakkak şeytân senden korkar, yâ Ömer. Ben otururken bu
câriye def’ çaldı. Ebû Bekr geldi. Yine çaldı. O vakt ki sen geldin, def’i yere
atıp, üzerine oturdu.)
Onikinci Menâkıb: Yine (Mesâbîh-i şerîf)in
hasen hadîslerinde, Âişe-i Sıddîka “radıyallahü teâlâ anhâ” hazretlerinden
rivâyet edilmişdir. Buyurdu ki: Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri oturmuşdu. Bir gürültü ve
çocukların seslerini işitdik. Hazret-i Resûl-i ekrem
kalkdı. Bakdı ki, ha-
beşîler raks ederler. Uşaklar
etrâfında seyr ederler. Bana dedi ki, yâ Âişe! Gel seyr eyle. Ben de vardım.
Çenemi hazret-i Peygamberin omuzu üzerine koyup, mubârek omuzu ile, mubârek
başının arasından seyr etmeğe başladım. Bir müddet sonra, bana buyurdular ki,
doymadın mı. Hâyır, doymadım, dedim. Murâdım bu idi ki, dahâ göreyim. Resûlün
yanında ne mikdâr kıymetim vardır, bileyim. O sırada hazret-i Ömer “radıyallahü
teâlâ anh” çıka geldi. Hemen halk habeşîlerin etrâfından dağıldılar. Hazret-i
Peygamber “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Muhakkak görürüm ki, cinnin ve insanın şeytânları Ömerden
kaçarlar.) Âişe-i Sıddîka buyurdular
ki, ben de geri döndüm.
Onüçüncü Menâkıb: (Me’âlimüttenzîl) kitâbının sâhibi, imâm-ı Begavî
“rahmetullahi teâlâ aleyh” sûre-i Enfâlde,
me-âl-i şerîfi (Hiçbir Peygamberini yer yüzünde
.....) olan altmışyedinci
âyet-i kerîmesinin tefsîrinde, A’meşden, o da Amr bin Mürreden, o Ebû
Ubeydeden, o Abdüllah bin Mes’ûddan bildirmişlerdir. Abdüllah ibni Mes’ûd
“radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki, o vakt ki, Bedr günü oldu. Esîrler de
berâberlerinde olarak geri dönüldü. Hazret-i Resûl-i
ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Bu esîrler
hakkında ne dersiniz!). Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, yâ
Resûlallah, bunlar kavmindir ve ehlindir. Bunları koruma altına alıp, temkinli
davranalım. Ümîd ederim ki, Allahü teâlâ hazretleri, onlara tevbe nasîb eyler.
Onlardan fidye al. Bize de, küffâr üzerine kuvvet olur. Hazret-i Ömer
“radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, yâ Resûlallah! Bunlar seni tekzîb etdiler,
yalanladılar. Seni ihrâc etdiler. Getir, bunların boyunlarını vuralım. Alîye
buyur, kardeşi Ukaylın boynunu vursun. Hazret-i Hamzaya buyur, kardeşi Abbâsın
boynunu vursun. Bana buyur, falan kimsenin boynunu vurayım, diye kendi soyundan
bir kimseyi söyledi. Çünki, bunlar kâfirlerin reîsleridir, dedi. Abdüllah bin
Ebî Revâha “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, yâ Resûlallah! Odunu çok bir dere
bulalım. Bunların temâmını o dereye koyup, sonra bir ateş yakalım. Ateşde
yansınlar. Abbâs ona dedi ki, rahmetini iyice kesdin. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri sükût etdi. Onlara cevâb
vermeyip, Hâne-i şerîfe gitdiler. Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ
aleyhim ecma’în” ayrı ayrı olup,
bir fırka dediler ki, Ebû Bekr kavline uyarız. Sonra Server-i âlem “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” Beyt-i şerîfinden çıkıp, buyurdu ki, Hak Sübhânehü ve
teâlâ ba’zı kişilerin kalbini yumuşak kılar. Hattâ yağdan dahî yumuşak olur.
Ba’zı kişilerin kalbini katı eyler. Hattâ taşdan da katı olur. Muhakkak yâ Ebâ
Bekr, senin mislin İbrâhîm aleyhisselâm mislidir ki [benzeridir ki], onun
hakkında Allahü teâlâ, İbrâhîm sûresi 36.cı âyet-i
kerîmesinde meâlen, (Bana tâbi’ olan, benim
dînimdendir, karşı gelen için, yâ Rabbî sen gafûrürrahîmsin!) buyurdu. Ve yâ Ebâ Bekr! Senin mislin hazret-i
Îsâ aleyhisselâma benzer ki, [ya’nî sen ona benzersin ki], Allahü teâlâ, Mâide sûresi 120.ci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Onlara azâb edersen, senin kullarındır. Eğer afv edersen,
azîz ve hakîm olan sensin) buyurdu.
Ömere “radıyallahü anh” buyurdu, yâ Ömer! Senin benzerin Mûsâ aleyhisselâmdır.
[Ya’nî Ona benzersin]. (Yâ Rabbî! Kâfirlerin
mallarının şeklini değişdir. Şiddetli azâbı göremeden, îmâna gelmiyecek şeklde,
kalblerini bağla, katı et!) [Yünûs sûresi 88.ci âyet-i kerîme meâli.] ve hazret-i
Nûh aleyhisselâma benzersin ki; (Yâ Rabbî!
Yeryüzünde, kâfirlerden dolaşan hiç kimseyi bırakma.) [Nûh sûresi yirmialtıncı âyet-i kerîme meâli.]
buyuruldu. Sonra, hazret-i Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
buyurdular ki, (Bugün bu esîrlerden yâ fidye alınacak, yâ öldürülecekler).
Abdüllah
bin Mes’ûd “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki, Süheyl bin Beydâ’ hâriç
olsun. Zîrâ ben onu işitdim ki, islâmı zikr ederdi. Hazret-i Resûl-i ekrem susdular. Ben öyle korkdum ki, öyle hiç
korkduğumu hâtırlamıyorum. Gökden başıma taş düşdü zan etdim. O gün Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Süheyl
bin Beydâ’ hâriç buyurdular, ferâhladım. İbni Mes’ûd, İbni Abbâsdan rivâyet
eder. Ömer bin Hattâb dedi ki, Hazret-i Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Ebû Bekrin söylediğine meyl etdi, benim
söylediğime meyl etmedi. O gün geçdi. Ertesi gün oldu. Geldim, gördüm ki, Resûlullah ve Ebû Bekr, oturmuşlar, ağlaşırlar. Dedim
yâ Resûlallah, bana haber verin, Ebû Bekr ile berâber, niçin ağlarsınız.
Ağlamak îcâb eden bir hâl var ise, ben de ağlıyayım. Eğer ağlanacak bir durum
yok ise, sizin ağlamanız için ağlıyayım. Resûlullah
hazretleri buyurdular ki, (Eshâbım için ağlıyorum.
Mal karşılığında
esîrleri bırakdıkları
için, onlara gelen azâb bana gösterildi. Şu ağaçdan dahâ yakın oldu) buyurarak, kendilerine yakın bir
ağaca işâret etdiler. Allahü teâlâ hazretleri; meâl-i şerîfi (Esîrleri öldürmekde acele etmek lâzım iken, siz dünyâ malı
için fidye almağı tercîh etdiniz. Hâlbuki, Allahü teâlâ sizin, kâfirleri kahr
etmenizi, islâm dînine yardım etmenizi istemekdedir. Allahü teâlâ azîz ve
hakîmdir.) olan Enfâl sûresi 67. âyet-i kerîmesini gönderdi. Her bir
esîre fidye olarak kırk vekiyye aldılar. Her bir vekiyye kırk dirhemdir. İbni
Abbâs “radıyallahü anh” buyurdu: Müşrikleri katl etmekle ilgili emr Bedr
gününde oldu. Müslimânlar o günde az idi. Vaktâ ki, müslimânlar çok oldu ve
saltanatları şiddetlendi [güçlendi]. Hak teâlâ meâl-i şerîfi (.... muhârebe sona erince, yâ karşılıksız veyâ fidye ile
salıverin....) olan, Muhammed sûresi 4.cü âyet-i kerîmesini inzâl buyurup,
Allahü teâlâ Peygamberini ve mü’minleri esîr emrinde muhayyer bırakdı.
İsterlerse katl ederler, isterlerse köle ve câriye ederler. İsterler ise azâd
ederler. İsterler ise fidye alırlar.
Abdüllah
ibni Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” buyurdular ki, önceki Peygamberlere ve
ümmetleri üzerine ganîmet harâm idi. Ne zemân ki, ganîmetden birşey ellerine
geçerse, kurban için toplarlardı. Semâdan bir ateş inip, onu yutardı. Bedr günü
oldukda, mü’minler, ganîmeti hemen aldıkları gibi fidyeyi de aldılar. Hak
sübhânehü ve teâlâ bu âyeti kerîmeyi inzâl buyurdu. (Ya’nî
eğer Allahü teâlâ hazretlerinden ganîmet mâlının halâl olacağı levh-i mahfûzda
yazılmasa idi, emr olunmadan aldığınız fidyeler için elbette büyük azâb size
erişirdi.) [Enfâl
sûresi 68.ci âyet-i kerîmesi meâli.]
Hasen ve
Mücâhid ve Sa’d bin Câbir demişlerdir ki, Allahü tebâreke ve teâlâdan hükm
gelmeden kimseye azâb olmaz. Bedr muhârebesinde hâzır olanlar ve Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
onlardandır. Hüdâdan emr olunmazdan evvel, fidye aldığınız için, size büyük
azâb erişirdi, denilmişdir. İbni İshâk dedi ki, Bedr gazâsına hâzır olan
mü’minlerin hepsi esîrlerden fidye almağı hoş gördü. Sâdece Ömer bin Hattâb “radıyallahü
teâlâ anh” Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretlerine esîrleri katl etmeği teklîf etdiler. Sa’d bin Mu’âz
“radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, yâ Resûlallah, esîrleri
katl etmek bana katl etmemekden
dahâ iyi geliyor. Onun için, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki, (Eğer semâdan azâb nâzil olsaydı, Ömer bin Hattâb ve Sa’d
bin Mu’âzdan başka kimse o belâdan necât bulmazdı “radıyallahü teâlâ
anhümâ”).
Ondördüncü Menâkıb: Yine (Me’âlimüttenzîl)de
sûre-i Bekarada; meâl-i şerîfi (Oruc gecesi, hanımlarınıza yaklaşmanız size halâl kılındı) olan 185.ci âyet-i
kerîmenin tefsîrinde nakl edilmişdir. Tefsîr âlimleri dediler ki,
islâmın ilk devrinde, iftâr etdikden sonra, yimek ve içmek akşam ile yatsı arası
veyâ uyuyana kadar halâl olurdu. Yatsı nemâzını kıldıkdan veyâ uyudukdan sonra
yimek, içmek ve cimâ’, ertesi günü akşama kadar harâm olurdu. Bir gece hazret-i
Ömer, yatsıyı kıldıkdan sonra, tahammül edemeyip, ehline muvakaa etdi [onun ile
cimâ’ yapdı]. Gusl etdikden sonra, pişmân olup ağladı. Nefsini levm eyledi
[payladı]. Ertesi sabâh, Resûl-i ekrem
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûruna gelip, dedi ki; Yâ
Resûlallah! Ben bir hatâ için, nefsimden Hak Sübhânehü ve teâlâya i’tirâz etdim.
Ben bu gece yatsıyı kıldıkdan sonra, hanımımın yanına geldiğimde bir güzel koku
hissetdim. Nefsim bunu güzel ve sevimli gösterdi. Ehlimle yakın oldum. Hazret-i
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
buyurdular ki, (Yâ Ömer! Sen bu şekl amele lâyık değil idin.) Hemen sahâbe-i
güzîn içinden birkaç kişi de kalkıp, Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” i’tirâf
etdiği gibi i’tirâf etdiler. Sonra, hazret-i Ömerin ve Sahâbe-i güzînin
hakkında yukarıda zikr olunan âyet-i kerîme nâzil oldu.
Onbeşinci Menâkıb: Yine (Me’âlimüttenzîl)de,
Tahrîm sûresinde, meâl-i şerîfleri (Eğer ikiniz de Allaha tevbe ederseniz [Âişe ve Hafsa], ne
güzel...). (Olur ki, onun Rabbi, yerinize
sizden dahâ hayrlı zevceler verir....) olan
4 ve 5.ci âyet-i kerîmelerinin inme sebebi
beyânında haber verilmişdir. İsmâ’îl bin Abdülkâhir râvîler vâsıtası ile
Abdüllah bin Abbâsdan “radıyallahü teâlâ anh”, o da Ömer bin Hattâb
hazretlerinden rivâyet etdiler. Bir vakt, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, ezvâc-ı tâhirâtdan ayrılmak
istediler. Bu hadîs-i şerîf te’vîlli zikr
olundu. Sonunda hazret-i Ömer buyurdu ki, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûr-ı
şerîflerine vardım. Dedim, yâ
Resûlallah! Eğer hanımlarınızı boşar iseniz, sizin için sıkıntı olmaz. Eğer sen
onlara talâk vermiş isen, muhakkak Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri
seninledir. Hak sübhânehü ve teâlâ hazretlerine hamd ederim ki, onlarla öyle
bir kelâm ile konuşurum ki, Allahü teâlâ benim söylediğim kavli tasdîk eder. Bu
âyet-i kerîme nâzil oldu. [Tahrîm sûresi 4 ve 5. âyet-i kerîmeler.]
Onaltıncı Menâkıb: Birgün hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” biryerde
oturup, mubârek hırka-i şerîfini yamarken, arkası açık kaldı. Arkasına, Allahü
teâlânın emri ile bir mikdâr güneş te’sîr etdi. Bir mikdâr kalb-i şerîfleri
incindi. Güneşe dikkat ile bakdı. Allahü teâlânın emri ile güneş kapkara oldu.
Âlem karanlık oldu. Derhâl Cebrâîl aleyhisselâm, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine gelip, dedi ki: Yâ Resûlallah!
Hak sübhânehü ve teâlâ sana selâm eder. Ve buyurur ki, Ömere emr edesin ki,
güneşe şefkat nazarı ile baksın. Yoksa güneş, kıyâmete dek, bu hâl üzere kalır,
dedi. Hazret-i Muhammed-il Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”,
hazret-i Ömeri huzûr-ı şerîflerine çağırdı. Buyurdu ki, yâ Ömer! Allahü teâlâ
emr buyurdu ki, Ömer, güneşe şefkat nazarı ile nazar etsin. Yoksa, kıyâmete
kadar güneş böyle kalır. Hazret-i Ömer “radıyallahü anh” şerefli emrlerine
uyarak, güneşe şefkat nazarı ile bakdı. Allahü teâlânın izni ile güneş evvelki
gibi münevver oldu. Var bundan kıyâs et ki, hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ
anh” ne büyük sultân imiş.
Onyedinci Menâkıb: Ebûl Mu’în Nesefî “rahmetullahi aleyh” (Temhîd) adındaki risâlesinde beyân etmişdir. Ebû
Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin vefâtı yaklaşdı. Osmân bin
Affân “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine buyurdu ki; Söylediklerimi yaz.
Osmân “radıyallahü anh” ne yazayım, dedi. Buyurdular ki; (Yazın,
Bismillâhirrahmânirrahîm. Bu Allahü teâlânın Resûlünün halîfesi Ebû Bekrin,
dünyâdaki son günü, âhıretdeki ilk gününün vasıyyetidir. Ben Ömer bin Hattâbı
halîfe seçdim. Ona itâ’at edin. Öyle zan ediyorum ki, adâlet eder. Yanılmışsam
gaybı ancak Allahü teâlâ bilir.) Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”
hazretlerinin hepsi hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” hilâfetine râzı ol-
dular. Husûsî olarak hazret-i Alî
“radıyallahü anh” râzı oldu. Seve seve önce bi’ât etdi. Zîrâ Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinden işitmiş idi. Buyurdular ki: (Benden
sonra iktida’ edin [tâbi’ olun] o
kimselere ki, onlar Ebû Bekr ile Ömerdir “radıyallahü anhüm”).
Onsekizinci Menâkıb: Âlimler ittifâk etmişlerdir. Hazret-i Ömerden “radıyallahü
anh” evvel ve sonra, dünyâda kimseye hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh”
dirliği gibi [idâresi gibi] dirlik verilmedi. Kimse onun yoluna varamadı.
Hilâfetde hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” şöyle idi. Dicle nehri
kenârında koyun güden çobanın, bir koyunu zâyi’ olsa, korkarım ki, onu Allahü
teâlâ hazretleri niçin çobanın koyunlarını gözetmedin diye benden sorar, der
idi. Rivâyet olunur ki, bir gün hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” öğle
sıcağında kendi soyunup, sadaka develerini bağlıyordu. Dediler, yâ
Emîr-el-mü’minîn! Niçin sen kendin zahmet çekersin. Bir kişiye buyurun, o
bağlasa, olmaz mı. Buyurdu ki, bunlar fakîrlerin hakkıdır. Çünki, Allahü teâlâ
beni bunlara çoban etdi. Fakîrlerin işlerini kendim görmem lâzımdır. Zîrâ
âhıretde benden sorarlar. Bir kişi dedi, yâ Emîr-el-mü’minîn! Sana yakın
olanların işlerini sen kendin görürsün. Uzak olanların işini nasıl görürsün.
Buyurdu ki, inşâallahü teâlâ bir sene gezeceğim. Nice gücü yetmez, fakîr ve
hastalar vardır. Kendim onların kapılarına varıp, ihtiyâclarını göreceğim.
Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” her yere bir emîr veyâ âmir gönderirdi.
Ona bir vasiyyetnâme verirdi. Ne yapmaları îcâb etdiğini bildirirdi. Der idi
ki, eğer dediğimden dışarı çıkarsanız, ben senden bîzârım. Bir kâğıd da o
tarafın reâyâsına [ehâlisine] gönderirdi. Eğer bu kişi benim dediğim yerde
emrlerime uyar ise, emrine mutî’ olunuz. Eğer uymaz ise mutî’ olmayınız.
Abdürrahmân
bin Avf der ki, hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” geceleri şehri gezer,
kontrol ederdi. Bir gece benim evime geldi. Yâ Abdürrahmân, bu gece şehrin
kenârına bir kervân geldi. Korkarım ki, eşyâları kaybolur. Gel, gidip, bu gece
onları bekleyelim, dedi. Vardık, sabâh oluncaya kadar onları bekledik.
Ramezân-ı şerîfde terâvîh nemâzını cemâ’at ile kılmak, hazret-i Ömerden kaldı.
Eslemîyi beytül-mâla emîn ta’yîn etmişdi. Birgün Eslemîden sordular ki, hiç
hazret-i Ömerin bey-
tül-mâldan herhangi birşey aldığı
oldu mu. Dedi ki, eğer, ehl ve ıyâlinin nafakaya ihtiyâcı olursa, beytül-mâldan
ödünc alırdı. Eline mal geçince, yine yerine koyardı. Hazret-i Ömerin
“radıyallahü anh”, kuru arpa ekmeği yimek âdeti idi. Kalın kumaşdan gömlek
giyerdi. Birçok gazâlar yapdı. O kadar vilâyetler feth eyledi ki, o kadar mâl
ve menâl onun katına geldi ki, kimseye o kadar gelmedi. Arab ve acem ve rûm
beğleri ikrâmlar edip, hükmüne baş eğdiler. O kadar şehr imâret eyledi ki, had
ve hesâbı yokdu. Meşrık ve magrib arası, tâ Ceyhûna ve Âzerbaycân, Horasan
derbendine ve Umman, Kirmân, Mısr, Şâm ve Rûma varıncaya kadar; bütün beldeler
onun hükmüne baş eğdi. Hattâ, rivâyet olundu ki, hazret-i Ömerin “radıyallahü
anh” zemân-ı şerîflerinde, sekizbin câmi’i şerîfde cum’a kılmak müyesser
olmuşdur. Büyük gazâlar yapmışdır. Bu kadar memleketleri feth eylemek, ezelde
ona takdîr olmuşdur. Her nereye asker gönderse, mensûr ve muzaffer olup,
sâlimen, ganîmetler ile geriye dönmüşlerdir. Ordusu hiç mağlûb olmamışdır.
Tedbîrli ve tedârikli ve adâletli idi. Hilâfeti zemânında yimesi ve içmesi hiç
değişmedi, fazlalaşmadı. Hiçbir zemân hâtırlarına kibr gelmedi, büyüklenmedi.
Sonu pişmânlık, üzüntü olacak iş yapmadı. Bunlar (Taberî
târîhi)nden alınmışdır.
Ondokuzuncu Menâkıb: Hazret-i Ömer “radıyallahü anh” hilâfet makâmına geçdikden
sonra, kızı hazret-i Hafsa “radıyallahü anhâ” ki Resûlullahın
“sallallahü aleyhi ve sellem” ezvâc-ı mutahheralarındandır, muhterem babalarını
görmeğe vardılar. Mubârek yüzlerini gördükde, üzerinde olan hırkanın oniki
yerde yaması var. Hattâ yamanın ikisi deriden idi. Hafsa, babasını bu hırka ile
görüp, hâtır-ı şerîfleri mahzûn olup, dedi ki, ey devletlim ve gözüm nûru babam.
Bu hırkayı bir fakîre verseniz. Kendi arkanıza bir yeni hırka yapsanız, câiz
olmaz mı? Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki, kızım, sen
Fahr-i âlem hazretlerinin halâli idin. Sen ona bizden yakın idin. Bilmez misin
ki, Server-i âlem bu dünyâyı denîden [alçak dünyâdan] neler çekmişdir. Ne
mertebe sakınmışdır. Dünyâyı hor ve zelîl edip, emri altına almışdır. Âhırete
teşrîf etdikde, bana vasıyyet edip, (Yâ Ömer, kıyâmet gününde, benim ile ve Ebû
Bekr ile buluşmak istersen, yolumuzdan ayrılma) diye buyurmadı mı?
Yirminci Menâkıb: Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” halîfe iken,
hazret-i Nu’mânı “radıyallahü teâlâ anh” serdâr yapıp, acem diyârına gönderdi.
Nihâvend ile Hemedânı feth etdiler. Bir mecûsî acem, Mugîrenin elinde esîr iken,
koynundan bir kutu çıkarıp, dedi ki, babam bana bu kutuyu verdiği zemânda,
vasıyyet etmişdir ki, pâdişâh olduğun vakt bunu açasın. Ben şimdiden sonra
pâdişâh olacak değilim, deyip, kutuyu Mugîre hazretlerine teslîm eyledi. Mugîre
“radıyallahü teâlâ anh”da, kutuyu eline alıp, bütün islâm askeri içinde açıp,
gördüler ki, içi çok kıymetli mücevher ile doludur. Hepsi dediler ki, bu kutu
ceng ile alınmamışdır. Yine bunu aynı şeklde, Emîr-ül mü’minîn Ömer
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine gönderelim. O kutuyu bir kutu içine koyup
ve mühürleyip, hazret-i Ömere gönderdiler. Hazret-i Ömer de kutuyu Eshâb-ı
güzîn arasında açıp, gördükden sonra, götüren kimseye, bu da gâzîlerin
hakkıdır. Satsınlar, akçesini, gâzîlere taksîm etsinler diye emr etdi. Sonra o
kutuyu yine islâm askeri içine gönderip, etrâfdan gelen zenginler toplanıp,
satın aldılar. Otuzbin kişinin her birine onarbin akçe düşdü. Husûsan, önce
mağlûb etdikleri askerin malından beytülmâl için beşde bir ayrıldıkdan sonra,
adam başına altmış bin akçe hisse düşmüş idi. Altından ve gümüşden gayri çok
mal ve ganîmet elegeçmiş idi. Bu gazâlarda tahsîl olunan mal ve ganîmetlerden,
hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bir habbesini kabûl etmezdi. Cümlesini
fakîrlere ve gâzîlere sarf ederdi. (Taberî târîhi)nden
alınmışdır.
Yirmibirinci Menâkıb: Yine Taberî târihînden alınmışdır. Hicretin yirmiüçüncü
senesi idi. Birgün Ömer bin Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine bir
aşîretin zulmünden şikâyet etdiler. Îrân tarafında bir aşîret vardır.
San’atları harâmîlikdir. Müslimânların yollarını basarlar. Mallarını alırlar.
Îmâna gelmezler. Müslimânlara karışmazlar. Hazret-i Ömer “radıyallahü anh”
Mesleme bin Kaysı onların üzerine gönderdi. Mesleme asker ile varıp, onları
dîne da’vet etdi. Kabûl etmediler. Cizye verin dedi, kabûl etmediler. Ceng
eylediler. Mesleme onların erkeklerini kırdı. Kadınlarını esîr aldı. Mesleme
ganîmet malının beşde birini beyt-ül-mâl için ayırdı. Bir kutu ile kıymetli
taşlar eline geçmişdi. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine, beşde bir mal
ile o kutuyu, müslimânların rızâsı ile arma-
ğan gönderdi. O gönderdiği kişi
rivâyet eder ki, Medîne-i münevvereye geldim. Gördüm, hazret-i Ömer
“radıyallahü teâlâ anh” yemekler pişirip, mescidde fukarâya yidirirdi. Zîrâ
âdet-i şerîfesi bu idi ki, beyt-ül-mâldan fakîrler için günde bir deve kesip,
pişirip, yidirirdi. Yemek yinirken, kendisi mubârek eline bir asâ alıp, ayağı
üzerine durup, yiyenleri gözetirdi. Ekmek ve aş lâzım oldukça, götürüp verirdi.
O kişi der ki, hazret-i Ömeri bu hizmeti yaparken gördüm. Sabr edip, bekledim.
Hazret-i Ömer işini bitirip, evlerine geldiler. Ben de arkasından vardım. Bana,
içeri girin dedi. İçeri girdim. Hazret-i Ömerin hâtunu ki, Ümmü Gülsümdür.
Hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” kızıdır. Hazret-i Fâtımadan olmuşdur.
Gördüm ki, üzerinde bir eskimiş fistan giymiş, oturur. Evinin içinde, bakdım,
bir eskimiş kilim, iki yasdıkdan gayri nesne görmedim. O yasdıklar da hurma
lifinden idi. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” kilim üzerine oturup,
yasdığı benim altıma verdi. Oturdum. Sonra, Ümmü Gülsüme, hiç bizim için yemek
pişirdin mi, dedi. Dedi ki, yâ Emîr-el mü’minîn, yalnızlık sebebi ile bugün
yemek pişiremedim. Kalkıp, bir çanağa bir mikdâr zeytinyağı koyup, içine biraz
tuz koydu. Bir parça arpa ekmeğini hazret-i Ömerin önüne getirdi. Ben de
hazret-i Ömerin hâtırı için berâber yidim. Ondan sonra, o hediyye kutusunu
çıkarıp, hazret-i Ömerin önüne koydum. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bu
nedir, dedi. Mesleme bin Kays bunu size gönderdi. Müslimânlar da hisselerinden
geçdiler. Hepsinin rızâsı ile bunu sana armağan gönderdiler, dedim.. Hazret-i
Ömer onu gördükde, mubârek iki ellerini dizi üzerine koyup, ağladı ve dedi ki:
Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretleri Ömere bu kadar nesneler verdi. Ömerin gözü ve
karnı doymadı. Bununla doyar mı, dersin. Yürü bu kutuyu Meslemeye götür ve de
ki, bir dahâ bunun gibi iş yapmasın. Müslimânların nasîbini kimseye
göndermesin. Bu cevâhirleri satsın, müslimânlara dağıtsın. Çabuk git. Eğer
dağılmış iseler, Meslemeye bir iş ederim ki, müslimânlara ibret olur. O kimse
dedi, yâ Ömer te’cîl eyle. Emîr buyurursan, benim bineceğim yok. Ben gidinceye
kadar geç olur. Buyurdu, sadaka develerden iki deve getirdiler. Bana verdi.
