Sa’îd bin Zeyd ibni Amr bin Fudayl, âşere-i mübeşşeredendir. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Cennet ile müjdelediği on sahâbîden biridir. [Hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” kızkardeşi Fâtımanın “radıyallahü anhâ” zevci idi. 51. yılında vefât etdi.] Nakl edilir ki: Bir kadın Eshâb-ı kirâmdan ba’zılarının bulunduğu bir yere gelip, Sa’îd bin Zeyd “radıyallahü anh” benim arsamı alıp, oraya binâ yapdı. Kendisine söyleyiniz yerimi versin. Yoksa Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mescidine gidip, onu şikâyet edeceğim, dedi. Eshâb-ı kirâm, kadının bu sözünü Sa’îd bin Zeyde “radıyallahü anh” söylediler. Sa’îd buyurdu ki, hazret-i Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” işitdim, buyurdu ki: (Bir kişi, hakkı olmadan bir karış yer alsa, Allahü teâlâ onu yedi kat yerden tard eder.) Ammâ hakîr bu hadîs-i şerîfi (Kitâb-ı Meşârık)da Sa’îd bin Zeydden şöyle de rivâyet edildiğini gördüm: (Bir kimse zulm ile bir karış yer alsa, kıyâmet gününde o kimse yedi kat yerin dibine batıncaya kadar o yer boynuna takılır.)
Sa’îd bin Zeyd “radıyallahü anh” kadının söylediklerini kendisine ileten sahâbiye, o kadına söyle, hakkım dediği yeri alsın, dedi. Sonra o kadına şöyle beddüâ etdi: Allahım! Eğer o kadın yalan söylüyor, bana iftirâ ediyorsa, onun gözünü görmez et! Gözleri görmez hâlde ölsün! Bu sözleri o kadına iletdiler. Kadın, Sa’îd bin Zeydin evini yıkıp, kendisi için ev yapmağa başladı. Aradan çok geçmeden gözleri görmez oldu. Geceleri câriyesini uyandırır, onun elinden tutarak, istediği yere onunla giderdi. Bir gece hizmetcisini uyandıramadı. Yalnız başına dışarı çıkdı. Bir kuyuya düşdü. Sabâhleyin onu kuyuda ölü buldular.
Enes “radıyallahü anh” şöyle anlatmışdır: Abbâd bin Beşîr ensârî ve Üseyd bin Hudayr ensârî, çok karanlık bir gecede, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûrunda idiler. Dışarı çıkdıklarında onlardan birinin elindeki bastonundan ışık yayıldı. Onun aydınlığında gitdiler. Birbirlerinden ayrılınca, ikisinin de bastonundan ışık yayıldı. Herbiri kendi bastonundan yayılan ışığın aydınlığında gitdi.
Emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “radıyallahü anh” şöyle anlatmışdır: Bir seferde idik. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Ammârı “radıyallahü anh” su getirmeğe gönderdi. Şeytân siyâh bir köle şekline girerek, onun su almasına mâni’ oldu. Ammâr “radıyallahü anh” şeytânı tutup yere vurdu. Şeytân, beni bırak sana mâni’ olmayacağım, dedi. Bırakınca yine mâni’ oldu. Ammâr “radıyallahü anh” onu tutup, tekrâr yere vurdu. Beni bırak sana mâni’ olmayacağım, dedi. Bu sefer sözünde durdu. Ammâr “radıyallahü anh” suyu aldı. Henüz Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûruna gelmeden, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”: “Şeytân siyâh bir köle sûretine girip, Ammârın su almasına mâni’ oldu ise de, Allahü teâlâ Ammâra zafer verdi” buyurdu. Bunu Ammâra bildirdik. O siyâh kölenin şeytân olduğunu bilseydim, onu öldürürdüm. Fekat burnunu ısırmak istemişdim. Fenâ bir koku hissetdim ve onu bırakdım, dedi.
Muhâcirlerdendir. Bahreynde Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” vâlîsi idi. Ebû Hüreyre “radıyallahü anh” şöyle anlatmışdır: Hiç kimsede görmediğim üç acâib hâli Alâ’ bin Hadremîde “radıyallahü anh” gördüm: Birincisi: Deniz sâhiline gitmişdik. Bize Allahü teâlânın ismini söyliyerek denize girin, dedi. Biz de Allahü teâlânın ismini söyliyerek denize girdik. Develerimizin tabanları hâriç hiç bir yerimiz ıslanmadı. İkincisi: Denizden geçip, sahrâya ulaşınca çok susadık.
