İMÂM-I HÜCCET MUHAMMED BİN HASEN

“radıyallahü anhüm”

İmâm-ı Askerî Hasen bin Alînin oğludur. Oniki imâmın onikincisidir. İsmi Muhammeddir. Künyesi Ebül Kâsımdır. Lakabları, Hüccet, Kâim, Mehdî, Muntazır ve Sâhibüzzemândır. Kendisine Hüccet lakabını veren İmâmiyye fırkası, onun oniki imâmın sonuncusu olduğu ve hicrî ikiyüzaltmışbeş veyâ ikiyüzaltmışaltı senesinde Sermenrayda, yer altında kaybolduğu, annesi onu beklediği hâlde çıkmadığı inancındadırlar.

Annesi Ümmi veled bir câriye idi.Annesinin isminin Saykal, Sevsen, Nercis veyâ başka olduğu söylenmişdir. Hicretin ikiyüzellisekizinci senesinde Ramezân ayının yirmiüçünde Sermenrayda doğdu. Hicretin ikiyüzellibeşinde Şa’bân ayının ortasında doğduğu da söylenmişdir.

● İmâm-ı Askerî Ebû Muhammed Zekînin “radıyallahü anh” teyzesi şöyle anlatmışdır: Bir gün İmâm-ı Askerînin “radıyallahü anh” yanına gitmişdim. Bana, teyzeciğim bu gece bizim evde kal. Allahü teâlâ bize bir halef, yerimize geçecek bir evlâd verecekdir, buyurdu. Oğlun kimden olacak, hanımın Nercisde bir hâmilelik hâli yokdur, dedim. Teyzeciğim, Nercis hâmilelik yükünü çekmeyecek, ancak doğum vaktinde belli olacak buyurdu. O gece orada kaldım. Gece yarısı geçince, kalkıp teheccüd nemâzı kıldım. Nercis de teheccüde kalkdı. Kendi kendime sabâh yaklaşdı, Ebû Muhammedin söylediği doğum alâmetleri görünmüyor, dedim. O sırada Ebû Muhammed İmâm-ı Askerî odasından bana seslenerek, teyzeciğim, acele etme, Nercisin bulunduğu odaya git, dedi. Gitdim. Nercis beni karşıladı. Vücûdu titriyordu. Onu bağrıma basdım. İhlâs sûresini, Kadr sûresini ve Âyet-el kürsîyi okudum. Nercisin doğacak olan çocuğu da karnında okuyordu. Sonra oda aydınlandı. Bakdım çocuk doğmuş ve yerde yatıyordu, hemen kaldırdım. O sırada İmâm-ı Askerî odasından seslenerek, teyzeciğim oğlumu getir, dedi. Çocuğu sarıp götürdüm. Çocuğu alıp, mubârek dilini ağzına götürüp, Allahü teâlânın izniyle konuş buyur-

-392-

du. Çocuk Bismillâhirrahmânirrahîm dedi ve meâl-i şerîfi,

(Biz ise istiyorduk ki, o yere güçsüz düşürülenlere lütfda bulunalım, onları önderler yapalım, onlara (ötekilerin) yerini aldıralım) olan Kasas sûresinin 5.ci âyetini okudu. O sırada etrâfımızı yeşil renkli kuşlar sardılar. İmâm-ı Askerî “radıyallahü anh” onlardan birini çağırdı. Bunu tut ve Allahü teâlânın emrinin erişmesine kadar sakla, buyurdu. O kuşun çevresindeki kuşların ne olduğunu sordum. O kuş şeklinde gördüğümüz Cebrâîl aleyhisselâm, diğerlerinin de rahmet melekleri olduğunu söyledi. Sonra çocuğu annesine götür, buyurdu. Meâl-i şerîfi, (... Böylelikle biz onu gözü aydın olsun, gam çekmesin ve Allahın va’dinin gerçek olduğunu bilsin diye annesine geri verdik. Fekat yine de pek çoğu (bunu) bilmezler) olan Kasas sûresinin 13.cü âyet-i kerîmesini okudu. Onu alıp götürdüm. Doğduğu zemân göbeği kesilmiş ve sünnet olmuş idi. Sağ kolunda, meâl-i şerîfi, (... Hak geldi bâtıl, yıkılıp gitdi. Zâten bâtıl yıkılmağa mahkûmdur) olan İsrâ sûresi 81.ci âyet-i kerîmesi yazılı idi. Doğduğunda iki dizi üzerine oturup, şehâdet parmağını kaldırdı. Sonra aksırdı ve elhamdülillah, dedi.