Buyurdu, bu develere nöbetle binip, oraya varınca, senden dahâ müstehak ve da-
hâ fakîr bir kişi bulup, bu
develeri ona ver. O kişi dedi: Gecikmiş olarak Medîneden çıkıp, o makâma
erişdim. Kutuyu Meslemeye verdim. Durumu söyledim. Mesleme de o cevherleri otuz
bin altına satıp, orada bulunan gâzîlere bölüşdürdü.
Yirmiikinci Menâkıb: Hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” zemân-ı şerîflerinde, Şâm
şehri civârında, bir kal’ayı muhâsara etdiler. Allahü teâlânın hikmeti öğle
vakti yaklaşdı. Feth müyesser olmadı. Hazret-i Ömer gadaba gelip, islâm
askerinin hepsini huzûruna çağırıp, bu âna kadar kal’anın feth olunamamasının
sebebi nedir. Kâfirler kimlerdir ki, islâm askerine karşı koyarlar. Aranızda
zâhiren bir hatâ sâdır olmuş kimse olmasa, bu kadar dayanamazdı, diye şiddetli
azarladı. Eshâb-ı tâhire varıp, herbirisi tevbe ve istigfâr ile meşgûl oldular.
O esnâda Eshâb-ı güzînden birisi ağlıyarak, hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ
anh” huzûrlarına gelip, dedi ki, yâ Emîr-el-mü’minîn, bu gece teheccüde
kalkdığım vakt, karanlık olduğundan, misvâkımı arayıp, bulamadım. Misvâksız
nemâz kıldım. Var ise benim hatâmdandır. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh”
buyurdu ki, tevbe ve istigfâra devâm eyle. Bir sâat geçmeden kal’a feth oldu.
Şimdi,
ey mü’min kardeşlerim. İslâm askerine lâzım olan budur ki, doğru yoldan dışarı
bir adım atmazlar. Böylece, vardıkları yerlerde yüz aklıklar edip, fethler
müyesser olur. Yoksa cevr ve zulm ne dünyâya ve ne âhırete yarar. Zâlimler
dünyâda ve âhıretde perîşânlıkdan kurtulamazlar. Hattâ nice mu’teber kitâblarda
meşâyıh-ı ızâm rivâyet buyurmuşlardır: Bir asker zulm üzerine olsa, Allahü
tebâreke ve teâlâ, muhârebe safında, düşmanla karşılaşınca, o zâlim askerin
kalbine vehm ve korku verip, düşmân üzerine galebe etmeden firâr eder. Ceng
etmeğe aslâ iktidârı olmaz. Ba’zı meşâyıh rivâyet etmişdir ki, zulm muhârebe
mahallinde, bir kerîh şekle girip, hemen muhârebeye başlanınca, zâlimlerin
gözlerine korkulu görünüp, savaşmağa mecâlleri kalmayıp, firâra başlarlar.
Allahü teâlâ âlimdir. Böyle hâller çok olmuş, tecrîbe olunmuşdur. Allahü teâlâ
nefslerimizin şerrinden, çirkin işleri yapmakdan hepimizi muhâfaza buyursun.
Yirmiüçüncü Menâkıb: Hazret-i
Ömer “radıyallahü teâlâ anh”, hilâfeti zemânında, rûm pâdişâhına adam gönderip,
dîne
da’vet eyledi. Rûm pâdişâhı da
kıymetli hediyyeler ile elçi gönderdi. Elçi Medîne-i münevvereye geldi.
Hediyyesini alıp, hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” ile buluşulduğu
mahalde, hazret-i Ömer, bir kadıncağızın dıvârını yapıyor idi. O hâlde iken,
haber verdiler ki, rûm pâdişâhının elçisi geldi. Emriniz nedir. Buyurdular ki,
söyleyin, gelsin. Ellerinizi yıkayıp, bir yerde otursanız, olmaz mı, dediler.
Râzı olmadı. Ne yapsınlar. Elçiyi çağırıp, hazret-i Ömer ile buluşdurdular.
Elçi, hazret-i Ömeri bu hâlde görüp, dedi ki, arab pâdişâhı bu mudur. Eğer
böyle olduğunu bilseydim, gelmezdim. Rûm pâdişâhı da beni buraya göndermezdi.
Hazret-i Ömer iki mubârek parmaklarıyla işâret edip, buyurdular ki, eğer
göndermeseydi, onun iki gözünü çıkarırdım. Târîh yazdılar ki, meğer hazret-i
Ömer böyle işâret etdiği gibi, rûm pâdişâhı oturduğu yerde iki balçıklı parmak
gelip, iki gözünü çıkardı. Hattâ parmaklarının balçığı iki gözünün üzerinde
yapışıp kaldı. Her ne kadar uğraşdılar ise de, gidermek mümkin olmadı. Bir
zemândan sonra elçi, izin alıp, rûm pâdişâhına geldiğinde, gördü ki, iki gözü
de a’mâ olmuş. Sebebini süâl eyledi. Ahvâli anlatdılar. Ta’accüb edip, o da
hazret-i Ömer ile geçen ahvâli bunlara bildirdi. Ba’zı rivâyetlerde, rûm
pâdişâhının elçisi geldiği vakt, Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim
ecma’în” hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” yanında otururlar idi. Hazret-i
Ömer, hurma lifinden bir gömlek giymiş, dokuz yerinden yamanmış idi. Acabâ,
sultânım, mubârek arkanıza bir kaftan alsanız câiz olmaz mı, dediklerinde, hemen
hazret-i Ömer “radıyallahü anh” gadaba gelip, dedi ki: Dahâ bu i’tibâr görmek
arzûsundan kurtulmadınız mı. Dîn-i islâmda kudreti böyle mi fehm etdiniz. Bize
dîn-i islâmın şerefi yetmez mi. Dîn-i islâmdan efdal ve eşref bir nesne
varmıdır ki, ona i’tibâr edersiniz. Bu se’âdet ve bu devlet ki, Hak sübhânehü ve
teâlâ hazretleri bize ihsân eylemişdir. Kime müyesser olmuşdur ki, dîn-i islâm
tâcını başımıza koydu. Şer’ı şerîfi Muhammedî elbisesini arkamıza giydirdi.
Kalbimizi kelime-i şehâdet ile münevver eyledi. Allah, Allah! Dîn-i islâm
kadrini bilmemişsiniz. Ancak kendinizi halka libâs ile mi göstermek istersiniz.
O şeklde gadaba geldi ki, belki kimse öyle gadaba gelmemişdir. Söyliyenler
pişmân olup, artık, cevâba kâdir olmayıp, başlarını aşağıya eğip, sükût
eylediler. Şimdi, bizim sultânları-
mız bu hâl ile dünyâda geçinip,
asla i’tibâr etmeyince, bize de lâyık olan budur ki, onların yolunu gözetip,
kıyâmet gününde, Allahü teâlânın huzûruna ve Habîbullahın “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” huzûruna vardıkda mahcûb olmayalım.
Yirmidördüncü Menâkıb: Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” halîfe iken, bir gün
mescidde oturuyordu. Rûm kayserinin elçisi geldi. Ba’zı hediyye ve bir doğan,
bir tazı, bir şişe zehr de getirdi. Dedi ki, yâ halîfe. Bu tazı öyle bir
tazıdır ki, her nereye salar isen, avını yakalar, kaçırmaz. Avı ondan
kurtulmaz. Bu doğan da bir doğandır ki, hangi kuşa salarsanız, hiç aman
vermeyip, alır. Aslâ bir kuş pençesinden halâs olmaz (kurtulamaz). Bu şişe
içinde olan zehr, öyle bir zehrdir ki, bir katresini insana içirseler, o ânda
ölür, bunun ilâcı olmaz. [Ya’nî o kişi kurtulamaz]. Tuhâf nesne olup,
pâdişâhlar hazînesinde bulunması lâzımdır ve lâyıkdır diye, rûm sultânı kayser
göndermişdir. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, kuş nedir ki,
insan onunla meşgûl olup, ondan ne fâide hâsıl eder. Ehl-i hâl olan onu eline
alıp, amellerini boşa çıkarmaz, deyip, bağlarını çıkarıp, sahrâya salıverdi.
Kelb [köpek] nedir ki, insan ona tâlib ve râgıb olup, o mekrûhu evine koysun ve
ardınca gezip, yürüsün. Onun da zincirlerini alıp, azâd eyleyip, serbest
bırakdı. Ondan sonra o içinde zehr olan şişeyi mubârek eline alıp, dedi ki,
benim dünyâda nefsimden büyük düşmânım yokdur. O zehri
(Bismillahirrahmânirrahîm) deyip, temâmını içdi. Elçi bu hâli görünce, şaşırıp,
mescid kapısında durdu. Bir zemândan sonra gelip, hazret-i Ömere bakdı. Gördü
ki, hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” evvelki gibi devlet ve se’âdetle,
sıhhat ve selâmetde oturur. Hemen yerinden kalkıp, hazret-i Ömerin “radıyallahü
teâlâ anh” ayaklarına yüzünü ve gözünü sürüp dedi ki, yâ halîfe, bana îmânı
anlat. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” elçiye kelime-i şehâdet telkîn
etdi ve elçi, müslimân oldu. Ondan sonra elçi, rûm kayserine gitmeyip, geri
kalan ömrünü Ömerin “radıyallahü anh” hizmetinde geçirdi.
Yirmibeşinci Menâkıb: Hazret-i Mevlânâ Abdürrahmân Câmînin ”kuddise sirruh” (Şevâhid-ün Nübüvve) adlı kitâbından acemîlere
kolaylık olmak için terceme olunmuşdur. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh”
halîfe iken, Eshâb-ı Güzîn “rıdvâ-
nullahi teâlâ aleyhim ecma’în”
hazretlerinden birisini serdâr (komutan) ta’yîn edip, islâm askeri ile gazâya
göndermişdi. Askerler gitdikden sonra, bir gün hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ
anh” oturduğu yerde, üç kerre sesli olarak lebbeyk dedi. Hiçbir kimse bunun
sırrına vâkıf olmayıp, sormağa da kimse cesâret edemedi. Zîrâ Ömer “radıyallahü
teâlâ anh” çok fazla şanlı idi. Kimse teklîfsiz huzûrlarında söz söyleyemezdi.
Bu hâlin olduğu günün târîhini yazdılar. Görelim bunun aslı nedir, dediler. Bir
zemân sonra o serdâr ve askerleri, nice fethler yapıp, sâlimen ve ganîmetler
ile geri geldiler. Serdâr, hazret-i Ömere “radıyallahü teâlâ anh” sefer
ahvâlini bir bir anlatdı. Hazret-i Ömer buyurdu ki; yâ o yiğidin hâli ne oldu,
dedi. O da, dedi ki, Allahü teâlâ hazretlerine ma’lûmdur, yâ Ömer! Kasd ile olmadı.
Soyunup, suya girdi. Meğer o su gâyet soğuk olup, tâkat getiremeyip, üç kerre;
yâ Ömer diye bağırdı ve rûhunu teslîm etdi. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ
anh”, benden sonra âdet olmayacağını bilsem, seni katl ederdim. Ammâ var, o
yiğidin evlâdına akça borcunu ver, ya’nî diyetini öde, diye tenbîh eyledi.
Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bu mertebe âdil idi. Askerin ahvâline çok
fazla alâka gösterirdi. Hattâ o yiğidin vefât etdiği yer bir aylık yol idi. Bu
uzaklıkdaki yoldan çağırdığı gibi, Medîne-i münevverede, izzet ve se’âdet ile
oturduğu yerde, o yiğidin bağırmasını işitip, üç kerre “lebbeyk” demesinin
sebebi bu idi.
Yirmialtıncı Menâkıb: Vettîn sûresinin tefsîrinde yazılmışdır ki, Meşrık
tarafında bir yer var idi. Adına Bahreyn derlerdi. Orada yılda bir kerre
ejderhâ çıkardı. Câbilkâ şehrine gelip, ona her sene bir oğlan verirlerdi. Onu
yiyip, ondan sonra geri döner giderdi. Bir sene bir fakîr kimseye nöbet geldi.
O biçârenin de bir oğlu var idi. Ejderhânın gelme vakti de yaklaşmışdı. O fakîrin
oğlunu verecekler, ejderhâ yiyecekdi. O fakîr müthîş ızdırâbda iken, hazret-i
Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” mubârek hânelerine vardı. Ciğerini dağlayıp,
gözyaşları dökerek dedi ki, yâ emîr-el-mü’minîn, yâ halîfe-i rûy-i zemîn! Revâ
mıdır [uygun mudur], senin se’âdetli zemânında, benim gibi bir miskin ızdırâbda
olsun. Senin yanında iken, ben zahmet çekeyim, uygun mudur? Hazret-i Ömer
“radıyallahü anh” buyurdular ki, sebebi nedir, bize haber ver. O derdli adam
dedi: Yâ Emîr-el-mü’minîn. Ben Câbilkâ şehrinden gelirim. Senede bir kerre
Câbilkâ
şehrimize bir ejderhâ gelir. Bir
evden bir oğlan verirler. Ejderhâ o oğlanı yutar. Ondan sonra geri dönüp,
gider. Ertesi sene bir dahâ gelir. Bu sene nöbet ben fakîre geldi. Benim bir
tek oğlum var. Başka yokdur. Benim derdim budur deyip, feryâd, figân etdi.
Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” mubârek eline kalem alıp, bir kâğıda
yazdı. Dedi ki, ey ejderhâ! Şimdiden sonra sen o şehre artık gelip, oğlan
almıyacaksın. Eğer gelecek olur isen, Allahü teâlânın Habîbi ve Resûlü Muhammed
Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hakkı için, oraya gelip, seni ateşe
atıp ve vücûdunu dünyâdan yok ederim. O yazdığını, o fakîrin eline verdi.
Fakîr, Câbilkâ şehrine gidip, şehrin ehâlisine haber verdi. Hepsi sevindiler. O
kâğıdı alıp, ejderhânın yolu üzerine koyup, gözetdiler. O ejderhâ da gelip, o
yol üzerinde o kâğıdı gördüğü gibi, yüzüne ve gözüne sürüp, öpüp, başı üzerine
koyup, o ân geri döndü. Artık o şehre gelip, oğlan istemedi. Hak Sübhânehü ve
teâlânın kudreti ile ve Fahr-i kevneyn ve Resûl-i sakaleyn hazretlerinin
mu’cizesi ve hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” kerâmeti ile, bu şehr
halkı, bunun gibi ejderhânın şerrinden halâs oldular [kurtuldular].
Yirmiyedinci Menâkıb: (Şevâhid-ün nübüvve)de beyân olunmuşdur. Hazret-i Ömer
“radıyallahü teâlâ anh” zemân-ı şerîflerinde, Amr ibni Âs “radıyallahü teâlâ
anh” hazretlerini, Mısr üzerine gönderdi. Mısrı feth etdi. Amr ibni Âsı Mısra
hâkim (vâlî) ta’yîn eyledi. Bir kaç aydan sonra, Mısr ehâlisi Amr ibni Âs
hazretlerinin huzûruna vardılar. Dediler, bu Nil ırmağının bir âdeti vardır ki,
onsuz taşmaz ve suyu kesilir. Amr ibni Âs dedi ki, o âdet nedir. Dediler ki,
âdeti odur ki, üzerimizde olan aydan on iki gün geçince, bir kız çocuğu
buluruz. Anasını ve babasını mâl ile râzı ederiz. O kızı nefîs elbiseler ile
süsleyip, Nil ırmağına bırakırız. Amr ibni Âs “radıyallahü teâlâ anh” bunu
işitip, bu bir yaramaz işdir. İslâmda böyle bir iş olmaması lâzımdır. Muhakkak
islâm, bütün kötü âdetleri ortadan kaldırmışdır. O târîhden üç ay geçdi. Nil
nehrinin suyu artmadı. Ehâlîsi başka yerlere göç etmeğe başladılar. Hazret-i
Amr, bu hâli gördü. Emîr-ül-mü’minîn Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine
mektûb yazıp, bildirdi. Hazret-i Ömer mektûbu okudu. Cevâbında yazdı ki, iyi
etmişsin. Savâb olmuşdur. Mektû-
bumun içine bir parça kâğıd
koydum. Onu Nil ırmağına bırak. Mektûb Amr’a geldi. O kâğıdda şu satırlar
yazılı idi. (Ömer-ibnül Hattâbdan Mısrın Nil nehrine. Önceden akıyor idin.Şimdi
akmıyorsun. Vâhid ve Kahhâr olan Allahü teâlâ seni akıtır. Senin akman için
Vâhid ve Kahhâr olan Allahü teâlâya düâ ediyorum.) Amr bin Âs o kâğıd
parçasını, Nil nehrine bırakdı. Ertesi gün, Nil nehri onaltı arşın yukarı
kalkıp, su seviyesi yükseldi. O vaktden sonra, o yaramaz âdetden Mısr ehâlisi kurtuldular.
İmâm-ı Müstagfirî “rahimehullahü teâlâ” haber verdi ki, hazret-i Mûsâ
“salevâtullahi alâ nebiyyinâ ve aleyh” Âl-i Fir’avnın üzerine beddüâ eyledi.
Hak Sübhânehü ve teâlâ Nil ırmağının suyunu kesdi. Halk etrâfa dağılmağa
başladılar. Sonra toplanıp, hazret-i Mûsâ aleyhisselâma gelip, tedarrû’
kıldılar. Bizim için düâ eyle, ki Nil geri revân olsun [geri aksın]. Hazret-i
Mûsâ aleyhissalâtü vesselâm belki îmâna gelirler diye düâ eyledi. Sabâh oldu.
Gördüler ki Nil onaltı zrâ’ yukarı kalkıp, akar. Hak Sübhânehü ve teâlâ o
ihsânı, ümmet-i Muhammedden Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine kerâmet
olarak verdi. Var kıyâs eyle ki, ne mertebe sultân imiş.
Yirmisekizinci Menâkıb: Hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” kuvvet-i
kudsiyeleri ve rûhâniyyetleri bu mertebe idi ki, her kim karşısına gelse, yalan
söylemek kasd eylese, dili varmaz idi. Doğru söylerdi. Bir mü’min ile bir
münâfık karşısına vardıkda da, söylemeden onları fark ederdi. Zîrâ sûretlerine
bakmayıp, sîretlerine nazar ederdi. Onun için yüksek şânlarına uygun olarak
Ömer-ül Fârûk denilmişdir. Dostluğu ve adâveti Allahü teâlâ için ederdi.
Gayretli idi. İleriyi görücü, tedbîr sâhibi idi. Nice kerre, görüşlerine uygun
âyet-i kerîme nâzil olmuşdur.
Yirmidokuzuncu Menâkıb: Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hilâfeti zemânında, Şâm
şehrine gitmek îcâb etmişdi. Se’âdet ve izzetle, Eshâb-ı güzînden “rıdvânullahi
teâlâ aleyhim ecma’în” bir cemâ’ati de yanlarına alıp, Medîne-i Münevvereden
çıkıp, yola revân oldular. Hazret-i Ömerin bir deveden başka bineceği yokdu.
Mugîre adlı bir köle var idi. Bir sâat hazret-i Ömer “radıyallahü anh” o deveye
binerdi. Mugîre
piyâde olunca [yaya kalınca],
deveyi yederdi. Bir sâat Mugîre binerdi. Hazret-i Ömer önünde piyâde olurdu.
Allahü teâlânın hikmeti, Şâm şehrine girecekleri vakt, deveye binmek nöbeti
Mugîreye gelmişdi. Eshâb-ı güzîn, hazret-i Ömere geldiler, dediler ki, efendim,
ihsân eyleyin. Bu sâatde deveye se’âdetle sizin binmenizi ricâ ederiz. Hazret-i
Ömer buyurdu ki, önce nöbet benim idi, bu sâat nöbet Mugîrenindir. Deveye niçin
ben bineyim. Eshâb-ı güzîn dediler ki, bugün Şâm şehrine girilecekdir. Şâm
şehrinin bütün ileri gelenleri, cenâbınıza karşı çıkarlar [sizi karşılamağa
gelirler]. Onlar atlı, siz halîfe iken yaya yürümek münâsib değildir. Lutfunuzdan
ümmîd ederiz ki, ricâmızı makbûl tutup, red etmeyiniz. Hazret-i Ömer
“radıyallahü teâlâ anh” huzûrsuz olup, dedi ki, siz bu evhâmdan kurtulmadınız
mı? İslâm dîninin kadrini böyle mi anladınız. Bize islâm şerefi yetmez mi.
İslâm dîninden ekrem ve eşref bir nesne var mıdır. Bu se’âdet ve bu devlet ve
bu izzeti Allahü teâlâ hazretleri bize ihsân eylemişdir. Dîn-i islâm tâcını
başına koymak, kime müyesser olmuşdur. Resûlullahın
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” getirdiği islâm elbisesini arkamıza giydirdi.
Kelime-i şehâdeti dilimize çırağ eyledi. Kur’ân-ı azîm ile kalbimizi münevver
eyledi. İslâmiyyetin kadrini acaba niçin anlamamışsınız ki, kendinizi halka, at
ile, don ile göstermek istersiniz. Yalnız Habîb-i ekremin “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” ümmeti olmak şerefi size yetmez mi, diye cevâb verince, kimse
söze kâdir olamayıp, bir şey diyemediler.
Mugîre,
bu güç zemânda deve hâzırlayıp, hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” huzûr-ı
şerîflerine getirip, çökdürdü ve dedi ki, yâ halîfe! O Allahü teâlâ hakkı için
ki, ondan gayri Allah yokdur. Bu ahvâl gönlümden geçmişdir. Eshâbın rey’i ile
değildir [ya’nî ben düşündüm]. Kalbimden halâl eyledim. İhsân eyle ve benim
isteğimi kabûl eyle. Bugün deveye se’âdetle sizin binmenizi ricâ ederim, dedi.
Emîr-ül mü’minîn önünde eğilip, yâ halîfe arkama basıp, devenin üzerine
devletle bin diye iltimâs eyledi. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh”
Mugîrenin cân-ı gönülden ricâsını görünce, hâtırı için o gün se’âdetle deveye
bindiler. Ondan sonra, bütün islâm askeri içinde nidâ etdirdi ki, işte bugün
Şâm şehrine girmek müyesser oldu. Buradan
sağ ve selâmetle çıkacağımızı
Allahü teâlâ bilir. Her kimin bizde hakkı var ise, gelip bizden taleb eylesin.
Bütün islâm askeri hazret-i Ömere hayr düâ eylediler. Dediler ki, yâ Allahü
teâlânın halîfesi. Senden herkes râzıdır. Senden kimse huzûrsuz değildir. Bir
ferdin sizde hakkı yokdur. Münâdîler yüksek sesle çağırdılar. Hiçbir kimse
gelip, bir hak taleb etmedi. Hepsi şükrân üzere olduklarını hazret-i Ömere
haber verdiler. Halk arasından kimse gelmeyince, hazret-i Ömerin Mugîre adlı
kölesi ileri gelip, dedi ki, yâ Emîr-el mü’minîn! Birgün, hiç suçum yok iken,
kulağımı çekip, ağrıtdın. Diyorsunuz ki, kimin hakkı var ise dünyâda iken taleb
etsin. Hâlâ bu hakkım sizin üzerinizdedir, bilmiş olunuz. Hazret-i Ömer
“radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, yâ Mugîre gel, sen de benim kulağımı çek,
berâber olalım. Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hep birden
tekbîr getirdiler. Arablarda âdetdir ki, bunun gibi bir acâib ahvâl zuhûr
etdikde, tekbîr getirirler. Dediler ki, yâ halîfe, senin gibi âdil pâdişâh
gelmemişdir. İ’tikâdımız budur ki, şimdiden sonra da gelmiyecekdir. Kölenin, bu
şeklde küstâhlığa cür’et etmesi uygun mudur. Husûsen [özellikle] kişi, kendi
kölesini azârlamasına bir şey lâzım gelmez. Nerede kaldı ki, bir mikdâr
kulağını çekmiş olsun. Kölenin üzerine gidip, niçin edebsizlik eyledin diye
azarladılar. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki, ey Eshâb-ı
güzîn! Lutf edip, incitmeyin ki, âhıretde cezâsını çekmekden ise, dünyâda
çekip, kurtulmak evlâdır. Sonra, yâ Mugîre, gel sen de benim kulağımı çek.
Dünyâda senin ile halâllaşalım, âhırete kalmasın, dedi. Mugîre de hazret-i
Ömerin kulağına yapışıp, bir mikdâr çekdi. Hazret-i Ömer, buyurdu, yâ Mugîre,
niçin ziyâde çekmedin. Mugîre dedi ki, âhıretde kısâsdan korkarım. Çok
çekersem, senin hakkın benim üzerimde kalır. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ
anh” böyle sultân idi ki, kölesi hakkında bunun gibi durumu kabûlden
çekinmeyip, dünyâda cezâsını çekdi. Kölesi de, acâib değilmidir ki, efendisi
hakkında bu şeklde cezâ verdi. Efendisi Hak ehli olduğunu muhakkak bilip, değil
huzûrsuz olmak, kalb-i şerîflerine zerre kadar bir şübhe gelmediğine i’tikâdı
temâm olduğundan, bu fi’le cesâret etmişdir. Belki hazret-i Ömerin “radıyallahü
teâlâ anh” Mugîrenin böyle yapması ile muhabbeti
şerîfleri ona, evvelki durumundan
dahâ çok artmışdır. Hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” menâkıb-ı
şerîflerine nihâyet yokdur. Yalnız bu yetmez mi ki, rey’lerine uygun olarak
onyedi yerde, Cebrâîl aleyhisselâm Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem” hazretlerine âyet-i kerîme getirmişdir. Tefsîr ve
târîh kitâblarında da vardır.
Otuzuncu Menâkıb: Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hilâfeti zemânında,
bir kaç bin askeri gazâya gönderdi. Âdet-i şerîfleri şöyle idi ki, gazâya giden
askerlerin evlerine adam gönderip, durumlarını sorardı. Her gece kendileri
şehri gezerdi. Allahü teâlânın hikmeti, bir gece şehri dolaşıyordu. Bir kapının
yanından geçerken, içeriden bir hâtun bağırmasını işitdi. Kulak verdi. Gördü
ki, o hâtun ağlıyor ve devâmlı söyliyordu ki, benim kocamı halîfe gazâya
gönderdi. Ben burada aç ve susuz kaldım. Yarın varayım, halîfenin kapısına
çocuklarımı bırakayım. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bunu işitir
işitmez, ağlaya ağlaya se’âdethânelerine gelip, bir dank un omuzuna aldı. O
hâtunun evine geldi. Mubârek elleri ile odun parçalayıp ve ateş yakdı. Sonra
eline bir testi alıp, su getirdi. Ondan sonra bir tencereyi ocağa koyup, derhâl
o aşı pişirdi. Bir sahan içine koyup, o hâtunun çocuklarını kaldırıp, önüne
götürdü ve yidirdi. Ondan sonra özrler dileyip, dedi ki, yâ hâtun! Suçumuzu afv
eyle. Zîrâ habersizdik. Şimdiden sonra ahvâlini her zemân bize bildir, deyip,
yoluna gitdi. Hâtun da, hazret-i Ömerin tevâdu’ ve tenezzülünü görünce hayret
edip, hazret-i Ömere hayr düâlar eyledi. Şimdi ey mü’min. İnsâf eyle ki, bir
se’âdet sâhibi halîfe-i rûy-i zemîn iken, bu şeklde tenezzül ve tevâdu’
göstermesini kıyâs eyle ki, ne büyük sultândır ve ona cân ve dilden muhabbet
eylemeyenin hâli ne olacakdır. (Târîh-i taberî)den
nakl olunmuşdur.
