“radıyallahü anh”
Ebû Hüreyre “radıyallahü anh” şöyle rivâyet etmişdir: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: “Geçmiş ümmetlerde velîler vardı. Peygamber olmadıkları hâlde Allahü teâlâ onlara hitâb buyururdu. Eğer bu ümmetde onlar gibi birisi olursa, o Ömer bin Hattâbdır. Abdüllah ibni Ömerin “radıyallahü anhümâ” şu sözü bu ma’nâyı te’yîd etmekdedir: Eshâb-ı kirâm herhangi bir husûsda söz söyleseler, hükm-i ilâhî hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” sözüne uygun nâzil olurdu. Nitekim Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” şöyle buyurdu: (Allahü teâlâ Ömerin “radıyallahü anh” dili ile söyleyicidir). Yine Ebû Hüreyre “radıyallahü anh” nakl etmişdir: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” şöyle buyurdu: Rü’yâda gördüm. Bir kova ile su çekiyordum. Allahü teâlânın dilediği kadar çekdim. Sonra Ebû Bekr “radıyallahü anh” kovayı alıp, bir iki kova su çekdi. Onun çekmesinde za’îflik vardı. Allahü teâlâ ona rahmet eylesin. Dahâ sonra Ömer bin Hattâb “radıyallahü anh” kovayı aldı. Onun gibi kuvvetli su çeken görmedim. Bütün havuz-
ları su ile doldurdu ve bütün insanları suya kandırdı. Hazret-i Ebû Bekr iki sene dört ay veyâ altı ay halîfelik yapdı. Ölüm hastalığı sırasında Osmân bin Affâna “radıyallahü anh” yaz buyurarak, şöyle yazdırdı:
(Bismillâhirrahmânirrahîm. Bu Ebû Bekrin dünyâdan çıkacağı günlerin son ahdi ve âhırete gireceği günlerin ilk ahdidir. Kâfirin ve fâcirin inanacağı ve yalancının tasdîk edeceği bir gerçekdir ki, ben Ömer bin Hattâbı “radıyallahü anh” halîfe seçdim. Benim zannım şöyledir ki, şübhesiz o adâletle hükmeder. Herkes yapdığından mes’ûldür. Ben hayrı murâd eyledim. Gaybı bilmem. Zulm edenler yakında hangi dönüş yerine döneceklerini bileceklerdir.) Sonra bu yazı Eshâb-ı kirâmın büyüklerine arz edildi. Yazılı olanları kabûl edip bî’at etdiler. Rivâyet edilir ki, Ebû Bekrin “radıyallahü anh” hastalığı ağırlaşınca, pencereden insanlara hitâben, ey insanlar, ben size bir ahd eyledim, halîfe seçdim, ona râzı oluyor musunuz, dedi. Evet râzı oluyoruz, cevâbını verdiler. Hazret-i Alî “radıyallahü anh”, Ömer bin Hattâbın “radıyallahü anh” halîfeliğinden başkasına râzı olmayız, dedi. Ebû Bekr “radıyallahü anh” da hayrlı olsun, buyurdu.
● İbni Abbâs “radıyallahü anhümâ” şöyle anlatmışdır: Allahü teâlâ Eshâb-ı kirâma Medâyinin fethini, Emîr-ül mü’minîn Ömerin “radıyallahü anh” halîfeliği zemânında nasîb etdi. Ganîmet mallarını getirdiler, Resûlullahın mescidinde açdılar. Önce Hasen bin Alî “radıyallahü anhümâ” geldi. Yâ Emîr-el mü’minîn! Allahü teâlâ müslimânlara fetih nasîb eyledi. Ganîmet malından hakkımı ver, dedi. Hazret-i Ömer “radıyallahü anh” ona lütf ve ikrâmla hitâb etdi ve kendisine bin dirhem verilmesini emr etdi. Bin dirhem verdiler. Sonra hazret-i Hüseyn “radıyallahü anh” geldi. Ona da lütf ve ikrâmla hitâb edip, bin dirhem verilmesini emr etdi. Bin dirhem verdiler. Dahâ sonra kendi oğlu Abdüllah bin Ömer “radıyallahü anhümâ” geldi. Ey mü’minlerin emîri. Allahü teâlâ müslimânlara feth nasîb eyledi. Ganîmetden benim hakkımı da ver, dedi. Hazret-i Ömer ona da lütf ve ikrâmla hitâb etdi ve beş yüz dirhem
verilmesini emr etdi. Bunun üzerine Abdüllah bin Ömer, ey mü’minlerin emîri, ben harblerde bütün gücümle savaşdım. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” önünde kılıç salladım. Hasen ve Hüseyn “radıyallahü anhümâ” Medîne sokaklarında çocuklar ile oynarlardı. Onlara biner dirhem, bana ise beşyüz dirhem veriyorsun, dedi.
