Tâbi’în, tebe-i tâbi’în ve sofiyye tabakasına kadar vukû’ bulan hâller:
Reb’i bin Harrâş şöyle demişdir: Biz dört kardeş idik. Rebî’ hepimizden çok nemâz kılar ve sıcak günlerde oruc tutardı. O vefât etdi. Yüzünü örtdük. Bir kişiyi pazardan ona kefen satın alması için gönderdik. Biz yanında duruyorduk. Bir de bakdık ki, yüzünü açdı ve esselâmü aleyküm, dedi. Oradakiler ve aleykesselâm, öldükden sonra konuşuyor musun, dedik. Evet sizden sonra Rabbime kavuşdum. Rabbimi gadablı bulmadım. Beni yumuşak reyhân ve istebrakla karşıladı. Dikkat ediniz! Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” cenâze nemâzımı bekliyor! Acele edin, beni gecikdirmeyin, dedi. Bu haberi hazret-i Âişeye “radıyallahü anhâ” bildirdiler. Buyurdu ki: Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” işitdim: “Benim ümmetimden öldükden sonra konuşan kimse tâbi’înin hayrlısıdır” buyurdu.
Rebî’ yerinin Cennet mi, Cehennem mi olduğunu bilmeden gülmeyeceğine yemîn etmişdi. Vefât etdikden sonra, cenâzesini yıkayan kimse, onun devâmlı tebessüm etdiğini söylemişdir.
Selefden bir zât şöyle anlatmışdır: Benim hıristiyân bir komşum vardı. Vefât etdi. Hıristiyânlar onun cenâzesini yıkarken, doğrulup, müslimânları yanıma çağırın demiş. Bu haberi işitince, onun yanına gitdik. Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resûlüh, dedi. Sonra tekrâr vefât etdi. Biz cenâzesini yıkadık, nemâzını kıldık ve müslimân mezârlığına defn etdik.
Ebû Müslim Havlânî hazretleri hiç dünyâ sözü söylemezdi. Dünyâ ile alâkalı konuşanların yanından ayrılırdı. Bir gün bir mescidde bir gurub insanın toplandığını görerek, âhıret ile alâkalı konuşuyorlardır diye yanlarına gidip oturdu. Biri benim kölem ticâretden döndü, çok kâr getirdi, dedi. Bir diğeri, dört köle hâzırladım, falan yere sefere göndereceğim, dedi. Ebû Müslim Havlânî onlara bakıp dedi ki: Sizin hâliniz şu kimseye benzer. Bir kimse şiddetli yağmur altında yolda kalmışdır ve sığınacak bir yer arar. O sırada büyük bir dergâh ve büyük bir kapı görür. Şu kapıdan içeri gireyim de, yağmur kesilinceye kadar orada durayım, der. Kapıdan içeri girince, binânın damının olmadığını görür! Ben de sizden birşeyler istifâde edeyim diye yanınıza oturdum. Meğer siz dünyâ ehli imişsiniz, dedi.
Şöyle nakl edilmişdir: Esved-i Anesî Yemende peygamberlik da’vâsında bulundu. Ebû Müslim Havlânîyi “rahmetullahi aleyh” yanına çağırıp, benim Allahın peygamberi olduğuma şehâdet eder misin dedi. Hâyır, dedi. Muhammedin “aleyhisselâm” Allahın Resûlü olduğuna şehâdet edermisin, dedi. Evet ederim, dedi. Birkaç def’a aynı şeklde sordu ve aynı cevâbları aldı. Esved-i Anesî onu, büyük bir ateşin içine atmalarını emr etdi. Ateşi yakıp onu içine atdılar. Ateş onu aslâ yakmadı. Esved-i Anesîye dediler ki, onu buradan başka bir yere gönder. O sana inanmaz ve inananların sana karşı inançlarını bozar. Esved-i Anesî ona Yemenden gitmesini söyledi. O da Medîneye gitdi. O sırada Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” vefât etmiş ve Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü anh” halîfe olmuşdu. Ebû Müslim Havlânî “rahmetullahi aleyh” mescide girip, nemâz kıldı. Hazret-i Ömer “radıyallahü anh” onu gördü. Yanına gidip, hangi kavmdensin, dedi. Yemen ehlindenim deyince, yalancı peygamberin ateşe atdığı kimse ne yapdı, diye sordu. O Abdüllah bin Sevb idi, dedi. Hazret-i Ömer yemîn vererek, o sensin deyince, evet benim dedi. Hazret-i Ömer “radıyallahü anh” onu bağrına basdı ve ağladı. Onu hazret-i Ebû Bekrin “radıyallahü
anh” yanına götürdü. Hazret-i Ebû Bekr ile kendi arasında yer açıp onu oturtdu ve “Allahü teâlâya hamd olsun ki, hayâtda iken İbrâhîm Halîlürrahmâna “aleyhisselâm” yapılan işin, ümmet-i Muhammedden “aleyhisselâm” birine yapıldığını görmek nasîb oldu” dedi.
Nakl olunur ki, Ebû Müslim Havlânînin “rahmetullahi aleyh” bir câriyesi vardı. O câriye, bir gün efendim, çokdan beri yemeklerine zehr katıyorum, hiçbir zarar görmüyorsun, dedi. Niçin katıyorsun diye sorunca, ben gencim, ne yatağına yaklaşdırıyorsun, ne de satıyorsun, dedi. Ebû Müslim Havlânî “rahmetullahi aleyh” ben her yemekde: “Bismillâhi hayrulesmâi Bismillâhi lâ yedurru ma’asmihî dâün fil ardı vessemâi” düâsını okurum, buyurdu.
Ebû Müslim Havlânî her ne zemân rûm diyârına gazâya gitse, önlerine büyük bir nehr çıkdığı zemân, berâber bulunduğu kimselerin önüne geçer, Allahü teâlânın ismiyle o sudan geçer ve onu ta’kîb edenler de geçerlerdi. Herhangi bir eşyânızı su götürürse bana haber verin, derdi. Bir kimse bilerek suya bir torba atdı. Ona gidip, torbamı su götürdü, dedi. Ebû Müslim Havlânî “rahmetullahi aleyh” o kimseye, arkamdan gel dedi. Biraz gitdiler, torbanın bir ağaca takılmış olduğunu gördüler. O kimseye haydi torbanı al, dedi.
Şöyle nakl edilmişdir: Ebû Müslim Havlânî, bir mikdâr parayla un almak için pazara gitdi. Bir dilenci ondan bir şey istedi ve çok ısrâr etdi. O dilenciden kurtulmak için başka bir tarafa gitdi. Dilenci yine karşısına çıkdı. Sonunda un almak için götürdüğü parayı dilenciye verdi. Yanındaki un torbasını bir marangoz dükkanına gidip, odun talaşı ile doldurdu. Torbanın ağzını bağlayıp evine götürdü. Hanımından habersiz bir yere koydu. Hanımı torbayı açıp un olduğunu görerek hamur yapıp ekmek pişirdi. Ebû Müslim Havlânî bir müddet sonra, çekinerek eve geldi. Hanımı pişirdiği ekmeği ve yemeği getirdi. Yidikden sonra, bu ekmeği nereden yapdın diye sordu. Hanımı, getirdiğin undan yapdım, dedi. Ebû Müslim Havlânî, hanımına hiçbir şey söylemedi, durumu anlatmadı.
