İslâm
dîninin birinci göz bebeğidir. Muhammed Mustafânın “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” refîkidir [arkadaşıdır]. Bu ikisinden, ikincisidir. Hazret-i Ebû Bekrin
“radıyallahü teâlâ anh” ism-i şerîfleri Abdüllahdır. Künyesi Ebû Bekrdir.
Babasının adı, Osmândır. Babasının künyesi, Ebû Kuhâfedir. Arablar arasında
künye ma’rûf ve meşhûr olduğundan, künye ile meşhûr olup, nesebi, Ebû Bekr
Abdüllah bin Ebî Kuhâfe ibni Âmir bin Amr ibni Ka’b bin Sa’d bin Temîm bin
Mürredir. Mürre, Resûl-i ekrem “sallallahü
aleyhi ve sellem” hazretlerinin yedinci babasıdır. Şübhesiz o temîz neseb,
yedinci atada cem’ olur (birleşir).
Ebû
Bekrin “radıyallahü anh” ism-i şerîfleri, önceden Abdülka’be idi. Fahr-i âlem
efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” Abdüllah koydular. Peygamberimizin
“sallallahü aleyhi ve sellem” ilk değişdirdiği ism, Ebû Bekrin “radıyallahü
anh” ismidir.
Birinci Menâkıb: Lakab-ı şerîflerinden biri, (Atîk)dir.
Bunun sebebi şu idi. Hazret-i Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
mubârek yüzlerine nazar edip, (Bu, Cehennem
ateşinden atîkdir) buyurdular. Ya’nî, Allahü teâlânın nârından
[ateşinden] azadlı kuludur, demek olur. Bundan sonra, bu lakab ile şöhret
buldu. Bir lakab-ı şerîfleri de (Sıddîk)dır.
Ziyâde [çok fazla] inançlı demekdir. Resûl-i ekrem
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini tasdîk etdiği için, bu ism
verilmişdir.
İkinci Menâkıb: Sıddîk kelimesi, lügatda üç ma’nâya gelir. Birinci
ma’nâsı, gâyet doğru söyleyici demekdir. Bu ma’nâ, (Tâcül-islâm)da
açıklanmışdır. Sûre-i Yûsüfde Sıddîk lafzı, bu ma’nâ ile tefsîr edilmişdir.
İkinci ma’nâsı, kendi kavlini ameli ile [ya’nî yapdığı işi, sözü ile]
doğrulamak demekdir. Üçüncü ma’nâsı, dâimî tasdîk demekdir. Bu iki ma’nâ (Sahîh-i Cevherîye) kitâbında açıklanmışdır.
Emîr-ül-mü’minîn Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine Sıddîk
söylenmesinde,
birinci ma’nâ düşünülse, o cihetle
adlandırılır ki, gâyet doğru söyliyen idi. Demişlerdir ki, hazret-i
emîr-ül-mü’minîn Alî “kerremallahü vecheh” hadîs rivâyetini kimseden yemîn
etmeksizin kabûl etmezdi. Ancak hazret-i Ebû Bekrden “radıyallahü teâlâ anh”
kabûl ederdi. Eğer ikinci ma’nâ ile düşünülse, yine o cihetle adlandırılır ki,
açıkdır. Eğer üçüncü ma’nâ düşünülse, o şeklde adlandırılır ki, O sultânı
tasdîki devâmlı olup, yok olması, şübheye düşme ihtimâli yok idi.
Nitekim,
bildirilmişdir ki, Fahr-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” hazretlerine
mi’râc müyesser oldu. O gecenin sabâhında, mi’râc kıssasını anlatıp, buyurdu
ki, (Bu gece, Mekkeden Beyt-i Mukaddese gitdim.
Orada, Enbiyânın rûhlarına imâm olup, iki rek’at nemâz kıldım. Oradan Arşın
üzerine yükseldim. Allahü teâlâ ile konuşdum. Allahü teâlâ, ümmetime, bir gün
bir gecede elli vakt nemâz farz etdi. Geri döndüm. Âsûmânda, hazret-i Mûsâ “aleyhisselâtü vesselâm” ile karşılaşdım. Beni geri
gönderdi ki, elli vakt nemâza ümmetin tâkat getiremez. Allahü teâlâya teveccüh
etdim. On vakt nemâz bağışladı. Geri Mûsâ aleyhisselâmın yanına geldim. Henüz
çokdur, diye beni geri döndürdü. Tekrâr Allahü teâlâya teveccüh etdim. On vakt
dahâ bağışladı. Velhâsıl, beş nöbetde, kırkbeş vakt nemâz bağışladı. Hazret-i
Mûsâ aleyhisselâm yine dön, dedikde, dedim ki, Rabbimden hayâ ederim. Ben bu
beş vaktden râzıyım, dedim. Allahü teâlâdan nidâ geldi ki, bu beş vakt, elli
vakte bedeldir. Sonra, Beyt-ül-mukaddese gelip, gece içinde, Mekkeye geri
döndüm.) Hâl budur ki, bu gidip-gelmek, gâyet kısa zemânda oldu.
Rivâyet edilir ki, geldikde, mubârek yatakları henüz sıcak idi. Kâfirler bu
kıssayı işitince, inkâr edip, akla uygun değildir, dediler. İnkâr eden o gurub,
şimdi bununla Ebû Bekri susdurmak iyi olur, diyerek, yanına geldiler. Dediler;
yâ Ebâ Bekr! Efendinin, nasıl bir konuyu da’vâ edindiğini işitdin mi? Efendin
der ki, bu gece arşa gitdim, geldim. Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh”
o durumda, duraklama ve tereddüd etmeksizin, tasdîk ve kabûl edip, böyle
söyledi ise, gerçek söyler. Ondan yalan sâdır olmaz, buyurdular. Ondan dolayı
Ona, (Sıddîk) denildi. Hazret-i imâm-ı
Alî “kerremallahü vecheh”, Ebû Bekr-i Sıddîk adı gökden inmişdir, diye yemîn
etmişlerdir. Gâliba sebebi; meâl-i şerîfi (Doğru
haberde gelen ve Onu tasdîk eden...) olan âyet-i
kerîmede, tefsîr erbâbı, doğru
haberde gelenin Resûlullah “sallallahü aleyhi ve
sellem”, Onu tasdîk edenin de Ebû Bekr-i Sıddîk olduğunu söylemiş olmalarıdır.
İbrâhîm bin Hasen el-cevherî el Hirevî rivâyet eder ki, hazret-i Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdular
ki; (Ebû Bekr, anasından dünyâya geldi. Hak
sübhânehü ve teâlâ, Cennete dedi ki, izzim celâlim hakkı için, sana yalnız Ebû
Bekri sevenleri koyacağım!)
Üçüncü Menâkıb: Rivâyet edilir ki, hazret-i Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ
anh” annesi Ümmül hayr hâtunun doğan her oğlu, vefât ederdi. Ebû Bekr
hazretlerini doğurdu. Kucağına alıp, Beyt-i şerîfe getirdi. Orada dedi ki, “Ey,
Beyt-i harâmın Rabbi! Ey makâmı Mültezemin sâhibi. Senden ricâ ederim ki, yeni
doğmuş bu çocuğu bana bağışlayasın. Ma’mûr edesin. Birdenbire makâmdan [Beyt-i
şerîfden] bir beyâz el çıkıp, Ebû Bekrin eline yapışdı. Bir ses işitildi ki,
(Ey Allahın kulu olan kadın. Kucağındaki çocuk kurtulacak. Allahü teâlânın
Resûlünün dostu olacak. Resûlullahdan
“sallallahü aleyhi ve sellem” sonra halîfesi olacakdır) diyordu. Ümmül hayr,
bunu işitip, şükr secdesi yapdı.
Dördüncü Menâkıb: (Meâliyil ferş-ilâ avâliyil arş) ismli kitâbda anlatılır. Kâdî Ebül
Hasen, Ebû Hüreyreden “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri bir gün Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” ile
oturmuşlardı. Konuşma esnâsında, hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” dedi
ki, yâ Resûlallah! Senin hakkın için ki, ömrümde hiç saneme [puta] secde etmiş
değilim. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh”, niçin Resûlullah
hakkına yemîn edersin. Bu kadar câhiliyye zemânımız geçdi, dedi. Hazret-i Ebû
Bekr “radıyallahü anh” dedi ki, babam Ebû Kuhâfe, bir gün beni alıp, puthâneye
götürdü. Bunlar senin ilâhındır, bunlara secde eyle, dedi. Beni oraya koyup,
gitdi. Ben ileri vardım. Saneme [puta], karnım açdır, bana yiyecek ver, dedim.
Cevâb vermedi. Su istedim. Cevâb vermedi. Elbisem yok, bana elbise ver, dedim.
Cevâb vermedi. Elime bir taş alıp, bu taşı senin üzerine atarım, eğer ilâh isen
mâni’ ol, dedim. Cevâb vermedi. Taşı atıp, saneme [puta] vurdum. Yüzü üzeri
düşdü. Babam gelip, gördü. Bana dedi: Ey oğul. Niçin böyle edersin. Elimden tutup,
eve götürdü. Anneme durumu anlatdı. Annem dedi ki, bunu kendi hâline koyalım.
Bunun hakkında, Allahü teâlâ tarafın-
dan bana
hitâb gelmişdir. Eseri zuhûr edecekdir. Sonra ben anneme sordum. Benim için
sana gelen hitâb ne idi. Annem dedi ki: Seni doğurmam yakın olduğu gece, ağrı
tutup, ızdırâba düşdüm. Hâtıfdan bir ses geldi ki, Ey hâtun! Müjdeler olsun
sana ki, senden bir vücûd zuhûra gelecekdir. Yerde adı (Atîk) ve semâda (Sıddîk)
ve hazret-i Muhammede “sallallahü aleyhi ve sellem” yâr ve refîk
olacakdır, dedi. Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” der ki, Ebû Bekr
“radıyallahü teâlâ anh” sözünü temâmladı. Cebrâîl aleyhisselâm nâzil olup,
hazret-i Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” sâdık Ebû Bekr, dedi. Ya’nî Ebû Bekr gerçek söyler, diye üç kerre
tekrâr etdi.
Beşinci Menâkıb: Ehl-i sünnet vel-cemâ’at müttefiklerdir ki, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” eshâbının
en üstünü Ebû Bekr “radıyallahü anh”, ondan sonra hazret-i Ömerdir “radıyallahü
anh”. Ammâ, hazret-i Osmân ile hazret-i Alînin efdaliyyetlerinde ihtilâf
etmişlerdir. Ehl-i sünnet vel-cemâ’atden bir tâife, hazret-i Alînin üstün
olduğunu söylediler. (Buhârî) “rahmetullahi
aleyh” nakl edip, Abdüllah bin Ömerden “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyet eder
ki, hazret-i Resûlullahın “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” zemân-ı şerîflerinde eshâb birbirinden tercîh olunurlardı.
Evvelâ Ebû Bekri, sonra Ömeri, ondan sonra Osmânı, sonra Alîyi üstün tutarlardı
“rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. İbni Münzir rivâyet eder ki, hazret-i Alî
“radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, (Bu ümmetin Nebîsinden sonra hayrlısı, Ebû
Bekr, sonra Ömer, ondan sonra Osmândır.)
Altıncı Menâkıb: Hazret-i Alîden “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet edilir.
Evvelâ islâma gelen, Ebû Bekrdir “radıyallahü anh”. Hazret-i Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” ile ilk
önce kıbleye durup, nemâz kılan Ebû Bekrdir. Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh”
islâma geliş sebebi şöyle idi. Hazret-i Ebû Bekr önceleri tüccâr idi. Sefer ve
ticâret yapardı. Ekserî Şâma giderdi. Seferde iken, bir gece rü’yâ gördü ki,
gökden ay inip, kucağına girdi. Ebû Bekr, iki eliyle onu kucakladı ve sînesine
basdı. Uyandı. Yemlîhâ adında meşhûr bir râhib var idi. Ona varıp, rü’yâsını
ta’bîr etdirdi. Râhib dedi ki, sen nerelisin? Ebû Bekr dedi; Arz-ı Hicâzdanım.
Tekrâr sordu: Ne iş yaparsın. Ebû Bekr, tüccârım, dedi. Râhib dedi ki, yâ
Arabistanlı kişi. Bu rü’yâda, sana büyük müjdeler vardır. Ta’bîrini ister isen,
ücreti-
ni ver, dedi. Ebû Bekr
“radıyallahü anh” oniki dînâr çıkarıp, verdi. Râhib dedi ki: O ay ki, gökden
sana indi. Âhır zemân Peygamberidir. Yakınlarda zuhûr edecekdir. Sen Onun
hayâtında iken vezîri olursun. Sonra halîfesi olursun. Yâ Arabistanlı kişi.
Eğer ben sağ iken, Ona yetişir isen, bana haber ver. Ona varıp, buluşayım. Eğer
ben dünyâdan gitmiş isem, selâmımı ona ulaşdırırsın. Ben Onun dînine girdim ve
ümmetinden oldum. Beni âhıretde şefâ’atinden unutmasın. Hazret-i Ebû Bekr
“radıyallahü teâlâ anh”, bana bir mektûb ver, dedi. Râhib, oniki satır bir
mektûb yazıp, Ebû Bekre “radıyallahü anh” verdi. O mektûbun mevzû’u şu idi.
(Esselâmü aleyke yâ Muhammed bin Abdüllah el Mekkî el Medenî el tehamî,
salevâtullahi teâlâ aleyke ve selleme. Hakîkaten sen âhır zemân Peygamberisin!
Ve Rabbilâlemînin Resûlisin. Bu mektûbu Ebû Bekr bin Ebû Kuhâfe ile sana
gönderdim. Ma’lûm ola ki, ben sana îmân getirdim ve sana ümmet oldum. Ebû Bekr
bana gelip, rü’yâsını ta’bîr etdirdi. O rü’yâ delâlet eder ki, Ebû Bekr senin
vezîrin olur, sonra halîfen olur. Eğer ben sağ olup, hazretine yetişirsem,
gelip önünde gâzâ ve cihâd ederim. Eğer yetişmezsem, âhıretde beni şefâ’atinden
unutmayasın) diye mektûbu temâm etmişdir.
Hazret-i
Ebû Bekr “radıyallahü anh”; ey rü’yâyı ta’bîr eden kişi. Eğer ta’bîr etdiğin
gibi olursa, yüz altın dahî bende senin emânetin olsun, dedi. Şâm seferini
bitirip, Mekkeye geldi. Bu hâdiseden oniki sene geçdi. Hak sübhânehü ve teâlâ,
hazret-i Muhammede “sallallahü aleyhi ve sellem” vahy eyledi. Bir gece o büyük
Peygamber, Ebû Kubeys dağına çıkıp, gece yarısında dedi ki: Allahü teâlâya
da’vet edenin da’vetini kabûl ediniz. Lâ ilâhe illallah, deyiniz. Ebû Bekr,
serîr üstünde yatıyordu. Söylenilenleri işitdi. Eşhedü en lâ ilâhe illallah. Ve
eşhedü enne Muhammeden Resûlullah. Birkaç gün
sonra, Mekke sokaklarında, hazret-i Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ile buluşdu. Hazret-i Fahr-i âlem ona dedi
ki: Ne olaydı, islâma geleydin. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki: Yâ Muhammed
“sallallahü aleyhi ve sellem”! Peygamber isen mu’cize gösteresin. Hazret-i Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem”, Ebû
Bekrin göğsüne mubârek ellerini dayayıp, şöyle dıvâra yaslayıp, dedi ki, sana o
mu’cize yetmez mi ki, o rü’yâyı gördün. Yemlîhâ râhibe ta’bîr etdirdin. O
zemândan on iki yıl
geçdi. Ta’bîr edene on iki dînâr
verdin ve yüz dînâr dahâ va’d etdin. Rü’yâyı ta’bîr eden, on iki satır bir
mektûb yazıp, sana emânet verdi. Bunları bir-bir görüp, muttalî olup, mektûbda yazılan
şudur, şudur deyip, takrîr buyurdular. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” işitip,
parmak kaldırıp, (Eşhedü en lâ ilâhe illallah. Ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah). Ya’nî sen, o Peygambersin ki, Yemlîhâ
râhib senden haber verdi, dedi.
Yedinci Menâkıb: Huzeyfe ibni Yemân “radıyallahü anh” rivâyet eder. Bir gün
hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” sabâh nemâzını kılıp, dönüp, Ebû Bekr-i Sıddîkı “radıyallahü anh” süâl
etdi. Kimse cevâb vermedi. Hazret-i Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ayağa kalkıp, Ebû Bekr nerede, buyurdu. Ebû
Bekr arka safdan, Lebbeyk (buradayım) yâ Resûlallah, dedi. Resûlullah emr buyurdu. Ebû Bekre yol açdılar. Yanına
gelip, hazret-i Fahr-i kâinât buyurdular ki, yâ Ebâ Bekr nerede idin. Birinci
rek’atde bana yetişdin mi. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki: Yâ
Resûlallah! Birinci safda sizinle tekbîr alıp, Fâtiha sûresini okumağa
başlamışdım. Sonra, abdestimde vesvese oldu. Abdest için dönüp, mescid kapısına
geldim. Birdenbire bir ses işitdim. Ardıma bakdım, gördüm ki, altundan bir kab
asılmış ve içi dolu su idi. O su, kardan beyâz ve baldan tatlı idi. Üstünde bir
mendil örtülmüşdü. Üzerinde, (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah Ebû Bekr-i Sıddîk) diye yazılmış idi.
Mendili alıp, önüme koydum. Abdest alıp, mendili geri kabın üzerine koydum.
Sonra gördüm, kaybolmuş. Sonra gelip, evvel rek’atde size yetişdim, dedi.
Hazret-i Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” buyurdu ki: Müjdeler olsun sana yâ Ebâ Bekr “radıyallahü anh”. Ben
nemâzda kırâ’eti temâmladım ki, rükû’a gideyim. Dizlerim tutuldu. Sen
gelmeyince, rükû edemedim. Sana abdest suyu veren Cebrâîl idi. Mendili tutan
Mikâîl idi. Benim dizlerimi tutan İsrâfîl idi “aleyhissalâtü vesselâm”.
Sekizinci Menâkıb: Hazret-i Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
Allahü teâlânın emri ile Mekke-i mükerremeden hicret etmek dilediği zemân,
benim ile bu yolda kim hemrâh [yol arkadaşı] olur. Cânına ve başına kim kıyar, dediği
zemân, herkesden önce hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü anh” ileri atılıp, anam ve
babam, mal ve cânım, cümlesi yoluna
fedâ
olsun; yâ Resûlallah. Bu şerefli hizmete ben kulunu kabûl eyle diye ilticâ ve
tazarru’ edince, hazret-i Fahr-i Enbiyâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
kabûl buyurdu. Gece ile berâber, mah [ay] ve keyvan [zuhâl yıldızı] gibi yola
çıkdılar. Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” o Resûl-i Rabbil âlemîn hazretlerini
sakınıp, kâh ardına, kâh önüne, kâh sağına ve kâh soluna geçer ve kâh, mubârek
ayağı parmakları üzerine basardı. Düşmânlar izlemesin diye. Bu esnâda Habîb-i
Hudâ hazret-i Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular
ki, “Yâ Ebâ Bekr, ne ızdırâb çekersin. Kendi nefsin
için mi korkarsın.”
Cevâb
buyurdular ki, (hâşâ, sümme hâşâ ki, Ebû Bekr bu yolda kendi cânını sakınıp,
kayırsın.) Ve lâkin, yâ Resûlallah! Mubârek cesedinin bir kılına halel gelir
diye, korkarım ki, benim gibi binlerce kimsenin başı düşse yeridir. Sen din
serâyının mi’mârısın. Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem”, “Üzülme, Allahü teâlâ bizimledir!” buyurdu. Mağaraya
geldiler. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, yâ Resûlallah! Bir mikdâr
sabr edin. O mağaraya ben kulun gireyim. Yılan, akreb cinsinden nesne var ise,
zararı Ebû Bekre olsun! Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” izin verdi. Mağara içine girince, ne kadar mahlûkat var
ise, târûmâr olup, herbiri deliğine girdi. Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ
anh” sırtından mubârek gömleğini çıkarıp, parça-parça edip, parçalar ile, o
deliklerin temâmını tıkadı. O deliklerden biri açık kaldı. Ona parça yetişmedi.
O deliğe de, ayağının tabanını iyice tıkadı. O büyük sultâna, şimdi se’âdet
ile, içeri buyurun diye hitâb eyledi. İki cihân serveri de, Besmele söyliyerek,
mağara içine girdi. Sabâha kadar orada kaldılar. Sabâh oldu. Hazret-i Ebû
Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” gömleğini arkasında göremeyince, sebebini
sordular. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh”, yâ Resûlallah!
Yolunda, gömleğimi yırtıp, akrep ve yılan deliklerini tıkayıp, şerlerini def’
eyledim; dedikde, Resûl-i ekrem “sallallahü
aleyhi ve sellem”, (Allahım! Ebû Bekri, kıyâmet
günü, benim derecemde, benimle berâber bulundur!) buyurdu.
Dokuzuncu Menâkıb: Nakl edilmişdir ki, bu esnâda Fahr-i âlem “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem”, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkın “radıyallahü anh” mubârek
yüzlerinde değişiklik görüp, süâl etdikde, meydâna gelen hâdiseyi anlatdı.
Mağarada
olan
delikleri birbir tıkayıp, lâkin, cübbe parçası bir deliğe yetmedi. O delik de
açık kalmasın diye tabanımı dayamışdım. Bir yılan, birkaç def’a tabanımı sokdu.
Ayağımı delikden çekmeğe korkdum ki, o yılan delikden dışarı çıkıp, zât-ı
şerîfine bir elem verip, ızdırâb eder, diye cevâb verdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” onunla
benim aramı aç, bırak çıksın buyurdu. O an Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh”
mubârek ayağını delikden çekdi. İçeriden görünüşü hüzn ve gam veren zehirli bir
yılan çıkdı. Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”: Ey utanmaz yılan!
Benim mağara arkadaşımı ve esrârıma vâkıf olanı, Allahü teâlâdan korkup, benden
hayâ etmedin mi, ayağını sokarak eziyyet etdin, diyerek hitâb edip,
azarlayınca, yılan cevâba kâdir olup, dedi ki, yâ Habîbi rahmân! Ey insanların
ve cinnin Peygamberi! Senin âşıkın sâdece insanlar değildir. Belki hayvân
zümresinden kuşlar, yılanlar, karıncalar, cemâline âşıkdır. Hattâ ben kulun,
birçok yaşlı, gözü nemli, kendi cinsimiz olan büyüklerimizden yüksek
vasflarınızı dinleyip, ışık saçan yüzünüzü görmeğe müştak ve hayrân ve
kendinden geçmiş, şaşkın şeklde ağlıyarak, mâl ve mülkümü terk edip, âşık
divânen olmuşdum. Bu mağarayı şereflendireceğini öğrenmişdim. Onun için nice
zemândan berî, bu sıkıntılı mağarada gece-gündüz demeyip, yolunuzu bekliyordum.
Böylece, sizin buraya teşrîfiniz ile, ayrılık acısına ve içimdeki derde merhem
edeyim. Çünki, en mes’ûd bir zemânda, bu karanlık mağarada, arkadaşın [mağaraya
girince], sabâh güneşi gibi zâhir olup, devlet güneşim doğdu. Ammâ ne var ki,
arkadaşın yine perde oldu. Bu sebeble, korku ve hayâ ben kulundan kalkıp,
zarûrî olarak, bu küstahlık benden vâkı’ oldu; diye özr dileyince,
Seyyid-üs-sekaleyn, dünyâ ve âhıretde bulunanların şefâ’atcisi, yılanın
küstâhâne özrünü kabûl etdi. Hazret-i Ebû Bekrin yarasına, mubârek ağızlarının
suyundan sürdü. O ânda acısı şifâ buldu.
Onuncu Menâkıb: O mağarada bir müddet kaldılar. Orada Ebû Bekr “radıyallahü anh”
hazretleri aşırı derecede susadı. Harâreti had safhâya gelince, Sultân-ı
Enbiyâya arz etdi. Buyurdular ki, yâ Ebâ Bekr! Dışarıya çık. Mağaranın önünden
akan nehrden murâdınca [doyasıya] iç. Yüksek emrleri üzerine dışarı çıkıp, gördü
ki, bir ırmak akar. Kardan soğuk ve hem beyâz. Baldan tatlı ve kokusu miskden
güzel. Arzû etdiği kadar
içip,
geri geldikde, dedi ki: Yâ Resûlallah! Bu ne hayât suyudur ki, bu dağın başında
hâsıl olmuş ve yaratılanlardan bir fert görmüş değildir. Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu:
Allahü teâlâ hazretleri Cennet ırmağı ile vazîfeli olan meleğe, tâ Cennet-i
firdevsden; akarsuyu getirip, bu mağara önünde akıtsın ve Ebû Bekr-i Sıddîk
kulu, ondan murâdınca içsin diye emr etdi. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk
“radıyallahü teâlâ anh” bu sözleri işitdiği zemân çok neşelenip, dedi ki, babam
ve anam sana fedâ olsun. Ebû Bekrin Hak sübhânehü ve teâlâ katında bu kadar
mertebesi var mıdır ki, onun için, Mekke dağında, Cennetden ırmak akıtır.
Hazret-i şefî’ül müznibîn Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”,
(Evet, yâ Ebâ Bekr, Allahü teâlâ hazretleri katında
dahâ ziyâde kadrin vardır. Beni hak Peygamber gönderen Allahü teâlâya yemîn
ederim ki, sana buğz eden kimseler Cennete giremezler. Onların yetmiş yıl kadar
ameli olsa da!) buyurdular.
Onbirinci Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ile Ebû Bekr
“radıyallahü anh” o mağarada üç gün üç gece kaldılar. Ebû Bekr “radıyallahü
anh” o mağaranın tavanında bir kuş gördü ki, yerinden hareket etmeyip, birşey
yimez ve su içmez. Ebû Bekr “radıyallahü anh” dedi ki, Yâ Resûlallah! Bu kuşa
ben hayrânım. Zîrâ, biz bu mağaraya geleliden beri, bu kuş yerinden hareket
etmedi. Bir nesne yimedi. Allahü teâlâ, kelâm-ı kadîminde [Kur’ân-ı kerîminde], (Allahü
teâlânın rızk vermediği, yeryüzünde bir mahlûk yokdur.) buyurmuşdur. Ebû Bekr-i Sıddîk, böyle
düşünürken, o hâlde hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm nâzil olup, havâda muallak
durup, dedi ki, yâ Muhammed! Hak sübhânehü ve teâlâ sana selâm eder. Ve buyurur
ki, Ebû Bekrin hâtırına geleni bilirim. O kuşa emr eyledim ki, Ebû Bekr ile
konuşsun. Ebû Bekre söyle ki, o kuş ile söyleşsin; dedi. Resûl-i ekrem hazretleri, Ebû Bekre, hazret-i
Cebrâîlin sözünü açıkladıkda, Ebû Bekr “radıyallahü anh” sevinip, ileri vardı.
Dedi ki, Ey mubârek kuş! Allahü teâlâ hazretlerinin izni şerîfiyle, bana söyle
ki, yiyeceğin ve içeceğin nedir. O kuş ağlayıp, bir zemân kendinden geçip, yere
düşdü. Sonra ayılıp, kalkdı. Tebessüm ederek dedi ki, yâ Ebâ Bekr! Bana bundan
süâl etme! Bu bir sırdır. Hak sübhânehü ve teâlâ ile benim aramda olan sırrımı
kimsenin bilmesini iste-
mem. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ
anh” dedi: Ey mubârek kuş! Eğer bana söylemeğe me’mûr oldun ise, söyle. Kuş
dedi. Ma’lûmun olsun ki, hazret-i Âdem aleyhisselâm yaratılmazdan iki bin yıl
evvel, Hak sübhânehü ve teâlâ beni halk etdi [yaratdı]. Yiyeceğimi ve içeceğimi
iki kelime eyledi. Aç olduğum zemân birisini söylerim; tok olurum. Susuz
olduğum zemân birini söylerim; kanarım. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” dedi
ki: O kelime nedir. Kuş dedi, o kelimenin biri budur ki, aç olduğum zemân, sana
buğz edene la’net ederim; tok olurum. Susuz olduğum zemân, sana muhabbet edene,
istigfâr ederim, kanarım. Hazret-i Resûl-i ekrem
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, bunu işitip, ağladı. Ümmetinden ba’zıları
şakâvet edip, hazret-i Ebû Bekre buğz edeceklerine mahzûn oldu.
Onikinci Menâkıb: Rivâyet olunur ki, hazret-i Resûl-i
ekremin amcası Ebû Tâlib hakkında bu âyet-i
kerîme nâzil oldu. (Şübhesiz ki sen istediğin
kimseyi hidâyete kavuşduramazsın. Ve lâkin, Allahü teâlâ dilediğini hidâyete
kavuşdurur.) Ebû Bekr-i Sıddîk
“radıyallahü anh” o mahalde hâzır idi. Cebrâîlden o da işitip, o bir zemân,
kendinden geçdi. Sâlibî şöyle demişdir: Hazret-i Cebrâîlden vahyi, Ebû Bekr-i
Sıddîkdan “radıyallahü anh” gayri kimse işitmemişdir.
Onüçüncü Menâkıb: Fahr-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurmuşlardır
ki, mi’râc gecesi, kardeşim Cebrâîle süâl etdim ki, kıyâmet gününde, ümmetimin
cümlesine süâl olunur mu. Cevâb verdi ki, yâ Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem! Ümmetinin cümlesine hesâb vardır. Lâkin, Ebû Bekre yokdur. Ona
kıyâmet gününde yürü sen hesâbsız Cennete var; denilir. O ise, dünyâda beni
sevenler, benimle berâber Cennete girmeyince, ben Cennete girmem, der.
Ondördüncü Menâkıb: İmâm-ı Fahreddîn-i Râzî “rahmetullahi aleyh” yazmışdır.
Birgün sultân-ı kevneyn ve Resûl-i sekaleyn ve habîb-i Rabbilâlemîn Muhammed
Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine bir gümüş yüzük
hediyye getirdiler. Hazret-i Ebû Bekre verdi. Yâ Atîk. Var, bunu bir kuyumcuya
götür. Üzerine (Lâ ilâhe illallah),
kazısın [ya’nî yazsın], buyurdu. Hazret-i Ebû Bekr yüzüğü alıp, kuyumcuya
götürdü. Dedi ki, bu yüzüğün üzerine (Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah) nakş eyle. Bunu Sultân-ı Enbiyâ emr etme-
mişdi. Lâkin, hazret-i Ebû Bekr
“radıyallahü teâlâ anh”, Allahü teâlânın ism-i şerîfinden, hazret-i Habîbi
ekremin ism-i şerîfi ayrı olmasını lâyık görmedi. Onun için, kuyumcuya böyle
ısmarladı. Kuyumcu da, emr-i şerîfleri mûcibince yüzüğün kaşı üzerine kazıyıp,
tekrâr, Ebû Bekre teslîm eyledi. Onlar da mubârek yüzüğü eline alıp, Fahr-i
kâinâta getirirken, Allahü teâlâ hazretleri, azamet ve kibriyâsı ile, hazret-i
Cebrâîl aleyhisselâma emr eyledi ki, yâ Cebrâîl! Acele yetiş. Habîbimin
yüzüğüne Ebû Bekrin adını yaz. Çünki, Ebû Bekr, benim ism-i şerîfimden
Habîbimin isminin ayrı olmasını lâyık görmedi. Ben de lâyık görmedim ki,
Habîbimin isminden, Ebû Bekrin ismi ayrı olsun. Hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm
derhâl yetişip, mubârek yüzük Ebû Bekrin elinde iken ve haberi yok iken,
yüzüğün üzerine, hazret-i Ebû Bekrin ism-i şerîfini kazıdı. Sonra Ebû Bekr
hazretleri o mubârek yüzüğü, sultân-ı Enbiyâya teslîm eyledi. Fahr-i kâinât
hazretleri, yüzüğün kaşına nazar edip [bakıp], gördü ki, (Lâ ilâhe illallah,
Muhammedün Resûlullah, Ebû Bekr-i Sıddîk)
kazılmış. Fahr-i kâinât, bunun hikmeti nedir, diye tefekküre vardı. Ondan sonra
Ebû Bekre süâl etdi ki, yâ Sıddîk. Bu yüzüğün kaşına yalnız Lâ ilâhe illallah
kazdır, diye sipâriş olunmuş idi. Sen ziyâde kazdırmışsın. Sebebi nedir.
Hazret-i Sıddîk hicâbından [utancından] mubârek başından ayağına varıncaya
kadar terledi. Dahâ cevâb vermeden hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm gelip, dedi
ki: Yâ Resûlallah! Hak sübhânehü ve teâlâ hazretleri sana selâm eder. Ve
buyurur ki, Ebû Bekrin kendi adının yüzüğün kaşında yazıldığından haberi
yokdur. Ben kazdırdım. Habîbim bundan dolayı huzûrsuz olmasın. Zîrâ Ebû Bekrin
eline yüzüğü verdiğin vakt, yalnız Lâ ilâhe illallah kazdır, demişdin. Ebû Bekr
benim ism-i şerîfimden, Habîbimin ismi ayrı olmağı lâyık görmeyip, kendisi
kuyumcuya kazdırdı. Ya’nî, Ebû Bekr senin adını, benim adımdan ayırmadı. Ben de
senin adından Ebû Bekrin adının ayrı olmasını revâ görmedim. Onun için,
Cebrâîle emr edip, gönderdim. Senin adının yanına Ebû Bekrin adını yazdı. Şimdi,
eğer âkıl-u dânâ (akllı ve ilm sâhibi) isen, hazret-i Ebû Bekrin, dergâh-ı
izzetde ne denli mertebesi olduğunu bundan fehm eyle. Ayrıca, hakkında bu kadar
âyet-i kerîme nâzil olmuş ve hadîs-i şerîfler
rivâyet olunmuşdur.
Onbeşinci Menâkıb: Hazret-i Resûl-i ekrem
“sallallahü teâ-
lâ aleyhi ve sellem” buyurur ki,
arasat meydânında, Hak sübhânehü ve teâlâ emr eyler ki, Cennetden mahşer yerine
sarı yâkutdan bir taht getirirler. Eni ve uzunluğu yirmi mil mikdârı olur.
Ondan sonra, o tahtın sağ tarafına bir taht dahâ koyarlar. Eni ve uzunluğu
bunun misâli olur. Ondan sonra sol tarafına ak gümüşden bir taht dahâ koyarlar.
Eni ve uzunluğu bunlar gibidir. Ondan sonra, sarı yâkutdan taht üzerine Ebû
Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” oturur. Sağ tarafında olan altından taht
üzerine bir güzel melek oturur. Sol tarafında olan gümüş taht üzerine de bir
melek oturur. Sonra, sağ tarafında oturan melek, ayak üzere durup, yüksek ses
ile seslenir ki, yâ mahşer meydânındaki müslimânlar. Agâh olun ki, Cennet
hazînedârı Rıdvân benim. Allahü teâlâ bana emr eyler ki, yâ Rıdvân! Cennet
kapılarının anahtârlarını al. Habîbim Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretlerine götür ve benim selâmımı söyle. Habîbim kimden râzı ise,
hesâbsız ve azâbsız Cennete alıp git. Ben de Cennetin anahtârlarını alıp,
Habîbi Ekreme “sallallahü aleyhi ve sellem” götürürüm. Allahü teâlânın emr-i
şerîfi mûcibince ahvâli arz ederim. Server-i Enbiyâ buyurur ki; yâ Rıdvân!
