İMÂM-I CA’FER-İ SÂDIK

“radıyallahü anh”

İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık “radıyallahü anh” oniki imâmın altıncısıdır. Künyesi Ebû Abdüllahdır. Künyesine Ebû İsmâ’îl de denilmişdir. Lakablarından en meşhûru Sâdıkdır. İmâm-ı Muhammed Bâkırın oğludur. Annesi Ümmü Fermûdedir. Ümmü Fermûde, hazret-i Ebû Bekrin torunu Kâsım bin Muhammedin kızıdır. Ümmü Fermûdenin annesi ise Esmâ binti Abdürrahmân bin Ebî Bekr-is-Sıddîkdır “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”. Bu sebeble Ca’fer-i Sâdık “radıyallahü anh” “Ebû Bekr-i Sıddîk beni iki def’a dünyâya getirdi” buyurmuşdur. Bu sözüyle bir neseb yönünden, bir de ma’nevî yönden bağlılığına işâret etmişdir. Çünki, tesavvuf yolunun silsilesi iki olup, biri babası İmâm-ı Muhammed Bâkıra, ondan İmâm-ı Zeynel’âbidîne, ondan hazret-i Hüseyne, ondan hazret-i Alîye ulaşır. [Bu yol (Vilâyet yolu)dur.] İkinci silsilesi annesinin babası Kâsım bin Muhammed bin Ebî Bekre ulaşır. Ondan Selmân-ı Fârisîye, ondan da hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîka ulaşır. [Bu yol (Nübüvvet yolu)dur.] Nitekim, hazret-i Îsânın “salevâtullahi alâ nebiyyinâ ve aleyhi”, “Bir kimse iki kerre doğurulmadıkca” [ya’nî, vilâyet mertebesine de ulaşmadıkca, âlem-i melekûta yol bulamaz] buyurduğu söz, bu ma’nâya işâretdir.

Ca’fer-i Sâdık “radıyallahü anh”, Medînede hicretin sekseninci senesinde doğdu. Hicretin seksenüçüncü senesinde, Rebî’ül-evvel ayının yirmi yedisinde pazartesi günü doğduğu

-354-

da söylenmişdir. Hicretin yüzkırksekizinci senesinde, Receb ayının ortasında pazartesi günü Medînede vefât etdi. Kabri Bakî’ kabristânında, babası Muhammed Bâkırın, dedesi İmâm-ı Zeynel’âbidînin ve amcası Hasen bin Alînin “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” kabrlerinin yanındadır. Allahü teâlâ ihsânlarda bulunduğu ve şerefli kıldığı o kabrde yatan kadri yüksek zâtın ecrini artdırsın!

Ca’fer-i Sâdık “radıyallahü anh” Ehl-i beytin büyüklerinden ve âlimlerindendir. Onun kalbine akıtılan ilmler ve feyzler o kadar çokdur ki, aklların anlamağa güç yetiremediği ilmler ve ma’rifetler ondan nakl edilir. Ca’fer-i Sâdık “radıyallahü anh” buyurdu ki: Bizim ilmimiz gâbirdir, mezbûrdur, kalblerde nüketdir. Kulaklarda nakrdır. Bizim yanımızda kırmızı cefr, beyâz cefr ve hazret-i Fâtımanın “radıyallahü anhâ” mushafı vardır. Yine bizim yanımızda insanların muhtâc olduğu bütün şeyleri kendisinde toplayan bir kitâb vardır. Bunun üzerine kendisinden bu sözleri açıklamasını istediler. Buyurdu ki: Gâbir; geleceğe âid bilgiler, mezbûr; geçmişe âid bilgilerdir. Kalblerdeki nüket ise ilhâmdır. Kulaklarda nakr, meleklerin konuşmalarıdır ki, kendileri görülmez, konuşmaları işitilmez. Kırmızı Cefr, içinde Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” silâhının bulunduğu bir kabdır. Ehl-i beyt, bizim başımıza geçinceye kadar bu kab ortaya çıkmaz. Beyâz Cefr, içinde Mûsâ aleyhisselâmın Tevrâtı, Îsâ aleyhisselâmın İncîli, Dâvüd aleyhisselâmın Zebûru ve Allahü teâlânın bunlardan önce gönderdiği kitâbların bulunduğu kabdır. Hazret-i Fâtımanın mushafı, onda kıyâmete kadar gelecek meliklerin ismleri ve sözleri vardır. Câmi’aya gelince, o uzunluğu yetmiş zra’ olup, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bizzat söyliyerek, hazret-i Alîye yazdırmışdır. Vallahi hazret-i Alî ona, kıyâmete kadar insanların muhtâc olduğu yaralama diyeti, bir ve yarım kamçı vurmaya kadar herşeyi yazmışdır ve şöyle buyurduğu nakl edilmişdir: “Beni kaybetmeden önce, benden sonra size kimsenin söyliyemeyeceği şeyleri benden sorunuz.” Hâsılı onun mubârek dilinden dökülen hakîkatler, hikmetler, ince nükteler, em-

