“radıyallahü anh”
İmâm-ı Alî Rızâ, İmâm-ı Mûsâ Kâzımın oğludur. Oniki imâmın sekizincisidir. Künyesi babasının künyesi gibi Ebül Hasendir. Babası kendi künyemi ona bağışladım, buyurmuşdur. Lakabı, Rızâdır. Babasına dediler ki, halîfe Me’mûn ondan râzı olduğu için mi oğlun Alîyi Rızâ lakabıyla çağırıyor
sunuz? Cevâbında, hâyır, Allahü teâlâ ve Resûlü “sallallahü aleyhi ve sellem” ondan râzı oldukları içindir. Böylece bu lakabla dedelerine tahsîs edildi. Çünki ona uyanlar kendisinden râzı olduğu gibi, muhâlifleri de ondan râzıdırlar, buyurdu. Babası Mûsâ Kâzım “radıyallahü anh”, oğlumu Rızâ diye çağırınız, buyururdu. Kendisi ise yâ Ebel-Hasen diye çağırırdı. Dedesi Ca’fer-i Sâdıkın “radıyallahü anh” vefâtından beş sene sonra hicretin yüzelliüçünde, Rebîül-âhır ayının onbirinci perşembe günü Medînede doğdu. Doğum târîhi bundan başka da söylenmişdir. İkiyüzüç senesinde Ramezân ayının yirmibirinde Cum’a günü Tûsda vefât etdi. Mubârek kabri Hârûn Reşîdin kabrinin kıble tarafındadır.
Annesi câriye idi ve meşhûr olan ismi Nahîmedir. Nahîme, Mûsâ Kâzımın “radıyallahü anh” annesi Hamîdenin câriyesi idi. Hamîde, rü’yâsında Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” gördü. Resûlullah ona rü’yâsında, Nahîmeyi oğlun Mûsâya ver. Yakında zemânın insanlarının en üstünü olan bir oğulları olacakdır, buyurdu. İmâm-ı Alî Rızânın “radıyallahü anh” annesi şöyle anlatmışdır: Ona hâmile olduğum zemân, hiç bir ağırlık duymazdım. Uyuyunca, karnımdan tesbîh ve tehlîl sesleri işitirdim. Beni bir korku ve heybet kaplardı. Uyanınca hiç ses duymazdım. Alî Rızâ doğduğu zemân, ellerini yere koyup, başını semâya kaldırdı. Söz söyliyen ve münâcât eden kimse gibi, mubârek dudaklarını kıpırdatıyordu.
● İmâm-ı Alî Rızânın babası Mûsâ Kâzımın “radıyallahü anhümâ” büyük talebelerinden biri şöyle anlatmışdır: Bir gün Mûsâ Kâzım “radıyallahü anh” bana Mağrib tüccârlarından gelen oldu mu, diye sordu. Bilmiyorum, dedim. Gelmişdir, buyurdu. Birlikde, atlara binip, gitdik. Mağribli bir tüccâr bulduk. Bize yedi câriye gösterdi. Hiç birini kabûl etmeyip, bir dâne dahâ göster, buyurdu. Mağribli kimse, bir câriye var, hastadır diyerek onu göstermedi. Ertesi gün Mûsâ Kâzım hazretleri beni gönderdi ve ne kadar isterse, o câriyeyi o kadara satın al, buyurdu. Gitdim, tüccâr şu kadardan aşağı vermem, dedi. Ben de o fiyâta satın aldım, dedim. O da
satdım dedi. Dün gelen arkadaşın kim idi diye sordu. Hâşim oğullarından biri idi, dedim. Hangi kabîledendir diye sorunca, bundan fazlasını bilmiyorum, diyerek cevâb vermedim. Tüccâr bana dedi ki: Sana bir şey söyliyeyim. Bu câriyeyi mağrib şehrlerinin en uzağından satın aldım. Ehl-i kitâbdan bir kadın bana, bu câriyeyi göstererek, bu kimindir diye sordu. Kendim için satın aldım, dedim. Hâyır, bu câriye senin olacak kabîlden değildir. O yer yüzünün en iyi insanının yanında olacakdır, dedi. Tüccârın anlatdıklarını dinledikden sonra, o câriyeyi Mûsâ Kâzım hazretlerine götürdüm. O câriyeden İmâm-ı Alî Rızâ “radıyallahü anh” dünyâya geldi.
