İMÂM-I MÛSÂ KÂZIM BİN CA’FER

“radıyallahü anhümâ”

İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık “radıyallahü anh” hazretlerinin oğludur. Oniki imâmın yedincisidir. Künyesi Ebül-Hasen ve Ebû İbrâhîmdir. Oniki imâmın başka künyeleri de söylenmişdir. Lakabı Kâzımdır. Çok hilm sâhibi, son derece yumuşak huylu olması ve kendisine kötülük yapanlara kızmayıp afv etmesi, gadabına hâkim olması sebebiyle bu lakab verilmişdir. Annesi Humeyde-i Berberiyye olup, câriye idi. Mekke ile Medîne arasında olan Ebvâ mevkı’inde, hicretin yüzyirmisekizinci senesinde, Safer ayının yirmiüçünde, pazar günü doğdu. Onları Medîneden Bağdâda ilk götüren halîfe Mehdî bin Mensûrdur. Bağdâda götürünce, habs etdi. İmâm-ı Mûsâ Kâzım “radıyallahü anh” habsde iken Mehdî bin Mensûr bir gece rü’yâsında, hazret-i Alîyi “radıyallahü anh” gördü. Hazret-i Alî ona, meâl-i şerîfi (Demek sizler iş başına gelecek olursanız, yeryüzünde bozgunculuk yapacak, akrabâlık bağlarını da koparacaksınız öyle mi?) olan, Muhammed sûresinin 22.ci âyet-i kerîmesini okudu. Halîfe Mehdînin vezîri Rebi’ şöyle anlatmışdır: Mehdî beni çağırdı. Yanına girince bakdım, bu âyet-i kerîmeyi hoş bir sesle okuyordu. Bana hemen git, Mûsâ bin Ca’feri “radıyallahü anh” buraya getir, dedi. Getirince, onunla kucaklaşdı ve yanına oturtdu. Sonra rü’yâsını anlatdı ve bana ve oğullarım üzerine yürümeyeceğinizden beni emîn edebilir misiniz, dedi. Mûsâ Kâzım “radıyallahü anh” vallahi ben böyle bir iş yapmam ve böyle yapmayı şânıma yakışdırmam, dedi. Mehdî doğru söylüyorsun, dedi. Sonra bana dönüp, bunlara bin altın ver ve yol hâzırlıklarını yap, Medîneye gitsinler, dedi. Hemen hâzırlığı yapıp, bir mâni’ çıkmasından korkarak, onları geceleyin uğurladım.

● İmâm-ı Mûsâ Kâzım “radıyallahü anh” halîfe Hârûn Reşîd zemânına kadar Medînede ikâmet etdi. Hârûn Reşîd halîfe olunca, onları Bağdâda getirtip habs etdi. Hicretin yüzseksen senesinde Receb ayının yirmibeşinci Cum’a günü Bağdâdda habsde iken vefât etdi. Mubârek kabri Bağdâdda-

-363-

dır. Yahyâ bin Hâlid Bermekînin Hârûn Reşîdin emriyle onu şehîd etmek için hurma içinde zehr verdiğini söylerler. Zehr verildiği gün Mûsâ Kâzım “radıyallahü anh”, bu gün bana zehr verdiler. Yarın vücûdum sararır. Sonra vücûdumun yarısı kızaracakdır. Ertesi gün de siyâh olacakdır. O zemân vefât ederim, buyurmuşdu. Söylediği gibi aynen olmuşdur.

Fazîletleri, kerâmetleri ve menkıbeleri pek çokdur. O zemânın âbidleri, kerîm ve seçilmiş kimseleri, ondan çok kerâmetler ve hârikül’âde hâller zuhûr etmişdir, demişlerdir.