Suyumuz da yokdu. Alâ’ bin Hadremîye “radıyallahü anh” söyledik. İki rek’at nemâz kıldı ve düâ etdi. Hemen başımızın üzerinde kalkan büyüklüğünde bir bulut ortaya çıkdı. O bulutdan o kadar yağmur yağdı ki, herkes suya kandı ve kablarını doldurdu. Üçüncüsü ise, Alâ’ bin Hadremî “radıyallahü anh” vefât edince, nemâzını kılıp defn etdik. Kabrinin üzerine kerpiçler koymuşduk. Sonra kefeninin bağlarını çözmeyi unutduğumuz aklıma geldi. Çözmek için kerpiçleri kaldırıp kabrini açdık. Onu kabrin içinde bulamadık.
Nakl edilir ki, Basrada bir kimsenin kulağına ufak bir çakıltaşı girmişdi. Gündüz râhatsız olur, gece de uyuyamazdı. Eshâb-ı kirâmdan “aleyhimürrıdvân” birine bunun çâresini sordular. O da Alâ’ bin Hadremînin “radıyallahü anh” düâsını okumalarını tavsiyye etdi. O bu düâyı deryâda ve çöllerde okurdu, dedi. Soran kimse, Allahü teâlâ sana rahmet versin, o düâ nedir, dedi. O düâ şöyledir buyurdu: “Yâ Âlî, yâ Azîm, yâ Halîm, yâ Alîm.” O kimse bu düâyı okuyunca kulağındaki taş parçası fırlayıp, ses çıkararak karşı dıvâra çarpdı.
Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Şâmda vefât eden son eshâbıdır. [(Eshâb-ı Kirâm) kitâbının 252.ci sahîfesine bakınız!] Kendisinden şöyle nakl edilmişdir: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” beni, bir kavmi islâma da’vet etmek için gönderdi. O kavm da’vetimi kabûl etmedi. Susamışdım. Onlardan su istedim. Vermediler ve susuzlukdan ölünceye kadar sana su vermeyeceğiz, dediler. Bir abam vardı. Onu başıma çekip, güneşin sıcağında yatıp uyudum. Rü’yâmda bir kimse elinde sırça bir kadehle içecek getirdi. Kimse öyle güzel bir kadeh görmemişdir ve öyle güzel bir içecek içmemişdir. Onu bana verdi, alıp içdim. Bitince uyandım. Vallahi o şerbeti içdikden sonra, bir dahâ hiç acıkmadım ve susamadım.
Câriyesinden şöyle nakl edilmişdir: Ebû Emâme “radıyallahü anh” sadaka vermeği çok severdi. Eline geçen altın, gümüş ve yiyecekleri sadaka vermek için toplar, bir fakîr geldiğinde ona verirdi. Bir gün bir fakîr geldi. Evde üç dinâr var-
dı. Birini o fakîre verdi. Bir fakîr dahâ geldi, birini de ona verdi. Sonra bir fakîr dahâ geldi. Kalan bir dinârı da ona verdi. Ben, evde bizim için hiç bir şey kalmadı, dedim. Sonra minder üzerine yatıp uyudu. Öğle vakti ezân okununca, onu uyandırdım. Mescide gitdi. Oruc tutduğu için, akşama ona yemek hâzırlamak maksadı ile biraz borç buldum. Akşam yemeğini hâzırladım, çırayı yakdım. Öğle vakti yatdığı yerde dinârlar gördüm. Saydım, üç yüz dinâr idi. Kendi kendime, her hâlde bu dinârlar vardır diye güvenerek sadaka vermişdir, dedim. Yatsı nemâzından sonra eve geldi. Hâzırladığım yemeği görünce, Allahü teâlâya hamd etdi ve bana bakarak tebessüm etdi. Yemeği yidikden sonra dinârları getirdim. Bunları burada bırakmışsınız, dedim. Feryâd ederek, yazıklar olsun bu nedir, dedi. Bilmiyorum, burada buldum, dedim. Feryâdı dahâ da ziyâde oldu.
Ebû Bekr “radıyallahü anh” şöyle bildirmişdir: Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûrunda, Hâlid bin Velîdden “radıyallahü anh” bahs edildi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”: (O, Allahü teâlânın kılıclarından bir kılıcdır. Kâfirlerin karşısına çıkarmışdır.) buyurdu.
Ebû Bekr “radıyallahü anh” halîfeliği sırasında, Hâlid bin Velîdi “radıyallahü anh” Hîre tarafına gönderdi. Hîre halkı, Abdülmesîh isminde bir kimseyi, ona elçi olarak gönderdi. Hediyye olarak da te’sîrini bir sâatde gösteren bir mikdâr zehr gönderdiler. Hâlid bin Velîd “radıyallahü anh” elçiye bu nedir diye sorunca, te’sîrini bir sâat içinde gösteren bir zehrdir, dedi. Hâlid bin Velîd “radıyallahü anh” o zehri avcuna koydu ve “Bismillâhi ve billahi Rabbissemâi velardı. Bismillâhillezî Lâ yedurru ma’asmihî dâün” düâsını okudu ve o zehri içdi. Hiçbir zararı dokunmadı. Elçi Abdülmesih kavmine döndü ve onunla sulh yapınız. Çünki te’sîrini bir sâat içinde gösteren zehri içdi, hiçbir zarar görmedi. Bu işi onlardan başkası yapamaz, dedi.
