Ehlullahın, evlîyanın kerâmetleri, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mu’cizeleri kabîlindendir. Yine Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” muhâlefet edenlerin, islâmiyyete karşı edebsizlik ve gevşeklik gösterenlerin uğradıkları felâketler ve cezâlar da, Onun mu’cizelerindendir. Bu hâdiselerden ba’zıları:
Nasrânî bir kimse müslimân olmuşdu. Bekara ve Âl-i İmrân sûrelerini okudu ve vahy kâtibliği yapdı. Sonra mürted oldu. Müslimânlıkdan çıkıp, eski dînine döndü. Muhammed “aleyhisselâm” benim yazdığım şeylerden başka birşey bilmez, derdi. Ölünce onu defn etdiler. Sabâhleyin cesedini dışarıda buldular. Yer onu kabûl etmeyip, dışarı atmışdı. Bu işi Muhammedin “aleyhisselâm” Eshâbı yapmışdır, dediler. Onun için derin bir kabr kazdılar ve tekrâr gömdüler. Ertesi sabâh, onu yer yine dışarı atdı. Üçüncü def’a güçleri yetebildiği kadar derin bir mezâr kazıp, onu defn etdiler. Sabâhleyin bakdılar ki, toprak onu kabûl etmeyip, yine dışarı atmışdı. Artık bu işin insanlar tarafından yapılmadığını anlayıp, onu öylece bırakdılar.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Melekler ilm öğrenenlerin bu işinden râzı olduklarından, kanatlarını yere sererler) buyurmuşdu. Zındıklardan biri bunu işitince, ben o meleklerin kanatlarını kıracağım diyerek, na’lınlarının altına demir çiviler çakdı. Mâlik bin Enesin “radıyallahü anh” ilm meclisine doğru gitdi. Giderken, ayağına giydiği çivili na’lınlarını yere vurarak, meleklerin kanatlarını kırıyorum diyordu. O sırada birdenbire ayağı takılıp yere düşdü ve ayağa kalkamadı. Onu evine götürdüler. İki ayağında ağrılı bir hastalık meydâna geldi ve ayaklarını kesdiler. Ölünceye kadar kötürüm kaldı. Bu hâdiseyi nakl eden kimse şöyle demişdir: Ben o kimseyi önceden görmüşdüm. Ceylân gibi hızlı gider-
di. Sonra ömrünün sonuna kadar kötürüm kaldığını da, gördüm.
(Esmâ-i Sahâbî) kitâbının müellîfi olan ve dahâ birçok eseri bulunan ve hadîs ilminde imâm olan İbni Mende-i İsfehânî “rahmetullahi aleyh” şöyle anlatmışdır: Şâmda bulunan hadîs âlimlerinden birinin yanına hadîs-i şerîf dinlemek için gitmişdim. Önünde bir perde vardı. Yüzü görünmüyordu. Oturdum. Perde arkasından hadîs-i şerîf okumağa başladı. Kendi kendime, acaba niçin önüne perde tutuyor diye hayret etdim. Hadîs-i şerîf okumayı bitirdi. Benim İbni Mende olduğumu bilip, bana ey Ebâ Abdüllah, benim perde arkasında oturmamın sebebini biliyormusun, dedi. Hâyır bilmiyorum, dedim. Sen ilm ehlindensin ve hadîs ilmiyle meşgûl olanlardansın. Sana anlatayım diyerek şöyle anlatdı: Bir gün, hadîs ilminde imâm olan hocalarımdan birinin huzûrunda idim. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”: (Başını imâmdan önce kaldıran kimse, başını Allahü teâlânın merkeb başına çevirmesinden korkmaz mı?) buyurduğu hadîs-i şerîfi okudu. Bu hadîs-i şerîfi çeşidli râvî silsilesinden rivâyet etdi. Şahsımda bulunan şekâvetden olacak ki, kalbimde bu nasıl olur, diye bir şübhe uyandı. O gece uyudum. Sabâhleyin kalkdığımda, başım merkeb başı şekline girmişdi. Bu sebebden ilm meclislerinden mahrûm kaldım. İlm talebesi yanıma geldiğinde, onlarla böyle perde arkasından konuşurum. Senin ilmdeki ve dindeki dereceni bildiğim için bu sırrı sana söyledim. Yalnız ben hayâtda olduğum müddetce bunu kimseye söyleme. Ben vefât etdikden sonra anlat ki, insanlar ibret alsınlar da, hadîs-i şerîf dinlerken edebli olsunlar ve kalblerine şübhe getirmesinler, dedi. Bunu kimseye anlatmayacağıma dâir Allahü teâlâya söz verdim, ahd etdim. Sonra o zât perdeyi kaldırdı ve kendisini bana gösterdi. Bedeni insan bedeni, başı ise merkeb başı idi. Bu hâli o hayâtda iken kimseye söylemedim. Herşeyin doğrusunu en iyi bilen Allahü teâlâdır.