● Mu’teber kitâblarda, Şakîk-i Belhînin “kuddise sirrûh” şöyle anlatdığı rivâyet edilmişdir: Hacca gidiyordum. Fârisiyyeye uğradım. Orada güzel yüzlü, buğday benizli, yün kaftân giyinmiş, başı sarıklı ve ayaklarında na’lin bulunan bir genç gördüm. İnsanlardan ayrı bir yerde yalnız oturuyordu. Kendi kendime bunun sofiyyeden olması lâzımdır. Herhâlde bu yolda müslimânlara yük olmak istiyor. Gidip ona biraz serzenişde bulunayım, dedim. Yanına yaklaşınca bana, Ey Şakîk diye ismimle hitâb ederek, meâl-i şerîfi, (Ey îmân edenler! Zandan çok sakınınız. Çünki, zannın bir kısmı günâhdır...) olan, [Hucûrât sûresi 12.ci] âyet-i kerîmesini okudu. Sonra kalkıp bir tarafa doğru gitdi. Kendi kendime, bu zât sâlih bir kimse olmalı, ismimi ve kalbimden geçeni bildi, dedim. Halâlleşeyim diye arkasından gitdim. Ne kadar hızlı yürüdüysem de ona yetişemedim. Başka bir konak yerine varınca, onu yine gördüm. Nemâz kılıyordu ve bütün a’zâları titriyordu. Gözlerinden yaşlar akıyordu. Nemâzını bitirsin de gidip, halâlleşeyim diye bekledim. Nemâzını bitirince yanına yaklaşdım. Bana, ey Şakîk diyerek, me-âl-i şerîfi (Doğrusu ben tevbe edeni, inanıp yararlı iş işleyerek doğru yola gireni afv ederim) olan [Tâhâ sûresi 82.ci] âyet-i kerîmesini okudu. Sonra beni bırakıp oradan uzaklaşdı. Kendi kendime bu genç ebdâllerden olmalı, ikinci def’a ismimi ve kalbimden geçeni bildi, dedim. Dahâ sonra onu başka bir konak yerinde yine gördüm. Bir kuyunun ba-

-364-

şında kısa ipli bir kova ile su çıkarmak istiyordu. Kovası kuyuya düşdü. Ellerini kaldırıp; Allahım! Sen benim Rabbimsin. Susadığım ve yiyecek istediğim zemân kuvvet veren sensin. Allahım, senden başka, onları bana ihsân edecek yokdur. Bana su ve yiyecek ihsân et, diye düâ etdi. Kuyunun suyu yükseldi. Elini uzatıp kovasına su doldurdu. Abdest alıp, dört rek’at nemâz kıldı. Sonra bir kum yığınına doğru gidip, eliyle kovasına biraz kum koydu ve çalkalayıp içdi. Yanına yaklaşıp selâm verdim. Selâmımı aldı. Allahü teâlânın sana ihsân etdiği ni’metlerin fazlasından bana da yidir dedim. Allahü teâlânın ni’metleri bize gizli ve açık olarak her zemân gelir. Allahü teâlâya hüsn-ü zanda bulun, dedi ve kovasını bana verdi. İçinde kavrulmuş buğday ve şeker vardı, ondan içdim. Kandım ve doydum. Ondan dahâ lezzetli birşey içmemişdim. Mekkeye varıncaya kadar, onu bir dahâ görmedim. Mekkede bir gece yarısı onu gördüm. Nemâz kılıyordu. Tam bir huşû ile inleyip ağlıyordu. Bütün gece böyle devâm etdi. Sabâh nemâzı vakti girince, sabâh nemâzını kılıp, Kâ’beyi tavâf etdi ve dışarı çıkdı. Ben de arkasından gitdim. Bakdım ki, arkasında hizmetcileri vardı. İnsanlar etrâfında toplandılar. Bu zât kimdir diye sordum. Mûsâ Kâzım bin Ca’fer bin Muhammed bin Alî bin Hüseyn bin Alî bin Ebî Tâlibdir “radıyallahü anhüm ecma’în” dediler. Yolda bu zâtdan şöyle şöyle acâib hâller gördüm, dedim. Bu hâller bu seyyid için acâib ve garîb değildir, dediler.