Ebû Müslim Havlânî evine girince, Allahü ekber diyerek tekbîr getirirdi. Hanımı da tekbîr getirerek karşılar ve hizmetini görürdü. Bir gün bir kadın hanımına gelerek, eğer kocan Mu’âviye “radıyallahü anh” aleyhinde söz söylerse, ona bir hizmetci veririm ve çok yardımda bulunurum, râhat geçinirsiniz, dedi. Ebû Müslîm Havlânî hazretleri akşam eve gelince tekbîr getirdi. Hanımı her zemânki âdetini terkedip, tekbîrle karşılamadı ve hizmetini görmedi. Bir kimsenin, hanımına fesâdcılık yapdığını anladı. Allahım, hanımıma fesâdcılık yapan kimsenin gözlerini kör eyle diye düâ etdi. Fitneci kadın evinde oturuyordu ve önünde bir çıra vardı. Birden bire yanındakilere çıra söndü, dedi. Yanındakiler hâyır sönmedi, yanıyor dediler. Kadın öyleyse benim gözlerim kör oldu, dedi. Sonra gözlerinin Ebû Müslim Havlânînin düâsıyla kör olduğunu anladı. Huzûruna gidip, yapdığı işe pişmân olduğunu söyliyerek, düâ etmesini istedi. Ebû Müslim Havlânî “rahmetullahi aleyh” Allahım, eğer bu kadın doğru söylüyorsa, gözlerini aç diye düâ etdi. Kadının gözleri açıldı.
Ceylânlar, Ebû Müslim Havlânînin “rahmetullahi aleyh” yanına uğrarlardı. Çocuklar ceylânların durması ve ellerini onlara dokunmaları için düâ etmesini isterlerdi. Ebû Müslim Havlânî düâ ederdi ve Allahü teâlâ ceylânları durdururdu. Çocuklar onlara elleriyle dokunurlardı.
Fakîrlere dağıtacağı parayı ridâsının ucuna bağlayarak yanına alırdı. Kendisinden birşey isteyen her fakîre mutlaka verirdi. Evine dönünce para kesesini âilesinin önüne bırakırdı. İçindeki parayı sayarlardı, o kadar dağıtdığı hâlde para aynı çıkardı. Hiç eksik ve fazla çıkmazdı.
Âmir bin Abd-i Kays “rahmetullahı aleyh” bir gün bir kavme misâfir oldu. Ayrılıp giderken, su kabına süt doldurup, verdiler. Yolda giderken kendi kendine bu süt içmek içindir. Abdest almak îcâb ederse ne yaparım diyerek geri döndü. Misâfir olduğu kimselerin yanına gidip, sütünüzü alı-
nız, kabıma su doldurunuz, dedi. Kabına su doldurup verdiler. Her ne zemân abdest almak istese, o kabda su bulur, içmek istediği zemân da aynı kabdan süt çıkardı.
Nemâz kılmağa başladığı zemân, şeytân yılan şekline girer, gömleğinin içine girip, yeninden çıkıp giderdi. Âmir bin Abd-i Kays hazretlerinde hiçbir değişiklik olmazdı. Bu yılanı niçin kendinden uzaklaşdırmıyorsun dediklerinde, Allahü teâlâdan başkasından korkmakdan, Allahü teâlâdan utanırım. Yılanın gömleğime girip çıkdığından haberim olmuyor, buyurdu.
Kûfeli olup tâbi’îndendir. Bir gün, yâ Rabbî ben açım, dedi. Evinin penceresinden kocaman bir ekmek yanına indi.
Tâbi’înden ve Basralı idi. Bir gün mescidde imâmlık yapıp nemâz kıldırırken; meâl-i şerîfi, (O sûra üfürüldüğü zemân var ya, işte o gün zorlu bir gündür.) olan, [Müddessir sûresi 9-10.cu] âyet-i kerîmeleri okuyunca, hemen düşüp vefât etdi.
Medîneye bir vâlî ta’yîn olmuşdu. Zeynel’âbidîn Alî bin Hüseyn, Kâsım bin Muhammed, Sâlim bin Abdüllah “radıyallahü anhüm” ve Kureyşden bir gurub kimse vâlîyi görmeğe gitdiler. Vâlî onlara, Sa’îd bin Müseyyib içinizde hanginizdir, diye sordu. Zeynel’âbidîn Alî bin Hüseyn “radıyallahü anh”, o mescidden ayrılmaz, âmirlerin yanına gitmez, diye cevâb verdi. Vâlî, sen, hazret-i Alînin “radıyallahü anh” torunusun, Kâsım hazret-i Ebû Bekrin “radıyallahü anh”, Sâlim hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” torunudurlar. Siz geliyorsunuz da, Sa’îd bin Müseyyib niçin gelmiyor, dedi. Yemîn ederek onun boynunu vuracağım, dedi. Bu sözünü üç kerre tekrârladı.
Zeynel’âbidîn Alî bin Hüseyn “radıyallahü anh” şöyle demişdir: Bu sebebden o meclis bize dar geldi. Dışarı çıkınca, Sa’îd bin Müseyyibin “radıyallahü anh” yanına gidip, durumu bildirdim. Umre niyyetiyle Mekkeye git, dedim. Umre için hâlis niyyetim yok dedi. Kardeşlerinden birinin evine git, dedim. Beni bu mescidden günde beş def’a çağırıyorlar, onu ne yapayım. Şimdiye kadar bu da’vete icâbet etmediğim vâki’ değildir, dedi. O zemân başka bir mescidde otur. Çünki seni ararlarsa önce bu mescide gelirler, dedim. Bu mescidde ibâdet etmeğe alışdım, burayı terk etmem, dedi. Ey kardeşim, sen hiç korkmuyor musun, diye sordum. Allahü teâlâ bilir ki, ben Ondan gayri hiç bir şeyden korkmam. Lâkin önce şuna düâ ederim ki, bu düâmın ortası ve sonu Allahü teâlâya hamd ve senâ ve Muhammed aleyhisselâma salât ve selâmdır. Allahü teâlâ o vâlîye beni unutdursun, dedi. Bir müddet sonra o vâliyi vazîfeden uzaklaşdırdılar ve Şâma gitdi. Yolda hizmetcisi abdest alması için hâzırlık yaparken, biraz dur, dedi. Sonra ben Zeynel’âbidîn Alî bin Hüseynin, Kâsım bin Muhammedin ve Sâlim bin Abdüllahın yanında, Sa’îd bin Müseyyibin boynunu vuracağım diye and içmişdim. O günden bu güne kadar hiç hâtırıma gelmedi. Bana yazıklar olsun, rezîl oldum, dedi. Hizmetcisi, Allahü teâlânın senin hakkında dilediği, senin kendi hakkında dilediğinden dahâ hayrlıdır, dedi.
Sa’îd bin Müseyyib “radıyallahü anh” şöyle anlatmışdır: Eyyâm-ı harrede yezîdîler Medîneye saldırıp, muhâcirîn ve ensârdan “radıyallahü anhüm” çoğunu şehîd etmişlerdi. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mescidinde benden başka kimse yokdu. Nemâz vakti olunca, Ravda-i şerîfden müezzin sesi gelirdi. Nemâza dururdum. Şâm halkı mescide girip, beni göstererek şu deli ihtiyâra bakınız derlerdi. [Sa’îd bin Müseyyib, tâbi’înin büyüklerinden ve (Fükahâ-i seb’a)dan, ya’nî Medînenin yedi büyük âliminden biridir.]
Tâbi’înden ve Kûfelidir. Fakîh, âbid ve fâdıl idi. Hicretin doksanbeşinci senesinde kırkdokuz yaşında iken Haccâc ta-
rafından şehîd edildi. [Bir rek’at nemâzda Kur’ân-ı kerîmi hatm eden dört kişiden biridir.]