Hazret-i Ömer “radıyallahü anh” oğluna şöyle cevâb verdi. Evet öyledir. Haydi sen de onların babası gibi baba, annesi gibi anne, dedesi gibi dede, nineleri gibi nine, amcaları gibi amca, dayıları gibi dayı, halaları gibi hala, teyzeleri gibi teyze getir, sana da vereyim. Onların babası Aliyyül Mürtezâ, annesi Fâtıma-tüz-Zehrâ, dedeleri Muhammed Mustafâ “aleyhisselâm”, nineleri Hadîce-tül Kübrâ, amcaları Ca’fer bin Ebî Tâlibdir. Halaları Ümmühânî binti Ebî Tâlib, dayıları Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” oğlu hazret-i İbrâhîmdir. Teyzeleri Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” kızları Rukayye ve Ümmü Gülsümdür “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”, dedi. Hazret-i Alî, hazret-i Ömerin “radıyallahü anhümâ” bu sözlerini işitince şöyle dedi: Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” işitdim, şöyle buyurdu: (Ömer Cennetdeki insanların ışığı ve islâmın nûrudur.) Bunu gelip hazret-i Ömere haber verdiler. Bunun üzerine hazret-i Ömer, Eshâb-ı kirâmdan bir cemâ’ati yanına alarak hazret-i Alînin evine gidip, kapıyı çaldı. Hazret-i Alî dışarı çıkınca, ey Ebel Hasen, sen Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek ağzından, (Ömer Cennetdeki insanların ışığı ve islâmın nûrudur) buyurduğunu işitdin mi, diye sordu. Evet işitdim, dedi. Bunu bana yaz, dedi. Hazret-i Alî şöyle yazdı: Bismillâhirrahmânirrahîm. Bu Alî bin Ebî Tâlibin Ömer bin Hattâba vesîkasıdır. Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” işitdim. O da Cebrâîl aleyhisselâmdan, o da Allahü teâlâdan bildirdi. “Şübhesiz ki, Ömer bin Hattâb Cennetdeki insanların ışığı ve islâmın nûrudur”. Hazret-i Ömer “radıyallahü anh” bu yazıyı alıp evlâdlarından birine verdi ve şöyle vasıyyet etdi. Ben vefât edince bu yazıyı kefenimin içine koy ki, bununla Allahü
teâlâya kavuşayım. Şübhesiz ki Eshâb-ı kirâmın fazîletleri sayısızdır. Onların hârikalarını anlatmakdan diller âcizdir.
● Hazret-i Ömer “radıyallahü anh” bir Cum’a günü minberde hutbe okurken, hutbeyi bırakıp iki veyâ üç kerre, “Yâ Sâriye el-Cebel, el-Cebel” dedi. Sonra hutbeye devâm edip temâmladı. Cemâ’at, Ömer “radıyallahü anh” divâne olmuş dediler. Nemâzdan sonra Abdürrahmân bin Avf “radıyallahü anh” hazret-i Ömerin yanına yaklaşıp, yâ Ömer “radıyallahü anh”, sana ne oldu da hutbe arasında o sözü söyledin. Halk senin hakkında konuşmağa başladı, dedi. Hazret-i Ömer “radıyallahü anh” dedi ki: “O sırada Sâriye “radıyallahü anh” ordusuyla bir dağın dibinde, kâfirlerle muhârebe yapıyordu. Kâfirler önden ve arkadan durmadan saldırıyorlardı. O hâli gördüm ve dayanamayıp arkalarını dağa versinler ve kâfirlerin şerrinden kurtulsunlar diye o sözü söyledim.” Medîne ile muhârebenin yapıldığı yerin arası bir aylık yol idi. Aradan bir müddet geçdikden sonra, Sâriye “radıyallahü anh” Medîneye döndü ve Eshâb-ı kirâma şöyle anlatdı: Bir Cum’a günü kâfirler ile muhârebe yapıyorduk. Sabâhdan Cum’a vaktine kadar harb etdik. Öğle vakti, yâ Sâriye el-Cebel diye bir ses işitdik. Bunun üzerine arkamızı dağa verdik. O kadar savaşdık ki, kâfirlerin askerlerinin çoğunu öldürdük. Kalanları da kaçdılar. Hazret-i Ömere divâne oldu diyenler, bunları dinleyince, bunlar hazret-i Ömeri doğru çıkarmak için anlatılıyor, dediler. Hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” Cum’a günü hutbede söylediği o sözü hazret-i Alîye söylemişlerdi. Hazret-i Alî, o boş söz söylemez ve boş iş yapmaz. Söyledikleri ve yapdıkları âyet-i kerîmelere muvâfıkdır, dedi. İmâm-ı Fahreddîn Râzî “rahmetullahi aleyh” (Tefsîr-i kebîr)inde şöyle yazmışdır: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk ve hazret-i Ömer-ül Fârûk “radıyallahü anhümâ” için, (Siz ikiniz benim gözüm ve kulağım gibisiniz) buyurmuşdur. Nitekim hazret-i Ömer “radıyallahü anh” Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” halîfesi olunca, minber üzerinden o kadar uzak mesâfedeki hâli gördü.