● Başka birisi şöyle anlatmışdır: Bir gün İmâm-ı Askerînin “radıyallahü anh” huzûrunda idim. Senden sonra hale-fin, yerine geçecek olan kimdir, diye sordum. Odasına gitdi. Kucağında ayın ondördü gibi parlayan üç yaşlarında bir çocuk ile geldi. Eğer sen Allahü teâlâ indinde mükerrem bir kimse olmasaydın, bu oğlumu sana göstermezdim. Bunun ismi Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” ismi gibi, künyesi de Onun künyesi gibidir. Zulm dolu olan yeryüzü bunun zemânında adâletle dolacakdır, buyurdu.

● Bir diğer şahs şöyle anlatmışdır: Bir gün Ebû Muhammed İmâm-ı Askerînin “radıyallahü anh” huzûrunda idim. Sağ tarafında bir oda gördüm. Kapısında perde çekilmişdi. Sizden sonra sizin vazîfenizi yapacak olan vasîniz kim olacakdır, dedim. Bana şu odanın kapısındaki perdeyi kaldır, buyurdu. Perdeyi kaldırdım. İçerden nûr yüzlü bir çocuk çıkdı. Sağ yanağında bir ben vardı ve saçları uzunca idi. Gelip

-393-

İmâm-ı Askerînin dizinin dibine oturdu. İmâm-ı Askerî hazretleri belli bir zemâna kadar şu odaya gir, buyurdu. O odaya girerken, ben de ona bakıyordum. Sonra da bana haydi kalk, o odaya bak, içinde kim vardır. Çocuk odaya girdikden sonra imâm-ı Askerînin emri üzerine gidip, o odaya bakdım. Hiç kimse yokdu.

● Yine bir şahs şöyle anlatmışdır: Halîfe Mu’tedıd beni iki kimseyle birlikde çağırdı. İmâm-ı Askerî Hasen bin Alînin “radıyallahü anh” vefât etdiğini söyledi. Sermenraya gidip evini yıkmamızı ve evinde kimi bulursak başını getirmemizi emr etdi. Sermenraya gidip, İmâm-ı Askerînin “radıyallahü anh” evine vardık. Sanki yeni yapılmış gibi çok güzel, tertemiz bir evdi. Evde bir perde vardı. Perdeyi kaldırdık. Karşımıza bir mahzen çıkdı. Mahzenin ilerisinde bir deniz gördük. Güzel yüzlü bir kimse, suyun üstüne bir hasır sermiş, üzerinde nemâz kılıyordu. Bize hiç alâka göstermedi. Yanımdaki iki arkadaşımdan biri biraz ilerlemek istedi. Fekat suya batdı. Elinden tutup kurtardım. Diğer arkadaşımız da ilerlemek istedi. O da suya batdı. Onu da güçlükle kurtarabildik. Ben bu durum karşısında şaşırıp kalmışdım. Ey ev sâhibi, biz nereye geldiğimizi bilemedik. Allahü teâlâdan afv, senden özr dileriz, dedim. Bize hiç iltifât etmedi. Geri dönüp, halîfe Mu’tedıdın yanına geldik. Hâdiseyi aynen anlatdık. Halîfe bu sırrı gizleyiniz. Kimseye anlatmayınız. Yoksa sizin başınızı vurdururum, dedi.

