“radıyallahü anh”
İmâm-ı Zeynel’âbidînin “radıyallahü anh” oğludur. Oniki imâmın beşincisidir. İsmi Muhammeddir. Künyesi Ebû Ca’ferdir. Lakabı Bâkırdır. Derîn ilmler sâhibi olması sebebiyle bu lakab verilmişdir. Annesi hazret-i Hasenin “radıyallahü anh” kızı Fâtımadır. Hicretin elli yedinci senesinde, hazret-i Hüseynin “radıyallahü anh” şehîd edilmesinden üç sene önce Safer ayının üçünde Cum’a günü Medînede doğdu. Hicretin yüzondördünde Medînede vefât etdi. Kabr-i şerîfi, Bakî’ kabristânında ecdâdının kabrleri yanındadır.
● İmâm-ı Muhammed Bâkır “radıyallahü anh” şöyle anlatmışdır: Bir gün Câbir bin Abdüllahın “radıyallahü anh” evine gitdim. İçeri girip selâm verdim. Selâmımı aldı. Gözleri görmez olmuşdu. Bana kimsin diye sordu. Zeynel’âbidînin oğlu Muhammedim, dedim. Ey oğlum, yanıma yaklaş, dedi. Yaklaşdım, elimi tutup öpdü. Ayağımı da öpmek için eğildi, geri çekdim. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sana selâmı var, dedi. Bu nasıl olur diye sordum. Şöyle dedi: Bir gün Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bana, “Ey Câbir, sen benim oğullarımdan Muhammed bin Alî bin Hüseyni görünceye kadar yaşayacaksın. Allahü teâlâ ona nûr ve hikmet vermişdir. Ona benden selâm söyle”. Başka bir rivâyetde ise, “Sen Hüseynin oğullarından din
ilmlerinde derin âlim olan Muhammed Bâkırı görünceye kadar yaşayacaksın. Ona benden selâm söyle” buyurdu, dedi. Câbir bin Abdüllah “radıyallahü anh” onunla görüşdükden bir kaç gün sonra vefât etdi.
● Güvenilir kimselerden bir zât şöyle anlatmışdır: Muhammed Bâkır “radıyallahü anh” ile halîfe Hişâm bin Abdülmelikin evine uğradık. Bu ev harâb olacak ve toprağı da buradan nakl edilecek, taşlar açıkda kalacakdır, dedi. O zemân Muhammed Bâkırın “radıyallahü anh” bu sözüne hayret edip, Hişâmın evini kim yıkabilir diye düşünmüşdüm. Hişâm vefât etdikden sonra oğlu Velîd, o evin yıkılması için emr verdi. Toprağını başka yere taşıdılar. Taşların açıkda kaldığını gördüm.
● Yine aynı şahs şöyle anlatmışdır: Muhammed Bâkır “radıyallahü anh” ile berâberdik. Zeyd bin Alî “radıyallahü anh” yanımıza uğradı ve sonra ayrılıp gitdi. Muhammed Bâkır “radıyallahü anh” onun için şöyle dedi: Bunu şehîd edip başını dolaşdırırlar ve buraya getirip bir kamışın üzerine dikerler. Ben yine hayret etmişdim. Çünki, Medînede kamış yokdu. Dahâ sonra Zeydin mubârek başını getirdiklerini ve bir de kamış getirdiklerini gördüm.
● İmâm-ı Muhammed Bâkırın oğlu İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık “radıyallahü anhümâ” şöyle anlatmışdır: Babam bana, ben vefât etdiğim zemân beni sen yıka. Çünki, imâmı, imâmdan başkası yıkayamaz diye vasıyyet etdi. Ayrıca kardeşin Abdüllah da imâmlık da’vâsında bulunacakdır. Ona karışma. Çünki, ömrü kısa olacakdır, buyurdu. Babam vefât edince cenâzesini yıkadım. Kardeşim Abdüllah imâmlık da’vâsında bulundu. Fekat, babamın bildirdiği gibi ömrü kısa sürdü.