-355-

sâlsiz sözler, keşf ve yakîn ehli seçilmiş kimseler arasında meşhûrdur. Büyük âlimlerin ve seçilmiş kimselerin kitâblarında yazılıdır. Sayılamayacak ve anlatılamayacak kadar çokdur. Bu kitâbda onun üstün hâlleri, hârikaları, keşf ve kerâmetleri kısaca bildirildi.

● Halîfe Mensûr, Rebi’e dedi ki, İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık yanıma gelsin. Çağırdılar. Yanına gelince, halîfe Mensûr: Eğer seni öldürmezsem, Allah beni öldürsün! Bir takım hîlelerle fitne çıkarıp, müslimânların kanının dökülmesini istiyorsun, dedi. Ca’fer-i Sâdık “radıyallahü anh” yemîn ederek, ben böyle birşey yapmadım ve yapmak da istemem. Eğer böyle bir şey işitdiyseniz, o bir yalancının sözüdür. Allahü teâlâ korusun, söylediğiniz şeyi ben yapamam. Yûsüf aleyhisselâma zulm etdiler, afv etdi. Eyyûb aleyhisselâm bir derde mübtelâ oldu, sabr etdi. Süleymân aleyhisselâma çok şeyler ihsân olundu, şükr etdi. Bunlar Peygamberdir, senin nesebin de onlara ulaşır, dedi. Mensûr bunları dinleyince, doğru söylüyorsun. Yukarı çıkalım diyerek odasına da’vet etdi. Sonra bu söylediklerimi bana falan kimse söyledi, dedi. O kimseyi çağırdılar. Gelince, sen bu sözleri, Ca’fer-i Sâdıkın kendisinden mi işitdin, diye sordu. O şahs, evet kendisinden işitdim, deyince, yemîn eder misin, dedi. Evet dedi ve şöyle yemîn etdi: “Billahillezî lâ ilâhe illâ hû âlimülgaybi veşşehâdeti: “Kendisinden başka ilâh olmayan, gizli ve açık herşeyi bilen Allaha yemîn ederim”, dedi. Ca’fer-i Sâdık “radıyallahü anh” o şahsa şöyle yemîn et dedi: “Beraytü min havlillahi ve kuvvetihî veltece’tü ilâ havlî ve kuvvetî lakad fe’ale kezâ ve kezâ Ca’fer ve kezâ ve kezâ kâle Ca’fer: (Allahın kuvvet ve kudretinden çıkıp, kendi kuvvet ve kudretime sığınmış olayım ki, Ca’fer şöyle şöyle dedi ve şöyle şöyle yapdı)”. O şahs önce böyle yemîn etmek istemedi. Fekat sonra etdi ve o ânda düşüp öldü. Halîfe Mensûr, bunun ölüsünü ayağından tutup, dışarı atınız, dedi.

● Rebi’ şöyle anlatır: Ca’fer-i Sâdık “radıyallahü anh” halîfe Mensûrun yanına geldiğinde, dudaklarını kıpırdatıyor, bir şeyler okuyordu. Mensûrun kızgınlığı yavaş yavaş geçdi.