Şî’îlerin İmâmiyye fırkası, İmâm-ı Hüccete iki çeşid gaybet (kaybolma) isnâd ederler. Birincisi, doğumundan sefâretin, imâmetinin sonuna kadar olan kısa zemânda olan gaybeti. İkincisi; uzun gaybeti olup, sefâretin, imâmetin sona ermesinden, Allahü teâlânın yeniden onu ortaya çıkarmasını takdîr etdiği zemâna kadar olan gaybetdir. İmâm-ı Hüccetin “radıyallahü anh” kısa gaybetinde iki elçisi vardır. Onlar insanların ihtiyâclarını gidermekde ve süâllerine cevâb vermekde İmâm-ı Hüccet ile insanlar arasında vâsıtadır, derler. Elçilik, Alî bin Muhammed adlı bir şahsda son bulmuşdur. Bu şahs hicrî üçyüzyirmialtı senesinde vefât etmişdi. Rivâyet

-394-

olundu ki, Muhammed bin Hasen Askerî “radıyallahü anh” vefâtından altı gün önce, Alî bin Muhammede şöyle yazmışdır: Bismillâhirrahmânirrahîm. Ey Alî bin Muhammed! Allahü teâlâ sana çok ecr versin. Sen altı gün içinde öleceksin. İşlerini bitir ve makâmını kimseye vasıyyet etme! Zîrâ tam gayb olma zemânın gelmişdir. İmâmlık bundan sonra ancak Allahü teâlânın izniyle ortaya çıkar. Bu da tûl-i emele dalma ile kalblerin kararması, yer yüzünün kötülüklerle dolmasından sonra vukû’ bulur. O zemân bana tâbi’ olanlardan biri gelecekdir. Kim Deccâl çıkmadan ve sayha zuhûr etmeden onu müşâhede etdiğini, gördüğünü söylerse, o yalancı ve iftirâcıdır. Lâ havle velâ kuvvete illâ billahil aliyyil azîm, diye yazdı ve Alî bin Muhammed altı gün sonra kimseye vasıyyet etmeden vefât etmişdir. O zemândan i’tibâren Allahü teâlânın dilediği zemâna kadar uzun gaybet başladı, derler. Bu fırkanın gaybet-i kasri (kısa gaybet) müddetinde İmâm-ı Hüccet ile alâkalı pekçok hikâyeleri vardır.

İmâmiyye fırkasının anlatdığı bir hâdise de şöyledir: Halle nâhiyesi ehâlisinden İsmâ’îl adında bir kimsede bir yara çıkdı. Bağdâdın bütün tabîbleri onu tedâvî etmekden âciz kaldılar. Bunun çâresi kesmekdir, kesmeyince olmaz. Fekat yarayı kesmekde de büyük tehlike vardır. Çünki, damarlarına yakındır. O kesilince ölür, dediler. O şahs demişdir ki, tabîblerden ümmîdimi kesince, Sermenrayda Meşhed-i şerîfe gitdim. İmâmların kabrlerini ziyâret etdikden sonra, mahzene (İmâm-ı Hüccetin kaybolduğu söylenen yere) girdim. Allahü teâlâya düâ edip, yalvararak, imâmlar ile tevessül etdim. Onların hürmetine çâre istedim. Geceleri nemâz kılarak geçirdim. Günlerce orada kaldım. Bir gün Dicle kenârında gusl abdesti aldım. Temiz elbiseler giydim ve Meşhed-i şerîfe gitdim. Orada dört atlı kişi gördüm. Kılıç kuşanmışlardı. Biri elinde mızrak tutuyordu. Birisi de hırka giyinmişdi. Onların Meşhedin ehlinden olduklarını zan etdim. Yanıma gelince selâm verdiler. Selâmlarını aldım. Elinde mızrak tutan kimse, üzerinde hırka bulunan kimsenin sağ tarafına durdu. Diğer iki kimse de sol tarafında durdu. Üzerinde hırka bulunan