Şöyle nakl edilmişdir: Haccâc yakın adamlarından birini on kişi ile birlikde Sa’îd bin Cübeyri “radıyallahü anh” çağırmağa gönderdi. Onu çağırmaya giderlerken, bir râhibin kilisesine vardılar. O râhibden Sa’îd bin Cübeyri sordular. Râhib onlara yol gösterdi. Gidip, Sa’îd bin Cübeyri “radıyallahü anh” secdede buldular. Selâm verdiler. Başını secdeden kaldırdı ve nemâzını bitirip, selâmlarını aldı. Haccâc seni çağırıyor, dediler. Allahü teâlâya hamd ve senâda bulundu, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” tehıyyât okudu. Sonra onlarla birlikde, Haccâcın yanına gitmek üzere yola çıkdı. Dahâ önce görüşdükleri râhibin kilisesinin bulunduğu yere vardılar. Râhib onlara, kilisenin çevresinde aslanlar, vahşî keçiler ve yırtıcı hayvanlar bulunduğunu, yukarı çıkmalarını söyledi. Sa’îd bin Cübeyr “radıyallahü anh” kiliseye çıkmadı. Râhib ona, gâliba kaçmak istiyorsun, dedi. Hâyır, kaçmak istemiyorum. Ben müşriklerin bulunduğu yere aslâ girmek istemem, dedi. Râhib, vahşi hayvanlar seni parçalar deyince, Allahü teâlâ beni onların şerrinden korumağa kâdirdir, dedi. Râhib o on kişiye, ondan bir söz ve ahd alınız deyince de, ben Rabbime söz verdim, sabâha kadar buradan gitmem, dedi. Râhib diğerlerine, siz yukarı çıkınız ve yaylarınızı hâzırlayınız. Bu gece bu sâlih kulu yırtıcı hayvânlardan koruyunuz, dedi. Geceleyin bakdılar ki, Sa’îd bin Cübeyrin yanına bir vahşî hayvân yaklaşdı. Kendini ona sürdü ve sonra ayrılıp gitdi. Geride bir yerde durdu. Sonra ona bir aslan yaklaşdı. Ona sürtündü ve birşey yapmadan o da ayrılıp gitdi. Bu hâli gören râhib sabâhleyin aşağıya inip, Sa’îd bin Cübeyrin “radıyallahü anh” yanına giderek, islam dîni hakkında bilgi aldı ve Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sünnetlerini sordu ve müslimân oldu.
Nakl edilir ki, Sa’îd bin Cübeyr “radıyallahü anh” Haccâc tarafından şehîd edilmeden önce: Yâ Rabbî! Benden sonra Haccâcı başka bir kimsenin katline musallat eyleme, diye
düâ etdi. Bu düâdan sonra Haccâc onbeş gün kadar yaşadı. Haccâc bu son onbeş gün içinde, her gün, benim Sa’îd bin Cübeyr ile ne işim vardı. Yatağıma her yatdığımda, ayağımdan tutup çekiyor, derdi.
Sa’îd bin Cübeyrin “radıyallahü anh” bir horozu vardı. Her gece öter, onu teheccüd nemâzına kaldırırdı. Bir gece her nasılsa ötmedi ve Sa’îd bin Cübeyr hazretleri teheccüde kalkamadı. Sabâhleyin bu iş ona çok ağır geldi ve horoza, Allahü teâlâ sesini kessin dedi. Ondan sonra o horoz hiç ötmedi. Annesi bu hâli görerek, oğlu Sa’îd bin Cübeyre, sakın kimseye beddüâ etme, diye tenbîhde bulundu.
Sa’îd bin Cübeyrin “radıyallahü teâlâ anh” boynunu vurup, şehîd etdiklerinde, başı yere düşdü. İki kerre yüksek ses ile, bir kerre de hafîf ses ile, “Lâ ilâhe illallah” dedi.
Emîr-ül mü’minîn hazret-i Ömer “radıyallahü anh”, halîfeliği zemânında, bir hac mevsiminde, insanlara ayağa kalkınız, dedi. Sonra, Murâdîler hâric Kûfeliler otursun, dedi. Dahâ sonra Karnli kimse hâric Murâdîler de otursun, dedi. Karnli Üneys adında bir kimse ayakda kaldı. Bu şahs, Üveys-î Karnînin amcası idi. Hazret-i Ömer ona, Üveysi tanırmısın diye sordu. Üneys, aramızda ondan câhil, ondan divâne ve ondan muhtâc kimse yokdur, dedi. Hazret-i Ömer “radıyallahü anh” ağladı ve Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” işitdim: “Üveysin şefâ’atiyle, Rebi’a ve Mudar kabîleleri sayısınca kimse Cennete girer” buyurdu, dedi. Herem bin Hayyân “radıyallahü anh” şöyle demişdir: Bu haber bana ulaşınca, sâdece Üveys-i Karnîyi görmek maksadı ile Kûfeye gitdim. Birgün Fırat nehrinin kenârına vardım. Bakdım ki, Üveys-i Karnî orada abdest alıyordu. Onu tanıdım. Çünki önceden onu bana ta’rîf etmişlerdi. Selâm verdim, selâmımı aldı. Müsâfehâ yapmak istedim, yapmadı. Allahü teâlâ sana merhamet etsin ve seni magfiret etsin, ey Üveys, nasılsın dedim. Ona olan aşırı muhabbetimden bana ağlamak geldi. O da ağladı. Ağlamamız bitince,
bana Allahü teâlâ ömrünü uzun etsin ey Herem bin Hayyân! Sen nasılsın, beni sana kim gösterdi, dedi. Allahü teâlâ beni sana kavuşdurdu, dedim. Lâ ilâhe illallahü sübhâne Rabbinâ in kâne va’dü Rabbinâ le mef’ûlâ: (Allahdan başka ilâh yokdur. Rabbimizi noksan sıfatlardan tenzîh ederiz. Rabbimiz bir şeyi dileyince o olur), dedi. Sonra ona benim ve babamın ismini nasıl bildin. Bundan önce seni hiç görmedim diye sordum. Herşeyi bilen, her şeyden haberdâr olan Allahü teâlâ bana bildirdi, dedi. Biraz dahâ nasîhatde bulundukdan sonra, Muhammed aleyhisselâm vefât etdi. Resûlullahın halîfesi Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” vefât etdi. Ebû Bekr-i Sıddîkın arkadaşı hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” vefât etdi, dedi. Ben, Allahü teâlâ sana merhamet buyursun. Hazret-i Ömer henüz hayâtdadır, vefât etmedi, dedim. Evet o da vefât etdi. Allahü teâlâ, onun vefât etdiğinden beni haberdâr etdi, dedi. Sonra biraz dahâ nasîhat ve hayr düâ etdi. Esselâmü aleyke ve rahmetullahi ve berekâtühü. Bundan sonra görüşemeyiz diyerek ayrıldı. Onunla bir kaç adım gitdim, müsâade etmedi. Kûfe mahallelerinin arasına girinceye kadar, ağlayarak arkasından bakdım. Sonra onu çok görmek istedim. Ancak haberini dahî alamadım. Fekat her hafta bir iki kerre onu rü’yâmda görürdüm.
Nakl ederler ki: Üveys-i Karnî “rahmetullahi aleyh” Âzerbaycâna gazâya gitmişdi. Orada vefât etdi. Arkadaşları onun için bir kabr kazmak istediler. Bir taşın yanında lahdi yapılmış, hâzır bir kabr buldular. Sonra kefen sarmak istediler. Elbiselikde insan eli değmemiş bir kefen buldular. O kefenle kefenleyip, hâzır buldukları kabre onu defn etdiler. [(Se’âdet-i Ebediyye) 1189.cu sahîfede buyuruluyor ki: (Sıffîn muhârebesinde, hazret-i Alînin “radıyallahü anh” yanında bulundu. 37 [m. 657]de şehîd oldu.)]