Otuzbirinci Menâkıb: Emîr-ül
mü’minîn Ömer-ül Fârûk “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri halîfe iken, İrân
memleketini feth etmek arzûsunda idi. O iklimde [o memleketde] islâmiyyet
yayılsın istiyordu. Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” ile
müşâvere edip, asker topladı. Başlarına Sa’d bin Ebî Vakkâsı “radıyallahü anh”
serdâr ta’yîn edip, fâris ikli-
mine [Îrân memleketine] gazâya
gönderdi. Fâris vilâyetine vardılar. Haber verdiler ki, arab askeri geldi.
İrânlılar asker tedârik edip, bunlara karşı durmak istediler. Kisrânın askeri
şehrden dışarı çıkıp, islâm askerinin karşısına kondular. İslâm askeri yirmibin
kişi idi. Sa’d bin Ebî Vakkâsın “radıyallahü teâlâ anh” huzûruna elçi
gönderdiler. Ne iş için geldiler ve maksadları nedir, sordular. Hazret-i Sa’d
buyurdular ki, Allahü teâlâ hazretlerinin askeri biziz. Sizi dîn-i islâma
da’vet ederiz, onun için geldik. Eğer sözümüzü kabûl etmezseniz, ceng ederiz.
Kisrâya bu haber geldi. Kisra askerine dedi ki, yarın cenge hâzır olunuz. Acem
pâdişâhlarına kisrâ derler idi. Bu pâdişâhın adı Yezdecerd idi. Dedi ki, bu
gelen asker yirmibin kişidir. Siz yüzbinden çoksunuz. Onlardan niçin
korkarsınız. Sabâh oldu. İki tarafın askeri atlara binip, saflar bağlayıp,
davullar çalıp, alemler [bayraklar] dikdiler. Ceng yapmak için, bahâdırlar
hâzırlandılar. Sonra iki asker birbirine girdi. İkisinin arasında mücâdele
ayyûka çıkdı. O gün geceye kadar bu şeklde ceng etdiler. Gece olunca âsâyiş
davulu çaldılar. Herbirisi çadırlarına döndüler. Bir rivâyet de şudur ki, o
gece sabâha kadar muhârebe etdiler. Hiç dinlenmediler. Yezdecerdin
pehlivânlarından Rüstem bin Mihribân ki ermenîdendir. Uzun zemân, muhârebe
meydânında bahâdırlık yapıp, arab yiğitlerinin birinin elinde helâk oldu. Bunu
helâk eden arab, şerâb içdiği için, kumandanın çadırında mahbûs idi. Bu mahbûs,
Rüstemin bir kılınç vurması ile müslimânların şehîd olduğunu gördükçe, o
dinsize diş bilerdi. Hazret-i Sa’dın mak’adında bir ağrı olduğundan o gün,
muhârebedeki yerine tahteravân ile gitdi. Harb âletleri çadırda, câriyesinin
yanında kalmışdı. O merd gâzî cârîyeye yalvarıp, mahbûs olmakdan kurtuldu.
Hazret-i Sa’dın atını ve harb âletlerini de câriyeden ricâ ile alıp, hemen
meydândaki Rüstemin yanına gitdi. İlk hücûmunda nârâ atarak Rüstemi titretdi ve
göz açdırmayıp, ilk hamlede Rüstemi atından düşürüp, başını gövdesinden
ayırdıkdan sonra, sözünde durup, doğruca hazret-i Sa’dın çadırında mahbûs
olduğu yere geldi. Câriyeye, zinciri boynuna takdırdı. Sa’d bin Ebî Vakkâs, o
merd gâzîyi tanıdı. Harb âletlerini ve atını da tanıdı. Çadırına gelerek
vak’ayı câriyeden tafsîlâtı ile öğrendikden sonra, bu hâdiseyi
Fârûku Ekreme [hazret-i Ömere] arz
etdi. O da gâzî merdin cezâsını bağışladı. Ve sonra yapacağı hatâları da göz
yumula, şeklinde, Sa’d bin Ebî Vakkâsa mektûb yazdılar. O merd gâzî Ömer-ül
Fârûkun “radıyallahü anh” bu afv mu’âmelesini öğrenince, hemen şerâb içmekden
vazgeçdi. Rüstem helâk olduğu zemân, kâfirler dağılıp, islâm askeri bunların
ardına düşdü. Kâfirleri kıra kıra şehrlerine götürdüler. Kal’a kapısını yıkıp,
içeri girdiler. Rivâyet ederler ki, yüzbin kâfirin ellibinini kırdılar. Doğru
Kisrânın serâyına geldiler. Hazînesinin temâmını ele geçirdiler. O pâdişâhın
bir oğlu ve bir kızı var idi. Esîr aldılar. Çok mâl ve hazîne alıp, feth ve
nusret ve şâd olarak dönüp, Emîr-ül mü’minîn Ömerin “radıyallahü teâlâ anh”
huzûr-ı şerîflerine geldiler. Bütün Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim
ecma’în”, emîr-ül mü’minîn Ömer hazretlerinin bu gazâsını kutladılar, hayr
düâlar etdiler. Rivâyet eylediler ki, hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” o
kızı, ezvâc-ı tâhırât ümmihâtül mü’minînden [Peygamberimizin hanımlarından]
“rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” Ümm-i Seleme hazretlerinin huzûruna
gönderdiler. Zîrâ, Ümm-i Seleme hazretleri tatlı dilli ve şefkatli ve mihribân
idi. O kız, islâma gelir diye, Onun yanına gönderdiler. Çeyizini de Sa’d bin
Ebû Vakkâs “radıyallahü teâlâ anh” getirip, hazret-i Ömere teslîm etdi.
Hazret-i Ömer de o çehizi aynı ile Beyt-ül-mâl emînine emânet verip, böylece
hıfz eyle, buyurdu. Üç ay sonra o kız, müslimân oldu. Hazret-i Ömere
müjdelediler. Sonra emr etdi. Çehizlerini geri verdiler. Hazîne kapısını
açdılar. Onun dürlü çehizlerini ve altınlarını, inci ve cevâhîr ve atlas ve
nice dürlü donlarının [elbiselerinin] hepsini çıkarıp, cümlesini ona teslîm
edin diye emr eyledi. Şöyle ki, Medîne ehâlisi bu mâlı görüp, hayret etdiler.
Bu kız bu çehizini görünce sevinip, hazret-i Ömere düâ eyledi. O kızın adı
şehr-i Bânû idi. Hikmet-i Rabbânî hazret-i Hüseyne “radıyallahü teâlâ anh”
müyesser oldu, ya’nî ona nikâh etdiler.
Otuzikinci Menâkıb: Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” halîfe iken, bir
bayram günü, bütün Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” evlâdlarına
hâllerine uygun olarak, bayramlık elbiseler aldılar. O bayramda, hazret-i
Ömerin “ra-
dıyallahü teâlâ anh” çocuğunun
elbisesi eski idi. Diğer çocukların elbiseleri yeni idi. Çocukluk sebebi ile
olacak ki, onunla bir mikdâr istihzâ etdiler. Hazret-i Ömerin “radıyallahü
teâlâ anh” oğlu kendisi ile istihzâ etdiklerini anlayınca, ağlıya ağlıya
babasının huzûruna geldi. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” oğlunu ağlar
şeklde görünce, sebebini sordular. O da çocuklar ile arasında geçen hâdiseyi babasına
anlatdı. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” da oğlunu böyle mahzûn ve gamlı
görünce, kalbden acıyıp, şefkat ve merhametinden, beytülmâl emînini huzûruna
çağırdı. Dedi ki, iyd-i şerîf [bayram] gelmekde olup, herkes çocuklarına yeni
elbise aldılar. Bizim oğlumuzun elbisesi eski olmakla, diğer çocuklar istihzâ
etmişler. Ağlıya ağlıya bana geldi. Ben de hâlini görünce, zarûrî olarak şefkat
ve merhametimden dolayı, sizi da’vet eyledim ki, beytül-mâldan bana ta’yin
olunan gelecek aya âid olmak üzere bir kaç akça veresin ki, buna bir elbise
alayım. Beytül-mâl emîni dedi ki, yâ Emîr-el-mü’minîn, gelecek aya kadar
yaşayacağınızı tahkîk etdiniz mi [araşdırdınız mı] ki, hak etmeden önce, benden
hak etmediğiniz paranızı istersiniz. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh”
buyurdu ki, Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinden gayri kim bilir. Beyt-ül-mâl
emîni dedi ki, yâ halîfe, siz bilmedikden sonra, ülûfe almak size lâyık değil;
bize de vermek ma’kûl değildir. Hazret-i Ömer söylediğine pişmân olup, istigfâr
eyledi. O emîni beğenip, hayr düâ eyledi. Allahü teâlâ hazretleri kemâl-i
lütfundan hazret-i Ömerin oğluna da bir yol ile teselli verip, her biri
gönülleri hoş olarak gitdiler. Ey mü’min kardeşlerim. Şimdi gelin, insâf edin.
Hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” adline ve hilmine ki, halîfe-i rûyi
zemîn iken, oğluna elbise alamayıp, beytül-mâldan birkaç akça istedikde,
beyt-ül-mâl emîni de bu yol ile mâni’ olduğuna huzûrsuz olmayıp, ayrıca düâ
eylemişdir. Var kıyâs eyle ki, nasıl bir zât imiş.
Otuzüçüncü Menâkıb: Medîne ehâlisi anlaşarak bir yere toplandılar. Ömer
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin adâletini tecrübe etmek için anlaşdılar.
Aralarından bir yehûdî çıkdı. Ben sizin müşkilinizi hâl etmeğe muktedirim,
dedi. Onlar da buna ba’zı va’dlerde bulundular. Hazret-i Ömerin bir oğlu var
idi. Bedenen çok za’îf kalmışdı. O yehûdî, kendisini hekîm tanıtıp, hazret-i
Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” oğlunun yanına vardı. Hâlini ve hâtırını sordu.
O da, za’îfliğinden bir mikdâr hikâye yolu ile şikâyet etdi. Mel’ûn yehûdî
tebessüm ederek, bunun ilâcı kolaydır, dedi. Bu da ilâcını istedi. Zîrâ
kalblerinde kin ve hîle yokdu. Yehûdî, önüne düşüp, odasına götürdü. Sonra bir
sürâhî şerâb doldurup, şerbetdir diye önüne koydu. Bu senin derdine devâdır.
Bunu içdiğin gibi sıhhat bulursun, dedi. O da sözünü hakîkat zan edip, şerâb ne
olduğunu görmediği için,
o sürâhîdeki şerâbı içip, serhoş
oldu. O yehûdînin güzel bir kızı vardı. O kızı arz eyledi. Şerâbın te’sîri ile
serhoş olduğundan, kıza sâhib oldu. Bir zemândan sonra ayılıp, aklı başına
geldikde, yapdığı işlere pişmân oldu. Nedâmet ile tevbe ve istigfâr edip,
evlerine geldi. Hikmet-i rabbânî, o kız hâmile olup, çocuk doğdu. Sonra, mel’ûn
yehûdî, bir çok yehûdîyi ve o çocuğu yanına alıp, Ömer “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerinin yanına getirdiler. Dediler ki, yâ halîfe, senin oğlun, bizim
kızımıza zorlıyarak sâhib olup, bu çocuk hâsıl oldu. Biz bunu beslemeğe mecbûr
değiliz. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bunu görünce, mubârek gönülleri
perîşân olup, oğlunu çağırdı ve bu durumu sordu. Oğlu da meydâna gelen hâdiseyi
anlatdı. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” o ma’sûma beyt-ül-mâldan nafaka
ta’yîn eyledi. Sonra oğlunu aşağı alıp, dînin emri olan sopayı vurdurmağa
başladı. Sopa sayısı kırk olduğu zemân, Eshâb-ı güzîn, Ömer “radıyallahü anh”
hazretlerinin yanına gelip, ricâ etdiler. Yâ halîfe, oğlunuz hastadır, bu
şekldeki sopaya tehammül edemez. İhsân eyle, bunun suçunu bize bağışla. Zîrâ
sesi, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretlerinin sesine benzerdi. Eshâb-ı güzîn bunu, Ravda-i Mutahharaya
götürüp, yüksek ses ile Kur’ân-ı azîmüşşânı okutup, kendileri dışarıdan
dinlerler idi. Hazret-i Habîbullahın hasretinden ciğerlerini dağlarlar idi.
Lutf eyle, sesi hurmeti için suçunu afv eyle diye, ne şeklde söylediler ise,
iltifât eylemedi. Allahü teâlânın hakkında hâtır olmaz. Âhıretde çekmekden,
dünyâda cezâsını bulmak iyidir, buyurdular. Altmış değnek oldukda, babasına
çağırdı ki, yâ baba, bir ân mehil ver ki, azîz annemin yüzünü göreyim, halâllik
dileyeyim. İltifât eylemeyip, yetmiş sopa olduk-
da, çağırıp, yâ baba, işte ben
ölüyorum. Mubârek yüzünü bana göster, görün ki, hasret gitmiyeyim, dedi.
Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” mubârek yüzünü çevirip, gösterdi. Sopa sayısı
seksen oldukda rûhunu teslîm etdi. Hazret-i Ömere öldüğünü bildirdiler. Buyurdu
ki, ölüsüne yirmi değnek vurun ki, Hak emri yerini bulsun. Ondan sonra da yirmi
değnek vurdular. Yüz temâm oldu. Sonra techîz ve tekfîni yapıp, götürüp defn
eylediler. Sonra hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh”, acabâ babalık hakkını
yerine getirip, seni kurtardım mı. Allahü teâlânın huzûrunda hâlin nasıl oldu
diye ağladı. O gece Eshâbdan birisi onu rü’yâda gördü. Sultân-ı kâinât
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûr-u şerîfinde oturup,
zevk ve sefâ ederdi. Bu sahâbîyi gördüğü gibi, kalkıp, güle-güle yanına geldi.
Dedi ki, Allahü teâlâ babamdan râzı olsun ki, atalık hakkını yerine getirdi.
Allahü teâlâya hamd olsun ki, devâmlı Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretlerinin hizmet-i şerîflerinde olup, bir ân ayrılmıyorum. Dünyâ
kahrından kurtulup, zevk ve safâ içine düşdüm. Ertesi günü o sahâbî gelip,
rü’yâda gördüğü hâli, hazret-i Ömere anlatdı. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ
anh” ağlamağı bırakıp, Allahü teâlânın inâyetine şükr secdesi eyledi
“rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”.
Otuzdördüncü Menâkıb: Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin
hilâfeti zemânında, bir gâzâdan çok mal getirmişlerdi. Bu malın beşde birini
hakkı olanlara taksîm ederken, hazret-i Hasen bin Alî bin Ebû Tâlib
“radıyallahü teâlâ anhümâ” gelip, dedi ki: Yâ halîfe! Gazâ malından bana da bir
mikdâr ver. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” ona bin dirhem gümüş verdi.
Sonra hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh” geldi. O da istedi. Ona da bin
dirhem gümüş verdi. Sonra, hazret-i Ömerin kendi oğlu, hazret-i Abdüllah
“radıyallahü teâlâ anhümâ” gazâ malından istedi. Ona beşyüz dirhem gümüş verdi.
Abdüllah “radıyallahü anh” dedi ki: Efendim, yetişmiş yiğit olan ve nice def’a
gazâya gidip ve hazret-i Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin önünde kılınç çekip, nice başlar
düşürmüşken, bana beşyüz dirhem verirsin. Hazret-i Hasen ile hazret-i Hüseyn
ki, henüz tâze yiğitlerdir.
Onlara
biner dirhem verirsin. Bu lâyık mıdır? Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh”
buyurdular ki; yâ Abdüllah! Sen onlar ile berâber mi olmak istersin? Onların,
hazret-i Alî gibi babaları vardır ve hazret-i Fâtımâ-tüz-zehrâ gibi, anaları
vardır. Hazret-i Fahr-i Âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” gibi dedeleri
vardır. Hazret-i İbrâhîm gibi dayıları vardır ki, İbrâhîm, hazret-i Resûl-i ekremin oğludur. Hazret-i Ümm-i Gülsüm ve
hazret-i Rukayya “radıyallahü teâlâ anhünne” gibi teyzeleri vardır. Hazret-i
Ca’fer Tayyâr ve hazret-i Ukayl gibi amcaları vardır. Hazret-i Ömerin
“radıyallahü teâlâ anh” böyle söylediğini, hazret-i Alî “kerremallahü vecheh”
hazretleri işitdi. O büyük zât buyurdu ki, Resûl-i
ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, (Ömer, Cennet ehlinin ışığı ve islâmın nûrudur.) buyurmuş
idi. Bunu boş yere buyurmamışdır. Böyle söyleyince, hazret-i Hasen ve hazret-i
Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ”, hazret-i Ömerin yanına varıp, Fahr-i âlem
hazretlerinin böyle buyurduğunu müjdelediler. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ
anh” da divit ve kalem ve kâğıd getirip, bu hadîs-i
şerîfi yazdı. Vasiyyet eyledi ki, vefât eylediğim vakt, bu kâğıdı benim
ile berâber defn ediniz ki, bana bu huccet kâfîdir. Hazret-i Ömer “radıyallahü
teâlâ anh” vefât etdikden sonra, o kâğıdı da defn etdiler. Sabâh oldukda,
hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” kabr-i şerîfleri üzerinde, kudret
kalemi ile yazılmış bir yazı buldular. O kâğıdda şöyle yazılı idi. (Resûlullah doğru söyledi. Alî, Hasen ve Hüseyn doğru söyledi. Ömer,
Cennet ehlinin ışığı ve islâmın nûrudur). Bir rivâyetde, hazret-i
Hasen ve hazret-i Hüseyn gelip, müjdelediklerinde, hazret-i Ömer “radıyallahü
anh”, sahâbe-i güzînden bir cemâ’at ile yerinden kalkıp, Alî “radıyallahü teâlâ
anh” hazretlerinin kapısına gelip, kapıyı çaldı. Hazret-i Alî dışarı çıkdı.
Hazret-i Ömer, süâl buyurdular ki, yâ Alî, sen Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden, (Ömer, ehl-i Cennetin
sirâcıdır ve islâmın nûrudur) diye işitdin mi? Hazret-i Alî de, evet dedi.
Hazret-i Ömer, dedi ki, şimdi bana bunu yaz. Hazret-i Alî de mubârek eline
kalem alıp, yazdı: (Bu yazı Alînin Resûlullahdan
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, Onun da Cebrâîl aleyhisselâmdan, Onun da
Allahü teâlâdan haber verdiği, Ömer Cennet ehlinin ışığı ve islâmın nûrudur, hadîs-i şerîfi
hakkındadır.) Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” o yazıyı alıp, evlâdından
birine verdi ki, ben vefât etdiğimde, bunu kefenime sarasın. Bununla Allahü
teâlânın huzûruna çıkayım; buyurdu. Bir rivâyetde de, vefâtlarından sonra,
kabr-i şerîfleri üzerinde bulunan, kudret kalemi ile yazılan şöyle idi: (Alî,
doğru söyledi. Resûlullah, Cebrâîl, ben doğru
söyledik. En doğru söyliyen benim. Ömer Cennet ehlinin ışığı ve islâmın
nûrudur.)
Otuzbeşinci Menâkıb: Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hilâfeti zemânında,
Sâriye hazretlerini, islâm askeri ile, bir gazâya gönderdiler. Gazâ yapılacak
yere varıp, bir dağın eteğinde konakladılar. Müslimânların mola verdikleri
dağın arkasında bulunan kâfirler, onları gâfil avlıyarak hücûm etmek istediler.
O sırada, hazret-i Ömer Medîne-i münevverede Cum’a günü minber üzerinde, hutbe
okurken, Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretleri, kemâli lutfünden, islâm askerine
re’fetinden, hazret-i Ömerin mubârek gözünden perdeyi kaldırdı. Aralarında bir
aylık mesâfe var iken, islâm askerinin düşmândan gafletini müşâhede etdi.
Yüksek sesle, üç kerre nidâ etdiler; (Yâ Sâriye el-Cebel-el-Cebel). [Yâ Sâriye,
dağa, dağa.] Allahü teâlânın kudreti ile hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ
anh” o sesini, o hâl içinde bulunan Sâriye hazretlerinin, mubârek kulaklarına
işitdirdi. O ses sebebi ile arkalarını dağa verdiler. Düşmâna gâlip olup,
kâfirleri hezîmete uğratdılar. Hazret-i Alî “kerremallahü teâlâ vecheh” o günün
ve o sâatin târîhini koydu [Bir tarafa yazdı]. Hazret-i Sâriye, islâm askeri ile
muzaffer olarak ve ganîmetler ile döndü. O mâcerâdan sordular. Sâriye o durumu
açıklayıp, buyurdular ki, kâfirler bize hîle yapıp, ansızın basmak istedi.
Cum’a günü bir dağın eteğinde oyalanırken, bir ses işitdim ki, yâ
Sâriye-el-Cebel, dedi. Biz de dağa arka verdik. Allahü teâlânın inâyeti ile,
kâfirlere gâlip olup, kâfirler hezîmete uğradılar. Ba’zı rivâyetde, bu hâdise
Nihâvend cenginde vâki’ olmuşdur. Böyle beyân etmişler ki, Nihâvend vilâyetinde
bir karye [belde] vardır. O karyenin adı Kandsihandır. Onun batısında bir dağ
vardır. O dağın başında bir künbed [ocak] yapılmışdır. O künbedin orta yerinde
hârâdan bir baca koymuşlar
idi. Hazret-i Sâriyenin mubârek
kulaklarına gelen ses o bacadan geldi. Hâlâ o bacayı teberrüken güzel kokular
ile kokularlar. Erbâbı ziyâret ederler.
Otuzaltıncı Menâkıb: Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” zemân-ı şerîflerinde
bir gün Medîne-i münevverede zelzele oldu. İnsanlar korkularından ızdırâba
düşdüler. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” kamçısı ile yere vurdu. (Allahü
teâlânın izni ile sâkin ol) dedikde, o vakt arz [yer] sâkin oldu.
Otuzyedinci Menâkıb: Yine hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” hilâfetleri
zemânında, Medîne-i münevverede bir yangın çıkdı. Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahı
teâlâ aleyhim ecma’în” hazretleri korku ile durumu hazret-i Ömere iletdiler.
Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bir saksı parçası alıp, üzerine yazdı ki,
(Yâ nâr [ateş], Allahü teâlânın izni ile sâkin ol). Varıp onu ateşe bırakdılar.
Allahü teâlânın izni ile soğudu.
Otuzsekizinci Menâkıb: Hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” hilâfetleri
zemânınde bir melik elçi gönderdi. Elçi gelip, hazret-i Ömerin serâyını sordu. Şöyle
zân etdi ki, sâir şâhlar gibi, onun da serâyı vardır. Dediler ki, onun asla
nesnesi yokdur. Şu ânda kendisi şehri muhâfaza için, gezmekdedir. Elçi onun
gitdiği mahalle doğru gitdi. Hazret-i Ömeri “radıyallahü teâlâ anh” gördü.
Toprak üzerine yatmış. Kamçısını başının altına koymuş, uyuyordu. Elçi bu hâli
görüp, hayret etdi. Dedi ki, şark ve garb [doğu ve batı] ehli bu kişiden
korkarlar. Bu korku, bu sıfat üzerinedir. Gönlünden dedi; ben bunu, yalnız
buldum. Öldüreyim. İnsanları, bunun korkusundan halâs edeyim [kurtarayım].
Kılıncını kaldırdığı ânda, Allahü teâlâ, yerden bir arslan çıkardı. Bunun
üzerine hamle eyledi. Korkusundan kılıncı elinden bırakdı. Hazret-i Ömer bu
hâlde uyandı. Hiçbirşeyden haberi yokdu. Elçiye, ne olduğunu sordu. Elçi de
hâdiseyi anlatdı ve müslimân olup, hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh”
hizmet-i şerîflerinde bulunup, ölünceye kadar ayrılmadı.
Otuzdokuzuncu Menâkıb: Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bir kıtlık
zemânında, bir deve kurban edip, Medîne-i Münevverenin fakîrlerine bölüşdürün
diye emr etdi. Bölüşdürme
işini yapan hizmetçi, o devenin
kıymetli yerlerinden bir mikdâr alıkoyup, halîfe için güzel bir şeklde pişirip,
iftâr zemânında huzûr-u şerîflerine getirdi. Ömer “radıyallahü anh” bu et
neredendir diye süâl buyurdular. Hizmetçi dedi ki; yâ Emîr-el mü’minîn! Emr-i
şerîfiniz ile fakîrlere teslîm olunan deve etinden sizin hissenizdir. Rengi
değişip, buyurdu ki; Vay benim gibi vâlîye ki, fukarâya kötü yerini ayırıp,
kendisi için en güzel yerinden alıkoyuyor. Şimdi, yâ hizmetçi! Bir dahâ böyle
etme. Kaldır bu yemeği, benim önümden. Fakîrlerden, çoluk-çocuğu olan bir kimsenin
evine götür. Ver, yisinler. Bana yine evvelki âdet üzere yemek getir ki, halîfe
olan kimsenin haftada bir kerre et yimesi kâfîdir. Sonra, hizmetçi emr-i
şerîfleri üzere yemeği uygun bir fakîre verdi. Hazret-i Ömerin “radıyallahü
teâlâ anh” eski âdeti üzere, bir mikdâr zeytin yağı ile, kuru ekmek parçası
getirip, önlerine koydu. Hazret-i Emîr-ül mü’minîn, o ekmek parçasını yağa
batırıp, gönül râhatlığı ile yiyip, yerlerin ve göklerin sâhibi olan Allahü
teâlâya şükr ve hamd eyledi.
Kırkıncı Menâkıb: Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” Medîne-i
Münevvereden “Allahü teâlâ şerefini artdırsın” hac yapmak üzere, Mekke-i
mükerremeye gitdi. Varıp gelinceye kadar hesâb etdiler. Seksen dirhem
harcanılmış. Çok harcadım diye çok üzüldü. Nakl edilir ki, Kâ’be-i Mu’azzamaya
varıp-gelinceye kadar, yollarda bir gün çadır kurmayıp, bir köhne perde
gölgelik edip, onun altında gölgelendi.
Kırkbirinci Menâkıb: Nakl olunmuşdur ki, hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh”
herhangi bir şeyden halkı men’ etse, ev halkının temâmını toplayıp, buyururdu
ki, Allahü teâlâ hazretlerinin buyurduğu üzere, Onun yasak etdiği bir nesneyi
halkın işlemesinden men’ etdim. Ona uymağa siz herkesden dahâ çok uyanık
olunuz. O fi’li işlememek gayrilerden dahâ çok size lâzımdır. Şöyle bilmiş olunuz
ki, sizden biriniz o fi’li işlese, gayrilere edeceğim cezânın dahâ fazlasını
ona yaparım, buyurur idi. Ondan halkı men’ ederdi. Yakınlarının kaçınması ve
korkusu gayrilerden dahâ çok olurdu.