İmâm-ı Müstagfirî “rahmetullahi aleyh” Selefden bir zâtın şöyle anlatdığını nakl etmişdir: Bir yolculukda idim. Bir
yerde cenâze vardı. Onun için kabr kazıyorlardı. Onlara yardım ederim diye, yanlarına gitdim. O sırada saçı sakalı ağarmış, hoş kokulu bir ihtiyâr, beyâz bir merkebe binmiş olduğu hâlde oraya geldi. Bu cenâze kimindir, diye sordu. Bir müslimânın cenâzesidir, dediler. Bunun yakını var mı, diye sordu. Bir kişiyi göstererek, bu onun kölesidir, dediler. Köleye, senin efendin hiç bir kavme reîs oldu mu veyâ sultânların yapdığı bir iş yapdı mı, diye sordu. Köle onu bilmem, yalnız bu kimse ganîmetlere hıyânet ederdi, dedi. Ak saçlı ihtiyâr, bunun nemâzını kılmayınız, dedi. Biz nemâzını kılmak için kalkdık. O ihtiyâr zât, bizden yüz çevirip gitdi. Onu bir dahâ göremedik. Meyyiti kabre koyduk. Kabrde bir kazma unutmuşuz. Köle, ben bu kazmayı emânet almışdım. Defnden sonra geri verecekdim, dedi. Kazmayı almak için kabri açdık ve defn etdiğimiz şahsı kabrde oturmuş, kazmanın halkası boynuna geçmiş ve kazmanın sapını eline almış vaziyyetde gördük. Onu o hâliyle bırakdık. Kazmanın sâhibine durumu haber verdik. O da bizim gördüğümüz hâli gördü.
Yine İmâm-ı Müstagfirî “rahmetullahi aleyh” bir kimseden şöyle rivâyet etmişdir: Hac günlerinden bir gün, Mekke mahâllelerinden birinde dolaşıyordum. Mekke halkının bir yere toplandığını gördüm. Ben de oraya gitdim. Yer, siyâh bir kimseyi içine çekip yutuyordu. Halk, kazma ve kürekle, onun yere batmasını önlemeğe çalışıyordu. Ancak mâni’ olamıyorlardı. Ondan ümmîdi kesdiler. Halk, sen ne kötü amel işledin de, bu cezâya müstehak oldun, söyle de biz onu yapmayalım, dediler. Siyâh kimse hiç cevâb vermedi. Yer onu kalçasına kadar yutdu. Ağlıyordu. Halk ona ısrârla, sen ne kötü amel işledin de, bu cezâya müstehak oldun? Söyle de başkalarına nasîhat ve ibret olsun, dediler. O kimse yine hiç cevâb vermedi. Göğsüne kadar yere batınca şöyle dedi: Ben Hârem-i şerîfin güvercinlerini yakalayıp, keserek yimeği âdet hâline getirmişdim.
İmâm-ı Müstagfirî “rahmetullahi aleyh” şöyle nakl etmişdir: Bir gurub insan hacca gidiyordu. Hâreme ulaşıp,
orada bir yerde konakladılar. Yanlarına bir ceylân geldi. İçlerinden biri ceylânı ayağından yakaladı. Arkadaşları her ne kadar salıver dedilerse de, güldü ve bırakmadı. Ceylân korkusundan küçük ve büyük abdestini bozdu. Sonra onu bırakdı. O şahs öğle vakti uyudu. Bir yılan gelip, karnının üzerine çöreklendi. Arkadaşları ona, sakın hareket etme, karnının üzerinde yılan var diye, bağırdılar. O şahs korkusundan altına büyük ve küçük abdestini yapıncaya kadar, yılan üzerinden ayrılmadı. Böylece ceylâna yapdığının cezâsını gördü.
Yine İmâm-ı Müstagfirî “rahmetullahi aleyh” şöyle anlatmışdır: Bir gurub insan, Hârem-i şerîfde bir ağacın gölgesinde konaklamışlardı. Ekmekleri ve yemekleri yokdu. İçlerinden birisi okunu alıp, bir ceylân avladı. Ateş yakıp ceylânın etini pişirdiler. Et pişirdikleri her tencerenin altından büyük bir ateş çıkıp onları yakdı. Ateş, elbiselerine, mâllarına ve gölgesinde oturdukları ağaca zarar vermedi.