Anahtârları Ebû Bekre götür. Zîrâ, ben ümmetimin günâhkârlarının şefâ’atiyle
vazîfeliyim. Bu hizmeti Ebû Bekr görsün. Bilmiş olunuz ki, hazret-i Ebû Bekre
Cennetin anahtârlarını teslîm ederim ve de emrine mutî’ olurum. Her kimden ki,
Ebû Bekr râzıdır, Cennete alıp, giderim. Kimden hoşnûd değildir, Cennete
koymam; der. Ondan sonra sol tarafda gümüş taht üzerine oturan Melek ayak
üzerine durup, seslenir ki, Cehennem hazînedârı Mâlik benim. Allahü teâlâ
hazretleri bana hitâb eyler ki, yâ Mâlik! Cehennem kapılarının anahtârlarını
habîbim Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine götür
ve benden selâm söyle. Her kimden ki, Habîbim hoşnûd değildir; Cehenneme alıp,
götüresin. Ben de Cehennem kapılarının anahtârlarını alıp, Sultân-ı Enbiyâya
götürürüm. Allahü teâlâ hazretlerinin emr-i şerîfi üzere ahvâli açıklarım.
Hazret-i Fahr-i kevneyn “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurur ki, “Yâ
Mâlik! Âsî ümmetin ahvâli ile meşgûlüm. Hemen anahtârları Ebû Bekre teslîm
eyle. Bu hizmeti onlar görsünler.Şimdi uyanık olun ki, Cehennemin anahtârlarını
hazret-i Ebû Bekre teslîm ederim. Ben de emr-i şerîflerine mutî’ olurum. Her
kimden ki Ebû Bekr-i Sıddîk memnûn
ve râzı değildir. Süâlsiz ve
hesâbsız, Allahü teâlânın emri ile Cehenneme alıp-götürürüm.
Onaltıncı Menâkıb: Birgün hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü anh”, hazret-i
Fahr-i âlem seyyid-i veled-i âdem Nebiyyi muhterem ve habîb-i mükerremin
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûr-ı şerîflerinde, se’âdetle
otururlarken; bir bedbaht kötü huylu kimse; bir edebsizlik edip, Ebû Bekre dil
uzatıp, yakışıksız sözler söyledi. Hazret-i Server-i kâinât; o edebsiz, Ebû
Bekre edebsizlik etdikce; birşey söylemez, ba’zan da tebessüm eder idi.
Hazret-i Ebû Bekr; o bedbaht ve edebsizin edebsizliği haddi aşınca; zarûrî
olarak gadaba gelip, birkaç söz söyleyince; hazret-i Fahr-i kâinât, se’âdetle
ve devletle yerinden kalkıp, gitdi. Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh”
Sultân-ı Enbiyânın ardına düşüp, yetişdi ve dedi ki: Yâ Resûlallah! Niçin, bir
hayâsız, edebsizlik edip, gönül incitirken, sükût buyurup [susup], birşey
söylemediniz. Şimdi, ben ona söyleyince, kalkıp, gitdiniz; sebebi nedir.
Hazret-i Fahr-i kevneyn ve Resûl-i sakaleyn “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
buyurdu ki: Yâ Sıddîk! O hayâsız ve bedbaht sana dil uzatmağa başladığı zemân,
Allahü teâlâ bir melek gönderdi ki, o kimseyi karşılayıp, kovacak idi. Sen,
hemen gadaba geldin; söylemeğe başladın. O melek gidip, yerine iblîs geldi.
İblîs-i la’înin olduğu yerde, ben durmam. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk
“radıyallahü anh” ondan sonra, vaktli vaktsiz söz söylememek için, mubârek
ağzına bir taş koyar idi. Ne zemân söz söylemek lâzım gelse, evvelâ fikr
ederdi. Bir söz söyliyeceği zemân, o sözü kendi kendine nice zemân düşünür,
tefekkürden sonra, mubârek ağzından o taş parçasını çıkarıp, ne söz söyliyecek
ise söyler idi. Sonra o taş parçasını mubârek ağzına alıp, tesbîh ve tehlîl ile
meşgûl olurdu. Kimseye, hayrdan ve şerden dünyâ kelâmı söylemez, eğer kat’î
lâzım ise ve çok efdal ise, söylerdi. Yoksa, gecede ve gündüzde tesbîh ve
tehlîl ile meşgûl idi.
Onyedinci Menâkıb: Birgün Fahr-i kevneyn ve Resûl-i sakaleyn habîb-i
Rabbilâlemîn “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, hazret-i Âişe-i Sıddîkanın
“radıyallahü teâlâ anhâ” evlerine teşrîf buyurdu. Buyurdu ki, yâ Âişe-i
Sıddîka. Hiç yiyecekden bir nesnen var mıdır. Hazret-i Âişe latîfe ile dedi ki,
Sultânım, bu gece yatdığınız yerde, niçin tedârik etmediniz. [Oradan
almadınız.]
Fahr-i
kâinâtın mubârek gönüllerine bu hoş gelmedi. Huzûrsuz olup, odadan çıkdılar.
Hazret-i Âişe, koşdu. Mubârek eteğine yapışdı; alakoyup, yapdığı latîfeden afv
dilemek istedi. Sultân-ı Enbiyâ mubârek eteğini çekip, dışarı çıkdı. Hazret-i
Âişe anladı ki, Fahr-i âlem hazretleri incindi. Hemen başını secdeye koyup,
Allahü teâlâ hazretlerine yalvarmağa başladı. Dedi ki: Yâ Rabbî! Benim şefî’im
[hâlime acıyıp afv edecek] sensin. Senden başka benim hâlime acıyıp, yardım
edecek yokdur. Allahü teâlâ hazretlerine hem yalvarır ve hem mubârek gözlerinin
yaşı ırmak gibi akar idi. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri kemâl-i lütfundan,
nihâyetsiz ihsânından, hazret-i Âişenin düâsını kabûl edip, hazret-i Cebrâîl
aleyhisselâmı, Habîb-i Mükerrem hazretlerine gönderdi. Sultân-ı Enbiyâ bir
ayağını mescidin içine koyup ve diğer ayağını da koymadan, hazret-i Cebrâîl
yetişip, dedi ki, yâ Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”! Mescide
girme ki, izn yokdur. Fahr-i kâinât hazretleri dedi ki, yâ kardeşim Cebrâîl!
Sebebi nedir. Hazret-i Cebrâîl dedi: Hazret-i Âişenin gözü ırmak gibi akar. Hak
Sübhânehü ve teâlâ der ki, varıp, Âişenin hâtırını tesellî edesin. Sultân-ı
kevneyn, se’âdetle, hazret-i Âişenin evine geldi. Hazret-i Âişe karşılayıp,
Sultân-ı kâinâtın mubârek ayağının tozuna yüzünü sürüp, afv diledi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” afv buyurdu.
Allahü tebâreke ve teâlâ, hazret-i Cebrâîle emr etdi ki, Habîbim ile Âişeyi ben
araya girip, barışdırdım. İkrâm da bizden olsun. Var Cennet ni’metlerinin
çeşidlerinden getirip, hazret-i Fahr-i âlem ile, hazret-i Âişenin önlerine koy.
Sonra, Cebrâîl aleyhisselâm Cennetden ni’met getirip, önlerine koydu. Hazret-i
Âişe, bir lokma hazret-i Sultân-ı Enbiyânın mubârek ağzına koyardı ve bir lokma
kendi yir idi. İki lokma kalınca, Fahr-i âlem buyurdu ki, yâ Âişe! Bu iki
lokmayı baban Ebû Bekr için alıkoy. Zîrâ Sultân-ı kâinâtın Ebû Bekre o mertebe
muhabbeti vardı ki, bir lokmayı onsuz yimezdi. Bir an dahî onsuz olmazdı. Ebû
Bekr-i Sıddîkın bu ni’metlerden hisse almamış olmasını revâ görmedi. Onun için
hazret-i Âişeye buyurdu ki, iki lokmayı alakoysun. Bu esnâda kapı çalındı.
Server-i Enbiyâ dedi ki, yâ Âişe! kapıya gelen Ebû Bekrdir. İçeri gelsin.
Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” Habîb-i mükerrem hazretlerinin,
huzûr-ı âlîlerine yüz sürdükde, buyurdular ki, yâ Sıddîk! Bu iki lokma Cennet
ta’âmlarındandır. Size hisse ayırdık. Hazret-i Ebû Bekr bu iki lokmayı eline
alıp, birini Fahr-i kâinâta ve birini haz-
ret-i Âişeye verdi. Sultân-ı
kevnevn buyurdular ki, yâ Ebâ Bekr! Niçin bu iki lokmayı kendin yimedin, bize
verdin. Cevâb buyurdular ki, yâ Habîballah! O Allahü teâlâ hakkı için ki, ondan
gayri Allah yokdur. Sizin yidiğiniz bana kendim yimemden bin kat dahâ hayrlı
gelir. Hazret-i Ebû Bekrin Fahr-i âlem hazretlerine bu kadar kuvvetli muhabbeti
vardı. Fahr-i âlem hazretleri de ne mertebe riâyet edip, severlerdi ki, Cennet
ni’metini Ebû Bekr-i Sıddîka hisse alıkoymayınca yalnız yimedi. Fahr-i âlem
hazretleri bir ân Ebû Bekrsiz olmazdı ve her ne vakt Sultân-ı kâinât
hazretlerine buluşmak murâd-ı şerîfleri olsa, mülâkat ederler idi
[görüşürlerdi]. Server-i Enbiyâ, her ne müşâvere etmek isteseler, hazret-i Ebû
Bekr ile ederdi. Hiçbir zemân Ebû Bekrden huzûrsuz olup, incinmedi. O dâimâ
Sultân-ı kâinâtın emrine mutî’ ve itâ’at ederdi. Aksine bir şey olmamışdır.
Belki, mubârek hâtırlarına bile gelmemişdir.
Onsekizinci Menâkıb: Hazret-i Fahr-i Enbiyâ Habîb-i Hüdâ Muhammed Mustafâ
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurur ki, Allahü teâlâ, yerleri ve
gökleri, ve arş-ı azîm ile kürsîyi ve levh ve kalemi ve Cennet ve Cehennemi ve
insanları ve cinnîleri halk etmezden evvel, benim rûhum ile Ebû Bekrin rûhunu
güvercin sûretinde halk edip, aşk meydânında uçun diye emr eyledi. İleri uçup
gideniniz Muhammed olsun, geride kalanınız Ebû Bekr olsun, buyurdu. Böylece
ikimiz uçduk. Ben Ebû Bekrden, şehâdet parmak ile yanında olan orta parmak
arasındaki fark kadar ileri geçdim. Hazret-i Ebû Bekr, bu izzet ve bu şerefi,
hep Habîbullah hurmetine bulmuşdur. Zîrâ hâlis ve muhlis dostu ve yâr-i gârı
idi. [Mağara arkadaşı idi.]
Ondokuzuncu Menâkıb: (İrşâd-üs-sıddîk) kitâbının sâhibi zikr etmişdir.
Bir gün Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” buyurdu ki, (Ebû Bekrin îmânı diğer
mü’minlerin îmânı ile ölçülse, Ebû Bekrin îmânı ağır gelir.) Bir
rivâyetde buyurmuşdur ki, (Rü’yâmda gördüm ki,
kıyâmet kopmuş. Mahşerde terâzî kurulmuş. Bütün mü’minlerin îmânı tartıldı. Ebû
Bekrin îmânı cümle ümmetin îmânından ağır geldi.)
Yirminci Menâkıb: Yine aynı kitâbda, ya’nî (İrşâd-üs-sıddîk)
kitâbında bildirilmişdir. Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh”
rivâyet eder: Birgün gördüm ki, Server-i Enbiyâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem”, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk “ra
dıyallahü anh” ile müsâfehâ edip,
buyurdu ki, müjdeler olsun sana yâ Ebâ Bekr. Hak Sübhânehü ve teâlâ, bütün
mahlûklara, umûmî olarak, tecellî eder. Ammâ, sana husûsî olarak tecellî eder.
Nakl edilmişdir ki, hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir:
Câhiliyye zemânında bir gün, bir büyük ağacın altında otururken, bir dal başıma
eğildi. Bir ses geldi ki, yakın zemânda, Kâ’be-i şerîfede, Benî Hâşîmden,
Abdülmuttalib oğullarından Muhammed adlı bir Peygamber zuhûr etse gerek. Böyle
büyük ve şanlı Peygamber dahâ gelmemişdir ve de gelmiyecekdir.
Hâtem-ül-enbiyâdır. Sen herkesden evvel Onun dînine gireceksin. Ona senden
yakın kimse olmıyacakdır. Ben de ağaca dedim ki, o Peygamber meydâna çıkdığı
vakt bana haber ver. O ağaç ile anlaşdık. Ne zemân ki Fahr-i âlem “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine Peygamber olduğu bildirildi, o ağaçdan ses
geldi ki, ey Ebû Kuhâfe oğlu. Müjdeler olsun sana, o Peygamber zuhûr etdi. O
vakt, hâzır ol, gayret eyle ki, onunla karşılaşıp dînine giresin ki, senden
evvel onun dînine kimse girmez. Sabâhleyin sevinç ile kalkıp, Fahr-i âlem
hazretlerinin basdığı toprağa yüz sürmek niyyeti ile giderken, Sultân-ı
Enbiyâya rastgeldim. Bundan sonrası anlatılmış idi.
Yirmibirinci Menâkıb: Birgün Server-i Enbiyâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
mescidde oturmuş idi. Cebrâîl aleyhisselâm geldi. Sultân-ı Enbiyâ, hazret-i
Cebrâîl ile söyleşirdi. Eshâbı kirâm mescide gelip, Seyyid-i kâinâtı meşgûl
görüp, bildiler ki, hazret-i Cebrâîl ile söyleşir. Sükût edip, oturdular. O
sırada hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” içeri girip, selâm verip, yerine
oturdu. Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” gelip, selâm verip, yerine
oturdu. Sonra Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” gelip, selâm verdikde, hazret-i
Cebrâîl aleyhisselâm ayak üzerine kalkdı. Sultân-ı Enbiyâ hazretleri de ayak
üzerine kalkdı. Eshâb-ı kirâm, Server-i kâinâtı ayak üzere kalkdığını görüp,
hepsi ayağa kalkıp, hayret etdiler. Zîrâ Fahr-i âlem, Eshâb-ı güzînden kimseye
ayak üzerine kalkmamışdır. Sonra bu husûsu, hazret-i Resûl-i
ekremden sordular. Buyurdular ki: Ebû Bekr-i Sıddîk mescide girip, selâm
verdiği zemân, Cebrâîl aleyhisselâm Ebû Bekr-i Sıddîka ta’zîm için ayak üzerine
kalkdı. Ben de ayak üzerine kalkdım. Sonra, yâ kardeşim Cebrâîl, Ebû Bekre ne
için ta’zîm etdiniz, diye sordum. Dedi ki: Yâ Resûlallah! Ebû Bekre
ta’zîm bana vâcibdir. Zîrâ Ebû
Bekr benim hocamdır. Ben sordum, neden dolayı hocandır. Cebrâîl aleyhisselâm
dedi ki: Yâ Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem”! Hak Sübhânehü ve teâlâ,
Âdem aleyhisselâtü vesselâmı yaratdığı zemân, meleklere, hazret-i Âdeme secde
ediniz, diye emr etdi. Benim hâtırıma geldi ki, secde etmiyeyim. Ben ondan
efdalim. Zîrâ ki, o balçıkdan yaratılmışdır, dedim. Bunun üzerine olmağa niyyet
eyledim. O zemân ki, Ebû Bekrin rûhu arş altında nûrdan bir kubbe [köşk] içinde
idi. Köşkün kapısı açıldı, Ebû Bekrin rûhu çıkdı. Bana dedi ki, yâ Cebrâîl
secde eyle. Sakın muhâlefet etme. Bunu üç kerre tekrârladı. Arkama üç kerre eliyle
vurdu. O sırada kalbimden kibr ve enâniyyet ve inâd gitdi. Âdeme secde eyledim.
Benden kibr ve enâniyyet, iblîse intikâl edip, Âdeme secde etmedi. Ebedî tard
edilip, mel’ûn oldu ve ben de ebedî se’âdete kavuşdum. Yâ Muhammed “sallallahü
aleyhi ve sellem”! Ebû Bekr bu şeklde bana hoca olmuşdur, dedi.
Yirmiikinci Menâkıb: Birgün, hazret-i Fahr-i kâinâtın huzûr-u şerîflerinde,
Cebrâîl aleyhisselâm bir tarafda oturur idi. Hazret-i Sultân-ı Enbiyâya,
Cebrâîl aleyhisselâm geldiği zemân eshâb-ı güzînin hepsi “rıdvânullahi teâlâ
aleyhim ecma’în” ayak üzere dururlar idi. Fekat, hazret-i Ebû Bekr oturur idi.
Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” istigrâkda iken [ma’nevî dalmış
hâlde iken] hazret-i Cebrâîl ile, hazret-i Ebû Bekr işâretleşip, birbirlerine bakışıp,
tebessüm etdiler. Fahr-i âlem hazretleri, hazret-i Cebrâîlin hazret-i Ebû Bekr
ile işâretleşdiğini görüp, hazret-i Cebrâîle dedi ki: yâ kardeşim Cebrâîl. Ebû
Bekr ile olan mu’âmelenize sebeb nedir. Hazret-i Cebrâîl dedi ki: yâ
Resûlallah! Birşey yokdur. Fahr-i âlem hazretleri tekrâr sordular. Cebrâîl
aleyhisselâm dedi ki, Hak Sübhânehü ve teâlâ, yeri ve göğü, arşı, kürsî, Cennet
ve Cehennemi yaratmazdan evvel, Cebrâîl nâmında yetmişbin melek yaratmış idi.
Allahü teâlâ bunlara süâl ederdi ki, siz kimsiniz? Ben kimim? Bunlar cevâb
vermemekle cümlesini helâk etdi. Sonra beni yaratıp, bana da süâl edince, ben
de cevâb vermeyip, ben kulunu helâk etmek üzere iken, hazret-i Ebû Bekrin rûhu
yanıma gelip, sen Hâlıksın, ben senin bir za’îf mahlûkunum, diye cevâb vermem
için bana ta’lîm eyledi. Yâ Resûlallah! O Allah hakkı için ki, Ondan gayri
Allah yokdur. Ben hazret-i Ebû Bekrin azâdlısıyım, dedi.
Yirmiüçüncü Menâkıb: Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” islâma geldiği
vaktde, Hak Sübhânehü ve teâlâ aşkına ve Habîbullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” aşkına, seksenbin altın fakîrlere sadaka eyledi. Kırkbin altın gizli,
kırkbin altın açıkdan vermişdi. O hâle geldi ki, giyecek elbisesi kalmamış idi.
Sonra eski bir mutâf [keçi kılından dokunmuş elbise] eline geçdi. Mubârek
arkasına aldı. Sonra nemâz vakti gelince, o mutâfı arkasına alıp, nemâz
kılardı. Nemâz vakti hâricinde mubârek göğsüne kadar tennûr [tandır] içine
girer. Arkasına mutâfı alırdı. Bu hâl üzere üçgün se’âdethânesinde [evinde]
oturup, Habîbullah hazretlerinin huzûr-u se’âdetlerine gidemedi. Dördüncü gün
oldukda, hazret-i Fahr-i Enbiyâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, sabâh
nemâzını kıldıkdan sonra, mubârek arkasını mihrâba verip, sahâbe-i kirâm
hazretlerine teveccüh edip, buyurdular ki: Üç gündür, Ebû Bekr-i Sıddîk mescide
gelmedi. Acabâ mubârek hâtır-ı şerîfi nasıldır. Varalım, mubârek hâtırını soralım;
diye söylerken, mubârek arkasına bir siyâh mutâf giymiş olarak Cebrâîl
aleyhisselâm geldi. Hazret-i Resûlullah, Cebrâîl
aleyhisselâmı bu hâlde görünce, mubârek şekli değişdi. Yâ kardeşim Cebrâîl; bu
ne hâldir, diye sordu. Hazret-i Cebrâîl, dedi ki, yâ Resûlallah! Ma’lûmunuz
olsun ki, yedi kat gökde, arş ve kürsîde olan bütün melekler, bütün Kerûbîyûn
böyle mutâf giydiler. Hazret-i Resûl-i ekrem, bu
işin aslı nedir, yâ kardeşim, bana açıkla, dedi. Hazret-i Cebrâîl dedi ki, yâ
Resûlallah! Hazret-i Ebû Bekr, Allahü teâlânın aşkına ve senin dînin uğruna
seksenbin altın sadaka verdi. Kırk bini gizli ve kırkbini açıkdan. Şimdi
giyecek elbisesi kalmadığı için, üç günden beri mescide onun için gelemedi.
Nemâzı evinde kıldı. Yâ Resûlallah! Hak Sübhânehü ve teâlâ sana selâm edip ve
buyurdu ki, hazret-i Ebû Bekre esvâb [elbise] göndersin. Hazret-i Fahr-i
Enbiyâ, Eshâb-ı güzîne bakıp, dedi ki, her kimin, bir fazla kaftanı varsa, Ebû
Bekre versin ki, ben sevineyim. Hak Sübhânehü ve teâlâ karşılığında nice nice
sevâblar ve dereceler versin. Benimle firdevs-i a’lâda komşu olsun. Eshâb-ı
kirâmın hepsi, aradılar. Hiçbirisinde bulunmadı. Bulunamayınca; bir sahâbî
varıp, bir başka kimsede bir hırka buldu. Hazret-i Ebû Bekre gönderdi. Hazret-i
Ebû Bekr o sahâbîye düâlar edip, o kaftanı giydi. Hazret-i Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
mubârek ayaklarının tozuna yüz sürmeden, ya’nî yanına gelmeden hazret-i Cebrâîl
aleyhisselâm yetişdi. De-
di ki: Yâ Muhammed “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem”! Allahü teâlâ sana selâm eder. Buyurdu ki, bütün
sahâbîler ile Ebû Bekri ta’zîm ve tekrîm ile karşılayasın. Ondan sonra,
server-i Enbiyâ, hazret-i Ebû Bekre karşı çıkıp, müsâfehâ etdi. Cenâb-ı Hakka
müteveccih olup, düâlar etdi. Sonra bütün sahâbîler Ebû Bekr ile müsâfehâ
etdiler. Gönülden Ebû Bekre düâlar eylediler “rıdvânullahi teâlâ aleyhim
ecma’în”.
Yirmidördüncü Menâkıb: Bundan sonra, yukarıdakilere ilâve olarak, hazret-i
Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki, yâ Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”!
Hak Sübhânehü ve teâlâ sana selâm eder. Buyurur ki, Ebû Bekr kuluma benden
selâm söyle! Bu fakîr hâliyle benden râzımıdır; sor? Hazret-i Enbiyâ “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem”, Ebû Bekr hazretlerine haber gönderip, beyân
buyurduklarında; hazret-i Ebû Bekr, inleyip, bağırarak, feryâd ederek, dedi ki:
“Ebû Bekr kimdir ki, kim oluyor ki, Rabbimden râzı olmıyayım. Ben herşeyi
yaratan Rabbimden râzıyım, râzıyım”.
Yirmibeşinci Menâkıb: (Misbâh) kitâbında anlatılmakdadır. Hazret-i Ömer
“radıyallahü teâlâ anh” der ki; bir gün Resûl-i ekrem
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bize, askeri donatmak için, sadaka getirin
diye, emr etdiler. Benim malımın çok olduğu bir zemân idi. Gönlümden geçdi ki,
her zemânda, kardeşim Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” sadaka husûsunda
hepimizden fazla sadaka verirdi. Ammâ bu def’a ben ondan fazla vereyim diye,
malımın yarısını götürdüm. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, yâ Ömer! Ehl-i beytine [ev
halkına] ne alıkoydun. Dedim ki, yâ Resûlallah! Bu kadarını [ya’nî yarısını]
alıkoydum. Bu sırada Ebû Bekr “radıyallahü anh” cümle malını getirip, koydu.
Hazret-i Fahr-i Enbiyâ buyurdu ki, yâ Ebâ Bekr! Ehl-i beytine [ev halkına] ne
alıkoydun? Ebû Bekr, yâ Resûlallah! Ehlime Allahü teâlâyı ve Resûlünü
alıkoydum, deyince, (ikinizin arasındaki fark, cevâbınız arasında olan fark
gibidir) buyurdular. Ondan sonra, Ebû Bekr-i Sıddîkın her bir işde, önüne geçme
ümmidimi kesdim. Rivâyet edilir ki, o zemân, hazret-i Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” sadaka getirin diye emr edince, hazret-i
Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” cümle malını ve giyeceklerini, sadaka verip,
bir hırka giydi. O zemân Cebrâîl aleyhisselâm geldi. Server-i Enbiyâ
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sel-
lem” gördü ki, Cebrâîl
aleyhisselâm hırka giymiş. Ba’zı rivâyetde gelmişdir ki, bir gün hazret-i Ebû
Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” huzûr-ı şerîflerine bir dilenci gelip, Allah
için birşey verin dedikde, vermeye birşeyi bulunmayıp, sırtındaki gömleği, kapı
arkasından dilenciye verdi. Kendisi bir eski şal örtündü. İbâdetle meşgûl oldu.
Allahü teâlânın emri ile Cebrâîl aleyhisselâm üzerine bir şal bürünüp, hazret-i
Habîbullahın huzûruna geldi. Resûl-i ekrem
“sallallahü aleyhi ve sellem” dedi ki, yâ kardeşim Cebrâîl! Bu ne hâldir. Seni
bu hâl üzere hiç görmemişdim. Yâ Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem”! Benim
bu şekle girdiğimi acâib karşılama, ki Hak Sübhânehü ve teâlâ bütün gök
meleklerine bu sûrete girmeğe emr eylemişdir. Çünki, Ebû Bekr-i Sıddîk
“radıyallahü anh” şimdi bu şekldedir.
Yirmialtıncı Menâkıb: Hazret-i Ebû Bekr ile Ebüdderdâ “radıyallahü teâlâ
anhümâ”, ikisi berâber giderken, bir dar yola geldiler. Ebüdderdâ önde, Ebû
Bekr arkada, o darlıkda yürürken, o sırada, Sultân-ı Enbiyâ “sallallahü aleyhi
ve sellem” karşıdan, parlak bir ay gibi, göründü. Hazret-i Ebüdderdâ, hazret-i
Ebû Bekrin önüne geçmiş görünce hazret-i Fahr-i kâinât huzûrsuz olup,
Ebüdderdâya hitâb eylediler ki, yâ Ebüdderdâ! Niçin Ebû Bekrin önünce yürürsün.
Bilmez misin ki, Ebû Bekr senden evveldir. Senden büyük olan kimsenin önünde
gitmek edebi terk değil midir. Hazret-i Ebüdderdâ hatâsını anlayıp, tevbe ve
istigfâr eyledi. Şimdi ey mü’minler! Hazret-i Ebüdderdâ gibi bir zât, bir ân
hazret-i Ebû Bekrin önüne geçince, hazret-i Resûl-i
ekrem huzûrsuz oldu. Fikr edin, ya’nî düşünün. Ayrı i’tikâd üzere
olanlardan Allahü teâlâ korusun!
Yirmiyedinci Menâkıb: Birgün sahâbe-i güzînden “rıdvânullahi teâlâ aleyhim
ecma’în” ba’zıları Fahr-i kâinâtın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” yüksek
huzûrlarına varıp, hazret-i Ebû Bekrden “radıyallahü anh” şikâyet eylediler.
Dediler ki, yâ Resûlallah! Hazret-i Ebû Bekr bir oda içine girip, ciğer
kebabını yalnız yir. Kokusunu duyarız. Lâkin bizi da’vet eylemez. Sultân-ı
Enbiyâ “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, “Bir
dahâ böyle yapdığı vakt, bana haber veriniz; evine varalım.” Birgün
yine hazret-i Ebû Bekr, bir odaya girdiğinde, ciğer kebabının kokusunu duyan
Sahâbîler, ciğer kebabı yir diyerek, varıp, haber verdiklerinde, Server-i
Enbiyâ hazretleri, derhâl –
kalkıp, hazret-i Ebû Bekrin olduğu
odaya gitdi. İçeri girdikde, gördü ki, ne ateş var; ne kebab. Sonra süâl etdi
ki, yâ Ebâ Bekr! Ciğer kebabını yalnız yir imişsin; revâ mıdır. Ebû Bekr dedi
ki, yâ Resûlallah! Hâşâ ki ben ciğer kebabını yalnız yiyeyim. Pişen kendi
ciğerimdir. Hayr-ül-beşer “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, sebebini
sordular. Ebû Bekr “radıyallahü anh” cevâb verdi ki, yâ Habîballah! Dâimâ
hâtırıma gelir ki, Hak Sübhânehü ve teâlâ bana islâm dînini müyesser eyledi. Ve
Habîbinin dostlarından eyledi. Husûsî olarak bütün sahâbe-i kirâm içinde bu
şeklde şöhret buldum. Kıyâmet gününde; acabâ ahvâlim ne olur. Allahü teâlânın
huzûrunda bu iltifâtı ve bu riâyeti [bu ni’metlerin şükrünü yerine getirir
miyim] tekmîl eder miyim diye korkudan ciğerim kebab gibi pişdiğinin sebebi
budur. Hemen o sâat Cebrâîl aleyhisselâm gelip; hazret-i Ebû Bekrin hakkında
nice müjdeler getirdi. Ondan sonra Eshâb-ı güzînin “rıdvânullahi teâlâ aleyhim
ecma’în” hazret-i Ebû Bekre “radıyallahü teâlâ anh” muhabbetleri bir iken bin
kat fazla oldu.
Yirmisekizinci Menâkıb: Hazret-i Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
bir gün mescid-i şerîfinde, Eshâb-ı güzîn arasında, oturuyordu. Hazret-i
Cebrâîl aleyhisselâm geldi. Sultân-ı Enbiyâ hazretlerine buyurdular ki, Ebû
Bekrin bir sâat ibâdeti yetmiş yıllık ibâdet yerini tutar. Hazret-i Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
bunlara cevâb vermeyip, hazret-i Bilâle emr etdi ki var, Ebû Bekri da’vet eyle.
Hazret-i Bilâl, emri tâat kabûl edip, Ebû Bekrin kapısını çaldı. Dedi ki, Ebû
Bekr hazretlerini Sultân-ı kevneyn “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” çağırır.
Hemen o sâat hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü anh” yerinden kalkıp, Server-i
kâinâtın bulunduğu yere gitdi. Sultân-ı kâinât karşılayıp, Ebû Bekr
hazretlerini yanına aldı. Sonra süâl eyledi ki, yâ Sıddîk, hâlâ ne amel
üzerinde idin. Cevâb verdiler ki, yâ Habîballah! Hâtırıma şöyle geldi ki, Hak
Sübhânehü ve teâlâ iki ev halk etdi. Birinin adı Cennet ve birinin adı
Cehennem. Elbette takdîr yerini bulup, ikisini de dolduracakdır. Birini yaramaz
kulları ile, birini sâlih kulları ile. Yâ Resûlallah! Dedim ki, yâ Rabbî! Bu
za’îf kulunun bedenini büyültüp, Cehenneme koy ki, benim bedenim ile Cehennem
dolsun. Senin emrin yerini bulsun. Bütün âlem, Cehennem korkusundan halâs
olsun. Ondan sonra Eshâb-ı güzîn hazret-i
Ebû
Bekrin böyle düâsına ve yüksek himmetlerine hayrân olup, cümlesi hayr düâ
etdiler “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”.
Yirmidokuzuncu Menâkıb: Birgün hazret-i Ebû Bekr ile hazret-i Ömer “radıyallahü
anhümâ” bir husûs için, birbiriyle münâzea etdiler [çekişdiler]. Hattâ,
hazret-i Ebû Bekr hazret-i Ömere bir mikdâr sert olarak söyledi. Biraz
durdukdan sonra, hazret-i Ebû Bekr pişmân olup, hazret-i Ömerden özrler diledi.
Hazret-i Ömer iltifât etmedi. Se’âdethânelerine [evine] gitdi. Hazret-i Ebû
Bekr gördü ki, hazret-i Ömer afv etmedi. Bu üzüntü ile, hazret-i Habîbullahın
“sallallahü aleyhi ve sellem” huzûrlarına vardı. Habîb-i ekrem gördü ki,
hazret-i Ebû Bekrin şekli değişmiş. Mubârek derisinde değişiklik var. Süâl
buyurdular ki, yâ Sıddîk sana ne oldu ki, böyle üzüntülüsün. Hazret-i Ebû
Bekrin gözlerinden yaş akıp, dedi ki, yâ Resûlallah! Bir husûs için hazret-i
Ömer ile münâzea edip, bir mikdâr gadab ile, söylemişdim. Onun için hâtırı
kırılmış [gücenmiş]. Sonra hatâmı bilip, afv diledim. Kabûl eylemedi. Yâ
Resûlallah, huzûrunuza geldim. Benim hâlim nice olur. Kıyâmet gününde eğer Ömer
yakama yapışırsa, bana inâyet, hâlime rahm eyle; deyip ağladı. Hazret-i Fahri
âlem üç kerre düâ eyledi ki, yâ Rabbî! Ebû Bekrin bütün günâhlarını afv eyle;
Ömerin bile. [ya’nî hazret-i Ömerin günâhını da afv eyle!] Meğer hazret-i Ömer
“radıyallahü teâlâ anh” de hazret-i Ebû Bekrin ricâsını kabûl etmediğine pişmân
olmuşdu. Hazret-i Ebû Bekrin evleri tarafına gitdi. Kapının önüne gelip,
hazret-i Ebû Bekri sordu. Habîb-i ekrem hazretlerine gitdi diye cevâb verdiler.
Hazret-i Ömer de varıp, Server-i kâinâtın huzûr-ı şerîflerine yüz sürdükde, gördü
ki, bir tarafda hazret-i Ebû Bekr oturur. Bir tarafında hazret-i Ebüdderdâ
oturur. Ondan sonra Habîb-i ekrem hazretleri buyurdular ki, Hak Sübhânehü ve
teâlâ hazretleri beni sizlere Peygamber gönderdi. Cümleniz tekzîb etdiniz
[inanmadınız]. Ammâ Ebû Bekr-i Sıddîk tasdîk eyledi. Cân ve baş ve bütün mal ve
menâl ile, ehliyle ve iyâliyle benim uğrumda kalben kıyâm gösterip, bir ân
ayrılmadı. Neden Ebû Bekrin kıymetini bilmeyip, rencîde edersiniz. İnsâf mıdır.
Bilmez misiniz ki, Ebû Bekre olan riâyet ve hurmet bizedir. Onun hâtırını
gözetmek, bizim hâtırımızı gözetmek gibidir. Hazret-i Ömer “radıyallahü anh” bu
[azarlama şeklindeki] kelâmı işitdikden sonra, kalkıp,
Ebû Bekr tarafına gidip, hazret-i
Ebû Bekr de karşılayıp, birbiriyle müsâfeha edip, özr dilediler.
Otuzuncu Menâkıb: Ebûl Ferec el Cevherî, Hasen Basrîden rivâyet eder. O da
îmâm-ı Hasen bin Alîden “radıyallahü anhümâ” rivâyet eder. Hazret-i Alî
“kerremallahü vecheh” bir gün hutbe okuyup, halkı gazâ ve cihâda teşvîk etdi.
Bir şahs ayak üzere kalkıp, dedi ki, yâ imâm! Bana fî sebîlillah cihâdın ve
gazâların sevâbından haber ver. Hazret-i Alî buyurdular ki, bir gün Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri ile gazâya gidiyorduk. Senin benden süâl etdiğin gibi, ben de
hazret-i Resûl-i ekremden süâl etdim; dedim ki,
yâ Resûlallah! Bize gazâ ve cihâdın sevâbından haber ver. Hazret-i Server-i
kâinât buyurdular ki: Bir kavm gazâya niyyet eylese, Hak Sübhânehü ve teâlâ
onlar için Cehennemden kurtuluşuna berat yazar. Kaç kişi sefer için hâzırlansa,
Allahü teâlâ onlar ile meleklere öğünüp, buyurur ki, görün, benim kullarımı,
benim yolumda gazâya hâzırlanırlar. Ehline ve evlâdına vedâ’ eylerken, evi ve
dıvârları onlar için ağlar. Ve günâhlarından temizlenip, anadan doğmuş gibi
olurlar. Yılanın, derisinden çıkdığı gibi olurlar. Hak Sübhânehü ve teâlâ her
adıma kırk bin melek verir. Dört tarafından hıfz ederler. İşledikleri her
hasene ve her sevâb iki kat yazılır. Ona bin âbid ibâdeti sevâbı yazılır. Öyle
âbid ki, bin yıl ibâdet etmiş olur. Harbe gitmek üzere yola girdiği zemân, Hak
Sübhânehü ve teâlâ o kadar sevâb verir ki, dünyâdaki bütün insanlar kâtib
olsalar, onun hesâbında âciz olurlar. Düşmâna karşı olup da, harbe başlasalar,
melekler onları çevirip, üzerlerine durup, nusret ve zafer için, düâ ederler.