Kırkikinci Menâkıb: Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” halîfeliği
zemânında, Medîne-i Münevverenin etrâfında bir de-
ve palanı düşmüş. Onu alıp,
sür’atle giderken terlemişdi. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” ile
karşılaşdılar. Alî “radıyallahü anh” sordular ki, yâ Emîr-el mü’minîn! Bu ne
hâldir. Cevâb verdiler ki, yâ kardeşim Alî. Bu deve müslimânların
beyt-ülmâlındandır. Palanını düşürüp, kaçmış. Onu bulup, yine arkasına vurmak
(koymak) isterim. Böylece hilâfet zemânımızda, beyt-ül-mâla ziyân vermiş
olmıyalım. Hazret-i Alî dedi ki, yâ Emîr-el mü’minîn! Size ne hâcet. Bir başka
kimse gönderseniz, olmazmıydı. Cevâb verdiler ki, yâ Resûlullahın
amcasının oğlu! Bu iş benim ahdime lâzımdır. Kıyâmet günü olunca, bu işin
kusûrunu benden sorarlar. En iyisi budur ki, kimseye ısmarlamayıp, işimi kendim
görmeliyim. Böylece, dergâh-ı izzetde mahcûbluk çekmiyeyim. Hazret-i Alî bu
sözü işitdi. Bir derinden âh çekip, ağlamağa başladı. Dedi ki, yâ Ömer, senden
sonra gelenlere râhat koymadın. Zîrâ onlar bu yolda gidemezler, sıkıntıya
düşerler.
Nakl
edilir ki, bir gün hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bir cem’iyyetde
ağladı. Niçin ağladığı süâl olundukda, buyurdular, niçin ağlamayayım ki, eğer
Fırat kenârında oğlak zâyi’ olsa, yârın kıyâmet gününde, o, Ömerden sorulur.
Yine nakl olunur ki, bir gün Ömer “radıyallahü anh” eline bir saman çöpü alıp,
der idi ki, ne olaydı, bu saman çöpü ben olaydım. Ne olaydı mahlûk olmaya idim,
vâlidem beni doğurmayaydı. Ne olaydı, hâtırlanan nesne değil de, unutulan nesne
olaydım. “Radıyallahü anh”.
Kırküçüncü Menâkıb: Hazret-i Ömere “radıyallahü teâlâ anh” rûm kayserinden
elçi geldi. Bu elçi geri dönerken, hazret-i Ömerin hâtunları, bir dinâr ödünc
alıp, onunla hoş kokulu nesneler satın aldı. Bir şişenin içine koyup, kayserin
hâtununa gönderdiler. Elçi vâsıl oldukda, kokuları alanlar çok hâz alıp ve
memnûn oldular. Gelen kapların içine cevâhir [mücevher] doldurup karşılığında
onlara gönderdiler. Gelen hediyye şişeleri boşaltıp, bir tabak içine koyup,
hâtunları seyr ediyorlardı. O sırada hazret-i Emîr-ül mü’minîn “radıyallahü
anh” içeri girip, onlarda bu cevherleri gördü. Nereden geldi, diyerek süâl
buyurdular. Hâtunları da hâdisenin aslını anlatınca, hazret-i
Ömer “radıyallahü teâlâ anh”
buyurdular ki, eğer siz halîfe hâtunu olmasa idiniz, size bu cevherlerin
birisini göndermezler idi. Size gelen de, halîfeye gelen de müslimânların
beyt-ül-mâlınındır. Sizin hakkınız, karz [borç] aldığınız mikdârdır. O
cevâhirleri satdırıp, içinden, (borç aldığı kadarını) [cevâhirlerin
karşılığında gönderdiği mâlın karşılığı kadarını] hâtunlarına teslîm edip, geri
kalanını beyt-ül-mâla verdi. O hâtunları da, hazret-i Ömere karşılık vermeyip,
Emîr-ül mü’minînin emrine tâbi’ olmaları takdîr edilir “radıyallahü teâlâ
anhünne”.
Kırkdördüncü Menâkıb: Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” Irâk vilâyetine Eshâb-ı
güzînden “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” asker gönderdi. Az zemânda Allahü
teâlânın izni ile vilâyetleri feth edip, kiliseleri câmi’, puthâneleri mescid
yapıp, sâlimen ve ganîmetler ile geri Medîne-i Münevvereye geldiler. Halîfe ile
buluşdular. Lâkin, hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bunlara aslâ iltifât
etmeyip, ne yapdınız diye de sormadı. Onun bu mu’âmelesi, Eshâb-ı güzîne
“rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” gâyet güc gelip, Emîr-ül mü’minînin
“radıyallahü anhüm” oğlu Abdüllah ibni Ömer “radıyallahü anhümâ” ile mescidde
buluşup, şikâyet etdiler. O da dedi ki, Emîr-ül mü’minîn hazretleri ile bu
elbiseler ile mi buluşdunuz. Meğer bunlar acem vilâyetinin güzel ipekli
elbiselerinden giymişler idi. Abdüllah ibni Ömerin işâreti ile, arkalarına evvelki
elbiselerini giyip, geri hazret-i Emîr-ül mü’minînin “radıyallahü teâlâ anh”
huzûrlarına geldiler. Ömer “radıyallahü anh”, bunlara izzet ve ikrâm edip,
herbirinin hâtır-ı şerîflerinden ayrı ayrı sorup, merhabâ yâ Eshâb-ı Resûlullah, merhabâ yâ Muhâcirînin ve Ensârın
meşhûrları diye, bunları haddin üstünde taltîf etdikde, Eshâbdan biri cür’et
edip, sordu: Yâ Emîr-el mü’minîn! Hikmeti ne idi ki, evvelki görüşmemizde
iltifât buyurmayıp, nefret eder şeklde karşılandık. Şimdi ise güzel sûretle
karşıladınız. Cevâb buyurdular ki, evvelki gelişinizde, değişik elbiseler
giydiğinizi gördüm. Herbirisi gözüme belâ dikeni gibi görünüp, dedim ki,
Sübhânallah! Hilâfet zemânımızda, Eshâb-ı güzîn elbiselerini değişdirdiler.
Birkaç günden sonra, kalbleri de değişip, dünyâ zînetlerine meyl ve
muhabbetleri çok olur. Yârın kıyâmet gününde, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretle-
rine kavuşunca; yâ Ömer, senin
hilâfetin zemânında, benim Eshâbım elbiselerini değişdirip, sonra kalbleri
değişdi. Sen niçin nehy etmedin, mâni’ olmadın diye hitâb ederek
azarlamalarından korkdum. Onun için sizlere iltifâta mecâlim olmadı. Allahü
teâlânın izni ile, evvelki elbiseleri görüp, o hâlden kurtulup, şimdiki hâle
geldim, buyurdu. Rivâyet edilmişdir ki, iş bu hâdise esnâsında, getirdikleri
ganîmet mallarını arz etdiklerinde, Eshâb arasında eşit olarak taksîm etdikden
sonra, kablar ile acem tatlılarından ba’zı tatlılar getirmişler idi. Huzûr-u
şerîflerine koydular. Mubârek parmakları ile bir mikdâr tadıp, lezzet ve kokusuna
bakıp, bu, şu yiyeceklerdendir ki, bundan dolayı mü’minlerden oğlu babasını,
kardeş kardeşini katl etseler gerekdir, deyip, kaldırın bu yiyeceği, şu gazâda
şehîd olan mü’minlerin çoluk-çocuğuna verin ki, ayrılık acısı ile acılanmış
ağızları tatlansın, buyurdular.
Kırkbeşinci Menâkıb: Ülemâ-i ızâmın [büyük âlimlerin] ve meşâyıh-ı kirâmın
[evliyâların] îmânın kâmil olması için mü’minlere nasîhatlarındandır. Her
kişinin zühd ve takvâsı ve Allahü teâlâ hazretlerinden havf ve recâsı [korku ve
ümmîdi], şu şeklde ve i’tidâlde olmalı ki, ne bir ân ümmîdsizlik hâli olsun. Ne
de bir ân korkusuzluk hâli olsun. Nitekim hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh”
buyururlar ki, eğer Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretleri buyursa ki, ben cümle
kullarımın hepsini Cennete koyup, içlerinden bir kuluma azâb ederim. Ben, kendi
günâhlarıma bakıp, korkarım ki, Allahü teâlâ hazretlerinin o azâb edeceği kul,
ben olurum. Eğer Hak Sübhânehü ve teâlâ buyursa ki, bütün kullarımı Cehenneme
koyarım. Birisini Cennete koyarım. Ben o erhamerrâhimîn ve ekrem-ül ekremîn
Allahü teâlâ hazretlerinden ümmîd ederim ki, o Cennete giren kul ben olurum.
Nitekim büyükler buyurmuşlardır: Beyt:
Ey
Allahım, mâdem ki buyurdun,
benden ümmîd kesmeyin.
Günâhım
çok olsa da,
Ümmîdimi
keser miyim.
Şimdi
mü’mine lâyık olan ve şânına muvâfık olan budur ki,
ne Allahü teâlâ hazretlerinin
mekrinden [azâbından] emîn ola ve ne rahmetinden ümmîdini kese. Yine o büyükler
nasîhat ederler ki, muvahhid mü’mine lâzım olan emrlerden biri de, her hâlde
ölümü zikr etmesidir. Hiçbir vakt, gâfil olmamasıdır. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurmuşlardır ki, (Lezzetleri yıkanı [eğlencelere son vereni] çok hâtırlayınız!) ma’nâ-i şerîfi, Allahü
teâlâ bilir, budur ki, lezzetleri yıkanın zikrini çok edin ki, o ölümdür.
Nitekim, hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bir kimseye hergün birkaç kerre
gelip, ölümü hâtırlatsın diye bir kaç akçe ta’yîn etmişdir. Her vakt o kimse
gelip, ölümü ona hâtırlatdı. Her gün o kimse gelip, hizmet edâ etdikçe,
hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” ta’yîn buyurdukları akçeyi verirlerdi. O
şahsın vazîfesine son verilince, vazîfe taleb etdi. Buyurdular ki, sen bundan
sonra gelip, ölümü hâtırıma getirme ki, ihtiyâcımız kalmadı. Zîrâ sakalımıza ak
düşdü. Sakalın akı ise ölümün habercisidir. Dâimâ göz önünde olup, mevti
(ölümü) hâtırlatır. Nitekim büyükler buyurmuşlardır. Beyt:
Sakal
akı ölüme habercidir,
Yiğitlik
tâzeliği içinde feryâddır.
Kırkaltıncı Menâkıb: Medîne-i Münevverenin taşrasına akşâm nemâzı vakti bir
kâfile gelip, konmuşdu. Hazret-i Emîr-ül mü’minîn Ömer “radıyallahü teâlâ anh”
giderken, Abdürrahmân bin Avf “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine rast geldi.
Dedi ki, gel seninle bu gece, bu kâfileyi bekliyelim. Böylece, bir hırsız
gelip, bir zarar görmesinler. Râhat olsunlar ki, yorgundurlar. Hilâfet
zemânımızda eğer bunlara bir zarar olacak olur ise, kıyâmet gününde bizden
sorarlar. O gece kâfileyi beklerken, bir oğlancık, bir mahalde, bir evin içinde
devâmlı ağlıyordu. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” o evin kapısına varıp,
anasına seslenip, şu ağlıyanı ağlatma deyip, tenbîh eyleyip, gelip, yine kendi
ibâdetine meşgûl oldu. Çocuk gitdikçe ağlamasını artdırdı. Hazret-i Ömer
“radıyallahü teâlâ anh” def’alarca, şu ma’sûmu ağlatma diye gitdi geldi. Tâ ki,
seher vakti oldu. Kâfile de uykudan uyandılar. Hazret-i Emîr-ül mü’minîn
“radıyallahü teâlâ anh” o hâtunun kapısına varıp, dedi ki, ne yara-
maz, merhameti olmıyan anasın ki,
bu gece bu tıfıl [çocuk] râhat olmadı. Sabâha kadar bağırması dinmedi, dedi. O
hâtun cevâb verdi ki, yâ Ebâ Abdüllah! Niçin beni kötülersin ve beni
azârlarsın. Benim hâlimden haberdâr değilsin ki, onun için bana böyle huzûrsuz
olursun. Ben bu çocuğu sütden kesdim. Evde yiyecek cinsinden bir nesne yokdur
ki, onun ile eğleyeyim [oyalıyayım, susdurayım], râhat olsun, dedi. Emîr-ül
mü’minin hazretleri dedi ki, bu çocuk kaç yaşındadır. Hâtun da dedi ki, henüz
bir yaşını bitirmemiştir. Emir-ül mü’minin buyurdu ki; niçin vakti gelmeden
sütden kesdin. Hâtun cevâb verdi ki, halîfemiz olan hazret-i Ömere Allahü teâlâ
insâf versin. Oğlancıklar sütden kesilmeyince nafaka takdîr eylemez. Ona binâen
vaktsiz kesdim. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” geri dönüp, ağlıyarak
mescide geldi. Sabâh nemâzını şiddetli ağlamakdan güçlük ile kılıp, selâm
verdikden sonra, ağlıya ağlıya (Sizin Ömerinize yazıklar olsun, yazıklar
olsun!) dedi. Hemen o sâat tellâllar bağırdı ki, her müslimânın, gerek oğlu ve
gerek kızı doğar ise, gelsin halîfeyi uyandırsın [bildirsin] ki, beyt-ül-mâldan
ona nafaka takdîr etsin. Şimdiden sonra kimse nafaka tama’ıyla evlâdını
vaktinden evvel sütden kesmesin ve bu dürlü kimselerin evlâdı var ise,
getirsinler, bugünden nafaka yazdırsınlar. Herkes işitdi ki, sürûr ve safâ
içinde, sevinerek, hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” adâletine ve insâfına
hayrânlık duydular. “Radıyallahü teâlâ anh”.
Kırkyedinci Menâkıb: Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” halîfe iken, bir
Cum’a günü, temiz [güzel] elbiseler giyip, Cum’a nemâzına gidiyordu. Hazret-i
Abbâsın “radıyallahü teâlâ anh” se’âdethâneleri [evi] bu yol üzerinde idi.
Hazret-i Abbâs, bir güvencin yavrusunu boğazlıyıp, dam üzerinde yıkayıp, kanlı
suyunu, olukdan yola dökmüş idi. O sırada hazret-i Ömer, oluğun altından
geçerken, o kanlı su üzerine dökülüp, elbiseleri kirlendi. Bu oluk, burada müslimânlara
zarar veriyor diye emr etdi, oluğu yerinden kopardılar. Geriye evine dönüp,
diğer elbisesini giyip, Cum’a nemâzına gitdi. Cum’a nemâzını kıldıkdan sonra,
hazret-i Abbâsın “radıyallahü teâlâ anh” huzûrlarına gelip, oluğu kopardığına
özr diledi. Hazret-i Abbâs dedi ki, yâ halîfe, o oluğu, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri mubârek elleri ile,
oraya koymuş idi. Hazret-i Ömerin, yüzünde bir değişiklik olup, dedi ki, yâ Resûlullahın amcası! Ömer üzerine nezr [adak] olsun
ki, sen omuzuma basıp, o oluğu geri eski hâli üzere yerine koyasın. O sâat
yerinden kalkıp, o mahalle varıp, dediği gibi yapdılar.
Kırksekizinci Menâkıb: (Mesâbîh-i şerîf)in, yehûdîlerin Arab
yarımadasından çıkarılması bâbında, sahîh olan hadîs-i
şerîfde bildirilmişdir. Câbir bin Abdüllah “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerinden rivâyet olunmuşdur. Hazret-i Ömer-ibnül Hattâb “radıyallahü
teâlâ anh”, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretlerinden rivâyetle bana buyurdular ki, Resûl-i ekremden işitdim. Eğer ömrüm kifâyet eder ise, elbette
yehûdîleri Arab yarımadasından çıkarırım. Hattâ müslimânlardan başka kimseyi
koymam. Bir rivâyetde de, Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki, eğer Allahü teâlânın izni ile
fazla yaşar isem, elbette yehûdî milletini Arabistan yarımadasından çıkarırım.
İbni Ömerden “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyet olunmuşdur. Hazret-i Ömer
“radıyallahü teâlâ anh” hutbede, buyurdu ki, muhakkak, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Hayber yehûdîsi ile malları üzerine ahd
etmişler idi ve de buyurmuşlardı ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin
terk etdiği şey üzerine sizi terk ederiz. Mâdem ki sizin ihrâcınız ile bize emr
etmemişdir. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” buyurdular ki, ben Hayber
yehûdîlerinin çıkarılmasını istiyordum. Hazret-i Ömerin niyyeti de böyle idi.
Hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” huzûruna Ebül Hakîk kabîlesinden birisi
geldi. Dedi ki, yâ Emîr-el mü’minîn. Sen bizi ihrâc eder misin [ya’nî çıkarır
mısın]. Hâlbuki Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bizi terk
etmişdir [çıkarmamışdır]. Bizi Hayber mahallindeki mallarımız üzerine âmil
kılmışdır. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
buyurduklarını benim unutduğumu mu zan ediyorsunuz. Size, Hayberden çıkarılınca
hâliniz ne olur. Deveniz sizin ile menzil menzil yarış eder, buyurmuş idi.
Yehûdî dedi ki, Ebûl Kâsım böyle latîfe yapmışdı. Hazret-i Ömer “radıyallahü
teâlâ anh” buyurdu ki, ey Allahü teâlânın düşmanı, şimdi yalan
söyledin. Onları [yehûdîleri]
Hayberden ihrâc etdi [çıkardı]. Onlara karşılık ta’yîn olunan mal, deve,
paralarının bedelini verdi.
Kırkdokuzuncu Menâkıb: Hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” şehâdeti
beyânındadır: Bir fârisî menâkıbdan nakl olunmuşdur. Kab’ül ahbâr “radıyallahü
anh” bir gün hazret-i Ömere “radıyallahü anh” gelip, dedi ki, yâ Ömer!
İnceleyin ki, ben Tevrâtda okumuşdum. Senin ömründen üç gün kalmışdır. Hazret-i
Ömer, kendi vücûd-i şerîflerinde bir ağrı, bir hastalık görmediler. Tasvîr
etdikleri fecî bir hâdise olması lâzım. Buyurdular ki, Hak sübhânehü ve teâlâ
hazretlerinin kazâsına ve kaderine râzı olduk. Bir yehûdî olan Ebû Lü’lü,
Mugîre tebnî Şûbenin kölesi idi. Bir kavlde, Hâlid bin Velîdin kölesi idi.
Efendisini hazret-i Ömere gelip şikâyet eyledi. Efendim benden haddimden fazla
harc ister, dedi. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, ne mikdâr
ister. Dedi ki; her gün iki dirhem, ister. Hazret-i Ömer buyurdu ki, ne san’at
bilirsin. Bir kaçını saydı. Hazret-i Ömer buyurdu ki, bu san’atlar ile bu kadar
harc çok değildir. Sonra, işitdim ki, sen yel değirmeni yaparmışsın. Benim için
de bir yel değirmeni yapsan. Dedi ki, senin için bir yel değirmeni yapayım ki,
şarkda [doğuda] ve garbda [batıda] onu söyliyeler. Hazret-i Ömer “radıyallahü
teâlâ anh” meclisde olanlara buyurdular ki, bu kâfir beni katl etmek istediğini
söylüyor. Eğer böyle demek istiyor ise, onu ortadan kalkması için emr edin,
dediler. Buyurdu ki, katlden evvel kısâs olmaz.
Ebû Lü’lü
yehûdî, Ömer “radıyallahü anh” hazretlerini katl için fırsatı gözetdi.
Zilhiccenin yirmiüçüncü günü sabâh nemâzını edâ ederken, fırsat bulup, altı
yerinden yaraladı. Hazret-i Ömerden başka on kimseyi yaraladı. Dokuzu bu
yaralanmadan vefât etdiler. Benî Esed kabîlesinden bir er Ebû Lü’lü mel’ûnunun
başına bir ok atıp, yıkdı. Birisi de bıçak ile boğazlayıp, öldürdü. Hazret-i
Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bu ahvâli gördü. Kab’ül ahbâr hazretlerinin
sözlerini hâtırladı. Allahü teâlânın takdîri yerini buldu, buyurdular.
Abdürrahmân bin Avf “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine emr etdi. O imâmlık
yapdı.
Sonra
Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerini toplayıp,
buyurdu ki, siz mi Ebû Lü’lüye benim katlimi emr etdiniz. Hepsi, hâşâ bizim
haberimiz yokdur, diye yemîn etdiler. Hazret-i Ömer dedi ki, Elhamdülillah ki,
ben bu ümmetin, katl etdiği kimse olmadım. Bir yehûdînin elinde şehîd olurum.
Hilâfet emrini şûrâya havâle etdi. Diri iken ve ölü iken hilâfetin benim
üzerimde olmasını istemem. Âşere-i mübeşşereden altı serveri, müşâvereye ta’yîn
buyurdular ki, hilâfete lâyık bunlardır. Lâkin, herbirinde bir husûs müşâhede
ederim. O sebebden onların birini diğerine tercîh edemem. O altı serverin biri
Osmân bin Affân ve biri Alîyül mürtedâ ve biri Talha ve biri Zübeyr ve biri
Sa’d bin Ebî Vakkâs ve biri Abdürrahmân bin Avf idi. Sa’îd bin Zeyd hazretleri
hayâtda idiler. Lâkin hazret-i Ömer onu müşâvereye dâhil kılmadılar. Zîrâ
amcası oğlu idi. Ammâ Ebû Ubeyde bin Cerrâh hazretleri âhıret âlemine göçmüşler
idi. Onların hakkında buyurdular ki, eğer Ebû Ubeyde hayâtda olaydı, onu halîfe
ta’yîn ederdim. Zîrâ Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” ona “Ümmetin emîni” buyurmuşdu “rıdvânullahi teâlâ
aleyhim ecma’în”. O sebebler bunlardır: Osmân “radıyallahü teâlâ anh”
akrabâsını sevicidir. Onları iş başına getirir. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ
anh” gençdir. Tecrübesi ve halka mu’âmelesi azdır. Hilâfet emri ise çok tecrübe
ve havâdis görmeğe muhtâcdır. Talha “radıyallahü teâlâ anh” mültefitdir,
hilâfete muhâfaza gerekdir. Zübeyr “radıyallahü teâlâ anh” sert huyludur.
Hilâfete rıfk lâzımdır. Sa’d bin Ebî Vakkâs ve Abdürrahmân bin Avf kendilerini
tutuculardır. Kimseyi incitmek istemezler. Hilâfetde darb ve şetm (azarlamak)
zarûrî vâki’ olur. Altı server aralarından birini hilâfete ta’yîn etsinler.
Bütün Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” de o kimseyi halîfe
bilip, ona mutî’ olurlar.
Bir
rivâyetde hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” seher vaktinde mescid-i şerîfde
nemâz kılmağa giderken, Ebû Lü’lü mel’ûn, karanlıkda bıçakla, mubârek karnını
yardı. Emîr-ül mü’minîn çağırdı. Adamları haber aldı, geldiler. Emîr-ül
mü’minîni bu hâl içinde görüp, ağlaşdılar. O kâfiri katl etdiler. Hazret-i
Ömeri o mahalden alıp, devlethânelerine getirdiler.
Cerrâh
görüp, yarayı dikdi. İyileşinceye kadar hareket etmesin, üç-dört gün yatsın,
iyi olur, dedi. Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi aleyhim ecma’în” gelip çevresinde
oturdular. Hilâfet emrini ve sâir dîni emrleri onlara vasıyyet ederken, nemâz
vakti gelip, müezzin ezân okudu. Sonra yüzünü cerrâha dönüp dedi ki, şimdi
abdest alıp, nemâz kılsam ne olur. Cerrâh dedi ki, eğer yerinden hareket
edersen, bu dikdiğim yerden sökülür, vefât edersin. Emîr-ül mü’minîn
“radıyallahü teâlâ anh” dedi ki: Nemâzı terk etmekden ise, karnım yarılsın ve
öleyim dahâ iyi, elbette nemâz kılsam gerekdir. Sahâbeden birini hazret-i
Âişenin “radıyallahü anhâ” huzûruna gönderdi ki, destûr verir mi ki, [ya’nî izn
verir ise], biz de Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerinin ravda-i mutahheralarına girelim ve O Servere
ilticâ edelim. Hazret-i Âişe “radıyallahü anhâ” bu haberi işitince ağladı. Âh,
kıymetli Ömer, atamın yâdigârı da gidiyor. İşte o yeri ben kendim için
saklardım. Ammâ onlara hibe etdim. Hazret-i Ömere söyleyin ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve
babamın katına [yanına] varınca, benim selâmımı onlara söylesin. Ve desin ki,
bu ayrılığım ne zemâna kadar olacak. Hazret-i Ömer bu haberi işitince, oğlu
Abdüllah hazretlerine dedi ki, benim cenâze nemâzımı kıldıkdan sonra, Âişe-i
Sıddîkanın huzûruna geri varıp, destûr dileyesin [izn isteyesin]. Evvelce
benden utanıp, izn vermiş olabilir ve pişmân olmuş olabilir. Onun rızâsı ile
defn olayım. Nemâz vakti sonuna gelmişdi. Müezzin ikâmet okudu. Emîr-ül
mü’minîn, ayağa kalkıp, abdest almak ve nemâz kılmak istedi. O ânda dikilen
yerler sökülüp, Emîr-ül mü’minîn yere düşdü. Dostlarına, elvedâ elvedâ, esen
kalın, hakkınızı halâl ediniz, tekrâr görüşmemiz kıyâmete kaldı, dedi.
Sahâbeler arasında ağlama-inleme başladı. Hemen o sâat hazret-i Ömer
“radıyallahü teâlâ anh” şehâdet kelimesini getirip, cânını Allahü teâlâ
hazretlerine teslîm etdi. Ondan sonra yıkadılar. Nemâzını kıldılar. Oğlu
Abdüllah hazretleri, Âişe-i Sıddîka hazretlerine gitdi. Destûr diledi [izn
istedi]. Âişe “radıyallahü teâlâ anhâ” hazretleri ağladı. Dedi ki, ey Ömer,
adâleti hayâtında da, ölünce de elinden bırakmadın. O yeri sana fedâ eyledim.
Ondan sonra mubârek cenâzesini, Ravda-i mutahhera kapısına getirdiler. Birisi
ileri varıp, Esselâmü aley-
ke yâ Resûlallah! Ömeri getirdik.
Eğer destûr var ise, ravda içine defn ederiz, dedi. Cümle Sahâbe-i güzîn
“rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin, yârimi benim katıma getirin,
diye sesini işitdiler. Ravdanın kapısı açıldı. Hazret-i Ebû Bekrin “radıyallahü
teâlâ anh” sol yanında hâzırlanmış bir yere koydular. Hattâ ravdadan yana bir
el gördük ki, hazret-i Ömerin boynuna dolandı, diye bir rivâyet edilmişdir.
Ellinci Menâkıb: Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” halîfe oldukdan
sonra, o kadar adâlet üzere hareket etdi ki, ne kimse yapmışdır ve ne
yapabilecekdir. Şu şeklde adl eyledi ki, himmet-i kudsiyesi kuvvetiyle, kurdun
koyuna zararı olmazdı. Rivâyet ederler ki, ne zemân ki hazret-i Ömer şehâdet
şerbetini içdi. Bir çoban koyununun yanında dururken, bir kurt geldi. Koyuna
saldırdı. Çoban hemen feryâd edip, ağladı. Ve âh Ömer, “İnnâ lillah ve ...”
dedi. Çobanlar ona sordular ki, hazret-i Ömerin vefât etdiğini nereden bildin.
Dedi ki, şundan bildim ki, hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hayâtda iken,
kurdun koyun sürüsüne bakdığı hâlde zararı yok idi. Şimdi gördüm ki, kurt
koyuna saldırdı. Bildim ki, hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bu dünyâdan
göç eylemişlerdir. Bu menkıbe Târîh kitâbından alınmışdır.