● Hazret-i Ömer “radıyallahü anh” Irak memleketlerinden birine cihâd için ordu göndermişdi. Bir gün Medînede otururken, birdenbire; Efendim buradayım! buradayım! diye seslendi. Hiç kimse neden böyle seslendiğini anlayamadı. Nihâyet ordu zaferler kazanarak döndü. Kumandan hazret-i Ömere kazandıkları zaferleri anlatmağa başladı. Hazret-i Ömer “radıyallahü anh” bunları bırak, kendisine zorla suya gir dediğin kimsenin hâli ne oldu, diye sordu. Kumandan, yâ Emîr-el mü’minîn! Bu işde benim kötü bir niyyetim yokdu. Bir suya ulaşdık. O sudan geçmek için derinliğini öğrenmek istedik. O kimseyi soyup, suya koyduk. Hava soğuk idi. Yâ Ömer, yâ Ömer “radıyallahü anh” diye feryâd eyledi. Sonra şiddetli soğuk sebebiyle vefât etdi, dedi. Komutanın anlatdıklarını dinleyenler, dahâ önce hazret-i Ömerin Lebbeyk, Lebbeyk diye söylemesinin, suya giren askerin ey Ömer “radıyallahü anh”, nerdesin, diye seslenmesine cevâb olduğunu anladılar. Hazret-i Ömer, o kumandana eğer bundan sonra üsûl olarak kalmayacağını bilseydim, senin boynunu vururdum, dedi. Haydi şimdi git, o mazlûmun diyetini âilesine ver. Bir dahâ böyle bir şey yapma, dedi. Sonra, bana göre bir müslimânı öldürmek, nice kimseleri öldürmekden dahâ büyük bir işdir, buyurdu.
● Hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” halîfeliği sırasında Mısr fethedilmişdi. Amr bin Âs “radıyallahü anh” da Mısra vâlî olarak tâyîn edilmişdi. Bir gün Mısr halkı Amr bin Âsa gelerek, Nil nehrinin bir âdeti vardır. Bu yapılmazsa suyu çekilir, dediler. O âdet nedir diye sordu. Halk, içinde bulunduğumuz bu aydan oniki gün geçdikden sonra, bir kız buluruz. Annesini babasını mâl ve para vererek râzı ederiz. O kızı güzel elbiselerle ve altınlarla süsleyip, Nil nehrine atarız, dediler. Amr bin Âs “radıyallahü anh” bunları işitince, islâmiyyetde böyle iş olmaz. İslâmiyyet bozuk âdetleri kaldırmışdır, diyerek kabûl etmedi. Üç ay sonra Nil nehrinin suyu kesildi. Mısr halkı vatanlarından göç etmeğe başladı. Amr bin Âs “radıyallahü anh” bu hâli görüp, bir mektûb yazarak durumu hazret-i Ömere “radıyallahü anh” bil-
dirdi. Hazret-i Ömer mektûbu okudu ve bir cevâb yazarak onların âdetlerini yapmamakla iyi etmişsin. Mektûbumun içine bir parça kâğıd koydum. O kağıdı Nil nehrine bırak, diye yazdı. Amr bin Âs “radıyallahü anh” bu mektûbu aldı. Mektûbun içindeki kâğıdda şöyle yazılı idi: Allahın kulu Ömer bin Hattâbdan Mısrın Nil nehrine. Eğer bundan evvel kendin akdığını zan ediyorsan akma! Eğer seni vâhid ve kahhâr olan Allahü teâlâ akıtıyor ise, vâhid ve kahhâr olan Allahü teâlâdan seni akıtması için düâ ederim, akıtmasını dilerim. Amr bin Âs “radıyallahü anh” o kâğıdı Nil nehrine bırakdı. Ertesi gün sabâhleyin, Nil nehrinin suyu onaltı arşın yükselerek akmağa başladı. Bir dahâ da önceki gibi suyu hiç kesilmedi. Mısr halkı sıkıntıdan kurtuldu.