-356-

Hattâ onu yanına çağırıp, güler yüzlü ve hoşnûd davrandı. Oradan ayrılınca, Ca’fer-i Sâdıka “radıyallahü anh” halîfe sana çok kızmışdı, sen gelip dudaklarını oynatdıkca, onun kızgınlığı yavaş yavaş söndü. Hangi düâyı okuyordunuz, diye sordum. Dedem hazret-i Hüseynin “radıyallahü anh” düâsını okuyordum. Bu düâ şöyledir buyurdu: “Yâ uddetî inde şiddetî ve yâ gavsî inde kürbetî ührüsnî biaynikelletî lâtenâmü ve ekfinî bi rüknike ellezî lâ yerâmu”. [Ey, zorlukda dayanağım ve ey sıkıntıda hakîkî mededkârım! Dâimî görmekliğin ile beni koru ve nihâyetsiz kudret ve kuvvetinle bana kâfi’ ol!] Rebi’ demişdir ki, bu düâyı ezberledim. Bana ne zemân bir musîbet gelse, bu düâyı okur, kurtulurdum. Sonra o ölen şahsa niçin kendi yemîninden başka bir yemîn etdirdiniz diye sordum. Bir kul Allahü teâlâyı vahdâniyyet ve azamet ile zikr ederse, Allahü teâlâ o kuluna rahmet ve re’fet (koruma) ile nazar eder ve cezâsını gecikdirir. O kimseye işitdiğin gibi yemîn verdim ve gördüğün gibi Allahü teâlâ onun cezâsını çabuk verdi.

● Halîfe Mensûr, kapıcısına, Ca’fer-i Sâdık “radıyallahü anh” bana geldiği zemân, benim yanıma girmeden onu öldür, diye emr etdi. Ca’fer-i Sâdık bir gün halîfe Mensûrun bulunduğu yere geldi ve yanına girip oturdu. Kapıcı içeri girip, onu halîfe Mensûrun yanında gördü ve şaşırdı. Bir müddet sonra Ca’fer-i Sâdık “radıyallahü anh” ayrılıp gitdi. Mensûr kapıcısını yanına çağırıp, sana ne emr etmişdim, dedi. Kapıcı yemîn ederek, Ca’fer-i Sâdıkı sâdece senin yanında gördüm. Girerken de, çıkarken de görmedim, dedi.

● Halîfe Mensûrun yakınlarından biri şöyle anlatmışdır: Bir gün Mensûrun yanına gitmişdim. Onu düşünceli gördüm. Ey mü’minlerin emîri, neden düşüncelisiniz, diye sordum. Ehl-i beytden çok kimseleri öldürdüm. Fekat, onların rehberini bırakdım, dedi. O kimdir, diye sordum. Ca’fer bin Muhammeddir, dedi. O Allahü teâlâya ibâdet ile meşgûldür. Dünyâya aslâ önem vermez, dedim. Bana, sen onun halîfe olmasını istiyorsun, ama olmayacakdır. Ben en son bu gece, kalbimi onunla meşgûl etmekden kurtarmak istiyorum, dedi.

-357-

Sonra cellâdı çağırdı. Cellâda Ca’fer-i Sâdıkı buraya çağıracağım. Gelince elimi başıma koyduğum zemân, onu öldür diye emr etdi. Sonra, Ca’fer-i Sâdıkı “radıyallahü anh” çağırdılar. Mensûrun yanına giderken, ben de onunla birlikde gitdim. Dudaklarını oynatıyordu. Ne okuduğunu anlayamadım. Mensûrun serâyına bakdım, dalgalı denizdeki gemi gibi sallanıyordu. Mensûru gördüm, yalın ayak, başı kabak, bütün azâları titreyerek, Ca’fer-i Sâdık hazretlerini karşıladı. Kolundan tutup, onu tahtının üzerine oturtdu. Sonra, Resûlullahın torunu, niçin geldiniz, diye sordu. Ca’fer-i Sâdık hazretleri, beni çağırmışsınız geldim, buyurdu. Mensûr, ne istiyorsunuz, emr edin, dedi. Ca’fer-i Sâdık “radıyallahü anh” ben istemeyince beni çağırmayın. Kendi arzûmla gelirim, buyurdu ve ayrılıp gitdi. Sonra Mensûr yatıp gece yarısına kadar uyudu. Nemâzlarını kaçırdı. Uyanınca kazâ etdi. Beni yanına çağırıp şöyle dedi: Ca’fer-i Sâdık yanıma gelince, bir ejderhâ gördüm. Ağzını açmış, bir dudağı yerde, bir dudağı köşkümün tavanında idi. Bana açık bir dil ile, eğer Ca’fer-i Sâdıka “radıyallahü anh” dokunursan, seni ve serâyını yutarım, dedi. Ben bu bir sihrdir deyince, yok öyle söyleme, bu ism-i a’zam düâsının husûsiyyetlerindendir. O düâ Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” gelmişdir. Bu düâ ile ne dilerse olurdu, dedi.