Nakl olunur ki, Hâlid bin Velîd “radıyallahü anh” askerlerinin arasında dolaşırken, bir kişinin bir şerâb tulumu gö-
türdüğünü gördü. Bu nedir diye sordu. O kimse bu sirkedir, dedi. Hâlid bin Velîd “radıyallahü anh”, Yâ Rabbî! Bunu sirke yap diye düâ etdi. O şahs şerâb tulumunu arkadaşlarının yanına götürdü. İçince sirke olduğunu anladılar. Yazıklar olsun sana, bu getirdiğin nedir, dediler. O şahs dedi ki: Ben şerâb getiriyordum. Yolda emîrinizi gördüm. Bu nedir dedi,sirkedir, dedim. Üç def’a Allahım, bunu sirke eyle diye düâ etdi. Allahü teâlâ onun düâsını kabûl eyledi.
Emîr-ül mü’minîn hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” en büyük oğludur. Bâlig olmadan önce Mekkede îmân edip, babası ile Medîneye hicret etmişdir. Eshâb-ı kirâmın âlim ve zâhidlerinden idi. Bin köle azâd etmişdir.
Mekkede hac sırasında, Cemre taşı atılırken halkın izdihâmı sırasında ayağının iki parmağı arasına bir şey batdı. Yara olup şişdi ve bu sebeble Mekkede hicretin yetmişüç veyâ yetmişdördüncü senesinde seksendört yaşında vefât etdi.
Şöyle nakl edilmişdir: Bir seferde, halkın toplandığını görüp, sebebini sordu. Burada bir aslan vardır, halkın yoldangeçmesine mâni’ oluyor, dediler. Abdüllah bin Ömer “radıyallahü anh” bineğinden inip, aslana doğru yürüdü. Aslanı eliyle itdi. Bir rivâyete göre ise, aslana bir sille vurarak yoldan uzaklaşdırdı. Sonra şöyle buyurdu: Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” işitdim: (Eğer insanlar, kendilerine musallat olan hiçbir şeyden korkmayıp da, yalnız Allahü teâlâdan korksaydı, kendilerine hiçbir şey musallat olmazdı) buyurdu.
Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” imâmlarından, büyük âlimlerindendir. Hâşimoğullarının hicretden üç sene önce muhâsara altına alındıkları Şa’b vâdîsinde doğdu. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” vefât etdiğinde, Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü anh” onüç yaşında idi. İki kerre Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” iki kerre de Cebrâ-
îl aleyhisselâmı gördüğünü ve Resûlullahın kendisine, Allahü teâlânın hikmet vermesi için düâ buyurduğunu söylemişdir. Hicretin altmışsekizinci senesinde yetmişbir yaşında Tâifde vefât etdi.
Meymûn Mihrân şöyle anlatmışdır: Tâifde, Abdüllah bin Abbâsın “radıyallahü anhümâ” cenâzesinde bulundum. Cenâze nemâzının kılınması için onu musallâya koydular. Bir beyâz kuş gelip, kefeninin içine girdi ve kayboldu. O kuşu her ne kadar aradılarsa da bulamadılar. Defn edip, kabrini örtdükden sonra bir ses işitdim. Söyliyeni görmüyordum. Meâli şerîfi, (Ey itâatkâr nefs, sen Ondan, O da senden râzı olarak haydi gir sâlih kullarım arasına, gir Cennetime) olan [Fecr sûresinin 27-30] âyet-i kerîmelerini okuyordu.
Nakl ederler ki, Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü anhümâ” bir gün mescide giderken, yolda bir kadın gördü. Nefsinde o kadına bir meyl hissetdi. Bunun üzerine, yâ Rabbî, bana gözümü bir ni’met olarak verdin. Fekat bunun bir belâ olmasından korkuyorum. Gözlerimi görmez et diye düâ etdi. Mubârek gözleri kapandı, görmez oldu. Kardeşinin oğlu onu mescide götürür, bir direğin dibine kıbleye karşı oturturdu. Sonra o çocuk oynamağa giderdi. Bir ihtiyâcı olunca çocuğa haber gönderip çağırırdı. Bir gün çocuk oyuna dalmışdı, gelmedi. Etrâfını kirleteceğinden korkarak, yâ Rabbî gözümü ni’met olarak verdin. Belâ olacağından korkduğum için kapatmanı istedim, kapatdın. Şimdi ise elbisemin ve mescidin kirlenmesinden korkuyorum, dedi. Gözleri açıldı ve görmeğe başladı. Evine gitdi. Bunları anlatan kimse, ben onu hem görür ve hem de görmez hâlde iken gördüm, demişdir.