İmâm-ı Müstagfirî “rahmetullahi aleyh” kendisine kadar uzanan rivâyet zinciri ile nakl ederek şöyle buyurdu: Mûsâ aleyhisselâm Firavna beddüâ eyledi ve Allahü teâlâ Nil nehrinin suyunu kurutdu. Halk vatanını terk etmeğe başladı. Sonra toplanıp Mûsâ aleyhisselâma giderek, bizim için düâ et. Nilin suyu aksın, diye yalvardılar. Mûsâ aleyhisselâm îmâna gelirler diye, Nilin suyunun yeniden akması için Allahü teâlâya düâ etdi. Sabâhleyin bakdılar ki, Nil nehrinin suyu on altı zra’ yükselmiş akıyordu. Allahü teâlâ Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden hazret-i Ömere “radıyallahü anh” bu kerâmeti verdi.
● Bir gün Medînede zelzele oldu. Hazret-i Ömer “radıyallahü anh” elindeki kamçı ile yere vurarak, Allahü teâlânın izniyle sâkin ol, dedi. Zelzele durdu ve Medînede bir dahâ zelzele olmadı.
● Bir gün Medînede yangın çıkdı. Hazret-i Ömer “radıyallahü anh” bir saksı parçasına, ey ateş, Allahü teâlânın izniyle sâkin ol, diye yazıp ateşin içine koydu. Yangın hemen söndü.
● Rûm meliki, hazret-i Ömere “radıyallahü anh” bir elçi göndermişdi. Elçi halîfenin evini sordu. Bir serây gösterileceğini zan ediyordu. Sahrâda kerpiç kesiyor, dediler. Elçi sahrâ-
ya doğru gitdi. Bakdı ki, hazret-i Ömer “radıyallahü anh” başının altına bir kerpiç koymuş, toprak üzerinde uyuyordu. Elçi bu hâli görünce, doğuda ve batıda herkes bu kişiden çekiniyor. Bunun hâli ise böyledir diye çok hayret etdi. Sonra burası tenhâ bir yer, bunu öldürürsem kimsenin bundan çekinmesi kalmaz, diye kalbinden geçdi ve kılıcını çekdi. O ânda Allahü teâlâ yerden bir aslan çıkardı. Elçi şaşırıp korkusundan kılıcını yere bırakdı. O sırada hazret-i Ömer uyandı. Aslanı görmemişdi. Elçiye ne olduğunu sordu. O da durumu anlatdı ve müslimân oldu.
● Hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” şehîd olduğu gün yeryüzünü öyle bir karanlık basdı ki, çocuklar annelerine, kıyâmet mi kopdu diye sorarlardı. Anneleri, çocuklara hâyır, Ömer bin Hattâb “radıyallahü anh” şehîd oldu, dediler. Hazret-i Ömerin şehîd olduğu gün şu ma’nâdaki beytler işitildi. Fekat söyliyen görünmedi:
Eğer islâm üzere
ağlıyorsa, ağlayan ağlasın,
Neredeyse helâk olmak üzere idiler,ey geçmiş zemân.
Geride
kaldı dünyâ ve ondaki hayrlar,
Dünyâdan yüz çevirdiler va’de inananlar.
Sana
cinnin kadınları içden ağlıyorlar,
Dinarlar
gibi yüzlerini tırmalıyorlar.
Hâdiselerden
sonra hep siyâh giyiyorlar.
Şu
ma’nâdaki beytleri de, şehîd olmasından üç gün sonra yine cinnîler okudular:
Allah
hayrlarla karşılaşdırsın hâtırına emîrin,
Onun
kudreti ne yücedir, her zerresinde yer yüzünün.
Kim
binerse deve kuşunun kanatlarına,
O
zemân ulaşabilir elden kaçan hayra.
● Şeyhaynın, ya’nî hazret-i Ebû Bekrin ve hazret-i Ömerin “radıyallahü anhümâ” kerâmetlerinden biri de, kendilerine dil uzatan, edebsiz sözler söyliyen râfizîlerin başlarına çeşidli belâların ve cezâların gelmesidir.