● Feyz bin Matar şöyle anlatmışdır: Mahmil üzerinde nasıl nemâz kılınacağını sormak için, İmâm-ı Muhammed Bâkırın “radıyallahü anh” huzûruna gitdim. Henüz ben birşey söylemeden, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” binek hayvânı ne tarafa giderse gitsin üzerinde nemâz
kılardı, buyurdu.
● Bir zât şöyle anlatmışdır: Bir gün İmâm-ı Muhammed Bâkırın “radıyallahü anh” huzûruna girmek için izn istedim. İçerde kardeşlerinden birkaç kişi vardır. Biraz bekle, buyurdu. Biraz sonra huzûrundan oniki kişi çıkdı. Dar elbiseler giymişlerdi. Selâm verip geçdiler. Sonra ben içeri girdim. Huzûrundan çıkanları tanımadığımı ve kim olduklarını sordum. Bunlar cinnîlerden olan kardeşlerinizdir. Sizin gelip, harâm ve halâlden sorduğunuz gibi, onlar da gelip soruyorlar, buyurdu.
● Muhammed Bâkır hazretlerinin oğlu Ca’fer-i Sâdık “radıyallahü anhümâ” şöyle demişdir: Bir gün babam, ömrümden beş seneden fazla kalmadı, buyurmuşdu. Vefât edince hesâbladım. Tam beş sene geçmişdi.
● Bir zât şöyle anlatmışdır: İmâm-ı Muhammed Bâkır “radıyallahü anh” ile berâber Mekke ile Medîne arasında yolda idik. O katıra binmişdi. Ben de bir merkebe binmişdim. Bir ara dağdan aşağı bir kurd geldi, yaklaşdı ve iki ayağını katırın eğerine koyarak birşeyler söyledi. Muhammed Bâkır “radıyallahü anh” dinledi. Sonra yürü git, dediğini yapdım, buyurdu. Bana dönerek: Kurt ne dedi biliyormusun, diye sordu. Allahü teâlâ ve Resûlü ve Resûlullahın oğlu dahâ iyi bilir, dedim. Kurt dişisinin bir ağrıya tutulduğunu söyledi. Düâ ediniz de kurtulsun ve senin dostlarından hiç kimseye benim neslim musallat olmasın, dedi. Ben de düâ etdiğimi söyledim, buyurdu.
● Selefden bir zât şöyle anlatmışdır: Mekkede idim. Muhammed Bâkırı “radıyallahü anh” görmeği çok arzû etdim. Yola çıkıp, Medîneye gitdim. Medîneye vardığım gece şiddetli yağmur ve soğuk vardı. Gece yarısı Muhammed Bâkırın “radıyallahü anh” evinin kapısına gitdim. Kapıyı çalayım mı, yoksa sabâhı bekleyeyim mi diye düşünüyordum. O sırada Muhammed Bâkırın “radıyallahü anh” sesini duydum. Câriyesine, falan kimse için kapıyı aç, bu gece yağmura tutulmuş ve soğukdan üşümüş, diyordu. Kapı
açıldı, içeri girdim.
● Bir zât şöyle anlatmışdır: Bir gün Muhammed Bâkırı “radıyallahü anh” ziyâret için evine gitdim. Başkalarının içeri girmesine izn verdiği hâlde, bana izn vermedi. Çok üzüldüm ve evime döndüm. O gece gözüme uyku girmedi. Düşünceye daldım. Kendi kendime kime gideyim, dedim. Eğer mürcie fırkasına gitsem, onların şöyle bozuk sözleri vardır. Kaderiyye fırkasına gitsem, onlar da şöyle şöyle yanlış düşünüyorlar. Zeydiyye fırkasına gitsem, onlar şöyle derler diye herbirinin bozuk ve sapık fikrlerini düşünüyordum. Ben bu düşüncelerde iken, sabâh ezânı okunmağa başladı. O sırada kapım çalındı. Dışarı çıkıp, gelen kimseye sen kimsin dedim. Ben Muhammed Bâkırın “radıyallahü anh” elçisiyim. Seni çağırıyor, dedi. Hemen elbisemi giyip gitdim. Muhammed Bâkırın “radıyallahü anh” huzûruna girince, bana ey falan kimse, Mürciyyeye, Kaderiyyeye, Zeydiyyeye ve Hârûniyyeye niçin dönüyorsun, bize dön buyurdu.