Hicretin elliüçüncü senesinde Basrada vefât etdi. İbni Sirîn “rahmetullahi aleyh” Basrada Eshâb-ı kirâmdan İmrân bin Hasînden “radıyallahü anh” dahâ yaşlı kimse yokdu demişdir. Otuz sene karn ağrısı çekdi. Ateşle dağlayalım dediler, kabûl etmedi. Vefâtından iki sene önce kabûl etdi, dağladılar ve iyi oldu. Sonra buyurdu ki, önce nûr görüyordum. Sesler duyuyordum. Melekler bana selâm verirlerdi. Dağ-
landıkdan sonra bunlar olmadı. Çok tevbe istigfâr etdi. Allahü teâlânın bunları tekrâr ihsân etdiğini Mutrıf bin Abdüllaha söylemişdir.
Nakl edilir ki, Hamza bin Amr Eslemî “radıyallahü anh” seferlerden birinde, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ile birlikde idi. Çok karanlık bir gecede develer ürküp, bütün eşyâlar yere düşdü. Hamza bin Amr Eslemînin “radıyallahü anh” parmakları lamba gibi ışık verdi. Düşen eşyâları bulup develere yüklediler.
İsfehânlıdır. Künyesi Ebû Abdüllahdır. Emîr-ül mü’minînÖmer “radıyallahü anh” onu Medayna vâlî ta’yîn etdi. Emîrül mü’minîn Osmânın “radıyallahü anh” halîfeliği zemânında vefât etdi. Siyer âlimleri Selmân-ı Fârisînin “radıyallahü anh”uzun ömür sürdüğünü ve hazret-i Îsânın “aleyhisselâm” vâsîsine ulaşdığını, ikiyüzelli sene veyâ dahâ fazla yaşadığını söylemişlerdir. Enes “radıyallahü anh” şöyle rivâyet etmişdir: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bir hadîs-i şerîfde: “Sâbıklar (öncekiler) dört kişidir. Arabın sâbıkı, önderi Benim. Rûmun sâbıkı Suheybdir. Acemin sâbıkı Selmândır. Habeşin sâbıkı Bilâldir” buyurdu. Diğer bir hadîs-i şerîfde: “Selmân bizdendir, Ehl-i beytdendir” buyurdu.
Şöyle nakl edilir: Selmân-ı Fârisînin “radıyallahü anh” vefâtı yaklaşınca hanımına, bir mikdâr misk verdi. Onu suya koy ve başımın etrâfına saç, insan ve cin olmayan kimseler yanıma geleceklerdir, dedi. Hanımı dedi ki, söylediği gibi yapdım, sonra dışarı çıkdım. İçerden esselâmü aleyküm yâ Resûlullahın sâhibi, arkadaşı, diye bir ses duydum. İçeri girdim vefât etmişdi. Yatağında uyuyor gibiydi.
Sa’îd bin Müseyyib “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Abdüllah bin Selmândan “radıyallahü anh” naklen şöyle anlatmışdır: Selmân-ı Fârisî “radıyallahü anh” bana dedi ki, ey kardeşim, hangimiz önce vefât ederse, önce vefât eden kendini hayâtda olana göstersin, dedi. Ben bu mümkin olur mu, diye sordum.
Evet mümkin olur. Çünki, mü’minin rûhu bedenden ayrılınca, istediği yere gidebilir. Kâfirin rûhu siccînde habs edilmişdir, dedi. Selmân-ı Fârisî “radıyallahü anh” vefât etdi. Bir gün kaylûle için uyurken rü’yâmda Selmân-ı Fârisînin “radıyallahü anh” geldiğini gördüm. Selâm verdi. Selâmını aldım ve yerini nasıl buldun, dedim. İyidir, tevekkül et, tevekkül ne iyi şeydir, dedi ve bu sözü üç kerre tekrârladı.