Rivâyet
olunmuşdur ki, hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” âhırete sefer etdiği ânda
yeryüzü kapkara oldu. Hattâ çocuklar korkularından bağırarak analarına varıp,
dediler ki, yâ ana, yeryüzü siyâh oldu. Dünyâyı zulmet kapladı, acâyibdir
kıyâmet mi kopacak. Anaları, hâyır çocuklar, kıyâmet kopma zemânı gelmemişdir.
Fekat, hazret-i Ömeri bir bedbaht şehîd etdiğinden dünyâyı zulmet kaplamışdır,
dediler. (Şevâhid-ün Nübüvve)den terceme
olunmuşdur.
Ellibirinci Menâkıb: Hazret-i Server-i kâinât ve mefhar-ı mevcûdât Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, bir
gün meclis-i şerîflerinde kabr azâbını, münker ve nekîrin ne yol ile gelip,
heybet ile süâl etdiklerini beyân buyurdular. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ
anh” sordu ki, yâ Resûlallah! Biz kabre girdikden sonra, bu akl bize verilip,
sonra mı süâl olunuruz,
yoksa verilmeden mi süâl olunuruz.
Hazret-i Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” buyurdular ki, şimdi ne aklda isen, kabrde de böyle olursun. Ömer
“radıyallahü teâlâ anh” hazretleri dediler ki, böyle oldukdan sonra, üzülmeğe
lüzûm yokdur. Sonra, hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” vefât etdi. Kabre
defn etdikden sonra, hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” falan zemânda,
hazret-i Ömerin böyle söylemiş olduğu hâtırına geldi. Göreyim da’vâsının
erimidir, diyerek kabrine geldi. Mubârek gözlerini yumup, kalb-i şerîflerini
hazret-i Ömerin ahvâline yöneltip, tam bir teveccüh ile murâkabeye
vardıklarında, Allahü teâlâ gözlerinden perdeyi kaldırıp, ahvâli [durumu]
müşâhede etdiler. Gördüler ki, Münker ve Nekîr heybetle gelip, hazret-i Ömere
dediler ki, (Rabbin kim, dînin nedir, Peygamberin kimdir). Hazret-i Ömer
onlardan süâl buyurdular ki, yedinci gökden buraya kadar, ne mikdâr yol
geldiniz. Dediler ki, yedibin yıllık yoldur. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ
anh” buyurdular ki, yâ siz yedibin yıllık yoldan gelinceye kadar Hâlıkı
unutmadınız. Bugün evimden çıkıp, kabre gelince, Rabbimi ve dînimi ve
Peygamberimi nasıl unuturum. Melekler dediler ki, yâ Ömer biz de senin böyle
cevâb vereceğini bilirdik. Lâkin bu heybetle gelip, süâl etmeğe me’mûruz.
Sonra, hazret-i Alî “kerremallahü teâlâ vecheh” mubârek gözlerini açıp, Allahü
teâlâ mubârek etsin, Ömer da’vâsının eri imiş, dedi.
Ba’zı
rivâyetde mübâlaga etmişler ki, hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” meleklere
cevâb verdikden sonra, herbirisini bir eli ile sağlam tutdu ki, söz veriniz ki,
bundan sonra böyle, ümmet-i Muhammedden bir ferde bu heybetle gelmeyesiniz.
Yemîn teklîf etdi. O iki melek hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh”
iltimâsına müsâde edip, ümmet-i Muhammede bu sûretle gelmiyeceklerini iltizâm
eylediler. İnşâallahü teâlâ, bu heybet ile gelmezler. Allahü teâlâ herşeye
kâdirdir.
Hazret-i
Ömerin “radıyallahü anh” hilâfet müddetleri on sene, altı ay, yedi gündür. Ömrü
şerîfleri altmışüç sene on gündür. Ömrleri müddetinde, on hac yapdılar. Her
şeyin doğrusunu Allahü teâlâ bilir. Ma’lûm olsun ki, hazret-i Ömerin “radı-
yallahü teâlâ anh” zikr olunan bu
güzel menkıbeleri, kemâl güneşinden zerre değildir. Lâkin îmânı olanlara bu
kadar yeter. Eğer kalbinde ta’assub hastalığı yok ise, dahâ çok anlatılmasını
ister ise, sâbıkda zikr olunan (Bostânürriyâd) ve
(Safvetüssafve) adlı kitâblara baksın ve
(Tefsîr-i kebîr)de, Kehf sûresinin
onuncu âyetinin tefsîrine baksınlar. [(Eshâb-ı
Kirâm) kitâbının (Müslimânların iki göz
bebeği) kısmını da lütfen okuyunuz!]
Elliikinci Menâkıb: İmâm-ı Begavî “rahimehullahü teâlâ” (Meâlim-üt-tenzîl)de, Sûre-i
Bekarada, meâl-i şerîfi, (Ey mü’minler, siz
makâm-ı İbrâhîmi nemâzgâh [nemâz kılınacak
yer] ahz edin!) olan (126.cı) âyet-i kerîmesinin tefsîrinde, rivâyet
etmişler ki; bize Abdülvâhid el Melîhî haber verdi. Ona Ahmed bin Abdüllah
Nâimî, ona Muhammed bin Yûsüf ve ona Muhammed bin İsmâ’îl ve ona Müseddid ve o
da Yücâdan ve o da Hamîdden ve o da Enes “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden
bildirmişdir. Ömer-ibnül Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki,
vallahi ben Allahü teâlâ hazretlerine üç şeyde muvâfakât etdim ve Rabbim celle
şânühü hazretleri de bana üç şeyde muvâfakât etdi.
1– Yâ
Resûlallah, ne olaydı makâm-ı İbrâhîmi musallâ ittihâz edeydiniz [nemâz
kılınacak yer yapsaydınız], dedim. Hemen Allahü tebâreke ve teâlâ meâl-i
şerîfi, (Ey mü’minler, siz makâm-ı İbrâhîmi nemâzgâh
edinin!) olan âyet-i kerîmeyi gönderdi.
2– Dedim
ki, yâ Resûlallah! Sizin yanınıza biz de geliyoruz. Fâsıklar da geliyor. Ne
olaydı ümmehât-ı mü’minîne hicâb ile emr buyursaydınız. Hemen Allahü teâlâ azze
şânühü hazretleri hicâb âyetini inzâl etdi. 3– Resûlullahın
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ba’zı hanımları birbirleri arasında nizâ’
etmişler idi. Bu hâdiseyi işitip, Onlara vardım. Böyle yapıp, Resûlullahı üzerseniz, Allahü teâlâ, kendi Resûlüne
sizden hayrlı hâtunlar verir, dedim. Hemen Allahü teâlâ; meâl-i şerîfi, (Resûlüm, eğer sizi boşarsa, Onun Rabbi, sizi pek yakında,
sizden hayrlı hanımlar ile değişdirir...) olan
Tahrîm sûresi beşinci âyetini gönderdi.
Elliüçüncü Menâkıb: Yine İmâm-ı Begavî “rahimehullahü teâlâ” (Meâlim-üttenzîl)de sûre-i Bekarada; meâl-i şerîfi
(Senden içki ve kumarı
sorarlar ise, onlara de ki, ikisi de büyük günâhdır ve insanlara menfe’atleri
vardır. Günâhı, zararı, fâidesinden büyükdür, çokdur) olan ikiyüzondokuzuncu
âyet-i kerîmenin tefsîrinde, beyân buyurmuşlardır ki, bu âyet-i azîme
nâzil oldu. Ömer bin Hattâb ve Mu’âz bin Cebel ve ensârdan bir ferd
“radıyallahü teâlâ anhüm” Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine geldiler. Dediler ki, yâ Resûlallah! Bize
içki ve kumar hakkında fetvâ ver. Zîrâ içki, aklı gidericidir. Kumardan murâd
kârdır. Malın yok olmasına sebeb oluyor. Hemen Allahü teâlâ azze şânühü bu
âyet-i kerîmeyi inzâl buyurdu. Cümlenin kavli ki içkinin kötülüğü hakkında
müfessirlerin beyân buyurdukları üzere budur ki, muhakkak ki, Allahü tebâreke
ve teâlâ içki hakkında, Mekke-i Mükerremede dört âyet-i
kerîme gönderdi. Meâl-i şerîfi, (Size hurma
ve üzümden elde edilenleri içiririz. İşte bunda da aklını kullanacak bir kavm
için bir alâmet vardır) olan Nahl sûresi
67.ci âyet-i kerîmesi, bunlardan biridir. Müslimânlar o sıralarda içki
içerler idi. Müslimânlara halâl idi. Sonra, Ömer ve Mu’âz “radıyallahü anhümâ”
içki ve kumarın hükmünü sordu. Bekara sûresi 219.cu âyet-i kerîmesi nâzil oldu.
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
buyurdular ki, muhakkak Allahü teâlâ önce büyük günâhdır buyurmakla, içkinin
harâmlığına işâret etdi. Sonra, insanlara fâideleri vardır buyurmakla, içkinin
halâllığına işâret etdi. Bu âyet-i kerîmenin nüzûlünden sonra, Eshâb-ı kirâmın
ba’zısı büyük günâh buyurulduğu için, içkiyi terk etdi. Ba’zısı insanlara
fâidesi vardır buyurulduğu için, terk etmedi. O sırada Abdürrahmân bin Avf
“radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, birkaç sahâbeyi ziyâfete da’vet etdi.
Onlara içki getirdi. İçip, serhoş oldular. Akşam nemâzı oldu. Cemâ’at ile nemâz
kıldılar. İmâm olan, (Kâfirûn) sûresini okudu. İkinci âyet-i kerîmedeki (Lâ)
lafzını okumadı, terk etdi. Allahü teâlâ bundan sonra meâl-i şerîfi, (Ey îmân edenler! Ne
söylediğinizi bilmeniz için serhoş olduğunuz zemân nemâza yaklaşmayınız) olan Nisâ sûresinin kırkikinci
âyet-i kerîmesini gönderdi. Serhoşluğu, nemâz vaktinde harâm kıldı. Bu
âyet-i kerîme nâzil olunca, bir kısmı temâmen içkiyi yasak etdiler. Dediler ki,
nemâza mâni’ olan şeyde hayr yokdur. Bir
kısmı da, nemâz vaktinin hâricinde
içerler idi. Hattâ bir kişi yatsı nemâzını edâ etdikden sonra içki içer, sabâha
kadar serhoşluğu giderdi. Sabâh nemâzını kıldıkdan sonra içenin öğle nemâzında
serhoşluğu gider idi. Abbâd bin Sâmit bir ziyâfet hâzırladı. Müslimânlardan
birkaç kişiyi da’vet etdi. Sa’d bin Ebî Vakkâs onların içinde idi. Abbâd ise,
bir deve başı kızartmışdı. Yidiler ve içki içdiler. Sonra başladılar nesebleri
ile iftihâr etmeğe ve şi’rler söylemeye. Sa’d bir kasîde okudu ki, o kasîde,
kendi kavmi Kureyşi medh ediyordu. Ensârdan ba’zıları ile sert nizâ etdiler.
Sa’d kalkıp, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretlerinin huzûr-u şerîflerine varıp, ensâr ile olan nizâlarını
anlatdı. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” orada hâzır idi. Dedi ki, (Yâ
Rabbî, bize içki hakkında kesin emrini bildir.) Hemen Allahü teâlâ hazretleri
meâl-i şerîfi, (Ey îmân edenler! İçki, kumar,
putlar, kumar okları, pisdir, şeytân işidir. Bunlardan sakınınız ki, felâh
bulasınız. Şeytân içki ve kumar ile aranızda düşmanlık, buğz meydâna getirmek
ister. Böylece Allaha ibâdetden ve bilhâssa nemâzdan alıkoyar. O hâlde onlara
artık son vermez misiniz!) olan Mâide sûresinin 90-91.ci âyet-i kerîmelerini
gönderdi. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, (Biz ona son verdik, yâ Rabbî.)
Ellidördüncü Menâkıb: Yine İmâm-ı Begavî “rahimehullahü teâlâ” (Meâlimüttenzîl)de sûre-i
Bekaranın, meâl-i şerîfi (Kadınlarınız çocuk
yetişdiren tarlanızdır. O hâlde tarlanıza dilediğiniz gibi varın...) olan 223.cü âyet-i
kerîmesinin tefsîrinde beyân etmişdir. Bize Ebû Sa’îd Ahmed bin İbrâhîm Şüveyhi
haber verdi. Ona Ebû İshak Sa’lebi, ona Abdüllah bin Hâmid İsfehânî, ona
Muhammed bin Ya’kûb, ona ibnil Münâdî, ona Yûnüs, ona Ya’kûb Kumî haber verdi.
O Ca’fer ibni Mugayreden rivâyet eder. O Sa’îd bin Cübeyrden, o İbni Abbâsdan
“radıyallahü anhümâ” rivâyet eder. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin huzûr-u şerîflerine geldi ve dedi ki, yâ Resûlallah! Ben helâk
oldum. Habîbullah hazretleri buyurdular ki, nedir o şey ki, seni helâk eyledi.
Dedi ki, dün gece hanımım ile sünnete uygun
olmıyan bir şeklde berâber oldum.
[Rahl lügâtde devenin semerine derler. Bu makâmda rahlin tahvîlinden murâd,
avreti ile sünnete uygun olmıyan şeklde muvâka’a etmekdir. Ya’nî, ehlimle
sünnete uygun olmıyarak yakın oldum, demekdir.] Resûl-i
ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri aslâ cevâb vermedi.
Allahü teâlâ hazretleri o vakt bu âyet-i kerîmeyi inzâl buyurdu. (Bekara sûresi 223.cü âyet-i kerîmesi.) (Kadınlarınız ile istediğiniz şeklde ve istediğiniz zemân
cimâ edebilirsiniz. Yalnız livâta şeklinde ve hayz zemânında yaklaşmak
harâmdır.)
Ellibeşinci Menâkıb: Ömer-ül Fârûkun “radıyallahü teâlâ anh” şânı ile alâkalı
inzâl olan âyet-i kerîmeler: Önce diyelim ki, Onun şânını bildiren âyet-i
kerîmeler Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretlerine gönderilmişdir.
1–
Bunlardan birisi; meâl-i şerîfi (Ey Resûlüm!
Cebrâîle düşman olanlara de ki, ona düşmanlığa sebeb yokdur. O, Allahü teâlânın
emri ile Kur’ân-ı kerîmi senin kalbine, dahâ önce inen kitâblara muvâfık
olarak, mü’minleri hak dîne hidâyet ve Cennete gireceklerini müjdelediği hâlde
indirdi. Bir kimse Allahü teâlâya, Meleklerine, Peygamberlerine, Cebrâîle ve
Mikâîle düşman olursa, Allahü teâlâ kâfirlere düşmandır) olan Bekara sûresinin
doksanyedi ve doksansekizinci âyet-i kerîmeleridir. Bu âyet-i
kerîmelerin nüzûl sebebi şu idi. Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ”
der ki, İbni Suryâ adlı bir yehûdî, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûr-ı şerîflerine geldi.
Çok delîller söyledi. Hüccetleri [delîlleri] bitdi. Dedi ki, yâ Resûlallah!
Gökden sana hangi melek gelir. Buyurdular ki, Cebrâîl gelir. Dedi, eğer Mikâîl
gelse idi, sana îmân getirirdim. Zîrâ Cebrâîl düşmanımızdır. Bizim ile çok
düşmanlıklar etmişdir. Bize kat’i düşmanlığı o oldu ki, Allahü tebâreke ve
teâlâ bizim Peygamberimize Buhtunnasar adlı kişi tarafından Beyt-ül-mukaddes
harâb olsa gerekdir diye vahy etdi. Peygamberimiz de bize haber verdi. Biz de,
Buhtunnasârı katl edecek kuvvetli bir kişiyi bulduk. O vakt Cebrâîl
aleyhisselâm gelip, onu katl olunmakdan kurtarmış. O merde demiş ki, eğer
Hüdâ-i Rabbil âlemîn irâde etmiş ise, sizi onun üzerine musallat etmez. Eğer
irâ-
de etmemiş ise ne sebeb ile onu
katl edersiniz. O merd [yiğit] de bu sözü ondan kabûl edip, geri dönmüş. O
vaktden beri Cebrâîli düşman tutarız. Bir kerre de dediler ki, onların Cebrâîl
ile düşmanlıklarına sebeb odur ki, inançlarınca, Cebrâîl aleyhisselâma
demişlerdi ki, Peygamberliği bize getir. O gayriye götürmüş.
İmâm-ı
Süddî der ki, Ömer bin Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin bir âdeti
var idi. Gidip-geldiği yolu yehûdîlerin toplandığı yere uğrardı. Varıp, onların
yanına girerdi. Onların sözünü dinlerdi. Onlar ile konuşurdu. Onlar, yâ Ömer!
Biz seni Muhammedin eshâbının hepsinden çok severiz. Zîrâ onlar gelip-geçerken,
bizim üzerimizden geçerler. Bizi rencîde ederler. Sen bizi incitmezsin. Hattâ
dersimizi dahî dinlersin. Seni onun için severiz, derler idi. Hazret-i Ömer
“radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Allahü teâlâ hakkı için ki, ben sizin
yanınıza dost olmak için gelmem. Size birşeyler sormamdan maksad, hâşâ ki
dînimden şübhem olduğundan değildir. Süâlime sebeb odur ki, şirkinizin aslını
iyice öğreneyim. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerinin şânındaki eserlerini ve burhânlarını ve
ni’metlerini [üstünlüklerini] sizin kitâblarınızda çok görürüm. Siz
bedbahtlığınızdan ve kötü düşünceli olduğunuzdan îmân getirmezsiniz. Dediler
ki: Yâ Ömer! Hazret-i Muhammede devâmlı hangi melek gelir. Hazret-i Ömer
buyurdu: Cebrâîl aleyhisselâm gelir. Dediler; biz Cebrâîli sevmeyiz. Muhammedi
bizim sırlarımıza muttâli’ eder. Bir yere gelen azâbı veyâ kıtlığı veyâ
yıldırımı Cebrâîl getirir. Mikâîl iyidir ki, sulhu, emniyyeti ve bol ni’meti
getirir. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu: Ey bîçâreler! Siz
Cebrâîl aleyhisselâmı bilirsiniz ve Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretlerini inkâr mı edersiniz. Ben şehâdet ederim o kimseye ki,
hazret-i Cebrâîli düşman tutar, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin düşmanı
olur. Oradan Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûr-ı şerîflerine geldi. Cebrâîl aleyhisselâm
ondan önce gelip, yukarıda bahs edilen âyet-i kerîmeyi getirmişdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri, hazret-i Ömere okuyup, buyurdu ki, (Yâ Ömer! Senin Rab-
bin sana muvâfakat etdi). Hazret-i
Ömer şâd olup, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine şükr etdi. Buyurdu ki;
bundan sonra, kendimi dîn-i islâm üzerine taşdan katı buluyorum.
İşâret: Sübhânallah.
Yehûdîler, hazret-i Cebrâîl aleyhisselâmı, bizim dînimiz vilâyetinin izzeti
onun sebebi ile harâb olmuşdur, diye düşman tutarlar. Hak sübhânehü ve teâlâ
hazretleri buyurur: Cebrâîl her ne yaparsa, bizim emrimiz ile yapar. Râfizîler
ve mübtedi’ler [bid’at sâhibleri], Ebû Bekri ve Ömeri “radıyallahü teâlâ
anhümâ” hazretlerini niçin düşman tutarsınız. Onlar, hilâfet hazret-i Alînin
hakkı idi, ondan aldılar; diye düşman tutarlar. Bu sözleri yalandır ve bühtândır.
Zîrâ eğer onun hakkı olsa idi, kendileri alırdı. Ey yehûdî! Sen Cebrâîli düşman
tutarsın. Biz onu dost tutarız. Eğer sizin helâk ve azâbınız, Cebrâîlin elinde
oldu ise, kâfirlerin helâk olması lâyıkdır. Bizim Resûlümüzün zaferi, nusreti
Cebrâîl ile oldu. (Rabbiniz size nişânlı, beş bin
melek ile imdâd edecekdir). [Âl-i imrân
sûresi 125.ci âyet-i kerîme meâli.] Yâ Râfizî! Siz Ebû Bekr ve Ömer
“radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerini düşman tutarsınız. Biz dost tutarız.
Sizin helâkınız onların sebebi ile olursa, lâyıkdır. İslâmiyyetin nusreti onlar
sebebi iledir. (Onlar gayba îmân ederler!) (Ey
Habîbim! Sana, Allah ve mü’minlerden sana tâbi’ olanlar yetişir!) [Enfâl sûresi 64.cü
âyet-i kerîme meâli.]
2– Bir
âyet-i kerîme de şudur: Ömer bin Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri,
dinde gayret sâhibi, merd bir zât-ı şerîf idi. Resûl-i
ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin harem-i
şerîflerinde, bir gün dedi ki, ne olaydı, emr geleydi de, Resûlullahın se’âdethânelerine destûrsuz girmeselerdi.
Allahü tebâreke ve teâlâ hazret-i Ömerin sözüne muvâfık bu âyet-i kerîmeyi
gönderdi. (Ey îmân edenler! Resûlümün evine yemeğe
da’vet olunmaksızın ve vaktine bakmaksızın girmeyin.) [Ahzâb sûresi 53.cü
âyet-i kerîme meâli.] İbni Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” buyurdular
ki, bu âyet-i kerîme bir grub hakkında nâzîl olmuşdur. Onlar Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin ta’âmı vaktini gözleyip, o vaktde varıp, Resûlullahın
yanında otururlar idi. Ta’âm gelir yirler idi. Sohbet ederlerdi. Dışarı
gitmezlerdi.
3– Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bir
hizmetçisini, hazret-i Ömeri “radıyallahü teâlâ anh” çağırması için gönderdi.
Kaylûle vakti idi. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri uyumuşdu. O hizmetçi
bağırdı. Uyanmadı. Kapıyı açıp, içeri girdi. Hazret-i Ömerin teninden bir
mikdâr açılmışdı. O hizmetçi hemen dışarı çıkdı. Dedi ki, ey Allahım, Ömeri sen
uyandır. Bir kerre dahâ bağırdı. Hazret-i Ömer uyandı. Hizmetçinin içeri girip,
açılan yerini gördüğünü anladı. Üzüldü. Ne olaydı, sabâh vakti ve kaylûle vakti
ve akşam vakti, bu üç vaktde, halk evlerinde uyurlar. Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretlerinden buyruk nâzil olsaydı da, birbirinin evine izn ile girselerdi.
Hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” sözüne muvâfık Allahü teâlâ bu âyet-i
kerîmeyi inzâl buyurdu. (Ey îmân edenler! Sizin
mülk-i yemîninizde olan kız, erkek, köle ve hür çocuklarınızdan, bülûg çağına
ermiyenler, üç vaktde yanınıza girerken, izn istesinler. Zîrâ sabâh nemâzından
önce, öğle vaktinde ve yatsı nemâzından sonra örtünmeniz zor olur. [Elbiseler değişdirilir.] Bu üç vaktin dışında,
birbirinizin yanına girmenizde size, hizmetçi ve çocuklarınıza günâh yokdur.
Allah size hükm âyetlerini böylece bildiriyor. Allah sizin hâlinizi bilir. Ve
islâmiyyetin hikmetini icrâ eder. Çocuklarınız bülûg çağına erişince, onlardan
önce bâlig olanların izn istediği gibi her vaktde izn istesinler.) [Nûr sûresi 58.ci
âyet-i kerîme meâli.]
Ömer
“radıyallahü teâlâ anh” uyumuş idi. Hizmetçinin bağırması ile uyanmadı. Avret
yerini gördü. Uyanmadı. Uyanınca üzüldü. Biz gâfiller, bu kadar âsî ve bîçâre
[çâresiz] kullarız. Allahü teâlâ çağırıyor, uyanmıyoruz. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
çağırıyor, uyanmıyoruz. Melekler dâimâ günâhlarımızı görüyor. Uyanmıyoruz.
Allahü teâlâ hazretleri hergün, gafletden uyansınlar diye, binlerce günâhımızı
görür, örter. Nicelerini afv eder, yine korkmuyor, uyanmıyoruz.
Nükte: Hazret-i
Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin gönlünün gamlanmasından dolayı bu üç
vaktde, bütün çocukları, Allahü teâlâ anadan ve babadan geri tutmuşdur. Kıyâmet
gününde âsîlerin gönlünün gamından dolayı, ayrılık ateşini gönüllerden uzak
tutması acâib değildir.
4–
Mekke-i mükerreme ileri gelenlerinden bir cemâ’at, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine uğradılar. Bakdılar ki,
meclis-i şerîflerinde Suheyb-i Rûmî ve Habbâb bin Erat ve Bilâl-i Habeşî ve
Ammâr bin Yâser ve Selmân-ı Fârisî oturmuşlar “radıyallahü teâlâ anhüm.”
Bunlar, üzerinde yün elbise bulunan fakîr sahâbîler idi. O cemâ’at dediler ki,
ey Muhammed! Râzı oldun mu, bir gruba ki, senin etrâfında oturmuşlardır. Biz
gelelim, onlar ile oturalım mı? Hâlbuki bunlar bizim kullarımızdır
[kölelerimizdir], hizmetçilerimizdir, câriyelerimizdir. Bunları kendinden uzak
tut. Tâ ki, biz sana tâbi’ olalım. Bir rivâyetde gelmişdir ki, dediler, yâ
Muhammed! Sen sedirde otur. Biz senin etrâfında oturalım. Onları uzak oturtup,
bizler onların yününden ve hırkalarından râhatsız olmıyalım. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu:
(Mü’minleri kendi yanımdan uzaklaşdıramam).
Onlar da dediler ki, bize ayrı meclis ile toplantı yap. Bizim senin yanındaki
fazîletimizi bilsinler. Onlar ile berâber olmamız, bize ar olur. Kavmimiz bizi
bunlar ile oturmuş görmesin. Biz gelince onlar meclisden kalksınlar. Onlar
gelince biz kalkarız. Sen yine onlar ile oturmaya devâm edersin. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
buyurdu: (Peki!), Onlar dediler ki, bu cümle üzerine bize bir nâme yaz. [Ya’nî
bir kâğıda yaz.] Server-i kâinât kâğıd istedi. Nâme yazmak için Alî
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini çağırdı. Allahü teâlâ hazretleri, Cebrâîl
aleyhissalâtü vesselâm hazretleri ile bu âyet-i kerîmeyi gönderdi: (Sabâh-akşam Rabbine ihlâs ile düâ eden kimseleri yanından
uzaklaşdırma. Müşriklerin îmâna gelme hesâbı senden, senin hesâbın da onlardan
sorulmaz! Kâfirler îmâna gelsinler diye mü’minleri yanından kovarsan
zâlimlerden olursun!) [En’âm sûresi 52.ci âyet-i kerîme meâli.] Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” yazıyı
yazmadı.
Selmân-ı
Fârisî “radıyallahü teâlâ anh” diyor ki: Resûlullah,
mescidin bir köşesinde oturmuşdu. Bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bize
okudu: (Âyetlerimize inananlara selâm ver ve de ki,
Rabbiniz size rahmet etmeği üzerine almışdır. Sizden biriniz, zararını düşünme-
den bir günâh işlese, sonra bir dahâ yapmıyacağına azm ederek tevbe
etse, hâlini düzeltse, Allahü teâlâ onun günâhını bağışlar. Ve tevbesini kabûl
etmekle rahmet eder.) [En’âm sûresi 54.cü âyet-i kerîme meâli.] Resûlullah o şeklde oturur idi ki, bizim dizlerimiz
mubârek dizlerine değerdi. Kalkmak isterler idi. Evvelâ biz kalkardık. Resûlullahı oturur şeklde bırakırdık. Sonra o
kalkardı. Buyurdu ki, Allahü teâlâya şükrler olsun ki, beni öldürmezden evvel, bana
emr etdi ki, (müslimânlardan bir grub ile berâber bulunmağa sabr et.)