● Hârûn Reşîd, Alî bin Yaktîne güzel elbiseler vermişdi. Bu elbiseler arasında, siyâh ibrişim ile dokunmuş altın yaldızlı gâyet güzel bir elbise vardı. Alî bin Yaktîn, Mûsâ Kâzımı “radıyallahü anh” çok sevdiği için, elbiselerin yanına bir mikdâr dahâ hediyyeler koyarak, hepsini ona gönderdi. Mûsâ Kâzım, o güzel gömlekden başka bütün hediyyeleri kabûl etdi. O gömleği geri gönderip saklamasını ve bir gün lâzım olacağını söyledi. Alî bin Yaktîn, bir gün kölelerinden birine kızıp kovdu. O köle Hârûn Reşîde gidip, efendim, Alî bin Yaktîn, Mûsâ Kâzımı “radıyallahü anh” imâm edinmişdir. Ona çok mâl gönderdi. Hattâ senin gönderdiğin ibrişimli, altın

-365-

yaldızlı gömleği bile ona verdi, dedi. Hârûn Reşîd bu habere kızıp, Alî bin Yaktîni yanına çağırtdı. Sana verdiğim gömleği ne yapdın, diye sordu. Alî bin Yaktîn, o gömlek bendedir, dedi. Hârûn Reşîd onu hemen getir, dedi. Alî bin Yaktîn bir kölesini çağırıp, benim serâyımda falan odaya git, anahtârını falan câriyeden iste. O odada bir sandık vardır. Kapağını aç, içinde mührlü bir kutu göreceksin. O kutuyu buraya getir, dedi. Kölesi hemen gidip kutuyu getirdi. Kutuyu açıp, içinde

o gömleği gördüler. Güzel kokular sürülmüşdü. Hârûn Reşîd bu durumu görünce öfkesi yatışdı. Alî bin Yaktîne bu gömleği yerine gönder, hâtırını hoş tut. Bundan sonra senin hakkında söylenen sözlere aldırmam, dedi.

● İmâm-ı Mûsâ Kâzımın “radıyallahü anh” sevenlerinden biri şöyle anlatmışdır: Halîfe Mehdî, İmâm-ı Mûsâ Kâzımı “radıyallahü anh” Bağdâda ilk def’a çağırmışdı. Mûsâ Kâzım, bana yol hâzırlığı için çarşıdan ba’zı ihtiyâc olan şeyleri satın almamı söyledi. Yüzüme bakıp, seni pek ziyâde gamlı ve üzüntülü görüyorum, ne oldu diye sordu. Ben de nasıl üzülmeyeyim ki, bir zâlimin yanına gidiyorsunuz. Âkıbetinizin ne olacağı belli değildir, dedim. Bana hiç korkma, falan ayda falan gün geri geleceğim. Akşam vaktinde beni beklersin, buyurdu. Ay ve günleri sayıyordum. İşâret buyurduğu gün olmuş ve güneş batmasına az bir zemân kalmışdı. Kimsenin geldiğini göremiyordum. Şeytân aklıma vesvese düşürdü. Kalbimde bir şübhe uyanmasından korkuyordum. Beni büyük bir ızdırâb kapladı. O sırada Irak tarafından yolda bir karartı gördüm. Mûsâ Kâzım “radıyallahü anh” önde bir katıra binmiş geliyordu. Bana ey falan diye seslendi. Buyurun ey Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” evlâdı, efendim, dedim. Az kalsın kalbine şübhe düşüyordu değil mi, buyurdu. Evet öyle olacakdı, dedim. Elhamdülillah o zâlimden selâmetle kurtulduk. Beni bir def’a dahâ götürecekler. O zemân kurtulamayacağım, buyurdu.

● Bir kimse şöyle anlatmışdır: Medînede mücâvir olarak kalıyordum ve kirâlık bir evde oturuyordum. Mûsâ Kâzımın “radıyallahü anh” sohbetlerine devâm ediyordum. Bir gün

-366-

çok şiddetli yağmur yağdı. İhrâm bağlanıp, Mûsâ Kâzım hazretlerinin meclisine gitdim, selâm verdim. Selâmımı aldı ve bana ey falan, evin, eşyâlarının üzerine yıkılmışdır, buyurdu. Hemen eve gitdim. Buyurduğu gibi ev yıkılmışdı. Eşyâlarımı enkaz altından çıkarmak için işçi tutdum. Bütün eşyâmı çıkardılar. Sâdece bir ibriğim çıkmadı. Sabâhleyin Mûsâ Kâzımın “radıyallahü anh” huzûruna gitdim. Hiç eşyân kayboldu mu, diye sordu. Sâdece abdest aldığım bir ibrik kayboldu, dedim. Mubârek başını eğip, bir müddet sonra kaldırdı. Öyle zan ediyorum ki, sen onu bir yerde unutmuşsundur. Git ev sâhibi câriyeden sor. İbriği sen almışsın, onu bana getir diye söyle, getirecekdir, buyurdu. Geri dönüp, câriyenin yanına gitdim. İbriği halâde unutmuşdum. Sen almışdın, onu getir de abdest alayım, dedim. Gidip hemen getirdi.