● İmâm-ı Alî Rızânın babası Mûsâ Kâzım “radıyallahü anh” şöyle anlatmışdır: Rü’yâmda Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” gördüm. Emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “radıyallahü anh” de huzûrlarında idi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, “Yâ Alî, senin bu oğlun Allahü teâlânın nûruyla bakar. Sözleri hikmetli ve her işde isâbetlidir. Hatâ yapmaz, âlimdir. İlm ve hikmetle doludur.” buyurdu.
İmâm-ı Alî Rızânın “radıyallahü anh” menkıbeleri ve fazîletleri dillerde meşhûrdur ve kitâblarda yazılmışdır. Sayısız fazîletlerinden ve menkıbelerinden denizden damla misâli burada bir kaçını kısaca bildireceğiz.
● Halîfe Me’mûn, İmâm-ı Alî Rızâyı “radıyallahü anh” velîahd edindi. Me’mûn ile görüşmek istediği zemân, hizmetciler ve kapıcılar onu karşılarlardı. Me’mûnun bulunduğu makâmın kapısında asılı olan perdeyi kaldırırlardı. İmâm-ı Alî Rızâ “radıyallahü anh” içeri girerdi. Hâlbuki bu hizmetciler ona muhâlif idiler. Bir gün aralarında onu karşılamamak ve kapıdaki perdeyi kaldırmamak için karar aldılar. İmâm-ı Alî Rızâ geldi. Hepsi oturuyorlardı. İster istemez yerlerinden sıçrayıp, karşıladılar ve perdeyi kaldırdılar. Sonra biz ne yapdık diyerek, karşılamayacaklarına ve perdeyi kaldırmayacaklarına dâir yeniden sözleşdiler. Bir gün İmâm-ı Alî Rızâ “radıyallahü anh” yine geldi. Kapıcılar ve hizmetciler yerlerinden kalkdılar ve selâm verdiler. Fekat
perdeyi kaldırmakda ağır davrandılar. O sırada Allahü teâlâ bir rüzgâr gönderdi. Rüzgâr perdeyi onlardan önce kaldırdı. İmâm-ı Alî Rızâ içeri girdi. Rüzgâr kesildi. Dışarı çıkacağı zemân tekrâr rüzgâr esdi ve perdeyi kaldırdı. Kapıcılar bu hâli görünce, (Allahü teâlânın azîz etdiği kimseyi, kimse zelîl edemez) dediler ve ondan sonra her zemânki âdetlerine devâm etdiler.
● Zemânının en meşhûr şâirlerinden ve fasîhlerinden olan Da’bel bin Alî el-Huzâî şöyle anlatmışdır: Medâris-ül âyât kasîdesini yazdım. O sırada İmâm-ı Alî Rızâ “”radıyallahü anh” Horasânda Me’mûnun velîahdı idi. Kasîdeyi huzûrunda okudum. Çok beğendi ve bu kasîdeyi benden iznsiz hiç kimsenin yanında okuma, buyurdu. Kasîde yazdığımı halîfe Me’mûn duymuş, beni çağırdı. Hâlimi hâtırımı sordukdan sonra, Medâris-ül âyât kasîdesini oku, dedi. Özr beyân ederek, okuyamayacağımı söyledim. Niçin okumuyorsun, diye sebebini sordu. İmâm-ı Alî Rızânın “radıyallahü anh” bu kasîdeyi kendisinden iznsiz kimsenin yanında okumamamı tenbîh etdiğini söyledim. Bunun üzerine İmâm-ı Alî Rızâyı “radıyallahü anh” çağırdılar. Me’mûn ona, yâ Ebel Hasen! Da’belden Medâris-ül âyât kasîdesini okumasını istedim, okumadı deyince, İmâm-ı Alî Rızâ bana, kasîdeyi okumamı söyledi. Kasîdeyi okudum. Halîfe Me’mûn çok beğendi ve bana ellibin akçe mükâfat verdi. Bu mikdâra yakın akçe de İmâm-ı Alî Rızâ “radıyallahü anh” hediyye etdi. İmâm-ı Alî Rızâ hazretlerine efendim, kendi elbiselerinizden bağışlamanızı arzû ediyorum. O elbise benim kefenim olsun, dedim. Bana giydiği gömleklerden bir gömlek ve çok güzel bir havlu verdi. Bunları sakla, bunlarla belâlardan korunursun, buyurdu.
