Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” hicretinden vefâtına kadar
vukû’ bulan hâdiseler. Bu bölümde iki kısm vardır. Birinci kısm, kitâblarda ne
zemân meydâna geldiği bildirilen mu’cizeler ile alâkalıdır. İkinci kısm ise,
hangi kitâbdan alındığı ve zemânı zikr edilmeden anlatılan hâdiseler ile
alâkalıdır.
Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hicretinden vefâtına
kadar meydâna gelen ve kitâblarda ne zemân meydâna geldiği bildirilen
mu’cizeler.
● Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” Mekkeden Medîneye hicret etmesi bildirildiği zemân, bi’setin ondördüncü senesi idi. Mekkeden ayrıldığı gece, Kureyş müşrikleri aralarında, Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” öldürmek için anlaşdılar. Gece uyku vakti gelince, Resûlullahın kapısının önünde toplanıp, uyusun da öldürelim diye beklemeğe başladılar. O gece Yâsîn sûresinin ilk âyetleri nâzil oldu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” yerden bir avuç toprak aldı. Meâl-i şerîfi, (Önlerinden bir sed ve arkalarından bir sed çekdik de onları kapatdık, artık göremezler.) olan Yâsîn sûresi 9.cu âyetini üzerlerine okuyarak ve elindeki toprağı da başlarına saçarak, aralarından geçip gitdi. Hiç görmediler ve farkına varamadılar. İçlerinde sâdece biri gördü ve müşriklere Muhammedi göremediniz! O çıkıp gitdi, dedi. Müşrikler kalkıp yüzlerindeki ve başlarındaki toprağı sildiler.
● O gece Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” ile birlikde Sevr dağında bir mağaranın önüne kadar gitdiler. Hazret-i Ebû Bekr: Yâ Resûlallah! Mağaranın içine önce ben gireyim. Sana bir –
zarar gelmesin, dedi. İçeri girip, parmağı ile mağaranın dıvârındaki delikleri bir bir yokladı. Büyük bir delik buldu. O deliği kontrol için ayağını içine sokdu. Ayağı uyluğuna kadar içeri girdi ve geri çıkardı. Bir rivâyete göre ise gömleğini parçalara ayırıp, o parçalarla delikleri tıkadı. Bir delik kaldı. Oraya da ayağını koydu ve ayağını yılan sokdu. Yâ Resûlallah! İçeri buyurunuz. Sizin için yer hâzırladım, dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” mağaranın içine girip istirâhat etdi. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk o gece yılan sokması sebebiyle ayağının acısından çok acı çekdi. Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” bildirmedi. Sabâhleyin Resûlullah, hazret-i Ebû Bekrin ayağını şişmiş hâlde görünce, bu nedir Ey Ebû Bekr diye, sordu. Yâ Resûlallah! Bu gece yılan sokdu deyince, bana niçin bildirmedin, buyurdu. Sizi üzmek istemedim yâ Resûlallah, dedi. Bunun üzerine Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, mubârek elini şişen yere sürdü, o ânda iyileşdi, şişlik kayboldu.
● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ile hazret-i
Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” mağaranın içine girer girmez, o gece
mağaranın kapısının önünde bir ağaç yeşerdi. İki yabânî güvercin o ağacın
üzerine yuva yapıp yumurtladılar. Bir örümcek de mağaranın ağzını ağıyla ördü. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Mekkeden
ayrıldığını haber alan müşrikler ok ve yaylarını alıp, ta’kîbe çıkdılar.
Mağaranın ikiyüz zrâ veyâ bir rivâyetde elli zrâ kadar yakınına geldiler. [Bir
zrâ
● Müdlec oğulları kabîlesinin reîsi Sürâka şöyle anlatmışdır: Kavmimin arasında oturuyordum. Bir kimse geldi ve de-
niz sâhilinde bir karartı gördüm. Zan ediyorum ki, Muhammed “aleyhisselâm” ve Eshâbıdır, dedi. Ben anladım ki onlardır. O kimseye dedim ki: Onlar değildir. Belki falan falan kimselerdir. Develerini kaybetmişler, onu arıyorlardır. Sonra evime gidip hizmetçime atımı dışarı çıkarıp, hâzırlamasını söyledim. Mızrağımı aldım. Atıma binip ta’kîb için sürdüm. Onlara yetişdim. O kadar yaklaşdım ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Kur’ân-ı kerîm okuyordu. Onu işitiyordum. Hiç arkasına dönüp bakmıyordu. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk devâmlı bakıyordu. Birden bire atımın ayakları karnına kadar yere batdı. Feryâd ederek, siz bana beddüâ etdiniz! Düâ ediniz, kurtulayım. Yemîn ediyorum ki kime rastlarsam geri çevireceğim, dedim. Düâ etdiler, kurtuldum. Ta’kîb için gelen kime rastladıysam geri çevirdim.
Rivâyet edilir ki o sırada Sürâka, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” benim koyun sürüme uğrayınca, koyunlarımdan hangisini isterseniz tutup alınız, dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” biz müşriklerin bağışını kabûl etmeyiz, buyurdular.
● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hicret ederken, yolda Ümmü Ma’bedin çadırına uğradılar. O, Resûlullahı bilmiyordu. Ey Ümmü Ma’bed! Yanında hiç süt var mıdır diye sordu. Süt yok, koyunlarım da uzakdadır, dedi. Çadırda bir koyun gördü ve bu nedir deyince, o za’îf, güçsüz bir koyun. Onun için sürüden geri kaldı, dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, izn verirsen, bu koyundan süt sağalım deyince, siz bilirsiniz. Fekat bu koyun kısırdır, dedi. Bunun üzerine Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” o koyunu yanına yaklaşdırdı ve mubârek elini koyunun memesine sürdü ve sağdı. O kadar süt geldi ki, çadırda bulunan bütün kaplar sütle doldu. O sütden içdiler. Sonra bir kab dahâ istedi. Onu da sütle doldurup, Ümmü Ma’bede verdiler ve oradan ayrıldılar.
Ümmü Ma’bed şöyle demişdir: O koyun evimizde o kadar bereketli oldu ki, Emîr-ül mü’minîn hazret-i Ömer “ra-
dıyallahü anh” zemânına kadar sabâh akşam o koyundan süt sağdık. O sene bütün kabîlelerde hiç süt elde edilememiş idi.
Ebû Ca’fer bin Harîr Taberî şöyle rivâyet etmişdir: Ümmü Ma’bedin Ma’bed adında kötürüm bir oğlu vardı. Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” mu’cize görünce, oğlunu huzûruna getirdi ve düâ istedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” düâ etdi. Çocuk o ânda iyileşip, yürümeye başladı.
● Zemahşerî, (Rebîül-Ebrâr) adlı kitâbında şöyle rivâyet etmişdir: Ümmü Ma’bedin kızkardeşinin oğlu Hindden, o da Ümmü Ma’bedden şöyle nakl etmişdir: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” çadırıma uğradı. Gece çadırımda istirâhat edip, uyudu. Uyanınca su istedi. Mubârek ellerini yıkadı ve ağzını çalkalayıp, suyunu çadırımın yanında bulunan bir dikenin dibine dökdü. Sabâhleyin bakdık ki, oradan büyük bir ağaç yetişmiş. Kocaman meyveler vermişdi. Meyvelerin kokusu anber gibi, tadı şeker gibi idi. O meyveleri aç kimse yise doyar, susuz kimse yise suya kanar, hasta olan yise sıhhate kavuşurdu. Üzüntülü kimse yise neş’elenirdi. O ağacın yaprağından yiyen deve ve koyunlar hesâbsız süt verirdi. Biz o ağacın adını mubârek ağaç koymuşduk. Çevredeki kabîleler, hastaları için onun meyvelerinden istemeye gelirlerdi. Bir seher vaktinde o ağacı yemişleri dökülmüş, yaprakları küçülmüş bir hâlde gördüm. Çok korkdum ve üzüldüm. Bir de işitdim ki, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” vefât haberi geldi. Bu hâdiseden sonra, aradan otuz sene geçdi. Yine bir sabâh vakti dışarı çıkıp bakdım ki, o ağaç kökünden budaklarına kadar diken hâlini almış, meyveleri yere dökülmüşdü. Hazret-i Alînin “kerremallahü vecheh” şehîd edildiği haberini işitdik. Bu hâdiseden sonra
o ağaç artık meyve vermedi. Fekat yapraklarından fâideleniyorduk. Bir gün bakdım ki ağacın içinden hâlis kan akıyordu. Yaprakları solmuşdu. Üzüntülü bir hâlde otururken, hazret-i Hüseyn “radıyallahü anh” şehîd edildi diye haber getirdiler. Ondan sonra o ağaç kökünden kurudu ve belirsiz oldu. Zemâhşerî şöyle demişdir: Hayret edilir ki, bu hâdise koyun hâdisesi gibi meşhûr olmamışdır.
● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hicret sırasında Ümmü Ma’bedin çadırına ulaşdığında, müşrikler ne tarafa gitdiğini bilemediler. O gün Ebû Kubeys dağının üzerinden bir ses işitdiler. Ba’zı beytler okudu. Fekat sesin sâhibini göremiyorlardı. O beytlerde şöyle diyordu:
Allahü teâlâ onlara bol
iyilikler versin,
Çadırına vardılar, Ümmi
Ma’bedin!
İkisi hicret etdiler,
Hak olan emr ile,
Muhakkak felâha erer,
arkadaşı Muhammedin “aleyhisselâm”!
Mekkeli müşrikler, bu beytleri işitince, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Medîne tarafına gitmiş olduğunu anladılar.
● Hicret sırasında Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” yolda iken, Büreyde-i Eslemî, kabîlesinden yetmiş kişiyle Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” önüne çıkdı. Resûlullah onu görünce, adı ile çağırdı ve (Berâde emrünâ) ya’nî işimiz soğudu [râhatladık] anlamına gelen ismine işâret etdi. Selâmete ermek anlamına gelen Eslem kabîlesinden olduğunu öğrenince de (Sellimnâ) ya’nî selâmet bulduk buyurdu. Büreyde-i Eslemî, Resûlullaha siz kimsiniz diye sorunca, ben Muhammed bin Abdüllahım ve Allahü teâlânın Resûlüyüm, buyurdu. Bunun üzerine Büreyde-i Eslemî hemen, “Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve enneke abdühü ve resûlühü” diyerek müslimân oldu. Yanındaki yetmiş kişi de îmân etmekle şereflendiler. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ile berâber yola devâm etdiler. Medîneye bir menzil mesâfede bir yerde gecelediler. Sabâhleyin, Büreyde-i Eslemî: Yâ Resûlallah! Medîneye bayraksız girmemiz olmaz diyerek, sarığını çıkarıp bir mızrağın ucuna bağladı. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” önünde tutarak yürüdü. Böylece Medîneye girdiler. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: “Ey Büreyde! Benden sonra, Horasân şehrlerinden Zülkarneynin kurduğu Merv şehrine gidecek-
sin. Vefâtın da orada olacakdır. Kıyâmet gününde şark ehlinin önderi olacaksın.” Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurduğu gibi oldu. Büreyde “radıyallahü anh” bir savaşda Merv şehrine gitdi ve orada vefât etdi. Hadîs âlimleri demişlerdir ki, şehrler hakkında vârid olan hadîs-i şerîflerden en sıhhatli hadîs, Büreyde “radıyallahü anh” hadîsidir. Büreydenin “radıyallahü anh” kabri, Hakîm ibni Amr Gaffârînin kabrinin yanındadır. Hakîm ibni Amr Gaffârî Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâbındandır. Merve emîr ve kâdî olmuşdur. Hicretin ellinci senesinde vefât etmişdir. Büreyde “radıyallahü anh” ise hicretin altmışıncı senesinde vefât etdi.
● Selmân-i Fârisî “radıyallahü anh” müslimân olmadan önce birçok râhib ile sohbet etmiş, pekçok patriğin hizmetinde bulunmuşdu. Herbiri ömrünün sonunda başka bir râhibin yanına gitmesini vasıyyet etmişdi. Yanında bulunduğu son râhibin de, vefâtı yaklaşınca, sizden sonra kimin yanına gideyim, diye sordu. O râhib dedi ki: Şu ânda yeryüzünde sohbetinde bulunacağın ve sana hayr gelecek bir kimse bilmiyorum. Fekat, âhır zemân Peygamberinin gönderilmesi yaklaşdı! O Peygamber İbrâhîm aleyhisselâmın dîni üzere olur. O iki taşlık arâzî arasında ve hurma ağacının bol olduğu bir yerde bulunacakdır. İki kürek kemiği arasında nübüvvet mührü vardır. Hediyyeyi kabûl eder. Sadakayı kabûl etmez. Selmân-ı Fârisî “radıyallahü anh” o râhibin vasıyyeti üzerine Arabistâna gitmek üzere yola çıkdı. Sonunda Medîneye ulaşdı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Medîneye hicret ederken Kubâda konakladıkları sırada, Selmân-ı Fârisî “radıyallahü anh” yanına bir şeyler alıp, Resûlullahın huzûruna gitdi. Götürdüğü şeyleri bunlar sadakadır diyerek takdîm etdi. Resûlullah, Eshâbına, siz yiyiniz, buyurdu ve kendisi yimedi. Selmân-ı Fârisî kendi kendine alâmetin birisi ortaya çıkdı, dedi. Bundan sonrasını kendisi şöyle anlatmışdır: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Kubâdan Medîneye gelince, yine yanıma birşeyler alıp, huzûruna gitdim. Bunlar hediyyedir, dedim. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Es-
hâbıyla birlikde o hediyyeden yidiler. Kendi kendime ikinci alâmet de temâm dedim. Sonra bir def’asında dahâ huzûruna vardım. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Bakî’ kabristânında Eshâbından birinin cenâzesinde idi. Üzerinde biri ridâ, biri de izâr olmak üzere iki gömlek vardı. Ben nübüvvet mührünü göreyim diye yakın durdum. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” beni nübüvvet mührünü görsün diye mubârek omuzundan ridâsını indirdi. Nübüvvet mührünü gördüm. Tam râhibin bana ta’rîf etdiği gibi idi. Elimde olmayarak eğilip, nübüvvet mührünü öpdüm ve ağladım. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” beni huzûruna çağırdı. Varıp oturdum. Başımdan geçen hâdiseleri birer birer anlatdım. Hoşlarına gitdi. Eshâb-ı kirâmın da bunları duymasını istedi.
● Selmân-ı Fârisî “radıyallahü anh” bir yehûdînin kölesi idi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Selmân-ı Fârisîye, sâhibine söyle, seni bedel karşılığında serbest bıraksın, buyurdu. Selmân-ı Fârisî “radıyallahü anh” sâhibine çok ısrâr etdi. Bunun üzerine yehûdî onu üçyüz hurma ağacı dikip tutdurması ve kırk kayye gümüş ya’nî dörtbin dirhem gümüş vermesi şartıyla serbest bırakacağını söyledi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâbına; kardeşiniz Selmâna yardım ediniz, buyurdu. Eshâb-ı kirâmın herbiri elinden geldiği kadar yardım edip, üç yüz hurma fidanı topladılar. Sonra Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Ey Selmân! Bunların dikileceği yerleri kazıp, hâzırla ve bana haber ver buyurdu. Çukurları kazıp, hâzırladı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” kendi mubârek elleriyle hurma fidanlarını dikdi. Selmân-ı Fârisî “radıyallahü anh”yemîn ederek, cânım kudretinde olan Allahü teâlâ hakkı için, o hurma ağaçlarının temâmı tutdu. Sonra Eshâbdan birisi, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûruna yumurta büyüklüğünde hâlis altın getirdi. Bir ma’dinde bulmuşdu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Selmân-ı Fârisîyi “radıyallahü anh” çağırıp, al bunu serbest bırakılman için istenen borcunu öde, buyurdu. Yâ Resûlallah! Zimmetimde kırk kayye borç vardır,
bu kâfi gelmez, deyince, Allahü teâlâ senin borcunu bununla edâ eder, buyurdu.
Bir rivâyetde de şöyle bildirilmişdir: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” yumurta büyüklüğündeki o altını mubârek diline dokundurdu ve bununla borcunu öde buyurdu. Selmân-ı Fârisî “radıyallahü anh” onu alıp, yehûdîye götürdü. Tartdılar, tam kırk kayye çıkdı. Ne eksik ne de fazla idi.