Hâce Muhammed Pârisâ “kuddise sirruh” (Fasl-ul-Hitâb) adlı kitâbında şöyle yazmışdır: Hazret-i Alî “radıyallahü anh” buyurdu ki: Bir gurub insanlar beni hazret-i Ebû Bekrden ve hazret-i Ömerden “radıyallahü anhümâ” üstün tutacaklardır. Onların kalblerinde nifâk vardır. Müslimânların bölünmesini, ihtilâfa düşmelerini isterler. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bana onlardan haber verdi ve katl edilmelerini emr etdi. Onlar zâhiren müslimân görünürler. İçlerinden din düşmânıdırlar. Yalan söylemek onlara göre güzeldir. Kalbleri kötülüklerle doludur. Kur’ân-ı kerîmi değişdirirler. Kendi sapık düşüncelerine göre yorumlarlar. Fitne üzerinde birbirleriyle anlaşma yaparlar. Eshâb-ı kirâma “aleyhimürrıdvân” söğerler. Allahü teâlâ onları afv etmez. Bu fitneleri küçükleri büyüklerinden öğrenirler. Böylece devâm ederek, sünneti yok edip bid’ati yayarlar. O zemân sünnete uyanlar, şehîdlerden, âbidlerden ve gâzîlerden efdaldir. Se’âdet onlarındır. Yer yüzünde râfizîlerden çok buğz edilecek kimse yokdur. Yer yüzü onlara buğz eder. Gök onlara tiksinerek gölge verir. Râfizîlerin âlimleri gök kubbesi altında insanların en şerlisi ve en zararlısıdırlar. Fitne onlardan çıkar ve fitne üzerinde sâbit olurlar. Râfizîlerin âlimleri gökdeki melekler arasında en pis ve en necs kimseler diye ismlendirilirler. Eshâb-ı kirâmı “radıyallahü anhüm ecma’în” kötüledikleri zemân, göğüslerinden hikmet çıkıp gider. Allahü teâlâ râfizîlerin ve bid’at sâhiblerinin sûretlerini değişdirir. Eshâb-ı kirâm, hazret-i Alînin bu sözlerini işitince: Yâ Emîrel mü’minîn! Biz o zemâna ulaşırsak ne yapalım, dediler. Hazret-i Alî “radıyallahü anh” buyurdu ki: Îsâ aleyhisselâmın havârîleri gibi olunuz. Allahü teâlâ size ne emr etdiyse yapınız. Onun Peygamberine itâ’at, Eshâbına muhabbet, râfizîlere buğz ve düşmânlık husûsunda havârîlerin yapdığı gibi yapıp, sabr ediniz. Hak ve sünnet üzere olmak, günâh ve bid’at üzere olmakdan hayrlıdır.
Abdüllah bin Sebe’, hazret-i Alîyi, hazret-i Ebû Bekrden “radıyallahü anhüm” üstün tutduğunu söylemişdi. Hazret-i Alî onun bu yalan ve fitne sözünü duyunca, yemîn
ederek onu öldürürüm, demişdir. Seni seveni niçin öldürüyorsun, diye sorduklarında, beni onlardan üstün tutanı elbette öldürürüm. Benim bulunduğum şehrde bulunmasın dedi ve onu bulunduğu şehrden sürdü.
● İmâm-ı Müstagfirî “rahmetullahi aleyh” (Delâil-ün-nübüvve) adlı kitâbında, güvenilir kimseden nakl ederek şöyle yazmışdır: Biz üç kişi Yemene gidiyorduk. Yanımızdaki bir şahs Kûfeli idi. Bu kimse hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk ve hazret-i Ömer-ül Fârûk “radıyallahü anhümâ” hakkında uygunsuz sözler söyler, onlara dil uzatırdı. Her ne kadar nasîhat etdiysek de fikrinden vazgeçmedi. Yemene yakın bir yerde konakladık ve uyuduk. Sonra kalkıp abdest aldık. O şahsı da uyandırdık. Ne yazık ki ben burada sizden ayrılıyorum. Beni uyandırdığınız sırada, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” baş ucumda idi. Bana ey fâsık kimse, Allahü teâlâ fâsıkı hakîr eyledi! Sen burada sûret değişdireceksin buyurdu, dedi. Biz vah sana, kalk abdest al, dedik. Kalkıp oturdu, ayaklarını topladı. Bir de bakdık ki ayak parmakları maymûn parmağı şekline girdi. Sonra dizlerine kadar iki ayağı maymûn ayağı gibi oldu. Böylece göğsü, vücûdu, başı ve yüzü değişip temâmen maymûn oldu. Onu tutup devenin palanı üzerine bağladık ve yola devâm etdik. Güneş batmak üzere iken bir yere ulaşdık. Orada bir kaç maymûn toplanmışdı. Onları görünce çok ızdırâb çekdi. İpini koparıp o maymûnların yanına gitdi. O maymûnlarla birlikde bize doğru döndü. Biz dedik ki, bu insan iken bize eziyyet ve sıkıntı verirdi, şimdi maymûnlar ona dost oldu, dedik. Sonra bize yaklaşdı ve kuyruğunun üzerine oturdu. Yüzümüze bakıyor ve göz yaşı döküyordu. Biraz sonra maymûnlar gitdiler. O da onların arkasından gitdi!