Iraka gidiyordum. Eşkiyâ yolumuzu kesip, kâfilemizi soydular. Üzerimde sâdece eski bir gömleğim kalmışdı. Bilhâssa İmâm-ı Alî Rızânın “radıyallahü anh” hediyye etdiği gömleği ve havluyu almalarına çok üzülmüşdüm. Hiçbir şeye bu kadar üzülmemişdim. İmâm-ı Alî Rızânın “radıyallahü anh” bunları sakla, bunlarla korunursun buyurduğunu düşünüyor-
dum. O sırada bakdım, eşkiyâdan biri benim atıma binmiş ve benim yağmurluğumu giymiş, benim yanımda durdu. Bütün kâfilenin toplanmasını bekliyordu. Medâris-ül âyât kasîdesini okumağa ve ağlamağa başladı. Bir eşkiyânın Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Ehl-i Beytini sevmesine çok hayret etdim. İmâm-ı Alî Rızânın “radıyallahü anh” verdiği gömleği ve havluyu geri versin diye düşünerek, bu kasîdeyi kim söylemişdir diye sordum. Sana ne, senin bu kasîdeyle ne işin var, dedi. Şunun için sordum. Benim bir sırrım vardır. Onu sana söyliyeceğim, dedim. Bu kasîdeyi Âl-i Muhammedin (Ehl-i beytin) “sallallahü aleyhi ve sellem” şâirlerinden Da’bel bin Alî söylemişdir, dedi. Vallahi Da’bel benim ve bu kasîdeyi ben yazdım, dedim. İhtimâl vermedi ve kâfiledekileri çağırıp, onlara sordu. Bu kişi Da’beldir diye şâhidlik etdiler. Bunun üzerine eşkiyâ kâfileden aldıkları bütün eşyâları geri verdi. Sonra bize kılavuzluk yapıp, tehlikeli yerleri geçirdi. Ben ve kâfiledekiler İmâm-ı Alî Rızânın “radıyallahü anh” hediyye etdiği gömleğin ve havlunun bereketiyle ve Allahü teâlânın izniyle o belâdan kurtulduk ve korunduk. Da’bel bin Alî el-Huzâînin yazdığı Medâris-ül âyât kasîdesinin tercemesi şöyledir:
Andıkca Arafâtda
kaldığımız mekânları,
Akıtırım gözlerimden damla damla yaşları.
O günleri çok arzûlar
oldum azaldı sabrım,
Sessiz ve ıssız kaldı her tarafı bu diyârın.
Tilâvetden mahrûm, âyât
okunan medreseler,
Şimdi kimsesiz kaldı, vahyin indiği bu yerler.
Ehl-i beyt kimsesizdir,
Minâda Hîf mescidi,
Kâ’be, Arafât ıssız kaldı, hem Nebî mescidi.
Bu yerler Alînin,
Hüseynin, Ca’ferin diyârı,
Hamzanın, tâ’atden dizi şişen Seccâdın yeri.
Zulm yapamazdı bu
diyârda aslâ zâlimler,
Şimdi hep zulmle
geçiyor günler, hem seneler.
-372-
Abdüllahın ve Fâzılın
yeridir bu beldeler,
Onlar da’vetci Resûlün pâk sülâlesidirler.
Bu diyârlar nemâz
kılınan takvâ yerleridir,
Oruc, temizlik, ihsân, iyilik beldeleridir.
Çok kerre indi Cibrîl-i
Emîn bu diyârlara,
Allahdan selâm, medh getirdi Resûlullaha.
Vahyin indiği, ilmlerin
kaynağı yerlerdir,
Hakkın, hakîkatin öğrenildiği beldelerdir.
Bu beldelerde seyrân
ederken Ahmed-i Muhtâr,
Kendisine vahyin geldiği yerlerdir bu diyâr.
Hani ilk sâkinleri,
dağıtdı bizi ayrılık,
Şimdi gurbetlerde hep fânî olmuşlar artık.