Kendisi şöyle anlatmışdır: Haccâc zemânında, Cum’a nemâzına gidiyordum. Kendi kendime, bu zâlimin arkasında ni-
çin Cum’a nemâzı kılayım diye düşündüm. Tereddüde düşdüm. Sonunda devâmlı gitmeğe karar verdim. Evin bir tarafından bir ses işitdim. Meâl-i şerîfi (Ey îmân edenler! Cum’a günü nemâz için ezân okunduğu zemân Allahı anmaya koşun...) [olan, Cum’a sûresi 9.cu] âyet-i kerîmeyi okuyordu.
Bir gün bir mektûb yazdım. Aklıma birşey geldi. Onu yazarsam mektûbum güzel olacakdı, fekat yalandı. Yazmasam doğru olacakdı, fekat mektûbum çirkin olacakdı. Bir yazayım, bir yazmayayım diye tereddüde düşdüm. Sonunda yazmayayım diye karar verdim. Evin köşesinden bir ses geldi. Meâl-i şerîfi (Allah, îmân edenleri dünyâ hayâtında da âhıretde de sağlam bir söz üzerinde tutar...) olan [İbrâhîm sûresinin 27.ci] âyet-i kerîmesini okuyordu.
Sözüne güvenilir bir kimse şöyle anlatmışdır: Gazâ için Kâbile gitmişdik. Gece bir yerde konakladık. Kendi kendime, bu gece Sılatübn-i Üşeymin ne yapdığını bir ta’kîb edeyim. Herkes onun ibâdetinden bahsediyor, bakalım nasıl, dedim. Yatsı nemâzını kılınca, uyudu. Sonra herkes uykuya daldı. O, gece kalkıp, orada bulunan bir meşeliğe girdi. Ben de arkasından girdim. Abdest alıp, nemâz kılmağa başladı. Bir de bakdım ki onun yanına bir aslan geldi. Ben korkumdan bir ağaca çıkdım. Sılatübn-ü Üşeym aslana hiç aldırmadı ve onu bir fâre kadar bile hesâba almadı. Secdeye kapanınca ben, aslan şimdi onu parçalar dedim. Nemâzını bitirip selâm verdi. Yüzünü aslana dönüp, haydi git ey yırtıcı hayvân, rızkını başka yerde ara, dedi. Aslan dönüp gitdi ve giderken öyle bir kükredi ki, ben dağlar birbirinden ayrılıyor zan etdim. O sabâha kadar nemâz kılmağa devâm etdi.
Aynı şahs yine şöyle anlatmışdır: Düşmâna yaklaşmışdık. Kumandan askerlere, hiç kimse bir yere ayrılmasın diye emr etdi. Sılatübn-ü Üşeymin katırı yüküyle birlikde kayboldu. Kalkıp nemâza durdu. Sonra, yâ Rabbî, katırı yüküyle birlikde geri göndermen için yemîn ediyorum, dedi. Biraz sonra katırı yüküyle birlikde geldi ve onun yanında durdu.
Kendisi şöyle anlatmışdır: Bir gün Ehvâz civârında geziyordum. Çok acıkdım. Satın almak için çok yiyecek aradım. Fekat bulamadım. Allahü teâlâya düâ edip, yiyecek istedim. Merkebin üzerinde uyumuşdum. Kulağıma bir ses geldi. Uyanıp bakdım ki, bir sarık düşmüş, içinde bir şey vardı. Açıp bakdım, içinde hurma ağacından örülmüş bir kab vardı. İçi tâze hurma dolu idi. Doyuncaya kadar yidim. O mevsimde hiçbir yerde hurma yokdu. Sonra hurmaların artanını yanıma alıp, yola devâm etdim. Yolda bir râhibe rastladım. Durumu ona anlatdım. Râhib benden hurma istedi, biraz verdim. Aradan epey zemân geçdikden sonra, bir gün o râhibe uğradım. Bulunduğu yerde, çok güzel hurma ağaçları yetişmişdi. Râhib, bana bu hurma ağaçları senin bana verdiğin hurmalardan oldu, dedi.
Havânın çok sıcak olduğu bir yaz gününde vefât etdi. Onu kabre koydukları sırada, bir parça bulut gelip, sâdece kabrinin üzerine yağmur yağdı. Dışarı hiç taşmadı. O gün onun kabrinde yeşil otların bitdiğini de söylemişlerdir.
Künyesi Ebû Hafsdır. Annesi hazret-i Ömer bin Hattâbın “radıyallahü anh” oğlu Âsımın kızıdır. İki sene beş ay onbeş gün halîfelik yapdı. Hicrî yüzbir senesinde Receb ayının onunda otuzdokuz yaşında iken vefât etdi.
Emîr-ül mü’minîn Ömer bin Hattâb “radıyallahü anh”, bir gece Medînede gezerken, seher vakti bir evin yanına vardı. Evde annesi kızına kalk süte su kat diyordu. Kız ise, bu doğru bir iş değildir. Halîfe Ömer “radıyallahü anh” bunu yasakladı. Onun habercisi bunu bildirdi, dedi. Annesi kalk, burada ne Ömer “radıyallahü anh”, ne de onun habercisi yok, bizi görmüyor, dedi. Kızı, vallahi ben bu işi yapmam. Ben insanlar arasında hazret-i Ömerin emrine uyuyorum. Kimse görmezken de onun emrine muhâlefet etmem, dedi. Hazret-i Ömer “radıyallahü anh” bu konuşmaları duyduğu gecenin sabâhında, oğ-
lu Âsıma falan eve git. Orada bir kızcağız var. Eğer birine sözlü değilse, onu kendine nikâhla. Allahü teâlâ ondan sana mubârek bir evlâd verir, dedi. Âsım gidip o kızı kendine nikâhladı. Ondan Ömer bin Abdül’azîzin annesi Ümmü Âsım doğdu. Abdül’azîz bin Mervân, Âsımın kızı Ümmü Âsımı kendine nikâhlamak istedi. Vekîline kendi halâl mâlımdan dörtyüz dinâr götür. Temiz hânedâna mensûb Âsımın kızıyla nikâhlanmak istiyorum, dedi. Sonra Âsımın kızıyla evlendi ve bu hanımından Ömer bin Abdül’azîz doğdu.
Süfyân-ı Sevri şöyle demişdir: Halîfe beşdir: Hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer, hazret-i Osmân, hazret-i Alî ve Ömer bin Abdül’azîz “radıyallahü anhüm ecma’în”.
Ribâh bin Ubeyde “rahmetullahi aleyh” şöyle anlatmışdır: Ömer bin Abdül’azîz Medîne vâlîsi iken, bir ihtiyâr kimse onun koluna girmişdi. Kendi kendime, vâlînin koluna giren bu ihtiyâr adam acabâ kimdir, diye yadırgadım. Vâlî Ömer bin Abdül’azîz nemâz kıldı ve evine gitdi. Ben de arkasından evine girdim ve Allahü teâlâ emîrimize iyilikler versin, koluna giren ihtiyâr kimdi diye sordum. Bana, ey Ribâh, sen onu gördün mü, dedi. Evet gördüm deyince, o gördüğün kardeşim Hızır “aleyhisselâm” idi. Yakında halîfe olacağımı ve adâletle hareket edeceğimi haber verdi, dedi.