● İbni Cevzi “rahmetullahi aleyh” (Safve-tüs safve) adlı kitâbında, kendi isnâdıyla Leys bin Sa’ddan şöyle rivâyet etmişdir: Bir hac mevsiminde Mekkede idim. İkindi nemâzını kıldıkdan sonra, Ebû Kubeys dağına çıkdım. Orada bir kişi düâ ediyordu. Nefesi kesilinceye kadar, yâ Rabbî, yâ Rabbî, dedi. Sonra nefesi kesilinceye kadar, yâ Rabbâhü, yâ Rabbâhü, dedi. Sonra nefesi kesilinceye kadar, yâ Rabbî, yâ Rabbî, dedi. Yine nefesi kesilinceye kadar, yâ Allah, yâ Allah, dedi. Sonra yâ Hay, yâ Hay demeğe başladı ve nefesi kesilinciye kadar devâm etdi. Sonra nefesi kesilinceye kadar, yâ Rahîm, yâ Rahîm dedi. Sonra nefesi kesilinceye kadar, yâ Erhamerrâhimîn dedi. Yedi kerre böyle yapdı. Sonra, Allahım ben üzüm arzû ediyorum ve şu iki elbisem de eskidi dedi. Düâsı biter bitmez bir de bakdım ki, bir sepet üzüm ve iki elbise ya-

-358-

nına konmuşdu. Hâlbuki o zemân üzüm mevsimi değildi. Üzümü yimeğe başlarken, bu üzümde ben de ortağım, dedim. Niçin diye sorunca, sen düâ ederken ben de, âmîn diyordum, dedim. Peki, buraya gel dedi. Yaklaşdım, berâber yidik. Üzüm çekirdeksiz idi. Doyuncaya kadar yidim. Öyle üzüm hiç yimemişdim. Yidiğimiz hâlde sepetdeki üzüm hiç eksilmemişdi. Sonra bana, bu iki elbiseden hangisini istersen al, dedi. İhtiyâcım yok dedim. O hâlde sen yüzünü dön bunları giyeyim, dedi. Yüzümü döndürdüm. Elbiselerden birini izâr (gömlek), birini de ridâ (cübbe) olarak giydi. Eski elbiselerini de eline alıp yürüdü. Ben de arkasından gitdim. Sa’y mahalline vardık. Orada bir kimse karşısına çıkıp, ey Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” torunu, beni giydir. Allahü teâlâ da seni giydirsin, dedi. Elindeki eski elbiseleri ona verdi. Ben o kimsenin arkasından yetişip, bu elbiseleri sana veren kimdir, diye sordum. Ca’fer bin Muhammeddir “radıyallahü anh”, dedi. Sonra Ca’fer-i Sâdık hazretlerini bulup, kendisinden hadîs-i şerîf dinlemek için ne kadar aradıysam da bulamadım.

● Dâvüd bin Alî bin Abdüllah bin Abbâs, İmâm-ı Ca’fer-i Sâdıkın “radıyallahü anh” kölelerinden birini öldürdü ve mâlını aldı. Ca’fer-i Sâdık hazretleri, Dâvüdün yanına gidip, kölemi öldürdün ve mâlımı gasb etdin. Sana beddüâ edersem görürsün, dedi. Dâvüd bin Alî beni beddüâ ile mi korkutuyorsun diyerek, alay etdi. Ca’fer-i Sâdık “radıyallahü anh” evine gidip, bütün geceyi ibâdet ile geçirdi. Seher vakti Dâvüd bin Alîye beddüâ etdiğini işitdiler. Aradan bir sâat geçmeden Dâvüd bin Alî öldürüldü.

● Ebû Basîr şöyle anlatmışdır: Medîneye gitmişdim. Yanımda bir câriyem vardı. Sabâhleyin gusl abdesti almak maksadı ile hamâma gitmek için dışarı çıkdım. Bir gurub kimseyi İmâm-ı Ca’fer-i Sâdıkın “radıyallahü anh” ziyâretine giderken gördüm. Ben de onlara katıldım. Gidip huzûruna girdik. Bana bakarak, ey Ebû Basîr, Peygamberlerin ve oğullarının huzûruna cünüb olarak girilmeyeceğini bilmiyormusun, buyurdu. Sizi ziyâretden mahrûm kalmayayım diye

-359-

böyle geldim, dedim. Sonra bir dahâ böyle yapmayacağıma tevbe edip, dışarı çıkdım.