-395-

zât bana, sen yarın memleketine, âilenin yanına mı gitmek istiyorsun, dedi. Evet, dedim. Yaklaş, yaranı göreyim, dedi. Yanına yaklaşdım. Elini yaranın üzerine koyup sıkdı. Çok zahmet çekdim. Sonra elinde mızrak bulunan zât bana, kurtuldun ey İsmâ’îl, dedi. Adımı nasıl bildi diye hayret etdim. Biz de, siz de inşâallah kurtulduk, dedim. Elinde mızrak bulunan zât, hırka giymiş olan zâtı kasd ederek, bu imâmdır, dedi. Hemen koşup ona sarıldım ve mubârek dizinden öpdüm. Sonra gitdi. Ben de arkasından gitdim. Bana geri dön, dedi. Ben sizden aslâ ayrılmak istemem, dedim. Geri dön, müsâade yok, dedi. Yine sizden ayrılamam, dedim. Elinde mızrak olan kimse, utanmıyor musun, imâm sana geri dön, dedi. Sen muhâlefet ediyorsun, dedi. Çâresiz durdum. Bir müddet gitdi. Sonra mubârek yüzünü bana dönüp buyurdu ki, Bağdâda varınca halîfe Muntasır seni çağıracakdır. Ondan aslâ bir şey kabûl etmeyeceksin. Onlar gözden kayboluncaya kadar orada durdum. Sonra Meşhede gitdim. O dört atlı kimseleri sordum. Bu beldenin seçilmiş şerefli kimseleridirler, dediler. Birisi imâm idi dedim. İmâm elinde mızrak bulunan mı idi, yoksa hırka giymiş olan mı idi diye sordular. Ben hırka giymiş olan imâm idi, dedim. Ona yaranı gösterdin mi, dediler. Evet gösterdim, mubârek eliyle sıkdı, diyerek sağ uyluğumu açıp gösterdim. Yaradan hiç eser yokdu.Birden dehşete düşdüm. Yoksa yara sol uyluğumda mı idi diye onu da açdım. Hiç bir eser yokdu. Halk bu hâli görünce, bana saygı için üzerime üşüşdü. Gömleğimi parçaladılar. Neredeyse kalabalıkdan ölecekdim. Meşhedin hizmetcileri beni kurtardılar. Sonra Bağdâda gitdim. Bu haber Bağdâdda yayıldı. Orada da halk bana saygı göstermek için üzerime üşüşdü. Yine neredeyse helâk olacakdım. Beni halîfe Muntasıra götürdüler. Benden hâdiseyi sordu. Bir bir anlatdım. Bana bin dinâr verdi. Almam, zîrâ imâm bana senden bir şey almamamı vasıyyet etdi, dedim. Muntasır ağladı. Sonra yanından çıkıp gitdim. Hiçbir şeyini kabûl etmedim.

(Câmi’ul-üsûl) kitâbında, kıyâmet günü ve kıyâmet alâmetleri hakkında İbni Mes’ûdün “radıyallahü anh” şöyle ri-

-396-

vâyet etdiği yazılmışdır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Dünyânın sâdece bir gün ömrü kalsa, Allahü teâlâ o bir günü uzatır ve Ehl-i beytimden ismi ismime babasının ismi babamın ismine uyan birini meydâna çıkarır. Dahâ önce zulm ile dolu olduğu gibi, O dünyâyı adâlet ile doldurur.) [(Se’âdet-i Ebediyye) kitâbının 62.ci sahîfesine bakınız!]

Yine (Câmi’ul-üsûl) kitâbında şöyle bildirilmişdir: Ebû İshak “radıyallahü anh” şöyle rivâyet etdi: Hazret-i Alî “radıyallahü anh” hazret-i Hasene “radıyallahü anh” bakarak: “Bu benim oğlum seyyiddir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” şöyle buyurmuşdur. Yakında bunun neslinden bir kişi gelecekdir. İsmi Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” ismi gibi olacakdır. Bedeni ve sûreti de benzeyecekdir. Ancak, ahlâkı aynı derecede olmayacakdır”, buyurdu. Sonra yeryüzünü adâletle doldurur, kıssasını zikr etdi. Bunu Ebû Dâvüd “rahmetullahi aleyh” bildirdi. Fekat kıssayı bildirmedi.