İkrime
“radıyallahü teâlâ anh” der ki, Kureyşden bir tâife geldiler. Ebû Tâlibin
yanına varıp dediler: Halk bizi Muhammed ile oturur görürler ise, onlar da ona
mutî’ olurlar. Ondan sonra bizi o kullar [köleler] ile oturur görürler ve bizi
kötülerler. Var Muhammede söyle ki, onları yanından uzak etsin. Biz de Ona îmân
getirelim. Sonra Ebû Tâlib bu haberi Ona götürdü. Ömer bin Hattâb “radıyallahü
anh” dedi ki, böyle eyle yâ Resûlallah, görelim dediklerini yaparlar mı ve
sözleri üzere dururlar mı. Bunun üzerine bu âyet-i kerîmeler nâzil oldu. [En’âm sûresi 52, 53, 54.cü âyet-i kerîmeleri.] Ömer
“radıyallahü teâlâ anh” bu âyet-i kerîmeleri işitdiği gibi, geldi, özr diledi.
Söylediği sözlerden pişmân oldu. Allahü teâlâdan hitâb-ı izzet geldi ki, yâ
Muhammed! Benden Ömere selâm eyle ki, senin menzilin ve merteben bizim
katımızda yüksekdir. Bu kadar zelle ile kendi dergâhımdan seni red etmem. Senin
özr dilemeğe geleceğini bildiğim için, selâmımı önce gönderdim. O yerdeki senin
günâhını yazdım. Özrden evvel rahmetimi mukâbilinde yazdım. Onun ile olan
bağlılığımız çok kuvvetlidir. Zelle ile kesilmez, buyurdu.
(İşâret):
Hak sübhânehü ve teâlâ bu âyet-i kerîmede, Ömer
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini beş def’a andı [zikr etdi]. (Sana geldiği vaktde), (Îmân
getirmek), (günâh işlemek), (Tevbe etmek), (Hâlini islâh
etdi). Allahü tebâreke ve teâlâ, hazret-i Ömeri beş nesne ile yâd
etdi [zikr etdi]. (Selâmün aleyküm) diyerek
selâm etdi. (Sizin Rabbiniz vâcib kıldı),
buyurarak haber verdi. (Kendi nefsi üzerine rahmet
etmeği), buyurarak rahmet etdi. (Cehâlet ile bilmiyerek günâh işledi), diyerek
günâhdan ma’zûr tutdu. (Allah afv edici ve tevbeyi kabûl etmekle rahmet edicidir),
buyurarak afv etdi.
(Nükte):
Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bir günâh işledi. Özr diledi. Allahü
teâlâ, onunla böyle mu’âmele eyledi. Hazret-i Ömerin dostları işitsinler ki,
şâd olsunlar. Allahü teâlâ dostlarını Ömere ortak eyleyip, bizim üzerimize
selâm söyledi. Ve rahmetine ortak etdi. (Rahmetim
herşeyi içine almışdır) buyurdu.
Meleklerini gönderdi. (Melekleri gönderdik) buyurmuşdur. Özrünü kabûl etdi. (Allah kullarının tevbesini kabûl eder) buyurmuşdur. Magfiret etdi. (Ey Resûlüm! Nefslerini isrâf eden kullarıma, Allahın
rahmetinden ümmîd kesmemelerini söyle!) buyurmuşdur.
5– Diğer
bir âyet-i kerîme şudur: Uhud cenginde Ebû
Süfyân henüz müslimân olmamış iken bize dedi ki, (bizim uzzamız var, sizin
uzzanız yokdur.) Ömer ibnül Hattâb cevâb verip, buyurdu ki, (bizim mevlâmız
var, sizin mevlânız yokdur). Allahü teâlâ hazretleri Ömer “radıyallahü teâlâ
anh” hazretlerinin kavline muvâfık bu âyet-i kerîmeyi gönderdi. (... Mü’minlerin yardım görmesi ve kâfirlerin kahr olması,
Allahü teâlânın mü’minlere velî olması ve yardım etmesidir. Kâfirlerin mevlâsı,
onların azâbını men’ eden bir yardımcıları yokdur.) [Muhammed sûresi 11.ci
âyet-i kerîme meâli.] Bu âyet-i kerîme, ehl-i Mekkenin îmân
getirmiyenlerini korkutucu ve tehdîd edici mâhiyyetdedir.
6– Diğer
bir âyet-i kerîme şudur. Münâfıklardan Abdüllah bin Ebî Selül hasta oldu. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
iyâdetine [hasta ziyâretine] vardı. İbni Ebî Selül, Habîbullah hazretlerine
dedi ki, ben öldüğüm zemân nemâzımı kıl. Kabrim üzerinde dur. Bana düâ et. Kendi
kaftanını kefen et. Sonra İbni Ebî Selül öldü. Resûlullah
hazretleri diledi ki, nemâzını kılsın. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, yâ
Resûlallah! Onun üzerine nemâz mı kılacaksın. Hâlbuki o sana böyle böyle işler
etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri buyurdu: Elini benden kaldır. Ömer “radıyallahü teâlâ anh”
de; gitme, dedi. Habîb-i ekrem yine o cevâbı verdi.
Üçüncü
kerre, Server-i âlem buyurdu ki, eğer bilse idim ki, Allahü tebâreke ve teâlâ
rahmet eder. Yetmiş kerre Allahü teâlâ hazretlerinden ona istigfâr ederdim.
Zîrâ ben istigfârda muhayyer kılındım. Sonra, mubârek gömleğini kefen yapıp,
kabre koydu. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” der ki, bu hâlde ben hayretde kaldım.
Allahü teâlâ ben kulunun kavline muvâfık şu âyet-i kerîmeyi inzâl buyurdu: (Münâfıklardan ölen kimselerin nemâzını kılma. Kabri üzerinde
durma. Çünki onlar, Allaha ve Resûlüne îmân etmeyip, münâfık olarak öldüler.) [Tevbe sûresi 84.cü
âyet-i kerîmesi meâli.] Resûl-i ekrem
hazretleri bu âyet-i kerîmeden sonra, hiçbir münâfık üzerine nemâz kılmadı.
Kabri üzerine durmadı. Ya’nî, ey benim Resûlüm! Düâ etme ki, eğer düâ etsen,
icâbet etmesem, senin şânına noksanlık olur. Eğer icâbet etsem benim hikmetime
lâyık olmaz. Kıyâmet gününde ben derim ki, ey benim Resûlüm! Sen şefâ’at eyle,
tâ ki, ben bağışlayayım. Eğer şefâ’at etmez isen, senin haşmetine uygun olmaz.
Eğer rahmet etmesem benim keremime naks olur. Sen şefâ’at et. Tâ ben
bağışlayayım.
7– Diğer
bir âyet-i kerîme şudur: Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem”, Âişe-i Sıddîka “radıyallahü teâlâ anhâ” hakkında,
hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” ile meşveret etdi. Buyurdu ki, yâ Ömer!
Sen hazret-i Âişe hakkında söylenenlere ne dersin. Hazret-i Ömer “radıyallahü
teâlâ anh” dedi ki, yâ Resûlallah! Bir dahâ bu sözü dinlemeyiniz. (Bu büyük bir
iftirâdır.) Bu sözü söylemek ve kalbine getirmek kimsenin haddi değildir.
Hazret-i Âişe pâk ve pâkizedir. Onlar ehl-i îmândır. Allahü teâlâ hazretleri,
hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” kavline uygun bu âyet-i kerîmeyi inzâl
buyurdu: (Onu işitdiğinizde, niçin bize o sözü
söylemek yakışmaz! Yâ Rabbî! Seni tenzîh ederiz. Bu Server-i âlemin hanımına
atılan büyük bir iftirâdır, demediniz!) [Nûr sûresi 16.cı âyet-i kerîme meâli.]
8– Diğer
bir âyet-i kerîme şudur: Allahü tebâreke ve teâlâ Âdem safîyullahın “alâ
nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” zürriyyeti şânında bu âyet-i kerîmeyi
irsâl buyurdu: (Biz insanı (Âdemi) muhakkak ki çamurun hulâsasından yaratdık. Sonra,
Âdemin neslini sağlam
bir yerde (rahîmde) bir nutfe (az bir su) yapdık. Sonra, o nutfeyi
kan pıhtısı hâline getirdik. Ondan sonra, kan pıhtısını bir parça et yapdık. O
et parçasını da kemikler hâline çevirdik. Kemiklere de et giydirdik. Sonra, ona
başka bir yaratılış (rûh) verdik. Bak ki, şekl verenlerin en güzeli olan
Allahın şânı ne kadar yücedir.) [Mü’minûn sûresi oniki, onüç,
ondördüncü âyet-i kerîme meâlleri.] Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ
anh” bu âyet-i kerîmeyi okudu. Hayretde kaldı. (Kudreti ve hikmeti sebebi ile
Allahü teâlânın şânı büyükdür. Kudretlilerin en güzelidir) dedi. Hazret-i
Ömerin buyurduğu gibi, âyet-i kerîme indi.
Bu zikr
etdiğim âyet-i kerîmeleri Kur’ân-ı azîmüşşân tefsîrlerinden, kudretim yetdiği
kadar aldım. Bundan sonra o haberleri zikr edelim ki, hocalarımızdan ve
üstâdlarımızdan işitdik. İnşâallahü teâlâ.
Ellialtıncı Menâkıb: Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hakkındaki hadîs-i şerîfler.
1– Ebû
Hüreyreden “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet olunur. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu: Kıyâmet günü dîn-i
islâm mahşere güzel sûretde ve süslenmiş olarak gelir. Hak Sübhânehü ve teâlâ
hazretleri bu durumu bilir iken, sorar ki, sen kimsin. İslâm der ki, yâ ilâhel
âlemîn! Ben islâmım. Allahü teâlâ buyurur. Bunu Cennete iletin. İslâm der ki,
yâ ilâhel âlemîn. Beni azîz tutup, ikrâm eden kimseleri, azîz tutup, ikrâm
etmedikçe, bana yardım edenlere yardım etmeyince ve bana yer verenlere, yer
vermeyince, ben Cennete gitmem. Allahü teâlâ emr eder ki, var o kimseleri getir
ki, seni azîz tutmuşdur. Ve sana nusret etmişdir. O vakt islâm gelip, halkın
safları arasında gezer. O sırada Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini
görüp, elinden tutup, seslenir (bağırır) ve der ki, İlâhî! Bu o kimsedir ki,
beni herkesin sürdüğü zemân, bana kendi yanında yer veren, kabûl eden, azîz
tutandır. Halk beni o vakt red etdiler. Bu kimse bana nusret [yardım] etdi.
Halk beni kendilerinden uzak etdiler. Bu zât beni azîz etdi. O vakt halk beni
zelîl etdiler. Allahü tebâreke ve teâlâ buyurur: Onu Cennete ilet. İslâm der
ki, yâ Rabbel âlemîn! Tâ kıyâmete dek, her
kim (hazret-i Ömeri sever) beni
sever, onları da Cennete iletmeyince bunu iletmem. Allahü teâlâ ve tekaddes
kabûl buyurur. Öyle yap! İslâm mahşerde safların arasında dolanır. Her kim ki,
hazret-i Ömeri sever. Onun elini tutup, hazret-i Ömer ile Cennete iletir.
2– Ömer
“radıyallahü teâlâ anh”, Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden rivâyet eder. Buyurdu: Yâ Ömer! Cebrâîl
“aleyhissalâtü vesselâm” benim yanıma geldi. Dedim, yâ Cebrâîl! Bana, Ömer bin
Hattâbın göklerdeki fazîletinden haber ver. Dedi ki, yâ Muhammed “sallallahü
aleyhi ve sellem”! Ömerin göklerdeki fazîletlerinden ve menâkıbından eğer sana
haber verirsem, hazret-i Nûh alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâmın ömrünce
ki, kavmi yanında bin seneden elli sene eksikdir, henüz fazîletlerini söylemeğe
kâdir olamam. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri buyurur: (Korkunuz!
Ömerin hışmından ki, o gadablı olunca, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri
ondan ötürü gadablı olur.)
3– Sa’îd
bin Cübeyr, İbni Abbâsdan “radıyallahü teâlâ anhüm” rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurur ki: Cebrâîl aleyhisselâm benim yanıma geldi ve dedi ki:
Allahü tebâreke ve teâlâ ve tekaddes hazretleri buyurdu ki, Ömere benden selâm
et! Ona haber ver ki, Onun rızâsı benim hükmümdür. Onun hışmı benim adlimdir.
4–
Gudayf bin Hâris “radıyallahü anh” rivâyet eder. Bir genç, Ebû Zer-i Gıfârînin
“radıyallahü anh” yanına geldi. Ebû Zer hazretleri o gence dedi ki, benim için
Hak Sübhânehü ve teâlâdan istigfâr et, afv edilmemi iste. O genç dedi ki, yâ
Ebâ Zer! Sen hazret-i Resûlullahın “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” sohbetinde bulunmuşsun. Ben senin nasıl afv olunmanı
isterim. Ebû Zer; “olsun, iste” dedi. Genç dedi, bana haber ver ki, ben de ne
hayrlı işâret gördün ki, benim düâmı ve istigfârımı istersin. Ebû Zer
“radıyallahü teâlâ anh” dedi ki; Bundan dolayı ki, sen hazret-i Ömerin
“radıyallahü teâlâ anh” önünden geçiyordun. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bu iyi
gençdir, buyurdu. Ben ki, Ebû Zer’im. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretlerinden işitdim
ki, buyurdu: (Allahü teâlâ, doğru sözü, Ömerin dili
üzerine koymuşdur.)
5– Ya’lâ
bin Ziyâd rivâyeti ile, hazret-i Hasen “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Bir
vakt hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” Ebû Zer hazretlerinin elini tutup,
sıkdı. Ebû Zer, elimi bırak, incitdin, yâ islâmın kilidi, dedi. Hazret-i Ömer,
yâ Ebâ Zer, bu söylediğin nasıl bir sözdür. Ebû Zer dedi ki: Yâ Emîr-el mü’minîn,
aklında mıdır (hâtırlar mısın), falan vakt, falan günde ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurdu ki: Eğer aranızda yayılacak fitnelerden korkuyor iseniz,
Ömerin bereketi ile onlar size erişmez. Yâ Ömer, sen islâmın kilidisin.
6–
Hazret-i Enes “radıyallahü teâlâ anh” haber verdi. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Ömerin yüzüne bakıp, güldü ve
buyurdu. Yâ Hattâb oğlu! Bilir misin niçin tebessüm etdim. Hazret-i Ömer
“radıyallahü teâlâ anh”, Allahü teâlâ ve Resûlü bilir, dedi. Se’âdetle buyurdu:
(Ondan dolayı güldüm ki, Allahü teâlâ, Arefe gecesi Arafatda bulunanlara inâyet
nazarı ile nazar etdi. Sana husûsî olarak nazar etdi.)
7–
Âişe-i Sıddîka “radıyallahü teâlâ anhâ ve ebîhâ” hazretlerinin rivâyeti ile, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu
ki: (Meclislerinizi Ömer bin Hattâbı anarak zînetlendiriniz!)
8– Alî
bin Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu. Sâlihler zikr
olunduğu zemân, siz Ömerin zikri ile olun. Zîrâ biz ki, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” eshâbıyız. Hepimiz
sekîne ve ârâmın Ömerin dili üzerine olduğuna, ittifâk etmişiz.
9–
Mubârek bin Fudâle, Hasen “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet
etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” buyurdu: (İnsan oğlundan başkası, kendisi gibi bin kimseden dahâ
kıymetli olamaz. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” ise bin mislinden dahâ
hayrlıdır.)
10–
Huzeyfetebni Yemândan “radıyallahü anh” rivâyet edil-
mişdir. İslâm, hazret-i Ömer
“radıyallahü teâlâ anh” zemânında makbûl kimseye benzer idi ki, yakınlığı
artardı. Ömerden “radıyallahü anh” sonra islâm, arkasını dönmüş kimseye
benzerdi. Uzaklığı artardı.
11–
Abdüllah bin Mes’ûd “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin rivâyeti ile
gelmişdir. Dedi ki: Üç kimsenin firâseti gâyet iyi oldu. a) Mısr azîzinin
firâseti. Hazret-i Yûsüf aleyhisselâm hakkında firâset edip, kendi zevcesine
dedi ki, bunu mükerrem tut. Olur ki, ondan bize menfâ’at erişir. b) Şuayb
aleyhisselâm hazretlerinin kerîmesinin firâseti ki, hazret-i Mûsâ aleyhisselâm
da’vete gelmişdi. Babasına dedi ki, yâ baba. Onu ücret ile tut. Kavî ve
emîndir. c) Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin
firâseti ki, kendinden sonra, hilâfeti hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerine verdi ki, onda adâlet fehm etdi. Bir gün hazret-i Alî bin Ebî
Tâlib “radıyallahü teâlâ anh” dışarı çıkdı. Üzerinde çok güzel bir elbise
vardı. Bu elbiseyi bana kardeşim, dostum, sâdıkım ve safiyyim Ömer bin Hattâb
“radıyallahü teâlâ anh” giydirdi, buyurdu.
12– Ebû
Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu: (Eğer benden sonra Allahü teâlâ Peygamber gönderse idi,
Ömeri gönderirdi. Allahü tebâreke ve teâlâ iki melek ile ona kuvvet vermişdir.
Bunlar ona kuvvet verir. Ondan bir hatâ meydâna gelecek olsa, ondan
döndürürler. Doğrusunu yapdırırlar.)
13–
Abdüllah bin Ömer “radıyallahü anhümâ” rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurdular ki: (İnsanlar birşey söyledi.
Ömer de o husûsda bir şey söyledi. Ömerin kavline muvâfık olarak Kur’ân-ı
azîmüşşân nâzil oldu.)
14–
Ubeyy bin Kâ’b “radıyallahü teâlâ anh” rivâyeti ile gelmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri
buyurdular ki: (Benden sonra, Allahü teâlânın
müsâfeha etdiği, ya’nî yakın olduğu kimse, Hattâb oğludur. O kimse, Hak
sübhânehü ve teâlânın kudreti ile elini tutduğu, feryâdına erişdiği, selâm
verdiği, Cennetine koyduğu kimsedir. O Ömer bin Hat-
tâbdır. Bu makâmda
yakınlık mekân ile olmaz. O yakınlığı Allahü teâlâ ve ben bilirim. Ona bir
kerâmet ve bir ni’met verir ki, başkalarına bu mertebe ve yükseklik olmaz.)
15– Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri; (Şeytân Ömeri gördüğü vakt, Ömerin “radıyallahü teâlâ anh”
heybetinden yüzü üzerine düşerdi) buyurdu.
16– Fadl
bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyet etmişdir. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Ömer bin Hattâb
benimledir. Ben Ömer bin Hattâb ileyim. Benim vefâtımdan sonra, Hak sübhânehü
ve teâlâ Ömer iledir. Her nerede olursa olsun, Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretlerinin hıfz ve emânında olur.)
17–
Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu
ki: (Ömerin müslimân olduğu gün, Cebrâîl aleyhisselâm benim üzerime nâzil oldu.
Ömer bin Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” müslimân oldu diye meleklerin birbirine
müjde verip, şâd olduklarını, bana haber verdi.)
18– Enes
bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Yâ Ömer ibnül Hattâb! Sen
benim ümmetim üzerine berekâtsın. Allahü tebâreke ve teâlâ senin şânında
göndermişdir. Nâfile ibâdetlerden, zikr ve Kur’ân-ı kerîm okumağı gündüz
kaçırdıklarını gece, gece kaçırdıklarını gündüz kazâ et.)
Elliyedinci Menâkıb: Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hakkında çeşidli kitâblarda
bildirilen haberleri açıklamakdadır. A’meş, Süfyândan ve Abdüllahdan
“radıyallahü teâlâ anhüm” rivâyet etmişdir. Dediler ki, vallahi Ömerin amelini
terâzînin bir kefesine koysalar, diğer insanların amellerini de terâzînin diğer
kefesine koysalar, Ömerin amelinin ağır geleceğini zan ederiz. Hakîm ârif
Zeynüddîn Alî bin Tâhir kendi tasnîf etdiği kitâbda demişdir ki: Ömer bin
Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki, münâfık o kimsedir ki,
dünyâ onun ümîdi olur. Hatâ ve günâh onun ameli olur. Çok yemîn onun san’atı
olur. Âhıret işlerinde câhil, dünyâ işlerinde zekî olur.
Ömer
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin şefkatı ve rahmeti, mahlûkât üzerine o
mertebede idi ki, Ebûlleys-i Semerkandî (Tenbîh-ül
gâfilîn)de yazmışdır: Ömer bin Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” bir
yaşlı zimmî gördü ki, kapılarda gezip, kapılarda dilenir. Ömer hazretleri
buyurdu ki, ey pîr! Benim sana insâf etmemi istiyorlar. Gençlik vaktinde senden
cizye aldım. Lâyık olan odur ki, bugün seni afv etmeliyim. Afv edip, her gün
kendinin ve ıyâlinin [çoluk-çocuğunun] yiyeceğini beyt-ül-mâldan versinler,
buyurdu.
Ellisekizinci Menâkıb: Bir gün emîr-ül mü’minîn Alîyülmürtedâ “radıyallahü teâlâ
anh”, oturmuş, sohbet ediyordu. Söz arasında bir kimse, Ömer “radıyallahü teâlâ
anh” hazretlerini medh etmeğe başladı. Hazret-i Alî buyurdu ki, hangi Ömer?
Allahü tebâreke ve teâlâ Enbiyâ aleyhissalâtü vesselâmdan sonra, Ömere benzer
kul halk etmemiş ve hiçbir babanın ve ananın Ömer gibi oğlu olmamışdır. O
Ömerdir ki, âlimdir. Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin dîninin sınırlarını
bilir. Allahü teâlâ islâmı azîz etdi, onunla adâlet etdi. Böylece kendisi emîn
oldu. İslâmiyyeti bilen fakîhdir. Kendisinden sonra gelen halîfeleri zor duruma
düşürdü. Emîr-ül mü’minîn Ömer “radıyallahü teâlâ anh”, islâm dîninde güzel
âdetler bırakdı. İslâmda ilk kâdî ta’yîn etdi. Şüreyhi kâdî ta’yîn etdi.
Postayı ilk kuran odur. Beyt-ül-mâl binâsı yapdırdı. Zekât ve başka malları
buraya koyardı. Zindanı ilk binâ eden odur. Hudûdullahı icrâ etmek için,
cellâdı o ta’yîn etdi. Mescid ve câmi’leri şehrlerde o tertîb etdi. Serhadları
[sınırları] o vaz’ etdi. Müezzin ve gayrîleri gibi tatavvu’ [hayrlı] iş
işliyenlere ücret verirdi. Îrân toprağı üzerine harâcı o ta’yîn etdi. Cemâ’at
ile, Ramezân ayında terâvîh nemâzını âşikâre kıldı. Resûlullah
terâvîh nemâzı kılardı, fekat âşikâr etmezdi. Allahü teâlânın terâvîh nemâzını
ümmeti üzerine farz edeceğinden ve onların meşakkat çekeceğinden çekinirdi.
Hazret-i Ömerde “radıyallahü teâlâ anh” bu mertebe yükseklik var idi ki,
adâletin, heybetin, siyâsetin, gayretinin sesi ufuklara yayılmış iken, bir
zerre kibr ve ucb kendi nefsinde yokdu. Kendini cümleden aşağı görürdü. Kendi
eli ile yapdığı işleri kimse gücü yetip, yapamadı. Kesb ederdi [çalışır idi].
Der idi ki, ey müslimânlar, kesb edin [çalı-
şın], başkaları üzerine yük
olmayın. Pazarda, çoluk-çocuğumun nafakasını te’mîn etmek için çalışırken
öldüğüm yer, bana en sevimli yerdir. Elinizi kesbden kaldırıp da [çalışmayı
bırakıp da] Allahü teâlâ rızkımı verir demeyiniz. Allahü teâlâ gökden altın ve
gümüş göndermez. Âdet-i kerîmesini değişdirmez. Cümle mubâhları gözler önüne
sermişdir. Vera’ ve takvâsı o mertebede idi ki, sadaka südünden bir içim
hazret-i Ömere süt verdiler. İçdi. Sonra anladı ki, buna lâyık değil idi.
Parmağını boğazına sokdu. O südü kay etdi. O kadar zorluk ve mihnet çekdi ki,
mubârek rûhu bedeninden ayrılıyor diye korkdular. Sonra, yâ Rabbî damarlarımda
kalıp da çıkaramadıklarımdan sana sığınırım, buyurdu.
(Kimyâ-i se’âdet)de, hüccet-ül islâm imâm-ı Muhammed Gazâlî “rahimehullahü
teâlâ” nakl buyurmuşlar: Bir vakt, Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin
harem-i şerîflerine, ganîmetden misk getirmişlerdi. Kendi ehline [hanımına]
buyurdu ki, bu miski satıp, dervişlere sarf edelim. Bir gün se’âdethânesine
girdi. Hâtununun sandığından misk kokusu duydu. Buyurdu ki, bu ne kokusudur.
Hâtunu dedi ki, miski satarken elime kokusu sindi. Sandığa dokundum. Ömer
“radıyallahü teâlâ anh” o sandığı alıp toprağa o kadar sürdü ki, aslâ kokusu
kalmadı. Sonra hanımına verdi. Bu kadara müsâmaha gösterilebilirdi. Lâkin Ömer
“radıyallahü teâlâ anh” bundan murâdı şu idi ki, küçük zararlara göz yumarak,
büyük zarara yakalanmayalar. Veyâ harâm korkusundan bir halâli terk etmiş olup,
müttekîler sevâbını bulmak için yapılmış olur. [(Se’âdet-i
Ebediyye) kitâbının 607.ci sahîfesine bakınız!]
Ellidokuzuncu Menâkıb: Tefsîrde gelmişdir. Hazret-i Ömer bin Hattâb “radıyallahü
teâlâ anh” minber üzerinde buyurdu ki, hanımların mehrinde ifrât etmeyiniz
[ya’nî fazla mehr ta’yîn etmeyiniz]! Eğer bu dünyâda ikrâm olsa idi veyâ Allahü
tebâreke ve teâlâ katında harâmdan sakınmak olsa idi, ona uyacak kimse, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri olurdu. Hâlbuki, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hiçbir hâtununa ve kerîmelerinden birine
oniki buçuk vakıyye gümüşden ziyâde mehr kesmedi ki, her vakıyyesi kırk dirhem-
dir. Temâmı beşyüz dirhem olur. Bu
sözü söyledikleri vakt, söz sâhibi olan bir hâtun, ayak üzerine kalkıp, dedi
ki, Allahü teâlâ bize kırba dolusu mehr verir. [Kırba: Saka tulumu demekdir.]
Meâl-i şerîfi, (Sizden biriniz, hanımını fuhşdan
başka bir sebeble boşayıp, başka bir hanım aldığında, önceki hanıma mehr olarak
verdiği çok fazla mikdârdaki malı geri almasın)
olan Nisâ sûresi 19.cu âyet-i kerîmesinde,
kadınlara çok ihsân, çok mal verileceği beyân buyurulmakdadır. Hâlbuki Hattâb
oğlu geri almak ister; dedi. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” dinde ve emânında
büyüklüğünden ve insâfından, bu sözü işitdi. Anladı ki, o kadının söylediği
söz, doğrudur. Hak sözü kabûl edip ve insâf edip, buyurdu ki, (Bütün insanlar
Ömerden iyi bilir. Bu kadın doğru söyledi. Ömer hatâ etdi.)
