“radıyallahü anh”
● Hazret-i Hüseynin “radıyallahü anh” oğludur. Oniki imâmın dördüncüsüdür. İsmi Alî, künyesi Ebû Muhammed ve Ebül Hasendir. Lakabları Seccâd ve Zeynel’âbidîndir. Hicretin otuzüçüncü senesinde Medînede doğdu. Annesi Şehr-i Bânû o devrin acem pâdişâhının kızıdır ve Nûş-i Revân-ı âdilin evlâdındandır. [Son Sâsânî hükümdârı Yezdecerdin kızıdır. (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbının 1126.cı sahîfesine bakınız!] İmâm-ı Zeynel’âbidînin vefâtı, hicretin doksandördüncü senesinde Muharrem ayının onsekizindedir. Hicrî doksanbeş senesinde vefât etdiği de söylenmişdir.
Kendisine Zeynel’âbidîn denilmesinin sebebi şudur: Bir gece teheccüd nemâzı kılıyordu. Şeytân ejderhâ şekline girip, kendisini meşgûl etmek istedi. Hiç aldırış etmeyince, ayak parmağını ısırdı. Parmağı çok acıdığı hâlde, nemâzını bozmadı. Allahü teâlâ ejderhânın şeytân olduğunu keşf ile
bildirince, ona vurarak, uzak ol ey mel’ûn dedi. Şeytân uzaklaşıp gitdi. İbâdetini temâmlamak için kalkınca görmediği birisi üç def’a, sen Zeynel’âbidînsin, ya’nî ibâdet edenlerin süsüsün diye seslendi.
Her abdest aldığında benzi sararır, vücûdu titremeğe başlardı. Bu hâlin sebebini sorduklarında kimin huzûruna çıkacağımı biliyor musunuz, buyururdu. Bir gün evinde nemâz kılarken, evi yanmağa başladı. Secdede idi. Ey Resûlullahın torunu, yangın çıkdı, yangın çıkdı, diye bağrışdılar. Başını secdeden hiç kaldırmadı. Sonunda ateş söndü. Sizin bu ateşe aldırmamanızın sebebi ve onu size fark etdirmeyen şey nedir diye sordular. Âhıret ateşini, Cehennem ateşini düşünmekdir, buyurdu. Kerâmetleri ve hârikaları çokdur.
● Zührî “rahmetullahi aleyh” şöyle anlatmışdır: Halîfe Abdülmelik bin Mervânın emriyle, Zeynel’âbidîn Alî bin Hüseynin “radıyallahü anh” ayaklarını ağır bendlerle, ellerini ve boynunu da zincirlerle bağlamışlardı. Başına da nöbetçiler koymuşlardı. Onu görmek için izn istedim. Selâm verip vedâlaşayım, dedim. İzn verdiler. Huzûruna girdim. Bir çadır içinde idi. Onu o vaziyyetde görünce ağladım. Keşke senin yerine ben olsaydım da, sen selâmet üzere olsaydın, dedim. Ey Zührî, sen beni bu bağlarla bağlı ve huzûrsuz mu zan edersin! İstesem bu bağlardan kurtulurum. Fekat sana ve senin gibilere de böyle bir eziyyet yapıldığında, Allahü teâlânın azâbı hâtırlanırsa, bunlar kolay gelir, buyurdu. Sonra ellerini ve ayaklarını zincirlerden kurtardı ve ben bu bağlarla iki konakdan fazla gitmeden kurtulacağım dedi. Aradan dört gün geçdi. Bir de bakdım ki, onu gözetlemek için vazîfelendirilen bekçiler, Medînenin dört bir tarafında dolaşarak onu arıyorlardı. O bekçilerden ba’zıları şöyle anlatdılar. Biz bir yerde konakladık ve hepimiz onun etrâfını sarıp, sabâha kadar hiç uyumadan gözetledik. Sabâhleyin onu mahmîlin içinde göremedik. Zührî sözlerine devâmla şöyle anlatmışdır. Sonra Abdülmelik bin Mervânın yanına gitdim. Bana Zeynel’âbidîni “radıyallahü anh”
sordu. Bildiklerimi anlatdım. Abdülmelik bin Mervân dedi ki: Zeynel’âbidîn Alî bin Hüseyni buraya yanıma getirdiler. Bana, benimle senin aranda ne olmuşdur, dedi. Ben yanımda ikâmet et dedim. Burada ikâmet etmem, dedi ve çıkıp gitdi. Onun korkusundan ve heybetinden birşey söyliyemedim.