● Yine bir zât şöyle anlatmışdır: Mekke ile Medîne arasında idim. Birden bire uzakda bir karartı gördüm. Ba’zen görünüyor, ba’zen gözden kayboluyordu. Yaklaşınca bakdım ki, yedi, sekiz yaşlarında bir oğlan çocuğu idi. Bana selâm verdi. Selâmını aldım. Nereden geliyorsun, dedim. Allahü teâlâdan geliyorum, dedi. Nereye gidiyorsun, dedim. Allahü teâlâya gidiyorum, dedi. Yiyeceğin nedir, dedim. Takvâdır, dedi. Sen kimsin, dedim. Arablardan bir kimseyim, dedi. Biraz dahâ açıkla, dedim. Kureyşliyim, dedi. Biraz dahâ açıkla, dedim, Hâşimiyim, dedi. Dahâ açıkla, dedim. Hazret-i Alînin neslindenim dedi. Sonra şu ma’nâdaki şi’ri okudu:
Öyle bir bereket havuzu üzereyiz ki biz,
Ondan ziyâdesiyle rızklanır mes’ûd oluruz.
Enbiyânın kavuşduğuna, kavuşmadı kimse,
Hüsrânda kalmaz, bereketlendirdiğimiz kimse.
Dahâ sonra, ben Muhammed (Bâkır) bin Zeynel’âbidîn
Alî bin Hüseyn bin Alî bin Ebî Tâlibim dedi. Sonra gözden kayboldu. Göğe mi çıkdı, yoksa yere mi gizlendi, anlayamadım.
● Bir zât şöyle anlatmışdır: İmâm-ı Muhammed Bâkırdan “radıyallahü anh”, mü’minin Allahü teâlâ üzerindeki hakkı nedir, diye sordum. Benden yüzünü çevirdi. Tekrâr sordum, cevâb vermedi. Üçüncü def’a sorunca, mü’minin Allahü teâlâ üzerindeki hakkı şudur ki, şu hurma ağacına gel deyince, o hurma ağacının gelmesidir, buyurdu. Bir de bakdım ki, işâret etdiği hurma ağacı gelmeğe başladı. Hurma ağacına, yerinde dur, bu sözümle senin gelmeni kasdetmedim, buyurdu.
● Bir şahs şöyle anlatmışdır: Muhammed Bâkırın “radıyallahü anh” evine gitdim. Kapıyı çaldım. Genç bir câriye kapıyı açdı. Elimi câriyeye dokunarak, efendine, kapıda falan kimse var diye söyle, dedim. O sırada içerden, içeri gir, annesiz kalasın diye bir ses geldi. İçeri girdim ve ben ona bir kötü şey yapmadım, dedim. Doğru söylüyorsun. Fekat bu dıvârların size perde olduğu gibi, bize de perde olduğunu mu zan ediyorsun. O zemân farkımız ne olacakdır. Sakın bir dahâ böyle bir şey yapma, buyurdular.
● Habbâbe-i Vâlibiyye, Muhammed Bâkırın “radıyallahü anh” ziyâretine gelmişdi. Niçin böyle seyrek geliyorsun, buyurdu. Başımda bir beyâzlık var, o beni meşgûl ediyor, diye cevâb verdi. Neresi olduğunu bana göster deyince, Habbâbe başındaki beyâzlığı gösterdi. Mubârek elini onun başındaki beyâzlığın üzerine koydu. Beyâzlık kayboldu. Sonra buna bir ayna verin, başına baksın buyurdu. Habbâbe aynayı alıp bakdı. Saçındaki beyâzlık kaybolmuşdu.