Ömer
“radıyallahü teâlâ anh” bir gün buyurdu ki, ey kadınlar, başınızı kaldırın.
Kendi hâllerinize bakın. Hakîkatde yol âşikâre oldu. [gidilecek yol bellidir.]
Zinhâr halk üzerine yük olmayınız. Ya’nî kesb ediniz. Kimseye muhtâc olmayınız.
[Dînimize uygun şeklde kesb ediniz.] Yine Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu
ki, her kim ki, dinde fakîh değildir, bizim pazarımızda alış-veriş etmesin.
Çünki, fâize düşüp, sıkıntı çeker. [Ya’nî, alış-veriş ilmini bilmiyen,
alış-veriş yapmasın!]
Altmışıncı Menâkıb: Emîr-ül mü’minîn Ömer bin Hattâb “radıyallahü teâlâ anh”
hazretleri halîfe oldukları vakt, Hâlid bin Velîd “radıyallahü teâlâ anh”
serasker, ya’nî başkomutan idi. Onu azl edip, Sa’d bin Ebî Vakkâs “radıyallahü
teâlâ anh” hazretlerini onun yerine serasker ta’yîn etdi. Bir zemân sonra, Sa’d
“radıyallahü teâlâ anh”, Kûfede bir serây binâ etmek arzû etdi. Serây yapacağı
yerin bir tarafı bir mecûsînin evine bitişik idi. Sa’d “radıyallahü teâlâ anh”,
mecûsîyi çağırıp, dedi ki, o evi bana sat. Sa’d çok para verdiği hâlde, mecûsî
satmadı. Hâzır olanlar, dediler ki, bu mecûsiye bu kadar ricâ etmeğe ne lüzûm
vardır. Sen o evi al ve behâsını da ver. Mecûsî de bunu işitip, korkdu ki, Sa’d
böyle yapacak. Evine varıp, hanımına dedi ki, ne tedbîr alalım. Hanımı dedi ki,
onların bir emîrleri var ki, ona emîr-ül mü’minîn Ömer derler. Kalk onun yanına
varıp, Sa’dı şikâyet et. O emr buyurur, Sa’d elini senden çeker. Mecûsî de
kalkıp, Medîne-i Münevvereye
vardı. Sordu ki, Emîr-ül mü’minîn serâyı nerededir. Dediler serâyı yokdur.
Kendisi dışarıya, sahrâya çıkmışdır. O mecûsî sâir emîrler gibi şehr hâricine
avlanmaya gitmişdir zan etdi. Şehr hâricine çıkıp, etrâfı gözetip, hangi
tarafından haşmetle ve hizmetkârları ile gelecek diye bakdı. Hiçbir tarafdan
bir toz eseri dahî kalkıp görülmedi. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” ise,
kamçısını başının altına koyup, toprak üzerinde uyumuş idi. O mecûsî onu gördü.
Lâkin onun Emîr-ül mü’minîn olduğunu bilmiyordu. Uyandırdı ve dedi ki, Emîr-ül
mü’minîn hangi tarafa gitmişdir. Hazret-i Ömer buyurdu: Onu niçin soruyorsun
[ne yapacaksın] ve ne istersin. Mecûsî dedi ki, Sa’ddan ona şikâyete geldim. O
evimi kasden ve cebren elimden almak ister. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ
anh” oradan kalkıp, se’âdethânelerine geldiler. Hizmetciye buyurdular ki, bir
parça kâğıd getir, Sa’da bir nâme yazacağım. Hizmetçi aradı, kâğıd bulamadı.
Buyurdular ki, bir parça deri de olursa, getir. Hizmetçi bulamadı. Buyurdular,
bir parça kemik, getir. Bir koyun küreği bulup, getirdi. Üzerine (Bismillâhirrahmânirrahîm.
Yâ Sa’d! Bu nâme sana erişdiği zemân hasmını hoşnûd et. Veyâ kalkıp huzûruma
gel!) diye yazdı. O kürek kemiğini mecûsîye verdi. Mecûsî onu alıp, evine
geldi. Hanımı dedi ki, ne yapdın. Dedi ki, hayret ki, bu uzun yolu gitdim. Bu kadar
meşakkat ile; elime yazılmış bir parça kemik verdiler. Hanımı dedi ki, mâdem ki
getirdin, Sa’da onu götür arz et. Bakalım ne söyler. Mecûsî de kalkıp, Sa’dın
serâyı kapısına gitdi. Sa’d hazretleri nemâzını kılıp, serây kapısında
oturmuşdu. Halk, karşısına saf bağlayıp oturmuşlar idi. Mecûsî kürek kemiğini
Sa’dın karşısında tutup, durdu. Sa’dın gözü onu gördükde, Emîr-ül mü’minîn Ömer
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin yazısı olduğunu anlayıp, çehresi değişdi.
Dedi ki, her ne ister isen bana söyle. Beni Emîr-ül mü’minîn Ömer “radıyallahü
teâlâ anh” hazretlerinin huzûruna çıkarma ki, ben Ömerin siyâsetine tâkat
getiremem. Hemen o mecûsî, aklı başından gidip, düşdü. Bir zemân sonra ayıldı.
Dedi ki, yâ Sa’d! Bana islâmı arz eyle, deyip, müslimân oldu. Evini ona, hüsn-i
rızâsı ile bağışladı. O mecûsîye dediler ki, ne sebeble müslimân oldun. Dedi,
bunların emîrlerini gördüm. Bir köhne hırka örtünmüş. Ve aya-
ğında iç donu yok. Kamçısını başı
altına koyup, toprak üzerinde uyumuş, derviş sûretinde. O şeklde ki, onu
gördüm. O kadar siyâset ve heybet ki, halkın gönüllerinde yerleşmiş olduğunu
gördüm. Kendi kendime dedim ki, bu dinde böyle bir emîr olsun, bu din mutlaka
hak dindir. Anlamalıdır ki, adâlet ne mubârek nesnedir.
Altmışbirinci Menâkıb: Bir gün Ömer “radıyallahü anh” Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin arkasında nemâz kılıyordu.
Resûl aleyhisselâm sûre-i Vennaziat okuyordu. Meâl-i şerîfi (Fir’avn kavmine, ben sizin ulu tanrınızım dedi) olan âyet-i kerîmeyi
okuduğunda, Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin gayret damarı harekete
gelip, mubârek bedeninde tüyleri elbisesinden dışarı çıkıp, (Eğer ben orada
hâzır olaydım, boynunu vururdum) dedi. Nemâz edâ edildikden sonra, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hazretleri
buyurdu ki, (Yâ Ömer, nemâzda konuşdun. Nemâzını kazâ et). Hemen Cebrâîl
aleyhisselâm gelip, Allahü teâlânın emrini erişdirip, buyurdu ki, (Yâ Muhammed!
Ömere nemâzı kazâ et diye söyleme! Biz o nemâzı kabûl etdik. O nemâzı cümle
ümmetin nemâzına berâber etdik ki, biz çok gayretli, sevdiğini kayırıcı
kimseleri severiz.)
Altmışikinci Menâkıb: Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bir bayram günü,
hazret-i Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” huzûr-ı şerîflerine geldi. Mescide vardılar. Sonra yola çıkdılar.
Medîne-i Münevverenin çocukları Server-i kâinâta yapışıp, bayramlık istediler.
Hazret-i Habîbullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki, yâ Ömer!
Beni bunlardan satın al [kurtar]. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri de
gidip, bir parça et ve bir mikdâr hurma ve meyve getirip, çocuklara verdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu
ki, yâ Ömer! Sen beni Mâlik bin Za’rin, Yûsüf aleyhisselâmı aldığından dahâ
ucuza aldın. Mâlik, Yûsüfu birkaç dirheme aldı. Sen beni meyveye ve ete aldın.
Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu: Yâ Resûlallah! Her ne kadar Yûsüf
aleyhisselâmdan ucuz aldım ise de, ondan güzel ve şirinsin. Hazret-i Ömer
“radıyallahü teâlâ anh” bir merd idi ki, onun gölgesinden
iblîs kaçardı. Mısrdaki Nil nehri
kurumuş iken, onun mektûbu ile akdı. Onun kamçısı ile zelzele durdu.
Heybetinden ve onun sesini Medîne-i Münevverede hutbe okurken, Irâkdan
işitdiler. Allahü tebâreke ve teâlâ onun rey’ine uygun âyet-i kerîme gönderdi.
Rıdvân [Cennet meleği] onun evine odun iletdi. Mikâîl aleyhisselâm onun
kokusunu alırdı. İslâm onunla kuvvetlendi. Müslimân olduğu gün, Allahü teâlâ
indinde makbûl olduğu için, Cebrâîl aleyhisselâm onunla oturmuş idi. Aslan onun
yasdığının bekçiliğini yapardı. Onun yükünü çekmekden yer ve gök âciz kalırdı.
Altmışüçüncü Menâkıb: Bir gün Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, se’âdetle otururlardı. Ömer bin
Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri meclis-i şerîfinde hâzır oldu.
Hazret-i Server-i âlem buyurdu ki, (Yâ Ömer, bana ilâhî emr gelmişdir ki,
adâlet nûrunu, Ömer bin Hattâba ver. Şimdi sana verdim. Cihânda adâlet etmek
senin nasîbindir.) Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin bu
dünyâdan göç etmek vakti yaklaşdı. Bir vasıyyetnâme yazdı. Halîfe olacak şahsın
nâmını yazdı. Yerini açık koydu ki, kimse incinmesin. Abbâs bin Abdülmuttalib
“radıyallahü teâlâ anh” hazretleri işitdi ki, halîfenin adının yeri açık
kalmışdır. Ebû Bekrden sonra ihtilâf vâki’ olur diye, varıp, vasıyyetnâmeyi
istedi. Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” ismini o açık yere yazdı. Sonra Sıddîk-ı
ekberin aklı başına geldi. Abbâs hazretlerine dedi ki: Vasıyyetnâmeyi getir. O
da getirdi. Aldı, bakdı. Buyurdu ki, o açık yeri göreyim. Abbâs “radıyallahü
anh” buyurdu ki: Ben küstâhlık etdim; yâ halîfe-i Resûlallah! Ömer adını açık
yere yazdım. Sıddîk hazretleri şâd olup, buyurdu ki, Elhamdülillah, benim de
murâdım, bu idi. Eshâbdan ba’zıları gelip, dediler ki, niçin böyle etdin. Ömer
bin Hattâb sert tabî’atlı kimsedir. Allahü tebâreke ve teâlâ huzûrunda, Ömeri
müslimânlar üzerine getirdiğinden dolayı, ne huccet getirirsin. Sıddîk
“radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Beni kaldırın, oturtun. Oturup, buyurdu ki,
eğer Hak Sübhânehü ve teâlâ, benden niçin Ömeri halîfe etdin diye süâl
buyurursa, ben cevâb veririm ki, yâ ilâhelâlemîn. O gün yeryüzünde, Ömerden
âdil kimse bulamadım. O sebebden Ömeri halîfe ta’yîn etdim. Sonra Ömer “ra-
dıyallahü teâlâ anh” hilâfet
makâmına oturdu. Etrâfdan insanlar gelip, sorarlardı emîr kimdir diye. Kurt
koyun ile berâber su içip, dolaşır, hiç ziyân etmez. Ömer “radıyallahü teâlâ
anh” o kadar âdil davrandı, adâlet gösterdi ki, müslimânlar maksadlarına
kavuşdular. Dul kadınlara suyu kendi çekerdi. Ve unu kendi satın alırdı ve
kendi götürürdü. Hammallara yardım ederdi. Der idi ki, bir mikdâr yol ben
götüreyim ve bir mikdâr sen götür. Köle ve câriye su çekmekden veyâ un
öğütmekden âciz kalmış ise, yardım ederdi. Geceleri Abdürrahmân bin Avf ile
berâber şehri dolaşıp, bekçilik ederdi. “Radıyallahü teâlâ anhümâ”.
Altmışdördüncü Menâkıb: Abdürrahmân bin Avf “radıyallahü teâlâ anh” der ki, ben
hazret-i Ömerden acâiblikler gördüm. Dediler, ne gördün. Buyurdu ki, hayâtda
olsa, ben söylemeğe kâdir olmazdım. Birisi odur ki, her gece ikimiz şehri
dolanırdık. Bir mahalle varırdık. Ömer bana der idi ki, sen burada dur. Ben de
muhâlefete kâdir olamayıp, dururdum. Varıp, bir zemândan sonra, gelirdi. Süâl
etmeğe de cür’et edemezdim. Vefâtlarından sonra bir gece o mahalleye varıp, bir
ev içine girdim. Bir ihtiyâr kadın gördüm. Kendi kendine acabâ ne oldu ki, Ömer
bu gece gelmedi, diyordu. Ben dedim, ey hâtun! Ömer dünyâdan göçdü. Kadın bunu
işitince, bir âh çekip, bayıldı. Sonra aklı geri geldi. Dedi ki; ey Allahım!
Bana yardımda bulunan Ömeri afv et. Ona dedim ki, ne yardım ederdi. Gündüz
vakti üzerimi kirletirdim. Onu dışarı atardı. Kirlenmiş elbisemi yıkardı. Beni
temizlerdi. Bana yiyecekden ne nesne gerek ise, getirirdi. Dedim, ey hâtun! Ben
de Ömerin yâriyim. Eğer o gitdi ise ben sağım. Ben Ömerin yapdığı işleri
yapayım. Beni çağırıp, dedi ki, Ömerin yerini kim tutabilir. Eğer Ömerin yâri
isen, bana düâ eyle, yardım et. Hemen başını yukarı tutup, dedi ki, yâ ilâhel
âlemîn! Ben o hastalığı Ömerin yardımı ile çekerdim. Ömer gitdi. Benim rûhumu
kabz eyle ki, ben Ömersiz ömr istemem. Bunu dedi, o sâat düâsı makbûl olup,
dünyâdan göç etdi. Ben ağladım. Techîz ve tekfînini yapıp, defn eyledim.
Altmışbeşinci Menâkıb: Yine Abdürrahmân bin Avf “radı-
yallahü teâlâ anh” buyurdu.
Hazret-i Ömer bir gece bir tulumu su ile doldurup, arkasına almış, Medîne-i
Münevvere köylerine giderken yorulmuş. Ben dedim ki, ey emîr-el mü’minîn,
yorulmuşsunuz! Bana ver, biraz da ben götüreyim. Buyurdu ki, eğer bugün sen
benim tulumumun yükünü götürür isen, yarın benim günâhımın yükünü kim götürür.
Dedim, senin ne yükün var ki, sen Resûlullahın
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” yolu üzerine yürüyorsun. Buyurdu ki, ben Resûlullah hazretlerinin dostu o zemân olurum ki, bu
hilâfetden başabaş kurtulayım. [Ya’nî zararsız olarak kurtulur isem, Resûlullahın dostu olurum.] Dünyâdan göç etmezden
evvel böyle buyururlar idi.
Oğulları
Abdüllah “radıyallahü teâlâ anhümâ” babasının vefâtlarından bir sene sonra onu
rü’yâda görmüş. Sabâhleyin başı açık dışarı gelip, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin mescid-i şerîflerine vardı.
Seslenip, dedi ki, ey Sahâbîler, toplanın. Babamın selâmını size getirdim.
Hepsi toplandılar. Orada Abdüllah hazretleri buyurdu. Dün gece babamı rü’yâda
gördüm. Dün geceye kadar, babamın âhırete göç edişi bir sene oldu. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerine babamı rü’yâda göreyim niyyeti ile salevât getirirdim. Fekat,
göremezdim. Tâ dün gece gördüm. Babamın yüzü değişmiş. Dedim, ey baba! Bu ne
hâldir. Senin yüzünün rengi kırmızı idi. Dedi, ey oğul, şimdi kurtuldum. Şimdiye
kadar muhâsebede idim. Dedim. Ey baba, nasıl muhâsebe [hesâb] olundun. Hesâbın
biri bitmeden biri başlıyordu. Hâl bir yere erişdi ki, beyt-ül-mâla âid sadaka
develerinin bir yuları var idi. Birçok yerden bağlamışdım. Artık deveye takacak
yeri kalmamışdı. Dışarı atmışdım. Cenâb-ı Rabbil âlemînden azarlayıcı hitâb
geldi ki, niçin o yuları atdın. Müslimânların malını zâyi’ etdin. Ey baba, bu
itâbdan ne sebeble kurtuldun. Dedi ki, ey oğul! O mektûb sebebi ile ki, sana
demişdim. Bu mektûbu benim kefenim arasına koy. O mektûb şu idi. Bir gün Hasen
ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretleri babamın yanına geldiler. Selâm
verdiler. Oturdular. Babam, müslimânların işi ile meşgûl idi. Selâmlarını
işitmedi. Sonra işi bitdi. Buraya gelin. Onlar dediler, biz selâm verdik. Babam
dedi, işitmedim. Babam kalkdı. Onların yanına vardı. Onların ikisi de ayağa
kalk-
dılar. Babam ikisinin de elini
öpdü. Hazîne ile meşgûl olan hizmetkâra buyurdu ki, iki kaftan getir. Her
birini birine giydir. Onlardan sonra özr dileyip, dedi ki, bizden râzı olun ki,
bilmedik, kusûr etdik. Hasen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ”, babalarının
huzûrlarına vardılar. Dediler ki, Emîr-ül mü’minîn Ömer bize hil’at verdi
[elbise verdi]. Hazret-i Alî “radıyallahü anh” çok memnûn oldu.
Nükte: Her
kim babalarının gönlünü almak isterse, evlâdına iyilik eyleye ki, babalarının
gönlünün meyvesi, evlâddır. Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, geri
Emîr-ül mü’minînin huzûruna gidiniz. Söyleyin ki, bizim babamız der ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinden işitdim. Resûlullah buyurdu ki, (Ömer hayâtda iken, islâmın nûrudur. Dünyâdan gidince de
Cennet ehlinin çirâğıdır.) Hasen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ
anhümâ” geldiler, haber verdiler. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” dedi
ki, siz ikiniz de onu babanızdan işitdiniz mi? Dediler, evet. Hazret-i Ömer
oğluna dedi ki, yâ Abdüllah! Divit ve kalem ve kâğıd getir. Hasen ve Hüseynin
“radıyallahü teâlâ anhümâ” babaları Alîden “radıyallahü anh” işitdikleri ve
onun Resûlullahdan “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” (Ömer hayâtda iken islâmın nûru, dünyâdan
gidince de Cennet ehlinin çirâğıdır) buyurduğunu ve üçünün
şehâdetlerini yaz. Üçünün de şehâdetlerini yazdılar. Sonra, oğluna: Ey
Abdüllah! Bunu, ben vefât edince, kefenim arasına, göğsüm üzerine koy ki,
zarûret mahallinde [zor durumda kalınca] imdâdıma yetişsin, buyurdu.
Altmışaltıncı Menâkıb: Bir gün hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” Medîne-i
münevverede gidiyordu. Bir ihtiyâr kadın yol kenârında durmuş idi. Bir başka
kadın ona dedi ki, içeri gir, emîr-ül mü’minîn Ömer gidiyor. Acûze (ihtiyâr)
kadın, başını dışarı çıkarıp dedi ki, kimdir, emîr-ül mü’minîn. Bir merd idi
ki, ona dün Ömer derler idi. Bu gün emîr-ül mü’minîn mi oldu. Ömer “radıyallahü
teâlâ anh” hazretleri o sözü işitdi. Geri döndü, dedi ki, Ömeri Ömere gösteren
o kadın kimdir. Ömerin kendini tanımasına, anlamasına sebeb oldu. Ondan sonra
hergün o acûzenin [ihtiyâr kadının] kapısına gelirdi ve derdi ki, atı-
lacak çöpün var ise atayım, hizmetin
var ise göreyim. Destin boş ise ver, su getireyim. Zîrâ Ömeri senden gayri
kimse tanımadı.
Altmışyedinci Menâkıb: Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bir gece Medîne-i münevverede
geziyordu. Bir kadın evi içinde kızına dedi ki, kızım bir mikdâr su getir,
südün içine kat. Kızı dedi ki, Emîr-ül mü’minîn nidâ etdirmedi mi bugünden
sonra, süde su katmayınız. Kadın dedi ki, O şimdi burada değildir. Kız dedi,
Ömer burada değil ise, Rabbi buradadır, O görüyor. Ömer “radıyallahü teâlâ anh”
hazretleri onun sözünü işitdi. Evi nişân etdi. Geldi, oğluna dedi ki, senin
için bir kız buldum. Onu sana alayım. Ertesi gün o kadının kapısına geldi. Dedi
ki, kızını benim oğluma ver. Kadın dedi ki, bende o cür’et yokdur ki, bunu
kalbimden geçireyim. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu: Ben o kızdan işitdim
söylediği o sözü ki, hoşuma gitdi. O kızı kendi oğlu Âsım hazretlerine aldı.
Abdül’azîz o kızın evlâdından oldu. Abdül’azîzden emîr-ül mü’minîn Ömer bin
Abdül’azîz hazretleri vücûda geldi. Onun hilâfeti zemânında kurt koyun ile
gezerdi.
Altmışsekizinci Menâkıb: Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bir gece şehri gezerken bir
evden çeşidli sesler işitdi. Ömer hazretleri dama çıkdı. Damdan o eve girdi.
Gördü ki, bir kişi bir kadın ile oturmuş. Orta yerde de şerâb var. Ömer
“radıyallahü teâlâ anh” hazretleri dedi: Niçin Allahü teâlâ hazretlerinin
emrini tutmazsın. Bu kadar günâhın cezâsını çekmiyeceğini mi zan ediyorsunuz! O
kişi çok korkup, dedi ki, yâ Emîr-el mü’minîn! Hiç acele etme ki, ben bir günâh
işledim ise, sen dört günâh işledin. Birincisi, Allahü tebâreke ve teâlâ
buyurdu ki, (Evlere kapılarından giriniz.) Sen damdan girdin. İkincisi, Allahü
teâlâ buyurdu ki, (Evlerinizden gayrî evlere izn alıp, ehli üzerine selâm
vermeyince girmeyiniz.) Sen fermân dinlemeden girdin. Üçüncü; Allahü teâlâ
buyurur: (Tecessüs etmeyiniz.) Sen tecessüs etdin. Dördüncü; Allahü tebâreke ve
teâlâ buyurur, (Sû-i zân etmekden sakınınız.) Sen sû-i zan etdin. Ömer
“radıyallahü teâlâ anh” bunu işitdi. Mubârek gönlüne çok te’sîr etdi. Pişmân
oldu. Onun keffâretine bir köle âzâd etdi. Ömer “radıyallahü
teâlâ anh” hazretlerinin adâleti
ve siyâseti bereketi ile, o kişi de tevbe edip, iyiler zümresinden oldu.
Altmışdokuzuncu Menâkıb: Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri bir gün, mescidde
mubârek başını koyup, tam yatacakdı. Tam o sırada bir kara köle, seslenip,
dedi: Kalk, yâ Emîr-el mü’minîn. Önce bana insâf eyle. Rabbil âlemîn kıyâmet
günü benim hakkımı senden alır. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” acele
kalkıp, onun sözü gönlüne fazla te’sîr etdi. Buyurdu ki: Ne iş yaparsın. Yardım
edeyim. O köle dedi ki, ben düşkün bir kişiyim. Elbisemi yıkayasın ve
temizleyesin. Mübtelâlara (düşkünlere), dervişlere, hastalara yardım etmek
senin üzerine vâcibdir. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” dedi: Evet, Hak senin
elindedir. Ne buyurur isen öylece yapacağım. O kendi esvâblarını çıkardı ve
dedi; yâ Emîr-el mü’minîn! Sen esvâbını bana ver; giyineyim ki, çıplaklığa sabr
edemem. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri esvâbını çıkarıp, ona verdi.
Kendi beline bir peştemâl bağladı. Kölenin elbisesini yıkadı. Ondan özrler
diledi. Ona taltîf gösterdi. Yumuşak sözler ile halâllik diledi. Köle dedi, yâ
Emîr-el mü’minîn, eğer sana acımasam, halâl etmezdim. Sen bilirsin ki, kıyâmet
gününde, şarkdan-garba müslimânların çıplakları ve açları ve za’îfleri ve
fakîrleri ve mübtelâları haklarından seni süâl ederler. Allahü teâlâ hazretleri
bunlar haklarından sana süâl eder, sen ne cevâb verirsin. Ömer “radıyallahü
teâlâ anh” çok ağladı. Yine köleden özrler diledi. Gönlünü hoş etdi. Kendi
elbisesini ona bağışladı. Ağlıyarak geri döndü. “Radıyallahü teâlâ anh”.
Yetmişinci Menâkıb: Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin zemânında bir
kervân, bir gece vaktinde Medîne-i münevvereye geldi. Kervândakilerin hepsi
kâfir idiler. Konakladıkları gibi hepsi uyudular. Zîrâ yorulmuşlardı.
Develerini ve yüklerini himâyesiz koydular. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bu
hâlde onları uyumuş gördü. Düşündü ki, sakın olmıya ki, bunların mallarını
çalarlar, ben mes’ûl olurum. Bu endîşe ile Abdürrahmân bin Avfın “radıyallahü
teâlâ anh” yanına vardı. Abdürrahmân bin Avf sordu, yâ Emîr-el mü’minîn! Bu
vaktde ne işe geldiniz. Buyurdu ki, yâ Abdürrahmân! Bir kervâna uğra-
dım. Konmuşlar ve hepsi uyumuşlar.
Korkdum ki, onların malları çalınır. Bana muvâfakat et, varalım, onları
bekleyelim. İkisi, varıp, hıfz edip, beklediler. Sabâh vakti oldu. Ömer
“radıyallahü teâlâ anh” (Es-salât, es-salât), deyip, seslendi. Uyandılar.
Emîr-ül mü’minîn dönüp, se’âdethânelerine geldi. Kervân halkından bir kimse,
Emîr-ül mü’minînin, arkasından gitdi. Bu kimdir ki, bunları sabâha kadar
bekledi. Onu başkalarından süâl etdi. Dediler, o emîr-ül mü’minîn Ömer
hazretleridir. Yeryüzündeki insanların en iyisidir. O kişi de varıp, kervân
halkına haber verdi ki, emîr-ül mü’minîn Ömer kendisi gelip, biz uyurken bizi
beklemiş. Dediler, onun kâfirlere bu derece (mertebe) şefkat ve merhameti
olduğuna göre, müslimânlara ne derecede merhametlidir. Biz anladık ki, onun
dîni hak dindir. Hepsi kalkıp, Ömer “radıyallahü teâlâ anh”, huzûr-ı şerîflerine
varıp, temâmı müslimân oldular.
Yetmişbirinci Menâkıb: Emîr-ül mü’minîn Ömer “radıyallahü teâlâ anh” Selmân-ı
Fârisîyi “radıyallahü teâlâ anh” Fârîs vilâyetine vâlî ta’yîn etdi. Ebû Mûsel
eş’arî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini hâkim ta’yîn etdi. Herbirine
beyt-ül mâldan iki dank ta’yîn buyurdu. [Bir dank, yarım gram gümüşdür.]
Buyurdular ki, beyt-ül-mâldan bir mescid binâ ediniz. Selmân vardı. Emîrlik
işleri ile uğraşmağa ve mescid binâ etmeğe başladı. Ebû Mûsel eş’arî başka bir
yerde oturup, müslimânlar arasında hükm etmeğe başladı. Selmân kendi ücretinden
iki dank aldı. Bir dankı ile Şâmî kilim aldı. Zîrâ illeti [hastalığı] vardı. Şâm
yapısı o kilim hastalığa fâideli idi. Bir danka iki arpa ekmeği aldı. Yemekden
sonra, kendi kilimini döşeyip, üzerinde bir mikdâr uyudu. Ebû Mûsel eş’arî,
Emîr-ül mü’minîn katına mektûb yazdı. Yâ Emîr-el mü’minîn! Selmân, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
yaşayışını ve Eshâb-ı güzînin “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hâllerini
bırakıp, çeşidli nefîs yemekler ile meşgûl olur ve yumuşak eşyâ üzerinde uyur.