Resûlullahın yakınları, vârîsleri
onlar,
Büyüklerin en üstünü, en hayrlısıdırlar.
Onlardır kıtlıklarda
insanları doyuranlar,
Bu sebeble bereketle şereflenendir onlar.
Kabûl olunmaz hem nemâzlarımız salevâtsız,
Olursak nemâzlarımızda onlara düâsız.
Onlardır, hem doğru yolun adâlet rehberleri,
Onlardır, hatâdan kusûrdan necât sebebleri.
Rabbim, kalbimde hidâyet ve basîreti artdır,
Onlara iyilikde hep iştiyâkımı artdır.
Resûlullahın diyârı bu yerler ıssız kalmış,
Ziyâdın yurduna bak, başdan başa ma’mûr olmuş.
Resûlullahın diyârının kubbeleri çökmüş,
Ziyâdın âlinin ise köşkleri muhkem olmuş.
Evlâd-ı Resûlün harîmi esîr ediliyor,
Ziyâdın âilesi emân içinde yaşıyor.
Âl-i Resûlün boyunlarından kanlar akıyor,
Âl-i Ziyâd ayaklarına zînetler takıyor.
-373-
Resûlullahın âli kuru çöllerde
kalıyor,
Ziyâdın âilesi sırça köşklerde yaşıyor.
Ey Âl-i Resûl ve ilmin
kaynağı olanlar,
Her nefesde olsun sizlere dâimâ selâmlar.
Emîn yaşadım, hayâtımı
sizin vesîlenizle,
Îmânımı kurtarmağı
umarım sevginizle.
Ba’zı rivâyetlerde bu kasîdenin elli beyt olduğu bildirilmişdir. Ehl-i beytin mubârek kabrlerinden de bahsedilmişdir. Da’bel bin Alî el-Huzâî bu kasîdesini İmâm-ı Alî Rızâya “radıyallahü anh” okurken:
Bağdâdda tertemiz bir zâta âid kabr vardır,
Hak teâlâ onu odalarda korumakdadır.
beytine gelince, İmâm-ı Alî Rızâ “radıyallahü anh”, Ey Da’bel, bu kısmına bir beyt de ben ilâve edeyim. Kasîden bu beytle bitsin, buyurdu ve şu beyti ilâve etdi:
Tûsda da garîb hâlde
kalmış bir kabr olacak,
Gurbetin acısı tâ
ciğerlere oturacak.
Bunun üzerine şâir Da’bel, ey Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” torunu! Bu kabr kimin kabri olur, diye sordu. Buyurdu ki: O gurbetde kalan kabr benim kabrim olur. Bu sebeble Tûs, Ehl-i beyti sevenlerin gidip geldiği yer olur. O gurbetde kim benim kabrimi ziyâret ederse, kıyâmet gününde afv edilmiş olarak benim yanımda bulunur.
● Kûfeli bir kimse şöyle anlatmışdır: Kûfeden Horasâna gidiyordum. Kızım bana bir elbise vererek, bunu sat, bana kıymetli taşlı bir yüzük al, dedi. Merv şehrine varınca, İmâm-ı Alî Rızânın “radıyallahü anh” hizmetcileri geldiler. Sendeki elbiseyi bize sat, İmâm-ı Alî Rızânın “radıyallahü anh” hizmetcilerinden biri vefât etdi. Ona kefen yapacağız, dediler. Bende elbise yok, dedim. Gidip tekrâr geldiler. Efendimiz sana selâm söylüyor, kızın sana bir elbise vermiş. Onu satıp yüzük alacakmışsın. İşte parasını getirdik, dediler. Elbiseyi onlara satdım. Sonra kendi kendime gidip
imâmdan birkaç süâl sorayım. Bakayım ne cevâb verecekdir, dedim. Birkaç mes’eleyi bir kâğıda yazdım. Sabâhleyin İmâm-ı Alî Rızânın “radıyallahü anh” kapısına gitdim. Kalabalıkdan, değil mes’ele sormak, kendisini dahî göremedim. Hayretler içinde kaldım. Süâllerimi sorayım diye beklerken, bir hizmetci dışarı çıkdı. Beni ismimle çağırdı. Bir yazılı kâğıd uzatarak, bu kâğıdda senin süâllerinin cevâbları vardır, dedi. Alıp bakdım, süâllerimin cevâbları yazılı idi.