● Selmân-ı Fârisî “radıyallahü anh” îmâna gelmek se’âdetine kavuşunca, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” onun ne söylediğini anlamak için fârisî bilen bir tercümân istedi. Fârisî ve arabî bilen bir yehûdî tüccâr buldular. Selmân-ı Fârisî “radıyallahü anh” Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” medh ediyor ve yehûdî kavmini de kötülüyordu. O yehûdî onun sözlerinden alınıp, bu kişi size düşmândır. Kötü söz söylüyor, dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hayret etdi ve bu farslı kimse bize ezâ yapmaya gelmiş, buyurdu. O sırada Cebrâîl aleyhisselâm gelip, Selmân-ı Fârisînin “radıyallahü anh” ne dediğini bildirdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” o yehûdîye Selmân-ı Fârisînin “radıyallahü anh” söylediklerini birer birer açıkladı. Yâ Muhammed, sen onun lisânını biliyordun da beni neden istedin, dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bilmiyordum. Fekat, Cebrâîl aleyhisselâm geldi ve ta’lîm eyledi, buyurdu. Ey Muhammed! Bundan önce seni yalanlardım. Şimdi anladım ki sen Allahın Resûlüsün. Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve enneke Resûlullah diyerek müslimân oldu. Bundan sonra Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Cebrâîl aleyhisselâma Selmâna arab lisânını ta’lîm eyle, dedi. Cebrâîl aleyhisselâm gözünü yumsun ve ağzını açsın, dedi. O da öyle yapdı. Ağzının suyundan onun ağzına koydu. O ânda Selmân-ı Fârisî “radıyallahü anh” arabî konuşmağa başladı.
● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Kusvâ adlı devesinin üzerinde, Medîne-i münevvereye girince, uğradığı her mahalle halkı ve her kabîle, devesinin yularından tutarak, kendilerine misâfir olmasını çok istediler. Resûlullah “sallal-
lahü aleyhi ve sellem” devenin yularını tutmayınız. O me’mûrdur, buyurdu. Nihâyet deve sonradan mescidin yapıldığı yere varıp, oraya çökdü. O arsa Sehl ve Süheyl adında iki yetîmin mülkü idi. Deve çökdüğü o yerde biraz durdu. Sonra sağına ve soluna bakdı ve kalkıp biraz yürüdü. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” devenin yularını salıp serbest bırakmışdı. Sonra deve ilk çökdüğü yere bakıp, tekrâr oraya gelip, orada çökdü. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” devenin üzerinden indi. Ebû Eyyûb el-Ensârî Hâlid bin Zeyd “radıyallahü anh” devenin üzerindeki eşyâları evine götürdü. Dahâ sonra devenin ilk çökdüğü o arsa iki yetîmden satın alındı ve orada Mescid-i Nebî yapdılar. [Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-ensârî, hicrî 50. senede Süfyân bin Avf kumandasındaki askerler ile İstanbula gelen, burada vefât eden büyük Sahâbî. Onun bulunduğu yere Eyyûb Sultân denilir.]
● (Şeref-ül-Mustafâ) adlı kitâbda şöyle bildirilmişdir: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Medînede Mescid-i Nebîyi yapdırırken, hazret-i Ebû Bekre “radıyallahü anh” bize şöyle birkaç direk lâzımdır, buyurdu. Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü anh” Mekkede öyle direkler bir evde vardır. Keşke burada olsaydı, dedi. Bunun üzerine Resûlullah, burada olmasını ister misin buyurunca, evet isterim, dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” düâ etdi. Allahü teâlâ o direklere kanat verdi. Uçarak Medîneye geldiler ve ihtiyâc olan yere yerleşdiler.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Medîneye girince, Medînenin kadınları ve çocukları sevinçle ve coşkuyla şu şi’ri söylediler:
Vedâ tepelerinden ay doğdu üzerimize,
Hakka da’vet etdikce, şükr vâcib oldu bize.
Enes “radıyallahü anh” ise şöyle rivâyet etmişdir. Benî Neccâr câriyeleri gelip, def çalarak şu şi’ri okudular:
Biz
Benî Neccâr câriyeleriyiz,
Muhammed
ne güzel komşudur.
● Ümmül mü’minîn Safiyye “radıyallahü anhâ” şöyle anlatmışdır: Babam Huyey bin Ahtabın ve amcam Ebû Yâsir bin Ahtabın çocukları arasında en çok sevdiği bir çocukdum. Ne zemân yanlarına varsam, beni severlerdi. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” hicret sırasında Kubâda konakladığı haberinin geldiği gün, babam ve amcam sabâhleyin erkenden Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” görmeğe gitdiler. Akşam döndüler. Çok yorgun ve kederli görünüyorlardı. Zor yürüyorlardı. Her zemânki gibi yanlarına vardım. Son derece üzgün ve tasalı olmaları sebebiyle bana hiç alâka göstermediler. Amcam babama, bu o mudur, dedi. Babam, evet vallahi odur, dedi. Amcam, sen onu tanırmısın ve isbât edebilir misin deyince, babam evet vallahi ederim, dedi. Sonra amcam babama senin gönlünde ne var, dedi. Babam dünyâda yaşadığım müddetce düşmânlık var dedi!
● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Medîneye hicret etmeden önce, Medîne halkı Abdüllah bin Selûli kendilerine reîs edinmişlerdi. Ona cevherlerle süslü bir tâc vermişlerdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Medîneye teşrîf edince, Medîne halkı temâmen Ona hürmet ve alâka göstermeğe başladılar ve tâbi’ oldular. İbni Selûl bir köşede değersiz bir hâlde kaldı. Ona alâka göstermez oldular. Bunun üzerine Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” öldürmek veyâ bir sıkıntı vermek için harekete geçdi. Bir gün yehûdîler onun yanına toplandılar. Bu husûsda ba’zı plânlar yapdılar. Lebîd bin Âsımdan yardım istediler. Lebîd, falan mahallede Hayre adında yaşlı bir kadın var. Sihr yapmakda çok ileridir. Onu bulun dedi. Bulup o kadına on kayye (bin dirhem) altın ve on top kumaş verdiler. Eğer Muhammedi helâk edersen dahâ sana çok şeyler vereceğiz, dediler! Yaşlı kadın bir güvercin yavrusuna iğneler batırıp, iplikleri düğümleyerek, güvercin yavrusunun üzerine sardı. Medînenin dışında harâb bir kuyunun içine koyup, ağzını kapatdı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hastalandı. A’zâları hareketsiz kaldı. Çeşidli ilâclar verdilerse de fâide sağlamadı. Bu hâl dokuz gün devâm etdi. Sonra Cebrâîl aleyhisselâm geldi, durumu haber verdi. Resû-
lullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” oraya götürdüler. Kuyuyu açıp güvercini çıkardı. Fekat iplerdeki düğümleri çözmek mümkin olmadı. Cebrâîl aleyhisselâm Mu’avvizeteyn [Kûl e’ûzü] sûrelerini getirdi. Yâ Muhammed “aleyhisselâm”! Bu sûreleri o düğümlerin üzerine oku, dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” o sûreleri okumağa başladı. Her âyeti okudukça düğümlerden biri çözülmeğe ve iğnelerden biri çıkmağa başladı. Sûreleri temâmen okuyunca, düğümlerin de temâmı çözüldü. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hastalıkdan temâmen kurtulup, sıhhate kavuşdu. Sonra o mel’ûn kimseleri çağırıp, azarladı. Medîne ehâlîsi onlara öyle cezâlar verdiler ki, helâk oldular.
● Ammâr bin Huzeyme şöyle anlatmışdır: Evs ve Hazrec kabîleleri arasında, Ebû Âmirden dahâ ziyâde Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” medh eden yokdu. Çünki, yehûdîler arasında çok bulunmuş ve onlardan Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sıfatlarını işitmişdi. O Peygamberin hicret edeceği yer Medînedir diye söylemişlerdi. Ayrıca din aramak için Şâma gitmişdi. Orada da yehûdîlerden ve nasrânîlerden Resûlullahın vasflarını, şeklini ve şemâilini işitmişdi. Sonunda Medîneye dönüp orada yerleşdi. Yünden hırka giyer, rûhbanlık iddiâsında bulunurdu. Dâimâ millet-i hanîf üzere olduğunu iddiâ ederdi. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” gönderilmesini bekledi. Nihâyet Resûlullaha Mekkede peygamberliği bildirilince bunu işitdi. Fekat Mekkeye gitmedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Medîneye hicret edince de, Ebû Âmirin içine bir hased ve nifâk düşdü. Resûlullahın yanına gidip, Ey Muhammed! Ne ile Peygamber oldun dedi. Dîn-i hanîf üzere buyurunca, sen bu dîne birşeyler karışdırmışsın, dedi. Resûlullah bu dîni apaçık ve tertemiz getirdim. Yehûdî ve nasrânî âlimlerinin benim vasflarım hakkında sana bildirdikleri nereye gitdi, buyurdu. Ebû Âmir, o sen değilsin, dedi. Resûlullah, yalan söylüyorsun deyince de, yalan söyleyen memleketinden sürülüp garîb ölsün, dedi. Bu sözleriyle Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Mekkeden Medîneye gelmiş olmasını kast ediyordu.
Bunun üzerine Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” kim yalan söylüyorsa öyle olsun, buyurdu. Sonra Ebû Âmir Mekkeye gidip müşriklere tâbi’ oldu. Mekke fethedilince Tâife kaçdı. Tâif halkı müslimân olunca da, Şâma gitdi. Orada vatanından sürülmüş ve yalnız bir hâlde, ölüp gitdi.
● İslâmiyyetden önce Şâmda İbni Heyyebân adında bir yehûdî vardı. Bu yehûdî Medîneye gelip yerleşdi. Benî Kureyzâ kabîlesinin arasında kalırdı. O kabîleden biri şöyle demişdir. Aslâ onun gibi edeb ve şartlarını gözeterek nemâz kılan kimse görmedim. Ne zemân kıtlık olsa, yağmur düâsı için onun yanına giderdik. Bize sadaka vermemizi söylerdi. Sadakadan sonra düâ ederdi. Biz henüz yanından ayrılmadan yağmur yağmağa başlardı. Vefâtı yaklaşıp yakında öleceğini anlayınca, bize vasıyyet ederek şöyle dedi. Ey yehûdî cemâ’ati! Biliyor musunuz ben niçin ni’meti bol olan Şâmı terk edip de, kıtlık bulunan bu Medîne şehrine gelip, burayı kendime vatan edindim! Allah bilir dediler. Bunun üzerine dedi ki: Ben buraya şu sebeble geldim. İlâhî kitâblarda okudum ve anladım ki, âhır zemân Peygamberinin gelmesi yaklaşmışdır. Bu şehr Onun hicret yeri olacakdır. Dîni burada kuvvet bulacakdır. Ümmîd ediyordum ki, Ona hizmetle ve tâbi’ olmakla şerefleneyim. Ona îmân ederek dalâletden hidâyete kavuşayım. Fekat kesin olarak anladım ki, fırsat elvermedi! Ömrüm o zemâna yetmedi! Sakın, sakın! gaflet etmeyiniz! Câhillik ve inâd yoluna gitmeyiniz. O Peygamberin zuhûru zemânı yaklaşdı. Ona îmân etmekde yarışanlardan olmağa çalışınız. Ona îmân edip tâbi’ olarak, hidâyete erip, dalâletden kurtulunuz. O kendisine muhâlefet edenleri öldürecek, kadınlarını ve çocuklarını esîr alacakdır. Bu durum Ona tâbi’ olmanıza engel olmasın. Zîrâ O bu işle emr olunmuşdur! Zemân geldi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Benî Kureyza kabîlesini kuşatdı. Aralarından İbni Heyyebânın vasıyyetini işitenler: Ey Kureyza oğulları. Bu İbni Heyyebânın haber verdiği peygamberdir dediler. Diğerleri bu o değildir, dediler. Fekat vasiyyeti işiten insaflılar, vallahi Odur diyerek hemen kal’adan aşağı inip îmân etdiler. Cânlarını,
mâllarını ve âilelerini kurtardılar.
● Rüfâa bin Râfi’ “radıyallahü anh” şöyle anlatmışdır: Bedr gazâsında kardeşim Hallâd bin Râfi’ ile birlikde bir deve yavrusuna binmişdik. Devemiz Ravhâ denilen yere varınca yorulup kaldı. Kardeşim, yâ Rabbî! Eğer bu deve bizi Medîneye geri götürürse, bunu kurbân edeceğim, dedi. Biz o hâlde iken bir de bakdık ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” çıka geldi. Bizi o hâlde görünce su istedi. Verdik. Mubârek ağzını çalkaladı ve bir abdest alıp suyunu bir kabın içinde topladı. Sonra biz o devenin ağzını açdık, bu sudan dökdü. Sonra başına, boynuna, gövdesine ve kuyruğuna dökdü. Bize, binin buyurdu ve kendisi gitdi. Biz o deveye binip, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” yetişdik. Seferde o deve bizi koşarak taşıdı. Bedr savaşından dönüp Medîneye ulaşınca, devemiz yine çöküp kaldı. Kardeşim onu kesip, etini fakîrlere paylaşdırdı.
● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Bedr gazâsında, mubârek eliyle, şurada falan kimse, şurada falan kimse öldürülecek diye belli yerleri gösterdi. Aynen buyurduğu gibi, kimin nerede öldürüleceğini gösterdiyse, orada öldürüldü.
Emîr-ül mü’minîn hazret-i Ömer “radıyallahü anh” buyurdu ki: Resûlullahı Peygamber olarak gönderen Allahü teâlâya yemîn ederim ki, kimin nerede öldürüleceğini gösterdiyse, orada öldürüldü.
● Bedr gazâsında, müşriklerden bir takım gençler savaşa gitmemişdi. Gece ay ışığı altında birbirleriyle konuşup, birşeyler anlatıyorlar ve şi’rler okuyorlardı. O sırada âniden bir ses işitdiler. Birkaç beyt okundu ve “Hanîf cemâ’ati zafere ulaşdı” diyordu. Sesin geldiği yere gitdiler. Fekat kimseyi göremediler. Çok korkup geri döndüler. Hicre (Kâ’benin yanına) geldiler. Orada yaşlılardan bir gurub kimse oturuyordu. Durumu onlara anlatdılar. Yaşlı kimseler, eğer söylediğiniz doğru ise, Muhammed zafere ulaşmışdır. Çünki Muhammede ve eshâbına hanîf derler. Aradan bir gece geçdi. Bedr savaşında müşriklerin mağlûb olduğu, Resûlullahın “sallallahü
aleyhi ve sellem” müşriklere karşı zafere ulaşdığı haberi geldi.
● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Mekkeden hicret edince, Ukbe bin Mu’ayt şu ma’nâda iki beyt söyledi: “Ey Kusvâya binip bizden ayrılan kimse! Az sonra beni atımın üzerinde yanında göreceksin. Mızrağımı size kaldırıp kanınızla ıslatacağım. Kılıcım da sizi parçalayacakdır.”
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bu beytleri işitince: “Yâ Rabbî! Onu burnunun üzerine düşür, sar’a hastalığı ver” diye beddüâ etdi. Bedr gazâsında atı huysuzluk yapdı. Eshâbdan biri onu esîr alıp, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûruna getirdi. Boynunun vurulmasını emr buyurdular.
● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Bedr gazâsına Eshâb-ı Tâlüt adedince, ya’nî üçyüz onbeş sahâbî ile çıkdı. [Eshâb-ı Bedrin ismleri, (Câliyet-ül-ekdâr) kitâbında vardır. Bu kitâb, Hakîkat Kitâbevi tarafından basdırılmışdır.] Onlar için şöyle düâ etdi. “Allahım onlar yalın ayakdır, onların gitmelerine yardım eyle. Elbiseleri yokdur, onları giydir. Açdırlar, onları doyur.” Onlardan hiç biri, ganîmete kavuşmadan dönmedi. Hepsinin karınları tok olarak, elbiseleri ile ve birer ikişer deveye sâhip olarak döndüler.
Emîr-ül mü’minîn Ömer “radıyallahü anh” şöyle demişdir: Meâl-i şerîfi, (O topluluk yakında bozulacak ve onlar arkalarını dönüp kaçacaklardır) olan [Kamer sûresi 45.ci] âyet-i kerîmesi nâzil olunca, bu (hezîmet-i cem’) [toplu hezîmet] ne demekdir, diye düşünüyordum. Bedr gazâsında Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” zırhını giyerken bu âyet-i kerîmeyi okuduğunu duydum. O zemân âyet-i kerîmede neye işâret olunduğunu yakînen anladım.