Kendisi şöyle anlatmışdır: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Peygamberliğini bildirdikden sonra, Mekkeye gitdim. Kureyş müşriklerinden ba’zısı yanıma gelip, ey Tufeyl, bizim şehrimize geldin. Bizim aramızda Muhammed “aleyhisselâm” çıkıp, kavmimiz arasına ayrılık sokdu. Sözlerinde sihr te’sîri vardır. Kardeşi kardeşden, karıyı kocadan ayırıyor. Bu sözleri senin kavminin duymasından korkuyoruz. Onunla sakın konuşma, yanına gidip sözlerini dinleme, dediler. O kadar mübâlağa etdiler ki, onunla aslâ konuşmayayım, sözlerini dinlemeyeyim diye, azm etdim. Mescid-i harâma girince, Onun sözlerini duymamak için kulaklarıma pamuk tıkardım. Bir sabâh Mescid-i harâma girdim. Bakdım ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Kâ’beye yakın bir yerde nemâz kılıyordu. Ona yakın bir yerde durdum. Allahü teâlâ irâde etmiş olacak ki, Resûlullahın sözlerini duydum. Son derece güzel sözlerdi. Kendi kendime, ben şâirim ve zekî bir kimseyim. Sözlerin iyisini kötüsünü iyi bilirim. Onun yanına varayım. Eğer iyi söylerse kabûl edeyim, dedim. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” evine doğru dönüp, gitdi. Ben de, arkasından gitdim. Eve girince, ben de peşlerinden girdim. Ey Muhammed “aleyhisselâm”! Kavmin senin sözlerini işitmekden, beni o kadar korkutdular ki, işitmemek için kulaklarıma pamuk tıkamışdım. Allahü teâlâ irâde buyurmuş ki, senin güzel sözlerini işitdim. Onları bana bildir, dedim. Bana islâmı arz etdi ve Kur’ân-ı kerîm okudu. Vallahi ondan dahâ güzel kelâm işitmemişdim. Kelime-i şehâdet söyliyerek müslimân oldum. Sonra, yâ Resûlallah “sallallahü aleyhi ve sellem”! Kavmime benim sözüm geçer. İstiyorum ki gidip,
kavmimi islâma da’vet edeyim. Düâ buyurunuz da, Allahü teâlâ bana bir hârika versin ki, bu alâmet kavmimi islâma da’vetde bana yardımcı olsun, dedim. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”: “Yâ Rabbî, buna bir delîl, hârika ver” diye düâ buyurdu. Sonra kavmimin yanına gitmek üzere yola çıkdım. Onlara yaklaşdığım zemân iki gözümün arasında kandil gibi bir nûr parlamağa başladı. Etrâfa ışık saçıyordu. Allahım, bu alâmeti yüzümden başka bir yerime nakl eyle. Korkarım ki kavmim bu hâli görerek, bu değişiklik onun yüzünde, bizim dînimizden ayrıldığı için olmuşdur derler, diye düâ etdim. O nûr kamçımın ucuna geçdi. Asılmış bir kandil gibi ışık yayılıyordu. Kavmim arasında o kadar kalıp, onları islâma da’vet etdim ki, îmân etmedik az kimse kalmışdı. Sonra Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yanına döndüm. Yâ Resûlallah! Kavmime beddüâ ediniz. Çünki çok zinâ yapıyorlar, dedim. “Allahım, Dûs kavmine hidâyet ver” diye düâ buyurdu. Bana, yine kavminin arasına dön, onları islâma da’vet et, buyurdu. Gidip kavmimi islâma da’vete devâm etdim.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Medîneye hicret edince, Bedr, Uhud ve Hendek gazâları yapıldı. Müslimân olanlardan bir cemâ’at ile birlikde, Hayber gazâsında Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yanına gitdik. Mekke feth edilinceye kadar Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yanında bulundum. Mekkenin fethinden sonra, beni Zilkefeyn adında bir putu yıkmak için gönderdi. Gidip o putu yıkdım, geldim. Ondan sonra, vefâtına kadar Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ile berâber oldum.
Şöyle nakl edilmişdir: Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” vefâtından sonra, arablardan dinden dönenler oldu. Tufeyl bin Amr “radıyallahü anh” bir gurub müslimânla Yemâme tarafına cihâda gitdi. Yolda bir rü’yâ gördü. Rü’yâsını arkadaşlarına şöyle anlatdı. Başımı traş etdiler, ağzımdan bir kuş çıkıp uçdu. Bir kadın beni gördü, alıp karnının içine koydu. Oğlum beni çok aradı, bulamadı. Arkadaşları bu rü’yâsına hayrdır inşâallah dediler. Kendisi, ben bu rü’yâmı şöyle ta’bîr etdim, dedi: Başımı traş etmeleri, bu gazâda başımı vereceğimi, şehîd olacağımı gösterir. Ağzımdan çıkan kuş rû-
humdur. Beni karnına koyan kadın yeryüzüdür. Oğlumun beni çok arayıp bulamaması ise, onun bu gazâda şehîd olmayı çok isteyip, şehîd olamamasını gösterir.
Tufeyl bin Amr “radıyallahü anh” Yemâme gazâsında şehîd oldu. Oğlu Amr ise çok yara aldı. Fekat sonra sıhhate kavuşdu. Hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” halîfeliği zemânında Yermükde o da şehîd oldu.