● Benâc halkından bir kimse şöyle anlatmışdır: Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” rü’yâda gördüm. Benâca teşrîf etmiş ve hâcıların konakladığı mescidde oturuyordu. Huzûruna varıp, selâm verdim. Önlerinde hurma yapraklarından yapılmış bir kab içinde seyhanî hurmaları vardı. Bana bir avuç verdiler. Saydım, onyedi hurma idi. Kendi kendime onyedi sene ömrüm kalmışdır, diye ta’bîr etdim. Yirmi gün sonra İmâm-ı Alî Rızânın o mescide geldiğini işitdim. Hemen huzûruna koşdum. Rü’yâda gördüğüm gibi, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” oturduğu yere oturmuşdu. Önünde bir tabak hurma vardı. Selâm verdim. Beni yanına çağırdı ve bir avuç hurma verdi. Saydım, onyedi dâne idi. Ey Resûlullahın torunu. Biraz hurma dahâ isterim, dedim. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” dahâ fazla verdiyse, ben de vereyim, buyurdu.
● Bir talebesi şöyle anlatmışdır: Ziyâd bin Salt bana dedi ki: İmâm-ı Alî Rızâdan huzûruna girmem için izn taleb et. Ümmîd ediyorum ki, kendi elbiselerinden bana bir elbise giydirir. Kendi adına kesilmiş akçelerden de birkaç akçe verir, dedim. Talebesi huzûruna girip, izn istemek için henüz söze başlamadan, Ziyâd bin Salt içeri girmek istiyor. Benden elbise ve kendi adıma kesilmiş akçelerden vermemi ümmîd ediyor, gelsin, buyurdu. Ziyâd bin Salt huzûruna girdi. Bir elbise ve otuz akçe verdi.
● Kirman yolunda, eşkiyâlar bir tüccârın yolunu kesdiler. Ağzını kar ile doldurdular. Bu sebeble tüccâr konuşmakda güçlük çekerdi. Horasâna gitdi. Orada İmâm-ı Alî Rızânın “radıyallahü anh” Nişâpûrda olduğunu haber aldı. Kendi ken-
dine, o Ehl-i beyt-i nebevîdendir. Resûlullahın torunudur. Huzûruna gideyim, dilime bir ilâc söyler, diye düşündü. O gece rü’yâsında İmâm-ı Alî Rızâyı “radıyallahü anh” gördü. Huzûruna varıp, şifâ için ilâc taleb etdi. Kimyon, sa’ter [kekik] ve tuzu su ile karışdır, ağzını o su ile üç kerre çalkala, şifâ bulursun, buyurdu. Uyanınca gördüğü rü’yâya kıymet vermedi. Nişâpûra gitdi. İmâm-ı Alî Rızâ şehrden çıkmış, konaklama yerinde konaklamışdı. Tüccâr, huzûruna varıp, hâlini anlatdı. Fekat rü’yâsını söylemedi. İmâm-ı Alî Rızâ “radıyallahü anh” tüccâra, senin ilâcını rü’yânda söyledim, buyurdu. Tüccâr, ey Resûlullahın torunu, bir kere de sizden duymak istiyorum, dedi. Bunun üzerine, bir mikdâr kimyon, sa’ter ve tuzu su ile karışdır, iki üç kerre ağzında çalkala, şifâ bulursun, buyurdu. Tüccâr bu ilâcı yapıp kullandı ve şifâ buldu.
● İmâm-ı Alî Rızâ “radıyallahü anh” bir gün bir şahsa bakdı. Ey Allahü teâlânın kulu! Dilediğin şeyleri vasıyyet et, kimsenin kurtulamadığı şeye hâzırlan, buyurdu. O şahs üç gün sonra vefât etdi.
● Ebû İsmâ’îl Sindî şöyle anlatmışdır: İmâm-ı Alî Rızâ hazretlerinin huzûruna gitdim. Arabî lisânından bir kelime dahî bilmediğim için sind lisânına göre selâm verdim. Selâmımı sind lisânı ile aldı. Bir takım süâller sordum. Hepsine sind lisânı ile cevâb verdi. Sonra ben arabî lisânını bilmiyorum, düâ buyurun da, Allahü teâlâ bana arabî lisânını ilhâm eylesin, dedim. Mubârek elini dudaklarıma sürdü. Derhâl arabî konuşmağa başladım.