● Bir kimse şöyle anlatmışdır: Bir arkadaşım vardı. Halîfe Mensûr onu habs etmişdi. Bir hac mevsiminde, Arafâtda ikindi nemâzından sonra, Ca’fer-i Sâdık hazretlerini gördüm. Habsde olan arkadaşımı sordu. Hâlâ habsdedir dedim. O ânda ellerini kaldırıp, arkadaşım için düâ etdi. Biraz sonra da yemîn ederek, arkadaşını arefe günü ikindi nemâzından sonra salıverdiler, buyurdu.

● Bir kimse şöyle anlatmışdır: Mekkede bir elbise satın almışdım. Kendime kefen olsun diye ölünceye kadar saklamağı düşünüyordum. Arafâtdan Müzdelifeye gitdiğimizde, o elbiseyi kaybetdim ve çok üzüldüm. Sabâhleyin Minâya gidince, Mescid-i Hîfde oturmuşdum. O sırada birisi gelip, seni Ca’fer-i Sâdık hazretleri çağırıyor, dedi. Gidip selâm verdim ve huzûrunda oturdum. Bana, istersen, sana bir elbise vereyim, vefâtından sonra kefenin olur, buyurdu. İyi olur, zâten bir elbisem kayboldu, dedim. Hizmetcisi bir elbise getirdi. Aynen kaybetdiğim elbise gibi idi. Bunu al ve Allahü teâlâya ısmarla buyurdu.

● Bir zât şöyle anlatmışdır: bir gün İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık “radıyallahü anh” ile Mekkede giderken, bir kadın yanında çocuklarıyla ağlaşıyorlardı. Önlerinde bir inek ölüsü vardı. Ca’fer-i Sâdık hazretleri bu nedir diye sordu. Kadın, biz bu ineğin sütüyle geçiniyorduk. Şimdi öldü, ne yapacağımızı şaşırdık, dedi. Ca’fer-i Sâdık “radıyallahü anh” kadına, istermisin Allahü teâlâ bu ineği diriltsin buyurdu. Kadın, bu musîbet yetmiyormuş gibi, bir de benimle alay mı ediyorsun, dedi. Hâyır, alay etmiyorum buyurarak, mubârek ayağı ile ineğin ölüsüne dokundu. Hayvân cânlanıp, ayağa kalkdı. O sırada Ca’fer-i Sâdık hazretleri kalabalığın arasına karışıp kayboldu. Kadın, bu işi yapanın kim olduğunu anlayamadı.

● Yine bir zât şöyle anlatmışdır: İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık hazretleriyle hacca gidiyorduk. Bir kuru hurma ağacının altında konakladık. Mubârek dudaklarını kıpırdatdı. Ne okuduğunu

-360-

anlayamadım. Sonra yüzünü hurma ağacına çevirerek, Allahü teâlânın, kullarının rızkından sana emânet bırakdığından bize yidir, buyurdu. Ağaç Ca’fer-i Sâdık hazretlerine doğru eğildi. Üzerinde tâze hurma salkımları asılı idi. Bana, gel besmele ile bu hurmalardan yi, buyurdu. O hurmalardan yidim. Ömrümde o kadar tatlı ve güzel hurma yimemişdim. Orada bir köylü kimse vardı. Bu hâli görünce ömrümde böyle bir sihr hiç görmedim, dedi. Ca’fer-i Sâdık “radıyallahü anh” o köylüye, biz Peygamberin “sallallahü aleyhi ve sellem” vârisleriyiz. Bizim aramızda sihrbâz ve kâhin olmaz. Biz düâ ederiz, Allahü teâlâ düâmızı kabûl eder. İstersen düâ edeyim, Allahü teâlâ seni köpek şekline soksun, buyurdu. Köylü kimse câhillik edip, et dedi. Düâ etdi ve köylü o ânda köpek şekline girdi ve evine doğru gitdi. Ca’fer-i Sâdık hazretleri bana, onun arkasından git, buyurdu. Arkasından ta’kîb etdim, gidip evine girdi. Çocuklarının yanında kuyruğunu salladı. Çocukları onu sopa ile kovaladılar. Ben Ca’fer-i Sâdık hazretlerinin huzûruna gidip, durumu anlatdım. Sonra o köpek de geldi, toprakda yuvarlanıyor ve gözlerinden yaş döküyordu. Ca’fer-i Sâdık “radıyallahü anh” ona acıyıp, düâ etdi. Tekrâr eski hâline döndü. Ona, söylediklerime inandın mı, buyurdu. Köylü kimse bin kerre, bin kerre, dedi.