● Bir zât şöyle anlatmışdır: İmâm-ı Muhammed Bâkır “radıyallahü anh” ile Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mescidinde idik. O günlerde İmâm-ı Zeynel’âbidîn “radıyallahü anh” vefât etmişdi. O sırada Dâvüd bin Süleymân ile Mensûr Devânikî mescide geldiler. Dâvüd bin Süleymân, İmâm-ı Muhammed Bâkırın “radıyallahü anh” hu-
zûruna geldi. Mensûr Devânîkî ise uzak bir yerde oturdu. İmâm-ı Muhammed Bâkır, Mensûr niçin yanımıza gelmiyor diye sordu. Dâvüd bin Süleymân bir özr beyân etdi. Bunun üzerine İmâm-ı Muhammed Bâkır hazretleri dedi ki: Çok zemân geçmeden Mensûr vâlî olacakdır. Şarka ve garba mâlik olacakdır. Ömrü uzun olacak ve kendisinden önce kimsenin sâhib olmadığı hazînelere ve câriyelere sâhib olacakdır. Dâvüd bin Süleymân, Mensûr Devânîkînin yanına gidip, bunları ona söyledi. Bunun üzerine Mensûr Devânîkî, İmâm-ı Muhammed Bâkırın huzûruna geldi. Büyüklüğünüzden ve heybetinizden dolayı huzûrunuza gelemedim, dedi. Sonra benim için ba’zı şeyler söylemişsiniz, dedi. Evet söylediklerim doğrudur, buyurdu. Mensûr Devânîkî, bizim mülkümüz sizinkinden çok mu olacak diye sordu. Evet, buyurdu. Benden sonra mülküm oğullarıma kalır mı, dedi. Evet kalır buyurdu. Bizim mülkümüz ve saltanatımız mı çok olacak, yoksa Benî Ümeyyenin ki mi çok olacak diye sordu. Sizin mülkünüz ve saltanatınız çok olacak. Hattâ çocukların top ile oynadıkları gibi, oğulların bu mülk ile oynayacaklar. Bunu babamdan duymuşdum, buyurdu. Mensûr Devânîkî işâret edilen mülke ve saltanata kavuşunca, İmâm-ı Muhammed Bâkırın “radıyallahü anh” o sözlerine hayret ederdi.
● Gözleri görmez olan Ebû Basîr şöyle anlatmışdır: Bir gün İmâm-ı Muhammed Bâkıra “radıyallahü anh” dedim ki, siz Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” zürriyyetindensiniz. Evet buyurdu. Resûlullah bütün Peygamberlerin vârisidir, dedim. Evet onların ilmlerine vâris olmuşdur, buyurdu. Siz de Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” ilminden mîrâs alıyorsunuz, dedim. Evet buyurdu. O hâlde, sizde ölüleri dirilten, körlerin gözlerini açan, baras hastalığını iyileşdiren, evlerdeki yiyeceklerden ve eşyâlardan haber veren kuvvet varmıdır, dedim. Evet, Allahü teâlânın izniyle vardır, buyurdu. Sonra bana yanıma yaklaş, buyurdu. Yaklaşdım, mubârek elini yüzüme sürdü ve gözlerim açıldı. Dağları, sahrâları, yeryüzünü ve gökyüzünü gör-
düm. Sonra tekrâr mubârek elini yüzüme sürdü, gözlerim yine görmez oldu. Bana dünyâda gözlerinin görmesini ve âhıretde hesâba çekilmeği mi istersin. Yoksa gözlerinin görmeyip, hesâbsız Cennete gitmeği mi istersin, buyurdu. Dünyâda görmeyip, âhıretde hesâbsız Cennete gitmeği tercîh etdim.
● Bir şahs şöyle anlatmışdır: Elli kişi kadar bir cemâ’at ile İmâm-ı Muhammed Bâkırın “radıyallahü anh” sohbetinde idik. O sırada Kûfeden hurma satan bir kimse geldi. İmâm-ı Muhammed Bâkıra dönerek, Kûfede falan kimse sizin yanınızda bir melek olduğunu ve o meleğin sana mü’mini, kâfiri, dostunu ve düşmânını haber verdiğini söylüyor, dedi. İmâm-ı Muhammed Bâkır “radıyallahü anh” o kimseye, sen ne iş yaparsın diye sordu. Buğday satarım, dedi. Yalan söylüyorsun, buyurdu. Ara sıra arpa da satarım deyince, yine yalan söyledin. Senin işin hurma satmakdır, buyurdu. O şahs, bunu sana kim haber verdi, diye sordu. Dostumu düşmânımı haber veren melek bildirdi, buyurdu. Sonra o şahsa, sen falan hastalıkdan öleceksin, buyurdu. Bir ara Kûfeye gitmişdim. O şahsı sordum. Üç gün önce İmâm-ı Muhammed Bâkırın söylediği hastalıkdan öldü, dediler.