● Bir şahs şöyle anlatmışdır: Hacca gidiyordum. Câriyem benim için iki sevb-i mülcem [kalın kumaşdan elbise] hâzırlamışdı. İhrâm zemânı gelince, bunlarla ihrâm câiz midir değil midir diye şübheye düşdüm. İhtiyâten başka ihrâm sarındım. Mekkeye varınca, İmâm-ı Alî Rızâ hazretlerine bir mektûb yazdım. Mektûbla birlikde ba’zı hediyyeler de gönderdim. Fekat câriyemin ihrâm olarak hâzırladığı o kalın kumaşlarla ihrâmın câiz olup olmadığını yazıp, sormayı unutdum. Bir müddet sonra mektûbun cevâbı geldi. O kalın kumaşlarla ihrâmın câiz olduğu, hiç mahzûru bulunmadığı,
mektûbun sonuna yazılmışdı.
● Bir kimse şöyle anlatmışdır: Bir gün İmâm-ı Alî Rızâ “radıyallahü anh” ile bir evin dıvârının dibinde oturuyorduk. Sohbet ediyorduk. Âniden bir serçe gelip kendini onun önüne atdı. Ötmeğe başladı. Izdırâblı bir hâli vardı. İmâm-ı Alî Rızâ “radıyallahü anh”, bu serçe ne diyor biliyormusun, buyurdu. Ben de, Allahü teâlâ, Onun Resûlü ve Resûlullahın torunu (siz) dahâ iyi bilir, dedim. Serçe, bu evde bir yılan olduğunu ve yavrularını yiyeceğini söylüyor. Kalk eve gir ve yılanı öldür, buyurdu. Eve girdim. İçerde bir yılan dolaşıyordu. Onu öldürdüm.
● Bir kimse şöyle anlatmışdır: Hanımım hâmile idi. İmâm-ı Alî Rızâ hazretlerinin huzûruna gitdim. Düâ buyurun bir oğlum olsun, dedim. Hanımın iki çocuğa hâmiledir, buyurdu. Ayrılıp giderken, birine Muhammed, diğerine de Alî ismini koyayım, diye düşündüm. İmâm-ı Alî Rızâ hazretleri beni çağırdı. Birine Alî ismini ver, birine de Ümmü Amr ismini koy buyurdu. Çocuklar doğdu. Biri oğlan, biri de kızdı. Adlarını Alî ve Ümmü Amr koydum. Bir gün anneme Ümmü Amr kimin ismidir, diye sordum. Annemin ismi idi, dedi.
● Bir şahs şöyle anlatmışdır: Horasânda, İmâm-ı Alî Rızâ “radıyallahü anh” hazretlerinden işitdim. Buyurdu ki, Medîneden beni çağırıyorlar. Bütün çocuklarımı toplayıp, benim üzerime ağlaşmamalarını söyledim. Sonra oniki bin akçeyi aralarında paylaşdırdım. Artık bundan sonra size, dönmesem gerekdir, dedim.
● Me’mûn, İmâm-ı Alî Rızâya “radıyallahül anh” halîfe olması için teklîfde bulundu. Kabûl etmedi. Bu taleb iki ay sürdü. Sonunda, tehdîd hâlini aldı. Böylece kabûl etdi. İmâm-ı Alî Rızâ “radıyallahü anh” bir yazı yazıp, o yazının sonuna şunları yazdı: Cefr ve câmia kitâbları bunun zıddını gösterir. Fekat, bu iş elimde olmadan gerçekleşdi, buyurdu ve meâl-i şerîfi, (... Bana ve size ne yapılacağını bilmem...) olan Ahkâf sûresi 9.cu âyet-i kerîmesini ve meâl-i şerîfi, (... Hükm ancak Allahındır. O hakkı anlatır. O, hükm verenle-
rin hayrlısıdır) olan En’âm sûresi 57.ci âyet-i kerîmesini okudu. Halîfenin emrine uydum. Allahü teâlâ beni ve sizi korusun, buyurdu.