● İmâm-ı Müstagfirî “rahmetullahi aleyh” Alî bin Zeydin “radıyallahü anhümâ” şöyle anlatdığını nakl etmişdir: Sa’îd bin Müseyyib “radıyallahü anh” bana bir kimse gönder de falan şahsı görsün, dedi. Hâlini sen söyler misin, dedim. Hâyır söylemem, dedi. Bir kimse gönderdim. Sa’îd bin Müseyyib “radıyallahü anh” göstermek istediği şahs hakkında şöy-
le anlatdı. O şahs Eshâb-ı kirâmdan ba’zıları hakkında kötü söz söylerdi. Allahü teâlâ onun yüzünde öyle bir yara hâsıl etdi ki, bütün yüzünü kapladı ve yüzü simsiyâh oldu.
● Yine İmâm-ı Müstagfirî “rahmetullahi aleyh” sâlih bir kimseden naklen şöyle anlatmışdır: Kûfeli bir şahs vardı. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîka ve hazret-i Osmân-ı zinnûreyne “radıyallahü anhümâ” dil uzatır, uygunsuz sözler söylerdi. Her nasılsa bir def’asında bir yolculuk sırasında o şahsla berâber olduk. Kendisine çok nasîhat etdik, fekat dinlemedi. O hâlde bizden uzaklaş dedik. Uzaklaşıp gitdi. Sonra o kimsenin oğlunu gördük. Babana söyle bizimle berâber gelsin, dedik. Oğlu, babamın iki eli domuz ayağı gibi oldu, dedi. Adamın yanına gitdik. Bizimle berâber gel dedik. Bana acâib bir şey oldu, dedi ve ellerini gösterdi. Elleri domuz ayağı gibi olmuşdu. Sonra bizimle yola devâm etdi. Pek çok domuzun bulunduğu bir yere ulaşdık. O kimse birden bire merkebinden yere atlayıp, domuzların arasına karışdı. Domuz şekline döndü. Onu diğer domuzlardan ayıramadık. Mâllarını ve kölesini Kûfeye getirdik!
● İmâm-ı Müstagfirînin “rahmetullahi aleyh” bir gâzîden naklen anlatdığı bir hâdise de şöyledir: O gâzî kimse şöyle demişdir: Bir cemâ’at ile gazâya gidiyorduk. Yanımızda Benî Temîm kabîlesinden Ebû Hayyân adında biri vardı. Bu şahs hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk ve hazret-i Ömer-ül Fârûk “radıyallahü anhümâ” hakkında uygunsuz sözler söylerdi. Kendisine nasîhatlarımız hiç fâide vermedi. Yolda hâkimlerden birine uğradık. Ebû Hayyânı kasdederek, bunu benim yanımda bırakınız, dedi. Biz de onu bırakıp gitdik. Bir müddet sonra bakdık ki, arkamızdan geliyordu. Yanında bırakdığımız hâkim kendisine bir elbise ve bir de at vermiş. Bize, gördünüz mü, ey Allahın düşmânları diye bağırdı. Bizden uzak dur, dedik. Biz yolun bir tarafından gidiyorduk. O da öbür tarafından gidiyordu. Bir ara ihtiyâcını gidermek için yoldan ayrılıp, bir kenâra çekildi. Otururken üzerine arılar hücûm etdi. Bizden yardım istedi. Yardım etmek istedik. Fekat bu sefer arılar bize hücûm etmeğe başladı. Biz bırakıp
geri döndük. Arılar tekrâr onun üzerine hücûm etdiler. Kemikleri parlayıncaya kadar derisini ve etlerini parçaladılar. Biz, Benî Temîmden Ebû Hayyânın mallarını kim alır diye bağırdık.
● İmâm-ı Müstagfirî “rahmetullahi aleyh” selefden büyük bir zâtdan şöyle nakl etmişdir: Benim bir komşum vardı. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk ve hazret-i Ömer-ül Fârûk “radıyallahü anhümâ” hakkında devâmlı çirkin sözler söylerdi. Bir gece rü’yâmda Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” gördüm. Sağ tarafında hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk ve sol tarafında da hazret-i Ömer-ül Fârûk vardı. Yâ Resûlallah! Benim bir komşum var, bu iki zât hakkında uygunsuz sözler söylüyor. Böylece bana sıkıntı veriyor, çok eziyyet ediyor, dedim. Resûlullah bir kimseye: “Git bunun komşusunu öldür” buyurdu. Sabâhleyin rü’yâmı o komşuma anlatayım diye evden çıkdım. Bir de bakdım ki, o komşumun kapısı önünde bir kalabalık ve gürültü vardı. Ne oldu diye sordum. Gece biri gelip bunu öldürmüş, dediler.