Arşın altından bir melek, (El-cennetü tahte
zılâl-issuyuf) ya’nî Cennet kılıçların gölgesi altındadır diye, nidâ
edip, çağırır. Kılınç dokunup, her şehîd olana, sıcak günde soğuk su içmiş
gibi, lezzetli gelir. Her kılınç darbesi yiyip, atından yere düşmezden evvel,
Hak teâlâ hûrî gönderir. Sağından ve solundan yetişip, müjde verirler. Hak
Sübhânehü ve teâlânın onun için, Cennetde hâzır eylediği kerâmâtı (ikrâmları)
ve sevâbı haber verirler ve müjdelerler. Ondan sonra yere düşse, bir ses gelip,
der ki, “Merhâbâ ey temiz rûh! Temiz bedeninden çıkdın. Müjdeler olsun sana ki,
Allahü teâlâ senin için Cennetinde o kadar sevâb ve ecrler ve mülk ve ni’metler
hâzırlamışdır ki, ne gözler görmüşdür, ne kulaklar işitmişdir.
Ne de
kimsenin hâtırına gelmişdir. Hazret-i Resûl-i ekrem
“sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, Allahü teâlâ o şehîd hakkında buyurdu
ki, onun ehline ve evlâdına halîfeyim. Her kim onu râzı eder, beni râzı eder.
Her kim onu incitir, beni incitir. Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretleri,
şehîdlerin rûhlarını yeşil kuşların kursağına koymuşdur. Cennete girip,
yemişlerinden yirler. Şehîde Cennet-ül firdevsde yetmiş kasr verirler. Her iki
kasrın arası San’a ile Tehâme arası mesâfe kadardır. O kasrların nûru şark ve
garb [doğu-batı] arasını doldurur. Her kasrın yetmiş kapısı vardır.
Altındandır. Her kapıda perde asılmışdır. Kapının üstünde bir köşk vardır. Her
bir köşkün içinde yetmiş çadır vardır. Her çadırda yetmiş kanepe [serîr]
vardır. Her serîrin ayakları inciden ve yâkutdan ve zeberceddendir. Her serîr
üzerinde kırk döşek vardır. Her döşeğin yüksekliği kırk arşındır. Her döşekde
bir hûrî ayn ve her hûrî aynın kırk câriyesi vardır. Başlarında inciden tâclar
ve boyunlarında mendiller ve ellerinde murassa leğen ve ibrik tutarlar. Hazret-i
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
yemîn edip, buyurdu ki, kıyâmet gününde, şehîdler yerlerinden kalkıp, mahşer
yerine gelirken, yollarında Enbiyâ aleyhimüsselâm olur. Onlar geldikde, ayak
üzerine kalkarlar. Şehîdler gelip, mücevherlerle süslü kürsîler üzerine
otururlar. Her şehîd evlâdından ve ehlinden ve akrabâsından ve ahvâl ve
ahbâbından yetmişbin kişiye şefâ’at edecekdir. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ
anh” der ki; hazret-i Server-i Enbiyâ bunu böyle buyurdular.
Nevfel
“radıyallahü anh” derler bir yiğit, iki oğlunu ve hâtununu yanında getirip dedi
ki, Yâ Resûlallah “sallallahü aleyhi ve sellem”! Ben düâ edeyim, Siz âmîn
deyiniz. Böylece düâm kabûl olsun. Hazret-i Server-i âlem, buyurdular ki, Sen
söyle, ben âmîn diyeyim. Nevfel “radıyallahü anh” el kaldırıp, dedi ki: Yâ
Rabbel âlemîn! Nevfel kuluna şehâdet müyesser eyle. Bu iki oğlunu yetîm eyle.
Vâlidelerini dul eyle. Ondan sonra varıp, silâhını kuşanıp, atına binip,
düşmâna karşı çıkdı. Birçok kimseyi öldürüp, sonunda atını düşürdüler. Sonra
kendini şehîd etdiler. Zübeyr bin Avvâm “radıyallahü teâlâ anh” der ki, ben
gelip Fahr-i kâinât hazretlerine Nevfelin şehâdetini bildirdim. Dedim ki,
Allahü teâlâ gazânı Nevfel ile mubârek etsin. Nevfel şehîd olup, kana bulanıp,
yatar. Hazret-i Resûl-i ek-
rem ve Nebiyyi muhteremin mubârek
gözleri yaş ile doldu. Sonra oradaki Eshâb-ı kirâm ile berâber geldiler. Sa’d
bin Ebî Vakkas ok atıp, müşrikleri Nevfelin yanından dağıtdı. Resûlullah hazretleri gelip, başını dizi üzerine alıp,
buyurdu ki: Allahü teâlâ sana rahmet etsin; yâ Nevfel! Şübhe yokdur ki, Hak
Sübhânehü ve teâlâ yarın kıyâmet gününde, nidâ edip, buyurur. Sen Arşın
altından çıkarsın. Başın sağ elinde olur. Damarlarından kan akar. Kokusu
miskden güzel kokar. Süâlsiz, hesâbsız Cennete gidersin. Sonra Abdürrahmân bin
Avf hazretlerine buyurdular. Örtü getirdiler. Sarıp, defn etdiler. Sonra Resûlullah hazretleri, kalkıp parmaklarının üzerinde
yürür idi. Sonra süâl etdiler. O Resûl-i Hüdâ “sallallahü aleyhi ve sellem”
buyurdular ki; Beni Peygamber gönderen Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Nevfel
üzerine o kadar melek nâzil oldu ki, meleklerin çokluğundan ayağımı basacak yer
bulamazdım. Bir melek gelip, kanadını ayağım altına döşedi. Ona basdım. Gazâ
temâm olunca; hazret-i Resûl-i müctebâ “sallallahü aleyhi ve sellem”, hergün
varıp, Nevfelin kabrini ziyâret ederdi.
Zübeyr
bin Avvâm “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder ki, sayısız ganîmetler ile;
gazâdan döndük. Mensûr, muzaffer olarak, Medîne-i münevvereye yöneldik.
Medîneye yaklaşdıkda; Medîne halkı hazret-i Resûl-i
ekremi karşılamaya çıkıp, hâtunlar ve kızlar, def çalar, şi’r okur,
hazret-i Serveri medh ve senâ ederler idi. Tebessüm edip; Ensârın hâtunları ne
iyidir, derler idi. Ansızın Nevfelin hâtunu iki oğlu ile gelip, Server-i kâinât
hazretlerine selâm verip, üzengilerine yüz sürüp, gazânız mubârek olsun,
dedikden sonra, dedi ki, yâ Resûlallah, Nevfelin hâli ne oldu. Hazret-i Fahr-i
âlemin mubârek gözlerinden yaş revân olup, yanında olanlar da ağladılar. Zübeyr
bin Avvâm, Server-i kâinâtın “sallallahü aleyhi ve sellem” üzengisi yakınında
yürürdü. Ona buyurdu ki, yâ Zübeyr! Yürü. Nevfelin haberini hâtununa söylemeye
kim dayanabilir ki, ben söyliyeyim. Mubârek eli ile ardına işâret edip, geçdi,
gitdi. Ondan sonra hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” geldi. Ona da hâtun
varıp dedi. Yâ Betûlün [hazret-i Fâtımânın] zevci. Nevfel ne oldu. Hazret-i Alî
“radıyallahü teâlâ anh” ağlayıp, yanındakiler de ağladılar. Ammâr bin Yâser
yanında yürür idi. Ona dedi ki; Nevfelin haberini hâtununa nasıl söyliyebilirim.
Eli ile ardına işâret etdi; geçdi. Ondan sonra hazret-i Osmân “radıyallahü
teâlâ anh” geldi. Hâtun Ona varıp,
sordu. Hazret-i Osmân ağlayıp, yanında olanlar da ağladılar. O da eliyle işâret
edip, geçdi, gitdi. Ondan sonra hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” geldi.
Hâtun ona da varıp sordu. Hazret-i Ömer de cevâb vermeyip, geriye işâret edip,
geçdi, gitdi. Ondan sonra Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” geldi.
Mû’az bin Cebel “radıyallahü teâlâ anh” der ki: Ben hazret-i Ebû Bekrin, rikâbında
[üzengisi karşısında] yürürdüm. Bana bakıp, tebessüm ederdi. Zübeyrden gayri
geride kimse de kalmamışdı. Çünki, hâtun onlara da sordu. O yâr-i gârı Mustafâ
[ya’nî Resûlün mağara arkadaşı], yüksek sırların kaynağı olan Ebû Bekr-i Sıddîk
“radıyallahü teâlâ anh” mubârek sakalını avucuna alıp, gönlü perîşân olarak,
parmağını dişine dokundurup, Hak sübhânehü ve teâlâ dergâhına teveccüh edip,
dedi ki; yâ Rabbî! Bir gönül ki, yıkmakdan Habîbi ekremîn sakındı. Hazret-i
Alî, hazret-i Osmân, hazret-i Ömer kaçındılar. Ben müşkil durumda kaldım. Eğer
ifşâ edersem, ya’nî Nevfelin şehâdet haberini verirsem, Habîbine muhâlefet
etmiş olurum. Eğer geri kaldı, geliyor desem, yalan söylerim. Doğru söylesem
hâtırı [gönlü] yıkılır. Doğru söylemesem din yıkılır. Gönülden dedi ki, yâ
Rabbî! Bana da bir söz ilhâm eyle; yâ müşkilimi sen çöz ki, miskînenin gönlü
tesellî olsun deyip, Hakka bağlanıp, dergâha yüz tutup, (Yâ ALLAH) deyince, o
ânda yaydan ok çıkar gibi, kılıncı elinde Nevfel sür’atle gelip, hazret-i Ebû
Bekre selâm verdi. (Buyur) yâ Sıddîk, beni mi istersin, dedi. Mubârek elini
açıp, Alîye “radıyallahü anh”, sonra Sahâbe-i güzîne yetişdi ve selâm verdi.
Bunlar bu hâli görüp, dehşet içinde kalıp, atlarından düşeyazdılar.
Zübeyr
bin Avvâm hazretleri der ki, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin âdet-i şerîfleri idi ki,
seferden geldikde, mescide varıp, iki rek’at nemâz kılardı. Sefere gitmiyenler
gelip, selâm verip, tebrîk ederlerdi. Yine mescide vardı. Otururken kapıda
kalabalık oldu. Kalabalığı gördüler. Nevfel içeri girip, selâm verdi. Resûl-i ekrem hazretleri Nevfeli karşılayıp, selâmını
alıp, yerine oturtdukdan sonra, kendileri de oturdu. Buyurdu ki, sübhânallah!
Bu bir âyetdir ki, Hak teâlâ açıkladı. Acabâ kimin eliyle zâhir oldu; derken, o
ânda hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm geldi. Zübeyr bin Avvâm “radıyallahü teâlâ
anh” der ki: Gözüm ile gördüm ve kulağım ile işitdim. Başın
da Cebrâîlin imâmesi vardı. Yâ
Muhammed! Şükr secdesi eyle ki, ümmetinde Allahü teâlâ, hazret-i Îsâ
aleyhissalâtü vesselâm gibi, ölüyü dirilten kimse yaratdı. Allahü teâlâ sana
selâm eder. Buyurur ki, benim Habîbim, eğer senin mağara arkadaşın Ebû Bekr-i
Sıddîkın “radıyallahü anh” sakalı avucunda iken, bir kerre dahâ (Yâ ALLAH)
demiş olaydı, izzim-celâlim hakkı için, bütün şehîdleri, diriltirdim. Yâ
Muhammed! Ebû Bekr kuluma söyle ki, ben ondan râzıyım. O da benden râzımıdır.
Onun sözünü doğru çıkarmak için, Nevfeli diriltdim. Zîrâ o câhiliyye döneminde
yalan söylememişdir. Bunun üzerine, Server-i Âlem, Ebû Bekrin sakalını öpüp,
Cebrâîl aleyhissalâtü vesselâmın verdiği müjde haberini söyleyip, buyurdular
ki: Yâ Ebâ Bekr! Hakdır ve lâyıkdır ki, Allahü teâlâ sana ikrâm etmişdir. Şükrler
olsun o Allahü teâlâ hazretlerine ki, ben dünyâdan ayrılmadan evvel, ümmetimde
hazret-i Îsâ aleyhisselâm gibi, Allahü teâlânın izniyle ölüyü dirilten kimse
yaratdı. Ondan sonra Ebû Bekr hazretleri imâmesini çıkarıp, başını açıp, dedi
ki: Yâ Resûlallah! Hazretinden utanırım. Yoksa imâmemi [sarığımı] Cehennem
ateşinin üzerine koyardım. Cehennemin ateşini ümmetinin büyük günâh
işleyenlerinden men’ ederdim. Ondan sonra Nevfel nice yıllar ömr sürdü. Evvelki
oğullarından gayri iki oğlu dahâ oldu. Sonra Yemâme cenginde şehîd oldu.
Ba’zı
rivâyetde hanımı söylenmeyip, fakîr bir annesi olduğu söylenmişdir. Nevfel,
silâhını kuşanıp, atına binip, muhârebeye katılmak üzere geldi. Annesi, ağlıya
ağlıya feryâd ederek, Fahr-i kâinâta gelip, dedi ki: Yâ Habîballah! Benim
gözümün yaşına merhamet eyle. Hayâtımda, görür gözüm ve tutan elim budur.
Bundan gayri sığınacağım yokdur. Gâyet garîb ve fakîrim. Benim oğlum gençdir.
Harb ahvâlinden haberi yokdur. Naz ile büyümüşdür. Soğuğa ve sıcağa dayanamaz.
Ben zelîl kalırım. Kimse benim hâlimi bilmez. Hazret-i Resûl-i
ekrem o fakîrin göz yaşına acıdı. O civâna dedi ki, oğlum, ben sana
kefîl olayım ki, gazâ sevâbını kazanasın. Şehîdlik mertebesine erişesin. Dertli
annenin rızâsını gözet. Bunun yaşlılığı vaktinde, göz yaşını akıtdırma. Bu
garîb bize şefâ’ate gelmiş iken, ayrılık ateşiyle yakma. İbâdet meydânının
pîri, ağlıyarak; Yâ Resûlallah! Beni men’ etme. İhtiyârım elde değildir. Hak
yoluna gönlüm cân ve baş oynamak [koymak] diler. Nihâyet anneme bir düâ
edin ki, düânız sâyesinde, önce
ona Allahü teâlâ sabr ihsân etsin. Bunun üzerine Resûl-i
ekrem Nevfelin vâlidesine dedi ki, gel bu yiğidi hayrlı yolundan men’
etme. Çileli annesi, Sultân-ı kâinâtın emrine muhâlefet etmedi. Dedi ki, Yâ
Resûlallah! Oğlum, nev resîddir, Sefer ahvâlini bilmez ammâ, sana ısmarladım.
Her hâlini gözetesin. Fahr-i âlem hazretleri, Allahü teâlânın izni ile olur,
buyurdu. Bir rivâyetde sâlim ve ganîmetlerle dönünce, annesi Resûl-i ekremin huzûruna varıp, o hidâyet şemsi nûr-i
nübüvvet ile etrâfı aydınlatıp, sürûr ile geldiler. Fakîr kadın rikâb-ı
hümâyûna yüz sürüp, iştiyakla, oğlunu sordu. O şefkat deryâsı, musîbet [kötü]
haberi vermekle gönlü kırılır endîşesi ile çekinip, hüsn-i edeble cevâb verip,
dedi ki, geride kaldı. Gelenlerden süâl edesin. O derd sâhibi [Nevfelin annesi]
bekledi. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” se’âdetle geldikde, süâl etdi.
Buyurdular ki, Habîbullahdan süâl etmedin mi? Miskîne [fakîr kadın] dedi ki,
süâl etdim. Böyle cevâb buyurdular. Hazret-i Mürtedâ bildi ki, hazret-i Risâlet
penâh, bunun gönlünü kırmamak için, musîbet haberini vermemişler. Sultân-ı
kevneyne muhâlif söylemeyip, aynı şeklde cevâb verdiler. Sonra da hazret-i
Osmân, hazret-i Ömer, böylece hazret-i Ebû Bekre erişdi “Rıdvânullahi teâlâ
aleyhim ecma’în”.
Otuzbirinci Menâkıb: Hazret-i
Bilâl-i Habeşî “radıyallahü teâlâ anh” bir kâfirin kölesi idi. Lâkin hazret-i
Fahr-i âlemin mubârek ayağının toprağına yüz sürüp; kalbden müslimân olmuşdu.
Bir büyük kilise vardı. İçindeki putlara hizmet için, kâfirler bir köylü ta’yin
etmişlerdi. Birgün hazret-i Bilâl, o kiliseyi tenhâ buldu. İçeri girip,
putların yüzlerini kirletdi. Acele ile dışarı çıkarken o hizmetci köylü,
hazret-i Bilâl ile karşılaşıp, içeri girdi. Putları bu hâlde görünce, feryâd
ederek, kâfirlerin oturdukları yere doğru varıp, hazret-i Bilâlden şikâyet
etdi. Putlarına yapılan durumu bunlara bildirince, kâfirler Bilâlin efendisi
üzerine gitdiler. Bir kölenin, bizim putlarımıza böyle ihânet etmesi uygun
mudur. Elbette bu kulun [kölenin] hakkından gelmek gerekdir; dediler. Efendisi
de bunlara dedi ki; mâdem ki benim kölem böyle küstâhlık yapdı. Size verdim. Ne
yapmak isterseniz, öyle yapın. Onlar da Bilâli aldılar. Sıcak kum üzerine
çıplak olarak koyup, mubârek karnı üzerine taş koydular. Sonra iki ellerini ve
iki ayağını bağladılar. Dediler ki, tâ ki hazret-i
Muhammedin dîninden dönmeyince
seni bundan kurtarmayız. Bunun altında kalırsın. Hazret-i Bilâl bu taşın
altında (Yâ Ehad) ismi şerîfini
söylerdi. Allahü teâlânın hikmeti, Server-i Enbiyâ yoldan geçerken, hazret-i
Bilâli bu azâbda yatar gördü. Hem de dili ile (Yâ Ehad) ismi şerîfini söyler. Hazret-i
Fahr-i Kevneyn “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem, buyurdu ki: (Yâ Ehad) ismi
şerîfi seni kurtarır. Ondan sonra, se’âdetle devlethânelerine gitdi. Hazret-i
Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazret-i Habîb-i Ekrem ve Nebiyyi muhterem
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin, ayağının tozuna yüz sürdü
[ya’nî yanlarına vardı]. Hazret-i Bilâlin ahvâlini Ebû Bekr hazretlerine
anlatıp, buyurdular ki, yâ Ebâ Bekr! Bilâli kâfir elinden, sen kurtarırsın.
Yoksa bir başka kimse kurtaramaz. Zîrâ Ebû Bekr hazretlerinin dâimâ âdet-i
şerîfleri bu idi ki, kâfirlerin arasında yürürdü. Bir müslimân esîr görse,
hesâbsız para verip, satın alırdı. Aldığı gibi, Hak Sübhânehü ve teâlâ yoluna
ve Habîb-i Ekrem aşkına azâd ederdi. Yine âdet-i şerîflerine binâen kâfirler
arasına gitdi. Konuşma esnâsında, onlara dedi ki, Bilâle böyle azâb etmekden
size ne fâide vardır. Gelin bana satın. Onlar dediler ki, biz Bilâli dünyâ
ağırlığı akça da versen satmayız. Eğer Âmir adındaki kölen ile değişdirirsen
olur. O Âmir, Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” sebebiyle, kıyâssız mal
edinmişdi. Metâ’ından, yâdigârından, davarından gayri nakid onbin filori vardı.
Hazret-i Ebû Bekr derdi ki, yâ Âmir! Müslimân ol, bütün mâl ile azâd ol.
Yanımda, kardeşim olasın. Mel’ûn râzı olmayıp, islâm dînini kabûl etmez idi.
Müslimân olmadığı için, hazret-i Ebû Bekr de, huzûrsuz olup, azâd etmezdi.
Ondan sonra kâfirler dediler ki, kölen Âmir ile Bilâli değişiriz. Ebû Bekr
hazretlerine gâyet hoş gelip, sevindiğinden, Âmiri, bütün malı ve davarı ile,
hazret-i Bilâl için size verdim, deyince, kâfirler de, hazret-i Ebû Bekri
aldatdık. Bu kadar mal ve Âmir gibi köle aldık diye sevindiler. Bilâl için
olanlardan mel’ûnların haberleri yok idi. Yoksa hazret-i Ebû Bekrin bütün
malını isterlerdi. O da Allah hakkı için acımayıp, sâdece sultân-ı Kâinâtın
emr-i şerîfleri yerine gelsin diye, verirdi. Ondan sonra hazret-i Ebû Bekr,
Bilâl hazretlerini, evvelâ taşın altından kurtarıp, elini eline alıp, hazret-i
Habîb-i Ekremin huzûr-ı âlilerine getirip, ayak üzerine durup, buyurdular ki,
yâ Resûlallah! Bilâli Allahü teâlâ aşkına bugün azâd eyledim. Fahr-i âlem
hazretleri çok sevi-
nip, hazret-i Ebû Bekre düâlar
etdi. O anda hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm gelip, hazret-i Ebû Bekr hakkında,
meâl-i şerîfi,
(O ateşden Ebû Bekr “radıyallahü anh” gibi, ziyâde müttekî olan
sakınıp, kurtulur ki, Allahü teâlâ yanında temiz ve va’dine nâil olmak için,
malını Allah yolunda hayrâta sarf eder) olan, Leyl sûresi 17 ve 18.ci âyet-i kerîmelerini getirdi.
Otuzikinci Menâkıb: Birgün hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Alî “radıyallahü
teâlâ anhümâ” mescidde oturuyorlardı. Bir kimse mescide girip, Server-i kâinât
hazretleri ile, hazret-i Ebû Bekre selâm verdi. Sonra hazret-i Alîyi görünce,
gâyet mahzûn olup, yüzü sarardı. Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü anh” o kimsenin
bu hâline bakıp, te’accüb eyledi [hayret etdi]. Nemâz kıldıkdan sonra, hazret-i
Alîye süâl eyledi ki, yâ Alî, bu kimse mescide girip, seni gördükde, gâyet elem
çekip, mahzûn oldu. Benzi sarardı gitdi, hikmeti nedir? Hazret-i Alî “radıyallahü
teâlâ anh” dedi ki, bu kimse bana yirmibin akçe borçludur. Onun için elem
çekdi. Hazret-i Ebû Bekr o kimseyi çağırıp, dedi ki, hazret-i Alîye borcun olan
yirmi bin akçeyi niçin vermezsin. Dedi ki; yâ Sıddîk! Allah hakkı için kudretim
yokdur, ki vereyim. Yoksa bir gün te’hîr etmezdim. Hazret-i Ebû Bekr, Kur’ân-ı
azîme riâyetinden ve kemâli sehâvetinden [ya’nî kemâl derecede cömertliğinden]
o kimseye dedi ki, eğer sûre-i Fâtihayı yarısına kadar okuyup, sevâbını bana
bağışlar isen, borcunu ben öderim. O kimse de kabûl edip, güzel ses ile
Fâtihayı yarısına kadar okudu. Yine hazret-i Ebû Bekr buyurdu ki, eğer temâmını
okursan, yirmibin akça dahâ vereyim. O kimse Fâtiha sûresinin temâmını okuyup,
hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” da kırkbin akçeyi temâm verdi. Hem de
az verdim diye özrler diledi. İşte Kur’ân-ı azîme ve Furkân-ı kerîme o server
ve bütün Eshâb-ı kirâm “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” böyle ta’zîm ve
tekrîm ederlerdi. Şimdiki zemâne adamları ise, Kur’ân-ı kerîmin bir cüz’ine bir
akçe veyâ iki akçe ta’yîn ederler. Bu iş ile güzel derdlenirler. Hak Sübhânehü
ve teâlâ hazretlerinden ve Habîbullah hazretlerinden utanmadan, bu vakfı
edersin ve eğer hayr ederim diye kasd edersen, belki hayrından zararı fazla
olur. Akllı olan kimse, buna râzı olmaz. Sultân Süleymân zemânında, Pervîz
efendi derler bir kâdîasker vardı. Sâlih ve mütedeyyin ve müstekîm kimse idi.
Birgün Bur-
sa kâdîsı bir arz gönderir.
Mevzû’u bu ki, bir müslimân bir güne dört akçe ayırmış. Günde bir kerre İnnâ
a’tayna sûresini okuyup, sevâbını rûhuna bağışlıyalar. Pervîz efendi merhûm, bu
arzı eline alıp, yanında bulunan müslimânlara gösterip, dedi ki, işte sahîh
vakf. Bu vakf sâhibi, Kur’ân-ı azîmüşşânın bir mikdâr kadrini bilmiş. Allahü
teâlâ rahmet eylesin! Kur’ân-ı kerîmin tam kadrini bilmek, nerede müyesser
olur. Ammâ hele hâline göre riâyet etmesine gayret eylemiş.
Otuzüçüncü Menâkıb: (Mesâbîh-i şerîf)de, sadaka bâbı faslında, hazret-i
Ebû Hüreyreden “radıyallahü teâlâ anh” nakl olunmuşdur. Server-i kâinât aleyhi
efdalissalevât hazretleri buyurmuşlardır ki, bir kimse eşyâdan bir çift şeyi
sadaka etse, fîsebîlillah Cennet kapılarından da’vet olunur. Cennet için
kapılar vardır. Her kim ki nemâz ehlindendir, nemâz kapısından da’vet olunur.
Her kim ki cihâd ehlindendir, cihâd kapısından da’vet olunur. Her kimse ki
sadaka ehlindendir, sadaka kapısından da’vet olunur. Her kimse ki oruc
ehlindendir, reyyân kapısından da’vet olunur. Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü
teâlâ anh” buyurdular ki, yâ Resûlallah! Bu kapıların herbirinden çağrılanlara
bir müşkilât yokdur. Lâkin, bu kapıların hepsinden çağrılan kimse var mıdır.
Hazret-i Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” buyurdular ki, (Evet ümîd ederim ki, sen
o kimselerden olursun.) Bu hadîs-i şerîf,
sahîh hadîs-i şerîflerdendir. (Buhârî) ve (Müslim)de
vardır. Müslim şerhinde beyân olunmuşdur ki, hadîs-i
şerîfde bir çift sadaka etse, buyurdular. Bir çiftden murâd nedir.
Ba’zıları iki at, iki köle, iki devedir dedi. Ba’zıları dedi ki, altın ile
gümüş, yâ dirhem ile elbise, herhangi iki şey olarak açıklanmışdır. Müslim
şerhinde beyân olunmuş ki, hadîs-i şerîfde
Cennet kapılarının, dörtden fazlasını beyân buyurmadılar. Hem nasıl olduğunu da
açıklamadılar. Lâkin ma’lûmdur ki, Cennetin sekiz kapısı vardır. Dört kapısının
biri Tevbe kapısıdır. Biri gadabına hâkim olanlar ve insanları afv edenler
kapısıdır. Biri rızâ gösterenler kapısıdır. Biri Eymen kapısıdır. Buhârî şârihi
beyân etmiş ki, bir kimse bu hasletlerden bir haslet sâhibi olsa, o haslet
kapısından çağrılsa, o kimseye bir müşkilât olmaz. Zîrâ, murâd Cennete
girmekdir. Lâkin cümle kapılardan çağrılmak, ikrâmdır. İstediğinden girmeğe
serbestdir. Hangisinden istersen oradan gir, demekdir.
Zîrâ
cümlesinden girmek muhâldir. Lâkin, adı geçen şerhde demişdir ki, ben derim,
ihtimâl var ki, Cennet bir kal’a gibidir ki, onu sekiz sur ihâta eder
[çevirir]. Ba’zısı ba’zısından içeri, her bir surun kapısı vardır. O kapıdan
çağrılan o iki sûrun arasında kalır. İkinci kapıdan çağrılan, ikinci ile üçüncü
arasında kalır. Tâ sekizinci kapıdan çağrılan Cennetin ortasına dâhil olmuş
olur.
Otuzdördüncü Menâkıb: Yine adı geçen kitâbda [Mesâbîhde]
o bâbda, Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden, o hadîs-i şerîfin akabinde rivâyet edilmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
buyurdular ki: (Bugün sizin içinizde oruclu olan
var mıdır?) Hazret-i Ebû Bekr cevâb verdiler ki, Ben orucluyum.
Server-i âlem yine buyurdular ki, (Sizden bugün kim
cenâze hizmetinde bulundu.) Hazret-i Ebû Bekr cevâb verdiler ki, Ben
bulundum. Mefhar-ı mevcûdât yine süâl buyurdular ki, (Sizden bugün, bir fakîre kim yiyecek verdi.) Hazret-i Ebû
Bekr, cevâb verdiler ki, Ben verdim. Yine Seyyid-i veled-i âdem süâl etdiler
ki, (Sizden bugün, kim hasta ziyâretine gitdi.) Hazret-i
Ebû Bekr cevâb verip, Ben gitdim, dedi. Bunun üzerine Resûl-i rabbil âlemin,
buyurdular ki, (Bu hasletler bir kimsede bir arada
olunca, o kimse Cennete girer.) Müslim şerhinde açıklanmışdır ki,
Cennete girmekden murâd, hesâbsız ve kötü ameller üzerine olan cezâları
görmeden Cennete dâhil olmakdır. Aslında sâdece îmân, Allahü teâlânın merhameti
ile Cennete girmeğe sebebdir.
Otuzbeşinci Menâkıb: Yine (Mesâbîh-i şerîf)de,
kerâmetin sahîh olması bâbında beyân olunmuşdur. Abdürrahmân bin Ebû Bekr-i
Sıddîk “radıyallahü anhümâ” haber vermişler. Eshâb-ı Soffa, fukarâ kimseler
idi. Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem”
buyurdular ki, her kimin yanında iki kimseye yetecek kadar yiyeceği var ise,
Eshâb-ı Soffadan aç olan bir kimse götürsün. Hazret-i Ebû Bekr üç kimseyi
da’vet etdi. Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve
sellem” on kimse aldı. Hazret-i Ebû Bekrin âdet-i şerîfleri o idi ki, hazret-i Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
huzûrunda beklerdi. Berâber yatsıyı kılarlar idi. Sonra se’âdethânelerine
[evlerine] giderlerdi. O âdetlerine binâen o üç kimseyi se’âdethânelerine
gönderip, kendileri beklediler. Geceden bir mikdâr geçdikden sonra, se’âdethâ-
nelerine teşrîf buyurdular. Temîz
hanımları, hazret-i Ebû Bekre söyledi ki, müsâfirlerinizin yanına gelmekden ne
şey size mâni’ oldu. Hazret-i Ebû Bekr buyurdular ki, dahâ yemek vermediniz mi.
Muhterem haremleri, cevâb verdiler ki, yemek verdik. Lâkin, kendileri Ebû Bekr
gelmeyince yimeyiz, sabr ederiz, deyip, yimediler. Ebû Bekr, gadaba gelip,
yemîn etdi ki, o yiyecekden ebedî yimem. Hâtunları da yimemeğe yemîn etdiler.
Müsâfirler de yemîn etdiler ki, yimeyeler. Hemen Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ
anh” buyurdular ki, bu birbirine uymamak bize şeytândandır. Sonra yiyeceği
götürüp, ortaya koyup, kendileri yimeğe başladılar. Misâfirler de yimeğe
başladılar. Bir lokma alırlardı. Onun yerine bir lokma meydâna gelirdi.
Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” yiyeceğin bu fazlalaşmasını görüp
muhterem zevceleri Ümm-i Reyhâneye süâl buyurdular ki, bu yiyeceğin hâli nedir.
Onlar da buyurdular ki, gözümün nûru hakkı için, (Murâd-ı şerîfleri hazret-i Resûl-i ekrem hakkı için demek idi) bu yiyecek,
evvelki hâlinin üç katı olmuşdur. Aslını bilemem dedi. Müsâfirler de doyuncaya
kadar yiyip, hazret-i Resûl-i ekremin
huzûrlarına da gönderdiler. Böyle rivâyet olunmuş ki, Resûl-i
ekrem hazretleri de, o yiyecekden yidiler.
Otuzaltıncı Menâkıb: Yine Muhyissünne imâm-ı Begavî “rahimehullahü teâlâ” (Mesâbîh-i şerîf)inde nakl etmişdir. Hazret-i Ebû
Hüreyrenin “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etdiği hadîs-i
şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular: (Bize her
ni’meti veren ve iyilik eden kimseye karşılığını verdik. Ebû Bekrin iyilik ve
ikrâmının karşılığını veremedik. Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretleri kıyâmetde
ona karşılığını verir. Ebû Bekrin malının fâide verdiği gibi, bir kimsenin malı
bana fâide vermedi. Eğer ben halîl [dost] ittihâz edici olsa idim [edinse
idim], Ebû Bekri dost edinirdim. Lâkin bilmiş olun, sizin sâhibiniz, Allahü
teâlâ hazretlerinin dostudur.) Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh”
buyurdular ki, Ebû Bekr bizim seyyidimiz, hayrlımızdır ki, Habîb-i Ekrem
hazretlerine cümlemizden sevgilidir.
Otuzyedinci Menâkıb: Rivâyet olundu ki, hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ
anh” bütün mal ve mülkünü fîsebilillah sadaka verip, bir hırka ile evinde
otururken, bir kimse gelip, kapıyı çaldı. Hazret-i Ebû Bekr dışarı çıkıp,
kapıda duran kimdir diye
bakdı.
Ne istersin, dedi. O kimse, yâ Ebâ Bekr! Onikibin akça borcum var. Bugün
vermemin son günü. Muhakkak vermem lâzım. Şimdi, lutf ve kerem edip, benim bu
borcumu ödeyip, beni kurtar, dedi. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, yâ
miskin, görmez misin beni, bütün malımı, giyeceklerimi Allahü teâlâ yoluna
verdim. Hattâ arkamdaki elbisemi de bir fakîre verdim. Şimdi bir hırka giyip,
oturuyorum. Mal ve giyecek kalmadı. Senin borcunu nereden ödeyeyim, dedi. O
kişi dedi ki, biliyorum ve işitdim ki, sende mal kaldı. Senin fadlından ümîd
ederim ki, benim bu borcumu ödeyesin. Hazret-i Ebû Bekrin yapacak bir şeyi
kalmadı. Bir yehûdîye vardı. Onikibin akçe istedi. Dedi ki, inşâallahü teâlâ
yarın öğleden sonra malını vereyim. O yehûdî dedi: Yâ Ebâ Bekr, yarınki gün
malımı bulup vermez isen, ne olur. Ebû Bekr hazretleri, eğer yarın öğleden
sonra senin malını bulup, vermezsem, kendimi sana köle eyledim. Dilersen satıp,
parasını al, istersen beni köle gibi kullanırsın, dedi. Bu sözleşme üzerine o
yehûdî çıkarıp, hazret-i Ebû Bekre onikibin akçe verdi. Ebû Bekr-i Sıddîk
“radıyallahü anh” da o akçeyi o borçlu fakîre verip, borcunu ver, dedi.
Kendisi, oturup, Allahü teâlâ hazretlerine tevekkül eyledi. Yarın vaktinde
ödemeği va’d etdiğim, bu borcu ben nereden alıp, ödeyeceğim, diye düşündü.
Hiçbir çâre bulamadı. Varıp, o yehûdîye köle olayım diye kalbinden geçdi. Bu şeklde
düşünürken, hazret-i Âişenin evine vardı. Selâm verip, dedi ki, yâ kızım Âişe.