Zevcât-ı mutahharadan Ümmü Selemenin “radıyallahü anhâ” kölesi idi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hayâtda olduğu müddetce, Resûlullaha hizmet etmek şartı ile onu azâd etdi. Sefîne “radıyallahü anh” Ümmü Selemeye “radıyallahü anhâ” şöyle demişdir: Eğer sen bu şartı koymasaydın, hayâtda olduğum müddetce, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” yine hizmet ederdim. On sene hizmet etdiği söylenmişdir. İsmin nedir diye soranlara, adımı söylemem. Bana Resûlullah Sefîne ismini koymuşdur, derdi. Kendisine Sefîne isminin hangi sebeble verildiği sorulduğunda, şöyle demişdir: Bir gün Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ve Eshâb-ı kirâm ile sefere çıkmışdık. Yanlarındaki eşyâ ağırlık vermiş olmalı ki, bana kilimini yere ser, buyurdu. Bütün eşyâları o kilimin üzerine koydu. Sonra bana bunları götür, sen Sefînesin buyurdu. O gün benim üzerime bir deve yükü yüklediler. Yedi yük saymışlardı. Bana aslâ ağır gelmedi.
Kendisi şöyle anlatmışdır: Bir gün gemiye binmişdim. Denizin dalgasından gemi parçalanıp dağıldı. Bir tahta parçasına tutunabildim. Dalgalar beni bir ormana atdı. Orada bir aslan vardı. Ey Ebel Hâris (aslan)! Ben Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” kölesi Sefîneyim dedim. Aslan başını yere eğdi ve gelip yanını bana sürdü. Sonra bana yolu gösterdi. Yola çıkdığımızda yumuşak sesler çıkarıyordu. Anladım ki bana vedâ ediyordu.
Nakl edilir ki, Âl-i Cefneden olan Cebele-i Gassânî dinden dönüp, Rûm kayserinin yanına gitmişdi. Hazret-i Ömerin “ra-
dıyallahü anh” elçisi ile, Hassân bin Sâbite “radıyallahü anh” hediyyeler göndermişdi. Hassân bin Sâbit, hazret-i Ömerin kapısına gelip, içeri girerek selâm verdi. Ey mü’minlerin emîri! Ben Âl-i Cefnenin hediyyelerinin kokusunu duyuyorum, dedi. Hazret-i Ömer “radıyallahü anh”, evet Cebele-i Gassânî sana hediyye göndermiş, dedi. Bu hâdiseyi nakl eden kimse şöyle demişdir: Hassân bin Sâbitin hâdiseden hiç haberi olmadığı hâlde, yalnız kokusuyla Âl-i Cefnenin hediyyeleri olduğunu anlamasına hayret eder, hiç unutmam.
Müslimân oldukdan sonra, kavmine gidip, onları islâma da’vet etmek için, Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” izn istedi. Kavmine gidip onları islâma da’vet etdi. Kavminden bir kişi hâric hepsi müslimân oldular. Îmân etmeyen o kimse: Ey Amr! Allah senin hayâtını sana zehr etsin. Bizim putlarımızı terk etmemizi ve atalarımızın dîninden dönmemizi istiyorsun, dedi. Amr “radıyallahü anh” ona, ikimizden hangimiz yalan söylüyorsa, Allah onun hayâtını zehr etsin, dedi. O şahsın dudakları ve ağzı parçalanıp döküldü. Yidiği yemeğin tadını alamazdı. Sonra gözleri kör oldu, dili tutuldu ve bu hâl üzere öldü.
Vefât edeceği sırada, beni iki parça elbise ile kefenleyin diye vasıyyet etdi. Vefât edince iki elbise ve bir de gömlek ile kefenleyip defn etdiler. Sabâhleyin, o gömleği elbiselerin üzerine bırakıldığı bir ağaç üzerinde gördüler. Bu gömlek onun mu, yoksa başkasının mı diye tereddüt etdiler. O gömleği diken terziyi buldular ve sordular. Terzi yemîn ederek, bu gömlek, İhbân “radıyallahü anh” defn edildiği zemân üzerinde olan gömlekdir, dedi.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Ebû Kursâfeye “radıyallahü anh” bir elbise giydirmişdi. Halk ona düâ için
gelir, o da onlara düâ edip, Allahü teâlâdan bereket dilerdi. Gelenler o düânın te’sîrini kendilerinde görürlerdi.
Ebû Kursâfe “radıyallahü anh” Askalanlıdır. Oğlu Kursâfe rûm diyârına gazâya gitmişdi. Her sabâh nemâzı vaktinde, Askalandan, ey Kursâfe, nemâz, nemâz diye oğluna seslenirdi. Oğlu Kursâfe de rûm diyârından, buyur babacığım, diye cevâb verirdi. Arkadaşları sen böyle kime cevâb veriyorsun diye sorduklarında, babam beni nemâza uyandırıyor, derdi.