● Yine İmâm-ı Müstagfirî “rahmetullahi aleyh” şöyle yazmışdır: Basra halkından birisi Ehvâz beldesinin ileri gelenlerinden birine mal satmışdı. Mal satdığın adam râfizîdir. Hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer hakkında uygunsuz sözler söylüyor, dediler. Mal satan kimse bundan sonrasını şöyle anlatmışdır: Gidip gelmek uzun sürecekdi. Fekat mal satdığım adamın yanına gitdim. Hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer hakkında kötü sözler söylemeğe başladı. Çok üzüldüm ve adamın yanından ayrıldım. O gece üzüntümden yemek yimedim. Rü’yâmda Resûlullahı gördüm. Yâ Resûlallah! Falan kimseyi görüyor musun. Hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer hakkında neler söylüyor, dedim. Söyledikleri seni üzdü mü, buyurdu. Evet, dedim. Onu buraya çağır, buyurdu, çağırdım. Yere yatırmamı emr etdi. Adamı yere yatırdım. Resûlullah elime bir bıçak verip, onu öldür, buyurdu. Üç kerre öldüreyim mi, yâ Resûlallah, diye sordum. Çünki adam öldürmek benim için zor bir iş idi. Üçüncü soruşumda, vah sana, öldür diyorum, buyurdu. Bu-
nun üzerine onu öldürdüm. Sabâhleyin bu rü’yâmı o habîs kimseye anlatayım diye gitdim. Mahallesine varınca evinden feryâd seslerinin yükseldiğini işitdim. Bu ne hâldir diye sordum. Falan kimseyi dün gece yatağında öldürmüşler, dediler. Vallahi onu Resûlullahın emriyle ben öldürdüm, dedim. O kimsenin oğlu durumu öğrenince bana, sen hakkını al, ben onu toprağa gömeyim, dedi. Malımı alıp gitdim.
● İmâm-ı Müstagfirî “rahmetullahi aleyh” şöyle anlatmışdır: Selefden bir zât şöyle anlatdı: Çocukluğum zemânında bir râfizî hocam vardı. Bana râfizîlik telkîn ederdi. Ben de hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer hakkında uygunsuz sözler söylerdim. Bir gece rü’yâmda kıyâmet kopmuşdu. Bütün insanlar, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûrunda toplanmışlardı. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yanında iki ihtiyâr zât oturuyordu. Herkes sıra ile gidip selâm veriyordu. Ben de selâm vermek için Resûlullahın huzûruna yaklaşdım. Yanında bulunan iki zâtdan biri, yâ Resûlallah, bu kimse bizden ne ister, diyerek beni gösterdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” beni tutmak istedi, o sırada uykudan uyandım. O ânda saç ve sakalım, kaşım ve kipriklerim döküldü. Dört ay öylece kaldım. Bütün tabîblere gitdim, çâre bulamadım. Bir gün dostlardan biri geldi, bu hâlin nedir. Tabîbler sana çâre bulmakdan âciz kalmışlar, dedi. Bu sorusundan anladım ki, birine âşık mı oldun da, onun aşkından mı bu hâle geldin demek istiyordu. O dostuma hâlimi ve rü’yâmı anlatdım. Sübhânallah, niçin tevbe edip, afv dilemedin. Demek ki sen bilmiyorsun. Hâlbuki Resûlullaha salât ve selâm okununca ve diğer şeyler mubârek rûhu için okununca, bildirilir. Hemen tevbe et, dedi. Abdest aldım, iki rek’at nemâz kıldım. Sonra tevbe edip, Allahü teâlâya düâ etdim. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkı ve hazret-i Ömer-ül Fârûku “radıyallahü anhümâ” çok sevip, üstünlüklerine inandım. Bir hafta geçmeden saçım, sakalım, kaşlarım ve kirpiklerim eskisi gibi yeniden çıkdı.
● İmâm-ı Müstagfirî “rahmetullahi aleyh” Selef-i sâlihînden bir zâtın şöyle anlatdığını nakl etmişdir: Bir def’asında
Şâma giderken, bir mescidde sabâh nemâzını kıldım. İmâm nemâzdan sonra hazret-i Ebû Bekre ve hazret-i Ömere “radıyallahü anhümâ” beddüâ etdi. Bir sene sonra yine bir Şâm yolculuğu sırasında aynı mescidde, sabâh nemâzını kıldım. Bu sefer imâm, hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömere güzel düâ etdi. Cemâ’ate, geçen sene onlara beddüâ ediyordunuz, şimdi hayrla düâ ediyorsunuz, sebebi nedir diye sordum. Bana geçen seneki imâmı görmek ister misin, dediler. Evet, isterim, dedim. Beni bir eve götürdüler. Orada gözlerinden yaş akan bir köpek vardı. Köpeğe sen geçen sene hazret-i Ebû Bekre ve hazret-i Ömere “radıyallahü anhümâ” beddüâ eden imâm mısın, diye sordum. Başıyla, evet der gibi işâret etdi.