(Fütûhât-ül-Mekkiyye) kitâbının sâhibi Muhyiddîn-i Arabî “rahmetullahi aleyh” Mehdîden “aleyhirrahme” bahs ederken şöyle bildirmişdir: Mehdînin “aleyhirrahme” yanında ricâlullahdan kâmil ve çok ilm sâhibi üçyüz altmış kişi bulunacakdır “eyyedekellahu ve iyyânâ”. Allahü teâlâ yeryüzünde bir halîfe yaratır. Yeryüzü zulmle dolmuş iken, o yer yüzünü adâletle doldurur. Şâyet dünyânın bir gün ömrü kalsa bile, Resûlullahın nesebinden olan o zât ortaya çıkıncaya kadar Allahü teâlâ o günü uzatır. O zât hazret-i Fâtıma “radıyallahü anhâ” evlâdındandır. İsmi Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” ismine, künyesi de künyesine uyar. Onun ceddi Hasen bin Alîdir “radıyallahü anhümâ”. Kâ’bede Hacer-ül Esved rüknü ile makâm-ı İbrâhîm arasında Ona bî’at edilir. Yaratılışı, bedeni, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” benzer. Ancak ahlâkı aynı derecede olmaz. Hiç kimse huluk, huy bakımından Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” derecesine ulaşamaz. Çünki, Allahü teâlâ [Kalem sûresi 4.cü âyetinde meâlen] (Şüb-

-397-

hesiz ki sen huluk-ı azîm üzeresin) buyurdu. Hakîkat ehli, keşf ve şühûd sâhibi ârifler ona bî’at ederler. Allah adamları onun da’vetine icâbet ederler ve ona yardımcı olurlar. Memleketin yükünü çekmekde ve Allahü teâlânın ona yüklediği sorumlulukda ona yardımcı olurlar. Allahü teâlâ, başkalarından gizlediği, keşf ve şühûd yoluyla, hakîkatlere muttali’ kıldığı kullarını, ona vezîrler, yardımcılar yapar. O da onlarla istişâre ederek isâbetli kararlar verir. Çünki Onlar, hakîkatı bilen âriflerdir. Mehdî de “aleyhirrahme”, lâzım olduğu kadar herşeye Allahü teâlâ tarafından muttali’ kılınır. Çünki, o kendisine hak bildirilmiş olan bir halîfedir. Hayvânların konuşmalarını anlar. Adâleti insanlar ve cinler arasında yayılır.

Şeyh Alâüddevle Ahmed bin Muhammed Semnânî “kuddise sirruh”, Ebdâl ve kutblardan bahs ederken şöyle buyurmakdadır: Muhammed bin Hasen el-Askerî “radıyallahü anhü ve an âbâihilkirâm” temiz ehl-i beyt imâmlarındandır. Kutbiyyet mertebesine ulaşdı. Gizlendiği zemân ebdâl dâiresine girdi. Derece derece ilerleyerek efrâdın en üstünü oluncaya kadar yükseldi. O sırada kutb Alî bin Hüseyn el-Bağdâdî idi. O vefât edince, Şunizeyh denilen yere defn edildi. Cenâze nemâzını Muhammed bin Hasen Askerî kıldırdı “radıyallahü anhümâ”. Onun makâmına oturdu, ya’nî yerine geçdi. Ondokuz sene kutbluk makâmında kaldıkdan, sonra vefât etdi. Cenâze nemâzını Osmân bin Ya’kûb ve talebeleri kıldılar. Medîneye defn edildi. Onun yerine Osmân bin Ya’kûb el-Cüveynî el-Horasânî geçdi.

Osmân bin Ya’kûb el-Cüveynî acem diyârında vefât edince, cenâze nemâzını Abdürrahmân bin Avfın “radıyallahü anh” torunlarından Ahmed Küçük kıldırdı ve onun yerine geçdi. Kabri üzerinde türbe yokdu. Onlardan başkası kabrini bilmezdi. Her sene ziyâret ederlerdi.

Nakl edilen hadîs-i şerifde ve hazret-i Alînin “radıyallahü anh” sözünde, Mehdînin “aleyhirrahme” âhır zemânda geleceği, zulm ile dolu olan yeryüzünü adâletle dolduracağı bildirildi. Mehdînin ismi Muhammed, babasının ismi Abdüllah

-398-

olacakdır. Hazret-i Alînin “radıyallahü anh” neslinden olacak, künyesi de hazret-i Hüseynin “radıyallahü anh” künyesi gibi Ebû Muhammed olacakdır.