● Bedr gazâsından, bir gece önce, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” askerleri üzerine öyle bir uyku basdı ki, kalkmak isteseler de kalkamıyorlardı. Zübeyr “radıyallahü anh” diyor ki, birazcık doğrulmak istesek, elimizde olmadan
düşüp uyuyorduk. Eshâb-ı kirâmın hepsi bu hâlde idiler. Rufâa bin Râfi’ şöyle demişdir. O gece üzerime öyle uyku basdı ki, ihtilâm oldum, gusl etdim. Müşriklerin ordusu Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yakınında konaklamışdı. Fekat korkularından hiçbiri kımıldayamıyordu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Ammâr bin Yâseri ve İbni Mes’ûdu “radıyallahü anhümâ” müşrikler hakkında haber getirmeleri için gönderdi. Gidip haber getirdiler. Yâ Resûlallah! Kureyşlileri öyle bir korku kaplamışdır ki, atları bir ses çıkarsa, atların başlarına vuruyorlar, dediler.
● Emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü anh” Bedr gazâsının yapıldığı gün, Bedr kuyusundan su çekiyordu. Şöyle anlatmışdır: Âniden kuvvetli bir yel esip geçdi. Böyle kuvvetli bir yel hiç görmemişdim. Arkasından bir kuvvetli yel dahâ esip geçdi. Öncekinden dahâ kuvvetli idi. Üçüncü olarak bir kuvvetli yel dahâ esip geçdi. İlk yel Cebrâîl aleyhisselâmın yeli idi. Yanında bin melek vardı. İkinci yel, Mîkâîl aleyhisselâm ve yanında bin melekle geçip giderken çıkardığı yel idi. Üçüncü yel, İsrâfîl aleyhisselâm ve yanında bulunan bin melek ile geçerken çıkardığı yel idi. Mîkâîl aleyhisselâm, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sağında duruyordu. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” da orada idi. İsrâfîl aleyhisselâm sol tarafda duruyordu. Ben de orada idim.
● İbni Abbâs “radıyallahü anhümâ” şöyle rivâyet etmişdir. Ensârdan biri Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûruna geldi ve şöyle dedi. Yâ Resûlallah! Müşriklerden birinin peşine düşdüm. Dahâ bir adım atmadan başımın üstünde bir kamçı sesi ile atını sür’atle süren müşriğin sesini işitdim. Bir de bakdım ki, yüzüstü düşmüşdü. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: O melek idi, gökden yardım için inmişdi. O gün Ebû Bürde “radıyallahü anh” da Resûlullahın huzûruna üç kesik baş getirdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” memnûn oldu ve sağ elin dâimâ muzaffer olsun, buyurdu. Ebû Bürde; yâ Resûlallah! Bu başların ikisini ben kesdim. Üçüncü başı beyâz elbiseli, güzel yüzlü bir yiğit kesdi ve ben aldım, dedi. Resûlullah “sallalla-
hü aleyhi ve sellem” bu inâyet-i Rabbânî ve meded-i âsûmânîdir. Allahü teâlâdan gelen yardımdır, buyurdu. Birçok kimseden şöyle dedikleri rivâyet edilmişdir. Kureyş müşriklerinden Bedr savaşı günü kime hücûm etsek dahâ kılıç vurmadan başı düşerdi.
● Bedr savaşında müşrikler mağlûb oldular. Bedrden kaçıp, Mekkeye dönünce, aralarında bulunan Ebû Süfyân bin Harbe, Ebû Leheb savaşın durumunu sordu. Ey Ebû Leheb! Düşmânlarımız silâh kuşanmışlar. Onlar ne tarafa hücûm etseler vuruyorlar. Onların yanında gök ile yer arasında beyâz tenli ve gösterişli atlara binmiş kimseler gördüm. Biz onların karşısında dayanmaya aslâ güç yetiremedik, dedi.
● İbni Abbâs “radıyallahü anhümâ” rivâyet etmişdir: Benî Gıfâr kabîlesinden biri şöyle anlatdı: Ben ve amcamın oğlu yeni müslimân olmuşduk. Bedr savaşında bir tepenin üstüne çıkıp, savaşı seyrederek bekledik. Hangi taraf gâlib gelirse, onların arasına katılıp, ganîmet alacakdık. Üstümüzden âniden bir bulut geçdi. Bulutun içinden at kişnemeleri işitiyorduk. O sırada birisi ileri yâ Hayzûm diyordu. Bu heybetden amcamın oğlu öldü. Ben de neredeyse ölüyordum. Hayzûm Cebrâîl aleyhisselâmın atının adıdır.
● Bedr gazâsında Ebûl Yüsr Ka’b bin Amr “radıyallahü anh”, Abbâs bin Abdülmuttalibi “radıyallahü anh” esîr etmişdi. Hâlbuki kendisi çok za’îf, Abbâs bin Abdülmuttalib ise çok cüsseli idi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” nasıl esîr etdin diye sorunca, bana heybetli ve kuvvetli birisi yardım etdi. Onu önceden görmemişdim, sonra da göremedim, dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” sana bir melek yardım etmiş, buyurdu.
● Resûlullahın amcası Abbâs bin Abdülmuttalib “radıyallahü anh”, Bedr gazâsında müslimânların eline esîr düşdü. Yanında yirmi kayye ya’nî ikibin dirhem altın vardı. Müşriklere harcamak için getirmişdi. Çünki onlardan herbiri on müşrik askerini doyurmayı üzerine almışdı. O da bunu üzerine alanlardan biri idi. Savaşda henüz ona doyurma sırası gelmemişdi. Kendisi şöyle anlatmışdır: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sel-
lem” o altınları benden alınca, yâ Muhammed! Esîrlikden kurtulmak için, o altınları fidyem olarak hesâba kat dedim. Düşmânıma yardım için getirdiğin şey fidyene katılmaz. Fidye bedeli olarak başka mâl vereceksin, buyurdu. Bunun üzerine dedim ki, yâ Muhammed! Beni o hâle düşürürsün ki, ömrüm boyunca dilencilik mi yapayım. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, benimle savaşa gelirken, (eğer başıma bir iş gelirse, bu altınlar sana, Abdüllaha, Fâzıla ve Kuseme lâzım olur) diyerek, gece yarısı zevcen Ümmü Fâzıla verdiğin altınlar ne oldu, buyurdu. Sen onu nereden biliyorsun deyince, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bana Allahü teâlâ bildirdi, dedi. Bunun üzerine dedim ki, sen hakîkaten Peygambersin. Zîrâ o altınları Ümmü Fâzıla verdiğimi Allahdan başka kimse bilmiyordu. Ben şehâdet ederim ki, Allahdan başka ilâh yokdur ve Sen Onun Resûlüsün, dedim.
● Ukâşe bin Mıhsan “radıyallahü anh” Bedr gazâsında düşmânla çarpışırken kılıcı iki parçaya ayrıldı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” onun eline bir ağaç dalı verdi ve bununla savaş buyurdu. Ağaç dalını eline alıp sallamaya başlayınca, iyi bir kılıç hâlini aldı. Bütün savaşlarda o kılıç ile savaşdı. O kılıcı mürtedlerle yapılan savaşda şehîd düşdüğü güne kadar kullandı. O kılıca Avn (ilâhî yardım) adını vermişlerdi.
● Bedr gazâsında Ümeyye bin Halef, Habîb hazretlerine “radıyallahü anh” bir kılıç darbesi vurarak, kolunu omuzundan kesdi. Sonra Habîb “radıyallahü anh”, Ümeyye bin Halefi öldürdü. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hazret-i Habîbin kolunu yerine koydu. Allahü teâlâ sıhhat verdi, kolu iyileşdi.
● Bedr gazâsında, Katâde bin Nu’mânın “radıyallahü anh” gözüne bir nesne dokundu ve gözünü çıkardı. Gözü yüzü üzerine sarkdı. Kavmi onu keselim, fekat önce Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” sorup, istişâre edelim dediler. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Katâdeyi “radıyallahü anh” huzûruna çağırdı. Yanağına sarkmış olan gözünü yerine yerleşdirdi ve mubârek eliyle sıvazladı ve gözü iyi-
leşdi. Öyle ki hangi gözü çıkmışdı bilemediler.
● Sâib bin Hubeys “radıyallahü anh”, Emîr-ül mü’minîn Ömer bin Hattâb “radıyallahü anh” zemânında şöyle anlatmışdır: Vallahi beni Bedr gazâsında kimse esîr etmedi. Fekat Kureyş müşrikleri ile birlikde ben de kaçıyordum. Beyâz tenli, uzun boylu bir kimse, gösterişli bir ata binmiş, havada üzerimden yetişdi ve beni tutup bağladı. Abdürrahmân bin Avf “radıyallahü anh” gelip beni bağlı buldu. Bunu kim bağladı diye bağırarak sordu. Hiç kimse cevâb vermedi. Sonra beni Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûruna götürdü. Resûlullah bana seni kim tutdu, ey Ebû Hubeys, dedi. Durumu bildirmek istemediğim için bilmiyorum, dedim. Bunun üzerine Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” seni meleklerden bir melek tutdu, buyurdu. Sonra Abdürrahmân bin Avfa esîrini al götür buyurdu. O söz hiç hâtırımdan çıkmadı. Fekat müslimân olmam gecikdi, sonunda müslimân oldum.
● Bedr vak’ası oldukdan sonra, Umeyr bin Vehb el-Cühamî, Safvân bin Ümeyye ile bir gün Bedr savaşında uğradıkları hezîmeti konuşuyorlardı. Umeyr bin Vehbin oğlu bu savaşda esîr düşmüşdü. Safvân, işimiz karışdı, dedi. Umeyr bin Vehb de doğru söylüyorsun, bundan sonra yaşamanın tadı kalmadı. Eğer borçlarım olmasaydı ve çoluk çocuğumun perîşan olmasından korkmasaydım, Muhammedi öldürmek için Medîneye giderdim. Çünki, Muhammed Medîne pazarında yalnız başına dolaşıyormuş ve herkesle konuşuyormuş. Ayrıca oğlum orada esîr olduğu için, bir behânem de var dedi. Bunun üzerine Safvân, borçlarını ben ödeyeyim. Çoluk çocuğunun geçimini de üzerime alayım. Yeter ki sen bu işi yap dedi. Böylece anlaşdılar. Safvân, Umeyrin yol hâzırlığını yapdı. Kılıcını da bileyip, zehrli su verdi. Umeyr, bu sır aramızda kalsın. Sakın kimse farkına varmasın diye tenbîh etdikden sonra, Medîneye gitmek üzere yola çıkdı. Medîneye varınca, mescidin önünde hayvanından inip, bineğini bağlayıp, kılıcını kuşandı. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yanına gitmek üzere yürüdü. O sırada Emîr-ül mü’minîn Ömer bin Hattâb “radıyallahü anh” bir cemâ’at ile bir
likde oturuyordu. Ümeyri görür görmez, bu köpeği tutunuz! O Allahın düşmânıdır. Bedr savaşında kavmini bizimle savaşmağa teşvîk ediyordu. Bizim ordumuzun az olduğunu kavmine haber veriyordu, dedi. Bunun üzerine onu yakaladılar. Hazret-i Ömer, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûruna gidip, durumu arz etdi. Resûlullah onu getiriniz, buyurdu. Hazret-i Ömer bir eliyle Umeyrin kılıcının bağını boynuna takıp bağladı ve sıkıca tutdu. Bir eliyle de kılıcın kabzasından tutdu. Böylece Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûruna götürdü. Ensârdan ba’zılarına da, Resûlullahın önünde oturun ve bunun saldırmasını engelleyin, dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bu durumu görünce, ey Ömer onu salıver, buyurdu. Sonra, yaklaş Ey Umeyr! Niçin geldin, dedi. Oğlum esîr olmuşdu, onun için geldim, dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” doğru söyle, doğruyu söylemedikçe kurtulamazsın, buyurdu. O yine esîr oğlu için geldiğini söyledi. Bunun üzerine Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”: Safvân bin Ümeyye ile oturup, Bedr savaşının hezîmetini konuşmadınız mı? O senin borcunu ve âilenin geçimini üzerine alıp, sen de beni katl etmek için gelmedin mi? Sen beni öldürmek için geldin! Fekat Allahü teâlâ seni maksadına kavuşdurmadı, buyurdu. Umeyr bunları işitince hakîkati anladı ve sen Allahü teâlânın Resûlüsün. Şimdiye kadar câhilliğimden seni inkâr etmişim. Zîrâ bu işi benden ve Safvândan başka hiç kimse bilmiyordu. Bunu sana ancak Allahü teâlâ haber verdi ve beni müslimân olmakla şereflendirdi, diyerek müslimân oldu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, kardeşinize islâmiyyetin hükmlerini ve Kur’ân-ı kerîmi öğretiniz, buyurdu. Umeyr bir müddet sonra Mekkeye dönmek üzere müsâade istedi. Mekkeye döndükden sonra, pekçok kimse onun vâsıtasıyla müslimân olmakla şereflendi.
● Hâris bin Ebî Dırâr, Bedr savaşında esîr düşen yakınlarını fidye karşılığında kurtarmak için birkaç deve ve bir câriye alıp, Medîneye geldi. Yolda develeri ve câriyeyi bir yere sakladı ve eli boş bir hâlde, Resûlullahın “sallallahü aleyhi
ve sellem” huzûruna çıkdı. Fidye olarak ne getirdin buyurdu. Hiç bir şey getirmedim, dedi. Falan yere sakladığın develer ve câriye ne oldu deyince, Hâris hemen kelime-i şehâdeti söyleyerek müslimân oldu. Çünki, develeri ve câriyeyi sakladığını kendisinden başka kimse bilmiyordu. Benim yanımda kimse yokdu ve benden önce de kimse gelmedi, dedi.
● Kabbâs bin Eşyem el-Kenânî “radıyallahü anh” şöyle anlatmışdır: Bedr savaşında müşrikler tarafında idim. Müslimânların az oluşu ve bizim askerlerimizin, süvârilerimizin çokluğu hâlâ gözümün önündedir. Bizim askerlerimizin herbirinin nereye baksam kaçışdıklarını görünce, içimden kendi kendime böyle bir iş görmedim. Savaşdan ancak kadınlar kaçar dedim. Sonra ben de kaçıp Mekkeye döndüm. Bir müddet sonra gönlüme islâmiyyetin merâkı düşdü. Medîneye gideyim, bakayım Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem” neye da’vet ediyor, bir göreyim dedim. Medîneye varınca, Resûlullahın nerede olduğunu sordum. İşte mescidin gölgesinde, eshâbı ile oturuyor diyerek gösterdiler. Yaklaşıp selâm verdim ve eshâbı arasında Onu bildim. Bana ey Kabbâs! Sen Bedr savaşında ben böyle bir iş görmedim. Savaşdan ancak kadınlar kaçar diyen kimse değilmisin, buyurdu. Bunun üzerine ben şehâdet ederim ki, sen Allahın Resûlüsün. Zîrâ o sözü dilimle söylemedim, içimden geçdi ve hiç kimseye de açıklamadım, bir sırdı. Eğer sen Allahü teâlânın Resûlü olmasaydın, kalbdeki sırra muttali’ olamazdın, dedim. Mubârek elini tutup bî’at ederek, müslimân oldum.
● Asmâ binti Mervân, Beni Ümeyye bin Zeydden idi. Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” devâmlı sıkıntı verir ve her yerde müslimânların aleyhinde konuşurdu. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Bedr savaşına gitdiği sırada, o mel’ûn islâmiyyeti kötüleyen şi’rler söylemişdi. Ümeyr bin Adî el-Hutamî “radıyallahü anh”, âmâ olması sebebi ile savaşa gidemeyip, Medînede kalmışdı. Onun bu şi’rlerini işitdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Medîneye dönünce, Asmâ binti Mervânı öldüreceğim diye, Allah için ahd etdi. Resûlullah Medîneye döndükden sonra Umeyr, bir
gece yarısı Asmâ binti Mervânın evine gidip, içeri girdi. Çocukları etrâfında uyuyorlardı. Memesi küçük oğlunun ağzında olduğu hâlde uyumuşlardı. Çocuğu geriye çekip kılıcını Asmânın göğsüne koyup bastırınca, kılıç arkasından çıkdı. Sabâh nemâzını Resûlullah ile “sallallahü aleyhi ve sellem” kıldı. Resûlullah ona bakıp: Ey Ümeyr! Mervânın kızını öldürdün mü buyurdu. Evet yâ Resûlallah, dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek yüzünü Eshâb-ı kirâmdan tarafa çevirdi ve Allahü teâlânın ve Resûlünün gâibden yardımına çalışan bir kimse görmek isterseniz, Umeyr bin Adîye bakınız, buyurdu. Hazret-i Ömer “radıyallahü anh” gecesini ibâdetle geçiren bu âmâ mı dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”: “Âmâ deme, ki o görür” buyurdu.