Mu’tezile fırkasının uğradıkları cezâlar:
İmâm-ı Müstagfirî “rahmetullahi aleyh”, Selefden birinden şöyle nakl etmişdir: Benim bir komşum vardı. Kur’ân-ı kerîmi ezberlemişdi. Bir gün bir şahsla münâkaşa ederken, eğer Kur’ân-ı kerîm mahlûk değilse, Allahü teâlâ onun âyetlerini kalbimden silsin, dedi. Gece uyuyunca, Allahü teâlâ onun kalbinden Kur’ân-ı kerîmin âyetlerini sildi. Sabâhleyin kalkdığında, Kur’ân-ı kerîmin ne olduğunu bile unutmuşdu. Ona Kur’ân-ı kerîm oku, derlerdi. Dilini oynatırdı, ağzından sesler çıkardı. Fekat ne söylediğini kimse anlamazdı. Âilesi ve yakınları onun bu hâlinden utanırlardı. Sonunda onu boğdular ve öldü.
İmâm-ı Müstagfirî “rahmetullahi aleyh”, Selefden birinin şöyle anlatdığını nakl etmişdir: Annemin babası kabr azâbına inanmazdı. Her ne kadar münâzara edildiyse de, bu düşünceden vazgeçmedi. Bir gece onunla aynı odada uyumuşdum. Gece ızdırâbla âniden beni çağırarak uyandırdı. Kalk çırayı yak, dedi. Kalkıp çırayı yakıp, getirdim. Ayağımın ta-
banına bak, dedi. Bakdım ki, ayağı yanmış ve kabarcıklar meydâna gelmişdi. Bana, rü’yâmda kabristâna girdim, ayağım bir kabrin içine girdi ve yandı. Bu gördüğün yanık ve kabarcıklar o yanmanın eseridir, dedi. Bu hâdiseden sonra kabr azâbına inandı ve hiç inkâr etmedi.
Halîfe Mütevekkil, birgün sırçadan, camdan yapılmış olan, alt ve üst tarafından su akan serâya girmişdi. Yakın adamları ve nedîmleri, sohbet dostları da yanında idi. Oturup sohbet ederlerken, halîfe Mütevekkil güldü. Sonra neden güldüğümü sormuyorsunuz, dedi. Yanında bulunanlar, Allahü teâlâ seni güldürsün, ey mü’minlerin emîri, gülmenizin sebebi nedir, dediler. Halîfe, yakın adamlarına hitâben: Vâsıkın da yakın dostlarıyla oturduğu, bir sohbet meclisinde, Kur’ân-ı kerîmin mahlûk olup olmaması husûsunda çok düşündüm. Bu husûsda çok titiz davrandım. Halkı bu fikre da’vet etdim. Bir kısmı benim sâhib olduğum mâl ve mevkı’ye tama’ edip kabûl etdiler. Ba’zıları da dövülüp, habs edildikden ve çok zorlandıkdan sonra kabûl etdiler. Bir kısmı ise dinde ve vera’daki kuvvetleri sebebiyle kabûl etmediler. Bu hususda kalbime bir şübhe geldi. Bu i’tikâdı terk etmeği ve bu mes’ele ile uğraşmamayı istiyorum, dedim.
Kur’ân-ı kerîm mahlûkdur diye inanan ve bu mes’ele üzerinde çok duran İbni Ebî Dâvüd da orada idi. O, bu mes’elelerde çok ileri gitmişdi. Allah, Allah, ey mü’minlerin emîri, ihyâ etdiğin mes’eleyi söndürmek mi istiyorsun, dedi. Senden evvelkilerin yapmadığını sen yapdın. Bu mes’ele üzerinde durduğun için, Allahü teâlâ sana hayrlı karşılıklar versin, dedi ve bu mes’ele hakkında çok mübâlaga etdi. Vâsıkın bu mu’tezile i’tikâdından dönmesinden korkdu. Sonra Vâsık, haydi bu husûsda Allahü teâlâya ahd edelim, dedi. Bunun üzerine İbni Ebû Dâvüd, eğer Kur’ân-ı kerîm mahlûk değilse, Allahü teâlâ beni ölmeden önce dünyâda felç etsin, dedi. Orada bulunanlardan biri de, Kur’ân-ı kerîm mahlûk değilse, benim vücûduma demir çiviler batsın dedi. Bir başkası, eğer Kur’ân-ı kerîm mahlûk değilse, Allahü teâlâ benim bedenime fenâ koku versin. Tanıyan tanıma-
yan benden bu kötü koku sebebiyle kaçsın, dedi. Bir diğeri, eğer Kur’ân-ı kerîm mahlûk değilse, Allah beni karanlık bir yerde helâk etsin, dedi. Bir başkası, eğer Kur’ân-ı kerîm mahlûk değilse, Allahü teâlâ beni denizde boğsun, dedi. Vâsık ise, eğer Kur’ân-ı kerîm mahlûk değilse, Allahü teâlâ benim vücûdumu dünyâda da âhıretde de yaksın, dedi.