Ebû Kursâfe “radıyallahü anh” şöyle rivâyet etmişdir: Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” işitdim: Bir kimse yatmadan önce yatağına gelip, Tebâreke sûresini okuyup, sonra dört def’a Allahümme Rabbül Hılli vel-Harâm ve Rabbül-Beledil-harâm ve Rabbül-meş’aril harâm bi külli âyetin enzeltenâ fî şehri ramezâne bellig rûhi Muhammedin minnî tahiyyeten ve selâmâ” diye düâ ederse, Allahü teâlâ iki melek gönderir, o selâmı Resûlullaha ulaşdırırlar. Resûlullah da “sallallahü aleyhi ve sellem”, benden de, falan oğlu falana selâm söyleyin, Allahın rahmeti ve bereketi üzerine olsun, buyurur.
Künyesi Ebû Hamzadır. Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” on sene hizmet etdi. Resûlullah Medîneye hicret etdiğinde, Enes bin Mâlik on yaşında idi. Eshâb-ı kirâmdan “aleyhimürrıdvân” Basrada vefât edenlerin sonuncusudur. Cenâzesini Muhammed bin Sîrîn “rahimehullah” yıkadı.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Enes bin Mâlikin mâlının ve evlâdının çok olması, ömrünün uzun olması ve magfiret edilmesi için düâ etdi. Kendisi demişdir ki: Hurma ağaçlarım senede iki kerre hurma verirdi. Doksansekiz veyâ yüz çocuğum oldu. [(Se’âdet-i Ebediyye) kitâbının 1035.ci sahîfesinde, 2.ci cild, 17.ci mektûbda diyor ki: Abdüllah ibni Zübeyr “radıyallahü anhümâ” halîfe iken, tâ’ûn hastalığı oldu. Enes bin Mâlikin “radıyallahü anh” seksenüç çocuğu öldü.] O kadar uzun ömrlü oldum ki, bana hayât lakabını verdiler. Düânın dördüncü kısmında buyrulan magfirete de kavuşacağım-
dan ümmîdim çokdur. Doksandokuz, yüz veyâ yüzüç veyâ yüzyedi yaşlarında vefât etdiği rivâyet edilmişdir.
Nakl ederler ki, Enes bin Mâlikin “radıyallahü anh” tarlalarını ekip biçen kimse, kendisine arâzînin kurak kaldığını, suya ihtiyâcı olduğunu söyledi. Abdest alıp iki rek’at nemâz kıldı ve düâ etdi. Bir parça bulut gelip, tarlalarının üzerini kapladı. Yaz günlerinde idi. Tarlalarının üzerine o kadar yağmur yağdı ki suya doyurdu. Sonra hizmetcisini gönderip, yağmur nerelere yağmış git bak bakalım, dedi. Hizmetci gidip bakdı ve yağmur sizin arâzinizin dışına çıkmamış diye haber getirdi.
Sâbit bin Kays “radıyallahü anh” şöyle anlatmışdır: Bir seriyyeye çıkmışdık. Düşmânın câsûslarını gördük ve kaçmağa başladık. Arkadaşlarımızdan birisinin atı tökezledi. Atından uyluğunun üzerine düşdü. Uyluğu kırılmışdı ve kemikleri sanki hurma çekirdekleri gibi parçalanmışdı. Onu bir ata bindirmek istedik, mümkin olmadı. Beni katl edin dedi. Çâresiz onu orada bırakıp gitdik. Bir gün ve bir gece yol aldık. Bir de bakdık, o arkadaşımız arkamızdan yetişdi. Ayağı temâmen iyileşmişdi. Sanki aradan bir sene geçmiş gibi iyileşmişdi. O kimse bize şöyle anlatdı: Beyâz ata binmiş bir kimse yanıma geldi. Elini uyluğuma sürdü ve bana, meâl-i şerîfi, (Eğer yüz çevirirlerse, de ki, Allah bana yeter, Ondan başka ilâh yokdur, yalnız Ona güveniyorum, O arş-ı azîmin Rabbidir) olan, Tevbe sûresi 129.cu âyet-i kerîmesini oku, dedi. Okudum, uyluğum iyileşdi.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Tebük gazâsından dönünce, Temîm-i Dârî, Dâriyînden bir cemâ’at ile birlikde gelip müslimân olmuşdu.
Nakl edilir ki, hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” halîfeliği sırasında Medînede Hurrede bir yangın çıkdı. Hazret-iÖmer, Temîm-i Dârînin yanına gidip, haydi kalk, bu ateşin yanına gidelim, dedi. Yâ Emîr-el mü’minîn! Ben kimim ki,
dediyse de, hazret-i Ömer “radıyallahü anh” çok ısrâr etdi. Bunun üzerine kalkıp, onunla birlikde yangının çıkdığı yere gitdi. Bu hâdiseyi anlatan kimse şöyle demişdir: Ben de onların arkasından gitdim. Bakdım ki, Temîm-i Dârî “radıyallahü anh” eliyle ateşe işâret etdi. Ateşi dar bir boğaza sokuncaya kadar sürüp ta’kîb etdi. Hazret-i Ömer “radıyallahü anh” şöyle diyordu: “Gören, görmeyen gibi değildir.” [Bir rek’at nemâzda Kur’ân-ı kerîmi hatm eden dört kişiden biridir.]