Nakl edilir ki, Ömer bin Abdül’azîz halîfe olunca, dağdaki çobanlar hangi sâlih kişi halîfe oldu, dediler. Çobanlara sâlih bir kimsenin halîfe olduğunu nereden biliyorsunuz diye, sordular. Kurtlar ve aslanlar artık koyunlarımıza dokunmuyor, uzak duruyorlar ve hiç zarar vermiyorlar, dediler. Nitekim bir kimse şöyle demişdir: Ömer bin Abdül’azîzin halîfeliği zemânında, sahrâya gitmişdim. Bakdım ki kurtlar koyunların arasında dolaşıyorlar ve koyunlara hiç zarar vermiyorlardı.
Ömer bin Abdül’azîzin, vâlîlerinden birisi bir mektûb yazıp, şehrinin vîrân olduğunu, halîfe birşey tahsîs ederse, îmâr edeceğini bildirdi. Ömer bin Abdül’azîz cevâbında, şehrinin etrâfına adâletden bir sur yap, yollarını da zulmden temizle,
şehrinin îmârı budur diye yazdı.
Ömer bin Abdül’azîz, vefâtı yaklaşdığı sırada, beni kaldırın oturayım, dedi. Kaldırdılar ve şöyle dedi: Allahım! Ben o kimseyim ki bana emr etdin, ben kusûr etdim. Nehy etdin, âsî oldum. Lâkin, Lâ ilâhe illallah diyorum, dedi. Sonra başını yukarı kaldırdı. Dikkatlice bakmağa başladı. Çok dikkatli bakıyorsunuz, diye sordular. Bir cemâ’at toplandı ki, onlar ne insandır, ne de cinnîdirler dedi ve sonra vefât etdi.
Nakl edilmişdir ki, Ömer bin Abdül’azîz “rahmetullahi aleyh” defn edilince, gökden üzerine bir kâğıd indi. Kâğıdda Besmele ve bu Allahü teâlâdan Ömer bin Abdül’azîze emândır, yazılı idi.
Muhyiddîn-i Arabî “kuddise sirruh” (Fütûhât-ı Mekkiyye) kitâbında şöyle yazmışdır: Ba’zılarının sûrî, görünen halîfeliğine ma’nevî halîfelik de ilâve edilmişdir. Ömer bin Abdül’azîz bunlardandır.
Tâbi’înin büyüklerindendir. Kûfelidir. Eshâbıyla bir anlaşma yapdı. Berâber bulunduğu kimselerin bütün hizmetlerini kendisi yapacak idi. Bir gün hava çok sıcakdı. Koyunları otlatmaya gitmişdi. Sevenlerinden birisi, onun arkasından gitdi. Amr bin Utbe “rahmetullahi aleyh” uyumuşdu ve bir parça bulut onu gölgeliyordu. Uyandığı zemân o dostu, sana müjdeler olsun deyince, bu hâli kimseye söyleme, dedi.
Gazâya gitdiği zemân, arkadaşlarının koyunlarını korurdu. Bir bulut onun başı üzerinde onu gölgelerdi. O nemâz kılardı ve hayvanlar etrâfında dolaşarak onu muhâfaza ederlerdi.
Kendisi şöyle demişdir: Allahü teâlâdan üç şey istedim. İkisini ihsân etdi, üçüncüsünü de ihsân edeceğini ümmîd ediyorum. Birincisi, Allahü teâlâdan diledim ki, beni dünyâya rağbet etdirmesin. Dünyâlığın elime geçmesi ve geçmemesi benim için aynı oldu, beni değişdirmedi. İkincisi, nemâz kıl-
mak için bana güç, kuvvet vermesini diledim, ihsân etdi. Üçüncü olarak da, diledim ki bana şehîd olmak nasîb etsin. Bunu da ihsân edeceğini ümmîd ediyorum.
Arkadaşlarından bir cemâ’at ile, karanlık bir gecede, yolda giderken, birinin kamçısının ucundan bir ışık yayıldı. Böylece yollarını gördüler.
Bir şahs yalan söyliyerek ona iftirâ etmişdi. Yâ Rabbî! Bu kimse yalan söylüyorsa, onu helâk eyle diye düâ etdi. O şahs hemen öldü. Ölen kimsenin hanımı zemânın vâlîsi Ziyâddan yardım istedi. Vâlî o ona herhangi bir şeyle vurdu mu, diye sordu. Hâyır dediler. Hâkim, ne yapalım sâlih kulun düâsı takdîre uygun gelmiş, dedi.
Nakl edilir ki, Muhammed bin Münkedir gâzîlerden bir gurub ile yolculuk yapıyordu. Onlardan biri, cânım tâze peynir istiyor, dedi. Muhammed bin Münkedir “rahmetullahi aleyh”, Allahü teâlâya düâ ediniz. O bu yolda size tâze peynir vermeğe kâdirdir, dedi. Hepsi düâ etdiler. Biraz gitdikden sonra, ağzı kapalı bir zenbil gördüler. İçi tâze peynir doluydu. İçlerinden birisi bu peynirin yanında bal olmalı ki, peynirle yiyelim, dedi. Muhammed bin Münkedir peyniri veren balı da vermeğe kâdirdir, buyurdu. Sonra hep birlikde düâ etdiler. Biraz yürüdüler. Yolun kavşağında bir kab gördüler. İçi bal ile dolu idi. Bineklerinden indiler, peynirle balı birlikde yidiler. [(Se’âdet-i Ebediyye) kitâbının 845.ci sahîfesine bakınız!]
Gazâ yapmak için, Kostantiniyyeye (İstanbula) gidiyorduk. Gemimiz parçalandı ve dalgalar bizi bir kaya üzerine sürükleyip, bırakdı. Beş kişi idik. Allahü teâlâ her sabâh her
birimiz için o taşdan bir yaprak bitirirdi. Onu yirdik, yemek ve su yerini tutardı. Gemi gelip, bizi oradan alıncaya kadar böyle devâm etdi.
Basrada yaşayan tâbi’înin büyüklerinden idi. [131 [m. 748]de vefât etdi.] Hasen-i Basrî “rahmetullahi aleyh”, Basra ehlinin gençlerinin seyyidi, Eyyûb Sahtiyânîdir, demişdir.
Abdülvâhid bin Zeyd şöyle anlatmışdır: Eyyûb Sahtiyânî “rahmetullahi aleyh” ile Hira dağında idik. Ben çok susadım. O kadar ki, hâlimi yüzümden anlayıp, sana ne oldu, dedi. Susuzlukdan öleceğim diye korkuyorum, dedim. Her ne yaparsam gizli tutabilir misin, dedi. Gizlerim dedim. Sonra kendisi hayâtda olduğu müddetçe, kimseye söylemiyeceğime dâir yemîn etdirdi. Ayağını Hira dağına vurdu. Su çıkdı. Kanıncaya kadar içdim ve biraz da götürdüm. Bunu o hayâtda iken kimseye anlatmadım.
Basralıdır. Kırk sene Enes bin Mâlikin “radıyallahü anh” sohbetinde bulunmuşdur. Devâmlı oruc tutardı. Her gece ve gündüzde bir hatm okurdu. Bir seher vaktinde, onun kabrini ziyâret eden bir gurub kimse, kabrinden Kur’ân-ı kerîm okunduğunu işitdik, demişlerdir.
Sâlim Benânî “rahmetullahi aleyh”, bir gün Hamîd-i Tavîlden Peygamberlerden başka bir kimsenin kabrinde nemâz kıldığını duydun mu, diye sordu. Hâyır duymadım deyince, şöyle düâ etdi: Yâ Rabbî, eğer bir kimseye kabrinde nemâz kılmağı ihsân edersen, Sâlim kuluna bunu ihsân eyle.