● Bir zât İmâm-ı Muhammed Bâkırın “radıyallahü anh” kerâmetlerinden birini şöyle anlatmışdır: Bir gün İmâm-ı Muhammed Bâkır ile atlı olarak Medîneye gidiyorduk. Biraz yol gitmişdik ki, karşımıza iki şahs çıkdı. O şahsları göstererek, bunlar hırsızdır yakalayın, buyurdu. Hizmetcileri o iki kimseyi yakalayıp, bağladılar. Bir başka kişiye, şu dağa çık, orada bir mağarada ne bulursan getir, dedi. O kimse gidip, iki bavul bulup, getirdi. İçleri elbise dolu idi. Bir bavul da başka bir yerde buldular. İmâm-ı Muhammed Bâkır “radıyallahü anh” iki bavulun sâhibi bekliyor, hâzırdır. Üçüncüsünün sâhibi de sonra gelir, dedi. Medîneye vardık. İki bavulun sâhibi, şübhelendiği birkaç kişiyi suçlamış, hâkim de onları azârlıyordu. İmâm-ı Muhammed Bâkır, bunları suçlayıp, azârlamayın, hırsızlar buradadır, diyerek yol-
da yakalatdığı iki kişiyi gösterdi. Hırsızların elleri kesildi. İki bavul da sâhibine teslîm edildi. Eli kesilen hırsızlardan biri Allahü teâlâya hamd olsun ki, elimin kesilmesi ve tevbem, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” torununun elinde oldu, dedi. İmâm-ı Muhammed Bâkır “radıyallahü anh” ona elin senden yirmi sene önce Cennete gitdi, buyurdu. O şahs elinin kesilmesinden yirmi sene sonra vefât etdi. Üç gün sonra üçüncü bavulun sâhibi de geldi. İmâm-ı Muhammed Bâkır, o kimseye, senin bavulunda bin dinâr kendinin, bin dinâr da başka birisinin parası vardır. Ayrıca şu elbiseler gibi elbiseler vardır, dedi. O şahs bavulumda bin dinârı bulunan kimsenin ismini de söylerseniz îmân eder, müslimân olurum, dedi. O şahsın ismi Muhammed bin Abdürrahmândır. Çok nemâz kılan ve çok sadaka veren sâlih bir kimsedir. Şu ânda dışarda seni bekliyor, buyurdu. O bavulun sâhibi hıristiyân idi. Bunları duyunca Allahdan başka ilâh olmadığına ve Muhammedin “aleyhisselâm” Onun kulu ve Resûlü olduğuna îmân etdim, diyerek müslimân oldu.
● Ebû Basîr şöyle demişdir: İmâm-ı Muhammed Bâkır “radıyallahü anh” buyurdu ki: Ben öyle bir kimse biliyorum ki, bir deniz kenârına gelse, o denizdeki bütün hayvânları ve nesillerini bilir.
● Bir kimse şöyle anlatmışdır: Bir cemâ’at ile İmâm-ı Muhammed Bâkırın “radıyallahü anh” evinin dehlizine (koridoruna) girmişdik. Birisinin güzel sesle süryânice bir şeyler okuduğunu ve ağladığını işitdik. Ehl-i kitâbdan biridir zan etdik. Eve girip bakdık ki, İmâm-ı Muhammed Bâkırdan başka kimse yokdu. Kendisinden sorduğumuzda, falan Peygamberin münâcâtını okuyordum, beni ağlatdı, buyurdu.