Allahü teâlâya hamd olsun ki, oniki imâmın “radıyallahü anhüm ecma’în” ba’zı sözlerini, hâllerini, hârikalarını ve kerâmetlerini anlatmayı, beyân etmeği nasîb eyledi. Tekrâr Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” ba’zılarının hâllerini bildireceğiz. Oniki imâm “radıyallahü anhüm ecma’în” evliyâlıkda, kemâl ve fazîletde çok yüksekdirler. Bunlar hakîkat rehberleri olmuşlardır. Ancak bütün kerâmetlerin, yüksekliklerin oniki imâma münhasır olduğu akla gelmesin. Ehl-i beyt içinde çok büyükler gelmişlerdir. Meselâ onlardan biri, İmâm-ı Muhammed İdrîs Şâfi’îdir. Bunlardan bir kısmı meşhûr olmuş, bir kısmı ise meşhûr olmamışdır. Bunlardan sonra gelen meşhûr zâtlardan bir kısmını, Molla Abdürrahmân Câmî hazretleri (Nefehât-ül-üns) kitâbında tabakât-ı sofiyyede anlatmışdır. İbrâhîm Sa’d Alevî, Seyyid Abdülkâdir Geylânî “kuddise sirruh” gibi sonra gelen büyükler bunlardandır.

(Şevâhid-ün-nübüvve) kitâbını Fârisîden terceme eden Lâmi’î Çelebi şöyle yazmışdır: Nübüvvet bağçesinin meyvesi, fütüvvet çırâğının ışığı, din ve dünyânın sultânı, Enbiyânın vârisi, Seyyid Muhammed Mehdî Misbâh-ül-Harem Alî bin Seyyid-ül-Harem Abdüllah bin Seyyid Celâleddîn Buhârî “kaddesellahü rûhahü” hicrî yediyüz senesinin sonlarında Anadoluya gelip, Bursada yerleşmişdir. Osmânlı sultânlarından Sultân Bâyezid hânın kızı Hundî hâtun ile evlendi. Sekizyüzotuziki senesinde vefât etdi. Mubârek kabri Bursadadır. Uzakdan, yakından gelen pekçok kimse tarafından ziyâret edilip, feyz alınır. Bu fakîr Lâmi’î Çelebi onun zikr-i şerîfini kısaca yazdığım akşam her nasılsa nezle olmuşdum. Gece yarısı uyandım. Boğazımda bâdemciklerim şişmiş, tükrüğümü yutmağa mecâlim kalmamışdı. Ba’zı ilâclar kullandım, fâideli olmadı. Uzun müddet o hâlde oturdukdan sonra, uykuya dalmışım. Rü’yâmda bir kimse boğazımı sıvâzlıyordu. Kendisini göremiyordum. Birisi ba-

-399-

na boğazını sıvâzlayan kimdir biliyormusun dedi. Bilmiyorum kimdir, dedim. Seyyid Muhammed Buhârî “kuddise sirruh” dedi. O şahsı da göremedim. Bu hâlde iken uyandım. Boğazımda hiçbir ağrı yokdu, iyileşmişdi. Hayretimden acaba boğazımın ağrısı da rü’yâmda mı idi, öyle mi gördüm diye düşündüm. Yanımdaki hizmetci uyandığımı anlamış olacak ki, boğazınız nasıl oldu efendim, dedi. Anladım ki hazret-i Emîrin kerâmeti vukû’ bulmuş. Velhâsıl o hazretin kerâmetleri ve hârikaları meşhûr ve dillerde mezkûrdur ki, beyâna sığmaz.