● Da’sûr bin Hâris bin Muhârib, Benî Hâris ve Benî Sa’lebe kabîlesinden bir gurupla Medîne çevresini basmak için harekete geçmişdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” dörtyüz elli kişilik bir kuvvetle onlara karşı Medîneden hareket etdi. Benî Sa’lebe kabîlesinden bir kişi Resûlullahın huzûruna gelip müslimân oldu. Yâ Resûlallah! Onlar sizinle harbe cesâret edemezler, dedi. Resûlullah yerlerini öğrendi. Oraya vardıklarında, hepsi eşyâlarını dağlara saklayıp kaçmışlardı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Zâemr denilen yere doğru hareket edip, üç gün orada kaldı. Dördüncü gün bir ihtiyâc için Eshâbın arasından ayrılmışdı. Yağmur yağdı ve kaftânı ıslandı. Kurutmak için çıkarıp bir ağacın altına oturdu. Köylüler dağbaşından Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” yalnız bir hâlde görüp, Da’sûr bin Hârise haber verdiler. Kılıcını çekip yürüdü ve Resûlullahın yanına yaklaşıp, seni benim elimden kim kurtarabilir, dedi. Allahü teâlâ kurtarır buyurdu. O ânda Cebrâîl aleyhisselâm gelip, Da’sûrun göğsüne bir darbe vurarak yere yıkdı ve kılıcı elinden düşdü. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Da’sûrun kılıcını alıp, seni benim elimden kim kurtarır, dedi. Da’sûr, hiç kimse kurtaramaz deyip, kelime-i şehâdeti söyleyerek müslimân oldu. Savaş için artık aslâ asker toplamayacağına söz verdi.
● Uhud savaşında, islâm ordusunun zor ânlar yaşadığı sırada, müşriklerden Übeyy bin Halef bir ata binmiş, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” doğru sürüyordu ve bugün eğer sen sağ kalırsan, ben sağ kalmayayım diye hücûm ediyordu. Resûlullah, Hâris bin Sameh ve Süheyl bin Hanîfin arasında siperlenmişdi. Übeyy bin Halef bir hamle yapdı. Mus’ab bin Umeyr kendisini Resûlullaha siper etdi. Übeyy bin Halef, Mu’sab bin Ümeyre bir mızrak vurarak şehîd etdi. Süheyl bin Hanîfin elinde kırık bir mızrak vardı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” kırık mızrağı alıp, onunla Übeyy bin Halefin koltuğunun altından vurdu. O ânda Übeyy bin Halef atını geri çevirip kaçdı. Kavminin arasına varınca, sığır gibi böğürüyordu! Ebû Süfyân, bir diken yarası kadar küçük bir yaradan dolayı böyle ne bağırıyorsun, dedi. Übeyy bin Halef, bana mızrağı kim vurdu biliyormusun! Muhammed vurdu. Birgün bana Mekkede senin benim elimde helâk olman yakındır demişdi. Anladım ki Onun bu darbesiyle öleceğim. Ben bu yaradan kurtulamam. Benim bu yaradan çekdiğim acıyı bütün Hicâz halkına paylaşdırsalar hepsi ölür, dedi. Sonra nâra vurup, feryâd ederek cânı Cehenneme gitdi.
● Yehûdî âlimlerinden Mahyerîk adında meşhûr bir kimse vardı. Mâlı, mülkü, hurmalıkları son derece çok olup, hesâba gelmezdi. Fekat kendi dinlerine sevgisi, âyinlerine alışkanlığı ve kavmine bağlılığı ve ayblamalarından çekinmesi sebebiyle müslimân olmakdan mahrûm kalmışdı. Uhud savaşanın yapıldığı gün pazar günü idi. Mahyerîk, yehûdîlere, bilesiniz ki bugün Muhammede yardım etmek sizin üzerinize vâcibdir, dedi. Onlar, bu gün pazar günüdür deyince, Mahyerîk, artık pazar gününün hükmü kaldırıldı, dedi. Sonra kendisi hemen silâhını kuşanıp, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yanına gidip, savaşa katıldı. Kavmine şöyle vasıyyet etmişdi. Eğer bugün beni öldürürlerse, bilmiş olunuz ki bütün malım Muhammedindir “sallallahü aleyhi ve sellem”. Sonunda Mahyerîk öldürüldü. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” yehûdîlerin en hayrlısı Mahyerîkdir, buyurdu. Bütün
malını alıp, Medînede sadaka olarak dağıtdılar.
● Eshâb-ı kirâm arasında Kazman adında bir kimse vardı. Eshâb-ı kirâm Uhud savaşına gidince, o Medînede kalıp savaşa katılmamışdı. Kadınlar senin bizden farkın yok deyince utanarak, gidip savaşa katıldı. Müşriklerle şiddetle ve çok gayret göstererek savaşıyordu. Onun bu hâlini Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” haber verdiler. O Cehennem ehlindendir, buyurdu. Eshâb-ı kirâm hayret etdiler. Kazman kendi kendine kaçmakdan ölmek yeğdir, diyordu. O kadar savaşdı ki, müşriklerden yedi kişi öldürdü. Kendisi de bir çok yerinden yaralandı. Eshâb-ı kirâmdan ba’zıları onu savaş sırasında yaralı hâlde görüp şehîdlik sana âfiyet olsun ey Kazman dediler. Bunun üzerine Kazman şöyle dedi: Yemîn ederim ki ben din için savaşmıyorum. Kureyşin bize gâlib gelerek hurma bağçelerimizi harâb etmelerinden korkduğum için savaşıyorum, dedi! Yaraları ona o kadar acı veriyordu ki, kılıcını göğsüne dayayıp kendini öldürdü. Eshâbdan ba’zıları onun durumunu bilmedikleri için Resûlullaha Kazman müşriklerden yedi kişi öldürdü ve şehîd oldu, dediler. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Allahü teâlâ dilediğini yapar) buyurdu. Sonra Kazmanın gerçek hâlini açıklayıp, (Şehâdet ederim ki, ben Allahü teâlânın Resûlüyüm) buyurdu. Bundan sonra Eshâb-ı kirâma dönüp, (Allahü teâlâ bu dîni fâcir kimselerle de elbette kuvvetlendirir) buyurdu.
● Mus’ab bin Umeyr “radıyallahü anh”, Uhud savaşında muhâcirlerin sancağını taşıdı. O gün İbni Kamie onu Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” zan etdi. Bir kılıç darbesi vurarak, sağ kolunu kesip düşürdü. Mus’ab bin Umeyr “radıyallahü anh” sancağı sol eliyle tutup, meâl-i şerîfi (Muhammed “aleyhisselâm” ancak bir peygamberdir...) olan [Âl-i İmrân sûresinin 144.cü] âyet-i kerîmesini okudu. İbni Kamie atlı idi. Geri dönüp bir kılıç darbesi dahâ vurarak sol kolunu da düşürdü. Mus’ab bin Umeyr “radıyallahü anh” sancağı pazuları arasında tutarak yere düşürmedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” sancağı hazret-i Alîye “radıyallahü anh” verinceye kadar öyle tutdu.
● Eshâb-ı kirâmdan Hanzala bin Ebî Âmir “radıyallahü anh” Cemîle binti Abdüllah İbni Ebî Selûl ile evlenmişdi. O zifâf gecesinde iken, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâb-ı kirâmla Uhud savaşına gitmişdi. Hanzalaya “radıyallahü anh” bu gece hanımın ile birlikde ol buyurmuşdu. O gece Hanzala “radıyallahü anh” sabâh nemâzını kılıp, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” yetişmek için yola çıkacakdı. Çıkarken hanımı eteğine yapışıp halvet taleb etdi. Fekat dahâ önceden, yakınlarına haber verip, dört kimseyi şâhid olarak hâzırladı. Hanzala “radıyallahü anh” onunla zifâfa girdi. Gusl abdesti almak îcâb etdi. Fekat savaşa yetişemem ve cihâddan mahrûm kalırım korkusuyla gusl abdesti almağa vakt bulamadan, silâhını kuşanıp, yola çıkdı. Uhuda varıp, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” ulaşdığı sırada askerler savaş için saflara dizilmişdi. Savaş başlayınca düşmânla çok şiddetli savaşdı. Eshâb-ı kirâmdan ba’zıları şehîd düşdü. Hanzala “radıyallahü anh” Ebû Süfyân bin Harble karşı karşıya geldi. Ebû Süfyânın atına bir darbe vurup onu atdan yere yıkdı. Hemen göğsünün üzerine oturdu. Öldüreceği sırada Ebû Süfyân, Ey Kureyşliler ben Ebû Süfyân bin Harbim, diye yardım istedi. Gelip kurtardılar. Hanzala “radıyallahü anh” savaşa devâm edip, öyle savaşdı ki müşriklerden bir çoğunu öldürdü. Sonunda onu şehîd etdiler. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâb-ı kirâmla müşriklere karşı gâlib gelip savaş bitince, dağın eteğine doğru bakdı. Oraya bakın kim var, orada melekler gümüş leğen getirerek ona yağmur suyu ile gusl abdesti aldırıyorlar, buyurdu. Ebû Üseyd Sa’îd “radıyallahü anh” şöyle demişdir. Gidip oraya bakdım. Hanzala şehîd olmuş yatıyordu ve başından sular damlıyordu. Bu durumu Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” haber verdim. Bunun üzerine onun durumunu sordurmak için hanımına bir kimse gönderdi. Hanımı savaşa giderken gusl abdesti alması gerekiyordu. Yetişemem diyerek gusl abdesti alamadan gitdi, dedi. Yine hanımına, onunla zifâfa girdiğine niçin şâhidler tutdun diye sordular. Dedi ki, rü’yâmda gökden bir kapı açıldığını gördüm. Hanzala “radıyallahü anh” o kapıdan içeri girdi ve kapı kapandı. Anladım ki Hanzala şehîd olacak, bunun için şâhidler tutdum.
● Hâris bin Samma “radıyallahü anh” şöyle anlatmışdır: Uhud savaşında Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Uhud dağında idi. Bana Abdürrahmân bin Avfı gördün mü, buyurdu. Gördüm yâ Resûlallah, dağdan aşağı indi. Müşriklerden bir gurub etrâfını sardı. Ona yardım etmek istedim. Sizi görünce yanınıza geldim, dedim. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, ona melekler yardım ediyor ve müşriklerle savaşıyorlar, buyurdu. Bunları işitince geri dönüp, Abdürrahmân bin Avfın yanına gitdim. Bakdım ki, müşriklerden yedi kişinin ölüsü yanında duruyordu. Dâimâ muzaffer olasın. Bunları sen mi öldürdün, dedim. Şu ikisini ben öldürdüm. Diğerlerini bir kimse öldürdü. Fekat ben o kimseyi hiç tanımam dedi. O bunları söyleyince, kendi kendime, doğru söyledin yâ Resûlallah, dedim.
● Uhud savaşında müslimânların sıkıntılı ânlarında, Katâde bin Nu’mân “radıyallahü anh” Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yanından aslâ ayrılmadı. Gözüne bir darbe vuruldu ve gözü çıkdı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” gözünü yerine yerleşdirdi. Gözü iyileşip, öncekinden dahâ iyi görmeğe başladı. Rivâyetlerin çoğunda böyle bildirilmişdir. Fekat bir rivâyetde de bu hâdisenin Bedr savaşında geçdiği bildirilmişdir. Nitekim anlatıldı.
● Emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü anh” şöyle anlatmışdır: Uhud savaşında islâm ordusu dağıldığı sırada, dikkat ediniz haber veriyorum. Muhammed öldürüldü diye bir ses duydum. Öldürülenler arasına bakdım. Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” bulamadım. Vallahi Resûlullah öldürülmemişdir ve O aslâ kaçmaz. Allahü teâlâ bize gazab edip, Onu aramızdan aldı. Benim için ölünceye kadar savaşmakdan dahâ iyi bir iş yokdur. Resûlullahın cemâli olmayınca dünyâya dönüp bakmam, dedim. Sonra kılıcımın kınını kırdım ve savaşarak şehîd olmağa karar verdim. Müşriklerden bir topluluğun üzerine hücûm etdim. Darmadağın oldular. Bir de bakdım ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” onların arasında imiş, etrâfını sarmışlar! Allahü teâlânın emriyle, melekler Onu korumuşlar ve müşriklerden
bir zarar gelmemiş.
● Ebû Berâ, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” iki atı ve iki deveyi hediyye olarak gönderdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, eğer bir müşrikin hediyyesini kabûl etseydim, Ebû Berânın hediyyesini kabûl ederdim, buyurdu. Dediler ki, yâ Resûlallah! Onun büyük bir çıbanı var, hiçbir ilâc fâide vermemiş. Şifâya kavuşmak için size bu hediyyeleri göndermiş. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” eline bir kesek alıp mubârek ağzının suyunu bu keseğe sürdü. Bunu suya koysun ve suyundan içsin buyurdu. Ebû Berâ böyle yapdı ve tam şifâya kavuşdu.
● Hicretin dördüncü senesinde vuku’ bulan Recî’ gazvesinde, Âsım bin Sâbit “radıyallahü anh” şehîd oldu. Düşmânlar başını kesip, Sa’d kızı Selâkiye götürmek istediler. Âsım bin Sâbit “radıyallahü anh”, Uhud savaşında o kadının kardeşini öldürmüşdü. Bu sebeble her kim Âsımın başını getirirse ona yüz deve vereceğim ve Âsımın kafa tasıyla şerâb içeceğim diye ahd etmişdi. Allahü teâlâ Âsım bin Sâbitin “radıyallahü anh” cesedinin çevresine pekçok arı gönderdi. Başını kesmek için kim yaklaşırsa, arılar yüzünden gözünden sokup şişiriyorlardı. Neredeyse öleceklerdi. Gece arılar çekilir, o zemân gelip başını kesip alırız diyerek, dönüp gitmek zorunda kaldılar. Gece yağmur yağdı. Büyük bir sel gelip, Âsım bin Sâbitin “radıyallahü anh” cesedini alıp götürdü. Emîr-ül mü’minîn Ömer “radıyallahü anh” şöyle demişdir: Âsım bin Sâbit hiçbir müşriği kendine dokundurmamak için söz vermişdi ve sözünde durdu. Şehîd oldukdan sonra da Allahü teâlâ onu kâfirlerin dokunmasından korudu.
● Habîb bin Adî “radıyallahü anh” Recî’ vak’asında esîr düşdü. Onu Mekkede müşriklere yüz deveye satdılar. Müşrikler onu uzun zemân habs etdiler. Bir gün bakdılar ki, tâze üzüm yiyordu. Hâlbuki o sırada Mekkede aslâ tâze üzüm yokdu. Bu üzümü nereden buldun diye sordular. Bu Allahü teâlânın bana verdiği bir rızkdır, dedi.
● Müşrikler Mekkede Habîb bin Adîyi “radıyallahü anh” i’dâm ederek şehîd edecekleri sırada, Habîb bin Adî onlara beddüâ etdi. Hazret-i Mu’âviye şöyle anlatmışdır: Habîb beddüâ edince, babam Ebû Süfyân onun beddüâsından korkarak beni yere yatırdı. Fekat beni öyle hızlı yere çarparak yatırdı ki, uzun zemân onun acısı geçmedi. Arablar arasında şöyle bir inanış yaygındı. Kim beddüâ sırasında yere yatarsa beddüâ ona te’sîr etmez, diye inanırlardı. Habîb bin Adînin “radıyallahü anh” darağacına asılarak şehîd edildiğini seyredip görenler, aradan bir sene geçmeden, çok azı dışında, her birinin başına bir belâ gelerek helâk oldular. Emîr-ül mü’minîn Ömer “radıyallahü anh” Sa’îd bin Âmire Humusda bir vazîfe vermişdi. Sa’îd bin Âmir zemân zemân kendinden geçer, çevresinden habersiz kalırdı. Emîr-ül mü’minîn Ömer “radıyallahü anh” onun böyle kendinden geçmesinin sebebini sordu. Şöyle cevâb verdi: Habîbi “radıyallahü anh” darağacına bağlayıp, şehîd edecekleri sırada orada idim. Her ne zemân o hâdiseyi hâtırlasam, böyle kendimden geçerim, dedi.