Bilmiş ol ki, dün bir yehûdîden onikibin akçe alıp, bir fakîrin borcunu ödedim.
Bugün öğleden sonra, akçeleri ödemem lâzım. Akçeleri bulup, ödemezsem, kendi
nefsimi o yehûdîye verdim [kendimi ona köle eyledim]. Şimdi vâcib oldu ki,
kendimi o yehûdîye köle eyliyeyim. Yâ kızım, âhıret hakkını halâl eyle. Sağ ve
âsân ol. Ben gidiyorum. Hazret-i Âişenin “radıyallahü teâlâ anhâ” kalbi mahzûn
olup, ağladı. İkisi berâber ağladılar. Hazret-i Ebû Bekr kızının yanından
ağlıya ağlıya çıkdı, gitdi.
Hazret-i
Âişe annemiz ağlarken, mubârek gözünden bir damla yaş indi. Yere düşdü. Hak
Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin kudretinden bir nûrânî cevher halk oldu.
Hazret-i Âişe bu cevheri görüp, sevindi. Babasını çağırdı. Hazret-i Ebû Bekr
dönüp geldi. Dedi ki, ne dersin yâ kızım! Hazret-i Âişe dedi ki, Allahü teâlâ
bana merhamet eyledi. Gözümün yaşından bir cevher
yaratdı. Şimdi var, bu cevheri
alıp, pazara götür, satıp, borcunu edâ eyle. Ebû Bekr-i Sıddîk da o cevheri
alıp, pazara gitdi. Hak Sübhânehü ve teâlâ, Cebrâîl aleyhisselâma emr eyledi
ki, yâ Cebrâîl, Habîbim ve Resûlüm Muhammed Mustafânın zevcesi Âişenin göz
yaşından kudretim ile bir cevher halk eyledim. Kulum Ebû Bekr o cevheri, pazara
satmağa gidiyor. Şimdi çabuk var. Cennetde, kudret hazînemden yirmibin altın
al. Bir nûrdan tabak içine koyup, Ebû Bekrin önüne var. O cevheri satın al.
Bana getir ki, o cevher bana gerekdir. Arşıma o cevheri koyayım ki, onun nûru
arşımda ışık saçsın. Ve de mü’min kullarımın kabri o cevher ile münevver olsun
[aydınlansın]. Cebrâîl aleyhisselâm da yetişip, Cennetin hazînesinden yirmibin
altını, bir nûrdan tabak içine koydu. İnsan sûretinde, hazret-i Ebû Bekrin
pazar içinde önüne geldi. Dedi ki, yâ Ebâ Bekr! Elindeki nedir, satar mısın.
Ebû Bekr dedi ki, satarım. Cebrâîl dedi, kaça verirsin. Ebû Bekr hazretleri
dedi ki, onikibin akçaya veririm. Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki, bunun değeri
onikibin akça değildir. Yirmibin altın vereyim, dedi. Ebû Bekr hazretleri dedi,
eğer o fiyâta alır isen sen bilirsin. Hazret-i Cebrâîl dedi ki, şimdi aç
eteğini. Ebû Bekr hazretleri eteğini açdı. Cebrâîl aleyhisselâm eteğine
altınları dökdü. Hazret-i Ebû Bekr alıp, se’âdethânelerine [evlerine] geldi.
Gördü ki, akça aldığı yehûdî kapı önüne gelmiş. Çağırıp der ki, yâ Ebâ Bekr,
gel akçamı ver; yâhud kölemsin; seni hizmetde kullanırım. Ebû Bekr hazretleri,
ardından varınca; o yehûdî ayak sesini duyup, arkasına bakdı. Gördü ki, gelen
Ebû Bekrdir. Yehûdîye dedi ki, aç eteğini. Açdı. O yirmibin altını yehûdînin
eteğine dökdü. Yehûdî dedi ki, bu altın nedir. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk
buyurdu ki, yirmibin altındır. Borcuna tut. Yehûdî dedi ki, senin bana borcun
onikibin akçadır. Hazret-i Ebû Bekr dedi ki, bu altın senin akçenin berekâtıdır.
Sonra o yehûdî altının birini eline aldı. Gördü ki, bir yanında, (Lâ ilâhe
illallah, Muhammedün Resûlullah) yazılmış. Diğer
tarafında (Kulhüvallahü ehad sûresi.) yazılmış. Kudret kalemi ile yazı
yazılmış. Yehûdînin kalbine bir hâl gelip, hidâyet-i rabbânî yetişdi. Dedi ki,
yâ Ebâ Bekr! Bildim ki, senin dînin hakdır, gerçek evliyâsın. Muhammed
aleyhisselâm da hak Peygamberdir. Şehâdet kelimesi söyleyip, sadakatle müslimân
oldu. O altını din aşkına cümle fakîrlere dağıtdı. Kendisi ehl-i havâsdan oldu
“radıyallahü anh”. Ma’lûmdur ki, Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” haz-
retlerinin menâkıbı ve keşfi ve
kerâmetleri nihâyetsizdir. Had ve hudûdu mümkin değildir.
Otuzsekizinci Menâkıb: Ebû Bekr Havrânîden rivâyet olunur. Bir gece Server-i âlem
Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini rü’yâmda
gördüm. Dedim ki, yâ Resûlallah! Evliyânın yoluna yapışmak istiyorum.
Elhamdülillah! Size yetişdim. Size bî’at edeyim. Bana tevbe etdirin. [Yol
gösterin, mürşidim olun!] dedim. Resûl-i ekrem
hazretleri buyurdular ki, Ben senin Peygamberinim! Ebû Bekr-i Sıddîk senin
gerçek mürşidindir. Var, Ebû Bekri mürşid edin, ona bî’at eyle. Ebû Bekr-i
Sıddîk hazretleri de orada hâzırlar imiş. Fahr-i âlem hazretleri, Ebû Bekr
hazretlerine işâret etdiler ki, yâ Ebâ Bekr, buna büyüklerin yolunu göster.
Doğru yola irşâd eyle. Ben de Habîb-i ekremin işâretiyle, hazret-i Ebû Bekrin
önüne vardım. Meşâyih âdeti üzerine, bana tevbe verip, düâ eyledi. Başıma külah
ve arkama bir hırka giydirdi. Belime bir kuşak bağladı. Gövdemde çıbanlar ve
sivilceler vardı. Mubârek eli ile arkamı sığadı. Düâ eyledi. Gövdemden
sivilceler ve çıbanlar temâmen gitdi. Hazret-i Ebû Bekrin düâsı ve kerâmeti
bereketi ile uykudan uyandım. Gördüm, bedenim sıhhat bulmuş. O hırka ve kuşağı ve
külahı önümde buldum. Bildim ve i’tikâd eyledim ki, Ebû Bekr-i Sıddîk
“radıyallahü anh” hazretleri gerçek evliyâdır ve doğru mürşiddir.
Otuzdokuzuncu Menâkıb: Fahr-i enâm “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Arafat
dağında, Kusvâ adlı devesine binmiş hâlde dururken, meâl-i şerîfi (Bugün dîninizi ikmâl etdim. Size verdiğim ni’metleri
temâmladım. Din olarak size islâm dînini beğendim) olan, Mâide sûresi, 3.
âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim
ecma’în” sevindiler. Fekat, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk ağladı. Dediler ki, yâ
Ebâ Bekr! Bugün sevinmek günüdür. Bu sevinmek îcâb eden hâle niçin ağlarsın ki,
islâm dîni kemâl buldu. Allahü teâlâ mü’minler üzerine ni’metini temâmladı;
sevinmek yeridir, ağlamak yeri değildir. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk ârif ve
gâyet akllı bir sultân idi. Fahr-i âlem hazretlerine çok fazla muhabbeti
olduğundan, dâimâ ahvâl-i şerîflerine dikkatli idi. Ne zemân ki, bu âyet-i
kerîme okundu. Bildi ki, her kemâlin zevâli var olduğu, dünyâda muhakkakdır.
Onun için ağladı. Ebû Bekr-i Sıddîk dedi ki, ar-
kadaşlar! Her kemâlin zevâli
vardır. Her temâmın noksanı vardır. Zîrâ, bir iş temâm olduğu zemân noksanı
vardır. Temâm oldu denildiğinde zevâli vardır buyuruldu ki, bu âyet-i kerîmede
size dînin kemâli göründü. Ve lâkin bana Muhammed Mustafânın “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” zevâli [sonu] göründü. Bir yapıcı, bir pâdişâh için, serây
yapıp, dört duvârını temâm eylese ve üstünü örtse, kapılarını assa, o yapıcıya
destûr verirler. Ya’nî artık işin bitdi, derler. Hazret-i Muhammed Mustafâ
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” yapıcı idi. Din serâyını yapmağa gelmiş
idi. O serây din serâyıdır ki, beşdir. Birinci dıvârı nemâzdır. İkinci dıvârı
zekâtdır. Üçüncü dıvârı orucdur. Dördüncü dıvârı hacdır. Kapısı gusldür. Aslı
îmândır. Tavanı ihlâsdır. Aşağı eşiği tevâzu’dur. Üst eşiği yavaşlıkdır. Sağ
kanadı tevekküldür. Sol kanadı temellukdur. Kilidi küfrdür. Anahtârı
şehâdetdir. Derecesi rif’atdır. İçi se’âdetdir. Dışarısı şekâvetdir. Her kim ki
şehâdet miftâhı [anahtârı] ile islâm serâyı kapısından küfr kilidini kırarak,
içeri girdi ise, se’âdet onundur. Her kim, Allahü teâlâ korusun, küfr kilidini
bu serây kapısına vurup, dışarıda kaldı ise, şekâvet onundur. Hazret-i Resûl-i ekrem ne zemân ki bu islâm serâyını yapıp, kemâline
yetişdirdi. Bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Bu âyet-i kerîmenin ağırlığından,
Server-i âlemin devesi çöküp, dizine kadar kuma batdı. O Server-i kâinât
hazretleri vedâ haccı yapıp, Medîne-i Münevvereye se’âdetle geldikden sonra,
seksenüçgün dünyâda kaldı. Rivâyet ederler ki, evvel nâzil olan âyet-i kerîme
İkra’ sûresidir. Ve son olarak yukarıda bildirilen âyet-i kerîme nâzil oldu.
Kırkıncı Menâkıb: (Tefsîr-i Beydâvî)de, Beydâvî hazretleri
“rahimehullah” buyurmuşdur ki, bu âyet-i kerîme
ki, meâlen (Biz insana, babasına ve anasına ihsân
etmeği emr etdik ki, onun annesi, onu karnında zorluklara katlanarak taşımış,
güçlükle doğurmuşdur. Taşınması ve sütden kesilmesi otuz ay sürer. Sonunda
erginlik çağına erince ve kırk yaşına varınca; Rabbim! Bana ve anne ve babama
verdiğin ni’mete şükr etmemi ve benim hoşnud olacağım fâideli bir amel yapmamı
nasîb eyle. Bana verdiğin gibi soyuma da salâh ver. Sana döndüm, ben kendimi
Senin yoluna adayanlardanım; demesi îcâb eder. İşte, işlediklerini en güzel
şeklde kabûl etdiğimiz ve kötülüklerini magfiret etdiğimiz bu kimseler,
Cennetlik olanlar ile berâber-
dir. Bu, verilen doğru
bir sözdür) buyuruldu.
Rivâyet olunmuşdur ki, bu âyet-i kerîme Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh”
hakkında nâzil olmuşdur. Zîrâ Ebû Bekrden “radıyallahü teâlâ anh” başka,
muhâcirden ve ensârdan kendisi ve babası ve anası ve zevcesi ve evlâdı islâm
nûru ile nûrlanan yokdur.
Kırkbirinci Menâkıb: (Mesâbîh-i şerîf)de, Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ
anh” menâkıbı bâbında, sahîh hadîs-i şerîflerde,
hazret-i Âişeden “radıyallahü teâlâ anhâ” rivâyet olunmuşdur. Hazret-i Fahr-i
kâinât “sallallahü aleyhi ve sellem”, son hastalığında bana hitâben buyurdular
ki, yâ Âişe, benim yanıma, baban Ebû Bekri ve kardeşin Abdürrahmânı da’vet
eyle. Tâ ki, ben bir vasıyyet yazdırayım. Zîrâ, benden sonra, bir kimse çıkıp,
söylemeye ki, ben halîfe olayım. Hâlbuki, Hak Sübhânehü ve teâlâ ve mü’minler,
Ebû Bekrden gayrisinin hilâfetini istemezler.
Kırkikinci Menâkıb: Ebûl’muîn el-Nesefî “rahimehullahü teâlâ”, (Temhîd-i akâid) adlı risâlesinde imâmet bahsinde
beyân etmişdir ki, imâmet, nass ile sâbit olunmamışdır. [Ya’nî âyet-i kerîme ve
hadîs-i şerîf ile bildirilmemişdir.] Hazret-i
Alîye “kerremallahü vecheh” ve evlâdı kirâmlarına, râfizîlerin söylediklerinin
aksine, nas olmadığına delîl şudur ki, eğer açıkca delîl olsa, sahâbe-i güzîn
hazretleri, ona ittifâk ederlerdi. Onların ittifâkları tâbi’îne, tâbi’înden de,
tebe-i tâbi’îne, onlardan da sâlihine “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”,
dahâ sonrakilere hattâ bize ulaşırdı. Alîyül mürtedâ hazretlerine ve evlâd-ı
kirâmına imâmetin geçişi ile alâkalı bir haber yokdur ki, Onlar o haberin
naklini gizli tutmuş olsunlar ve eksik bildirmiş olsunlar. Görülmezmi ki,
Eshâb-ı kirâm bize, naslardan ahkâm istinbâtı ve ahkâm-ı islâmiyyeden bir cüz’ü
naklde eksik bildirmeyip, aynen nakl etmişlerdir. Bu imâmlığı gizledikleri
düşünülemez. Bunun üzerine o eserde bildirilir ki, hazret-i Server-i Enbiyâ
“sallallahü aleyhi ve sellem” fânî dünyâdan ayrıldıkları zemân, sahâbe-i kirâm
hazretleri Benî Sâidenin sofasında toplanıp, buyurdular ki, (biz işitdik ki,
Fahr-i kâinât “sallallahü aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki, (Bir kimse ölse, hâlbuki zemânının imâmını bilmese, onun
ölümü câhiliyye devrindeki ölüm gibidir.) O hâlde, bizim üzerimizden
bir gün imâmsız geçmesi câiz olmaz. İmâmdan murâd halîfedir. Onun için, kendi
zemânında mevcûd olan imâmı bilmemek büyük günâhdır. Zîrâ, dînin ahkâmından
ba’zı şey-
lerin câiz olması imâm ile [halîfe
ile] olur. Cum’a ve bayram nemâzları ve yetîmlerin nikâhı gibi. İmâmın lâzım
olduğunu ve mevcûd olan Halîfeyi inkâr eden bir farzı inkâr etmiş gibidir.
Farzı inkâr etmek küfrdür.) Ensârdan bir kimse kalkıp, muhâcirine dedi ki,
bizden bir emîr olsun ve sizden bir emîr olsun. Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü
anh” ayak üzerine kalkıp, dedi ki, Muhakkak ben öyle zân ederim ki, hazret-i
Alî “radıyallahü anh” buna lâyıkdır. Ben isterim ki ona bî’at edeyim. Hazret-i
Alî ayağa kalkıp, buyurdu ki, kalk yâ Ebâ Bekr! Allahü teâlânın ve Resûlünün
halîfesisin. Seni hazret-i Resûl-i ekrem takdîm
etmişdir. Kim seni geride bırakabilir. Ben Resûlullah
hazretlerinin huzûrunda idim. Bana emr edip, buyurdular ki, var Ebû Bekre
söyle, nâsa imâm olup, nemâz kıldırsın! Resûl-i ekrem
hazretlerinin râzı olduğu bir kimseden, biz elbette râzı olduk. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” dînimizdeki
bir işde râzı olduğu kimseden dünyâlık bir iş için râzı olmaz mıyız, dedi. Resûlullahın halîfesi diye tesmiye etdiklerine sebeb
odur ki, hazret-i Resûl-i mükerrem, Ebû Bekr hazretlerini kendi makâm-ı
şerîflerine ki, imâmet makâmı idi, halîfe nasb etdiler. Ömrlerinin sonunda nâsa
[müslimânlara] imâmet edip [imâmlık yapıp], nemâz kıldırdı. Bir rivâyetde yedi
gün ve bir rivâyetde üç gün imâmlık yapdı. Sahâbe-i kirâm hazretlerinin cümlesi
Alîye “radıyallahü anh” muvafakat edip, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîka bî’at
etdiler. Bî’at oldukdan sonra, Resûl-i ekrem
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin defnine meşgûl oldular. Sonra
va’z edip, buyurdu ki, ben sizin üzerinize vâlî kılındım. Hâlbuki, hayrlınız
değil idim. Beni kabûl edin. Hemen yine hazret-i Alî kalkıp, buyurdular ki, biz
seni ne kabûl ediciyiz ve ne kabûllük taleb ediciyiz. Hazret-i Resûl-i Muhterem
seni takdîm etmişdir. Kim ola ki, te’hîr etsin [Ya’nî Resûlullahın
geçirdiği makâmdan kim seni geride bırakabilir.].
Bir gün
gördüler ki, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk çarşıda bir kadına gömleğini satıp,
ücreti ile yiyecek alır. Dediler ki, sana beytülmâldan nafaka ta’yîn edelim.
Sen müslimânların işlerini gör. Hergünde veyâ ikigünde iki dirhem ta’yîn
etdiler. Yine kendi buyurdular ki, ben za’îf bir kulum. Yevmiye iki dirhemlik
amele kudretim yokdur. Öyle olunca, iki dirhem bana harâm olur. Ondan sonra bir
dirhem ve iki dank, ta’yîn etdiler. Hazret-i Ebû
Bekr “radıyallahü anh” o bir dirhem
ile iki dankı alıp, bir testiye koyardı. Yine gizliden mal satar kendisine
harcardı. Vefâtları yaklaşdığı zemân, o testiyi istedi ve onda olan akçeyi
dökdü. Kerîmeleri Âişe-i Sıddîka hazretlerine buyurdular ki, bu akçeyi Ömer bin
Hattâb hazretlerine götür. De ki, bu mal müslimânlarındır. Bunu müslimânlardan
ihtiyâcı olanlarına versin. Âişe-i Sıddîka da o meblâğı hazret-i Ömer hilâfet
makâmına geçdikde, huzûruna götürüp ve babasının vasiyyetlerini beyân
etdiklerinde, hazret-i Ömer, ağlayıp, (Ey Sıddîk! Bizi büyük zahmete bırakdın.
Ne garîb Ebû Bekr ki, öldükden sonra yine adâlet etdin. Kim senin yolundan
yürüyebilir,) deyip, mubârek gözlerinden yaş revân oldu. Rivâyet olunmuşdur ki,
Resûl-i ekrem hazretlerinin intikâlinden sonra
[âhıreti şereflendirdikden sonra], Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri,
hilâfet müddetlerinde, günden güne za’îflediler. Za’îflikleri gün geçdikce
artdı. Bir gün Âişe-i Sıddîka ona sordular ki, ey benim babam, sana ne oldu ki
gün be gün za’îflersin. Cevâbında buyurdular ki, ey kızım, bilmiş ol ki,
Muhammed Mustafâ hazretlerinin ayrılığı beni za’îf eyledi. Ey azîzler, bunu
fikr edip, kıyâs edin ki, ne şeklde muhabbeti olmak gerek ki, bu şeklde za’îf
olmağa sebeb olsun. Kalbinde böyle bir Hakkın serverine, (Allahü teâlâ muhâfaza
etsin) sûi’zannı olan kimseye yazıklar olsun! Allahü teâlâ hazretlerinden nasıl
rahmet umarlar. Habîbullah hazretlerinden ne yüz ile şefâ’at ümîd ederler.
Kırküçüncü Menâkıb: Hazret-i Âişe-i Sıddîka “radıyallahü teâlâ anhâ” der ki,
hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk dünyâdan âhırete göç etdiler. Eshâb-ı kirâm
hazretlerinin hepsi bu serveri nereye defn edelim, diye tereddüd etdiler.
Hazret-i Âişe buyurdu ki, bu tereddüdün aşırı ızdırâbından uyumuşum. Kulağıma
bir ses geldi. (Dostu dosta kavuşdurun!) diyordu. Uykudan uyanıp, bu hâdiseyi
Eshâb-ı kirâma anlatdım. Onlar da biz de bu sesi işitdik; dediler. Mescid
içinde nemâz kılanlar bile işitdik dediler. Bundan sonra, müşâvereye ihtiyâc
kalmayıp, şübheleri gitdi. Sonra götürüp, Habîb-i Ekrem hazretlerinin yanına defn
etdiler. (Şevâhid-ün-nübüvve)den terceme
olunmuşdur.
Kırkdördüncü Menâkıb: Sahîh hadîs-i şerîf
isnâdıyle, Câbir bin Abdüllah “radıyallahü anh” hazretlerinden rivâyet
eylediler. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” vefâtına yakın
vasıyyet etdi. (Ben vefât etdikden
sonra, beni şu Beyt-i şerîfin kapısına götürün. Resûl-i
ekrem hazretlerinin kabr-i şerîfleri oradadır. O kapıyı çalınız. Eğer o
kapı size açılırsa, beni oraya defn ediniz.) Câbir “radıyallahü teâlâ anh” dedi
ki, biz onu alıp, gitdik. O kapıyı çaldık, dedik ki, işte Ebû Bekr. İster ki,
sizin yanınıza defn olunsun. O kapı açıldı. Biz o kapıyı kimin açdığını
duymadık. İçeri giriniz, onu defn ediniz, sesini duyduk. Hâlbuki ne bir şahs,
ne bir şey gördük.
Kırkbeşinci Menâkıb: Fahr-il kevneyn “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri, âhırete sefer etdikden sonra, münâfıklar baş kaldırıp, arabların
ekserîsi mürted oldular. İki vilâyetin ehâlisi islâmiyyetden ayrılmadılar.
Mekke ve Medîne ehl-i islâmı sakladılar. Mürtedler ittifâk edip, zekât
toplıyanları öldürdüler. İtâ’atden çıkdılar. Kadınlarının ellerine kına
yakdılar. Resûl-i ekrem hazretleri âhırete sefer
etdiği için, defler çaldılar. Nağme ile şi’rler okudular. Bu haber Eshâb-ı
Güzîne geldi. Çok üzüldüler ve mahzûn oldular. Mescîde toplanıp, meşveret
etdiler. Ondan sonra kalkıp, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkın evinin kapısına
geldiler. Dediler ki, yâ Ebâ Bekr! Hazret-i Resûl, sizi yerine halîfe ta’yîn
etdi ki, cümle müslimânların hâline mukayyed olasınız [hâllerini gözetesiniz]. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” âhırete
sefer edeliden beri, dışarı çıkmadınız ve kimseye karışmadınız. Gece gündüz
ağladınız. Lütf edip, şimdiden sonra dışarı çıkıp, müslimânların işlerini
görüp, mürtedlerin üzerine varmak için lâzım olan tedârîki bir gün evvel görmek
lâzımdır. Hazret-i Ebû Bekr, Habîbullah hazretlerinin ayrılığından o dereceye
varmış idi ki, yürüyen meyyit olmuş idi. Lâkin ne çâre ki, din gayreti Onu
yerinde koymadı. Bir münâdi ile seslendirdi ki, nemâza hâzır olun! Muhâcirin ve
Ensârın temâmı bir araya geldiler. Emîr-ül-mü’minîn hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk,
minber üzerine çıkıp, hutbe okudu. Buyurdu ki, Ey mü’minler! Biliniz ki, her
kim Muhammed aleyhisselâma taparsa, Muhammed aleyhisselâm âhıret âlemine göç
etdi. Her kim Muhammed aleyhisselâmın Allahına taparsa, o Allah diridir, şerîki
yokdur. Yine dedi ki, Ey müslimânlar! Biliniz ki, münâfıklar, açıkdan fitne
çıkardılar. Allahü teâlâ ve Resûlünün zekât toplayıcılarını öldürdüler. Eğer
biz bu işi basit tutarsak, onlar kuvvet bulur. İslâmiyyet za’îf olur. Yemîn
etdim ki, vallâhi, bugünden sonra onlar ile harb ederim. Onlar ile benim aramda
kılınç vardır. Sonra
Ömer “radıyallahü teâlâ anh”
hazretleri, ayak üzerine kalkıp, dedi ki, Ey Allahü teâlânın Resûlünün
halîfesi. Cümlemiz emrine mutîyiz. Lâkin Üsâmeye de haber gönderin. Cümle asker
ile gelsin. Bu az iş değildir. Hazret-i Ebû Bekr buyurdu ki, Üsâmeye
ihtiyâcımız yokdur. Burada hâzır olan asker kâfî gelir. Allahü teâlâ
hazretlerinin fadlı ile ve Habîbullah hazretlerinin mu’cizeleri ile mürtedlerin
hakkından gelirler. Büyükler demişlerdir ki, sultân gönüllü olsa, hiç düşmân
onun üzerine zafer bulamaz. Câbir bin Abdüllah “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki,
nice büyük sahâbîler ile minber dibinde oturmuşduk. Ceng niyyetine durduk.
Herbirimiz Ebû Bekrin “radıyallahü anh” emri ile, yüreklenip ve kuvvetlenip,
arslan gibi şâhlandık. O sâat, gazâ davulları çalındı. Onbin asker silâhlanıp,
hâzır oldular. Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü anh” Hâlid ibni Velîdi, hâzır
edip, onbin askere kumandan ta’yîn edip, cümlesini Allahü teâlâ hazretlerine
ısmarladı. Mürtedler üzerine gönderdi. Hâlid bin Velîd askeri ile varıp, Hak
Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin kudreti ile, Resûl-i
ekremin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” zekât toplıyan me’mûrlarını
şehîd eden tâifeyi, katl eyledi. Ondan sonra Hâlid bin Velîd “radıyallahü teâlâ
anh”, hazret-i Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerinin vefâtında ellerine kına yakan, defler çalan
kadınları getirtdi. Ellerini kestirdi. Başlarını ateşe bırakdılar. Bunları
siyâset için yapdılar. Ondan sonra bütün mürtedler gelip, pişmân olup, emân
dilediler. Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” huzûruna nâme yazdılar. Yanıldık,
hatâ işledik. Nemâz kılalım, zekât verelim. Her ne buyurur isen yerine getirelim.
Hemen Hâlid bin Velîdi üstümüzden kaldır. Zîrâ, damarımızı kurutdu, kökümüzü
kesdi, dediler. Ebû Bekr hazretleri “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, ben
Peygamberimizin huzûrunda işitdim ki, (Hâlid,
Allahü teâlâ hazretlerinin kılıcıdır. Aslâ boş yere kan dökmez.) Mâdem
ki emân dilediler ve itâ’at gösterdiler, geri döndüler, îmâna geldiler, Hâlid
bin Velîd onlara zarar vermez. Sonra onu geri çağırdı. Çok ikrâmlarda ve
ihsânlarda bulundu. Bu haber, tevârihden (târîh kitâblarından) alınmışdır.
Kırkaltıncı Menâkıb: Hazret-i Ömer “radıyallahı teâlâ anh” buyurdu ki, hazret-i
Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” bir gecelik ameline veyâhud bir sâatlik
ameline, bütün ömrümce işlediğim amelleri mümkün olsa değişirim. Sordular ki,
yâ Emîr-el
mü’minîn! Ebû Bekrin o günde bir
gecelik ameli ne idi. Buyurdular ki, o gece ki, Server-i âlem “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerine hicret etmek emr oldu. Birçok Eshâb-ı güzîn
“rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” arasında Ebû Bekr, Fahr-i âlem
hazretlerine yol arkadaşı ta’yîn olundu. Hak sübhânehü ve teâlâ huzûrunda ve
Habîbullah katında mukarreb olup, mertebesi yüksek olmasa, bu se’âdete ve bu
izzete vâsıl olmaz idi. Resûl-i ekrem hazretleri
ile Mekke-i Mükerremeden, Medîne-i münevvereye teşrîf buyurdular. Bundan büyük
devlet-i ebedî ve se’âdet-i sermedî bir kimseye müyesser olmamışdır. Bundan
sonra da müyesser olmaz. Yine o günde bir sâatlik amel odur ki, Fahr-i âlem
hazretleri âhırete sefer etdikde, arabların çoğu, mürted oldular. Ben vardım.
Hazret-i Ebû Bekre dedim: Yâ Resûlallahın halîfesi. Mel’ûnlara bir kaçgün
müddet verseniz câiz değil midir. Buyurdular ki, yâ Ömer! Muhakkak ki bu islâm
dîni kemâl mertebe temâmlanıp, kuvvetlenmişdir. Şimdi geri dönüş yokdur.
Nitekim Allahü teâlâ azze şânehü kelâm-ı kadîminde, Mâide
sûresi, 3.cü âyet-i kerîmesinde meâlen, (Bugün
dîninizi sizin için ikmâl eyledim. Üzerinize olan ni’metimi temâmladım ve size
din olarak islâmiyyeti vermekle râzı oldum) buyurmuşdur. Şimdi, o
Allahü teâlâ hakkı için ki, ondan gayri ilâh yokdur. Bir an emân vermeyip, ben
onlara kılıç çekip, mürtedler ile kılıçdan gayri nesne ile söyleşmem, dedi. Ebû
Bekr “radıyallahü anh”, halîm, selîm tabî’atli, şefkat ve merhamet üzere iken,
bunların hakkında böyle buyurdukları, îmânının kuvvetindendir ve yakîninin
ziyâdeliğindendir. Bundan sonra dîn-i islâma zevâl gelmiyeceğini, kuvvetinin
azalmıyacağını bildiği için, böyle kat’î cevâb verdi. Kalb-i şerîfleri, Resûlullah hazretlerinin kalb-i şerîflerine uygun
olup, îmânının kuvveti ve sıdkı, bu mertebe kemâl bulmuş idi ki, bir kimse
bunun derecesine yetişmemişdir. Şimdi, hazret-i Ömer gibi bir sultân-ı zîşân,
hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hakkında böyle şehâdet edince, kıyâs
eyle ki, hazret-i Ebû Bekrin derecesi, ne yüksek ve âlî, se’âdetli derecedir.
Bunlara muhabbet edip, hâlis sevenler dünyâda ve âhıretde inşâallah mahrûm
kalmazlar.
Kırkyedinci Menâkıb: Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” son
hastalığında buyurdu ki; hilâfeti kime bırakacağım konusunda, tekrâr istihâre
eyledim. Allahü teâlâdan dile
dim ki, bana rızâsına uygun olanı
versin. Bilirsiniz yalan söylemem. Hiçbir akllı kimse Allahü teâlâya kavuşma
vaktinde [ya’nî ölüm ânında] kendine iftirâ yapılmasını arzû etmez ve
müslimânları aldatmağı uygun bulmaz. Dediler ki, ey Resûlullahın
halîfesi. Hiç kimsenin doğruluğunuza şübhesi yokdur. Ne söyliyecek isen, söyle.
Buyurdu ki, gecenin sonunda, uykum bana gâlib geldi, uyudum. Resûl-i ekrem hazretlerini gördüm. İki beyâz kaftan
giymiş. O kaftanların etrâfını [eteklerini] ben tutuyordum. Ne zemân ki o iki
kaftan yeşil olmağa ve parlamağa başladı. Şöyle ki, bakanların gözlerini
alırdı. Resûlullah hazretlerinin iki tarafında,
iki uzun boylu kimse vardı. Gâyet güzel yüzlü idiler. Elbiseleri nûr gibi ve
bakanlara sürûr verirdi. Hazret-i Resûl-i ekrem
bana selâm verip, benimle müsâfehâ ederek, şereflendirdi. Mubârek elini benim
göğsüme koydu. Bende olan ızdırâb geçdi. Dedi ki, ey Ebû Bekr! Sana kavuşma
arzûmuz artmışdır. Vakti geldi ki, bizden yana gelesin. Ben uyku içinde o kadar
ağlamışım ki, ehlim haberdâr olmuşlar. Bana sonra haber verdiler. Ben de dedim,
(Ben de sizi özledim, yâ Resûlallah!). Buyurdular ki, yerine, bu ümmet için
ümmetin âdil ve sâdıkı, yerde ve gökde herkesin rızâsını kazanmış, zemânının
temizi olan Ömer bin Hattâbı geçir. Bu iki kişi senin vezîrlerindir, dünyâda
yardımcılarındır, vefâtın zemânında yardımcılarındır. Cennetde komşularındır.
Ondan sonra bana haber verdiler ve dediler ki, fikr ve vehmden kurtuldun ve sen
Sıddîksın. Gökde melekler içinde Sıddîksın. Yerde halk içinde Sıddîksın. Dedim
ki, yâ Resûlallah! Anam-babam sana fedâ olsun. Bu iki kişi kimlerdir ki,
bunların benzerini görmedim. Buyurdu ki, bu iki kişi Cebrâîl ve Mikâîldir.
Sonra gitdiler. Ben uyandım. Yüzüm göz yaşından ıslanmış. Âile efrâdım başımın
ucunda ağlaşırlardı.
Kırksekizinci Menâkıb: Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” son
hastalığında, kendisinin evlâdını, hazret-i Âişe-i Sıddîkaya ısmarladı. İki
oğlan iki kız vasıyyet eyledi. Hazret-i Âişe “radıyallahü teâlâ anhâ” der ki,
hâlbuki, bir kız kardeşim var idi. Diğer kız kardeşim hangisidir, dedim.
Hanımım hâmiledir. Öyle zân ederim ki, doğurduğu kız olsa gerekdir. Sonra,
doğum oldu. Kız evlâdı oldu.
Kırkdokuzuncu Menâkıb: Zemânının kutbu ve bir dânesi, seyyid Mahmûd nakşibendi
el-umverî elmulakkab bi el’azîz
“kuddise sirruh” ilmi tecridde,
kendi te’lîf etdiği (Güzîde) adlı nefîs
risâlesinin yirmidokuzuncu bâbında, beyân buyurmuşdur. Ebû Bekr-i Sıddîk
“radıyallahü teâlâ anh” hazretleri halîfe oldular. Yemâme vilâyetinde Müseyleme
adında bir kezzab [yalancı] peygamberlik da’vâsında bulundu. Hazret-i Ebû Bekr
“radıyallahü teâlâ anh” sahâbe-i kirâmı Yemâme vilâyetine gazâya gönderdi.
Büyük savaş olup, Müseyleme-i kezzâbı öldürdüler. Târîhde şöyle beyân
olunmuşdur: Müseyleme cenginde; Eshâb-ı kirâmın mubârek hâtırlarına korku
geldi. Kur’ân-ı kerîm hâfızları katl olunduğu için, Kur’ân-ı kerîm yeryüzünden
kalkacak diye korkdular. Allahü teâlâ hazretleri, hazret-i Ömerin mubârek
kalbine ilhâm eyledi ki, Kur’ân-ı azîmi bir araya toplayıp, bir mıshaf
yazılsın. Hemen kalkıp, Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” huzûruna vardı.
Durumu arz etdi. Hazret-i Sıddîk buyurdular ki, Ben bu işte fikr ve teemmüle
[ya’nî etrâflıca düşünmeğe] muhtâcım. Zîrâ Habîb-i ekrem hazretleri, cem’
etmediler. Cem’ edin diye emr de buyurmadılar. O zemân Ebû Bekr “radıyallahü
teâlâ anh” hazretlerinin de mubârek kalbine Allahü teâlâ ilhâm buyurdu ki,
hayr, Kur’ân-ı azîmi toplayıp, bir mushaf yazmakdadır. Zeyd bin Sâbit
hazretleri buyurdular ki, bir gün hazret-i Ebû Bekr beni istemiş. Ben de
huzûruna vardım. Gördüm ki, hazret-i Ömer de, hazret-i Ebû Bekr de, durumu
açıklayıp, Kur’ân-ı azîmi cem’ etmeği bana teklîf etdiler. Bu iş dağlardan ağır
geldi. Bir nice gün sonra, Allahü teâlâ hazretleri benim kalbime de ilhâm
eyledi ki, hayr, Kur’ân-ı kerîmi cem’ etmekde, bir araya toplamakdadır. Ben ise
hazret-i Peygamberin zemân-ı şerîflerinde vahy kâtibi idim. Cebrâîl-i emîn
hazret-i Peygambere kırâet etdiklerinde, son kırâetlerinde bile hâzır idim.