● Yine bir kimse şöyle anlatmışdır: Mûsâ Kâzımı “radıyallahü anh” Basrâya götürdüklerinde, Medâyin yakınlarında berâber gemiye binip oturduk. Bizim arkamızda başka bir gemi dahâ vardı. O gemide gelin götürdükleri için çok gürültü vardı. Bana bu kalabalık nedir, diye sordu. Gelin götürüyorlar, dedim. Bir müddet sonra o gemiden bağrışmalar duyduk. Mûsâ Kâzım “radıyallahü anh” bu feryâd nedir, diye sordular. Gelin denizden bir avuç su almak isterken, altın bileziğini suya düşürmüş. onun için bağrışıyorlarmış, dedim. Mûsâ Kâzım hazretleri gemilerin durdurulmasını istedi. Gemiler durunca, kenâra yaklaşıp, bir şeyler okudu. Sonra, onların gemicisine söyleyiniz, suya girsin ve bileziği çıkarsın, buyurdu. Bir de bakdık ki, bilezik suyun yüzüne yakın yerde duruyordu. Gemici suya girip, bileziği çıkardı.

● Bir şahs şöyle anlatmışdır: Dostlardan biri yüz dinâr (altın) vererek, İmâm-ı Mûsâ Kâzıma “radıyallahü anh” götürmemi istedi. Bir mikdâr da benim dinârım vardı. Medîneye varınca, önce gusl etdim. Kendi dinârlarımı ve o şahsın verdiği dinârları yıkadım. Üzerlerine misk saçdım. O şahsın dinârlarını saydım, doksandokuz idi. Bir dahâ saydım yine doksandokuz çıkdı. Bir dinâr da kendi dinârlarımdan katarak kesesine koydum. Gece Mûsâ Kâzımın “radıyallahü –

-367-

anh” evine gitdim. Cânım size fedâ olsun, bir mikdâr hediyyem vardır. Onunla Allahü teâlâya yakın olmak isterim, dedim. Getir, buyurdu. Önce kendi dinârlarımı önlerine koydum. Sonra falan dostunuz da benimle size hediyye gönderdi, dedim. Getir, buyurdu. Keseyi huzûruna koydum. Kesenin içindekileri yere dök, buyurdu, dökdüm. Mubârek eliyle o dinârları dağıtdı ve benim katdığım bir dinârı ayırdı. O kimse bu dinârları sayı olarak değil, ağırlık olarak hesâb etmişdir, buyurdu.

● Bir şahs şöyle anlatmışdır: Alî bin Yaktîn ile bir kimse bana Kûfeye git, falan kimse ile yol arkadaşı ol. İki hayvân satın alın ve şu hediyyeleri ve mektûbları Mûsâ Kâzım hazretlerine götürün, dediler. Kûfeye gidip söylenen kimseyi buldum. İki koyun satın alıp, yola çıkdık. Medîne yakınlarında bir yerde konakladık. Yemek yiyorduk. O sırada Mûsâ Kâzımı “radıyallahü anh” gördük. Bir katıra binmiş geliyordu. Ayağa kalkıp selâm verdik. Yanınızda olanları getirin, buyurdu. Götürdük ve mektûbları da verdik. Bir kaç mektûb çıkarıp, bunlar getirdiğiniz mektûbların cevâblarıdır. Geri dönüp gidiniz. Allahü teâlâya emânet olunuz, buyurdu. Biz, yiyeceğimiz kalmadı, Medîneye az bir mesâfe var. Müsâade ederseniz Medîneye gidip, Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” ziyâret edelim ve yiyecek alıp geri dönelim, dedik. Bize yidiğinizden artan birşey var mıdır, buyurdu. Vardır deyip, artanları getirdik. Mubârek eliyle onlara dokundu ve bu size Kûfeye kadar yeter. Allahü teâlâ sizi muhâfaza etsin, geriye dönün, buyurdu. Geri döndük, o yiyecek bize Kûfeye kadar kâfi geldi.