Sözüne güvenilir bir zât şöyle anlatmışdır: Kendisinden başka ilâh olmayan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Sâlim Benânîyi kabrine koydum. Hamîd-i Tavîl de yanımda idi. Lahd üzerine kerpiçleri yerleşdirdik. Kerpiçlerden biri kabrin içine düşdü. Sâlim Benânînin kabrde nemâz kılmakda olduğunu gördük. Hamîd-i Tavîle, görüyor musun dedim. Bana sus dedi. Defnini temâmlayınca kızının yanına gidip,
onun ameli ne idi, neler gördün, diye sorduk. Dedi ki, elli senedir geceleri nemâz kılarak ihyâ ederdi. Seher vakti olunca: Allahım! Eğer kullarından bir kimseye kabrinde nemâz kılmağı ihsân etdiysen, bana da nasîb et diye düâ ederdi. Allahü teâlânın onun düâsını kabûl buyurmaması keremine lâyık değildir, dedi.
Selmân-ı Fârisînin “radıyallahü anh” sohbetine kavuşmuşdur. Koyunları vardı. Onları Fırat nehri kenârında otlatırdı. Uzlet üzere, insanlardan uzak yaşardı.
Meşâyıhdan bir zât şöyle anlatmışdır: Bir gün onun yanına uğramışdım. Nemâz kılıyordu ve koyunlarını kurtlar otlatıyordu. Kendi kendime, bu ihtiyâr zâtı ziyâret edeyim, büyüklüğünü görürüm, diyerek bekledim. Nemâzını bitirince selâm verdim. Ey oğul niçin geldin, dedi. Ziyâret için geldim, dedim. Allahü teâlâ sana hayrlar versin, dedi. Efendim, kurtlarla koyunları bir arada görüyorum deyince, koyunları güden Allahü teâlâ ile berâberdir de, onun için böyledir, buyurdu. Ağaçdan bir kabı vardı. O çanağı bir taşın altına tutdu. Taşdan biri süt, biri bal olmak üzere iki çeşme akmağa başladı. Efendim, bu dereceye ne ile kavuşdunuz, dedim. Muhammed Mustafâya “sallallahü aleyhi ve sellem” tâbi’ olmakla kavuşdum, dedi. Sonra ey oğul, Mûsâ aleyhisselâmın kavmi ona muhâlefet etdiği hâlde, hâre taşı onlara su verdi. Derecesi Mûsâ aleyhisselâmdan yüksek olan Muhammede “sallallahü aleyhi ve sellem” tâbi’ oldukdan sonra, taş bana süt ve bal vermez mi, dedi. Bana nasîhat et, dedim. Kalbini hırs kutusu ve mi’deni harâm kabı yapma! İnsânoğlu bu ikisinden helâk olur. Bu ikisine dikkat eden kurtulur, buyurdu.
Tâbi’înin büyüklerindendir. Hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” halîfeliğinin bitmesine iki sene kala doğdu. Eshâb-ı
kirâmdan “aleyhimürrıdvân” yüzyirmi veyâ yüzotuz kişi görmüşdür. Hicretin yüzonuncu senesinde Receb ayında seksendokuz yaşında vefât etdi.
(Kût-ül-Kulûb) kitâbında şöyle yazılıdır: Hasen-i Basrî “rahmetullahi aleyh” tâbi’înin en büyüklerindendir. Bedr eshâbından yetmiş kişiyi gördü. Eshâb-ı kirâmdan ise üçyüz kişiyi görmüşdür. Hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” halîfeliğinin sona ermesinden iki sene önce, hicretin yirminci senesinde Medînede doğdu. Annesi, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” hanımı Ümmü Selemenin “radıyallahü anhâ” câriyesi idi. Ağladığı zemân Ümmü Seleme “radıyallahü anhâ” onu kucağına alır, ağzına memesini verirdi. Konuşması, hilmi, vekârı ve sekînesi Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” çok benzerdi. Tesavvuf ilminde öyle sözler söylerdi ki, benzeri ondan başkasından işitilmezdi. Bu ilmi kimden aldın diye sorduklarında, Huzeyfet-ebni Yemânîden “radıyallahü anh” aldım, derdi. Huzeyfet-ül-Yemânîye, sen bu ilmi kimden aldın diye sordular. Bu bana Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” husûsî bir ihsânı ve ikrâmıdır. Çünki herkes Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” hayrdan sorardı. Ben ise şerden sorardım. Şerri öğrenip, ona düşmeyeyim diye, korkumdan böyle sorardım. Kötü şeyleri öğrenip, onlardan sakınınca, hayrları kaçırmayacağımı anladım, buyurdu.
Hasen-i Basrî hazretlerinin güzel sözlerinden ba’zıları şöyledir. Buyurdu ki: Bir kul bütün arzûlarını bırakıp, yalnız Allahü teâlâya kavuşmayı istiyorsa, az yisin, örtünecek kadar giyinsin, başını secdeye koyup ibâdetle meşgûl olsun. Konuşduklarına ağlasın, rahmet-i ilâhîyi istesin ve azâb-ı ilâhîden kaçsın.
Gülme, çünki Allahü teâlânın amellerimizi görüp, hiçbir amelinizi kabûl etmiyorum, buyurmayacağını bilmiyorsun.
İnsanoğlu dünyâdan üç şeye hasretle gider: Topladığına doymaz. Umduğuna kavuşamaz. Önündeki âhıret yolculuğuna iyi azık te’mîn etmez.
Ömer bin Abdül’azîz “rahmetullahi aleyh” halîfe olunca, Hasen-i Basrîye “rahmetullahi aleyh” bir mektûb yazıp, bana din işlerinde yardımcı olacak bir kimse gönder, dedi. Cevâbında şöyle yazdı. Sana göndereceğim kimse iki dürlü olabilir. Yâ dünyâyı sever, sana nasîhat etmez. Veyâ Allah adamıdır, Onu taleb eder, seninle sohbet etmez. Fekat sen, asîl kimseleri seç. Bunlar dînin emrlerine tam uyamasalar bile, halkın hakkını gözetirler. Aslında asîl ve temiz kimseler hatâ yapmazlar.
Hâricîlerden biri, Hasen-i Basrî hazretlerinin sohbet meclisine gelir, sohbetde bulunanlara eziyyet verirdi. Nihâyet birgün, bu hâricî bize eziyyet ediyor, halîfeye de bildirmiyorsunuz, dediler. Hasen-i Basrî hazretleri hiç bir şey söylemedi. Bir gün Eshâbı ile otururken, o şahsın yine geldiğini gördü. Allahım, onun bize yapdığı eziyyeti biliyorsun. Dilediğin şeyle onu bizden men’ eyle diye düâ etdi. O şahs hemen yüzüstü yere düşdü. Evine götürmek üzere onu kaldırdılar, âilesine ulaşamadan öldü.
Künyesi Ebû Abdürrahmândır. Yemenlidir. Oğluna şöyle vasiyyet etdi. Vefât edince, beni kabre koyduğunuzda, kabrime bak. Eğer beni kabrimde göremezsen, Allahü teâlâya şükr et. Şâyet beni kabrimde görürsen, “İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn” de. Bunu nakl eden kimse şöyle demişdir. Tâvus bin Keysânın evlâdından işitdim. Onu kabre koyunca bakmış ve kabrinde görememiş, buna çok sevinmiş.
Künyesi Ebû Reyhânedir. Tâbi’îndendir. Gemiye binmişdi ve bir şey dikiyordu. İğnesi denize düşdü. Yâ Rabbî! Sana yemîn ederim ki, iğnemi bana geri veresin, dedi. İğnesi denizde gözükdü ve uzanıp aldı. Derler ki, deniz dalgalanmağa başlayınca, ey deniz, sen âciz bir mahlûksun, sâkin ol, dedi. Deniz sanki yağ gibi berrâklaşdı ve sâkinleşdi.