Sonra Kur’ân-ı azîmi o tertîb üzere toplamağa teveccüh edip, tahtalarda ve
kâğıdlarda, taşlarda ve ağaçlarda yazılanları ve Eshâb-ı kirâmın hâtırlarında
mahfûz olanları toplayıp, Resûl-i ekrem
hazretlerinden son zemânında dinlediğim tertîb üzere yazdım. Sûre-i Berâenin
sonuna varınca; 127.ci âyet-i kerîmesinden sonra, sûre sonuna kadar hâtırımdan
gitdi. [Son iki âyet.] Ba’zı kimselere sordum. Sonra Huzeymetebni Sâbit el
ensârî hazretlerinin yanında buldum. Yerine yazdım. Sonra Sûre-i Ahzâba kadar
yazdım. Ahzâb sûresinin 23.cü âyetini hazret-i Resûl-i
ekremden işitmiş idim. Kaybetdim. Onu taleb eyledim. Yine Huzeyme-i
Ensârî hazretlerinin
yanında buldum. Yerine yazdım.
Nihâyet Mushafı temâmladım. Halîfeye götürdüm. Ona (ilk Mushaf) diye ad
koydular. Hazret-i Alî, hazret-i Ebû Bekr hakkında buyurdular ki, Hazret-i Ebû
Bekr, insanlar arasında en büyük sevâba kavuşmuşdur. Kur’ân-ı kerîmi,
levhalardan toplu hâle ilk getiren odur. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkın hilâfeti
zemânında bu Mushaf, onun yanında kaldı. Hazret-i Sıddîk-ı ekber, âhırete göçdükden
sonra, hazret-i Ömerin yanında durdu. Hazret-i Ömer âhırete göçdükden sonra, Resûlullah hazretlerinin muhterem zevceleri, hazret-i
Ömerin kızı Hafsanın “radıyallahü teâlâ anhâ” yanında durdu. Hazret-i Ebû
Bekrin hilâfet müddeti iki sene oldu. Eksik ve fazla rivâyet de vardır. Ömrleri
altmışüç senedir. Hicretin onüçünde, mubârek cemâzil evvelin yirmiikisinde
akşam ile yatsı arasında vefât etdiler.
Ellinci Menâkıb: İmâm-ı Begavî, (Meâlimüttenzîl)
adlı tefsîrinde, Lokmân sûresinde, meâl-i
şerîfi (Tevhîd ve tâ’atim yoluna gidenlere
tâbi’ ol ki, onlar Peygamber aleyhisselâm ve Eshâbıdır) olan, onbeşinci âyet-i kerîmenin tefsîrinde,
Atâdan nakl buyurmuşlardır ve o ibni Abbâs hazretlerinden nakl etmişdir.
Buyurdular ki, âyet-i kerîmedeki kimseden murâd Ebû Bekr-i Sıddîkdır
“radıyallahü anh”. Bunun açıklaması odur ki, Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh”
islâma geldiği vakt, hazret-i Osmân, Talha ve Zübeyr ve Sa’d bin Ebî Vakkâs ve
Abdürrahmân bin Avf “radıyallahü teâlâ aleyhim ecma’în” yanına geldiler. Dediler
ki, Sen bu şeklde tasdîk edip, îmân getirdin mi. Evet. O doğru sözlüdür. Siz de
îmân getirin, dedi. Sonra hepsini alıp, hazret-i Habîb-i ekremin huzûr-u
şerîflerine götürdü. Müslimân oldular. Bunların müslimân olmaları hazret-i Ebû
Bekrin irşâdı ile oldu. Allahü teâlâ onun medhinde buyurdu: (Bana dönen kimsenin yoluna tâbi’ ol.) Ya’nî Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” yoluna
tâbi’ ol, demekdir.
Ellibirinci Menâkıb: (Ravda-tüş-şekâyık) kitâbında, Ömer bin Hattâbdan
“radıyallahü anh” rivâyet olunmuşdur. Buyurdular ki, hazret-i Resûl-i ekremin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
âhıreti şereflendirdikleri zemân, hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü anh”, bir
acâib rü’yâ gördü. Uykusunda öyle şiddet ile ağladı ki, kapısı önünden geçerken
ağlamasını işitdim. Merâk edip, kapısını çaldım. Hazret-i Sıddîk uyandı. Kapıyı
çalmam se-
bebi ile kalkıp, benim için kapıyı
açdı. Gözlerinin yaşı, şakaklarının üzerinden akardı. Sordum. Yâ Ebâ Bekr,
niçin bu kadar ağladınız. Benim için Eshâb-ı Güzîni topla. Gördüğüm rü’yâyı
onlara haber vereyim, dedi. Ben de Sahâbe-i kirâmı topladım. Cümlesi
huzûrlarında hâzır oldular. Hazret-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular
ki, Gördüm ki, kıyâmet kopmuş. İnsanlar hesâb yerine sevk olunur. Bir bölük
mevki’ sâhibleri gördüm. Minber üzerinde, yüzleri parlak, yaldız gibi parlar.
Bir meleğe sordum. Bunlar kimlerdir. Dedi ki, bunlar Peygamberlerdir. Muhammed
aleyhissalâtü vesselâm hazretlerine muntazırlardır [onu beklerler]. Zîrâ
şefâ’at dizgini Muhammedin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” yedindedir.
Hazret-i Muhammed aleyhisselâm nerededir, diye sordum. Dedi ki, Arşın
kenârındadır. Dedim ki, beni hazret-i Muhammed aleyhisselâmın huzûr-ı
şerîflerine götür. Ben Onun hizmetcisi ve arkadaşıyım. Ben Ebû Bekr-i Sıddîkım.
Melek beni Resûlullahın huzûruna götürdü. Gördüm
ki, mubârek başı açık. İmâmesini [sarığını] arşın önüne koymuş. Rıdâsı ile
belini bağlamış. Sağ eli arşın kenârında. Sol eli Cehennemin kapısının
halkasında. İstigâse edip, derdi ki, yâ Rabbî! Ümmetime merhamet buyur. Ümmetim
içinde ülemâ var, Evliyâ var. Sülehâ var. Mücâhidler var. Hâcılar var. Allahü
teâlâdan nidâ geldi ki, yâ Muhammed! İtâ’at edenleri söylersin. Âsileri zikr
etmezsin. Fâsıkları, şerâb içenleri ve zâlimleri, fâiz yiyenleri, zîna
yapanları, kan dökücüleri zikr etmezsin. Muhammed aleyhisselâm, yâ Rabbî! Onlar
Senin buyurduğun gibidir. Lâkin onlarda müşrik ve sana oğul isnad edici ve
saneme ibâdet edici [puta tapan] ve tevhîdden dönücü yokdur. Ümmetim üzerine
şefâ’atimi kabûl et. Gözlerimden akan yaşlara acı, deyip, yalvarmağa başladı.
Ben Habîbullah hazretlerine aşırı muhabbetimden ve acıdığımdan, dedim ki, yâ
Resûlallah! Niçin bu kadar ağlıyor ve yalvarıyorsunuz, kendinizi çok
yoruyorsunuz. Mubârek başını kaldırdı. Sol eli, Cehennemin kapısının halkasında
idi. Cehennem kapısını bağlayıp, buyurdu ki, yâ Ebâ Bekr! Rabbimden ümmetimi
sordum. Yalvarmam aşırı olduğu için, Rabbim teâlâ şânına uygun olarak, ümmetimi
bana bağışladı. Benim ümmetim üzerine üzüntümü kaldırdı. Ben irâde etdim ki, yâ
Resûlallah! Hak sübhânehü ve teâlâ sana ba’zısını mı, bağışladı, yoksa hepsini
mi diye söyliyecekdim. Sormadan önce sen kapıyı çal-
dın yâ Ömer. Uyandım. Hazret-i Ebû
Bekr bu sözü söylediği ânda, evin içinden, bir ses işitdik: (Hepsini, hepsini
bağışladı yâ Ebâ Bekr. Yalnız bir mü’mini kasd ile öldürenleri bağışlamadı.
Onlar Cehennemde sonsuz kalacaklardır,) buyurdu. Hepimiz kalkıp, Allahü teâlâ
hazretlerine hamd etdik ki, böyle bir Peygamberin ümmetinden eyledi. Raûfdur,
rahîmdir, şefâ’ati bizim hakkımızda kabûl olundu. Böylece maksadına vâsıl oldu,
kavuşdu.
Elliikinci Menâkıb: Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hilâfetleri
zemânında, Medîne-i Münevverede gezerken, bir evin kapısı önüne geldi. O evin
içerisinden ağlama sesi işitdi. Bir kadın şi’r okuyup, gözünden yaş akıtır. O
şi’rin ma’nâsı budur:
Ey ay yüzlüm, Sen aydan dahâ fazla güzelsin.
Parlak ay yüzün ile, güneşi alt edersin.
Dâyem (Dadım) henüz ağzıma südü koymadan önce.
Senin yâkut dudaklarını, hâtırlayıp, kan içdim.
Bu
şi’rin okunuşu, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkın mubârek kulaklarına te’sîr etdi.
Kapıyı çaldı. Ev sâhibi dışarı çıkdı. Ondan süâl buyurdular ki, hür müsün,
rakîkmisin [köle misin]. Bu beyti kimin için okursun. Kimin için ağlıyorsun.
Kadın dedi ki, yâ Resûlullahın halîfesi. O
ravda-i münevvere hakkı için, bunu benden sorma. Buyurdular ki, gönlün sırrını
duymayınca bu makâmdan adımımı atmam. Câriye, içden bir âh çekerek, Benî Hâşim
gençlerinden birisini söyledi. Sıddîk hazretleri mescide vardı. O câriyenin
sâhibini bulup, parasını ödeyip aldı ve âzâd etdi. Sevdiği gence nikâh etdi
veyâ bağışladı. Hazret-i Molla Câmî (Bahâristân) kitâbında,
bu hikâyeyi rivâyet buyurmuşlar ve bu şi’ri söylemişlerdir: (Ey gönül! Cihânın
bütün maksadlarını bir tarafa bırakmış olan kimseden başkası, seni sevdiğin ile
birleşdiremez. İş, maksad [arzû] derdi ile hâsıl olur. Eğer derdin yoksa, inle
ki, bir gönül ehli sana acısın da murâdına kavuşdursun!)
Elliüçüncü Menâkıb: Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” için bildirilen
âyet-i kerîmeler hakkındadır. Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden sonra, hak üzere halîfe Ebû Bekr-i
Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri olduğu icmâ’ ile sâbit olmuşdur.
1–
Yukarıda zikr olunduğu minvâl üzere, Hak sübhânehü ve
teâlâ hazretleri Kur’ân-ı azîmde
haber vermişdir ve buyurmuşdur: (Sizden îmân edip
de, sâlih amel işleyenlere, Allahü teâlâ şöyle va’d buyurdu: Yemîn olsun ki,
kendilerinden evvel gelen İsrâil oğullarını nasıl kâfirlerin yerine getirdi
ise, onları da kâfirlerin arâzîsine getirecek (hâkim kılacak), onlara kendileri için seçdiği islâmı
kuvvetlendirip, icrâ imkânı verecek, onları korkularının arkasından muhakkak
emniyyete kavuşduracakdır. Allah, müslimânların düşmanlarını helâk edecekdir.
Böylece bana hiçbir şeyi ortak koşmıyarak, hep bana ibâdet edeceklerdir. Kim
bundan sonra nankörlük ederse, işte onlar asıl fâsıklardır.) [Nûr sûresi ellibeşinci
âyet-i kerîme meâli.]
Âlimler
buyurdular ki: Allahü teâlâ, îmân getirip, iyi ameller işleyen kimselere va’d
etmişdir ki, onlardan elbette yeryüzünde halîfeler yapar. Nitekim o kimseler
ki, onlardan evvel de halîfe oldular. Ya’nî benî İsrâilin dinleri ki,
beğenilmişdir. Onlara elbette bedel verir. Onlara korkudan sonra emînliği
verir. Tâ ki ibâdet ederler, Allahü teâlâya hiç birşeyi şerîk eylemezler. Her
kim ki bir ni’mete ondan sonra küfrân getirirse, onlar fâsıklardır.
Peygamber
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ve Eshâb-ı kirâm Mekke-i
mükerremede müşriklerden korkuda idiler. Medîne-i münevvereye gitdikden sonra,
yine korku fazla idi. O vakt emîn oldular ki, Allahü teâlâ dînini her yere
yaydı ve onları düşmân üzerine gâlib getirdi. Bu âyet-i kerîmede; Ebû Bekr
“radıyallahü anh” hazretlerinin ve diğer halîfelerin hilâfetlerinin doğruluğuna
delîl vardır. “Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. Ondan dolayı ki, Allahü
teâlâ hazretlerinin, va’dinden dönmek ihtimâli yokdur.
2– (Dîni kuvvetli, malı çok olanlar, fakîr akrabâsına, Allah
yolunda hicret edenlere mal vermemeğe yemîn etmesin. Onların kusûrlarını afv
edip, bağışlasınlar. Böylece, Allahü teâlânın sizi afv etmesini istemez
misiniz. Allahü teâlâ gafûrürrahîmdir.) [Nûr sûresi yirmiikinci âyet-i kerîmesinin meâli.] Bu
âyet-i kerîmenin nüzûl sebebi şu idi. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh”,
Mıstaha nafaka vermemeğe yemîn etdi. Çünki o, hazret-i Âişe hakkında yakışıksız
sözler söylemiş idi. Bu Mıstah fakîr bir kimse idi. Muhâcir idi. Ehl-i Bedr
cümlesinden idi. Ebû Bekr-i Sıddîkin teyzesi oğlu idi. Bu âyet-i kerîme nâzil
oldu. Hazret-i Habîb-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, bu âyet-i
kerîme
yi okuyunca, hazret-i Sıddîk
“radıyallahü anh” (Allahü teâlâ bu âyet-i kerîme ile nafaka vermediğim için
beni bildiriyor. Bundan sonra kimsenin nafakasını kesmiyeceğim,) buyurdu.
3– (Ey îmân edenler! Sizden kim dîninden dönerse, Allahü teâlâ,
başka bir kavm getirir. Allahü teâlâ onları sever. Onlar da Allahü teâlâyı
severler. Mü’minlere tevâzû’ ederler. Kâfirlere karşı şiddetlidirler. Allah
yolunda cihâd ederler. Ayblanmakdan çekinmezler. Bu Allahü teâlânın bir
ihsânıdır. Dilediği kullarına verir. Allahü teâlânın fadlı çok genişdir, bu
fadla lâyık olanları bilir.) [Mâide sûresi ellidördüncü âyet-i kerîmesinin meâli.]
Bu âyet-i kerîme de Ebû Bekr-i Sıddîkın “radıyallahü anh” şânı hakkındadır.
4– (Emr ve yasaklarda Allahü teâlâya ve Resûline itâ’at edenler,
Allahü teâlânın kendilerine ni’met verdiği Peygamberler, Sıddîkler, şehîdler ve
sâlihlerle berâberdir. Onlar ne güzel arkadaşdır. Bu üstünlük Allahü teâlâ
tarafından verilir. Allahü teâlâ üstün kullarına mükafât verilmesini bilir.) [Nisâ sûresi 69 ve
70.ci âyet-i kerîmelerin meâli.] Bu âyet-i kerîmelerde delîl vardır ki,
hazret-i Habîbullah ile hazret-i Ebû Bekrin arasında vâsıta yokdur. Bütün
müslimânlar Ebû Bekr hazretlerine Sıddîk derler. Bir şehâdetde, yarısı ile
âdil, yarısı ile zâlim olmak lâyık olmaz. Vâcib odur ki, Resûlullah hazretlerinin derecesi ile hazret-i Ebû
Bekrin derecesi arasında başka bir derece yokdur. Râfizîlerin söyledikleri
yanlışdır. Hem bu âyet-i kerîmelerde delîl vardır ki, Allahü teâlâ
hazretlerinin ni’meti bu tâife üzerine kendi fadlındandır. Yoksa onlar bu
ni’mete, ibâdetleri ile kavuşmuş değillerdir. Kaderiyye fırkasının kavlinin
aksine, Allahü teâlâ (Bu Allahü teâlânın
fadlındandır) buyurduğunu görmez
misiniz. Bu âyet-i kerîmelerde açıklandı ki, Râfizîlerin bâtıllığı imâmet
bâbında, Kaderiyyenin bâtıllığı inâyet bâbındadır.
5– (Ey îmân edenler! Allahü teâlâya ve Resûlüne ve Sizden olan
emîrlere itâ’at ediniz!) [Nisâ sûresi ellidokuzuncu âyet-i kerîmesinin meâli.]
İkrime “radıyallahü anh” hazretleri der ki, Ülül-emrden murâd, Ebû Bekr-i
Sıddîk ve Ömer-ül-Fârûk hazretleridir. Ondan dolayıdır ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
buyurdu; (Benden sonra, Ebû Bekr ve Ömere tâbi’
olunuz. Onlar benim yanımda, vücûdda baş gibidir.)
6– (Eğer siz harbe gitmiyerek Resûlüme yardım etmezseniz, Allahü
teâlâ ona yardım eder. Allahın Resûlünü kâfirler Mekkeden çıkardıkları zemân,
onun yanında Ebû Bekrden başka kimse yokdu. İkisi mağarada berâberdiler. Resûl-i
ekrem, arkadaşı Ebû Bekre, mahzûn olma, Allahü teâlânın yardımı bizim ile
berâberdir, derdi. Allahü teâlâ ona [hazret-i Ebû Bekre] kalblere rahâtlık veren sekînesini indirdi. Sizin
görmediğiniz ordu ile onu kuvvetlendirdi. [Ya’nî melekler ile onu korudu.] Kâfirlerin
küfre da’vetini veyâ şirki alçak kıldı. Tevhîdi veyâ dînine da’veti yüksek
oldu. Allahü teâlâ Azîz ve Hakîmdir.) [Tevbe sûresi kırkıncı âyet-i kerîme meâli.] Ebû
Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” hazretlerinin o mağarada endîşesi, kendi
üzerine korkusundan değildi. Lâkin ümmet üzerine şefkatinden idi. Zîrâ,
hazret-i Peygamber-i zîşâna dedi ki, eğer beni öldürürlerse, ne olur. Bir adam
öldürmüş olurlar. Ammâ, eğer mubârek cism-i latîfinize bir elem erişir ise,
ümmet helâk olur. Hazret-i Resûlullah buyurdular
ki, (Niçin düşünürsün o iki kimsenin hâlini ki,
onların üçüncüleri, Allahü teâlâ hazretleridir.) Üç gün mağarada
durdular. Hazret-i Ebû Bekrin birkaç koyunu vardı. Âmir bin Füheyre güderdi.
Hergün o koyunları, o mağara yanına götürürdü. Onlardan süt içerlerdi. Resûlullah hazretleri mağaradan çıkmak niyyet etdi.
Abdürrahmân bin Ebû Bekr-i Sıddîk, iki deve getirdi. Binip gitdiler. Dört kişi
oldular. Hazret-i Resûl-i ekrem, Ebû Bekr-i
Sıddîk, Âmir bin Füheyre, Abdüllah bin Âmir bin Abdülleys. Sonraki ahvâlleri
dahâ önce anlatılmışdır.
7– (... Allahü teâlâdan ancak âlim kulları korkar. Şübhesiz ki,
Allahü teâlâ azîzdir ve gafûrdur.) [Fâtır sûresi yirmisekizinci âyet-i kerîmesinin
meâli.] İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi aleyh”, Allah lafzının (h)sini
ötüre ile, ulemâ kelimesinin hemzesini üstün ile okudu. Allahü teâlâ
hazretlerinin haşyeti, burada ilm ma’nâsına olur. Ma’nâsı böyle olur ki, ilm
ehlinin hâtırını ancak Allahü teâlâ bilir. Bu âyet-i kerîmenin nüzûlü o oldu
ki, Ebû Bekr hazretlerinde bir korku hâsıl olmuş idi. Mubârek yüzünde belirtisi
anlaşılırdı. Hazret-i Server-i kâinât, hazret-i Ebû Bekr ile bu konuda
konuşurdu. Allahü teâlâ hazretleri bu âyet-i kerîmeyi inzâl buyurdu.
8– (Muhâcirin ve ensârdan, en önce îmân edenlerden ve onlara
iyilikde tâbi’ olanlardan Allahü teâlâ râzıdır. Onlar da Al-
lahü teâlâdan râzıdır.
Onlar için Allahü teâlâ Cennetler hâzırlamışdır. Altından ırmaklar akar. Orada
ebedî kalırlar. Bu çok büyük bir kurtuluşdur.) [Tevbe
sûresi 100.cü âyet-i kerîmesinin meâli.] Resûlullah
hazretlerine önce îmân getiren kimse hakkında müfessîrin ihtilâf etmişdir. Bir
kısmı dediler ki, en önce îmân getiren Hadîce-i kübrâdır “radıyallahü teâlâ
anhâ”. Bir kısmı dediler ki, hazret-i Ebû Bekrdir “radıyallahü teâlâ anh”. Bu
kavl dahâ kuvvetlidir. Zîrâ hazret-i Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Eğer Ebû
Bekrin îmânı, bütün mü’minlerin îmânları toplamı ile tartılsa, Ebû Bekrin îmânı
ağır gelir.) Ondan dolayıdır ki, bir kimse, iyi bir iş işlese, bir
başka kimse de, o işledikden sonra o işi işlese, bu ikincinin ecri evvelki
kişinin terâzîsine konur. İkinci kişinin ecrinden bir nesne eksilmez. Yine Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
buyurdular ki, (Ebû Bekrin sizin üzerinize
üstünlüğü, nemâz ve orucunun çokluğu ile değildir. Onun sizin üzerinize
üstünlüğü, onun gönlünde olan şey iledir.) Devâmlı üstünlük, Allahü
teâlâ hazretlerinin ma’rifetinden dolayıdır. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh”
ma’rifetullah ciheti ile hepsinden üstündür. Bir başkası, ma’rifetullahda Ebû
Bekr-i Sıddîkdan üstün olsa idi, üstünlük onun hakkı olurdu.
9– (Ey îmân edenler! Allahü teâlânın râzı olmadığı işlerden
sakınınız ve sâdıklar ile berâber bulununuz!) [Tevbe sûresi 119.cu âyet-i kerîmesinin meâli.] Sa’îd
bin Cübeyr “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurur ki, bu âyet-i kerîmedeki
sâdıklardan murâd Ebû Bekr ve Ömer “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretleridir.
Hazret-i Ebû Bekrin “radıyallahü anh” Ensâr üzerine fazîletini bu âyet-i kerîme
ile istidlâl etdiler. Ensâr muhâcirine dediler ki, bizden bir imâm olsun,
sizden bir imâm olsun. Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü anh” minbere çıkdı. Hak
sübhânehü ve teâlâ hazretlerine senâ etdi. Buyurdu ki, ey Ensâr!
Mü’minlersiniz. Allahü teâlâ hazretleri bize sıdk vermişdir o yerde ki,
diyerek, meâl-i şerîfi (... onlar [muhâcirler],
Allahü teâlâdan fadl ve rızâ talebi ile ve Allahü teâlânın dînine ve Resûline
nusret ile mülklerinden ve memleketlerinden ihrâc olundular. O muhâcirler kavl
ve fi’l ile dîni islâmda sâdıkdırlar) olan,
Haşr sûresi 8.ci âyet-i kerîmesini okudu. Ensârın temâmı kabûl edip, kendilerinden
bir halîfe olması da’vâsından vazgeçdiler.
10– (Doğruyu (Kur’ânı) getiren
(Peygamber aleyhisselâm) ve onu tasdîk eden (mü’minler) ise, işte
bunlar takvâ sâhibi kimselerdir.) [Zümer sûresi, 33. âyet-i kerîmesi meâli.] Alî bin Ebî
Tâlib hazretleri buyurdu ki, Sıdk ile gelen kimse hazret-i Muhammed
aleyhisselâtü vesselâm ve onu tasdîk eden, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkdır
“radıyallahü teâlâ anh”.
11– (Mekke-i mükerremenin fethinden önce malını veren ve cihâd
eden kimseye, fethden sonra malını dağıtan ve cihâd edenden dahâ büyük derece
vardır. Allahü teâlâ hepsine Cenneti va’d etdi.)
[Hadîd sûresi 10.cu âyet-i kerîmesi meâli.] Kelebî, bu âyet-i
kerîmenin Ebû Bekr-i Sıddîkın “radıyallahü anh” hakkında indiğini ve onun üstün
olduğunu açıkca bildirdiğini söylemişdir. Hazret-i Sıddîkın fazîleti
gayrilerden üstündür. En önce o müslimân oldu. Haberde gelmişdir ki, Ebû Emâme,
Amr bin Enis hazretlerine dedi ki, niçin kuvvetli müslimân olduğunu iddia
edersin. Amr dedi ki, bunun sebebi şudur: Ben halkı dalâletde gördüm. Bunlarda
hak üzere hiç kimse görmedim. İşitdim ki, Mekke-i mükerremede bir zât
Peygamberlik da’vâsı eder. Vardım, gördüm ki, kavmi Onun üzerine gâlib, kendi
mağlûb, O mert kimseye dedim ki, sen nesin. Dedi ki, Nebîyim. Dedim, Nebî
nedir. Dedi ki, Allahü teâlâ hazretlerinin Resûlüdür. Seni niye göndermiş,
dedim. Dedi ki, Onun birliğini bilmek, şerîk getirmemek, putlara tapınmamak,
sıla-ı rahm etmek için gönderdi. Dedim ki, senin ile kim var. Bunun üzerine
dedi ki, bir hür, bir köle. Bakdım, Ebû Bekr ile Bilâl idi. Ben de müslimân
oldum. Onun için ki, üçüncü müslimân oldum. Abdüllah bin Mes’ûd hazretleri
buyurur ki, kılıcı ile müslimânlığı ilk açığa çıkaran, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve Ebû Bekr-i Sıddîkdır “radıyallahü teâlâ
anh”. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurur, İslâmda herkesden evvel
olan Resûlullahdır “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem”, ikinci Ebû Bekrdir “radıyallahü anh”, üçüncü Ömerdir “radıyallahü
anh”. Yine buyurdu; bir kimse ki, beni Ebû Bekr ve Ömerden “radıyallahü anhüm”
üstün gösterir ise, ona had cezâsı vururum. Ve şâhidliğini kabûl etmem.
12– (Onlar için nedir ki, Rablerine da’vet olundukda, icâbet
edip, emr ve nehyinde itâ’at ederler. Nemâzı şartları ve erkânı ile devâmlı
kılarlar. Emrlerinde meşveret ederler. Verdiğimiz rızk-
dan fakîrlere ve hayra
verirler.) [Şûrâ sûresi 38.ci âyet-i kerîme meâli.] Bu âyet-i
kerîme Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin şânını bildirmek
için nâzil olmuşdur. Zîrâ bütün malını fakîrlere dağıtdı. Ne kadar,
kötülediler. Kötüliyenlere iltifât etmedi. Bu hükm bütün mü’minler hakkında
müşterekdir.
13– (Yâ Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem”! Hudeybiyeden geri
dönenlere de ki, siz, şiddetli cengci bir kavm ile harbe da’vet olunursunuz ki,
tâ, onlar islâma gelinceye kadar veyâ onlardan cizye kabûl olununcaya kadar
muharebe olunur. Onlar müşrikler veyâ Peygamber aleyhisselâmdan sonra mürted
olanlardır. Eğer siz o cengde hulûs ile harb ederseniz, Allahü teâlâ size
dünyâda ganîmet ve âhıretde Cennet verir. Eğer bundan önce Hudeybiyede i’râz
etdiğiniz gibi, o muhârabede de i’râz ederseniz, Allahü teâlâ sizi şiddetli
azâb ile azâblandırır. İş bu i’râz hakkında olan va’d ve azâbı müslimânların
za’îf ve âcizleri işitdikde, bizim hâlimiz nice olur derler.) [Feth sûresi 16. cı
âyet-i kerîme meâli.] Râfi’ bin Hadic “radıyallahü teâlâ anh” der ki:
Biz bu âyet-i kerîmeyi dâimâ okurduk. Fekat bu vak’anın ne zemân olacağını
bilmezdik. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri müslimânları;
Yemâmede Müseylemetülkezzâbın eshâbı, benî hanîfe üzerine harbe gönderdi.
Anladık ki, kasd edilen onlardır. Bu âyet-i kerîmede mülhidler ve mübtedi’ler
üzerine iki hüccet meydâna çıkmışdır. Birincisi, mülhidler üzerinedir. Bu
âyet-i kerîmede gaybdan haber vardır. Bir zemân sonra bu haber meydâna
gelmişdir. Mülhidlerin kavlinin hilâfına, bu mu’cize meydâna çıkmışdır. Bu
âyet-i kerîmede mübtedi’ler için de tenbîh vardır. Ebû Bekr-i Sıddîk
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin halîfeliğinin doğruluğuna delîl vardır. Bundan
dolayıdır ki, Hak sübhânehü ve teâlâ hazretleri buyurdu ki, (Da’vet olunursunuz!) ya’nî
yakın zemânda, siz da’vet olunursunuz bir gürûha ki, be’s-i şedîd sâhibidir.
Eğer o da’vet ediciye itâ’at ederseniz, size ecr verilir. O da’vet ediciye
itâ’ati vâcib kıldı. Onları, şiddetli zarar sâhibi olan kavm üzerine da’vet
eden Ebû Bekr-i Sıddîkdır “radıyallahü teâlâ anh”. Onları acem ve rûm harbine o
koydu. Bütün müfessirlerin kavlleri üzerine, bu kavm, bu iki gürûhdan hâli
değildir. Eğer Benî hanîfe olursa, O da’vet eden Ebû Bekr hazretleri olur. Ebû
Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” imâmeti [halîfeliği] doğrulukda,
hazret-i Ömerin de “radıyallahü
teâlâ anh” imâmetinin [halîfeliğinin] doğruluğu olur. Eğer maksad pers [İrân]
ve rûm [Bizans] olur ise, hazret-i Ömer olur. İmâmlığın hak olduğuna delîl
olur. Onun imâmeti doğrulukda hazret-i Ebû Bekrin de imâmeti sâbit olur. Bu iki
şeklden başka dürlü söyliyen azdır. Gaybdan haber veren açık bir delîlin
doğruluğu bu âyet-i kerîme ile açığa çıkdı. Orada buyurdu ki, (Da’vet
olunursunuz!). Her iki halîfe için buyrulan öyle vâki’ oldu. Zîrâ Kur’ân-ı
azîmüşşânın îcâzı vechlerindendir ki, gaybdan haber verir. Tafsîli ile habere
mutâbık ve muvâfık vâkı’ olur. Allahü teâlâ hazretleri o kimseye basîret verir
ise, bunu bilmeğe muktedîr olur.
14– (O kimse ki, malından Allah için harcar, şirk ve isyândan
sakınıp ve ihsân olan kelîme-i şehâdeti, yâhud infâk etdiği malın mukâbili
va’d-i ilâhiyi tasdîk ede. Biz ona âsân ve râhata sebeb olucu ve Cennete
girmeğe sebeb olan yolunu kolaylaşdırırız.) [Leyl sûresi 5, 6, 7.ci âyet-i kerîme meâli.]
Demişlerdir ki, bu âyet-i kerîme Ebû Bekr-i Sıddîkın “radıyallahü anh” şânı
hakkında nâzil olmuşdur. Her ne eline geçse halka dağıtırdı. Bunda da Allahü
teâlânın buyurduğu üzere iş yapmasından dolayı onu medh buyurdular. Demişlerdir
ki, Hüsnâ, Hak sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin sevâb vermeği va’d etmesidir.
15– (O ateşden [Ebû Bekr
“radıyallahü teâlâ anh” gibi] ziyâde müttekî olan ictinâb edip, kurtulur ki,
Allahü teâlâ yanında temîz ve va’dine nâil olmak için, malını Allah yolunda
hayrâta sarf eder.) [Leyl sûresi 17., 18.ci âyet-i kerîme meâli.] Hişâm;
babası Urveden rivâyet eder: Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” yedi
köle satın alıp, azâd etdi. Müşrikler onlara müslimân oldukları için azâb
ederler idi. Birisi Bilâl “radıyallahü anh” hazretleridir. Dahâ önce
anlatılmışdır. Biri Âmir bin Füheyre ve onun kızı Hindiyye idi. Müslimân oldu
ve a’mâ oldu. Müşrikler dedi ki, lât ve uzza, görmesini ondan geri aldı. O dedi
ki, ben lât ve uzzaya inanmam. Allahü teâlâ tekrâr görmesini nasîb etdi.
Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” oradan geçerken, o değirmen çekerdi.
O evin hanımı olan kişi, ona dedi ki, “ben seni, senin bu sâhiblerin azâd
etmeyince azâd etmem.” Hazret-i Ebû Bekr bunu işitip, buyurdular ki, bu
câriyeyi kaça satarsın. O dedi, bu kadar gümüş. Hazret-i Sıddîk, dediğin akçaya
aldım, buyurdu. Abdüllah bin Zübeyr “radıyallahü-
teâlâ anh” minber üzerinde dedi
ki, Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, za’îf kulları [köleleri] satın
alıp, azâd ederdi. Babası ona dedi ki, niçin kuvvetli köle satın almazsın.
Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, za’îf köleleri
satın alıp, azâd ederim ki, Allahü teâlâ bu za’îf kulunu Cehennemden azâd
etsin. Hak sübhânehü ve teâlâ; meâl-i şerîfi,
(Şirk ve günâhlardan sakınan kimseler, Cehennemden uzaklaşmış
olurlar) olan
[Leyl sûresi 17.ci] âyet-i kerîmeyi gönderdi.
Sûrenin sonuna kadar hep, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” hazretlerine
işâretdir. Mü’minler, Ebû Bekre “radıyallahü anh” halîfe dedi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” halîfe
dedi ve buyurdu ki, (Ebû Bekr, Allahın dîni üzerine
benim halîfemdir). Allahü teâlâ ona halîfe dedi. (... onları yer yüzüne halef kılacağına....) buyurdu. Râfizîler la’net etdiler. Kendileri
la’nete müstehâk oldular. Allahü teâlâ ve Resûlü ve mü’minler ona halîfe
diyorlar. Râfizîler muhâlefet etmiş oluyorlar. Allahü teâlâ hazretleri; Nisâ sûresinin yüzondördüncü âyetinde meâlen, (Kendisine tevhîd ve doğru yol bildirildikden sonra, Resûlullahın
doğru yolundan sapan ve i’tikâd ve amelde mü’minlerden ayrılan kimseyi,
âhıretde kâfirler ile birlikde Cehenneme sokarız.) buyurdu. Allahü teâlâ hazretlerine ve Resûlüne,
râfizîler gibi muhâlefet eden yokdur. Allahü teâlâ buyurur; Ebû Bekr dînin
büyüğüdür. Râfizîler, hâşâ münkir idi, diyor. Allahü teâlâ; fâdıl idi,
buyuruyor. Râfizîler bâtıl idi diyor. Allahü teâlâ münfık [malını dağıtan] idi
buyuruyor. Râfizîler, Allahü teâlâ muhâfaza etsin, münâfık idi, diyor. Haberde
gelmişdir ki, bir gün hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin yanında oturmuş idi. Ebû
Bekr-i Sıddîk için Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki, bizim yanımızda Ebû Bekr,
yerdekiler yanından dahâ meşhûrdur. O senin hayâtda vezîrin, vefâtından sonra
halîfendir.