Nu’mân bin Beşîr “radıyallahü anh” şöyle anlatmışdır: Zeyd bin Hârice “radıyallahü anh” Medînenin sıhhatli kimselerinden idi. Boğazında bir hastalık ortaya çıkıp, öğle ile ikindi vakti arasında vefât etdi. Onu yatırıp üzerine bir örtü örtdüm. Sonra mescide gidip, ikindi ve akşam nemâzlarını kıldım. Bir kimse gelip, bana haydi kalk, Zeyd bin Hârice vefât etdikden sonra konuşuyor, dedi. Acele yanına gitdim. Ensârdan bir cemâ’at etrâfında toplanmışdı. Ben de yanına oturdum. Konuşuyordu veyâ onun ağzından konuşuluyordu.Şunları söylediğini duydum. Ömer “radıyallahü anh” kavmin celâletlisi idi. Allah yolunda çalışırken kendisine gelen elem ve sıkıntılardan korkmadı ve yılmadı. Kuvvetlilerin za’îfleri ezmesine mâni’ oldu, dedi. Sonra hazret-i Osmândan “radıyallahü anh” bahsedip, halîfeliğinin son zemânlarında çıkacak fitne ve karışıklıklardan söz etdi. Sonra Cennet ve Cehennemden ve içinde bulunanların hâllerinden ba’zı şeyler söyledi ve susdu. Orada bulunanlara ben gelmeden önce neler söyledi diye sordum. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” ve hazret-i Ebû Bekrin “radıyallahü anh” hâllerinden haber verdi, dediler.
Hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” câriyesidir. Şöyle anlatılmışdır: Bir gün Zâide “radıyallahü anhâ”, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûruna geldi ve selâm verdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”: Ey Zâide, niçin ya-
nıma seyrek geliyorsun. Senin hâlin iyidir, ben seni severim, buyurdu. Yâ Resûlallah! Bu gün başıma acâib bir iş geldi. O sebebden huzûrunuza geldim, dedi. O hâdise nedir diye sorunca, şöyle anlatdı: Sabâhleyin odun toplamağa gitmişdim. Bir kucak odun toplayıp bağladım ve bir taşın üzerine koydum. O sırada yer ile gök arasında bir süvârî gördüm. Bana selâm verdi ve seyyidine, peygamberine selâm söyle ve de ki, Cennetin bekcisi Rıdvân şöyle dedi: Müjdeler olsun ki, ümmeti üç gurub hâlinde Cennete gireceklerdir. Bir gurub hesâbsız girer. Bir gurubun hesâbı kolay geçer. Bir gurubu da Onun şefâ’ati ile girer. Bunları söyledikden sonra göke yükseldi. Yer ile gök arasında bana iltifâtlarda bulundu.
Topladığım odunları zor taşıdığımı görünce, ey Zâide, odunları taşın üzerine koy, taşa, o odunları Zâide ile birlikde Ömerin “radıyallahü anh” evine götür, dedi. Taş hareket etdi ve odunu hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” evinin kapısına kadar getirdi, dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” kalkıp, Onun ile hazret-i Ömerin kapısına gitdi. Taşın gelip-gitdiği izleri gördü ve “Allahü teâlâya hamd olsun ki, ben dünyâda iken Rıdvân, ümmetimin afv edileceğini müjdeledi ve ümmetimden bir kadını Meryem “radıyallahü anhâ” derecesine ulaşdırdı” buyurdu.
Enes bin Mâlik “radıyallahü anh” şöyle anlatmışdır: Ensârdan bir genç hastalanmışdı. Ziyâretine gitdik. Çok yaşlı ve gözleri görmeyen bir annesi vardı. Biz orada iken o genç vefât etdi. Yüzünü örtdük ve annesine Allahü teâlâ bu musîbet sebebiyle sana ecr ve sabr versin, dedik. Oğlum vefât etdi mi, diye sordu. Evet vefât etdi, dedik. Yâ Rabbî! Senin ve Peygamberinin yolunda gitdiğimi biliyorsun. Sıkıntılı zemânlarımda imdâdıma sen yetişirsin. Bu günkü musîbeti üzerimden kaldır diye düâ etdi. Biz henüz dışarı çıkmamışdık. Bir de bakdık ki ölen genç dirilip, yüzüne örtdüğümüz örtüyü kaldırdı ve ayağa kalkdı. Berâber yemek yidik.