Müslimânların işleri ile meşgûl olmaz. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” o mektûbu
okudu. Bir kimse gönderip, Selmânı azl etdi. Geri yanına çağırdı. Selmân
Medîne-i münevvereye geldi. Ehâli karşılamaya çıkdı. Hazret-i Ömer de
karşılamaya çıkdı. Selmân-ı Fârisî “radıyallahü teâlâ anh” hazret-i Ömeri
“radıyallahü teâlâ anh” gö-
rüp, deveden indi. Yanına varıp,
müsafehâ etdi. Sonra, Selmân dedi ki: Yâ Emîr-el mü’minîn! Benim hakkımda ne
işitdin ki, beni azl etdin. Hazret-i Ömer iki arpa ekmeğini ve Şâmî kilim
üzerinde uyuduğunu söyledi. Selmân, kendi hastalığını söyledi ve tevbe etdi.
Bir dahâ etmem, dedi. Emîr-ül mü’minîn hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh”
buyurdu: Yâ Selmân! Allahü tebâreke ve teâlânın izzü ve celâli hakkı için, eğer
benim ahvâlimden sen de bir nesne işitdin ise ki, sana mekrûh gelen [uygun
gelmiyen] birşey, bana haber ver, tâ ben de tevbe edeyim. Selmân “radıyallahü
teâlâ anh” dedi: Yâ Emîr-el mü’minîn, işitdim ki, senin iki kaftanın vardı.
Biri eski, biri Cum’a nemâzından dolayı yeni idi. Sen bilirsin ki, bizim
Peygamberimizin hiçbir vakt gömleği iki olmadı. Emîr-ül mü’minîn buyurdu: Yâ
Selmân, bir zemân iki gömlek edinmişdim. Lâkin, birisini fukarâya verdim. Tevbe
etmişdim ve iki elbise kullanmıyacağıma da söz verdim.
Yetmişikinci Menâkıb: Bize bildirilmişdir ki, emîr-ül mü’minîn hazret-i Ömer
“radıyallahü teâlâ anh” Pers [Îrân] vilâyetini feth etdi. Deveden, atdan ve
dirhemden ve koyundan ve sığırdan ve köle ve câriyeden çok mal ve ganîmet
getirdiler. Emîr-ül mü’minîn bütün o ganîmeti taksîm etdi. Kendisine aslâ
birşey alıkoymadı. Se’âdethânelerine gece vakti geldiler. Ev ehli dediler ki,
niçin bizim için iki dirhem getirmedin. Yimek için, bu gece evde hiç ta’âm
yokdur. Hazret-i Ömer buyurdu, ey hâtun! Korkdum o tâifeden olmakdan ki, Allahü
tebâreke ve teâlâ hazretleri kelâmı mecîdinde buyurur: (... Dünyâ hayâtında güzel ni’metleri yiyerek, iyi
işlerinizin sevâbını giderdiniz. Onlar ile istimtâ’ edip, fâidelendiniz,
yeryüzünde kibrlenip, günâh işlediniz. Bugün şiddetli azâb ile
cezâlanacaksınız.) [Ahkâf sûresi 20.ci âyet-i kerîme meâli.] Yine korkdum o
kimselerden de olurum diye. (Dünyâya mağrûr olup,
aldandılar...) ve Hak sübhânehü ve
teâlâ buyurmuşdur: (Sizi dünyâ hayâtı aldatmasın...) ve de kıyâmet günü, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden uzak kalmakdan korkdum,
buyurmuşlardır. Resûlullah, (Ey Allahım! Beni miskîn yaşat. Miskîn olarak öldür. Kıyâmet
günü miskîn olduğum hâlde, miskînler zümresi ile haşr eyle) buyururdu.
Ondan sonra Ömer “radıyallahü anh”
bakdı ki, evde yiyecek yok. Dışarı
çıkdı. Mescide varıp, minbere çıkdı. Yüksek sesle (Essalât) deyip, hutbeye
başladı. Hutbede dedi ki, ey insanlar, kıyâmet korkusu olmasa idi, bu
korkduğunuz işlerden başka işler olurdu. Velâkin, kıyâmet korkusu bizi geri
çekdi. Hevâmıza tâbi’ olmadık. Sonra buyurdu: Bana iki dirhem kim borç verir.
Tâ ki bu gecenin ihtiyâcını göreyim ki, benim evimde bu gece yiyecek bir nesne
yokdur. Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bunu işitdiler. Çok
ağladılar. Sonra Abdürrahmân bin Avf “radıyallahü teâlâ anh” kalkıp, iki dirhem
verdi.
Yetmişüçüncü Menâkıb: Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretleri, Fârîs [Îrân] şehrinin
fethini emîr-ül mü’minîn hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” zemân-ı
şerîfinde müyesser eyledi. O gece hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh”
hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” huzûruna vardı. Gördü ki, acele ile mektûb
yazarlar. Hazret-i Osmân selâm verdiler. Emîr-ül mü’minîn cevâb vermedi.
Mektûbu bitirdi. Çırâğı söndürüp, selâma cevâb verdi. Hazret-i Osmân
“radıyallahü teâlâ anh” sordu: Neden selâmın cevâbını çırâğı söndürdükden sonra
verdiniz. Buyurdular ki, yâ Osmân! Çırâğı müslimânların maslahatları için
ışıklandırdım. Korkdum ki, o zemân selâmını alsam o çırâğ ışığında, kıyâmet
gününde, müslimânlar bana hasm olurlar [haklarını isterler]. Allahü tebâreke ve
teâlâ hazretleri beni ondan süâl edip, ben cevâb vermeğe tâkat getiremem.
Yetmişdördüncü Menâkıb: Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, anâsır-ı erbe’a ki,
su, ateş, toprak, havâdır, emîr-ül mü’minîn Ömer “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerine müsahhar kıldı [Emrine verdi]. Hilâfetleri zemânında, Medîne-i
münevverede bir zelzele vâki’ oldu. Halk korkdular. Hazret-i Ömer “radıyallahü
teâlâ anh” halkı topladı. Minbere çıkıp, hutbe okudu. Hutbede buyurdu ki, ey
müslimânlar! Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretlerinden işitmişim, buyurdular ki: (Yerin
zelzelesi iki şeyden olur. Birisi, zinâ etmekden. Biri, zulm etmekden. Zinâ ve
zulm âşikâre olur ise, yer ona tâkat getiremez. Allahü tebâreke ve teâlâ
dergâhına yalvarır, inler ve sallanmağa başlar. Tâ ki, Allahü tebâreke ve teâlâ
onları helâk eder.)
Şimdi
eğer günâhkâr ben isem, tevbe etdim. Siz de tevbe ediniz. Onlar da tevbe etdiler.
Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” kamçısını yere vurdu. Buyurdu ki, yâ yer!
Sen tevbe edenlerin altında sallanıyorsun. Eğer sâkin olup, karâr kılmazsan,
ben sana bir vururum ki, kıyâmete kadar onu söylerler. Sonra yer sâkin oldu.
Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hayâtda iken, bir dahâ yer sallanmadı;
sâkin oldu, hazret-i Ömere boyun eğdi. Nitekim, hazret-i Mûsâ aleyhisselâma
boyun eğip, Kârûnu yutdu. Rüzgârın müsahhar olması [itâ’at etmesi] ise o
hutbede, yâ Sâriye-el cebel [yâ Sâriye dağa] buyurdukları zemândadır. Bu sesi
Nehâvendde Sâriye “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin işitmesine vâsıl oldu.
Kıssa-i sâbıkada beyân olunmuşdur. Yel [rüzgâr], Süleymân Peygamber
“salevâtullahi alâ nebiyyinâ ve aleyh” hazretlerine de itâ’at etmiş idi. Ateşin
müsahhar olması [itâ’at etmesi] şu şeklde oldu. Yemen yolu üzerinde bir kuyu
var idi. Ona Câh-ı Aden derlerdi. Ateş ile dolu idi. Her kim o kuyu üzerinden
geçse yanardı. Bu haberi emîr-ül mü’minîn hazret-i Ömere “radıyallahü teâlâ
anh” götürdüler. Devlet ve se’âdetle kalkıp, o kuyunun başına vardı. Kamçısı
ile kuyunun üzerine vurdu. Buyurdu ki, Ömerin kamçısından korkmaz mısın ki,
ümmet-i Muhammedi yakarsın. O ateş, o kuyuya girip, gayb oldu. Kıyâmete kadar o
ateş bir dahâ ortaya çıkmaz. Ulemâdan ba’zıları demişler ki, o ateş (Eshâb-ı
Eyke)ye indirilen ateşden kalmışdır. [Eshâb-ül Eyke; Şuayb aleyhisselâmın kâfir
kavmidir.]
Yetmişbeşinci Menâkıb: Bir gün Emîr-ül mü’minîn hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ
anh” dervişlere bahşîş verdi, mal ihsân etdi. Bir kişi bir oğlan çocuğu ile
geldi. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu; Sübhânallah! Bu çocuğun sana
benzediği kadar, birbirine benzeyen kimse görmedim. Muhakkak ki bu oğlan sana
benzer. O kişi dedi ki: Yâ emîr-el mü’minîn! Bu oğlanın acâib ahvâlinden sana haber
vereyim. Ben sefere gitmek murâd etdim. Bunun anası hâmile idi. Bana dedi, beni
bu hâlde koyup, gider misin. Ben dedim ki, karnında olan nesneyi Allahü teâlâ
hazretlerine emânet etdim. Sonra seferden geri geldim. Annesi ölmüş. Bir gece
söyleşirken, karşımızda mezârlıkdan bir ateş gördüm. Süâl etdim ki, bu ateş
nedir? Dediler
bu ateş senin hanımının
kabrindendir. Biz bunu her gece böyle görürüz. Dedim, Sübhânallah! O hâtun
nemâz kılıcı ve oruc tutucu idi. Bu ateş ne hâldir, diyerek vardım. Kabri açıp,
gördüm, bir çırâğ yanar. Bu oğlan onun ışığında oynar. Bir ses işitdim ki,
bana, bunu bize ısmarladın, geri biz sana verdik, diyordu. Ben dedim, ne
olaydı, anası da diri olaydı. Hâtıfdaki ses dedi ki, eğer anasını da bize
ısmarlamış olaydın, bu şeklde onu da geri verirdik.
Yetmişaltıncı Menâkıb: Bundan evvel anlatılmışdı. Emîr-ül mü’minîn Ömer
“radıyallahü teâlâ anh” bekçi yerine, şehri kendi dolanırdı. Nerede bir
noksanlık görür ise, onu tedârik ederdi. Bu kadar ihtiyât ile dâimâ ağlar idi.
Derler idi, yâ Emîrel mü’minîn! Bu kadar korku ve ağlamak neden dolayıdır.
Buyurdu ki, eğer bir koyun veyâ bir keçi Fırat kenârında gezer. Onun
hastalığına ilâc yapmazlar ise, korkarım ki, kıyâmetde onu benden süâl ederler.
O bu kadar takvâ ve vera’ sâhibi idi. Abdüllah bin Amr bin Âs “radıyallahü
teâlâ anh” der ki, hazret-i Ömerin vefâtından sonra, ben dâimâ düâ ederdim ki,
yâ Rabbel âlemîn! Ömer hazretlerini rü’yâda bana göster. Oniki aydan sonra düâm
kabûl olup, rü’yâmda gördüm. Gusl edip, peştemâlini tutunmuş şeklde gördüm.
Dedim, yâ emîr-el mü’minîn! Allahü teâlânın huzûrunda yerini nasıl buldun.
Buyurdu ki, yâ Abdüllah! Sizden ayrılalı ne kadar zemân oldu. Dedim: Oniki ay.
Buyurdu: Şimdiye kadar muhâsebede idim. İşlerimden helâk olmak korkusu var idi.
Eğer, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin rahmeti gazabını aşmasa idi,
çâresiz kalır, mahv olurdum. Şimdi ben ve sen bilelim ki, defterleri günâh ile
siyâh etmişiz. Ben ve sen tâ’at ve hasenâtı rüzgâra vermişiz. Ben ve sen yüz
suyunu Allahü teâlâ ve Resûlü önünde yere dökmüşüz. [Huzûrunda edebsizlik
etmişiz.] Ben ve sen dünyâ malına mağrûr ve meşgûl olup, âhıret hâzırlığı
yapmamışız. Ömer bin Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin hâli böyle
olan yerde ki, dünyâda geçinecek mikdârdan fazla eşyâ tutmazdı, yâ biz âsî ve
şer kulların ve âhıreti dünyâya veren hasîslerin, belki âhıreti bir başkasının
dünyâsına veren düşük kimselerin hâli ne olur.
Yetmişyedinci Menâkıb: Emîr-ül mü’minîn Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri
Ebû Mûsâ-el eş’arî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini Pars vilâyetine vâlî
ta’yîn edip, göndermişdi. Bir müddet sonra bir mektûb yazıp, gönderdi.
Mektûbda: Bilmelisin ki, idârecilerin en iyisi o kimsedir ki, halkı onun sebebi
ile iyidir. Kötü bahtlılar onun ile kötü bahtlıdır. Ve zinhâr yâ Ebû Mûsâ,
elini açık tutup, isrâf edici olma ki, o vakt âmillerin de öyle ederler. Senin
misâlin o hayvan gibidir ki, otu çok yir. Onun semîz olması, boğazlanmasına
sebeb olur. Bir vakt hazret-i Ömer ve Huzeyfe “radıyallahü teâlâ anhümâ”
oturmuşlar idi. Hazret-i Ömer buyurdu ki: Yâ Huzeyfe! Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri münâfıkların sırrını sana
söylemişdir. Bende nifâk eserinden ne görürsün. Huzeyfe dedi ki: Allahü teâlâ
muhâfaza etsin. Sen bunu nasıl söylüyorsun. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden, sende nifâk ile alâkalı
birşey işitmedim. [Ya’nî sende münâfıklık alâmeti yokdur.] Bir vaktde de
oturmuşdu. Vera’ sözünü söylerdi. Sonra buyurdu; harâma ve şübheliye düşerim
korkusu ile yetmiş halâlden el çekdim. (Kimyâ-i
se’âdet)de de nakl edilmişdir ki, emîr-ül mü’minîn Ömer “radıyallahü
teâlâ anh” yedi veyâ dokuz lokmadan fazla yimezdi.
Yetmişsekizinci Menâkıb: Ebû İshak Gülâbâdî (Te’arrüf) kitâbında
demişdir ki, emîr-ül mü’minîn hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh”, Üveys-i
Karnînin “rahmetullahi aleyh” sıfatını Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden işitmişdi. Hazret-i Ömere
“radıyallahü teâlâ anh” söylemişdi, Üveysi görmemişdi. Fekat, Üveysi çok senâ
ederdi. Ömere “radıyallahü teâlâ anh” Üveys hakkında vasıyyet eyledi. Hilâfet
sırası hazret-i Ömere geldi. Arefe gününde halkı Arafatda toplanmış buldu.
Minber üzerine çıkdı. Seslendi: Her kim Irâklı ise ayağa kalksın. Bir mikdâr
halk ayağa kalkdılar. Her kim Yemenli ise, ayrı tarafda otursun. Bir kişi
kalkdı. Emîr-ül mü’minîn o kişiden süâl buyurdu ki; Neredensin. O dedi,
Karndanım. Buyurdu, Üveys-i Karnîyi bilir misin. Bilirim, onu niçin
soruyorsunuz. Hâlbuki, içimizde ondan dîvâne ve fakîr yokdur. Emîr-ül mü’minîn
bunu işitdi ve buyurdu ki,
onu o sebebden isterim ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinden işitdim, buyurdu ki: Kıyâmet günü Râbi’a ve Mudar kabîlelerinin
koyunlarının yünü adedince, Onun şefâ’atiyle benim ümmetimden Cennete girseler
gerekdir. Bu iki kabîle Arabistânda büyük kabîlelerdir. Koyunları çokdur.
Herem
bin Hayyân “rahmetullahi aleyh” der ki: Bunu işitdim. Kûfeye varıp, onu taleb
etdim [aradım]. Tâ Fırat kenârında buldum, abdest alıp, kaftanını yıkardı.
Selâm verdim. Selâmımı alıp, bana bakdı. İstedim ki, elini tutayım. Dedim:
Allahü teâlâ sana rahmet etsin, seni afv etsin, nasılsın. Bana onun
muhabbetinden ve onun hâlinin zaîfliğine acımamdan, bir ağlamak geldi. O da
ağladı. Dedi: Yâ Herem bin Hayyân! Sen nasılsın, yâ benim kardeşim. Sana benim
tarafıma kim yol gösterdi. Ben sordum: Benim adımı ve babamın adını nasıl
bildin, görmemiş iken, nasıl tanıdın. (O alîm ve
habîr ki, hiçbir şey onun ilminden dışarı değildir), bana haber verdi. Benim rûhum senin rûhunu tanıdı.
Mü’minlerin rûhu birbirlerini görmemiş olsalar bile, birbirleri ile âşinâ
olurlar. Dedim, bana Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden bir haber ver, yâdigâr olsun. Dedi:
Benim cânım ve bedenim Resûlullaha “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” fedâ olsun. Ben Onu görmemişim ve Onun hadîsini
gayriden işitmişim. Hadîs rivâyetinin yolunu kendimin üzerine kurulmasını
istemem. Muhaddis ve müftî olmağı ve meşhûr olmağı istemem [sevmem]. Benim bir
meşgûliyyetim vardır ki, ondan gayri ile meşgûl olmam. Dedim; bana bir âyet
oku. Tâ senden işiteyim. Bana düâ ve vasıyyet et. Tâ onunla amel edeyim ki,
seni Allah için çok severim. Benim elimi tutdu. Fırat kenârına götürdü. Dedi;
(E’ûzü billâhi mineşşeytânirracîm) ve ağlayıp, sözlerin en doğrusu Allahü
teâlânın sözüdür. Sonra Dühân sûresi 38.ci âyetinden
42.ci âyetine kadar okudu. (Biz gökleri, yeri
ve ikisi arasındakileri abes olarak, bâtıl olarak yaratmadık. Bu ikisini hak
olarak yaratdık. Fekat çokları bunu bilmezler. Doğrusu hükm günü hepsinin bir
arada bulunacağı gündür. O gün dostun dosta hiçbir fâidesi olmaz. Yardım da
görmezler. Yalnız Allahü teâlânın merhamet etdiği kimseler bunların dışındadır.
O şübhesiz güçlüdür, merhametlidir.) Son-
ra bir bağırdı ki, aklı başından
gitdi ve dedi, yâ Hayyân oğlu! Baban Hayyân öldü. Sen dahî yakındır ki ölürsün!
Yâ Cennete gidersin veyâ Cehenneme! Baban hazret-i Âdem aleyhisselâm öldü ve
Nûh aleyhisselâm öldü. İbrâhîm Halîlullah öldü. Mûsâ kelîmullah öldü. Dâvüd
halîfe-i hüdâ öldü. [Hazret-i Îsâ ölmedi.] Hazret-i Muhammed Resûlullah “aleyhissalâtü vesselâm” öldü. Resûlullahın halîfesi Ebû Bekr öldü. Birâderim
hazret-i Ömer de öldü. Ben, Ömer henüz ölmedi, dedim. Hak Sübhânehü ve teâlâ
bana Ömerin öldüğünü haber verdi. Ben ve sen de öleceğiz, dedi. Salevât
getirip, kısa bir düâ yapdı. Dedi ki, benim sana vasıyyetim odur ki, Allahü
tebâreke ve teâlâ hazretlerinin kelâm-ı azîmüşşânını ve ehl-i sâlih tarîkını
[sâlih kişilerin yolunu] önünde tutasın, ölümü anmakdan bir sâat gâfil
olmıyasın. Kendi kavmine varıp, onlara nasîhat edesin. Onları nasîhatsız
bırakmayasın. Cemâ’atden bir adım ayrılmayasın ki, bilmeden dinden çıkar ve
Cehenneme düşersin. Sonra bir çok düâlar etdi ve dedi: Yâ Herem bin Hayyân!
Bundan böyle ne ben seni görürüm. Ve ne sen beni görürsün. Beni düâ ile yâd et.
Tâ ki, ben de seni düâ ile yâd edeyim. Sen bir tarafa git. Ben de bir başka
tarafa gideyim. İstedim ki, bir sâat onunla gideyim. İstemedi ve ağladı, beni
de ağlatdı. Ardınca bakdım. Sonra bir mahalleye girdi. Bir dahâ ondan haber
alamadım. Ömrümün sonuna kadar hazret-i Ömerin rûhuna hayr düâ ederdim ki, bana
onun tarafına yol gösterdi. Eğer onun irşâdı olmasaydı, ben Üveysi bulup, feyz
alamazdım.
Yetmişdokuzuncu Menâkıb: Emîr-ül mü’minîn Ömer “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerinin bir câriyesi var idi. Adı Zâide idi. Bir gün koşarak Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin huzûrlarına geldi ve dedi ki: Yâ Nebiyyallah! Ben Ömerin evinde
idim. Hamur yapıp, ekmek pişirmek istedim. Odun yok idi. Vardım hurmalığa odun
getirmeğe. Odunu topladım. Bağladım. Getirmeğe kâdir olamadım. Bir at ayağı
sesi işitdim. O hurmalıkda hiç atlı görmemişdim. Bakdım, güzel yüzlü bir atlı
gördüm. Yeşil kaftanlar giymiş. Bana dedi, yâ Zâide! Hazret-i Muhammed
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” nasıldır. Ben dedim, pek iyidir. Cennet ile
müjde verir. Cehennem ile korku verir. Dedi, yâ Zâide! Git,
hazret-i Muhammedin “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” huzûruna, ona benden selâm söyle. Söyle ki, Cennet
Rıdvânı sana selâm eder. Ve der ki, hiç kimse senin Peygamberliğine ve
Resûllüğüne benim kadar sevinen ve hurrem olan kimse olmadı. Zîrâ ki hiçbir
Peygamber ümmeti, onun ümmeti kadar Cennete girmek istemez. Senin ümmetin
kıyâmet günü üç bölük olsa gerekdir. Zâlimler, muktesıdlar ve sâbıklar. Allahü
teâlâ sâbıkları hesâba çekmez. Hesâbsız Cennete gönderir. Muktesıdların hesâbı
kolay olur. Yine Cennete gönderir. Zâlimleri Senin şefâ’atin ile sana bağışlar.
Ümîd ederim ki, senin ümmetinden kimse kıyâmetde, zâyi’ olmaz. Bu üç gürûh,
senin bereketin ile Cennete girerler. Hazret-i Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mubârek başını secdeye koydu ve buyurdu ki,
Elhamdülillah ki, beni dünyâdan âhırete iletmeden, Rıdvânın dili üzerinden,
benim ümmetimin afv olacağını bana müjde verdi. Zâide dedi ki; yâ Resûlallah!
Bundan acâibini söyliyeyim! Ben odunu bağlamışdım. Ağır idi. Götürmeğe kâdir
olamadım. Bana dedi, odunu götüremiyor musun. Dedim, evet, götüremiyorum.
Elindeki kamçısı ile bir büyük taşa işâret etdi ve yâ taş kalk. Bu odunu Ömer
bin Hattâbın evine götür ve sen geri gel, dedi. O sâat o taşı gördüm. Yerinden
kalkarak, koşarak geldi. O odunu yerinden kaldırıp gitdi. Ömerin kapısına
koymuş, geri geldiğini gördüm. Geldi, yerinde karâr eyledi. Sonra o atlıyı
görmedim. Ey kardeşim! Eğer, Ömerin “radıyallahü anh” fazîletlerini bilmek
istersen, onun hizmetçisinin hâline bak! Hizmetçisinin fazîleti böyle olur ise,
kendinin fazîletini kıyâs eyle “radıyallahü teâlâ anh”.
Sekseninci Menâkıb: (Tenbîh-ül gâfilîn)de nakl edilmişdir. Ömer bin
Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine Şâmdan kablar içinde zeytin
getirmişler idi. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri onu taksim ederdi.
Oğlu önünde otururdu. Boş olan kaplara elini sürerdi. Eli yağlı olurdu. O yağlı
elini saçına sürerdi. Ömer hazretleri bakdı. Dedi ki, ey oğul! Saçını yağlı
görürüm. Oğlu dedi: Evet, elim zeytinlerin kabından, saçlarım da elimden
yağlandı. Çabuk oğlunun elinden tutup, hamâma götürdü. Saçlarını yıkatdı.
Buyurdu ki: Oğlum! Bu iş babanın azâb görmesinden kolaydır.
Yine (Tenbîh-ül gâfilîn)de bildirilmişdir. Bir gün bir
kişi Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin huzûruna hanımından şikâyet
etmeğe gitdi. Se’âdethânelerinin [evinin] kapısına vardı. İçeriden bir münâkaşa
sesi geliyordu. O kişi der ki, kulağımla işitdim ki, harem-i muhteremleri
[muhterem hanımları] Ümm-i Gülsüm ona çok sözler söyler. Hazret-i Ömer
“radıyallahü teâlâ anh” ona aslâ karşılık vermez. Susar ve dinler. O kişi kendi
kendine dedi ki, ben isterim ki kendi hanımımdan hazret-i Ömere şikâyet edeyim.
Şimdi o benden de çok elemde ve cefâdadır. Evine gitmek üzere geri dönmüş idi.
Hazret-i Ömer dışarı çıkdı, o kişiyi gördü ki, gidiyor. Ona dedi ki, ne iş için
gelmişdin. O kişi, Yâ Emîr-el mü’minîn! Hanımımdan sana şikâyet etmeğe
gelmişdim. Sizin harem-i şerîfinizde olan nesneyi işitince geri döndüm, dedi.
Hazret-i Ömer buyurdu ki, (Ben onu, üzerimde olan şu haklardan dolayı afv
ederim. Birincisi, benim ile Cehennem arasında perdedir. Nefsim onun ile
harâmdan sâkin olur. İkincisi, evden dışarı giderim, evimin bekçisi olur.
Üçüncüsü, kassârımdır, esvâbımı yıkar. Dördüncüsü, çocuklarımın bakıcısıdır.
Beşincisi, ekmeğimi yapar, yemeğimi pişirir. Onun bu hakları onu azarlamama
mâni’dir.) O merd de dedi ki, doğru söyliyen kişiyi ve doğru giden kişiyi
Allahü teâlâ sever. Benim hanımımın da bu hakları var. Onu rızâm ile afv etdim.
Seksenbirinci Menâkıb: (Mesâbîh)den havz ve şefâ’at bâbının hasen hadîs-i şerîflerinde Enes “radıyallahü teâlâ anh” nakl
etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” buyurdular ki: (Allahü teâlâ bana
ümmetimden dörtyüzbin kimseyi Cennete koyacağını va’d etdi.) Ebû
Bekr “radıyallahü teâlâ anh”, bize ziyâde et yâ Resûlallah, dedi. Buyurdu: İki
elini avuç yapıp, bunun kadar, buyurdu. Yine Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh”
dedi: Bize ziyâde et, yâ Resûlallah! Yine öyle buyurdu. Ömer “radıyallahü teâlâ
anh” dedi: Bizim hepimizi Allahü teâlâ Cennete koymağı irâde etse idi, bir
avuçda koyardı. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” (Ömer doğru söyledi) buyurdular.