Nükte: Eshâb-ı
Kehfin köpeği, o civânmert olan Eshâb-ı Kehf ile dünyâda birkaç adım yürüdüğü
için, mağarada onlar ile berâber oldu. Yatmakda onlar ile oldu. Kıyâmetde ve
Cennetde onlar ile olur. Acâib olan odur ki, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü
teâlâ anh”hazretleri, Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin, sohbetinde bulundu. Mihnetde Onun ile oldu. Da’vetde Onun ile
oldu. Seferde Onun ile
oldu. Hazarda Onun ile oldu.
Mağarada Onun ile oldu. Yolda ve hicretde, cân ve mal vermekde Onunla oldu.
Kabrde, şefâ’atde, Onunla olur. Makâm-ı Mahmûdda, Cennetde, Allahü teâlâyı
görmekde, Onunla olur. Zikr olunan âyet-i kerîme ki, hazret-i Ebû Bekr-i
Sıddîkın şânı ile alâkalı olduğunu tefsîrde gördük, işitdik ve yazdık. Ebû Bekr
“radıyallahü teâlâ anh” hakkında nasıl kötü düşünülebilir? [Eshâb-ı Kehfin
köpeği, o mertler ile birkaç adım gitmekle kıymetleniyor da; Ömrü Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
yanında geçenler kıymetlenmez mi?]
Ellidördüncü Menâkıb: Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” için haber
verilen hadîs-i şerîfler hakkındadır:
1–
Âişe-i Sıddîka “radıyallahü teâlâ anhâ ve an ebîhâ” buyurdular ki; Bir gece
benim nöbetim idi. Seyyid-i âlem hazretleri benim hücreme [odama] geldi. Ben
dedim: Bana, babam Ebû Bekr-i Sıddîk hakkında birşey söyle. Buyurdular ki: Yâ
Âişe. Bana Cebrâîl aleyhisselâm Allahü teâlâdan haber verdi ki; Allahü teâlâ
rûhları yaratdı. Cümle rûhlar arasından Ebû Bekrin rûhunu, Peygamberler ve
mürsellerden sonra seçdi. Toprağı Cennetdendir. Suyu âb-ı hayâtdandır. Allahü
teâlâ Cennetde, Ebû Bekr “radıyallahü anh” için, yâkutdan bir köşk halk eyledi.
O köşk (kasr) içinde, inciden çok serâylar halk etdi. Allahü teâlâ onun
hakkındaki düâlarımı kabûl etmişdir. Ondan ma’siyyet [kötülük] meydâna
getirmez. Tâatlar kapısını üzerine bağlamaz. Kabrde komşum ve benden sonra
halîfem Ebû Bekrdir. Cebrâîl ve Mikâîl aleyhimesselâm Ebû Bekrin hilâfetine
berâberce bî’at ederler. Gökler ehli ve yerler ehli, şeytânlardan ba’zısı, bir
mikdâr cinnîler onu bilirler. Bu kadar meşhûr Ebû Bekri “radıyallahü teâlâ anh”
bilmeyen ve hurmet etmiyen benden değildir. Ben de ondan değilim.
2–
Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurdu. Bir kimse vardır ki, Cennete girdiği zemân, köşklerde,
serâylarda, odalarda bulunan herkes ona merhabâ, merhabâ derler. Ebû Bekr-i
Sıddîk “radıyallahü anh” dedi ki, biz o kimseyi, o kasrlarda görür müyüz! Resûlullah aleyhisselâm buyurdu ki, Evet, yâ Ebâ Bekr,
o mert sensin.
3– Esâd
bin Zürâh “radıyallahü teâlâ anh” diyor ki: Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini hutbe okurken gördüm. Ebû
Bekre iltifât edici şeyler söyledi. Nerede Ebû Bekr, buyurdu. Cebrâîl
aleyhisselâm bana şimdi haber verdi ki, Ümmetin hayrlısı, Senden sonra Ebû
Bekrdir “radıyallahü teâlâ anh”.
4–
Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyet eder. Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
huzûrunda, Ebû Bekr-i Sıddîk zikr olundu. Hazret-i Server-i âlem buyurdular ki,
Ebû Bekrin misli gibi kimse olamaz. İnsanlar beni tekzîb ederken, ya’nî
yalanlarken o beni tasdîk etdi ve bana îmân getirdi. Herkes benden kaçarken, o
bana kızını tezvîc etdi. Malını bana fedâ etdi. Benimle zor kaldığımız sâatde
ve gecede berâber mücâhede etdi. Âgâh olun ki, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü
teâlâ anh” kıyâmet gününde Cennet develerinden bir deveye binmiş olarak gelir.
Eğeri yeşil zebercedden, yuları inciden, kendisi de sündüs ve istebrakdan yeşil
iki elbise giymiş olduğu hâlde, bana anlatır, ben de ona anlatırım. Kıyâmet
ehli derler ki, bunlar kimlerdir. Allahü teâlânın Resûlü Muhammed aleyhisselâm
ve Ebû Bekr-i Sıddîkdır “radıyallahü teâlâ anh”, diyeler.
5–
Hazret-i Âişe-i Sıddîka “radıyallahü teâlâ anhâ” buyurdular ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin son hastalığında ağrısı artdı. Buyurdular ki: Ebû Bekre emr edin,
nâsa imâm olup, nemâz kıldırsın. Ben dedim ki, yâ Resûlallah! Ebû Bekr sizin
makâmınıza geçince, ağlamasından sesini kimse işitmez. Ömer bin Hattâbı emr
edin, kavme imâmet eylesin. Resûlullah
hazretleri yine buyurdu ki, Ebû Bekre söyleyin, kavme imâmet eylesin. Yine ben
dedim, yâ Resûlullah! Ebû Bekr, sizin
makâmınızda durmağa tâkat getiremez. Yine buyurdu ki, Ebû Bekre söyleyin. Kavme
imâmet eylesin. Âişe hazretleri yine buyurdu ki, Hafsaya varıp, dedim ki, sen Resûlullah hazretlerine söyle ki, babam Ebû Bekr
imâmet makâmında durursa, ağlamakdan kimse sesini işitmez. Hafsa “radıyallahü
teâlâ anhâ” da söyledi. Yine Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki; Ebû Bekre söyleyin, kavme
imâmet eylesin. Siz kardeşim Yûsüf aleyhisselâmı sıkıntıya düşüren kimseler
değil misiniz. Ben Ebû Bekr diyorum. Siz Ömer diyorsunuz. Hafsa “radıyallahü
teâlâ anhâ” üzülüp, Âişeye “radıyallahü teâ-
lâ anhâ”, beni mahzûn etdin
diyerek gitdi.
6–
Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü anhümâ” buyurdu: (İzâcâ’e) sûresi nâzil olduğu vaktde, hazret-i Abbâs,
hazret-i Alînin yanına geldi. Dedi ki, yâ Alî! Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin vefâtlarını haber veren âyet
gelmişdir. Bizler bilmeyiz, kendilerinden sonra kim halîfe olur, hangi kimsede
karâr verir? Varalım Resûlullahın “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” huzûruna süâl edelim. Eğer bu işi bize tevdî buyurursa,
Kureyşin bizim ile düşmânlığı olmaz. Eğer bizden gayriye buyurur ise, ricâ
ederiz ki, o kimseye, bizim hakkımıza riâyet etmesi için vasiyyet buyursun.
Abbâs “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûr-ı şerîflerine vardı.
Süâl etdi; yâ Resûlallah! Sizden sonra kim halîfe olur. Cevâb buyurdular ki, yâ
Abbâs! Yâ Resûlallahın amcası. Allahü teâlâ, benim halîfeliğimi Ebû Bekre
vermişdir. Din üzerine kendi vahy eyledi. Benden sonra halîfe Ebû Bekr olur.
Ebû Bekrin her söylediğini kabûl edin, necât ve felâh bulursunuz. Ona mutî’
olun, doğru yolu bulursunuz. Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ”
dedi ki, Onlar Ebû Bekr hazretlerine mutî’ oldular; doğru yolu buldular. Her kim
ki, Ebû Bekr-i Sıddîkın “radıyallahü anh” hilâfetini hak bilip, bütün sahâbe-i
kirâmı dost tutar, doğru yolu bulur ve emîn olur.
7– Câbir
bin Abdüllah “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdular ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin
huzûr-ı şerîflerinde idik. Kays kabîlesinden bir gürûh geldi. İleri-geri ba’zı
sözler söyleyip, sorular sordular. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü
teâlâ anh” hazretlerine müteveccih olup, buyurdular ki, söylediklerini, duydun
mu? Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” duydum, yâ Resûlallah! dedi. Şimdi,
o hâlde onlara cevâb ver, buyurdu. Hazret-i Ebû Bekr onlara gâyet güzel
cevâblar verdi. Resûlullah hazretleri buyurdular
ki, “Yâ Ebâ Bekr, Allahü tebâreke ve teâlâ sana Rıdvân-ı Ekber versin.”
Sahâbe-i güzînden birisi dedi ki, Yâ Resûlallah! Rıdvân-ı Ekber nedir?
Buyurdular ki; Allahü teâlâ âhıretde cümle kullarına umûmî tecellî eder. Ebû
Bekre “radıyallahü anh” husûsî tecellî eder.
8– Ebû
Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki; Ceb-
râîl aleyhisselâm, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerine geldi. Çok zemân yanında kaldı. Vahy söyledi. O esnâda Ebû Bekr-i
Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” geldi, geçdi. Resûl-i ekrem
hazretleri, Cebrâîl aleyhisselâma buyurdu ki, yâ Cebrâîl, siz semâda Ebû Bekri
bilir misiniz? Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki, evet. Seni halka Peygamber
gönderen Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Ebû Bekr gökde yerdekinden dahâ çok
meşhûrdur. Göklerdeki adı Halîmdir.
9–
Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü anhümâ”, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden rivâyet eder. Resûl-i ekrem hazretleri buyurdular: Beni mi’râca
götürdükleri gece, Allahü teâlânın huzûrunda durdum. Bana buyurdu. Yâ Ahmed!
Ehlini kime ısmarladın. Dedim, Ebû Bekr-i Sıddîka. Allahü teâlâ buyurdu: O
benim kullarımın, senden sonra, en sevgilisidir. Benden ona selâm götür.
10– Ebû
Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder: Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu: Ben, mi’râca çıkdığımda, Allahü
teâlâdan istedim ki, benden sonra halîfe, Alî ibni Ebî Tâlib olsun. Melekler
muzdarib olup, dediler: Allahü teâlâ dilediğini yapar. Halîfe senden sonra Ebû
Bekr-i Sıddîkdır “radıyallahü teâlâ anh”.
11–
Huzeyfe “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder: Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu: Her kim rü’yâda beni
görmüşdür. Muhakkak beni görmüşdür. Zîrâ şeytân benim sûretimde görünmez. Her
kim, Ebû Bekri uykuda görür. Ebû Bekri görmüşdür. Zîrâ şeytân Ebû Bekrin
sûretinde de görünmez.
12– Alî
ibni Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anh” dedi. Resûlullahdan
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” işitdim, buyurdu: Semâya yükseldiğim gece
[Mi’râc gecesi], Rabbim azze ve celle bana Ebû Bekrin sesi ile hitâb buyurdu.
Benim gönlümden geçdi ki, bu ses Ebû Bekrindir. Hak sübhânehü ve teâlâ
kalbimden geçen endîşeyi bilip, buyurdu: “Yâ Ahmed! Mûsâ bin İmrân ile
konuşurken, onun gönlünü gördüm ki, kavminin hepsinden Hârûnu dahâ çok sever.
Ona Hârûnun sesi ile hitâb etdim. Senin gönlünü gördüm ki, Ebû Bekri çok
seversin. Sana Ebû Bekrin sesi ile hitâb etdim.”
13–
Rivâyet edilmişdir ki, bir gün öğle nemâzından sonra, Cebrâîl aleyhisselâm
yetmişbin melek ile gelerek, En’âm sûresini getirdi. Resûlullah
hazretleri o gece bütün Eshâb-ı kirâmı Âişe “radıyallahü teâlâ anhâ”
hazretlerinin evinde topladı. Çırağ yakıp, Sûre-i En’âmı okudular. Çırağ
ışıksız oldu. Resûlullah hazretleri Ebû Bekr
hazretlerine buyurdular ki, yâ Ebâ Bekr, çırağı ışıklandır. Bir sâat sonra yine
karardı. Hazret-i Resûl-i ekrem yine buyurdu. Yâ
Ebâ Bekr, çırağı rûşen et. Hazret-i Ebû Bekr, çırağı [kandili] rûşen etmek
[ışığını çoğaltmak] için kalkdı. Bakdı ki kandilin yağı tükenmiş. Dedi ki, yâ
Resûlallah! Kandilde yağ kalmamış. Bu gece yağ almak imkânımız da yokdur.
Kandil bize lâzımdır, kelâm-ı Rabbilâlemîni okuyalım. Hazret-i Resûlullah buyurdular ki, bir mikdâr kendi ağzının
tükrüğünden kandile damlat. Âişe-i Sıddika hazretleri buyurur ki, babam bir
mikdâr ağzının suyunu, Resûlullah hazretlerinin
emr-i şerîfi ile kandile damlatdı. Kandilin ışığı çoğaldı. Allahü tebâreke ve
teâlâ hazretlerinin emr ve fermânı ile şiddetli bir ışık oldu ki, Eshâb-ı
kirâmın gözlerini kamaşdırdı. Server-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurdu ki: Bu kandili söndürmeyiniz! Kırk gün kırk gece o kandil,
Âişe-i Sıddîka hazretlerinin evinde yandı. Bir münâfık hazret-i Âişenin evine
geldi. O kandili gördü. Ne acâib kandil, kırkgün kırk gecedir sönmez, dedi. O
sâatde o kandil söndü. Cebrâîl aleyhisselâm geldi ve dedi: Yâ Muhammed! Allahü
tebâreke ve teâlâ hazretleri buyurur: Ben çeşm-i bed [fenâ bakışlı] kullar da
yaratdım. Eğer o münâfıkın gözü olmasaydı, kıyâmete kadar o kandil; Ebû Bekrin
“radıyallahü teâlâ anh” ağzının suyunun bereketi ile sönmez idi.
14– Nakl
eylemişlerdir ki, bir gün Cebrâîl aleyhisselâm geldi ve dedi: Yâ Resûlallah!
Allahü teâlâ sana selâm söyler. Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ yetmiş dünyâ
büyüklüğünde bir âlem halk etmişdir. Onun zemîni beyâz misk ile döşelidir.
Orası, arşdan bir iğne atsan, zemîne düşmiyecek şeklde melekler ile doludur.
Allahü teâlâ o melekleri yaratdığı günden beri, tesbîh ve tehlîl ederler.
Sevâbını Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin muhiblerine
(sevenlerine) bağışlarlar.
15–
Doğru rivâyet ile rivâyet olunmuşdur: Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, buyurdu: Ebû Bekr-i Sıddîk
hazretleri annesinden doğduğu gün, göklere bir şenlik
geldi. Allahü tebâreke ve teâlâ,
Adn Cennetine nidâ buyurdu ki, izzim ve celâlim hakkı için, sana yalnız Ebû
Bekri sevenleri koyarım. Cehenneme nidâ buyurdu ki, izzim ve celâlim hakkı
için, sende Ebû Bekrin düşmânlarından ziyâde kimseye azâb etmem. Kıyâmet kopup,
nidâ gelir ki, Yâ Ebâ Bekr! Ben ki Cebbâr-ı âlemim. Senin dostlarını, senin istediğin
yere koyacağım. Bu rivâyet onun üzerine delîl olur. Her kim ki, Ebû Bekr
hazretlerini düşmân bilirse, onun îmânı onun ile pâyidâr olmaz [devâm etmez].
Her kim ki, hazret-i Ebû Bekri dost tutar. Onun küfrü onunla pâyidâr olmaz
[devâm etmez].
16– Enes
bin Mâlik ve Alî bin Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anhümâ”, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinden rivâyet ederler. Buyurdular ki: Allahü teâlâ hazretlerinden
dünyâya veyâ âhırete âid bir isteği olan kimse, gece kalkıp, gusl edip veyâ
abdest alıp, iki rek’at nemâz kılsa, her rek’atinde bir Fâtiha ve üç kerre
sûre-i İhlâs okusa, selâmdan sonra başını secdeye koyup, Yâ Rabbî, benim
isteğimi Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” hurmetine yerine getir, diye düâ
etse; Allahü teâlâ, Ebû Bekr-i Sıddîk hurmetine isteğini verir.
17–
Doğru rivâyet ile, Fahr-i âlem hazretlerinden gelmişdir. Buyurdular ki: Beni
Mi’râca götürdükleri gece, Cennet-i a’lâda karşıma gelen bir hûrî gördüm.
Cebrâîl aleyhisselâm da yanımda idi. Cebrâîl elini gözü üzerine koydu. Yâ
Cebrâîl, niçin elini gözünün üzerine koydun ve yüzünü bu hûrîden döndün, dedim.
Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki, yâ Resûlallah! Bana destûr [izn] yokdur, o hûrîye
bakayım. Hûrî benim yanıma geldi ve bana selâm verdi. Cevâb verdim. Bana dedi
ki, yâ Resûlallah! Benim hâcem [efendim] nasıldır. Ben dedim ki, senin efendin
kimdir. Dedi ki: Benim efendim o kimsedir ki, sana evvel îmân getiren o oldu.
Sonra malını ve cânını sana fedâ etdi. O Ebû Bekr-i Sıddîkdır. Ben dedim ki, yâ
hûrî, sen Ebû Bekr-i Sıddîk için misin. Evet yâ Resûlallah, dedi. Sen Ebû
Bekr-i gördün mü? Evet gördüm, eğer istersen şimdi de onu sana göstereyim,
dedi. Göster, dedim. O sâat elinin ayâsını açdı. Ayâsında hazret-i Ebû Bekrin
sûretini gördüm “radıyallahü teâlâ anh”.
18–
Ömer-ibnül-Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu: (Beş kimseden başkası için ayağa kalkmayınız. Anne
ye, babaya, size
Kur’ân-ı azîmüşşân ta’lîm eden hocaya, âlime, ki ilme hürmet için. Şerefleri
dolayısı ile seyyidlere ve adlinden dolayı âdil sultâna.) Ömer bin Hattâb “radıyallahü anh”
der ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” bu hadîs-i şerîfi buyurduğu zemân, Ebû
Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” meclis-i se’âdete geldi. Peygamber hazretleri
onun için ayağa kalkdı. Hazret-i Ebû Bekr oturmayınca, kendileri de
oturmadılar. Ömer bin Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri dediler ki, yâ
Resûlallah! Bize buyurdunuz ki, bu beş kimseden başkası için ayağa kalkmayınız.
Siz Ebû Bekr için ayağa kalkdınız. Buyurdular ki, Cebrâîl aleyhisselâm gelip,
önümde oturmuş idi. O sırada Ebû Bekr mescide girdi. Hazret-i Cebrâîl dedi ki,
Yâ Muhammed! Ebû Bekr geldi. Ben dedim, yâ Cebrâîl! Ebû Bekri tanır mısın. Dedi
ki, yâ Muhammed! Ebû Bekr, melekler yanında meşhûrdur ki, senin yeryüzünde
tanıdığın gibi, onu tanırlar. Cebrâîl aleyhisselâm Ebû Bekr-i Sıddîk önünde
ayağa kalkdı. Ben de kalkdım. Yâ Ömer, bir yerde ki, Cebrâîl aleyhisselâm ayağa
kalkar, ben kalkmaz mıyım! Ebû Bekre hürmetinden ötürü, hazret-i Ebû Bekr
oturmayınca, hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm oturmadı. Ben de oturmadım.
19–
Doğru rivâyet ile gelmişdir. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu: Allahü teâlâ hazretleri, beni kendi
nûrundan halk etdi. Ebû Bekri benim nûrumdan halk etdi. Âişeyi Ebû Bekrin
nûrundan halk etdi. Mü’mine hâtunları, Âişenin nûrundan yaratdı. Her kim ki, bu
büyükleri sever. Allahü teâlâ o kimsede bir nûr halk eder ki, onun ışığında,
kabrin ve kıyâmetin karanlığından o kimseye necât verir. O ışık ile, Cennât-i
Adna gider. Her kim ki, onları sevmez. Allahü teâlâ hazretleri o kimsede asla
nûr halk etmez. [Allahü teâlâ bir kimseye nûr vermezse, o münevver olamaz.]
20–
Hazret-i Enes “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bir vakt hastalandı. Hastalığı
uzadı. Bir sabâh hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin ziyâretine gitmiş idi. Zîrâ,
her işi herkesden evvel yapmağı severdi. Bu âdet-i şerîfesi idi. Varıp gördü
ki, Resûlullah hazretleri evinde yatmış, mubârek
başını Dıhye-i Kelbînin “radıyallahü teâlâ anh” dizine koymuşdu. Hazret-i Ebû
Bekr, Dıhye-i Kelbî-
ye selâm verip, Resûl-i ekremin hâli nasıldır, dedi. Dedi ki, hayrdır
ey halîfe-i Resûlillah! Ebû Bekr-i Sıddîk dedi ki; Allahü teâlâ sana hayr
versin. İyi karşılıklar versin. Bu müjdeyi bana verdin. Dıhye “radıyallahü
teâlâ anh” dedi ki, yâ Ebâ Bekr! O Allahü teâlâ hakkı için ki, Ondan gayri
Allah yokdur, ben seni gayrilerden, herkesin sevdiğinden çok severim. Senin
benim yanımda hediyyelerin vardır, Sana ulaşdırayım. Sen Allahü teâlânın
Resûlünün halîfesisin. Enbiyâ ve Mürsellerden sonra, Âdemoğullarının seyyidisin
“aleyhissalâtü vesselâm”. Sana tâbi’ olan ve seni seven felâh bulur. Arâbî
lugatında, bütün hayrlar, iyilikler, felâh kelimesinde toplanmışdır. Felâh;
dünyâ ve âhırete âid isteklerin yerine gelmesine derler. Denilmişdir ki, felâh
dört şeydir: Bir bekâ ki, fenâsı olmıya. Bir gınâ [zenginlik] ki, fakîrliği
olmıya. Bir izzet ki, zelîlliği olmıya. Bir ilm ki, cehli olmıya. Seni sevmiyen
ve sana uymayan ziyân etdi. Her kim ki seni dost tutar, Resûlullah hazretlerinin dostluğu ile dost tutar. Her kim sana buğz
eder. Resûlullah hazretlerine buğzu olmak sebebi
ile sana buğz eder. Senin dostun hakîkatde Allahü teâlâ hazretlerinin ve
Resûlünün dostudur. Senin düşmânın, hakîkatde Allahü teâlâ ve Resûlünün
düşmânıdır. Her kim ki, seni düşmân tutar. Muhammed Mustafânın şefâ’ati o
kimseye vâsıl olmaz. Her kim ki, Muhammed Mustafânın şefâ’atinden mahrûm olur.
O kimse Allahü teâlânın rahmetinden de mahrûm kalır. Yâ Ebâ Bekr, sen bunun
için iyi ve azîzsin; yakın gel. Yakın geldiği ânda, Dıhye gayboldu. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” de
uykudan uyandı. Buyurdu ki, yâ Ebâ Bekr! Bu süâl-cevâb şeklindeki konuşma
nedir? Ebû Bekr hazretleri de Dıhye ile yapdığı musâhabatı haber verdi. Resûlullah aleyhissalâtü vesselâm, buyurdu ki, yâ Ebâ
Bekr! O Dıhye değil idi. O Cebrâîl-i emîn idi. Sana haber verdi o ismlerden ki,
Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri onları sana tesmiye etdi [sana verdi].
Cebrâîl, senin muhabbetini mü’minlerin kalbine saldı. Buğzu da, kâfirlerin
kalbine saldı.
21– Ebû
Sa’îdil Hudrî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri
buyurdular: Kıyâmet günü olunca, Allahü tebâreke ve teâlânın emri ile arş
önünde kırmızı altından üç kürsî konulur. Mahşer meydânı onların nûru ile
nûrlanır, aydınlanır. Biri bir
kenârda, biri öbür kenârda, biri
ortada kurulur. İbrâhîm aleyhisselâm gelip, Allahü teâlânın emri ile bir
kenârdaki minber üzerine oturur. Ben de (Muhammed aleyhisselâmım); öbür
kenârdaki minber üzerine otururum. Orta yerde olan minber boş kalır. Bir
münâdî, seslenir ki, Ebû Bekr-i Sıddîk nerededir. Ebû Bekr-i Sıddîkı durduğu
yerden ta’zîm ile getirirler. Ortadaki minber üzerine oturturlar. Sonra bir
münâdî seslenir ve der ki, Halîl ve Habîb arasında Sıddîkın bulunması ne
hoşdur, ne güzeldir. Sonra Allahü teâlâ hazretleri üçünden hicâbı kaldırıp,
tecellî eder, dîdârını gösterir. Ben, baş gözü ile, Allahü teâlâyı müşâhede
ederim. İbrâhîm de müşâhede eder, Ebû Bekr de müşâhede eder.
22– Ebû
Ubeyde bin Cerrâh “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri
buyurdular ki: Mi’râc gecesi, Arşa vardığım zemân, bir nidâ edici, Arş-ı
a’lâdan, yâ Muhammed, yâ Muhammed, diye nidâ etdi. Ben dedim ki, buyur, buyur
yâ Rabbî. İkinci kerre, yâ Muhammed, yâ Muhammed, Ebû Bekre muhabbet eyle ki,
Ebû Bekr-i Sıddîkı ben severim, diye seslendi. Sonra Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mubârek elini Ebû Bekr-i Sıddîk
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin omuzuna koyarak, buyurdu ki: Yâ Ebâ Bekr!
Kullar, Allahü teâlâ hazretlerinin huzûruna dağlar misilli günâh ile çıksalar,
kalblerinde senin muhabbetin olsa, Allahü teâlâ onların günâhlarını afv eder.
23–
Haberde gelmişdir ki, Bedr gazâsında, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ
anh” çadır gibi bir arşın altında gölgelenip, oturmuşlardı. Müslimânlar
kâfirler ile mukâtele [muhârebe] ederlerdi. Bir arab, muharebe meydânından
arşın (çadırın) kapısına geldi. Dedi ki, yâ Ebâ Bekr! Kalk dışarı gel, muhârebe
eyle ki, eshâbın bir bölüğü şehîd oldular. Resûlullah
hazretleri o araba mâni’ olup, buyurdu ki, (Allahü teâlâ, Ebû Bekri, Resûli
için enîs, dost, vezîr, arkadaş eylemişdir.) Arab, döndü ve (Hâlin ne hoşdur,
ey Ebû Bekr) dedi.
24–
Diğer bir haberde gelmişdir. İslâm askeri Tebük gazâsında idiler. Şiddetli gazâ
oluyordu. İki tarafın da askerleri kuvvetli idi. Temmuzun sıcağında öğle vakti,
toz cihânı kaplamış idi. İslâm askeri ile, küffâr birbirine girmişdi. Şiddetli
muhâre-
be ile meşgûl idiler. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” yedi
yâri ile ki, Ebû Bekr, Ömer, Osmân, Ebû Zer, Talha, Sa’d, Sa’îd “rıdvânullahi
teâlâ aleyhim ecma’în” hazretleridir, berâber kumanda mevki’inde oturmuşlar
idi. Muhârebe şiddetlendi. İslâm askeri bir mikdâr za’îf oldular. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Sa’d ve
Sa’îde buyurdular ki, imdâda varınız. İkisi de kalkıp, muhârebeye gitdiler.
Sonra, Ebû Zer ile Talhaya buyurdular ki, siz de varınız. Onlar da vardılar.
Sonra, Ömer ve Osmân hazretlerine buyurdular ki, siz de imdâda varınız. Onlar
da vardılar. Bir sâat geçdi. Hazret-i Ebû Bekre de muhârebeye gitmek şevki
gâlib oldu. Kılınç çekip, atının dizginini çekdiği gibi, Resûlullah ”sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri, hazret-i Sıddîkin bileğinden tutdu. Buyurdu ki; (Sen savaşa gitme
yâ Ebâ Bekr), ya’nî, yâ Ebâ Bekr, senin işin muhârebe etmekde değil, buradadır.
Sen burada, gönlümüzü ve gözümüzü cemâlin müşâhedesi ile şâdümân [ziyâde
sevinçli] tut. Yâ Ebâ Bekr, dünyâda her eziyyet ve derd ki, bedenime ve kalbime
erişiyor. O eziyyet ve derd, senin cemâlinin müşâhedesi ile, benim üzerimden
kalkıyor.
Bu
habere benzeyen başka da bir haber gelmişdir. Bedr gazâsında, Ramezân-ı
mubârekin onyedinci Cum’a günü idi. Bu haberin râvisi, Abdüllah bin Mes’ûddur
“radıyallahü teâlâ anh”. Der ki, o gazâda ben de hâzır idim. Benden âciz kimse
yokdu. Lâkin Ebû Cehlin başını ben kesdim, getirdim. İki asker birbirine
erişdi. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini, Muhammed
Mustafânın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûr-u şerîfinde gördük.
Hazret-i Sıddîk kendi oğlunu kâfirler safında gördü. Gayret ve hamiyyet-i
dîniyyesi galebe gelip, din gayreti ile ortaya çıkıp, yâ Resûlallah bana izn
ver, tâ kâfirler ile muhârebe edeyim. Onların kalblerine vurayım. Oğlumun
başını kendi elim ile keseyim, dedi. Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem”, yâ Ebâ Bekr! Harbe katılma. Benim yanımda, gözüm
ve kulağım gibi olduğunu bilmiyor musun, buyurup, hazret-i Ebû Bekri; Allahü
teâlânın selâmını ve kelâmını işiten mubârek kulaklarına ve Allahü teâlâyı
bilmediğimiz şeklde gören mubârek gözlerine benzetdiler. Server-i âlem Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin mubârek başlarından kadem-i şerîflerine kadar herbir a’zâsı güzel
idi. Velâkin mubârek
gözleri ve kulakları cümle
a’zâlarından dahâ güzel idi. Doğudanbatıya bütün müslimânlar, muvâfık ve
muhâlif hepsi bilirler ki, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” çok kerre, kulağından ve gözünden dolayı
düâ buyurmuşdur. (Ey benim Allahım! Beni kulağım ve gözüm ile fâidelendir.
Benim gözümü ve kulağımı benden sonra ümmetime mîrâs bırak.) Allahü teâlâ bu
iki düâya icâbet etmişdir. Resûl-i ekrem
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini hayâtda Ebû Bekr ile
fâidelendirmişdir. Vefâtlarından sonra, Ebû Bekri mîrâs tutucu halîfe etmişdir.
Bu iki düâ, o iki düâya benzer ki, Ebû Bekr hazretlerine buyurmuşlar idi:
(Allahü teâlâ, sana, hayâtımda ve vefâtımdan sonra, benim tarafımdan en iyi
karşılıklar versin!) Bu düâların temâmını Allahü teâlâ kabûl buyurmuşdur. Zîrâ,
islâm dîni önce ve sonra, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri
ile karâr tutdu. Mâlik bin Enes, Ebû Hüreyreden “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet
etmişdir ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” buyurmuşdur: (Eğer Ebû Bekr olmasa idi, Allahü teâlâ hazretlerine
ibâdet olunmaz idi.) Önce kimse müslimânlığa gelmezdi. Sonra da kimse
müslimânlık üzere kalmaz idi. Her kim ki, o islâm dînine geldi; ki Allahü
teâlânın tevfîki ile geliyordu. Lâkin Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerinin islâma gelmesi bunlara sebeb idi. İyi düşünürsen, istersen, bu
sözlerin doğru olduğunu anlarsın, bilirsin.
25– Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri, son hastalığında, vefâtları yaklaşdı. Cümle halk [ya’nî Eshâb-ı
kirâm] hüzünlü ve telâşlı idiler ve muzdarib oldular. Lâkin Ebû Bekr “radıyallahü
teâlâ anh” hazretleri, temâm ilmi, sekînesi ve hilmi ve fadlı, aklı ve tedbîri
sebebi ile, o fitnelerde ve âfatlarda, hilâf ve ihtilâflarda, halka dermân
olurdu. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” vefât etdiler. İhtilâf oldu. Hazret-i Server-i âlem, dâr-ı bekâya
[âhırete] irtihâl etdikde [göçdükde], bir kısm dedi ki, vefât etdi, bir kısm
dedi ki vefât etmedi. Her iki kısm toplanıp, kılınçlar çekildi. Ebû Bekr
“radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, hücre-i se’âdete girdi. Rıfk ve karârlılık ile,
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin, yasdığı yanına geldi. Mubârek yüzünü kıble tarafına yöneltip,
üzerine bir çarşaf örtmüşler idi. Mubârek yüzünden örtüyü açıp, bakdı ki, dünyâ
âleminden, âhırete göçüp, yok olmıyan mukad-
des rûhlarının Allahü teâlâ katına
ulaşdığını anladı. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” böyle gördükde, durduğu
yerden dizleri üzerine düşdü. Bir sâat mikdârı, yüzünü, gözünü Resûlullah hazretlerinin mubârek eline ve ayağına,
yüzüne sürdü. Nûrlu yüzüne bakarak, gözyaşlarını nisân yağmuru gibi dökdü.
Buyurdu ki, anam-babam sana fedâ olsun. Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin
sana yazdığı ölümden acı çekdin ve şiddeti tatdın. Bundan sonra acı çekmezsin.
Hiç mihnet dahî bulmazsın. Kalkıp evden dışarı geldi. Minbere çıkdı.
Elhamdülillah, Vessalâtü... okudukdan sonra, Yâ kavm! Her kim, sizden hazret-i
Muhammede “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” taparsa, hazret-i Muhammed
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” vefât etmişdir. Her kim sizden Hak
sübhânehü ve teâlâ hazretlerine taparsa, Allahü sübhânehü ve teâlâ ölmez, dedi.
Eshâb-ı kirâm arasındaki ihtilâf kalkdı. Sâkin ve râhat oldular. Sonra da,
hangi mekâna defn edelim diye ihtilâf etdiler. Muhâcirler dediler ki, Mekke-i
Mükerremeye götürelim. Ensâr dediler, Medîne-i münevverede defn edelim. Bir
kısmı dedi, Şâma götürelim. Bir kavm dedi ki, Yemene götürelim. Söz uzadı.
Husûmet zuhûra gelecek idi. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri
buyurdular ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerinden işitdim. Buyurdular ki: (Peygamberler, rûhları kabz olundukları mekâna defn
olunurlar!) Bütün sahâbîler, bu kavle râzı olup, sâkin oldular.
Bir
kerre de, hilâfet ahvâli için ihtilâf etdiler. Muhâcirler dediler, halîfe
bizden olsun. Ensâr dediler, halîfe bizden olsun. Bir kısm da dedi, halîfe iki
olsun. Biri Ensârdan olsun, biri muhâcirden olsun. Ebû Bekr-i Sıddîk
“radıyallahü teâlâ anh” kalkıp, minbere çıkdı. Hamd, senâ ve salât ve selâm
etdikden sonra, buyurdu ki, (imâmet ve hilâfet işi şirketle olmaz. Zîrâ iki
kılınç bir kında olmaz. Bir evde iki sâhib olmaz. Bir mescidde iki muhtelif
kıble doğru olmaz. İmâm Kureyşden olur. Her kim Kureyşden değildir, imâmlığı
[halîfeliği] olmaz. Bunları Resûlullahdan
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” işitdim.) Muhâcir ve Ensâr, Ebû Bekr-i
Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin sözünü işitdiler ve hepsi kabûl
etdiler. İhtilâf kalkdı “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”.