Hâlife Mütevekkil bunları anlatdıkdan sonra, bunları hâtırladım ve işte gülmemin sebebi budur, dedi.
Kur’ân-ı kerîm mahlûkdur diyerek, sapık inançlarında ısrâr eden ve Allahü teâlâ ile ahd edenlerin herbiri söyledikleri gibi oldu. Ahd etdikleri şey başlarına geldi. İbni Ebî Dâvüd felç oldu. Diğer kimsenin vücûdunu demir çiviler ile çivilediler. Biri ölüm hastalığında terledi. Bu ter öyle fenâ kokdu ki, hiç kimse yanına yaklaşamadı. Her ne kadar güzel koku ve buhûr yapdılar ise de, fâide vermedi. Birisine ise bir arşın yüksekliğinde bir yer yapdılar, onun içinde öldü. Bir diğeri Dicle nehrinde boğuldu. Vâsık ise hastalandı. Tabîbler onun hakkında şu karara vardılar. Vâsık için, zeytin ağaçlarıyla içi temâmen kor oluncaya kadar bir tandır yakmalı, sonra tandırı boşaltıp içini kepek ile doldurmalı ve Vâsık bu tandırda üç sâat yatmalıdır. Tandırdan çıkınca hava kendisine te’sîr edip ağrıları fazlalaşacağından, yine tandıra girmeyi isteyecekdir. Tandıra koymazlarsa ölebilir, dediler. Tabîblerin söylediği gibi, bir tandır hâzırlayıp, Vâsıkı içine yatırdılar. Onu tandırdan çıkardıkları zemân, sığır gibi feryâd ederek beni tandıra bırakın, dedi. Âilesi ve hizmetcileri ona acıyıp yine tandıra koydular. Sesi kesildi. Vücûdunda meydâna gelen kabarcıklar çatladı. Vücûdu kömür gibi oldu. Onu tandırdan bir dahâ dışarı çıkardıklarında derhâl öldü.
Biliniz ki islâmiyyete muhâlif olanların düşdükleri kötü akîbetler ve uğradıkları cezâlar o kadar çokdur ki, yazmakla ve anlatmakla bitmez. Her devrde, her diyârda nice kuvvetli fısk ve fücûr erbâbı, zâlim ve zorba olan ve sünnet-i nebeviyyeden, Muhammed aleyhisselâmın dîninden uzaklaşan
(dinde reform yapmak isteyen) kimselerin uğradıkları şiddetli cezâlara ve felâketlere, avâm ve havâs şâhid olmuşlardır.
Kalbi îmân nûruyla nûrlanmış olan kimse, kendi hâlini biraz düşünse, tâat ve ibâdet yapmak ile, günâh işlemek ve isyân etmek arasındaki farkı görüp anlar. Çünki, ibâdetin netîcesi zevk, huzûr, güzel ahlâk ve iyi işlerdir. İsyânın ve ma’siyyetin netîcesi ise üzüntü, huzûrsuzluk, kötü ahlâk ve çirkin işlerdir. Şübhesiz ki ibâdetin ve iyi işlerin karşılığı sevâb kazanmakdır. Kötü işlerin ve günâhların karşılığı ise azâb ve ıkâbdır.
Allahü teâlâ bize ve bütün müslimânlara, netîcesi sevâblara kavuşmak olan ibâdetleri yapmak nasîb eylesin. Netîcesi ıkâb ve azâb olan kötülüklerden korusun!
NAZM
Sana
şükr ve minnet ey zelcelâl,
Ki hatm oldu lutfunla bu hoş makâl.
Şevval
içre buldu temâmı bu kim,
Li temmetihî adı târîh-i sâl.