Habîb bin Adînin i’dâmı şöyle vuku’ bulmuşdu: Onu bir darağacına bağladıklarında şöyle dedi: Yâ Rabbî! Resûlün “sallallahü aleyhi ve sellem” her neyi teblîg edip bildirmişse, biz ona îmân etdik. Şu ânda burada benim selâmımı Resûlüne iletecek bir kimse yok ki, söylesin dedi. Üsâme “radıyallahü anh” şöyle anlatmışdır: O gün Mekkede Habîbin “radıyallahü anh” şehîd edileceği sırada, biz Medînede birkaç kişi Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûrunda idik. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâbı arasında oturuyordu. Üzerinde vahy gelince görülen hâl görüldü. Mubârek başını kaldırıp, Ve aleyhisselâm ve rahmetullah, dedi. Sonra mubârek gözlerinden gözyaşları akdı. Sonra, kardeşim Cebrâîl aleyhisselâm Allahü Sübhânehü ve teâlâ tarafından bana, Habîbin selâmını getirdi, buyurdu. Habîbin darağacına asılarak şehîd edildiği haberini alınca da, Habîbi o darağacından indiren kimsenin kıyâmet gününde mükâfâtı Cennetdir, buyurdu. Zübeyr bin Avvâm “radıyallahü anh”
ve Mikdâd bin Esved “radıyallahü anh” bu iş için hâzırlanıp yola çıkdılar. Geceleri yol alıyorlar, gündüzleri de gizleniyorlardı. Böylece Mekkeye ulaşdılar. Bir gece o darağacının bulunduğu yere gitdiler. Birkaç kişiyi bekçi olarak koymuşlardı. Bekçilerin hepsi uyumuşdu. Habîbi “radıyallahü anh” yavaşca darağacından yere indirdiler. Bakdılar ki eli yarasının üzerinde idi. O yarasından devâmlı tâze kan akıyordu. Kanı misk gibi kokuyordu. Şehîd edildikden sonra, aradan kırk gün geçmesine rağmen vücûdu hiç bozulmamış, taptâze duruyordu. Zübeyr bin Avvâm “radıyallahü anh” Onun cesedini atının arkasına aldı ve oradan ayrıldılar. Fekat müşrikler haberdâr oldular. Peşlerine yetmiş kişi düşüp ta’kîbe başladılar. Zübeyr bin Avvâm ve Mikdâd bin Esved “radıyallahü anhümâ” müşrikler yaklaşınca Habîbi yere koydular. O ânda yer yarılıp Habîbin “radıyallahü anh” cesedini yutdu. Bu sebeble ona yerin yutduğu şehîd diye lakab verilmişdir. Zübeyr bin Avvâm ve Mikdâd bin Esved müşriklerle çarpışarak onları geri çevirdiler. Medîneye dönüp, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûruna giderek hâdiseyi anlatdılar. O sırada Cebrâîl aleyhisselâm gelip; yâ Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem”, ılliyyîn melekleri (yüksek derecede bulunan melekler) ümmetinden bu iki kişiyle övünüyorlar diye haber verdi.
● Hicretin dördüncü senesi idi. Hayberde insanları müslimânlara karşı kışkırtan Selâm bin Ebî Hukayk diye birisi vardı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” onu öldürmeleri için, Eshâb-ı kirâmdan beş kişi gönderdi. Bu beş sahâbîden biri de Ebû Katâde “radıyallahü anh” idi. Haybere gitdiler. Geceleyin Selâm bin Ebî Hukaykın evine girerek, onu öldürdüler. Sonra oradan ayrıldılar. Ebû Katâde yayını orada unutdu. Almak için geri döndü. Her nasılsa ayağı yaralandı. Büyükçe bir yara idi. Ba’zıları da ayağının kırıldığını rivâyet etmişlerdir. Sargı ile ayağını sarıp arkadaşlarına yetişdi. Arkadaşları onu nöbetleşe taşıdılar. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûruna götürdüler. Resûlullah mubârek eliyle ayağını sıvâzladı. O ânda yarası iyileşdi.
● Câbir bin Abdüllah “radıyallahü anh” şöyle anlatmışdır: Zâtürrüka’ gazvesinde iken bir devem vardı. Çok za’îfdi ve ikide bir çöküp kalıyordu. Yine tam çöküp kaldığı bir sırada, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” yanıma teşrîf etdiler. Beni bekler bir vaziyetde görünce, niçin duruyorsun, buyurdu. Ben de devemin hâlini söyledim. Bir asâ istedi ve o asâ ile deveye üç kerre vurup dürtdü. Sonra su istedi ve bir avuç suyu devenin yüzüne serpdi. Beni ta’kîb et buyurarak, oradan hareket etdi. Ben de deveme binip ta’kîb etdim. Muhammed aleyhisselâmı hak peygamber olarak gönderen Allah hakkı için, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” çok sür’atli gitdiği hâlde, Ondan hiç geri kalmadım. Devem cânlandı ve râhatlıkla ta’kîb etdim.
● Zâtürrükâ’ gazvesinden sonra, bir eşkıyâ ata binmiş ve bir deveyi de yularından çekiyordu. O hâliyle Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûruna geldi. Atımın karnında ne vardır? dedi. Resûlullah, gaybı Allahü teâlâdan başkası bilmez, buyurdu. Yağmur ne zemân yağacak, dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” o öyle bir işdir ki ne zemân yağacağını Allahü teâlâ bilir, buyurdu. Adam sormağa devâm edip; yârın ne olacak, dedi. Resûlullah bana ma’lûm değildir, diye cevâb verdi. Sonra Allahü teâlâ, meâl-i şerîfi, (Kıyâmet vakti hakkındaki bilgi, ancak Allahın katındadır. Yağmuru (dilediği zemân, dilediği yere, dilediği mikdâr) O yağdırır. Rahîmlerde olanı o bilir. Hiç kimse yârın ne kazanacağını bilmez. Yine hiç kimse nerede öleceğini bilmez. Şübhesiz Allah, herşeyi bilendir, herşeyden haberdârdır) olan âyet-i kerîmeyi gönderdi. Sonra o kimse, yâ Muhammed! Bana şu devem senin Rabbinden dahâ sevimlidir, dedi! Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” de ona, (Rabbim cânımdan dahâ sevimli, nefsimden ve âile ferdlerimden dahâ azîzdir!) buyurdu. Sonra secdeye kapandı. Secdeden doğrulup o adama Rabbim bana haber verdi ki, senin yüzünün bir tarafında bir yara açılacak! Yüzünün eti ve derisi çürüyüp dökülecek ve sonra öleceksin, buyurdu. Kısa bir müddet sonra o kimsenin yüzünde bir yara çıkdı. O yaradan öy-
le pis kokular yayılıyordu ki, halk nefret ederek yanından kaçışıyorlardı. O şahs Muhammedin söylediği doğru çıkdı diyordu. Sonunda o perîşan hâliyle ölüp gitdi.
● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek hanımlarından Ümmül mü’minîn Cüveyriye binti Hâris “radıyallahü anhâ” şöyle anlatmışdır: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Benî Mustalak gazvesi için Medîneden yola çıkmışdı. Babam Benî Mustalak kabîlesinin reîsi idi. Rü’yâmda Medîneden bir ayın doğduğunu ve gelip yanımda durduğunu gördüm. Hiç kimseye anlatmadım. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ordusuyla üzerimize geldiği sırada, babam bir ordu geliyor ki, benim o orduya karşı koymaya gücüm yetmez, dedi. Bakdım büyük bir ordu gördüm. Askerleri sayısızdı. Zâhirleri silâhlı, bâtınları ise nûr saçıyordu. Tertîb içinde geliyorlardı. Aralarında gösterişli atlara binmiş olan kimseler gördüm. Uğradıkları yerden şiddetli rüzgâr gibi geçiyorlardı. O kadar çok asker, at ve silâh gördüm ki, müslimân olup, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ile evlenmekle şereflendikden sonra, islâm ordusuna bakdım o kadarını göremedim. Anladım ki, onlar imdâd-ı Rabbânî ve inâyeti sübhânî vâsıtasıyla imiş. [Cüveyriyyenin “radıyallahü anhâ” babası Hâris ve iki oğlu îmân etmişdir. (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbı 1088.ci sahîfeye bakınız!]
● Hendek gazvesinde, Eshâb-ı kirâm “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” Medînenin çevresinde hendek kazıyorlardı. Büyük bir taş çıkdı. Onu kimse parçalayamadı. Selmân-ı Fârisî “radıyallahü anh” bu durumu Resûlullaha haber verdi. Eshâb-ı kirâmdan bir kısmı hendeğin kenârında durdular. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek eline bir külünk aldı ve o taşa vurdu. Taş iki parçaya ayrıldı. Taşa vurduğu ânda, taşdan şimşek çakar gibi bir kıvılcım çıkdı. O kıvılcım, Medîneyi münevverenin her tarafını aydınlatdı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” tekbîr getirdi. Bütün Eshâb-ı kirâm da tekbîr getirdiler. Taşa bir kerre dahâ vurdu. Yine şimşek gibi bir kıvılcım çıkdı. Resûlullah ve Eshâb-ı kirâm tekrâr tekbîr getirdiler. Taşa üçüncü def’a vurdu ve aynı
şeklde şimşek gibi bir kıvılcım çıkdı. Selmân-ı Fârisî “radıyallahü anh”, anam babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Bu ne hâldir. Ben şimdiye kadar ömrümde aslâ böyle bir hâl görmedim, dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâb-ı kirâma, Selmânın gördüğünü siz de gördünüz mü, buyurdu. Hepsi, gördük yâ Resûlallah, dediler. Bunun üzerine Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: Birinci vuruşda çakan kıvılcımın ışığında Kisrânın memleketinde, Hayrenin köpek dişi gibi köşklerini gördüm. Cebrâîl aleyhisselâm bana, ümmetin orayı alacakdır, diye haber verdi. Taşa ikinci vuruşumda çıkan kıvılcımın ışığında, rûmun kızıl köşklerini gördüm. Köpeklerin azı dişleri gibi idi. Cebrâîl aleyhisselâm bana, ümmetin o diyârı alacak diye işâret eyledi. Üçüncü vuruşumda sıçrayan kıvılcımın ışığında San’anın [Yemenin] köpek dişleri gibi köşklerini gördüm. Cebrâîl aleyhisselâm bana, ümmetin o beldeleri feth edecekdir, dedi.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Kisrânın beyâz köşkünün vasflarını anlatdı. Selmân-ı Fârisî orayı gördüğü ve bildiği için: Yâ Resûlallah “sallallahü aleyhi ve sellem”! Aynen buyurduğunuz gibidir. Ben şehâdet ederim ki, sen Allahü teâlânın Resûlüsün, dedi. Resûlullah sözlerine devâm ederek buyurdu ki: Şâm elbette feth olunacakdır! Herakl memleketinin bir köşesine kaçar, siz Şâma hâkim olursunuz. Onlardan kimse sizinle savaşmağa cesâret edemez. Yemen de mutlaka feth olunacakdır. Kisrâ öldürülür ve ondan sonra artık hiç kisrâ kalmaz. Selmân-ı Fârisî “radıyallahü anh” Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” haber verdiği bu hâdiselere aynen birer birer şâhid oldum. Hepsi aynen gerçekleşdi, demişdir.
● İmâm-ı Nevevî, Tahâvîden naklen Müslim şerhinde şöyle yazmışdır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hendek kazarken ikindi nemâzının vakti geçdi. Güneş batmışken, Allahü teâlâ geri döndürdü. İkindi nemâzını kıldılar.
● Câbir bin Abdüllah “radıyallahü anh” şöyle anlatmışdır: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Hendekde çıkan taşı
kırmak için hendeğe indiğinde, açlıkdan mubârek karnına taş bağlamışdı. Bu hâli görünce dayanamadım. Müsâade alıp evime gitdim. Bu durumu evimdekilere anlatdım. Evde bir sa’ arpa ve bir de oğlak var dediler. Arpayı öğütdüm ve oğlağı kesip tencereye koydum. Sonra Resûlullahın yanına döndüm. Dönerken hanımım yemeğin az olması sebebiyle mahcûb olmayalım diye tenbîh etdi. Durumu Resûlullaha arz edince, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, ey hendek halkı! Câbir bize ziyâfet hâzırlamış, da’vet ediyor. Geliniz, yemeği bol ve güzel yemekdir, buyurdu. Sonra, bana buyurdu ki, hanımına söyle! Ben gelmeden tencereyi ateşden indirmesin, ekmekleri de pişirmesin. Ben önce gidip hanımıma, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, muhâcirîn ve ensâr ile birlikde bütün Eshâbıyla, bize yemeğe teşrîf ediyorlar dedim. Hanımım, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” yemeğin ne kadar olduğunu biliyorsa, hiç üzülmeyiz, dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâb-ı kirâmla birlikde evime teşrîf edince, Eshâbın gurub gurub içeri girmesini emr buyurdu. Sonra bize hamuru getiriniz buyurdu. Hamuru getirince, bütün hayrların menbâı ve bütün bereketlerin mayası olan mubârek ağzını açıp hamurun üzerine bir kere üfürdü. Allahü teâlâ hamura bereket verdi. Sonra ekmekleri kim pişirecekse pişirsin buyurdu. Emri üzerine tandırdan ekmekleri ve tencereden eti çıkardım ve Eshâb-ı kirâma ikrâm etdim. Hepsi temâmen doydu. Evimden ayrılıp gitdiklerinde ekmekler ve et hiç eksilmemiş, aynen duruyordu.
● Yine Câbir bin Abdüllah “radıyallahü anh” şöyle anlatmışdır: Âlemlerin efendisi ve insanların rehberi Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” her kim da’vet etse kabûl buyururlardı. Bir gün ben de da’vet etmişdim. Falan gün gelirim buyurdu. Zemânı gelince, Câbir bin Abdüllahın “radıyallahü anh” evine teşrîf etdiler. Hazret-i Câbir, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” evine teşrîfiyle o kadar sevindi ki, karşılamak için sevinçle koşarken, su tulumunu devirdi ve su döküldü. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” içeri girip oturdu. Hazret-i Câbirin bir kuzusu vardı. Onu
hemen kesip kebâb yapmak için hâzırladı. İki oğlu vardı. Büyük oğlu küçük oğluna, babam kuzuyu nasıl kesdi, gel sana göstereyim, dedi. Kardeşini bağlayıp bıçağı boğazına sürdü. Fekat, göstereyim derken, farkına varmadan kardeşini boğazlayıp ölümüne sebeb oldu. Hazret-i Câbirin hanımı, çocuklarının bu hâlini görünce, büyük oğlunu yakalamak için peşinden koşdu. Çocuk korkusundan kaçayım derken, kendisini evin damından aşağı bırakdı ve düşüp öldü. Kadın çocuklarının ölmesinden dolayı feryâd edip ağlarsam, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” üzülmesine sebeb olurum diye düşünerek sabr etdi, hiç ses çıkarmadı. Çocuklarının ölüsü üzerine bir kilim örtdü. Kimse onların öldüğünün farkına varmadı. Kendisi de belli etmemeye çalışdı. Fekat içi yanıyordu. Hâzırlanan kebâbı pişirdi. Kocası hazret-i Câbire, olan hâdiseyi hiç söylemedi. Kuzu kebâbı Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” önüne getirilip, ikrâm edildi. O sırada Cebrâîl aleyhisselâm geldi ve Yâ Muhammed! Allahü teâlâ, Câbire oğullarını da sofraya getirmesini söylemenizi emr buyurdu, dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hazret-i Câbire, oğullarını da sofraya getir, buyurdu. Dışarı çıkıp hanımına oğlanlar nerededir, Resûlullah onların sofraya gelmelerini istiyor, dedi. Hanımı, Resûlullaha onların burada olmadıklarını söyle, dedi. Hazret-i Câbir durumu arz edince, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Allahü teâlânın emridir. Onları muhakkak getirmen lâzımdır, buyurdu. Hazret-i Câbir tekrâr hanımının yanına varıp, çocuklar nerede iseler mutlaka bulmamız lâzım. Allahü teâlânın emri böyle gelmişdir, dedi. Zevallı, çâresiz hanımı ağlayarak, ey Câbir, oğulcuklarımızın ne olduğunu sana söylemeğe tâkatim yok, dedi. Sonra ölü yatan çocuklarının üstündeki kilimi kaldırıp, onları gösterdi. Hazret-i Câbir iki oğlunun da ölmüş olduğunu görünce, ağlamağa başladı. Hanımı ile birlikde Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûruna girip ağlaşmağa başladılar. Evde feryâd sesleri yükseldi. O sırada Allahü teâlâ Cebrâîl aleyhisselâmı Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” gönderip, çocukların başında düâ etmesini ve çocukları dirilteceğini bildirdi. Re-
sûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” kalkıp düâ etdi. Câbir bin Abdüllahın her iki oğlu da Allahü teâlânın izniyle dirildi.