Bir de
Üsâme “radıyallahü teâlâ anh” hakkında ihtilâf etdi-
ler. Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem” hazretleri hayâtlarında, sekizbin yiğit kimseyi, Şâm
tarafına gönderip, Üsâmeyi “radıyallahü teâlâ anh” onların üzerine emîr ta’yîn
buyurmuşdu. Kendi mubârek eli ile Üsâmeye bir alem [bayrak] vermişlerdi. Onlar
ile meşgûl olmakdan kurtulmuşlar idi. Lâkin, Üsâme hazretleri Medîneden
çıkmadan, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” âhıret âlemine göçdüler. Muhâcir ve Ensâr ittifâk etdiler ki; o askeri
Şâm tarafına göndermiyeler. Böyle bir zemânda yehûdîler ve hıristiyanlar bir
yandan, mürtedler ve münâfıklar bir yandan rencîde ederlerdi. Eğer bu zemânda,
bu kadar askeri kendimizden uzak tutarsak, sonra bizim hâlimiz nice olur. Ebû
Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdular ki, o Allahü teâlâ
hakkı için ki, ondan başka Allah yokdur, eğer kırlardaki kurtlar gelseler,
ortalık boş olduğu için, evlâd ve ıyâllerimizi evlerimizden dışarı çekseler de,
o alemi [bayrağı] ki, Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri mubârek eli ile bağlamışdır, geri döndürmem.
O sâatde Üsâmeyi askeri ile Şâm tarafına gönderdi. Yehûdîler ve diğerleri bunu
gördüler. Kalblerine korku düşdü. Düşündüler ki, eğer islâm dîni doğru olmasa
idi, böyle zemânda, bu kadar askeri kendilerinden uzağa göndermezlerdi. Bundan
dolayı, Ebû Zer ve Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anhüm” ve imâm-ı a’zam Ebû
Hanîfe, imâm-ı Mâlik, imâm-ı Şâfi’î gibi imâmlar dediler ki: Eğer Ebû Bekr-i
Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri olmasa idi, kimse önce îmâna
gelmezdi. Eğer Ebû Bekr hazretleri olmasa idi, sonunda kimse islâm dîni üzere
kalmazdı.
Doğru
rivâyet ile gelmişdir: Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” ve Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh”, ikisi Mekke-i
Mükerremeden hicret buyurdular. Her ikisi birbirine refîk, şefîk, musâhib
oldular. Medîne-i münevvereye yaklaşdılar. Yolun sağ tarafına doğru bir mikdâr
döndüler. Tâ Benî Âmir ve Benî Avf hurmalığı yanına geldiler. Develerden
indiler. Develerin dizlerini bağladılar, oturdular. Haber Medîneye erişdi. Halk
sürûr ve ferâhla ziyârete geldiler. Hizmet-i şerîflerine erişdiler. Gördüler
ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” ve Ebû Bekr-i Sıddîk, iki ay ve güneş gibi, hilye-i şerîfleri
[görünüşleri] birbirine benziyen iki zât gibi gördüler.
Hangisinin
Resûlullah olduğunu bilemediler. Ebû Bekre selâm
verdiler. Medh ve senâ etdiler. Hizmetinde ayak üzere durdular. Süâl sormağı
edebsizlik kabûl etdiler. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” nas [insanlar] ile
söyleşmekde, nasihât vermekde, hizmet etmekde iken, Resûlullah
hazretleri, vekâr ile sessiz oturuyordu. Lâkin kimse ikisini birbirinden fark
edemezlerdi. Tâ ki, güneşin harâreti hazret-i Resûlullahın
üzerine geldi. Hazret-i Ebû Bekr kalkıp, ridâsını çıkarıp, eli ile Resûlullah hazretleri üzerine gölgelik etdi. O zemân
Medîne ehli, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretlerini bildiler.
Ellibeşinci Menâkıb: Ey azîzler. Hazret-i Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh”
hidâyet ve riâyeti, evvelki menâkıblarda anlatıldı, işitdiniz. Sonra da kifâyet
ve inâyeti, sonraki menkıbelerde anlatıldı, işitdiniz. Ebû Bekr-i Sıddîkın fadl
ve kadrinden, şeref ve fahrinden ve cemâl ve câhinden önce ve sonra
söylenenleri işitmişsinizdir. Tatlı ve şirin ibâre ile bir de benden işitiniz.
Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Cebrâîl aleyhisselâmı ilk
gördüğü esnâda, ondan birşey işitmedi. Hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm kırmızı
yâkutdan bir taht üzerinde Hirâ dağında göründü. Hazret-i Habîbullah onu
görünce korkdu. Hemen oradan acele ile geri dönüp, hazret-i Hadîcenin
“radıyallahü teâlâ anhâ” se’âdethânesine geldi. Buyurdu ki: Yâ Hadîce! Ben
bilmem ki bana ne oldu. Çabuk Ebû Bekri bulup, yanıma getirin. Gördüğüm nesneyi
Ebû Bekre söyliyeyim. Biraz sükûnet ve râhatlık bulayım. Hazret-i Hadîce varıp,
hazret-i Ebû Bekri çağırdı. Dedi ki, yâ Ebâ Bekr, Muhammed, seni ister.
Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” kalkıp, geldi. Yâ Muhammed
“aleyhisselâm”! Sana ne oldu ki, sen kendi hâlinde değilsin, sende değişiklik
olmuş, dedi. Hazret-i Resûl-i ekrem buyurdular
ki, yâ Ebâ Bekr! Ben Hirâ dağının başında idim. Havada yâkut kürsî üzerinde
oturan bir şahs gördüm. Melek mi, cinnî mi, insanoğlu mu bilmedim. Hazret-i Ebû
Bekr “radıyallahü teâlâ anh” bir müddet düşündü. Sonra dedi ki, yâ Muhammed
“aleyhisselâm”, ben eve gidiyorum. Sen Hadîceyi yanına çağır. Yanında otursun.
O görünen her kim ise, yine evvelki gibi gelip, görünür. Siz onu gördüğünüzde,
o vakt, Hadîceye buyur, başını açsın. Eğer o kimse, Hadîcenin başının saçına
bakarsa, bil ki, İblîsdir. Eğer bakmaz ise, bil ki, Cebrâîldir.
Ey
müslimânlar işidin ve fikr edin. O vakt ki, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri de, kendi işinde sâkin olmamış
idi. Ebû Bekr-i Sıddîk, hazret-i Server-i kâinâta sükûnet verdi. La’net ve
toprak o la’înlerin başına olsun ki, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîka “radıyallahü
teâlâ anh” çirkin şeyler söylerler. Bunun benzeri o haber, Emîr-ül mü’minin
Ömer bin Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin rivâyeti ile oldu. Bedir
günü idi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri kendi eshâbının azlığını gördü ki, üçyüzonüç kimse idiler.
Küffârın çokluğunu gördüler, bin kişiye yakın idi. Mubârek yüzünü kıble
tarafına dönüp ve iki ellerini yukarı kaldırıp, (İlâhî! Bize va’d etdiğin
zaferi nasîb et. Yâ ilâhî! Eğer, küffâr bugün müslimânlar üzerine gâlip olsalar
ve bu kavmimi burada helâk etseler, bir dahâ kıyâmete dek, dünyâda kimse Seni
bir bilip, birliğini zikr etmez) buyurdu. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ
anh” öteden gelip, Resûlullah hazretlerine
mülâzemet edip, dedi ki, yâ Resûlallah! Bundan sonra, Allahü teâlâ
hazretlerine, bu derece korkarak, kendinizi üzerek düâ etmeyiniz. Zîrâ, Allahü
tebâreke ve teâlâ va’dinde durup, Size zafer nasîb eder, küffârın şerrini
Sizden uzaklaşdırır. Hemen Cebrâîl aleyhisselâm nâzil olup, beşbin melek,
kendisi ile berâber kâfirler ile harb etmek üzere geldi. Dedi ki, yâ Muhammed!
Ebû Bekrin bu sözleri söylemesi üzerine, biz silâhlarımız ile geldik ki, senden
bu şerri def’ edelim, buna kâfiyiz.
Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Hadîcenin “radıyallahü teâlâ
anhâ” hazretlerinin se’âdethânesinde üzüntülü iken, hazret-i Ebû Bekr
“radıyallahü teâlâ anh” Cebrâîl aleyhisselâmın yol göstermesi ile müjde verdi. Resûlullah aleyhisselâtü vesselâm Bedr gazâsında
ağlardı. Ebû Bekr hazretleri ona, Hak Sübhânehü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin
yardımı ile zafer bulacağı müjdesini verdi. Bu cümleyi onun için söylerim ki,
hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk, Resûlullah
hazretlerine, kulak ve göz menzilesinde olmuşdur. Zîrâ, bedenin bütün
organlarından önce, bir sesi kulak işitir. Görülecek bir şeyi, bedenin bütün
organlarından evvel göz görür. Cebrâîl aleyhisselâm, Hadîce “radıyallahü teâlâ
anhâ” hazretlerinin se’âdethânesine bir dahâ gelince, hazret-i Hadîce mubârek
başını açdı. Hazret-i Cebrâîl yüzünü döndürdü. Ebû Bekr “radıyallahü teâ
lâ anh”
dedi ki, Yâ Muhammed! Bu o nâmûsu ekberdir. Ya’nî Cebrâîl aleyhisselâmdır.
Hazret-i Âdem aleyhissalâtü vesselâm vaktinde hazret-i Âdeme, hazret-i Mûsâ
aleyhissalâtü vesselâm vaktinde, hazret-i Mûsâya geldi.
(İşâret): O
Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri ki, Hadîcenin başının saçını, hazret-i
Cebrâîlin mubârek gözünden korudu. Çirkin iftirâya tutulan Âişeyi, kullarından
muhâfaza edemez mi idi ki, muhâfaza etdi.
(Nükte): İnsan
vücûdunda başdan ayağa dek, hiçbir uzv, kulakdan ve gözden fazîletli değildir.
Bütün Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” ümmeti arasında da Ebû Bekr “radıyallahü
teâlâ anh” hazretlerinden üstün ve fazîletli kimse yokdur.
Ebû
Bekr-i Sıddîk hazretleri pazara vardı. Dükkânını açdı. Şaşırmış olarak, âşık ve
başı dönük, şaşkın beklerdi. Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem” Hirâ dağına gitdi. Cebrâîl aleyhisselâmı bekliyor
idi. Cebrâîl aleyhisselâm İKRA’ sûresini getirdi. Dedi ki, hemen şimdi, geri
dön ve halkı dîne da’vet eyle! Yâ Muhammed! Eğer bu sâatde bir kimse müslimân
olursa, kıyâmete kadar dünyâ selâmetde kalır. Eğer bu sâat, insanların ileri
gelenlerinden bir kimse müslimân olmaz ise, geri gel, seni kanadım üzerine
alıp, Kabe kavseyne götüreyim. Tekrâr gelip, yer ehlini helâk edip, intikâm
alayım. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri, Hirâ dağından geri, Mekke-i Mükerremeye geldi. Hazret-i Ebû
Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” da Mekke-i Mükerremeden çıkıp, Hirâ
dağına doğru gitmeğe başladı. Yolda birbiri ile karşılaşdılar. Muhabbet ile
sarıldılar. Server-i âlem buyurdu ki, yâ Ebâ Bekr, nereye gidiyorsun. Ebû Bekr
“radıyallahü anh”, Sizin huzûr-ı şerîfinize geliyordum, yâ Muhammed “sallallahü
aleyhi ve sellem”, Siz nereye gidiyorsunuz, dedi. Sultân-ı Enbiyâ “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular: Senin yanına geliyordum. Ebû Bekr-i Sıddîk
dedi ki: Hangi maksad için geliyordunuz. Resûlullah,
buyurdular ki: Ben Allahü tebâreke ve teâlânın Resûlüyüm. Ebû Bekr “radıyallahü
anh” dedi ki: Delîlin nedir. Resûlullah buyurdu:
O vâkı’a [rü’yâ] ile ki, sen onu Şâmda gördün. Ebû Bekr-i Sıddîk dedi ki; Doğru
söyledin, şimdi ne buyurursun. Resûlullah
buyurdu: Onu derim ki, müslimân olmalısın. Ebû Bekr-i Sıddîk dedi ki, müslimân
oldum. Ne buyurursun. Resûlullah oradan hemen
Hirâ dağına var
dı. Hazret-i Cebrâîl aleyhisselâmı
gördü. Dedi ki; Yâ Cebrâîl! Müjdeler olsun sana ki, Ebû Bekr müslimân oldu.
Hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm da dedi: Yâ Muhammed! Sana da müjdeler olsun ki,
dünyâ; kıyâmete kadar helâk olmakdan ve zevâlden emîn oldu [kurtuldu.]. Yâ
Muhammed! Kıyâmete kadar her kim dirlik bulur, o Ebû Bekrin dirliği bereketi
iledir. Kıyâmete kadar her kim müslimân olursa, o da Ebû Bekrin islâmı bereketi
iledir. Yâ Resûlallah! Hak sübhânehü tebâreke ve teâlâ hazretleri kıyâmet
gününde emr eder, mahlûkların evvelinden sonuna kadar hepsini Arasat meydânına
toplarlar. İyi olanları Arşın sağ tarafında dururlar. Bedbaht olanları sol
tarafında dururlar. Ondan sonra, Allahü teâlâ hazretleri, bana, buyurur, senin
elini tutup, Arşın üstüne götürürüm. Sonra Ebû Bekr-i Sıddîkın da elini tutup,
Arşın üstüne götürürüm. Sonra, onsekiz bin âlemin halkı ve yüzyirmidört binden
ziyâde olan ümmet arasında, Ebû Bekr-i Sıddîk gibi kimse yokdur diye,
seslenirim.
Ellialtıncı Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu: Allahü
tebâreke ve teâlâ o günde, İsrâfîl aleyhisselâm hazretlerine, sûra üflemesi
için emr eder. İsrâfîl aleyhisselâm, ayakları yerde, başı Arş-ı a’lâda bir
melekdir. Allahü teâlânın onu yaratdığı günden beri, sûru ağzına almış, bir
ayağı ileri, bir ayağı geri, gözlerini Arş tarafına dikip, emre hâzır
beklemekdedir. Ne zemân sûra üfürmek için emr olunur ise, o zemân sûra üfürür.
İsrâfîl aleyhisselâm sûra üflemeye başlayıp, nefesi sûru dolduruncaya kadar kırk
yıl geçer. O sûr bir borudur. Hak sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin yaratdığı
canlıların adedince, o sûrda delik vardır. Her canlının rûhu, kendine mahsûs
deliklerden dışarı gelip, kendi kalıbına [bedenine] girer. Hiç yanlış yola
gitmez. Eğer bir bedenin başı doğuda ve ayağı batıda olsa, Allahü tebâreke ve
teâlânın emri ile, hâzır olup, toplanırlar. Rûhların temâmı yanılmadan sûrdan
çıkıp, kendi bedenine girer. Fekat, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerinin mukaddes rûhu sûrdan dışarı gelmez. İsrâfîl aleyhisselâm içeride
rûh var diye bir kerre dahâ üfürür. Yine Ebû Bekr-i Sıddîkın rûhu sûrdan
çıkmaz. Allahü teâlâdan hitâb gelir: Yâ İsrâfîl, sen sâkin ol. Ben onun ile
konuşayım. Hüdâ-i azze ve celle nidâ buyurur ki, (Ey,
mutma’inne olan nefs! Sen Rabbinden râzı olduğun hâlde, Rabbin de senden râzı
olduğu hâlde, Rabbine dön. Benim
sâlih kullarımın yanına
ve Cennete gir.) [Fecr
sûresi 27, 28, 29,
30.
âyet-i kerîmelerinin meâli.] Hemen Ebû Bekr hazretlerinin nefs-i mutma’innesi
[rûhu] dışarı gelir. Görür ki, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” merkad-ı mubârekelerinden [asl yerlerinden]
gelip, hâzır durur.
Nükte: Eğer,
kıyâmet günü mevtâların kabrlerinden nasıl çıkdıklarını bilmek istersen, behâr
mevsiminde kırlara git. Bitkiler Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin emr-i
şerîfi ile, nice yerleri yarıp, toprakdan dışarı çıkdıklarını gör. Bir mikdâr
toprak da başı üzerinde kalmışdır. Böylece, kıyâmet günü mevtâlar da kabrden
dışarı gelirler. Herkes, başı üzerindeki toprağını silkerek kalkar. Ebû Bekr-i
Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” kabrden dışarı geldiği gibi, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerini kabr üzerinde durmuş görür. Der ki, yâ Resûlallah, bugün ne
gündür. Resûlullah hazretleri buyurur: Yâ Ebâ
Bekr! Bugün Arz günüdür. Ebû Bekrin elini tutup, Arş önüne kadar, berâber
giderler. O vakt, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinden nidâ eder. Nûrdan üç
kürsî getirirler. Birisini arşın sağına koyarlar. Birisini arşın önüne
koyarlar. Birisini arşın soluna koyarlar. Nidâ eder ki, İbrâhîm Halîli,
Muhammed Habîbi, Ebû Bekr-i Sıddîkı getirin. Melekler, İbrâhîm aleyhisselâm
hazretlerini, elbise giymiş, başına tâc konmuş olarak getirirler. Arş
karşısında durdururlar. Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerini de elbise giymiş ve tâc başında olarak getirirler. Ebû Bekr-i
Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini getirirler. Başında örülü tâc
vardır. Hitâb-ı izzet gelir: İbrâhîm Halîli arşın sağında oturtun. Cenneti de
arşın sağında tutun. Yine hitâb-ı izzet gelir: Mustafâ Habîbi arşın solunda
oturtun. Cehennemi de arşın solunda tutun. Ebû Bekri arşın önünde oturtun.
Melekler hayret ederler. Yâ ilâhel âlemin. Biz böyle bilirdik ki, hazret-i
Muhammed Mustafâ senin katında İbrâhîm Halîlden azîzdir, üstündür. Muhammed
Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” seyyid-i Enbiyâdır. İbrâhîm
aleyhisselâmı, arşın sağına Cennet tarafında buyurdun, Muhammed Mustafâ
hazretlerini arşın soluna Cehennem tarafına buyurdun. Nidâ gelir ki, İbrâhîm
benim Halîlimdir. Muhammed Mustafâ benim Habîbimdir, seyyidil evvelin vel
âhırîndir. Bugün onun her dileğini ben de dilerim. Bugün o gündür ki, İbrâhîmin
şefâ’ati ol-
maz. İbrâhîmi arşın sağında tutun.
Ümmet-i Muhammedden afv etdiklerimi, Cennete gönderirim. Cennete giderken onu
görsün. Muhammed arabîyi arşın sol tarafında tutun ki, onun ümmetinden,
Cehenneme gönderdiklerime, o şefâ’at eder. Onun ümmetinin ba’zısını rahmetimle
afv ederim. Ba’zısını Onun şefâ’ati ile afv ederim. Sonra: (Merhabâ Halîl,
Habîb, Sıddîk) diye nidâ-i izzet gelir. İbrâhîm aleyhisselâm, (Gökleri ve yeri;
aydınlık ve karanlığı yaratan Allahü teâlâya hamd olsun!) buyurur. Muhammed
Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurur: (Bizden
üzüntüyü gideren Allahü teâlâya hamd olsun. Rabbimiz elbette şükr edilen ve afv
edicidir.) Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” buyurur: (Bize,
va’dinde sâdık olan Allahü teâlâya hamd olsun!)
Halîl ve
Habîb “aleyhimessalâtü vesselâm” ve Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hamd
etmeleri ile halk birbirine girerler. Nitekim dünyâda koyun kuzudan ayrılıp,
geri karışır. Feryâd ve figân halkdan kalkar. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” halkın ürkmesini ve feryâdını görüp, minber
üzerine çıkar. Mahşer tarafına bakar. Bir melek görür. Yediyüzbin başı vardır.
Her başında yediyüzbin dili vardır. Her dil bir lügat ile Allahü tebâreke ve
teâlâ hazretlerini tesbîh eder. Hiç bir lügât birbirine benzemez. Allahü teâlâ
hazretlerinin kudreti ile onun burnundan bir duman çıkar. Mahşer halkının etrâfını
çevirir. Mahşer halkı ondan korkarlar. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bu hâli görüp, mûbarek başını
secdeye koyup, der ki (Yâ Rabbî, selâmet ver!). O melek, o heybetiyle, Resûlullahın huzûruna gelir. Selâm verir ve der ki, yâ
Muhammed, beni tanır mısın. Sultân-ı Enbiyâ buyurur ki, bilmiyorum. Der ki,
Cehennem meleğiyim. (Mâlikim.) Allahü tebâreke ve teâlâ bana emr etdi ki,
Cehennemi azâblar ile Arasat meydânına koy. Ben de koydum. Buyurdu ki,
Cehennemin yedi kapısını bağla. Ben de bağladım. Buyurdu ki, Cehennemin
anahtârlarını Muhammed Mustafânın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” önüne
götür. O da Ebû Bekr-i Sıddîka versin. Sen Cehennem kapısında otur. Ebû Bekr-i
Sıddîk kimi gönderir ise, onu Cehenneme al. Ondan sonra Resûlullah buyurur: Yâ Ebâ Bekr-i Sıddîk! Cehennemin anahtârlarını
al. O da alır. Mâlik, Cehenneme geri döner. Bir melek de sağ tarafından gelir.
O
melekden [Mâlikden] bin kat büyük,
aydan ve güneşden nûrlu, misk ve kâfûrdan ziyâde kokulu, tesbîh ederek; Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin huzûr-ı şerîflerine gelir. Der ki, Esselâmü aleyke yâ Muhammed!
Beni tanır mısın. Habîbullah hazretleri buyurur: Hâyır tanımıyorum! O der ki,
ben Cennet Rıdvânıyım. Allahü teâlâ bana emr etdi ki, Cenneti Arasata getir.
Bütün ni’metleri ile berâber, ben de arasata getiririm. Emr eder ki, Cennetin
anahtârlarını Muhammed Mustafânın huzûruna getir. Tâ ki, Ebû Bekr-i Sıddîka
versin. Sen Cennetde yerine otur, buyurur. Ebû Bekr-i Sıddîk kimi diler ise,
Cennete göndersin. Sonra, Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bana buyurur. Al, Cennetin anahtârlarını Ebû
Bekre ver. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri de, anahtârları alır.
Cennet Rıdvânı geri döner.
Bir
melek dahâ zuhûra gelir. Resûlullah hazretlerine
selâm verir. Otuz basamaklı kürsî üzerine çıkar. Yüzünü mahşer halkına
döndürür. Der ki; yâ mahşer ehli. Ben sizin Rabbinizin elçisiyim. Hak sübhânehü
ve teâlâ buyurur: Biliniz yâ dostlar ve düşmânlar ki, bu günde ev ikidir. Biri
Cennet, ve biri Cehennem. Benim de hükmüm ikidir. Biri adl, biri fadl. Adl
düşmânlara ve fadl dostlaradır. Fadl evi, ebedî Cennetdir. Adl evi, ebedî
Cehennemdir. Biliniz yâ dostlar ve düşmânlar ki, Cennetin ve Cehennemin
anahtârlarını Ebû Bekr-i Sıddîka verdim. Sizden bir kimse, yerden göğe kadar
günâh işlemiş olsa [îmânı ehl-i sünnet i’tikâdına uygun ise] ve o kimse Ebû
Bekri severse, Allahü teâlâ onun cümle günâhlarını Ebû Bekr-i Sıddîka bağışlar.
Onun huzûruna varın ve onun ile Cennete dâhil olun. Hudâ-i azze şânehü
Cehennemi Ebû Bekr-i Sıddîkın dostlarına harâm etmişdir. Her kim ki sizden çok
ibâdet etmiş olsa, o kimse Ebû Bekr-i Sıddîka buğz ederse [îmânı ehl-i sünnet
i’tikâdına uygun değilse], Allahü teâlâ o kimseden bîzârdır. Onun makâmı Cehennemdir
ve nârdır. Allahü teâlâ hazretleri Cenneti ona harâm etmişdir. Bir nidâ gelir
ki, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkı götürün. Yediyüzbin saf melek Arş önünde durmuş
olurlar. Her safın uzunluğu meşrıkdan magribe kadar, genişliği de o kadardır.
Cümlesi Ebû Bekr-i Sıddîkın huzûruna gelirler. Minberden alıp, burak üzerine
bindirirler, götürürler ve derler ki (Ebû Bekri karşılayın!) Arş altına kadar
varır. Allahü teâlâ hazretle-
rinden nidâ gelir ki, (Yâ Ebâ
Bekr! Bana yaklaş.) Ya’nî bana yakın ol. Bir kerre dahâ nidâ gelir ve üçüncü
kerre de (İleri gel, ileri gel) diye, nidâ gelir.
Abdüllah
ibni Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” buyurdu ki, o kadar yaklaşdırırlar ki,
Arşa yakın olur. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinden nidâ gelir ki, yâ Ebâ
Bekr-i Sıddîk! Elini arşın üzerine uzat. Kendi defterini al. İstersen oku.
İstersen okuma. Bugün evvelîn ve âhırîn halkı [bütün insanlar] onu taleb
ederler ki, bugün senin sevdiklerin için ne istersen yaparım. Sonra emr eder
ki, Ebû Bekr-i Sıddîkı Cennet tarafına götürürler. Ebû Bekr-i Sıddîk
“radıyallahü teâlâ anh” nidâyı işitir. Burakdan aşağı iner. Başını secdeye
koyar. Der ki: Yâ Rabbî! İzzetin ve celâlin hakkı için, bugün, tâ ki, mahşer
yerinde bulunan bütün beni sevenleri, bu kuluna bağışlayıncaya kadar ayağımı Cennete
koymam. Nidâ gelir ki, Ebû Bekri, dostları ile ve muhibleri ile Cennete
iletiniz. Emîr-ül mü’minîn Ebû Bekr-i Sıddîk ve emîr-ül mü’minîn Ömer-ül Fârûk
ve emîr-ül-mü’minîn Osmân-i zinnûreyn ve emîr-ül-mü’minîn Alî-yül Mürtedâ
“rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” Cennete girerler. Dostları ve muhibleri,
onların ardınca Cennete girerler. Beyâz incîden bir köşk getirirler. Ebû Bekr-i
Sıddîk, bu beyâz incîden köşkde oturur. O köşkün yetmiş kapısı vardır. İstediği
her kapıdan Allahü teâlâyı bilinmeyen bir şeklde müşâhede eder.
Elliyedinci Menâkıb: Âişe-i Sıddîka “radıyallahü teâlâ anhâ” hazretleri rivâyet
eder: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri, bir gece mubârek başını, benim yanıma koymuşdu. Mubârek
gözlerini yıldızlara dikmişdi. Ben aya bakdım ki, Resûlullah
hazretlerinin mubârek yüzü aydan güzel idi. Bir damla su [gözyaşı] benim
gözümden mubârek yüzü üzerine düşdü. Benden tarafa bakıp, buyurdu ki: Yâ Âişe,
ne oldu sana. Dedim: Ben senin yüzüne ve aya bakdım. Senin yüzün aydan dahâ nûrlu
olduğunu gördüm. Vay o kimseye ki [ya’nî o kimseye acınır ki], kıyâmet günü
senin yüzünü görmesin ve senin şefâ’atinden mahrûm kalsın. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu
ki, yâ Âişe! Hüdâ-i azze ve celle güneşin ve ayın nûrunu benim nûrumdan
yaratdı. Niçin teaccüb edersin [hayret edersin], benim yüzümün nûruna ki,
yıldızları ve levhi ve kalemi ve onsekizbin âlemi benim nûrumdan yaratdı. Ben
dedim; Yâ Resûlallah! Sen
yıldızlara niçin bakardın. Buyurdu ki, yâ Âişe! Benim Eshâbım arasında, bir
recül [mevki’ sâhibi] vardır ki, hergün yıldızlar adedince, onun tâ’atini göğe
götürürler. Ben yıldızlara bakdım ki, adedini Allahü teâlâ hazretlerinden başka
bir ferd bilmek ihtimâli yokdur. Âişe “radıyallahü teâlâ anhâ” zan etdi ki, benim
babamı murâd ederler. Dedi ki, yâ Resûlallah! O recül [mevki’ sâhibi] kimdir.
Buyurdular: O Ömer bin Hattâbdır “radıyallahü teâlâ anh”. Ömer bin Hattâbın
“radıyallahü teâlâ anh” tâ’ati ise babanın tâ’ati yanında, deryâdan bir damla
gibidir.
Haberde
gelmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretleri, Cebrâîl aleyhisselâm hazretlerine buyurdular ki: Bana
Ömer bin Hattâbın fazîletlerinden haber ver. Cebrâîl aleyhisselâm buyurdu ki:
Yâ Muhammed! Nûh aleyhisselâmın Peygamberliği müddeti olan dokuzyüzelli sene
seninle otursam, Ömer bin Hattâbın fazîletlerini beyân etsem, bir cüz’ünü
beyâna kâdir olamam. Ömerin fazîleti [üstünlüğü], Ebû Bekrin fazîleti yanında,
yıldızlar arasında bir yıldız gibidir.
Âlimlerden
ba’zısı derler, her kim ki, hazret-i Bilâlin fazîletlerini anlatırım der ise,
anlatamaz. Hâlbuki Bilâl-i Habeşî, Ebû Bekr-i Sıddîkın azâdlısı idi. Bendenin
[kölenin] fazîleti bu kadar olur ise, hâcenin [efendinin] fazîleti ne kadar
olur, düşünmek gerek. Haberde gelmişdir ki, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki, Mi’râca vardığım
gece, Cebrâîl aleyhisselâm ile arş altında, bir na’lın sesi işitdik. Cebrâîl
aleyhisselâm dedi ki, bu Bilâl-i Habeşînin “radıyallahü teâlâ anh” na’lını
sesidir ki, seher vaktinde onun ile mescide gider.
Ellisekizinci Menâkıb: (Allahü tebâreke ve teâlâ
şânühû hazretlerinin üstün kulları ol kimselerdir ki, yer yüzünde tevâzu’ ile
yürürler. Tâ ki, canlı karıncayı incitmeyeler.) [Furkân sûresi 63. âyet-i kerîmesinin meâli.] Ebû
Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” yolda yürür iken bir canlıyı ezmemek
için, ayağı önüne bakardı. Bir vakt yolda yürürken, yol üzerinde karınca gördü.
Ayağı ile üzerine basmamak istedi. Bir mert (genç) geldi. Hazret-i Sıddîkı söz
ile meşgûl etdi. Unutup, ayağını o karınca üzerine basıp öldürdü. Sonra,
hazret-i Sıddîk bakıp, onu gördü. Üzüldü. Ne yapacağını düşünmeye başladı. Tam
o sâat, Allahü teâlâ o karıncaya hayât verdi ve konuşmağa başladı: Esselâmü
aleyke yâ ha-
lîfe-i Resûlillah! O sâat beni
öldürüp, üzüldünüz. Sizin üzülme sebebinizden dolayı, Allahü teâlâ ben za’îf
kulunu diriltdi. Konuşdurdu. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, yâ Ebâ Bekr, sana halîfe
diyen kimse karıncadır. Sana buğz eden ve düşmân olan kimseler karıncadan âdi
olur.
Ellidokuzuncu Menâkıb: Doğru haberlerde gelmişdir. Cebrâîl aleyhisselâm dedi: Yâ
Rabbel âlemîn! Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerinin dostluğu Ebû Bekrin gönlünde ne mikdâr ve ne
kadar olduğunu bilmek isterim. Bayram günü idi. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü
teâlâ anh” kıymetli ve gösterişli elbise giymiş ve otuz altınlık bir şal
omuzuna almış idi. Cebrâîl aleyhisselâm a’mâ sûretinde gelip, yol üzerinde
oturdu. Oraya Ebû Bekr-i Sıddîk geldi. Ona yaklaşdı. Cebrâîl aleyhisselâm dedi
ki, Allahü tebâreke ve teâlâ afv etsin o kimseyi ki, Muhammed Mustafâ
dostluğuna [onun hâtırına] bana birşey versin. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh”
o sözü işitdi. Mubârek omuzundan ridâsını [şalını] çıkarıp, ona verdi. Buyurdu
ki, bir def’a dahâ söyle. Bir def’a dahâ söyledi. Ebû Bekr-i Sıddîk kaftanını
çıkarıp, ona verdi. Dördüncüde, setr-i avretini örten elbiseden başka, bütün
elbiselerini ona verdi. Beşincide na’lınını çıkarıp ona verdi. Sonunda artık
elbisesi kalmadı. Bilâli “radıyallahü anh” çağırdı ve Ona buyurdu: Yâ Bilâl.
Âişenin evine var. Birşey getir. Bilâl “radıyallahü teâlâ anh” giderken, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerine rast gelip, buyurdular ki, nereye gidersin, yâ Bilâl! Sen mi
söylersin, ben mi söyliyeyim. Bilâl “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, yâ
Resûlallah, siz buyurun. Buyurdular ki: Yâ Bilâl! Bil ki, o a’mâ Cebrâîl-i
emîndir. Allahü tebâreke ve teâlâ onu bu şeklde gönderdi ki, Ebû Bekr-i
Sıddîkın bana muhabbeti ne kadardır anlasın. Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü
teâlâ anh” Bilâli bekler idi. Hazret-i Bilâl elbise getirdi. Hazret-i Ebû
Bekr-i Sıddîk o elbiseyi giydi. Hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûr-ı
şerîflerine gelip, dedi ki, yâ Muhammed! Ebû Bekr-i Sıddîkı tecrübe ederdim.
Elbiseler benim işime yaramaz. Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem” Cebrâîl aleyhisselâmın getirdiği elbiseleri Ebû
Bekr-i Sıddîka getirdi. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh”: Bir nesneyi ki senin
dostluğun uğruna vermiş olayım, artık o bana gerekmez. Nereye uygun bulursanız,
oraya tasarruf ediniz, dedi.
Altmışıncı Menâkıb: Hadîce-i Kübrâ “radıyallahü teâlâ anhâ” hazretlerini, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerine verecekleri zemân [evlenecekleri zemân], hazret-i Hadîce, bir
şahsı gizlice Server-i kâinâtın huzûruna gönderdi. O kişi gelip, dedi:
Müşrikler bize ta’n ederler ki, kendi şöhretli hâlinle, bir fakîre varıp,
zevceliği kabûl etdin. Şimdi bir mikdâr çeyiz gönderin, az da olsa, ben onu
çoğaltıp, halka gösteririm. Ayblıyanların ayblaması, kötüliyenlerin kötülemesi
def’ olur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretleri mütefekkir ve mütereddid kalkıp, gitdi. Ben kimden borç
isteyeyim ki, bana borç verir, diyordu. Yine kendi kendine, bâri vefâkâr Ebû
Bekrin dükkânına varayım deyip, pazara geldi. Hulle-i şerîfi omuzunda çekerek
ve göklerin melekleri nazar ederek giderken, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü
teâlâ anh” uzakdan gördü ki, Sultân-ı kâinât hazretleri, se’âdet ve izzetle
teşrîf buyurur. Sevincinden şaşırmış olarak kendi kendine dedi ki, eğer benim
dükkânıma teşrîf ederse, her ne ister ise vereyim. Hazret-i risâletpenâh
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” doğru Ebû Bekr-i Sıddîkın dükkânına geldi.
Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” da karşılayıp, dedi ki, yâ
Muhammedül-emîn! Babam ve anam sana fedâ olsun. Niçin üzüntülüsün. Fahr-i âlem
buyurdular ki, yâ Atîk, yâ hakîm-i Kureyş. Bana bir mikdâr şey gerek ki,
Hadîceye ceyiz götüreyim. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, yâ
Muhammedül-emîn! Yetmiş devem, Şâma ticârete gitmişdi. Bugün müjde getirdiler
ki, sâlim ve ganîmet ile geldiler. Kerem edip, karşılayın. Kervân başı olan
şahsa durumu bildirin. O kervânın başındaki şahsa sağ ve sâlim geldiğinde, azâd
edeceğimi, yüz altın vereceğimi, Ebû Bekrin bunu va’d etmiş olduğunu söyleyin.
Hazret-i Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, çok sevinip,
kervânın önüne geldi. O kervân başı şahsa [kula] dedi ki: Efendin Ebû Bekr-i
Sıddîk bu develeri yükleri ile, eşyâları ile bana hibe etdi. Sana nişân vereyim
dedikde, kervanbaşı kul, ben senden nişân istemem. Ben ve develer, sana fedâdır
deyip, develeri Hadîce-i kübrâ hazretlerinin serâyı tarafına sürdüler. Pazar
ortasına vardılar. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri bir
kimse gönderdi ki, Muhammedül-emîn hazretlerine söyle, develeri getirip, bu
aradan geçirsinler. Getirdiler. Dedi ki, yâ Muhammedül-emîn, bir mikdâr durun.