Zührî “rahmetullahi aleyh” ondan bahsederken ağlardı ve o Zeynel’âbidîndir, derdi.
● İ’timâd edilir kimselerden bir zât şöyle anlatmışdır: Bir gün Zeynel’âbidîn Alî bin Hüseynin “radıyallahü anhümâ” evine gitdim. Kapısına varınca, seslenip çağırayım diye durdum. Dışarı çıkdı. Selâm verdim, selâmımı aldı. Bir dıvârın dibine gitdik. Bana bu dıvârı görüyor musun dedi. Evet görüyorum deyince, şöyle anlatdı: Bir gün bu dıvârın dibinde yaslanmış oturuyordum. Karşıma güzel yüzlü ve güzel elbiseli biri geldi. Bana bakdı ve ey Alî bin Hüseyn, seni üzüntülü görüyorum. Eğer üzüntün dünyâ için ise, rızk hâzırdır. İyi kötü herkes rızkını yiyecekdir, dedi. Hâyır, dünyâ için üzülmüyorum. Dünyâ söylediğin gibidir, dedim. Eğer üzüntün âhıret için ise, o da hakîkî bir va’ddır ve Allahü teâlâ orada hükmedecekdir, dedi. Üzüntüm âhıret için de değildir. Âhıret de söylediğin gibidir, dedim. O hâlde ne için üzülüyorsun, dedi. Zübeyrin oğlunun fitnesinden korkuyorum, dedim. Ey Alî, hiçbir kimseyi gördün mü ki, o Allahü teâlâdan korkdu da, Allahü teâlâ onun işine kifâyet etmedi, dedi. Hâyır dedim. Sonra o zât gözden kayboldu. Bana o zâtın Hızır aleyhisselâm olduğunu ve doğru söylediğini bildirdiler.
● Yukardaki hâdiseyi bildiren zât, yine şöyle anlatmışdır: Bir gün Zeynel’âbidînin “radıyallahü anh” yanına gitmişdim. Bir gurub serçe kuşu gelip etrâfımıza kondular ve kalkdılar. Bana bu serçeciklerin ne söylediklerini biliyor musun, dedi. Hâyır bilmiyorum, dedim. Rızklarını veren Allahü teâlâdan, bugünkü rızklarını istiyorlar, buyurdu.
● Bir gece Bakî’ kabristânı tarafından, “Ey dünyâya kıy-
met vermeyip, âhırete rağbet edenler” diye bir ses duyuldu. Fekat söyliyeni kimse görmedi. Bu söz Zeynel’âbidîn “radıyallahü anh” için idi.
● Bir gün Zeynel’âbidîn “radıyallahü anh” evlâdları ve hizmetcilerinden bir gurubla sahrâya çıkmışlardı. Sabâh kahvaltısı hâzırladılar. Bir ceylân gelip yanlarında durdu. Zeynel’âbidîn “radıyallahü anh” ceylâna seslenip, ben Alî bin Hüseyn bin Ali bin Ebî Tâlibim. Annem (ninem) Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” kızı hazret-i Fâtımadır “radıyallahü anhâ”. Gel bizimle biraz yemek yi, dedi. Ceylân geldi, onlarla yidi. Sonra ayrılıp gitdi. Hizmetcilerinden biri ceylânı yine çağır gelsin, dedi. Ona dokunmayacağınıza söz verirseniz, çağırayım, dedi. Hepsi dokunmayacağına söz verdiler. Yine önceki gibi söyliyerek ceylânı çağırdı. Ceylân gelip onlarla yimeğe başladı. Sofrada bulunanlardan biri, elini ceylânın üzerine dokundurdu. Ceylân ürküp gitdi. Zeynel’âbidîn “rahmetullahi aleyh” söylediğimi tutmaz ve sözünüzde durmazsanız, sizinle konuşmam, buyurdu.