● Eshâb-ı kirâmdan Beşir bin Sa’dın “radıyallahü anh” kızı şöyle anlatmışdır: Annem bana bir avuç hurma verip, kızım bunları babana ve dayın Abdüllah bin Revâhâya götür, yisinler, dedi. Hurmaları alıp giderken Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bir yerde oturmuşdu. Beni görünce, kızım yanıma gel, buyurdu. Yanında ne var diye sordu. Ben de birazcık hurma var dedim. Sonra hurmaları iki mubârek avcuna koydum. Mubârek eliyle o hurmaları kaftânının üzerine topladı. Sonra bir kimseye, hendek kazanların hepsini çağır gelsinler, buyurdu. Hepsi toplanıp geldiler. O hurmalardan istedikleri kadar yidiler ve dönüp gitdiler. Hendek kazma işinde bulunanlar üçbin kişi idiler. Onlar doyasıya hurma yiyip gitdikleri hâlde, hurmalar kaftânın kenârlarından taşıp dökülüyordu.
● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Hendek savaşında Huzeyfetebni Yemânîyi “radıyallahü anh” müşriklerin arasına gidip, onlardan haber getirmesi için gönderdi. Gönderirken mubârek eliyle göğsünü ve sırtını sıvazlayıp; yâ Rabbî! Önden-arkadan sağdan-soldan gelecek zarardan muhâfaza et diye düâ etdi. O gece çok soğukdu. Huzeyfe “radıyallahü anh” şöyle demişdir. Sanki hamâma girmiş gibi idim. Hiç soğuk hissetmedim. Nihâyet müşriklerin arasına girip, haber topladım ve geri döndüm. Eshâb-ı kirâmın yanına geldiğimde soğuk bana te’sîr etmeye başladı.
● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Huzeyfeyi “radıyallahü anh” Hendek savaşında müşriklerin vaziyyetini öğrenmek için aralarına gönderince, nemâz kıldı ve şöyle düâ etdi. “Ey üzüntülü kimselerin imdâdına yetişen ve güç durumda olanların düâsını kabûl eden Allahım! Sıkıntımızı ve üzüntümüzü gider. Benim ve yanımda bulunanların hâlini sen görüyorsun.” O sırada Cebrâîl aleyhisselâm gelip, Allahü teâlâ sana selâm eder. Sana zafer verdi. Dünyâ gökün-
den onların üzerine taş yağdıran bir rüzgâr gönderdi. Huzeyfe “radıyallahü anh” şöyle demişdir. Müşriklerin arasına vardığımda soğuk bir rüzgâr esiyordu. Müşriklerin hepsi bir yere toplanmış ve ateşleri sönmüşdü. Birbirine soğukdan öleceğiz diye bağırıyorlardı. Bundan sonra büyük bir fırtına çıkdı. Kocaman taşları sürüklüyordu. Müşrikler kalkanlarını siper yapıyorlardı. Fekat fâide vermiyordu. Sonunda hepsi perîşan olup, kaçmağa karar verdiler. Allahü teâlâ [Ahzâb sûresi 9.cu âyetinde meâlen], (Ey îmân edenler! Allahın üzerinizdeki ni’metini hâtırlayınız. Hani size [Hendek savaşında sizi yok etmek için kâfirlere âid] ordular saldırmışdı da, biz onlara karşı bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermişdik. Allah ne yapdığınızı görmekdeydi) buyurdu.
Hendek savaşında, Kureyş müşrikleri kaçıp gitdikden sonra, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”: “Bu seneden sonra Kureyş sizinle savaş yapmaz. Fekat siz onlara karşı gazâ yaparsınız” buyurdu. Ondan sonra Kureyş müşrikleri, müslimânlara savaş açamadılar. Müslimânlar ise Mekkeyi feth etdiler.
Hendek savaşında, Kureyşliler perîşan ve mağlûb oldular. Ebû Süfyân Kureyşden bir cemâ’at ile oturmuş konuşuyordu. Diyordu ki; içinizde kimse yok mudur. Fırsat kollayarak Muhammedden öcümüzü alsın. Çünki, Muhammed pazarlarda dolaşıyormuş ve yalnız başına sahrâlara gidiyormuş. Halkı dîne da’vet ile meşgûl olduğu için, kimsenin hâlinden haberi yokmuş. Ebû Süfyânın bu sözleri üzerine bir köylü, Ebû Süfyânın yanına gidip, eğer beni desteklersen bu işi ben yaparım. Yolları iyi bilirim ve gâyet keskin bir hançerim var, dedi. Ebû Süfyân ona yol azığını ve ne lâzımsa verdi. Aralarında bunu hiç kimseye söylememek üzere sözleşdiler. O köylü yola çıkıp, altı günde Medîneye ulaşdı. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” nerede olduğunu sordu. Abdüleşhel kabîlesi tarafına gitdi, dediler. Adam devesini bağlayıp, yürüyerek o tarafa gitdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Eshâb-ı kirâmdan bir cemâ’at ile sohbet ediyordu. Uzakdan o köylünün geldiğini görünce, bu kimsenin kötü
bir düşüncesi var! Fekat, Allahü teâlâ onu maksadına kavuşdurmaz, buyurdu. Köylü kimse yaklaşınca, Abdülmuttalibin oğlu nerede diye sordu. Resûlullah, Abdülmuttalibin oğlu benim, dedi. Bir haber söyleyecekmiş gibi Resûlullaha yaklaşmak istedi. Eshâb-ı kirâmdan Üseyyid bin Hudayr o kimseyi tutup çekdi ve uzak dur ey mel’ûn dedi. Eliyle belini yokladı. Kaftânının altında hançeri olduğunu gördü. Adamın Resûlullaha sû’i kasd için geldiği anlaşılınca, adam Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” ayaklarına kapanıp, beni bağışla diye yalvarmağa başladı. Resûlullah o kimseye doğruyu söyle, doğruyu söylemen menfe’atinedir. Yalan söyleme. Allahü teâlâ senin düşünceni bana bildirdi, buyurdu. Bunun üzerine adam emân diledi ve hâdiseyi aynen anlatdı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” onu Üseyyid bin Hudayra “radıyallahü anh” teslîm etdi. Ertesi gün o kimseyi çağırdı ve sana emân verdim. Dilediğin yere gidebilirsin. İstersen bundan dahâ iyi bir iş söyleyeyim, buyurdu. O köylü kimse o iş nedir, dedi. Allahü teâlânın bir olduğuna ve benim Onun Resûlü olduğuma şehâdet etmendir, buyurdu. O kimse, kelime-i şehâdet söyledikden sonra dedi ki: (Ben kimseden korkmaz, kılıçdan ve okdan sakınmazdım. Ne zemân ki Sizi gördüm, bilmem bana ne oldu da, aklım başımdan gitdi. Siz benim yapmak istediğim düşüncelerimi bildiniz. Hâlbuki Size bunu önceden kimse haber vermemişdi. Anladım ki Size bunları bildiren ve Sizi koruyan Rahmân olan Allahdır. Ebû Süfyânın tâifesi şeytânın tâifesidir). Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” onun bu sözlerine tebessüm etdi. O kimse bir kaç gün dahâ Medînede kaldı. Sonra müsâade alıp gitdi. Bir dahâ kendisinden haber alınamadı.
● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hicretin altıncı senesinde Eshâb-ı kirâmdan bir cemâ’atle Umre için Mekkeye gitmek üzere yola çıkdılar. Hudeybiyeye gelince, orada konakladılar. Orada bir kuyu vardı. Suyu azalmışdı. Bir mikdâr su çekdiler. Kuyunun suyu bitdi. Eshâb-ı kirâm susuzlukdan Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” şikâyetde
bulundular. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” terkîsinden bir ok çıkarıp, bu oku o kuyuya bırakın, buyurdu. Bu hâdiseyi anlatan râvi şöyle nakl eder: Vallahi oku kuyuya atdıkdan sonra, bin dörtyüz kişi o kuyudan su içdik, bütün hayvânlarımızı suladık.
(Sahîh-i Buhârî)de, Berâ bin Âzib rivâyetinde şöyle bildirilmişdir: Hudeybiyede Eshâb-ı kirâm susuzlukdan şikâyet etdiler. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” kuyunun kenârına geldi ve bir kova su istedi. O sudan abdest alıp, mubârek ağzının suyunu o kuyuya dökdü. Biraz sonra kuyunun suyu o kadar çoğaldı ki, bütün Eshâb-ı kirâm “rıdvânullahi aleyhim ecma’în” içip suya kandılar ve bütün develerini de suladılar.
● Câbir bin Abdüllah “radıyallahü anh” şöyle anlatmışdır: Hudeybiye gününde halka susuzluk galebe çaldı. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yanında bir kırba su vardı. O sudan abdest aldı. Bunun üzerine bütün Eshâb-ı kirâm Resûlullahın yanına toplandı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” size ne oldu, ne lâzım buyurdu. Dediler ki, yâ Resûlallah! Ne abdest almağa, ne içmeğe bir damla suyumuz yok. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek elini abdest aldığı su kırbasının içine sokdu. Mubârek parmakları arasından çeşmeler akmağa başladı. Herkes o sudan içip kandı ve abdest aldı. Câbir bin Abdüllaha “radıyallahü anh” kaç kişi idiniz diye sorulunca; eğer yüzbin kişi olsak o su yeterdi. Biz binbeşyüz kişi idik dedi.
● Eshâb-ı kirâmdan biri şöyle anlatmışdır: Hudeybiyeye yaklaşdığımız sırada, Kureyşin bir öncü kuvvet gönderdiği haberi geldi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bizi Hudeybiyeye başka yoldan kim götürebilir, buyurdu. Anam, babam sana fedâ olsun, yâ Resûlallah, ben götürebilirim, dedim. Bir başka yoldan hareket etdik. O yolda biraz yürüdükden sonra, nice tepeler ve engeller önümüzde dümdüz oldu. Hiçbir tepeye rastlamadan Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” Hudeybiyeye ulaşdırdım.
● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ile Kureyş arasındaki andlaşmayı Alî bin Ebî Tâlib “radıyallahü anh” yazdı. Andlaşmanın başına Bismillâhirrahmânirrahîm ve Muhammedün Resûlullah yazdı. Süheyl bin Amr o sırada henüz îmân etmemişdi. Dedi ki; bizim kitâbımıza göre ben Rahmânı bilmem, onun yerine Bismike Allahümme yaz. Muhammedün Resûlullah yerine de Muhammed bin Abdüllah yaz. Eğer bize Onun Peygamberliği ma’lûm olsaydı Onunla savaşmazdık. Böylece Eshâb-ı kirâm ile Süheyl arasında epeyce konuşmalar geçdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Yâ Alî! Onu sil, Süheylin dediği gibi yaz. Hazret-i Alî “radıyallahü anh” edebinden silmeye eli varmadı. Resûlullah kendisi sildi ve buyurdu ki: Ey Alî! Bir gün senin başına da böyle bir hâdise gelir. Nitekim Sıffîn harbinden sonra hazret-i Alî ile hazret-i Mu’âviye arasında andlaşma yapıldı. Andlaşmayı yazan kâtib, Emîr-ül mü’minîn Alî diye yazdı. Hazret-i Mu’âviye kâtibe Emîr-ül mü’minîn diye yazma, eğer onun Emîr-ül mü’minîn olduğunu kabûl etseydik, onunla savaşmazdık, dedi. Hazret-i Alî “radıyallahü anh” bunu işitince, Resûlullahın sözlerini hâtırlayıp, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” söylediği çıkdı, dedi.
● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Hudeybiyede bulunduğu sırada saçlarını traş etdirdi. Kesilen saçlarını bir yeşil ağacın üstüne koydu. Eshâb-ı kirâm “rıdvânullahi aleyhim ecma’în” o ağacın yanında toplanıp, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” saçlarını kapışdılar. Eshâbdan Ümmü Ammâr şöyle anlatmışdır: O gün ben de Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” saçının telinden birkaç dâne elde etdim. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” vefâtından sonra, her kim hastalansa, o saç tellerini suya koyup, o suyu hastaya verirdim. Allahü teâlâ o hastayı sıhhate kavuşdururdu.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Hudeybiyede yirmi gün kadar kaldıkdan sonra geri döndüler. Eshâb-ı kirâm, konaklama yerlerinden birinde yiyeceklerinin kalmadığından şikâyet etdiler. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sel-
lem” develerini gösterdi. Hazret-i Ömer bunu işitince, Resûlullahın huzûruna gelip; yâ Resûlallah! Halkın binecek başka hayvanları yok. Azıklarından kalanları bir araya toplasalar da, Allahü teâlânın fadlı ve inâyetiyle bereket vermesi için düâ buyursanız. Sizin düânız şübhesiz ki kabûl olunur, dedi. Sonra Eshâbdan bir avuç hurması ve bir avuç seviki (kavrulmuş un) olanlar, onları bir araya topladılar. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bereket için Allahü teâlâya düâ etdi. Kimin kabı varsa, getirsin buyurup, getirilen bütün kabları o bereketlenerek artan yiyeceklerle doldurdu. Öyle ki develer taşımakdan âciz kalıyorlardı. Konakladıkları o yerden ayrıldılar. Mevsimin yaz olması sebebiyle hava açık ve çok sıcakdı. Allahü teâlâ bir de öyle yağmur yağdırdı ki, hepsi suya kandılar ve kablarını doldurdular.
● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hicretin altıncı senesinde Zilhicce ayının sonunda veyâ yedinci senesi Muharrem ayının başında hükümdârlara elçiler gönderdi. Dıhye-i Kelbîyi “radıyallahü anh” Rûm kralı Herakle elçi olarak gönderdi. Onunla bir mektûb yolladı. O mektûbda şöyle yazılı idi. (Bismillâhirrahmânirrahîm. Bu mektûb Allahın kulu ve Resûlü Muhammedden Rûmun büyüğü olan Herakledir. Hidâyet üzere olanlara selâm olsun. Ben seni islâma da’vet ediyorum. Müslimân ol ki selâmet bulasın ve Allahü teâlâ ecrini artdırır. Eğer bu büyük ni’metden yüz çevirirsen, bütün rûmlar sana tâbi’ ve emrinde olduklarından, hepsinin günâhı senin üzerinedir.) Allahü teâlâ [Âl-i İmrân sûresi 64.cü âyetinde meâlen], (“Resûlüm” de ki: Ey ehl-i kitâb! Sizinle bizim aramızda müsâvî olan bir kelimeye geliniz. Allahdan başkasına tapmayalım. Ona hiç bir şeyi ortak koşmayalım. Allahı bırakıp da birbirimizi ilâh edinmeyelim. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, işte o zemân; şâhid olunuz biz gerçek müslimânlarız deyiniz) buyurdu.
Dıhye-i Kelbî “radıyallahü anh” Humus şehrinde Herakle ulaşıp, mektûbu verdi. Mektûb arabî olduğu için, Herakl bir tercümân istedi.
(Sahîh-i Buhârî)de şöyle bildirilmekdedir: O sırada Ebû Süfyân bir gurub Kureyşli ile birlikde Kudüsde idi. Herakl onları yanına çağırıp, sizden hanginiz bu mektûbu gönderen kimseye dahâ yakındır, diye sordu. Ebû Süfyân ben hepsinden dahâ yakınım, dedi. Herakl onun yanına yaklaşmasını ve diğerlerinin geride durmasını istedi. Herakl tercümâna bunlar mektûbu gönderen zâta yakın olduklarını söylüyorlar. Eğer yalan söylerlerse, yalanlarını açıklarsın diye tenbîh etdi. Ebû Süfyân, eğer tekzîb etme korkusu olmasaydı yalan söyleyebilirdim, demişdir. Herakl, Ebû Süfyâna şöyle sordu: Bu mektûbu bana gönderen zâtın nesebi nasıldır? Ebû Süfyân: Nesebi çok şereflidir. Herakl: Kavminizden ondan başka birisi Peygamber olduğunu söyledi mi? Ebû Süfyân: Hâyır söyleyen olmadı. Herakl: Onun atalarından hiç hükümdâr var mı? Ebû Süfyân: Hâyır yok. Herakl: Ona tâbi’ olanlar halkın eşrâfı mı, yoksa fakîr ve za’îfler mi? Ebû Süfyân: Za’îf ve fakîrler. Herakl: Gün geçdikçe Ona uyanlar artıyor mu, azalıyor mu? Ebû Süfyân: Artıyor. Herakl: Onun dîninden dönen oldu mu? Ebû Süfyân: Hâyır olmadı. Herakl: O Peygamber olduğunu bildirmeden önce hiç yalan söyledi mi? Ebû Süfyân: Hâyır hiç yalan söylemedi. Herakl: Hiç özrü, kabâhati var mıdır? Ebû Süfyân: Hâyır yokdur. Ama şu ânda Ondan uzağız, hâlinden haberimiz yok, dedi.