● Bir zât şöyle anlatmışdır: Bir cemâ’at ile Ca’fer-i Sâdık hazretlerinin sohbetindeydik. Ben şöyle sordum. Allahü teâlâ İbrâhîm aleyhisselâma [Bekara sûresi 260.cı âyetinde meâlen], (... Dört kuş al, onları kendine alışdır, sonra onları parçalayıp her dağın üzerine bir parça koy, sonra onları çağır, koşarak sana gelirler...) buyurdu. Bu kuşlar aynı cinsden mi idi yoksa, değişik cinsden mi idiler? Ca’fer-i Sâdık “radıyallahü anh” bu süâlim üzerine, istermisiniz o kuşları aynen size göstereyim, buyurdu. İsteriz, dedik. Ey tavus diye çağırdı, bir tavus kuşu geldi. Ey karga dedi, bir karga geldi. Ey güvercin dedi, bir güvercin geldi. Sonra ey doğan dedi, bir doğan kuşu geldi. Bu dört kuşun başlarının kesilmesini emr etdi. Parça parça edip etlerini birbirine karışdırdılar. Başlarını bırakdılar. Tavus kuşunun başını kaldırıp, ey tavus buyurdu. Bir de bakdık ki tavus kuşunun eti ve kemiği diğer

-361-

kuşların parçaları arasından ayrılıp, kendi başıyla birleşdi, cânlanıp önceki hâlini aldı. Diğer üç kuş da aynı şeklde cânlandılar.

● Yine şöyle anlatılmışdır: Bir şahs Ca’fer-i Sâdık hazretlerine on bin akçe getirdi. Ben hacca gidiyorum. Bu parayla bana bir ev alınız. Hacdan dönüşde çoluk çocuğumla o evde oturayım, dedi. O şahs hacdan dönünce Ca’fer-i Sâdık hazretlerinin huzûruna gitdi. Ca’fer-i Sâdık “radıyallahü anh” ona buyurdu ki: Sana Cennetde bir serây satın aldım. Komşularının birincisi Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, ikincisi hazret-i Alî “radıyallahü anh”, üçüncüsü ve dördüncüsü hazret-i Hasen ve hazret-i Hüseyndir “radıyallahü anhümâ”. Bunun için sana sened yazdım. O şahs bunları duyunca, ben buna râzı oldum, dedi. Evine gidince hastalandı. Ca’fer-i Sâdık hazretlerinin yazdığı senedi göstererek, ölürsem bu senedi kabrime koyun diye vasıyyet etdi. Vefât edince, o senedi kabrinin içine koydular. Ertesi gün sabâhleyin senedi kabrinin üzerinde buldular. Senedin arkasında Ca’fer bin Muhammed “radıyallahü anh” va’d etdiği şeyde vefâ eyledi, va’dini yerine getirdi, diye yazılı idi.

● Bir şahs Ca’fer-i Sâdık hazretlerinden, Allahü teâlânın kendisine çok mâl verip ve çok hac yapması için düâ etmesini istedi. Ca’fer-i Sâdık “radıyallahü anh” o şahs için, yâ Rabbî, buna elli hac yapacak kadar mâl ver diye düâ etdi. O şahs elli hac yapdı. Ellibirinci def’a hacca giderken Cuhfe denilen yerde gusl ederken, sel geldi ve orada vefât etdi.

Hazret-i Zeydi “radıyallahü anh” şehîd edip, bir darağacına asdılar. Hakîm bin Abbâs Kelbî hazret-i Alîyi ve hazret-i Zeydi zemmeden iki beyt söyledi. Ca’fer-i Sâdık hazretleri bu beytleri işitince, ellerini kaldırıp, Allahım sözlerinde yalancı olan bu kimseye köpeklerinden birini musallat et diye, düâ etdi. Ümeyye oğulları, Hakîm bin Abbâs Kelbîyi Kûfeye gönderdiler. Giderken yolda bir aslan hücûm edip, onu parçaladı. Bu hâdise Ca’fer-i Sâdık hazretlerine haber verilince, secdeye kapanıp, Allahü teâlâya hamd olsun ki, bize va’d etdiğini yerine getirdi, dedi.

-362-