● Birgün bir deve yolda yürümekde gevşeklik edip, yürümüyordu. Zeynel’âbidîn “radıyallahü anh” onu çökdürdü. Kamçısı ve asâsını göstererek, çabuk yürü, yoksa bunlarla seni döverim, dedi. Ondan sonra deve hızlı yürümeğe başladı ve bir dahâ tenbellik yapmadı.
● Birgün sahrâda oturuyorlardı. Bir ceylân yanlarına gelip, ayaklarını yere vurarak, bir takım sesler çıkardı. İmâm-ı Zeynel’âbidîne ceylân ne söylüyor diye sordular. Dedi ki: Dün bir Kureyşli bu ceylânın yavrusunu tutmuş. Dünden beri yavruma süt vermedim, diyor. O Kureyşliyi çağırdılar. Bu ceylânın yavrusunu tutmuşsun. Dünden beri süt emzirememiş. O yavruyu getir sütünü versin. Yavru yine senin olsun, dedi. Kureyşli ceylânın yavrusunu getirdi. Ceylân yavrusunu emzirdi. İmâm-ı Zeynel’âbidîn “radıyallahü anh” o kimseden ceylânın yavrusunu bağışlamasını istedi. O da serbest bırakdı. Ceylân yavrusu ile birlikde sesler çıkararak gitdi. Oradakiler, ceylân ne söylüyor diye sor-
dular. Allahü teâlâ size iyilikler ve hayrlar versin, diye düâ ediyor, buyurdu.
● İmâm-ı Zeynel’âbidîn “radıyallahü anh” vefât edeceği gece, oğlu Muhammed Bâkırdan “radıyallahü anh” abdest almak için su istedi. Suyu getirdiler. Bu suyun içinde hayvân ölmüşdür, dedi. Mum ışığında dikkatle bakdılar. Suyun içinde bir fâre ölüsü vardı. Tekrâr su getirdiler. Abdest aldı ve artık vefâtım yakındır buyurarak, vasıyyetini yapdı.
● İmâm-ı Zeynel’âbidînin “radıyallahü anh” bir devesi vardı. Ona binip Mekkeye gitdi. Vurmağa hiç lüzûm kalmadığı için, kamçısı palanda asılı dururdu. Medîneye döndükden sonra, İmâm-ı Zeynel’âbidîn vefât etdi. O devesi kabrine gelerek göğsünü kabrin üzerine koyup inledi. İmâm-ı Muhammed Bâkır “radıyallahü anh” deveye, Allahü teâlâ sana bereketler versin, kalk, dedi. Deve kalkmadı. Bunun üzerine, kalkması için uğraşmayın, deve burada ölecek buyurdu. Üç gün sonra deve orada öldü.
● Hazret-i Hüseyn “radıyallahü anh” şehîd edildikden sonra, Muhammed bin Hanefiyye “radıyallahü anh”, İmâm-ı Zeynel’âbidînin “radıyallahü anh” yanına gelip, ben senin amcanım, yaşım senden büyükdür. İmâmete senden dahâ çok lâyıkım. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” silâhını bana ver, dedi. İmâm-ı Zeynel’âbidîn “radıyallahü anh”, amcacığım, Allahü teâlâdan kork, hakkın olmayan bir şeyi isteme, dedi. Isrâr edince de, bir hâkime gidelim, dedi. Muhammed bin Hanefiyye “radıyallahü anh” o hâkim kimdir diye sordu. Hacer-ül-esveddir, dedi. Berâberce Hacer-ül-esvedin yanına gitdiler. Ey amca, imâmete kimin lâyık olduğunu sor, dedi. Muhammed bin Hanefiyye “radıyallahü anh” sordu. Hiç cevâb gelmedi. İmâm-ı Zeynel’âbidîn “radıyallahü anh” ellerini kaldırıp, Hacer-ül-esvedi dile getirmesi için Allahü teâlâya düâ etdi. Sonra Hacer-ül-esvede hitâb ederek, hazret-i Hüseynden “radıyallahü anh” sonra imâmete kimin lâyık olduğunu söyle dedi. Hacer-ül-esved dile gelip, açık bir ifâde ile, haz-
ret-i Hüseynden “radıyallahü anh” sonra imâmet Zeynel’âbidînin hakkıdır, dedi.