(Şevâhid-ün-nübüvve) mütercimi Lâmi’î Çelebi, bu kitâbın tercemesini yapmayı kendisine emr eden hocası Seyyid Ahmed Buhârîden “kuddise sirruh” şöyle bahs etmekdedir:

Sonra gelen evliyânın büyüklerinden biri de Seyyid Ahmed Buhârî hazretleridir. Zemânımız onun irşâdıyla şereflendi. Diyârımız onun ayak basmasıyla mes’ûd oldu. İstanbul halkına büyük bir ni’met olmuşdur. Avâm ve havâs herkes, onun sohbet meclisine koşmuşdur. Tam bir ihlâs ile onun huzûruna gelenler, murâdına erer, Allahü teâlânın râzı olduğu bir kul olurdu. Çünki o tesavvuf yollarının rehberi, hakîkat diyârının kumândânı idi. Allahü teâlânın lütfu ile güzel ahlâk ve fazîletlerle mücehhez idi. Kutb-ul irşâd, Gavsul-evtâd idi. Onun yolu sünnet-i seniyyeye uymak üzere kurulmuşdu. Zâhire kıymet vermeği terk, azîmetle amel, devâmlı zikr ve halkdan uzlet, halvet der encümen, sefer der vatan, hoş der dem, nazar ber kadem üzere yetişmişlerdir. Bu sebeble onun yüksek dergâhında bulunan erbâb-ı safâ, erbâb-ı vefâ olan talebelerinin gönülleri muhabbet-i ilâhiyyeye kavuşarak nûrlanıp, dünyâ maksadlarından temâmen yüz çevirmişlerdir. Her biri benliklerini yok edip, ellerinde bulunanı vermek hâline kavuşmuşlardır. Allahü teâlânın [Feth sûresi 29.cu âyetinde meâlen], (... Onların yüzlerinde secdelerin izinden nişânları vardır...) buyurduğu âyet-i kerîme iktizâsınca, kim onun meclisinde bulunsa, yüksek edeb ve güzel ahlâkını, huşû’ ve vakârını görüp, Allahü teâlânın

-400-

sevdiklerinden biri olduğunu anlardı.

Bu fakîr (Lâmi’î Çelebi) Seyyid Ahmed Buhârî hazretlerinin eşiğine yüz sürdüğüm günden beri, bizzat şâhid olduğum ve onu seven güvenilir kimselerden işitdiğim kerâmetlerini ve hârikalarını yazsam büyük bir kitâb olurdu. Fekat kendi zemânında bunların yazılmasına râzı olmaz diye, hâllerini kısaca yazdım. Çünki maksad onun rızâsını gözetmekdir. Bu (Şevâhid-ün-nübüvve) kitâbının tercemesine teşebbüsde bulunmam ve diğer mu’teber kitâblardan ilâveler yapmağa ihtimâm göstermem de sırf hocamın işâretleri ve himmetleri ve emrlerine itâ’at netîcesinde olmuşdur. Bu eseri hâzırlamam hocamın ma’nevî yardımlarıyla olmuşdur. Yoksa bu işi bu fakîrin yapdığı zan edilmesin.

                            NAZM

Bu gün taht-ı vilâyetde şehin şehinşeh efendidir,

Tarîk-ı Hâcegân içre reîs-i Nakşibendîdir.

 

Dînin emrin icrâda, tarîkat resmin ihyâda,

Hakîkat sırrın ifşâda, sanasın hâce kendidir.

 

Eden sultânları bende, ânın ihsân-u lutfîdir,

 Çeken serkeşleri bende, ânın aşk-ı kemendîdir.

 

Söz açub aşk-ı cânândan, tarîk-ı râz-ı irfândan,

 Bir od urmuşdur âfâka ki, hep cânlar sipendîdir.

 

Şuna kim bir nazar bakdı, dil-ü cânın oda yakdı,

Cihân küllî âna akdı, eğer kul ger efendîdir.

 

Değil sahn-ı felek ancak,kamû mülk-i melik-ül Hak,

Fezay-ı Lâ mekân mutlak, güzergâh-ı semendîdir.

 

Cihân cân hazzını alsa, aceb mi sohbetinden kim,

Beyân-ı hikmet âmizî hakîkat şehdü kandîdir.

 

Bana devlet yeter, bu kim diyeler Lâmiî cândan,

Tarîk-i Nakşibendîde gulâm-ı mîr efendîdir.

 

Demidir menzile ânı irersen eyleyüb irşâd,

 Ki yıllardır o sergerdân bu yolun dertmendîdir.

-401-