Hizmetci gönderip, kendi se’âdethânesinden
renkli-ipekli kaftanlar getirtip, herbirini
bir devenin yükü üzerine çekdiler. Renkli ipekli kumaşlar ile çeyizleri
iletirler. Tâ ki, Muhammedül-emîn hazretlerini kötüleyenler, zemmedenler, hased
edenler; üzüntülü, gamlı olsunlar. Bütün Mekke-i mükerreme ehline ma’lûmdur ki,
Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin malı yokdur. Ebû
Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” malını ve mülkünü hazret-i Muhammede
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” fedâ etmişdir. O develeri, üzerlerinde
ipekli-renkli kumaşlar ile örtülü olarak, sesli olarak Mekke-i mükerremeyi
dolaşdırarak, Hadîcenin “radıyallahü teâlâ anhâ” se’âdethânesine iletdiler.
Cümleye ma’lûm oldu ki, bu hazret-i Hadîcenin çeyizidir. Muhammedül-emîn
getirmişdir. Sıddîk-ı Ekberin bunun gibi, hizmet-i şerîfleri ve i’âne-i haseneleri,
sayısızdır “radıyallahü teâlâ anh”.
Altmışbirinci Menâkıb: Enes bin Mâlik “radıyallahü anh” rivâyet edip, buyurdular
ki; Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretlerinden, Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” o kadar üstünlüğünü
işitdim ki, hayretde kaldım. Server-i âlem hazretleri, bu dünyâdan, öbür âleme
göç etdiler. Bir gece Sultân-ı Enbiyâyı rü’yâda gördüm. Önüne bir tabak hurma
koymuşlar. (Yâ Resûlallah! Hak sübhânehü ve teâlânın sana verdiği o nesneden
bana da ver!) dedim. Bana bir hurma verdi. Dedim, (Yâ Resûlallah! İhsânınızı
artdırınız). Böyle böyle dokuz hurma verdi. Yine yâ Resûlallah, tekrar ver
dedim. Uykudan uyandım. Bakdım, dokuz hurmayı elimde buldum. Bilâlin
“radıyallahü teâlâ anh” ezân sesini işitdim. Abdest alıp, mescide geldim. Sabâh
nemâzını Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin arkasında kıldım.
Nemâzdan sonra bir sâat başımı önüme salıp, tesbîh çekdim. Başımı kaldırdım.
Hazret-i Sıddîkı gördüm. Mubârek arkasını mihrâba vermiş. O rü’yâmda, Resûlullah hazretlerinin önünde gördüğüm hurma
tabağını şimdi, hazret-i Sıddîkın önünde konulmuş gördüm. Dedim ki: Yâ halîfe-i
Resûlillah! Allahü teâlânın sana verdiği ni’metlerden bana da ver. Bana bir
hurma verdi. Dedim, artdır. Bir hurma dahâ verdi. Dokuz hurmaya dek bana verdi.
Ben dedim: Yâ halîfe-i Resûlillah, artdır. Buyurdu ki: Yâ Enes! Eğer gece Resûlullah hazretleri ziyâde verse idi, ben de ziyâde
verirdim.
Altmışikinci Menâkıb: Ömer bin Hattâb “radıyallahü teâlâ
anh” buyurur ki; Ebû Bekr-i Sıddîk
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini gördüm. Dilini parmağı ile tutup ovar idi.
Dedim: Yâ halîfe-i Resûlillah, ne yapıyorsun! Buyurdu ki; bu beni çok işlere
uğratmışdır. Hem bir büyük kimseden işitdim ki, Ebû Bekr hazretleri yedi dirhem
ağırlığındaki bir taşı, yedi sene ağzında tutdu. Bir söz söyliyeceği zemân,
eğer o söz, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin zikrinden gayri olsa idi,
sol eli ile dilini tutup, sağ eli ile o taşı dili üzerine sürerdi. Der idi ki:
Ey dil. Bir dahâ söylemiyesin o sözü ki, Allahü teâlâ hazretlerinin mardîsi
olmıya [sevdiği şey olmıya].
Hüccet-ül-islâm
İmâm-ı Gazâlî “rahimehullahü teâlâ” (Kimyâ-i
se’âdet) adlı kitâbında bildirmişdir: Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü
teâlâ anh” yedi lokma ta’am yir idi. Fazla arzû eder ise, dokuz lokma yir idi. Şimdi,
yüzbin rahmet olsun, hazret-i Sıddîk üzerine ki, bütün işleri bu yol üzerine
idi. O pâk din ve doğru i’tikâd senin üzerine olsun ki [ya’nî doğru i’tikâdlı
olasın ki], Ebû Bekr hazretlerini, Ömer ve Osmân ve Alî hazretleri ile
“radıyallahü teâlâ anhüm” berâber sevesin. La’net ve gadab o mübtedi’ ve râfizî
üzerine olsun ki, bu din büyüklerine ve bu yer ve gök ehlinin güzîdelerine
çirkin söz söylerler.
Nükte: Hudâ-i
azze ve celle kâfiri düşmân tutdu. [Kâfirler Allahü teâlânın düşmânıdır.]
Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin dostluğunu da’vâ etdiler. [Ya’nî biz
Allahü teâlânın dostuyuz dediler.] O kimse, Allahü teâlânın dostunu düşmân
tutdu. Allahü teâlâ hazretlerinin dostluğu o kimsenin küfr içinde olmasına
fâide vermedi. Belki, içinde bulundukları durumu haber verdi. Allahü teâlâ
buyurdu, Ben Ebû Bekri severim. (O onları sever, onlar da onu severler).
Râfizî, Allahü tebâreke ve teâlânın ve Resûlünün, dostluğunu da’vâ etdi ve Ebû
Bekr-i Sıddîkı düşmân tutdu. Hak sübhânehü ve teâlânın dostunu düşmân tutdu.
Allahü teâlâ hazretlerinin dostluğu fâide vermedi. Belki, râfizînin kötü hâlini
haber verdi.
Altmışüçüncü Menâkıb: Haberde gelmişdir ki, Kûfede bir râfizî var idi. Adı
Abdülmecîd bin Abdülgaffâr idi. Ca’fer-i Sâdık “kuddise sirruh” hazretlerinin huzûruna
vardı. Dedi ki, Esselâmü aleyke yâ Resûlullahın
torunu. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretlerinden sonra en üstün olan kimdir. Ca’fer-i Sâdık buyurdu ki:
Ebû Bekr-i Sıddîkdır “radıyalla-
hü teâlâ anh”.
Râfizî: Böyle
olduğunu nereden biliyorsun.
Ca’fer-i Sâdık: Hak sübhânehü ve teâlâ hazretleri ona, Resûlullahdan sonra, ikinci buyurdu. Üçüncüleri Allahü
teâlâ olan iki kişiden, ikincisi olmak kadar şeref olamaz (Bundan üstün şeref
olmaz).
Râfizî: Hazret-i
Alî “radıyallahü teâlâ anh”, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin döşeğinde, kâfirlerden
korkmadan yatmadı mı?
Ca’fer-i Sâdık: Ebû Bekr-i Sıddîk, Resûlullah
hazretleri ile mağaraya girmedi mi?
Râfizî: Eğer
korkmasa idi, girmezdi. Allahü teâlâ Resûlullaha
haber verdi ki, Ebû Bekre korkma, dedi.
Ca’fer-i Sâdık: Onun korkusu, ondan idi ki, kâfirler onların nerede olduğu
hakkında bir haber duyup, gelirler. Resûl-i ekremi
üzerler. Görmezmisiniz Ebû Bekr-i Sıddîk, kendi ayağını, mağarada bir deliğe
koydu. Hattâ yılan onu kaç def’a ısırdı. O acıya katlandı. Ayağını kaldırmadı. Resûlullahı uyandırmamak için, hiç ses de çıkarmadı.
Kendinden korksaydı, zehrlenerek, cânını Resûle fedâ etmezdi.
Râfizî: Mâide
sûresinde, (Rükû’da iken sadaka verirler) meâlindeki
ellisekizinci âyet-i kerîme ile medh olunan Alîdir.
Ca’fer-i Sâdık: Bu âyetden önce, bir âyet-i kerîme vardır ki tahsîs rakamı
ondan ziyâdedir. O Sıddîk şânındadır. (Allahü
teâlâ, mürtedler ile cihâd eden bir kavm getirir. Allahü teâlâ bunları sever) meâlindeki
âyet-i kerîme, Ebû Bekr-i Sıddîk içindir ve dahâ çok yükseltmekdedir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin, öbür âleme göçmelerinden sonra, arablar, dedi ki, biz nemâz
kılarız. Ammâ zekât vermeyiz. Ebû Bekr “radıyallahü anh” buyurdu ki, Resûlullah hazretlerine edâ etdikleri zekât malından
bir deve dizinin bağını vermeseler ve ondan eksik verseler, ben onlar ile
toprak ve kum sayısınca olsalar da muhârebe ederim.
Râfizî: Yâ
Ca’fer. Hazret-i Alînin şânı için, meâl-i şerîfi, (Mallarını, gece-gündüz,
gizli ve gözönünde verenler) olan Bekara sûresinin ikiyüzyetmişdördüncü âyeti
gelmemiş mi?
Ca’fer-i Sâdık: (Sûre-i Velleyl), Ebû Bekr-i Sıddîkın şânında nâzil
olmuşdur. Şânını çok yükseltmekdedir. Zîrâ Ebû Bekr-i Sıddîk kırkbin altın
verdi. Kendisine bırakmadı. Bir kilime sarındı. Cebrâîl aleyhisselâm geldi ve
dedi ki, Allahü teâlâ buyurdu ki, ben Ebû Bekrden râzıyım. O benden râzı mıdır?
Ebû Bekr-i Sıddîk, ben Allahü teâlâdan râzıyım, râzıyım, râzıyım, dedi.
Râfizî: Meâli
şerîfi (Hâcılara su vermeği ve Mescid-i Harâmı binâ etmeği, îmân etmekle ve
Allah yolunda cihâd etmekle bir mi tutuyorsunuz. Hâyır, böyle değildir) olan
Tevbe sûresinin yirminci âyet-i kerîmesi hazret-i Alînin şânını bildirmek için
nâzil olmadı mı?
Ca’fer-i Sâdık: Meâl-i şerîfi (Mekkenin
fethinden önce, sadaka verip, cihâd eden ile, fethden sonra veren ve cihâd eden
bir değildir. Önce olanın derecesi dahâ yüksekdir) olan Hadîd sûresinin
onuncu âyet-i kerîmesi ile Ebû Bekr-i Sıddîk medh olunuyor. Ebû Bekrin
muhârebe etmesi önce idi ki, Ebû Cehl, Resûlullah
hazretlerine vurmak istedi. Ebû Bekr-i Sıddîk, Ebû Cehle mâni’ oldu.
Râfizî: Alî,
hiç kâfir olmadı.
Ca’fer-i Sâdık: Öyledir, lâkin, Allahü tebâreke ve teâlâ hiç kimsenin,
îmânını, Ebû Bekrin îmânı gibi medh etmedi. Meâl-i şerîfi (Muhâcir ve Ensârın önce gelenlerinden Allahü teâlâ râzıdır.
Onlara Cennetde sonsuz ni’metler vardır) olan
Tevbe sûresi yüzbirinci âyetinde ve meâl-i
şerîfi (Doğru haber ile gelen ve Ona inanan için
Cennetde istedikleri herşey vardır) olan
Zümer sûresi otuzüçüncü âyetinde, Allahü teâlâ,
Ebû Bekr-i Sıddîkın “radıyallahü teâlâ anh” îmânını medh etmekdedir. Her ne
vakt ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” vahy ile bir haber verse idi, kureyş, yalan söylüyorsun derdi. Ebû Bekr-i
Sıddîk hemen yetişip, doğru söylüyorsun yâ Resûlallah, derdi.
Râfizî: Meâl-i
şerîfi (Uhud gazâsında, şeytâna uyup, dağılanlar) olan Âl-i İmrân sûresi
yüzellibeşinci âyetinde, Allahü teâlâ şikâyet etmiyor mu?
Ca’fer-i Sâdık: Âyet-i kerîmenin sonunu oku. Meâlen (Onların bu kusûrlarını afv etdim) buyuruyor.
Râfizî: Hazret-i
Alînin dostluğu farzdır. [Hazret-i Alîyi sevmek farzdır.] Kur’ân-ı azîmüşşânda,
Şûrâ sûresinde, yirmiüçüncü âyetinde meâlen (Size islâmiyyeti bildirdiğim ve
Cenneti müjdelediğim için, bir karşılık beklemiyorum. Yalnız yakınım olanları
seviniz) buyuruldu ki, bunlar, Alî, Fâtıma, Hasen ve Hüseyndir.
Ca’fer-i Sâdık: Ebû Bekre “radıyallahü teâlâ anh” düâ etmek ve Onun
dostluğu [Onu sevmek] farzdır. Allahü teâlâ, Haşr
sûresinde onuncu âyetinde meâlen (Muhâcirlerden
ve Ensârdan sonra, kıyâmete kadar gelen mü’minler, yâ Rabbî! Bizi afv et ve
bizden önce gelen din kardeşlerimizi [ya’nî Eshâb-ı kirâmı] afv et derler) buyuruyor.
Hüseynî tefsîrinde diyor ki; (Âlimler buyurdu ki, Eshâb-ı kirâmdan “radıyallahü
teâlâ anhüm ecma’în” birini sevmiyen kimse, bu âyetde bildirilen mü’minlerden
olmaz. Bu düâdan mahrûm olur).
Râfizî: Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” (Hasen ve Hüseyn, Cennet gençlerinin
üstünüdür. Babaları dahâ üstündür) buyurmadı mı?
Ca’fer-i Sâdık “radıyallahü teâlâ anh”: Ebû
Bekr-i Sıddîk hakkında bundan iyisini buyurdu. Babam Muhammed Bâkırdan işitdim.
Ceddim İmâm-ı Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, Resûlullahın
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûrunda idim. Başka kimse yok idi. Ebû
Bekr ile Ömer “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” geldi. Server-i âlem ve
Seyyid-i veledi âdem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”: (Yâ Alî! Bu ikisi, Peygamberlerden başka, Cennet
erkeklerinin en üstünüdür.)
Râfizî dedi: Yâ Ca’fer! Âişe mi üstündür. Fâtıma mı üstündür?
Ca’fer-i Sâdık: Âişe “radıyallahü anhâ” Resûlullah
hazretlerinin zevcesi idi. Onunla berâber olur. Fâtıma “radıyallahü teâlâ anhâ”
hazret-i Alînin zevcesi idi. Onunla berâber olur. Allahü teâlâ hazretlerinin
gadabı ve la’neti o râfizî ve mübtedi’ üzerine olsun ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin, mü’minlerin annesi olan ezvâc-ı tâhirâtına “rıdvânullahi teâlâ
aleyhinnâ ecma’în” ta’n eyler.
Râfizî: Âişe
Alî ile muhârebe etdi. Cennete girer mi?
Ca’fer-i Sâdık: Allahü teâlâ Ahzâb sûresi,
elliüçüncü âyetin-
de meâlen; (Resûlullahı incitmeyiniz. Ondan sonra, zevcelerini nikâh ile
hiç almayınız. Bunların ikisi de büyük günâhdır.) buyuruyor. Beydâvî ve Hüseynî tefsîrlerinde diyor ki, bu âyet-i
kerîme gösteriyor ki, Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” vefât etdikden sonra da, ona saygı göstermek için,
zevcelerine saygı lâzımdır.
Râfizî: Ebû
Bekrin hilâfetini, Kur’ân-ı azîmüşşânda bana göstermeğe kâdir misin?
Ca’fer-i Sâdık: Gösteririm. Hem Kur’ân-ı kerîmde, hem Tevrâtda ve hem de
İncîlde gösterebilirim. Kur’ân-ı kerîmde olan şudur: En’âm
sûresi yüzaltmışbeşinci âyetinde meâlen; (Allahü
teâlâ sizi yeryüzünde halîfe yapdı) buyuruldu.
Nûr sûresi ellibeşinci âyetinde meâlen; (Îmân eden ve emrlerimi yapanlarınızı, yeryüzüne hâkim
kılacağımı söz veriyorum. İsrâîloğullarını halîfe yapdığım gibi, sizi de
birbiriniz ardı-sıra halîfe yapacağım) buyuruldu.
Beydâvî ve Hüseynî diyor ki, bu âyet-i kerîme gaybdan haber verip, Kur’ân-ı
kerîmin, Allahü teâlânın kelâmı olduğunu ve dört halîfesinin “radıyallahü teâlâ
anhüm ecma’în” meşrû; haklı olduğunu göstermekdedir. Tevrâtda ve İncîlde, Feth sûresinin son âyetinde meâlen, (Resûlullah ve onunla birlikde olanlar, birbirlerini her zemân ve çok
severler ve her zemân kâfirlere düşmân olurlar!) bütün Eshâb
bildirilmekde ve Ebû Bekrin şerefine işâret edilmekdedir. Bu âyetin sonunda meâlen, (Eshâbının
misâlleri Tevrâtda ve İncîlde bildirildi) buyuruyor.
Babam, ceddim Alî bin Ebî Tâlibden “radıyallahü anh” ve onun da Resûlullah hazretlerinden bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Allahü
teâlâ, hiçbir Peygamberine vermediği kerâmetleri bana verir. Kıyâmetde mezârdan
önce kalkarım. Allahü teâlâ dört halîfeni çağır, buyurur. Onlar kimdir, yâ
Rabbî, derim. Ebû Bekrdir, buyurur. Yer yarılıp, herkesden önce Ebû Bekr
mezârdan çıkar. Sonra Ömer, sonra Osmân, sonra Alî kalkar) buyuruldu.
Peygamberimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu: Ben yer şak olup,
dışarı gelenlerin evveli olurum. Allahü teâlâ bana kerâmetlerden verir. O nesne
ki benden önce Nebîlerin bir ferdine vermemişdir. Sonra Allahü teâlâ buyurur.
Yâ Muhammed, yakın getir o halîfeleri ki, senden sonra geldiler. Ben dedim,
onlar kimlerdir. Buyurur, Ebû Bekr-i Sıddîk. Benden sonra yer şak olup, Ebû
Bekr kabrden dışarı gelen-
lerin evveli olur. İki hulle
giydirirler. Tâ gelip, Arş önünde durur. Ve hesâbın az görürler. Ve arş önünde
ayak üzerine dururlar. Ondan bir münâdî seslenir; Ömer bin Hattâb ”radıyallahü
teâlâ anh” nerededir. Onu getirirler. Cerâhetden kan revân olduğu hâlde gelir.
Diye ki, yâ Ömer, bunu sana kim etmişdir. Mugîre bin Şûbenin kölesi yapmışdır,
der. Ona da buyururlar. Arş önünde durur. Hesâbını görürler. İki yeşil hulle
giydirirler. Sonra Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini getirirler.
Damarlarından kan revân olduğu hâlde gelir. Derler ki, bunu sana kim yapdı. Der
ki, filân yapdı. Arş önünde durmasını buyururlar. Hesâbı da kolay olur. İki
yeşil hulle giydirirler.
Râfizî
bunları işitince, yâ Ca’fer, bunlar Kur’ân-ı azîmde var mıdır. Ca’fer-i Sâdık,
buyurur, evet, okumadın mı, Allahü teâlâ onlardan haber verdi. (Peygamberler ve bunların şâhidleri, hesâb için getirilir!) buyuruldu. [Zümer
sûresi 69.cu âyet-i kerîmesi meâli]. Yâhud şehîdleri getirilir, denildi.
Ya’nî Ebû Bekr ve Ömer ve Osmân ve Alîyi “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”
getirirler.
Râfizî
dedi ki, yâ Ca’fer! Bu zemâna kadar ben onları sevmiyor idim. Şimdi pişmân
oldum. Eğer tevbe edersem, Allahü teâlâ kabûl eder mi?
Ca’fer-i
Sâdık “kuddise sirrehül’azîz” buyurdu ki, çabuk tevbe et ki, se’âdetin alâmeti
olsun. Eğer, Allahü teâlâ korusun, o i’tikâd üzere dünyâdan gitmiş olsaydın,
senin dînin boşa giderdi.
Altmışdördüncü Menâkıb: (Tenbîh-ül gâfilin) kitâbında Ebülleys “rahimehullahü
teâlâ”, Zeyd bin Erkamdan “radıyallahü anh” haber vermişdir. Hazret-i Ebû
Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” hazretlerinin bir kölesi vardı. Ömrünün
sonlarında her akşam iftâr vaktinde yemek getirirdi. Âdet-i şerîfleri öyle idi
ki, nereden ve nasıl aldığını, kimden satın aldığını, onun san’atı ve mesleği
ne olduğunu o köleden sormayınca o yemekden bir lokma ağzına koymazdı. Bu köle
bir gece yine yemek getirdi. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” süâl
etmeden, mubârek elini uzatıp, bir lokma yemekden aldılar. Köle dedi ki: Ey
Efendi. Ne oldu ki, bu akşam sormadan yemeğe el uzatdınız. Ebû Bekr-i Sıddîk
“radıyallahü anh” hazretlerinin mubârek gözleri yaş ile dolup, buyurdu: Yâ
Gulâm. Açlık bana
sıkıntı verip, sabırsızlandırdı.
Böylece bu hâl başıma geldi. Şimdi bana haber ver ki, bu akşam yemeği nereden
getirdin. Köle dedi ki: Câhiliyye vaktinde, raks ve oyun oynardım. Bir gruba
raks etdim. Onlara hoş geldi. Bana dediler ki, şimdi bir nesnemiz yokdur. Va’d
etmişlerdi ki, elimize birşey geçdikde sana iyilik ederiz. Ben bugün gördüm ki,
onların elleri doludur. Ben va’dlerini hâtırlatdım. Yiyeceği bana verdiler. Ebû
Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” bunu işitdi. Çok üzüldü. Ağladı. Yemeği
önünden atdı. Parmağını boğazına o kadar sokdu ki, kay’ etdi. O lokma karnından
dışarı geldi. Kendine eziyyet verdi. Mubârek yüzü göğerdi ve karardı. Mubârek
yüzünün şeklinin değişikliğini görenler, bir mikdâr su içmesini ve bu üzüntüden
halâs olacağını söylediler. Sıcak su getirdiler. İçdi, bir kerre dahâ kay’
etdi. Rahâtsız oldu. İnceledi ki, karnında bir şey kalmadı. Dediler ki, yâ
Sıddîk, bu kadar kendinize sıkıntı ve zahmet, bir lokmadan dolayı mıdır.
Buyurdu ki, evet. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerinden işitdim. Buyurdular ki, (Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, yidiği harâm olan
kimselere Cenneti harâm etmişdir.) Sonra başını yukarı kaldırıp, Yâ
ilâhel âlemîn! Yidiğim lokma için elimden geleni yapdım. O lokmaları kay’
etdim. O lokmadan damarlarımda birşey kaldı ise afv et. Bu za’îf kulun,
Cehennem azâbına dayanamam diye, düâ buyurdu. Bu o Ebû Bekrdir ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri, (Ebû Bekr benim gözüm ve kulağım
gibidir) buyurdu.
Süâl: Ebû
Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” hazretleri, niçin fîsebîlillah malının temâmını
verdi. Ömer-ül Fârûk “radıyallahü teâlâ anh” niçin malının yarısını verdi.
Cevâb: Ömer-ül
Fârûk “radıyallahü teâlâ anh” adâleti temsîl ediyordu. Adâlet eşitliği muhâfaza
etmekdir. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” sıdkı temsîl ediyordu. Sıdk
odur ki, elinde ne var ise hepsini vermelisin. Eğer, hazret-i Ömer, malının
temâmını verip, çoluk-çocuğuna bırakmasa idi, âdil olamazdı. Hazret-i Ebû Bekr
malının yarısını verip, yarısını bıraksa idi, sâdık olamazdı. Hazret-i Ebû Bekr
için adl, hazret-i Ömer için de sıdk var idi. Lâkin birisinde sıdk cibillidir.
Ve birisinde adl hâldir. Adl, hazret-i Ömerin hâlidir. Bir sıfat kişinin
cibillisinde var ise, hâlinde de vardır. Ebû Bekr-i Sıddîk dedi ki: Cümle
malını ver.
Hiç bir
şeyi koyma. Eğer halâl ise onun hesâbından kurtulursun. Eğer harâm ise
azâbından kurtulursun. Hazret-i Ömerin adli dedi ki, malının yarısını dağıt.
Yarısını ehl-i ıyâline bırak. Hazret-i Ebû Bekr bütün malını verdiği için,
hazret-i Ömer ne kadar mal verirse de, hazret-i Ebû Bekre uymuş olur.
Altmışbeşinci Menâkıb: Câbir bin Abdüllah “radıyallahü teâlâ anh” anlatır: Bir
bedevî a’râbî, bir kırmızı deve üzerinde, hazret-i Alînin “kerremallahü vecheh
ve radıyallahü teâlâ anh” huzûruna gelip, deveden inip, dedi ki: Esselâmü
aleyke, yâ emîrel mü’minîn! Çabuk bana haber ver, Ebû Bekrden ki, o Cennetde
midir. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” bundan dolayı üzülüp, buyurdu ki,
yâ a’râbî, keşki, anan seni doğurmamış olsa idi. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin hayâtında ve vefâtlarından
sonra, bu sözü hiç kimse söylemedi. Sen söyledin. Muhâcirîn ve Ensâr
“rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” arasında, şübhe yokdur ki, hazret-i Ebû
Bekr-i Sıddîk, Resûl-i ekrem ve nebiyyi muhterem
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin hayâtında vezîri idi.
Vefâtından sonra halîfesi idi. Ondan sonra her kimin i’tikâdı bunun üzerine
olmaz ise, o dalâletdedir. Ey a’râbî! Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Ebû Bekr-i Sıddîkı babası
yerinde tutardı. Hazret-i Ebû Bekr Cennet ehlini, tıpkı, gökyüzündeki bir
yıldızın, yeryüzünün ehlini aydınlatdığı gibi aydınlatır. Ebû Bekr Cennetde,
bir köşkden bir köşke, bir kasrdan bir kasra gider. Cennetde hiçbir kasr ve bir
serây, bir oda, bir bağçe, bostân olmaz ki, illâ hazret-i Ebû Bekrin nûrundan
aydınlanmasın. Cennet ehli köşklerden başlarını çıkarıp, derler ki, yâ Rıdvân!
Bu nûr nedir? Rıdvân der ki; Bu Ebû Bekrin yüzünün nûrudur ki, kasrdan kasra ve
odadan odaya gider.
Alî
“radıyallahü anh” sözüne devâmla dedi ki: Yâ a’râbî! Ebû Bekr-i Sıddîk
hazretleri, vefâtı ânında bana dedi ki, benim cânım, benim gözümün nûru ve
benim dostum ve benim azîzim. Benim vefâtım yakınlaşdı. Ömrüm sonuna yaklaşdı.
Beni o, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretlerini yıkadığın mubârek ellerin ile yıka. Kefene sar ve tabut
üzerine koy. Cenâzemi Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin Ravda-i mukaddeselerinin kapısına koy. Ve
de ki, yâ Resûlallah! Ebû Bekr kapıdadır. İçeri girmek için izn ister.
Eğer kilit anahtarsız
açılırsa, beni Seyyid-i âlemin mubârek arkası yanına defn edin. Eğer kilit
açılmaz ise, beni Bakî’ kabristanına götürüp, garîbler kabristanına defn edin.
Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, yâ a’râbî, o halîfe-i Resûlullah olan Ebû Bekr-i Sıddîk dünyâdan göçdü.
Vasiyyetini yerine getirip, techîz eyledim. Ravda-i mukaddese kapısına
götürdüm. İzn istedim. O sâat kilit kendiliğinden açılıp, bir ses işitdim ki,
(Habîbi habîbe kavuşdurun. Habîbini çok özlemişdir) diyordu.
Altmışaltıncı Menâkıb: Emîr-ül-mü’minîn Alî bin Ebî Tâlibin “radıyallahü teâlâ
anh”, Ebû Bekr-i Sıddîkın “radıyallahü teâlâ anh” vefâtı sırasında söylediği
sözler şöyle rivâyet olunmuşdur.
Ebû
Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” bu fânî âlemden, bâki âleme göç etdiler.
Mubârek yüzünü ve bedenini bir çarşaf ile örtdüler. Medîne-i Münevvere; Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin, öbür âleme göç etdikleri gibi, inleme ve ağlama sesleri ile
dolmuş idi. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” işitip, ağlıyarak, (İnnâ
lillah ve innâ ileyhi râciûn) diyerek geldi. Söylediği sözlerin ma’nâsı budur:
Nübüvvet hilâfeti bugün bitdi. Geldi, o evin kapısında durdu. Ebû Bekr-i Sıddîk
hazretleri odada idi. Buyurdu: Yâ Ebâ Bekr. Sen Resûlullahın
“sallallahü aleyhi ve sellem” dostu ve musâhibi ve mûnisi ve sırdaşı ve
müşâviri idin. En evvel islâmı sen kabûl etdin. Senin îmânın cümle kavmin
îmânından kuvvetli ve güzel oldu. Senin yakînin dahâ kuvvetli, Allahü azîmüşşân
hazretlerinden korkun büyük oldu. Herkesden zengin, herkesden dahâ cömerd, sen
idin. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” üzerine en şefkatli, en yardımcı sen idin. Senin Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ile
sohbetin, hepimizin sohbetinden dahâ iyi idi. Hayr sâhiblerinin birincisi
sensin. Senin iyiliklerin, hepimizinkinden çokdur. Her iyilikde ileridesin.
Hazret-i Muhammed Mustafânın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûr-ı
şerîflerinde, senin derecen en yüksek oldu. Ona en yakın sen oldun. İkrâmda,
ihsânda, güzel huylarda, boyda, yaşda, başda, ona en çok benziyen sen oldun.
Allahü teâlâ sana, çok mükâfât versin ki, Resûlullaha
herkes yalancı derken, sen, doğru söylüyorsun, inandım, dedin. Sen onun kulağı
ve gözü gibi
idin. Allahü teâlâ
seni, Kur’ân-ı kerîmde (sıdk) ile şereflendirdi. Resûlullaha en sıkıntılı
zemânlarında yardımcı oldun. Herkes Ondan kaçarken, sen Onun ile sohbet etdin.
Seferlerde ve
sıkıntılı yerlerde halîfesi idin. Onun ümmetinin halîfesi ve dîninin koruyucusu
oldun. Câhiller dinden çıkarken, sen dîn-i islâma kuvvet verdin. Herkes
şaşırdığı zemân sen kükremiş arslan gibi ortaya çıkdın. Herkes dağılırken, sen
Muhammed Mustafânın yolunu tutdun. Eshâbın az konuşanı ve en belîği, edîbi sen
idin. Her sözün, her buluşun doğru, her işin temiz idi. Gönlün herkesden
kuvvetli, yakînin hepimizden sağlam idi. Her işin sonunu önceden görür, geri
kalmışları islâma sokarak aydınlatırdın. Mü’minlere şefkatli, afv edici baba
idin. İslâmın ağır yükünü taşıdın. İslâmın hakkını herkes elden kaçırırken, sen
yerine getirdin. Sen rüzgârların oynatamıyacağı bir dağ gibi idin. İşin
doğruluk idi, ilm idi. Sözün mertçe doğruyu bildirmek idi. Gerici düşüncelerin
ve bozuk inançların kökünü kazıdın. Hak dînin ağacını dikdin. Müşkilleri,
müslimânlara kolaylaşdırdın. Küfr ve mürtedlik ateşini söndürdün. Rahmânın dînini
sen doğrultdun. İslâma, îmâna sen kuvvet oldun. Göklerde, melekler arasında
senin derecen çok büyükdür. Senin ölüm musîbetin ve yeryüzünde, muhâcirîn ve
ensâr arasında, senden ayrılık yarası çok derindir, dedi. “İnnâ lillah...”
okuyarak çok ağladı. Mubârek gözlerinden kanlı yaş akdı. Hak Sübhânehü ve teâlâ
hazretlerinin her kazâsına râzı olduk. Verdiği elemleri kabûl etdik. Yâ Ebâ
Bekr! Müslimânlara, Resûlullahın “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” ayrılık acısından sonra, hiç senin ayrılık acın gibi bir
acı vâki’ olmadı. Sen mü’minlere sığınak ve dayanak ve gölge idin. Münâfıklar
üzerine çok sert ve ateşli idin. Allahü teâlâ hazretleri, seni Muhammed
Mustafânın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûruna kavuşdursun. Bizi senin
ecrinden ve bereketinden mahrûm eylemesin. Senden sonra bizi azgın hâle
koymasın. Sahâbe-i güzînin “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hepsi sessizce
dinlemişler idi. Hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” kelâmı bitdi. Cümle
yer ehli ve gök ehli ağlamağa başladılar. Doğru söyledin yâ Resûlallahın
damâdı, dediler.
Muhammed
bin Cerîr-i Taberî, Tefsîrinin, Ankebût sûresini tefsîrinde buyurmuşdur ki, Ebû
Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâ
lâ anh” hazretlerine zehr
verdiler. O zehr sebebi ile vefât etmişdir. Açıklaması budur ki, hazret-i
Sıddîk-ı ekberin hilâfeti günlerinde, Hayber yehûdîlerinden bir yehûdî, Ebû
Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini, kendi evine da’vet etmişdi. Hâris
bin Kelde adlı arab tabîb de hazret-i Sıddîk ile berâber idi. Bir tabak pişmiş
pirinci sofra üzerine koydular. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh”
Hârise buyurdu ki, ileri gel. Kendileri el uzatıp, bir lokma alıp, mubârek
ağızlarına koyup, yidiler. Sonra Hâris de el uzatıp, bir lokma alıp, ağzına
koyduğu gibi lokmayı dışarı atdı ve dedi ki, bu yiyecek zehrlidir. Bu zehr bir
yıldan sonra insanı öldürür. Te’sîrini bir yılda gösteren zehr katılmışdır.
Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” işitip, üzüldü. Kendi kendi
ile, bundan böyle âhıret azığını gördü. Hilâfetde ayık ve uyanık olup, nefsini
ölmüş bilip, göz açıp kapayıncaya kadar Allahü teâlâ hazretlerinin tâ’atından
ve zikrinden hâli olmadı [ihmâl etmedi]. Dâimâ ağlar idi. Ve der idi: Allahümme
ente veli fiddünyâ vel âhıreti teveffenî müslimen ve elhıknî bissâlihîn. [Yâ
Rabbî! Sen benim, dünyâda ve âhıretde velîmsin, sâhibimsin. Bana müslimân
olarak ölmeği nasîb et ve sâlih kullarının arasında bulundur.] Bir sene temâm
oldu. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” o bir lokma zehrli yemekden
hasta olup, onbeşgün yatdı. Dünyâdan âhırete göç etdi. Cemâziyilâhirin yedinci
pazartesi günü idi. O gün Abbab bin Es’ed de Mekke-i Mükerremede vefât etdi.
Mekke-i mükerremenin emîri idi. Hazret-i Resûl-i ekrem
onu emîr dikmiş idi. Ona da zehr vermişlerdi.
Ülemâdan
ba’zıları derler ki, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” vasıyyet etdi
ki, beni, benim ehlim Esmâ binti Amr yıkasın. Oğlum su döksün. Bana eski bir
peştemâl ve eski (köhne) bir kefen sarın. Zinhâr (sakın) bana yeni kefen
sarmayın. Yeni elbise diriye lâyıkdır ki, onun ile ibâdet etsin. Âişe-i Sıddîka
“radıyallahü teâlâ anhâ” buyurdular ki: Eğer ben bilseydim ki, hâtunlar
erlerini yıkaması revâdır [câizdir], Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini bir gayri kimseye vermeyip,
gasl ederdim. [65.ci menâkıbda; Alî “radıyallahü anh” hazretlerinin yıkadığı
yazılıdır. Burada hanımına vasıyyeti yazılıdır. Bu vasıyyetini değişdirmiş veyâ
ictihâdı değişmiş olduğu anlaşılmakdadır.]