● Ebüssalt şöyle anlatmışdır: Birgün İmâm-ı Alî Rızâ hazretlerinin huzûrunda idim. Bana şu gördüğün kubbe Hârûn Reşîdin türbesidir. Onun dört tarafından bana toprak getir, buyurdu. Gidip getirdim. Toprağı kokladı ve yakında burada benim için bir kabr kazacaklar. Bir taş görünecek, onu çıkarmak için Horasânın bütün külünklerini getirecekler. Fekat yine çıkaramayacaklar. Sonra falan yerden toprak getir, buyurdu. Gidip getirdim. Orayı göstererek, benim kabrimi burada kazınız. Kabrin ortasını yarıp beni içine koymayın. Kabrim derin olsun ve lahd yapın. İki zra’ ve bir karış olsun. Allahü teâlâ onu dilediği kadar genişletir, buyurdu. Sonra, kabrimin baş tarafında bir ıslaklık görünecekdir. Sana öğretdiğim düâyı oku. Oradan bir su kaynayıp çıkar. Lahd su ile dolar. Suyun içinde küçük balıklar görürsün. Sana şu ekmeği veriyorum. Ufak ufak parçalayıp suya at. O balıklar bu parçaların hepsini yirler. Sonra büyük bir balık çıkar, bütün küçük balıkları yir ve kaybolur. O zemân cenâzemi suyun içine koyunuz. Öğretdiğim şeyleri oku, su azalır ve hiç kalmaz. Halîfe Me’mûn da bunları görecekdir, buyurdu. Sonra, yârın Me’mûnun yanına gideceğim. Onun yanından dışarı çıkdığım zemân, başım örtüldü ise benimle konuşma, başım açık ise konuş, buyurdu. Sabâhleyin elbiselerini giymiş bekliyordu. Me’mûnun hizmetcisi gelip çağırdı. Me’mûnun yanına gitdi. Me’mûnün önünde tabaklar içinde meyvalar vardı ve elindeki bir üzüm salkımından yiyordu. İmâm-ı Alî Rızâ hazretlerini görünce, yerinden fırlayıp kucaklaşdı ve gözlerinin arasını öpüp yanına oturtdu. Me’mûn elindeki üzümü İmâm-ı Alî Rızâ hazretlerine verip, bunun gibi güzel üzüm gördün mü, dedi. O ise, nefîs üzüm Cennetdedir, buyurdu. Me’mûn bu üzümden yiyiniz, dedi. İmâm-ı Alî Rızâ “radıyallahü anh” beni ma’zûr görünüz, dedi. Me’mûn ısrâr ederek, özrünüz nedir, bizi töhmet altında bırakıyorsunuz deyince, üzüm salkımından biraz yidi. Ba’zıla-
rı üzümden birkaç dâne yidi, demişlerdir. Sonra üzümü bırakıp kalkdı. Me’mûn, nereye gidiyorsunuz diye sorunca, gönderdiğin yere gidiyorum, buyurdu. Mubârek başına bir şey örtmüş olduğu hâlde dışarı çıkdı. Kendisiyle konuşmadık. Evine gitdi ve emri üzere kapısı kilitlendi. Yatağının üzerine yatdı. Ben evin içinde üzüntülü bir hâlde duruyordum. O sırada İmâm-ı Alî Rızâya “radıyallahü anh” çok benzeyen, güzel yüzlü, misk kokulu bir genç içeri girdi. Yanına koşdum. Kapı kilitli idi, nereden girdin, dedim. Beni Medîneden buraya bir sâatde getiren kimse içeri aldı. Ben Hüccetullah Muhammed bin Alînin babasının yanına girerken, bana sen de gir diye söyledi, dedi. İmâm-ı Alî Rızâ “radıyallahü anh” onu görünce, yerinden kalkdı. Kucaklayıp bağrına basdı ve iki gözünün arasından öpdü. O da yüzünü babasının yüzüne koyup, gizlice bir şeyler konuşdular, ben anlayamadım. Sonra İmâm-ı Alî Rızânın dudaklarının üstünde kardan beyâz bir köpük gördüm. Sonra elini İmâm-ı Alî Rızâ hazretlerinin elbisesi ile göğsü arasına sokdu. Serçe gibi bir şey çıkarıp yutdu. İmâm-ı Alî Rızâ “radıyallahü anh” kendinden geçip, vefât etdi.