Çû
asâr-ı hatm-i nübüvvet dürür,
Hıtâmi kerâmat-ı eshâb-ü âl.
Hudâyâ
vücûdu şeref bahşin it,
Cihân içre gün gibi rûşen cemâl.
İden
pertevinden bunun iktibâs,
Dola gönlü envâr-ı fadlü kemâl.
Ânın
hurmetiyçün mihr rûhî,
Delîl olmasa âlem olurdu dâl.
Dahî
âl ü eshâbiyçünki olur,
Hidâyet nücûmi durur lâ mehâl.
Alup
pertevinden buların füruğ,
Dil-i Lâmiî ola ferhunde fâl.
Dolup
içem envârı sıdku safâ,
İde
cânda aşkın odu iştiâl.
İdüb
raks o şem’ üzre pervâne-veş,
Urub ten hicâbın yıkam bî mecâl.
Olup
kabrim içre çerâğ ol şuâğ,
Yana subh-ı mîâdadek lâ yezâl.
Delîl-i
dem-i hayret olup o nûr,
Sıratın geçem berk-veş bî melâl.
Görem
ol safâ içre dîdârını,
Çû arz-ı cemâl ola yevm-ül-visâl.
Zehî
hoş huzûr ve zehî hoş sürûr,
Zehî
hoş meâb ve zehî hoş me’âl.
Velhamdülillahillezi hedânâ lihâzâ ve mâ künnâ linehtediye levlâ en
hedânâllahu. Vessalâtü alâ Resûlihillezî ürsile ilel âlemîn. Lilintibah ve alâ
âlihilizâm ve eshâbihilkirâm küllemâ zekerehüzzâkirûn ve gafele an zikrihil
gâfilûn.
[Bu işte
bizi muvaffak eden ve hidâyete kavuşduran Allahü teâlâya dâimâ hamd olsun. O
bize muvaffakıyyet ve hidâyet vermeseydi, biz hidâyete kavuşamazdık. Âlemlere
hidâyet rehberi ve uyarıcı olarak gönderilen Resûlullaha
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, Âline ve Eshâbına “rıdvânullahi teâlâ
aleyhim ecma’în” dâimâ salât ve selâm olsun!]
---------------------------------
İmâm-ı Rabbânî hazretleri (Mektûbât) kitâbının 1.ci cild, 275.ci mektûbunda buyuruyor ki:
Sizin bu ni’mete kavuşmanız, islâmiyyet bilgilerini öğretmekle ve fıkh hükmlerini yaymakla olmuşdur. Oralara cehâlet yerleşmişdi ve bid’atler yayılmışdı. Allahü teâlâ, sevdiklerinin sevgisini size ihsân etdi. İslâmiyyeti yaymağa sizi vesîleeyledi. Öyle ise, din bilgilerini öğretmeğe ve fıkh ahkâmını yaymağa elinizden geldiği kadar çalışınız. Bu ikisi bütün se’âdetlerin başı, yükselmenin vâsıtası ve kurtuluşun sebebidir. Çok uğraşınız! Din adamı olarak ortaya çıkınız! Oradakilere emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yaparak, doğru yolu gösteriniz! Müzzemmil sûresinin ondokuzuncu âyetinde meâlen, (Rabbinin rızâsına kavuşmak istiyen için, bu elbette bir nasîhatdir) buyuruldu.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Allahü teâlânın çok sevdiği kimse, dînini öğrenen ve başkalarına öğretendir. Dîninizi islâm âlimlerinin ağızlarından öğreniniz!)
Hakîkî âlim bulamıyan, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarından öğrenmeli ve bu kitâbların yayılmasına çalışmalıdır. İlm, amel ve ihlâs sâhibi olan müslimâna (İslâm âlimi) denir. Bu üçünden biri noksan olup da, kendini âlim tanıtana (kötü din adamı, yobaz) denir. İslâm âlimi, dînin bekçisidir. Yobaz, şeytânın yardımcısıdır.[1] İstigfâr düâsını okumak, derdlere, sıkıntılara mâni’ olan sebeblere kavuşdurur. İstigfâr düâsı, (Estagfirullahel'azîm ellezî lâ ilâhe illâ hüv el hayyel kayyûme ve etûbü ileyh) dir.
---------------------------------
[1] İhlâs ile amel etmek için öğrenilmeyen ilmin fâidesi olmaz. (Hadîka) cild 1, sahîfe 366 ve 367 ve (Mektûbât) cild 1. 36, 40 ve 59. cu ve 157.ci mektûblarına bakınız!