Cürcân ve Behamâtda yaşadı. Kabri meşhûrdur ve ziyâret edilir. Mâlik bin Enesden “radıyallahü anh” ilm öğrendi. Câriyesinden, o nafakasını nereden te’mîn eder diye sordular. Ondan her ne zemân birşey istesem, falan pencerededir, derdi. Gider o pencereden istediğim şeyi alırdım, demişdi.
Cürcân ehlinden bir kimsenin şöyle anlatdığını bildirmişlerdir: Rü’yâmda Cürcân kabristânını geziyordum. Kabrlerde bulunanların hepsi beyâz elbise giymişler, oturuyorlardı. Onlara, size ne oldu ki, beyâz elbiseler giydiniz, diye sordum. Gürz bin Vebrenin buraya gelmesinden dolayı bize beyâz elbise giydirdiler, dediler.
Tâbi’înden ve Basralıdır. Nafakasını, ihtiyâcı olan yiyecek ve içecekleri dâimâ başı ucunda bulurdu.
Künyesi Ebû Muhammeddir. Fâris ehlindendir. Basrada yaşadı. Âbid, müttekî ve düâsı müstecâb idi.
Bir terviye günü onu Basrada, arefe günü ise Arafatda gördüler.
Kendisi şöyle anlatmışdır: Her gün bir kuru hurma ile iftâr ederdim. Ehlim her gün benim için o hurmayı hâzırlardı. Bir gün iftâr vakti o hurmayı aradım bulamadım. Buna çok üzüldüm. Bir de bakdım ki bir kimse geldi. Elime bir hurma verdi, o hurmayı yidim.
Para kesesini boş bırakırdı. Eline aldığında içi para dolu olurdu. [120 [m. 739]de vefât etdi.]
Kûfelidir. [95 [m. 713]de Kûfede tevellüd etdi.] Künyesi Ebû Abdüllah olan ve sözüne güvenilir bir zât şöyle an-
latmışdır: Bir seher vakti zemzem kuyusunun yanında oturuyordum. Bir ihtiyâr zât geldi. Zemzem kuyusunun kapısından içeri girdi. Yüzünü bir örtü ile örtmüşdü. Zemzem kuyusundan bir kova ile zemzem çıkarıp içdi. Kalanını da ben içdim. Bâdem ezmesi idi. O zemâna kadar ondan dahâ lezzetli bir şey içmemişdim. Sonra geriye dönüp bakdım. O ihtiyâr gitmişdi. Bir başka seher vakti gidip, yine oraya oturdum. Aynı zât tekrâr geldi. Bir kova ile zemzem çekip içdi. Kalanını da ben içdim. Bal şerbeti idi. Geri dönüp bakdığımda o ihtiyâr zât gitmişdi. Bir başka seher vaktinde yine aynı yere oturmuşdum. O zât aynı şeklde yine geldi. Bir kova ile zemzem çekip içdi. Kalanını da ben içdim, şeker karışdırılmış süt idi. Bu sefer o zâtın elbisesinden sıkıca tutdum ve Kâ’benin hakkı için sen kimsin, diyerek, yemîn verip sordum. Ben hayâtda olduğum müddetce kimseye anlatmazsan, sana kim olduğumu söylerim, dedi. Kimseye söylemem, dedim. Ben Süfyân bin Sa’îd Sevrîyim, dedi.
Süfyân bin Sa’îd, Basrada bir dostunun evinde vefât etdi. O evin sâhibi şöyle anlatmışdır: Oğlumun bir bülbülü vardı. Süfyân-ı Sevrî “rahmetullahi aleyh” bu kuşu niçin böyle habs ediyorsunuz. Keşke serbest bıraksanız dedi. Ben bu kuş oğlumundur, o size bağışlasın, siz de serbest bırakınız dedim. Bağışlamasını kabûl etmeyip, kuşu oğlumdan bir dinâra satın aldı ve serbest bırakdı. Kuş gündüz dışarda dolaşır, geceleri ise Süfyân-ı Sevrînin bulunduğu eve gelirdi. O vefât edince, kuş cenâzesini ta’kîb edip, kabrine geldi ve acı acı ötdü. Sonra, devâmlı onun kabrinin başına giderdi. Ba’zı gecelerde orada kalırdı. Ba’zen de eve gelirdi. Sonunda o bülbülü Süfyân-ı Sevrînin kabrinin başında ölü buldular. Kabrinin kenârına gömdüler.
Süfyân-ı Sevrînin “rahmetullahi aleyh” cenâzesini yıkarken, cesedi üzerinde “Allah onlara kâfî gelecekdir” diye yazılı gördüler. Hicrî yüzaltmışbir senesinde Basrada vefât vetdi. [(Câmi’ul-kebîr), (Câmi’us-sagîr) ve (Ferâiz) kitâbları vardır.]
Çobanlık yapardı. Cum’a günleri, koyunların bulunduğu yerin etrâfına bir çizgi çekerdi ve nemâza giderdi. Koyunlar o gelinceye kadar çizdiği çizginin dışına çıkmazlardı.
Bir def’asında gusl abdesti alması îcâb etdi. Gusl abdesti almak için su bulamadı. Bir parça bulut gelip, yağmur yağdı ve o su ile gusl abdesti aldı. Sonra bulut gitdi. Onu bir odaya habs edip kapısını sıkıca kapatmışlardı. Sonra kapıyı açdıklarında onu içerde göremediler.
Süfyân-ı Sevrî “rahmetullahi aleyh” şöyle anlatmışdır: Şeybân-ı Râî ile hacca gidiyorduk. Yolda giderken karşıda bir aslan göründü. Şeybâna karşıdan geleni görüyormusun, yolumuzu kesdi dedim. Bana, korkma dedi ve aslanı yanına çağırdı. Aslan, köpek gibi kuyruğunu sallayarak geldi. Aslanın kulağını tutup bükdü. Bu ne şöhretdir, dedim. Şeybân, ey Sevrî, eğer meşhûr olmağı kötü bilmeseydim, eşyâmı kendim taşımazdım. Bu aslana yükleyip, tâ Mekkeye kadar ona taşıtırdım, dedi.
Merv ehlindendir. 118 de Horâsânda doğdu. Fırat kenârında Hey’et denilen bir beldede 181 [m. 797]de vefât etdi. Kabri oradadır. Zemânında, ilm ehlinden hiç kimsede bulunmayan üstün hasletler, bir arada olarak, onda toplanmışdı. Fakîh, âlim, vera’ sâhibi, sünnet-i seniyyenin ma’rifetine sâhib ve hâfız idi. Bütün ilmlerde âlim idi. Kahramânları imrendirecek derecede şecâ’at sâhibi ve cesûr idi. Şi’r söyliyen bir edîb idi. Eline geçen şeyleri vermekde çok cömerd idi. Süfyân-ı Sevrî “rahmetullahi aleyh”, senede üç gün Abdüllah bin Mubârek “rahmetullahi aleyh” gibi olabileyim diye çok gayret sarf etdim. Buna güç yetiremedim, demişdir.
Fudayl bin Iyâd “rahmetullahi aleyh”, Kâ’benin sâhibi olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, şu iki gözüm, Abdüllah bin Mubârek “rahmetullahi aleyh” gibi, bir başka kimse
görmemişdir, demişdir.