● Kâ’beyi tavâf sırasında bir erkekle bir kadının elleri Hacer-ül-esvede yapışdı. Ne kadar uğraşdılarsa da ellerini ayıramadılar. O sırada İmâm-ı Zeynel’âbidîn “radıyallahü anh” oraya geldi. Mubârek elini onlara dokundurdu. Derhâl elleri kurtuldu ve yollarına gitdiler.
● Abdülmelik bin Mervân, Haccâca: Abdülmuttalib oğullarını öldürmekden sakın. Ebû Süfyânın akrabâsı bu husûsda aşırı gitmişlerdi. Onların saltanatı çabuk bitdi diye bir mektûb yazarak gizlice gönderdi. Bu durum İmâm-ı Zeynel’âbidîne “radıyallahü anh” ma’lûm oldu ve Abdülmelik bin Mervâna: Falan gün falan sâatde Haccâca şöyle bir mektûb yazdın. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bana yapdığın bu işin Allahü teâlânın rızâsına sebeb olduğunu, mülkünü sende sâbit kıldığını ve senin pâdişâhlık zemânının biraz dahâ uzadığını haber verdi diye bir mektûb yazdı. Mektûbu bir hizmetcisine verip kendi devesiyle gönderdi. Abdülmelik bin Mervân mektubu alıp mektûbdaki târîh ile kendi mektûbunun târîhinin aynı olduğunu görünce, bildirilenin doğru olduğuna inandı. Deveye götürebileceği kadar hediyyeler yükleyip, İmâm-ı Zeynel’âbidîne “radıyallahü anh” gönderdi.
● Minhâl bin Amr şöyle anlatmışdır: Hacca gitmişdim. Zeynel’âbidîn Alî bin Hüseyne “radıyallahü anh” uğradım. Bana Huzeyme bin Kâhil el-Esedîyi sordu. Ben Kûfede iken hayâtda idi dedim. Ellerini kaldırıp, Allahım! Huzeymeye demirin ve ateşin harâretini taddır diye düâ etdi. Kûfeye döndüm. Muhtâr bin Ebî Ubeyd dahâ önce yola çıkmışdı. Onunla eskiden dostluğum vardı. Ona yetişdim. Berâber yola devâm etdik. Yolda bir yerde durdu. Birini bekliyordu. O sırada Huzeymeyi getirdiler. Muhtâr bin Ebî Ubeyd, Allahü teâlâya hamd olsun ki seni elde etdim, dedi. Sonra bir cellât çağırdı. Emr etdi, Huzeymenin ellerini ve ayaklarını kesdiler. Ateş yakmalarını istedi. Bir yük kamış getirerek yakıp, Huzeymeyi ateşin içine atdılar. O habîs
yandı. Bu hâli görünce, Sübhânallah, dedim. Muhtâr bana, neden böyle söyledin, diye sordu. Zeynel’âbidînin “radıyallahü anh” düâsını söyledim. Sen bunu kendin duydun mu? diye sordu. Evet duydum, dedim. Muhtâr hemen iki rek’at nemâz kıldı ve uzun secde yapdı. Sonra kalkdı. Sonra birlikde yola devâm etdik. Bizim evin önünden geçerken Muhtâr bin Ebî Ubeyde buyur bizde yemek yiyelim, dedim. Bana, ey Minhâl, hem Allahü teâlânın, Zeynel’âbidîn Alî bin Hüseynin “radıyallahü anh” düâsını kabûl buyurduğunu söylüyorsun, hem de yemek yiyelim diyorsun. Bu gün onun şükrânesi olarak oruc tutdum, dedi.