● Şöyle nakl edilmişdir: İbni Ukâşe el-Esedî bir def’asında İmâm-ı Muhammed Bâkırın “radıyallahü anh” huzûruna gelmişdi. Oğlu Ca’fer-i Sâdık da yanında idi. İbni Ukâşe “radıyallahü anh” Ca’ferin evlenme çağı gelmişdir. Onu evlendirseniz, dedi. İmâm-ı Muhammed Bâkırın önünde bir kese,
ağzı mührlü olarak duruyordu. Yakında bir yerden esîr satıcısı gelecek, falan yere konaklayacak buyurdu. Bir başka def’a huzûruna gitdiğimizde söylediği satıcının geldiğini haber verdiler. O bir kese dinârı verip, bununla bir câriye satın al, buyurdu. Satıcıya gitdik. Bütün câriyeleri satdığını, ancak birbirinden güzel iki câriye kaldığını söyledi. Görelim dedik. Getirdi, birini beğendik. Kaça satarsın, dedik, yetmiş altına dedi. Biraz ikrâm et, dedik. Yetmiş dinârdan bir kuruş aşağı olmaz, dedi. Keseyi verip, bu kesenin içinde ne kadar altın varsa al, biz ne kadar olduğunu bilmiyoruz, dedik. Orada saçı sakalı ağarmış bir kimse vardı. Altınları sayın, dedi. Satıcı, eksik çıkarsa vermem, dedi. Ak sakallı kimse ısrâr etdi ve keseyi açıp saydık. Tam yetmiş altın çıkdı. Câriyeyi alıp, İmâm-ı Muhammed Bâkırın huzûruna getirdik. Oğlu Ca’fer-i Sâdık da orada idi. Satıcı ile aramızda geçenleri anlatdık. Allahü teâlâya şükr etdi. Sonra câriyeye bâkire misin, dul musun diye sordu. Câriye, bâkireyim deyince, hiçbir câriye, câriye satıcısının elinden kurtulamaz. Sen nasıl kurtuldun, dedi. Câriye dedi ki, satıcım ne zemân benim yanıma gelse ve bana kast etmek istese, beyâz sakallı bir ihtiyâr zât gelir, ona bir tokat vurarak benden uzaklaşdırırdı. Bu hâl bir kaç def’a böyle oldu. Sonra İmâm-ı Muhammed Bâkır oğlu Ca’fer-i Sâdıka, bu câriyeyi al götür, buyurdu. Ca’fer-i Sâdık “radıyallahü anh” o câriye ile nikâhlanıp, evlendi. Ondan oğlu Mûsâ Kâzım doğdu “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”.
● İmâm-ı Muhammed Bâkır “radıyallahü anh” bir gün Medînede bir cemâ’at ile birlikde oturuyordu. Âniden mubârek başını önüne eğdi. Bir müddet öyle kaldıkdan sonra, başını kaldırdı ve şöyle buyurdu: Bir kişi bu Medîneyi görmeğe gelecek. Dört bin kişilik ordusuyla üç gün çok kimseyi öldürecek. Ondan büyük zarar göreceksiniz. Bu hâdise gelecek sene olacakdır. Kesinlikle bilesiniz ki, bu söylediklerim doğrudur. Bundan sakınınız! Medîneliler bu sözlerine inanmadılar. Sâdece az bir gurub kimse ve Hâşimoğulları inandılar. Çünki, Hâşimoğulları İmâm-ı Muhammed Bâkırın “ra-
dıyallahü anh” her sözünün doğru olduğunu bilirlerdi. Bir sene sonra İmâm-ı Muhammed Bâkır ve onun sözlerine inananlar âileleriyle birlikde Medîneden çıkdılar. Sonra Nâfi’ bin Ezrâk, ordusuyla Medîneye geldi. İmâm-ı Muhammed Bâkırın bildirdiği gibi çok kimseyi katl etdi. Bu hâdiseden sonra, Medîneliler İmâm-ı Muhammed Bâkırın “radıyallahü anh” her sözü doğrudur, her sözüne inanırız, ne söylerse sözünden çıkmayız. Çünki o, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Ehl-i beytindendir. O aslâ yalan söylemez, dediler.