Gözleri görmeyen bir kimse, Abdüllah bin Mubârek hazretlerinin huzûruna gidip, benim için düâ ediniz de, Allahü teâlâ gözlerimi açsın, görür hâle getirsin, dedi. Ayağa kalkıp düâ etdi. O şahsın gözleri açılıp, görmeğe başladı. Selefden bir zât, ben o şahsı gözleri görmez iken de, gözleri görmeğe başlayınca da gördüm, demişdir.
Abdüllah bin Mubârek “rahmetullahi aleyh”, ölüm hastalığında hizmetcisine, şübhesiz ki bu gece vefât edeceğim. Şu kitâblarımı götür nehre at gel, buyurdu. Hizmetci kitâbları alıp gitdi. Fekat atmağa kıyamadı, geri geldi. Hizmetcisine, kitâbları nehre atdın mı, dedi. O da atdım, dedi. Ne alâmet gördün, dedi. Hiçbir alâmet görmedim deyince, sen onları atmamışsın! Haydi onları at gel, buyurdu. Hizmetci şöyle demişdir: Kitâbları götürüp nehre atınca, Hane ırmağından göğe doğru bir nûr yükseldiğini gördüm. Huzûruna dönünce, ne yapdın diye sorunca, emrinizi yerine getirdim, dedim. Ne gördün, dedi. Irmakdan gökyüzüne doğru yükselen bir nûr gördüm deyince, evet şimdi söylediğimi yerine getirmişsin, buyurdu. Sonra buyurdu ki: Bu gece vefât edeceğim. Cenâzemi yıka, ihrâm olarak bağladığım bezleri bana kefen yap, insanlar toplanmadan önce beni defn ediniz. Vasıyyetini aynen yerine getirdik. Cenâzesini dışarı çıkarınca, bakdım ki ırmağın üzerinde uzakdan bir kayık gözükdü. O kayıkdan bir gurub insân inip, yanımıza geldiler ve Elhamdülillah cenâzeye yetişdik, dediler. Cenâze nemâzını kılıp defn etdik. Kayıkla gelen kimselere bu vefât haberini duydunuz mu diye sordum. Onların rehberi durumunda olan bir ihtiyâr zat dedi ki: Rü’yâmda bu civârda bir zâtın vefât etdiğini, her kim onun cenâze nemâzında bulunursa, Allahü teâlânın ona Cenneti nasîb edeceğini söylediler. Hemen bu kayığı kirâladık ve cenâze nemâzına yetişdik. [Buyururdu ki, (Edeb nedir? Âlimler, çeşidli ta’rîf etmiş. Bence edeb, kişinin nefsini tanımasıdır.) (Birinin bir lira hakkını ödemek, bin lira sadaka vermekden dahâ iyidir. Çalışıp kazanmak, tevekkülü bozmaz)]
Sözüne güvenilir bir kimse şöyle anlatmışdır: Tarsûsda Ebû Mu’âviyenin “rahmetullahi aleyh” ziyâretine gitmişdim. Gözleri kapanmışdı, göremiyordu. Dıvârda asılı bir Kur’ân-ı kerîm gördüm. Allahü teâlâ sana rahmet etsin. Gözlerin görmediği hâlde, bu Kur’ân-ı kerîm orada niçin duruyor, dedim. Ben hayâtda olduğum müddetçe, kimseye anlatmaman şartıyla, bir şey söyliyeyim dedi ve şöyle söyledi: Ne zemân Kur’ân-ı kerîm okumak istesem gözlerim açılır, okurum. Okumam bitince gözlerim yine kapanır. Bunun böyle olduğunu görenler, o Kur’ân-ı kerîmi açınca gözleri açılır. Kapatınca da gözleri görmez olurdu, demişlerdir.
Büyüklerden bir zât şöyle anlatmışdır: Bir yolculukda idik. Bir yerde konakladık. Orada beyâz bir yılan ölüsü gördük. (Onun cinnîlerden olduğunu düşünerek) bu müslimân biri (bir cinnî) olabilir diyerek, üzerine biraz su döküp toprağa gömdük. O gece bir ses duyduk. Fekat seslenenleri göremedik. Bize şöyle diyorlardı: Allahü teâlâ size rahmet etsin. O müslimân için yapdığınızı gördük. İsterseniz size ilâc öğretelim, kendinizin ve başkalarının tedâvisinde kullanırsınız. İsterseniz su ihtiyâcınızı karşılayalım ve develerinizi otlatalım, dediler. Biz su ihtiyâcımızın karşılanmasını ve develerimize bakılmasını istedik. Konakladığınız her yerde, su kablarını develerinizin boynuna takın, develeriniz otlamakdan döndüğünde, boyunlarında kablarınızı su ile dolu bulursunuz, dediler. Bir menzîle konduk. Su kablarımızı develerin boynuna asıp, develeri serbest bırakdık. Akşam develer karınları doymuş hâlde geldiler. Boyunlarına asdığımız kablarımız da su ile dolu idi. O yolculuğumuzda konakladığımız her yerde böyle oldu.
Allahü teâlâ, bu büyük âlimlerin ve yakîn derecesine kavuşmuş olan yüce zâtların “rıdvânullahi aleyhim ecma’în ilâ yevmiddîn” yüksek menkıbelerini ve üstün hâllerini kısaca yazmağı nasîb etdi. Şübhesiz ki o büyüklerin kerâmetleri, hârikul’âde hâlleri o kadar çok ve meşhûrdur ki, bu anlatı-
lanlar onların fazîletlerinden ve üstün hâllerinden bir nümûnedir. Bu anlatılanlarla onların kadrini beyân etmek imkânsızdır. Üstün akllıların akl kuşu yüz sene uçsa, bu kol ve kanatla o yüksek mevkı’ye yetişmez. İnsanların anlayışı ve zekâsı bin sene uğraşsa, bu anlayışıyla o büyüklerin derecesini anlayamaz, o meydâna giremez. Kaldı ki, onlardan meydâna gelen hârikalar kitâblara sığmaz. Onların hâlleriyle hâllenen onları anlar.
(Şevâhid-ün-nübüvve) mütercîmi Lâmi’î Çelebi, bu bölüme yapdığı ilâvede Moranın fethi seferine çıkan Osmânlı ordusunun gösterdiği büyük kahramânlıkları anlatmışdır. Kendisinin de bulunduğu bu feth seferinde şöyle bir hâdiseyi nakl etmişdir: Mora feth edilince, düşmândan pekçok esîr alınmışdı. Esîrler kendi aralarında, muhârebe sırasında Türklerin denizden atlarla devâmlı geçdiklerini, kal’anın üzerine çıkıp, uçduklarını ve burçlar üzerine konduklarını hayret, dehşet ve heyecânla anlatırlardı. Bu hâdise onlar arasında çok meşhûr idi. Böyle hârikul’âde hâller kerâmet olup, Allahü teâlânın sevdiği kullarına bir ihsânıdır. Bu ümmetden görülen bu hâller, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mu’cizelerinden ve peygamberliğinin delîllerindendir.
Yâ Allah, yâ Allah. Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah. Yâ Rahmân, yâ Rahîm, yâ afüvvü yâ Kerîm, fa’fü annî verhamnî yâ erhamerrâhimîn! Teveffenî müslimen ve el-hıknî bissâlihîn. Allahümmagfirlî ve li-âbâî ve ümmehâtî ve li âbâ-i ve ümmehât-i zevcetî ve li-ecdâdî ve ceddâtî ve li-ebnâî ve benâtî ve li-ihvetî ve ehavâtî ve li-a’mâmî ve ammâtî ve li-ahvâlî ve hâlâtî ve li-üstâzî Abdülhakîm-i Arvâsî ve lil mü’minîne vel mü’minât yevme yekûmülhisâb. “Rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în.”