● Yine İmâm-ı Müstagfirî “rahmetullahi aleyh” şöyle anlatmışdır: Medâyinde bulunuyordum. Her nerede bir garîbin vefât etdiğini duysam, ona kefenlik alırdım. Bir gün bir şahs yanıma geldi. Burada Kûfeli bir kimse vefât etdi. Kefeni yok, dedi. Hizmetçimi kefen almağa gönderdim. Ben de ölen şahsın yanına gitdim. Karnının üstüne bir kerpiç koymuşlardı. Birden bire kerpiç düşdü ve ölü canlanıp, vah, bana yazıklar olsun, diye bağırmağa başladı. Ben Lâ ilâhe illallah de dedim. Artık fâidesi yok. Benim kavmim hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer hakkında kötü sözler söylerlerdi! Ben de onlar hakkında kötü söz söyleyip söverdim! Şimdi helâk oldum. Cehennemdeki yerimi gösterdiler. İnsanları korkutmam için bana tekrâr cân verdiler, dedi. Hemen dışarı çıkıp, bu hâli arkadaşlarıma anlatdım.
● İmâm-ı Kayrevânî “rahmetullahi aleyh” (Bostân) kitâbında şöyle yazmışdır: Selefden biri şöyle anlatdı: Benim bir komşum vardı. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk ve hazret-i Ömer-ül Fârûk “radıyallahü anhümâ” hakkında uygunsuz sözler söylerdi. Bir gece çok aşırı gitdi. Dayanamayıp, onunla kavga etdim. Üzgün ve gamlı olarak eve geldim. Yatsı nemâzından sonra uyudum. Rü’yâmda Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” gördüm. Yâ Resûlallah! Falan
kimse senin Eshâbına kötü sözler söylüyor, dedim. Kime kötü sözler söylüyor diye sordu. Hazret-i Ebû Bekre ve hazret-i Ömere “radıyallahü anhümâ” dedim. Al şu bıçağı git onu öldür, buyurdu. Bıçağı aldım ve gidip o adamı boğazladım. Sanki elime kan bulaşmışdı. Elimi yere sürdüm. O sırada uyandım. O şahsın evinden feryâd sesleri duydum. Ne olmuş diye sordum. Falan kimse bu gece âniden ölmüş, dediler. Sabâhleyin evine gitdim. O kimsenin boğazında bir bıçak izi vardı.
● Şeyh-i Ekber Muhyiddîn Arabî “kuddise sirruh” (Fütûhât-ı Mekkiyye) kitâbında şöyle yazmışdır: Allahü teâlânın sevgili kullarından bir gurub vardır ki, onlara Recebî derler. Onlar kırk kişidir. Sayıları artmaz ve eksilmez. Receb ayında hiç hareket etmezler. Ayakda duramadıkları gibi, oturamazlar da. Ellerini, ayaklarını ve gözlerini dahî kıpırdatacak kuvveti kendilerinde bulamazlar. Receb ayının ilk günlerinde bu hâl üzere olurlar. Günden güne bu hâlleri hafîfler. Şa’bân ayı girince, bu hâlleri kalkar. Ba’zen onlardan bir kısmında bu keşf hâlleri kalıp, bir sene devâm eder. Recebîlerden birini gördüm. Onda râfizîlerin durumunu keşf edip görme hâli bâkî kalmışdı. Tanımadığı bir râfizîyi domuz şeklinde görür ve sen râfizîsin, tevbe et, derdi. O râfizî tevbe ederse, onu insan sûretinde görürdü ve sen gerçekden tevbe etdin, derdi. Eğer o kimseyi yine domuz sûretinde görürse, yalan söylüyorsun, sen tevbe etmedin, derdi. Bir gün şâfi’î mezhebinde oldukları ve iyi kimseler olarak tanınan iki kişi huzûruna geldiler. Meğer o iki kişi dışdan iyi görünmelerine rağmen, râfizî imişler. Hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Osmân hakkında yanlış ve kötü düşüncelere sâhib imişler. O zât huzûruna gelen bu iki kişiye dışarıya çıkmalarını söyledi. Sebebini sorduklarında, ben sizi domuz şeklinde görüyorum, dedi. O iki kimse o ânda kalblerinden tevbe etdiler. Bunun üzerine o zât, şimdi tevbe etdiniz. Çünki şu ânda sizi insan sûretinde görüyorum, dedi. O kimseler buna çok şaşdılar ve bozuk i’tikâdlarından temâmen vazgeçdiler.