Muhammed bin Alî “radıyallahü anh” bana: Ey Ebussalt, kalk ambardan su ve tahta getir, dedi. Orada su ve tahta yokdur, dedim. Sana söylediklerimi tut, dedi. Gidip su ve tahta bulup getirdim. Yıkamak için yardım edeyim, dedim. Bana yardım eden vardır, buyurdu. Kendisi cenâzeyi yıkadı. Sonra bana, ambarda bir dolapda kefen ve hanût, güzel koku var, getir buyurdu. Gidip getirdim. Kefenledi. Tabut getir, buyurdu. Marangoza yapdırmak istedim. Ambarda var, buyurdu. Gidip bakdım, hiç benzerini görmediğim bir tabut gördüm. Alıp getirdim. Cenâzeyi tabuta koydu ve iki rek’at nemâz kıldı. O henüz nemâzını bitirmeden tabut yükseldi, evin damı yarılıp, oradan yukarı çıkdı. Muhammed bin Alî hazretlerine, şimdi halîfe Me’mûn gelirse ne yaparız, dedim. Sâkin ol, tabut biraz sonra geri gelir, bir Peygamber şarkda ve vasîsi garbda vefât etse, Allahü teâlâ onların bedenlerini ve rûhlarını bir araya getirir, buyurdu. Henüz sözlerini bitir-
meden evin damı yarıldı, tabut aşağı indi. Tabutdan İmâm-ı Alî Rızânın “radıyallahü anh” cenâzesini çıkarıp, yatağına yatırdı. Sanki techîz ve tekfîn gibi şeyler yapılmamışdı. Sonra kapıyı aç buyurdu. Kapıyı açdım. Me’mûn ve hizmetcileri kapıda idiler. İçeri girdiler. Hepsi üzülüyor, ağlaşıyorlardı ve saçlarını başlarını yoluyorlardı. Me’mûn, ey efendimiz sana ne oldu, ey efendim, diyordu.
Sonra techîz ve tekfîn işleriyle meşgûl oldular. Kabrini kazmağa başladılar. Kabr kazılırken ben orada idim. İmâm-ı Alî Rızâ hazretlerinin söylediklerinin hepsi vukû’ buldu. Me’mûn onun kabrindeki suyu ve balıkları görünce, hayâtında kerâmet gösterdiği gibi, vefâtında da gösteriyor, dedi. Me’mûnun yakınlarından biri, Me’mûna bu neye işâretdir, biliyormusun dedi ve sözlerine şöyle devâm etdi: Şuna işâretdir ki, Abbâs oğulları, sizin mülkünüz her ne kadar çok olsa da ve uzun müddet devâm etse de küçük balıklar gibidir. Ecelleriniz geldiğinde ve eserleriniz bitme zemânı yaklaşınca, Allahü teâlâ bizden sizin üzerinize bir kişi musallat eder ve sizi yok eder. Me’mûn doğru söylüyorsun, dedi.
İmâm-ı Alî Rızânın “radıyallahü anh” defninden sonra, halîfe Me’mûn bana kabrde okuduğun şeyleri bana da öğret, dedi. Onları unutdum, dedim. Gerçekden unutmuşdum. Bunun üzerine beni habse atmalarını emr etdi. Bir sene habsde kaldım. Çok sıkıldım ve yâ Rabbî! Muhammed aleyhisselâmın ve Onun temiz Ehl-i beytinin hürmetine beni kurtar, diye düâ etdim. Henüz düâmı temâmlamamışdım ki, İmâm-ı Alî Rızâ “radıyallahü anh” içeri girip geldi. Gönlün daraldı mı ey Ebussalt, buyurdu. Evet, vallahi daraldı dedim. Mubârek elini, bağlı olduğum bağlara dokundu. Kalk dışarı çık, buyurdu. Bütün bağlar çözüldü. Elimden tutdu, dışarı çıkdık. Habshânenin bekcileri beni gördüler. Fekat bir şey söyliyemediler. Sonra İmâm-ı Alî Rızâ hazretleri bana: Yürü, Allahü teâlânın emânında ol, sen Me’mûna rastlamazsın, o da seni bulamaz, buyurdu. Bu zemâna kadar Me’mûnu görmedim.