Sonra Ebû Süfyân şöyle demişdir. Herakl bana öyle peşpeşe sorular soruyordu ki, bu söylediklerimden fazla bir şey söyleyemiyordum. Sonra aralarındaki konuşma şöyle devâm etdi. Herakl: Onunla hiç savaş yapdınız mı? Ebû Süfyân: Evet yapdık. Herakl: Bu savaşlar nasıl oldu? Ebû Süfyân: Ba’zen O gâlib geldi, ba’zen de biz gâlib geldik. Herakl: O size neyi emr ediyor? Ebû Süfyân: Allah birdir, Ona ibâdet ediniz. Ona ortak koşmayınız, diyor. Nemâz kılmayı, sadaka vermeği, nâmûslu olmayı ve akrabâyı ziyâret etmeyi emr ediyor, dedi.
Bu konuşmalardan sonra Herakl tercümânı aracılığı ile dedi ki, Onun nesebini sordum, şerîf dedi. Peygamberler böyle olur. Aralarında hiç böyle bir da’vâda bulunan var mı
diye sordum. Olmadığını söyledi. Eğer Ondan önce birisi böyle bir da’vâda bulunmuş olsaydı onu ta’kîb ediyor olurdu. Atalarından hiç melik olmadığını söyledi. Şâyet olsaydı o sebeble bu da’vâda bulunuyor olurdu. Hiç yalan söylemediğini de bildirdi. Anladım ki halkı arasında doğruluğu ile tanınan kimse, Allah adına hiç yalan söyler mi! Ona za’îf kimselerin tâbi’ olduğunu söyledi. Peygamberlere dâimâ kavmin za’îf kimseleri tâbi’ olurlar. Ona tâbi’ olanlar günden güne artıyor dedi. Âdet-i ilâhî böyledir. Din temâm oluncaya kadar günden güne çoğalmak ehl-i hakkın alâmetidir. Kimsenin o dinden dönmediğini söyledi. Bu hâl safây-ı kalbe ve yakîn nûruna alâmetdir. Dedi ki, özrü yok, suç işlemez, Allahü teâlânın bir olduğuna îmân etmeği emr eder. Şirkden sakındırır. Nemâz kılmayı, sadaka vermeği, nâmûslu olmayı ve akrabâyı ziyâret etmeyi emr ediyor, dedi. Bütün Peygamberler böyle emr etmişlerdir. Herakl bunları söyledikden sonra, Ebû Süfyâna; eğer söylediklerin doğru ise, benim şu ânda üzerinde bulunduğum topraklar yakın zemânda o zâtın eline geçecekdir. Ben böyle bir Peygamberin gönderileceğini kesin olarak biliyordum. Fekat sizden, arablardan olacağını hiç zan etmezdim. Eğer Ona kavuşmamın nasîb olacağını bilsem, Ona kavuşmayı, ganîmet sayardım. Onun ayaklarının tozunu gözlerime sürme yapardım, dedi. Sonra Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Dıhye-i Kelbî “radıyallahü anh” ile gönderdiği mektûbun açılmasını emr etdi. Mektûbu açıp okudular. Herakl yazılanları dinleyip anlayınca, düşündüğü ve söylediği gibi çıkdı. Ebû Süfyân şöyle demişdir: Mektûb okununca konuşmalar çoğaldı. Biz Heraklin huzûrundan dışarı çıkdık. Ben yanımdaki arkadaşlarıma Muhammedin işi yükseldi, temâm oldu. Çünki, Benî Asfar meliki Onun korkusundan titredi, dedim. İyice anladım ki, Onun işi tam kemâle erecekdir. Bu yakîn benim kalbimde gün geçdikce artdı ve sonunda Allahü teâlâ beni islâm nûruyla nûrlandırdı. Müslimân olmakla şereflendim.
● Herakl bir gün Beyt-ül mukaddesde korku ile uykusun-
dan uyanmış, kederli ve mahzûn bir hâlde oturuyordu. Patrikler, ey Melik, niçin üzgün ve sıkıntılısınız, dediler. Herakl, rü’yâmda sünnetli kimselerin topraklarıma girdiklerini gördüm, dedi. Bir rivâyete göre de, Herakl, ilm-i nücûmu iyi bildiğinden dedi ki, sünnetli kimseler benim memleketime girerler. Patrikler Herakle, biz yehûdîlerden başka sünnetli bir tâife bilmeyiz. Onların hepsi sana itâ’at ederler. Onların hepsini öldür. Böylece korkudan emîn olursun, dediler. Onlar bu endîşede iken, Heraklin Basra vâlîsinden bir adam geldi. Yanında da arablardan bir kişi vardı. Heraklin huzûruna gelen elçi, yanındaki kimseyi göstererek, bu kişi arablar arasında bir kimse çıkdığını, Peygamber olduğunu söylediğini ve pekçok kimsenin Ona tâbi’ olduğunu söylüyor. Birçok kimsenin de Ona muhâlefet etdiğini, aralarında savaşlar yapıldığını bildiriyor, dedi. Herakl bunları haber veren kimseyi içeride bir yere alıp, sünnetli midir, bakmalarını emr etdi. Sünnetli olduğunu gördüler. Sonra ona arabların hâlleri soruldu. Hepsinin sünnetli olduğunu söyledi. Herakl vallahi benim rü’yâmda zuhûr edeceğini gördüğüm tâife bunlardır, dedi. Yehûdî kavmi değildir, dedi. Bundan sonra Herakl rûm diyârında bulunan ve ilm-i nücûmda mâhir olan bir arkadaşına mektûb yazıp, ahkâm-ı nücûmdan sordu. Kendisi de Humus tarafına gitdi. Bir müddet sonra arkadaşının cevâbı olan mektûbu getirdiler. Şöyle yazmışdı: Bundan sonra arablardan bir Peygamberin hâkimiyeti meydâna çıkacakdır.
● Herakl Humusdaki arkadaşından, arablardan bir Peygamberin çıkacağını ve hâkimiyyet sağlayacağını bildiren bir mektûb alınca, Rûm diyârının bütün ileri gelenlerini büyük bir ibâdethânelerinde topladı. Hepsi gelip içeri girince, kapıları kilitletdi. Sonra onlara, ey rûmun ileri gelenleri, doğruluk, iyilik ve selâmet istiyor musunuz. Devletimizin ve saltanatımızın devâmını arzû ediyor musunuz, diye sordu. Ey Melik! Niçin istemeyelim, elbette isteriz, dediler. Bunun üzerine Herakl şöyle dedi. Gelin arablar arasından çıkan Peygambere tâbi’ olalım ve Onun emrlerine uyalım! Rûmla-
rın ileri gelenleri, Heraklin bu sözlerini duydukları ânda, vahşî merkebler gibi ürkdüler! Kapılardan tarafa koşuşarak, çıkıp gitmek istediler. Bakdılar ki, kapılar kilitlenmiş. Kızgın ve üzgün bir hâlde dikilip kaldılar. Herakl bunların hâlini görünce, geri çağırdı. Bu sözleri söylemekden maksadım sizleri denemekdi. Dîninize ne derece bağlı olduğunuzu anlamakdı, dedi. Hepsi sevinip, teşekkür ederek secdeye kapandılar.
Bir rivâyetde Ebû Süfyân ile Herakl arasında şöyle bir konuşma geçdiği bildirilmekdedir. Ebû Süfyân Herakle, ey Melik! Eğer müsâade edersen, bizim aramızdan çıkıp peygamber olan o kimsenin kendi sözlerinden birini söyleyeyim. Böylece Onun yalanı ortaya çıksın, dedi. Herakl söyle bakalım nedir, dedi. Ebû Süfyân; O kimse ben bir gece içinde Beyt-ül Mukaddese gitdim ve sabâh olmadan Mekkeye geri döndüm, diyor, dedi. Ebû Süfyân şöyle de anlatır: Ben bu sözleri söylediğim sırada Beyt-ül Mukaddesin patriği de yanımızda idi. O patrik bunları duyunca dedi ki: Ben o geceyi hâtırlıyorum. O gece alâmetler gördüm. Bunları melike bildirmişdim. Her gece âdetim üzere Beyt-ül Mukaddesin bütün kapılarını kapatır, sonra yatardım. O gece çok uğraşdığım hâlde, bir kapıyı kapatamadım. Beyt-ül Mukaddesde bulunanlar toplanıp o kapıyı kapatmak için çok uğraşdılar. Fekat onlar da kapatamadılar. Sabâhleyin o kapının yanında bir hayvanın bağlanmış olduğuna dâir işâretler ve izler gördüm.
● Herakl, kavminin îmân etmemesi sebebiyle üzülüyordu. Kendisine elçi olarak gelen Dıhye-i Kelbîye “radıyallahü anh”, vallahi biliyorum ki, bahsetdiğiniz zât Peygamberdir. Eğer rûmların beni öldüreceklerinden korkmasaydım, elbette Onun dînine girer, emrlerine itâ’at ederdim. Bunu kendim için dünyâda ve âhıretde se’âdet vesîlesi bilirdim! Fekat sen falan üsküfe git, o rûm diyârında benden dahâ i’tibârlıdır. O ilâhî kitâbların hükmlerini benden dahâ iyi bilir. Bakalım ne diyecek, dedi. Dıhye-i Kelbî “radıyallahü anh” şöyle anlatmışdır: Heraklin söylediği üsküfün yanına gitdim. Durumu
ona anlatdım. Vallahi bahsetdiğin zât Peygamberdir. Biz Onun vasflarını kitâblarda gördük, dedi. Sonra evine girip üzerindeki siyâh elbiseyi çıkarıp, beyâz bir elbise giyerek dışarı çıkdı. Eline asâ aldı ve rûm halkının arasına gitdi. Halk kilisede toplanmışdı. Onlara, ey rûm halkı! Bana gerçekden Peygamber olan Ahmedden bir elçi geldi. Beni Allahü teâlâya kulluk yapmaya da’vet ediyor. Ben de diyorum ki: Gökleri ve yeri yaratan yüce Allahdan başka ilâh yokdur. Bana elçisi gelen zât da Allahın Resûlüdür. Rûm halkı bu sözleri işitince, üsküfün üzerine hücûm etdiler. Şehîd edinceye kadar dövdüler. Dıhye-i Kelbî “radıyallahü anh” tekrâr Heraklin yanına gidip, bu hâdiseyi anlatdı. Herakl, ben sana bu halk beni öldürürler, onların kastından emîn değilim, demedim mi. O öldürdükleri üsküfe halk benden dahâ çok i’tibâr eder ve emrlerine uyarlardı. Durumu gördün, ona ne yapdılar, dedi.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Şüca’ bin Vehebi “radıyallahü anh” Melik Hâris bin Ebî Şemr Gassâniye elçi olarak gönderdi. O melik Şâmda Gavta denilen yerde idi. Şüca’ bin Veheb önce melikin vezîri ile görüşdü. Vezîr ondan Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” ba’zı hâllerini sordu ve îmân etdi. Söylediğin şeyleri aynen Îsâ aleyhisselâm da bildirdi. O Peygamberin geleceğini haber vererek müjdeledi, dedi. Vezîr, Şüca’ bin Vehebe “radıyallahü anh” hürmet ve ikrâmda bulundu. Sonra onun elçi olarak geldiğini melik Hârise bildirdi. Hâris bin Ebî Şemr başına bir tâc giyip huzûruna çağırdı. Şüca’ bin Veheb Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” islâma da’vet mektûbunu verdi. Hâris bin Ebî Şemr mektûbu okudukdan sonra yere atdı. Mülkümü elimden alabilirmiş. Hemen atları nallayıp hâzırlayın. Yemende bile olsa Onun üzerine bir ordu göndereyim, dedi. Bunun üzerine müslimân olan Vezîr, Şüca’ bin Vehebe “radıyallahü anh” dedi ki: Bu olanları gidip, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” anlat. Müslimân olduğumu söyle ve selâmımı ilet. Sonra onu uğurladı. Gelip durumu Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” haber verdi. Resûlullah o helâk olur,
buyurdu. O sene Hâris öldü ve memleketi başkasının eline geçdi.
● Ferve bin Amr el-Huddâmî, Ummânda Kayserin nâibi [vâlîsi] idi. Muhammed aleyhisselâmın peygamberliğini işitince îmân etdi. Müslimân olduğunu bildirmek için Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” bir mektûb yazdı ve hediyyeler gönderdi. Mektûbunda: (Muhammed aleyhisselâma arz ederim ki, ben müslimân oldum. İnanıyorum ki sen Îsâ aleyhisselâmın geleceğini müjdelediği Peygambersin. Vesselâmü aleyküm.) diye yazdı. Onun müslimân olduğunu Kayser haber alınca, vâlîlik vazîfesinden atdı ve habs etdirdi. Ferve, Kaysere şöyle dedi: Vallahi ben Muhammedin “aleyhisselâm” dîninden aslâ dönecek değilim. Sen de biliyorsun ki, o Allahü teâlânın Resûlüdür. O Îsâ aleyhisselâmın geleceğini müjdelediği Peygamberdir. Senin Ona îmân etmemen dünyâya çok düşkün olduğundandır. Kayser İncîl hakkı için doğru söylüyorsun, dedi. Ferve bin Amr islâmdan dönmedi ve habsde vefât etdi.
● Hâtıb bin Ebî Beltea “radıyallahü anh” elçi olarak Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mektûbunu İskenderiyye meliki Mukavkasa götürdü. Melik onu iyi karşılayıp, ikrâmda bulundu. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mektûbuna cevâb olarak şöyle yazdı. Ben biliyorum ki gönderilmedik bir Peygamber kaldı. O Hâtem-ül enbiyâdır. Fekat zan ediyorum ki, o Peygamber Şâmdan çıkacakdır, dedi. Mektûbla berâber iki câriye vererek, elçiyi geri gönderdi. O câriyelerden biri hazret-i Mâriye idi. İbrâhîmin “radıyallahü anh” annesidir. Mukavkas bir de beyâz katır hediyye etdi. Bu katır Düldül adıyla meşhûrdur. Ayrıca başka hediyyeler de gönderdi. Elçi Hâtıb bin Ebî Belteaya senin sıfatlarını söylediğin Peygamber, Îsâ aleyhisselâmın geleceğini haber vererek müjdelediği Peygamberin sıfatlarıdır, dedi. Hâtıb bin Ebî Beltea dönüp, Mukavkasın söylediklerini Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” anlatdı. Resûlullah, o habîs mülkünü kıskandı. Fekat mülkü ona kalmayacak, buyurdu. Mukavkas, hazret-i Ömerin halîfeliği sırasında Mısrda öldü.
● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Selît bin Amr ibni Âs ile Yemâmede bulunan, Hevze bin Alî el-Hanefîye islâma da’vet mektûbu gönderdi. Hevze bin Alî şöyle cevâb yazdı: Ben kavmimin şâiri ve hatîbiyim. Arablar benden çekinirler. Senin halkı da’vet etdiğin şey gâyet güzeldir. Fekat bana bir iş, bir yerin idâresini verirsen, sana tâbi’ olurum! Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Eğer benden yere düşmüş olan bir hurmayı dahî istese vermem, buyurdu. Hevze bin Alînin elinde olan mülkü de elinden gitdi. Mekke feth edildiği zemân, Cebrâîl aleyhisselâm Hevzenin ölüm haberini getirdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bundan sonra Yemâmede bir yalancı çıkacak. Benim vefâtımdan sonra onu öldürürler, buyurdu. Buyurduğu gibi oldu. [Müseylemetül kezzâb, Yemâmede peygamber olduğunu iddia etdi. Ebû Bekr-i Sıddîkın hilâfetinin ikinci senesinde Hâlid bin Velîdin askeri ile Yemâmede büyük muhârebe yapdı. Vahşi “radıyallahü anh”, Müseyleme-tül kezzâbı öldürdü.]
● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Abdüllah bin Huzâfeyi, Kisrâya elçi olarak gönderdi. Kisrâya bir islâma da’vet mektûbu yazdı. Kisrâ o se’âdetli mektûbu, yırtıp parça parça etdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bunu haber alınca, Allahü teâlâ da onun mülkünü parça parça etsin, buyurdu. Kısa zemân sonra Kisrâyı oğlu Şîreviyye öldürdü.
● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mektûbundan Kisrâyı bir heybet kapladı. Mektûbu götüren Abdüllah bin Huzâfe “radıyallahü anh” yanından çıkınca, Kisrâ adamlarını çağırıp, bundan sonra benim yanıma arablardan hiç kimsenin girmesine izn vermeyiniz, diye tenbîh etdi. Sonra husûsî odasına çekildi. Oraya hiç kimse giremezdi. Bir de bakdı ki odasında bir arab duruyor! Elinde bir sopa tutuyordu. Ey Kisrâ! Allahü teâlâ halkı hak dîne da’vet eden bir Peygamber gönderdi, îmân et, dedi. Kisrâ hele bu gün git de sonra, dedi. Kisrâ hemen adamlarını çağırıp, bir takım behânelerle kimini asdırdı, kiminin ayağını kesdirdi. Ben size sıkı sıkı tenbîh etdiğim hâlde, niçin benim odama bir arabın girmesine izn verdiniz, dedi. Adamları yemîn
ederek biz kapıyı kilitledik ve içeriye aslâ kimseyi salmadık dediler. Sonra o şahs bir def’a dahâ Kisrânın karşısına çıkdı. Yaklaşıp, elindeki sopa ile Kisrânın başına bir def’a vurdu. Ey Kisrâ, bu sopa başında parçalanmadan çabuk îmân et, dedi. Îmân etmedi ve üçüncü def’a karşısına çıkınca sopa başında parçalandı. O gece Kisrâ oğlu Şîreviyye tarafından öldürüldü.
● Kisrâ, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” da’vet mektûbunu yırtdıkdan sonra, Yemendeki nâibi [vâlîsi] Bâzana bir mektûb yazıp, o tarafda bir şahsın peygamberlik da’vâsında bulunduğunu haber aldık. Derhâl iki âlim gönderip, onun hâlini araşdırsınlar. Mümkinse yakalatdırıp bana ulaşdır diye emr verdi. Bâzan iki kişi gönderdi. Medîneye varıp, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûruna çıkdılar. Melik Kisrâ, Bâzana mektûb yazmış, seni huzûruna çağırıyor, dediler. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” tebessüm etdi ve oturun, dedi. İkisi de diz çöküp oturdular. Resûlullah onları müslimân olmağa da’vet etdi. O iki kişi, yâ Muhammed, melik Kisrânın emrine uy. Eğer kendi isteğinle gidersen, Bâzan senin için melike bir mektûb yazar da, sana fâideli olur. Eğer gitmezsen Kisrânın nasıl bir kimse olduğunu biliyorsun. Seni ve kavmini helâk ve mülkünü harâb eder, dediler. O iki kişi her ne kadar bunları söyledilerse de, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûrunda bulunmanın heybetinden vücûdlarını bir titreme almışdı. Dışarı çıkınca birbirlerine, eğer huzûrunda bizi biraz dahâ alıkoysaydı, az kaldı helâk olacakdık, dediler. Sonra o iki kişi Bâzanın mektûbuna cevâb istediler. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” onlara bugün gidin, yârın gelin, dedi. Ertesi gün huzûruna geldiler. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” onlara şöyle dedi. Gidin sâhibinize söyleyin. Rabbim bana bildirdi ki, sizin melikiniz Kisrâyı dün gece oğlu öldürdü! Eğer, Bâzan îmân edip, islâmı kabûl ederse, hâlen elinde bulunan mülkü yine ona bırakayım. Yakında benim dînim her tarafda duyulur ve yayılır. Müslimânlar Kisrânın memleketine hâkim olurlar! Resûlullahın bu sözle-
rini Bâzana iletdiler. Bâzan eğer sözü doğru çıkarsa muhakkak o Allahın resûlüdür. Hiç bir melik Ona îmân etmeden, ben îmân ederim, dedi. O sırada bir elçi gelip, Kisrânın öldürüldüğünü söyledi. Bâzan bütün âilesini ve akrabâsını ve kavminden îmân edecekleri toplayıp, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûruna geldiler ve huzûrunda îmân etmekle şereflendiler ve islâm ni’metine kavuşdular.
● Hicretin yedinci senesinde, Hayber gazâsı yapıldı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bayrağı önce Emîr-ül mü’minîn hazret-i Ömere “radıyallahü anh” verdi. Bayrağı çekip islâm ordusuyla kal’aya hücûm etdi. Çok savaşdılar. Fekat kal’ayı düşüremeyip, geri döndüler. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek başı ağrıyordu. Dışarı çıkmadı. Fekat harb ediniz buyurdu. Emîr-ül mü’minîn hazret-i Ebû Bekr “radıyallah anh” bayrağı alıp, savaşa gitdi. Çok şiddetli savaşdıkları hâlde, kal’a yine feth edilemedi. Geri döndüler. Hazret-i Ömer “radıyallahü anh” bir def’a dahâ bayrağı alıp gitdi. Çok savaşdılar, fekat kal’a feth edilemedi. Geri döndüler. Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” bu haber ulaşınca, “Yârın bayrağı öyle birisine vereceğim ki, onu Allahü teâlâ ve Resûlü seviyor. O da Allahü teâlâyı ve Resûlünü seviyor. Kal’ayı feth etmeyince dönmez”, buyurdu. Bunu nakl eden râvi şöyle demişdir: Emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “radıyallahü anh” o gün orada yokdu. Gözü ağrıyordu. Hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer ve Eshâb-ı kirâmdan diğerleri, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” işâret buyurduğu kişi kimdir, diye merâk ediyorlar ve bekliyorlardı. Sa’d “radıyallahü anh” o kişi ben olayım diye ümmîd ederek, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” gözü önünde diz üstü çökdüm ve geri kalkdım, demişdir. Hazret-i Ömer de “radıyallahü anh” o gün Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” “Allahü teâlâ ve Resûlü onu sever. O da Allahü teâlâyı ve Resûlünü sever, kal’ayı feth etmeden geri dönmez” buyurduğunu işitinceye kadar, emîr olmayı hiç istemezdim, buyurmuşdur. Sonra Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hazret-i Alî-
nin “radıyallahü anh” huzûruna getirilmesini emr buyurdu. Getirdiklerinde mubârek ağzının suyundan hazret-i Alînin gözüne sürdü. Gözü derhâl iyileşdi. Ondan sonra, ömründe hiç göz ağrısı çekmedi. Bundan sonra Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bayrağı hazret-i Alîye verdi. Zırhını ona giydirdi ve Zülfikârı eline verdi. Allahım bunu soğukdan ve sıcakdan koru, diye düâ etdi. Hazret-i Alî “radıyallahü anh”: (Bu düâdan sonra bana soğuk ve sıcak te’sîr etmedi) demişdir. Yazın yünlü kaftân giyerdi, hiç râhatsız olmazdı. Kışın da bir gömlek giyer, aslâ üşümezdi. Hazret-i Alî “radıyallahü anh ve kerremallahü vecheh” sür’atle Hayber kal’asına doğru harekete geçip, hücûm etdi. Dahâ askerin bir kısmı kal’aya ulaşmadan kal’a feth edildi. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” kölesi Ebû Râfi’ “radıyallahü anh” şöyle anlatmışdır: Hazret-i Alî “radıyallahü anh” kal’aya hücûm edince, bir yehûdî kılıç vurarak kalkanını elinden düşürdü. Bunun üzerine hazret-i Alî “radıyallahü anh” hemen kal’anın demir kapısını koparıp, kendine kalkan yapdı. Kal’a feth olununcaya kadar kapıyı elinde tutdu. Kal’a düşünce de kapıyı sırtına koyarak köprü gibi tutdu. Eshâb-ı kirâm o kapı üzerinden kal’aya girdiler. Sonra kapıyı bırakdı. Ebû Râfi’ sonra şöyle demişdir. Yedi kişi o kapıyı bir tarafdan bir tarafa çeviremedik. Hazret-i Alî “radıyallahü anh”, Hayber kal’asının kapısını cismânî kuvvetle değil, rûhânî bir kuvvetle kaldırdım, buyurmuşdur.
● Hayber gazâsında, yehûdî kadınlarından biri, Peygamber efendimize “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve Eshâb-ı kirâma yidirmek için, bir koyun keserek kebâb yapdı. Koyunun etine zehr katdı. Bilhâssa kol ve but kısmlarına dahâ çok zehr katdı. Çünki, Peygamber efendimizin etin bu kısmlarını sevdiğini biliyordu. Et ikrâm edilince, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek ağzına bir lokma alır almaz but dile gelip, yâ Resûlallah, bana zehr katdılar diye, seslendi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek ağızlarına alıp çiğnediği lokmayı çıkarıp atdı. Eshâb-ı kirâmdan Beşir
bin Berâ “radıyallahü anh” o etden bir parça yimişdi. O zehrlenerek şehîd oldu.
● Hayber gazâsında bir kal’a kuşatılmışdı. O sırada siyâh tenli bir çoban, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûruna geldi. Yanında bir koyun sürüsü vardı. Yâ Resûlallah “sallallahü aleyhi ve sellem”! Bana islâmı anlat diyerek, îmân edip müslimân olacağını bildirdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ona islâmiyyeti anlatdı. Çoban; yâ Resûlallah! Ben bu koyunların sâhiblerinin ücretli çobanıyım. Koyunlar bana emânetdir. Bunları ne yapayım dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” koyunların yüzlerine vur, onlar sâhiblerine gider, buyurdu. Çoban bir avuç çakıl alıp koyunların yüzlerine doğru atdı. Haydi sâhiblerinize gidiniz. Artık ben size çoban olmam, dedi. Koyunlar bir yere toplandılar. Sonra sanki onları birisi sürüp götürüyormuş gibi, kendi başlarına kal’aya gitdiler. O çoban müslimân oldukdan sonra, o kal’anın fethi için o kadar savaşdı ki sonunda şehîd oldu. Eshâb-ı kirâm onun cenâzesini bir yünlü dokumaya sardılar. Sonra getirip Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” arkasında bir yere koydular. Resûlullah ondan tarafa dönerek iltifât etdi. Sonra da mubârek yüzünü geri çevirdi. Yâ Resûlallah! Mubârek yüzünüzü niçin geri çevirdiniz diye sordular. Şu ânda onun yanında hûrîlerden iki hâtun vardır buyurdu.
● Esmâ binti Umeys şöyle anlatmışdır: Hayber gazâsı sırasında Hayberde idim. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek başını hazret-i Alînin “radıyallahü anh” dizine koymuşdu ve vahy nâzil oldu. O sırada güneş ufukda idi. Hazret-i Alî “radıyallahü anh” ikindi nemâzını kılmamışdı. Vahy temâm olunca güneş batdı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Yâ Rabbî! Eğer Alî “radıyallahü anh” Senin ve Resûlünün tarafında ise güneşi geri döndür, diye düâ etdi. Esmâ binti Umeys der ki, gördüm ki güneş batmış olduğu hâlde geri çıkdı ve yeryüzünü aydınlatdı. Tahavî bu hadîs sahîhdir ve râvileri sikadır (i’timâd edilir) demişdir. Ahmed bin Sâlihin ehl-i ilm bu hadîs-i şerîfi muhâfaza etmelidir. Çünki,
Peygamberlik alâmetlerindendir dediğini bildirmişdir.
● Hicretin yedinci senesinde Mahlem bin Cesâme, Âmir Eşcaîyi îmân etdikden sonra öldürdü. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Mahlem bin Cesâmeyi itâb ederek, müslimân bir kimseyi niçin öldürdün, dedi. Mahlem bin Cesâme; yâ Resûlallah! Ölümden korkduğu için kelime-i şehâdeti söyledi, dedi. Resûlullah: Sen onun kalbini yardın mı ki, onun kalbinden ne geçmişdir bilesin. Dil kalbin tercümânıdır, buyurdu ve Ona beddüâ etdi. Bir hafta sonra Mahlem bin Cesâme vefât etdi. Defn etdiler. Yer cesedini kabûl etmeyip, dışarı atdı. Beş def’a defn etdiler, yer kabûl etmedi. Sonunda tenhâ bir yere bırakdılar. Bu durum Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” haber verilince: Yer ondan dahâ beterlerini kabûl eder. Bu hâl size Kelime-i şehâdetin şerefini bildirmek için vukû’ buldu, buyurdu.
● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hutbe okurken, mescidde bulunan hurma ağacından bir direğe dayanırdı. [Bu direğin adı Hannâne idi.] Hicretin sekizinci, bir rivâyetde de yedinci senesinde, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” için bir minber yapdılar. Cum’a günü o minbere çıkarak hutbe okudu. O sırada dahâ önce dayanarak hutbe okuduğu hurma direği insan gibi inledi. Eshâb-ı kirâm “rıdvânullahı aleyhim ecma’în” bu sesi işitdiler. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bu hurma direği, üzerine dayanarak hutbe okumadığım için inliyor buyurdu. Sonra minberden inip, mubârek eliyle o hurma direğini sıvâzladı, inlemesi kesildi. Tekrâr minbere çıkdı. Mescidin önceki hâli değişdirildiği sırada o hurma direğini Übeyy bin Ka’b evine götürdü. Onun evinde kurdlar yiyip, dökülünceye kadar durdu.
● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hicretin sekizinci senesinde, üç bin kişilik bir orduyu Şâmın bir beldesi olan Mûteye gazâya gönderdi. Zeyd bin Hâriseyi “radıyallahü teâlâ anh” emîr ta’yîn etdi. Buyurdu ki, eğer Zeyd şehîd olursa, Ca’fer bin Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anh” emîr olsun. Eğer Ca’fer şehîd olursa, Abdüllah bin Revâha “radı-
yallahü anh” emîr olsun. Eğer Abdüllah da şehîd olursa, müslimânlar kendi aralarında kimi seçerlerse, o emîr olsun. İslâm ordusu Mûtede kâfirler ile savaşa başladığı sırada, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Medînede minbere çıkdı ve bayrağı Zeyd aldı, şehîd oldu. Ondan sonra bayrağı Ca’fer aldı, şehîd oldu. Bayrağı Abdüllah aldı, o da şehîd oldu. Ondan sonra bayrağı Hâlid bin Velîd aldı. Onun elinde fetih oldu, buyurdu. Hâlid bin Velîd için, “Allahım. O Senin kılıclarından bir kılıcdır, Sen ona yardım eyle!” diye düâ etdi. O günden sonra Hâlid bin Velîde “radıyallahü anh”, Seyfullah denildi. Ya’lâ bin Münebbih “radıyallahü anh”, Mûte harbinden haber vermek üzere, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûruna geldi. Resûlullah ona sen mi anlatırsın, ben mi anlatayım, buyurdu. Yâ Resûlallah! Siz anlatınız, dedi. Bunun üzerine Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Mûte gazâsında meydâna gelen hâdiseleri bir bir anlatdı. Ya’lâ bin Münebbih, seni âlemlere Peygamber olarak gönderen Allahü teâlâ hakkı için, aynen anlatdığınız gibi oldu, dedi. Sonra Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: “Allahü teâlâ yeryüzünü benim için aradan kaldırdı, harb meydânını gördüm.”
● Benî Bekr kabîlesi, Kureyşlilerden yardım alarak, Huzâa kabîlesi üzerine gece baskını yapdılar. Huzâa kabîlesinin çoğunu öldürdüler. Huzâa kabîlesi Hudeybiyede Resûlullah ile dahâ önce anlaşma yaparak emânına girmişdi. Baskının yapıldığı sabâh, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hazret-i Âişe-i Sıddîkaya “radıyallahü anhâ”, Huzâada bir hâdise oldu, buyurdu. Hazret-i Âişe, Kureyş kılıc altında öldürülmüşdür, niçin ahdlerini bozdular, dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Onlar ahdlerini Allahü teâlânın dilemesiyle bozdular, buyurdu. Hazret-i Âişe; bu iş müslimânlar için hayrlı mıdır diye sordu. Hayrlı olacak buyurdu. (Bu sebeble Kureyş üzerine gidilip, Mekke fethedildi.)
● Hicretin sekizinci senesinde Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Mekkeyi fethe çıkacakdı. Yâ Rabbî! Biz Mekkeye ulaşıncaya kadar Kureyşi gâfil eyle, diye düâ etdi.
Muhâcirînin büyüklerinden ve Bedr ehlinden olan Hâtıb bin Ebî Beltea “radıyallahü anh” âilesinin Mekkede olması ve Kureyşlilerin onları gözetmelerini sağlamak maksadıyla, Kureyşlilere Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” falan gün sizin üzerinize, Mekkeye hareket edecek diye bir mektûb yazdı. Mektûbu Ebû Lehebin azâdlı câriyesi Sâriye ile gizlice gönderdi. Cebrâîl aleyhisselâm bu durumu Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” haber verdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hazret-i Alîyi, hazret-i Zübeyri, hazret-i Mikdâdı, hazret-i Ammârı, hazret-i Talhayı ve hazret-i Ebâ Mersedi “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” gönderdi. Hâh bağçesine kadar gidiniz. Orada bir za’îf kadın vardır. O kadında bir mektûb var. O mektûbu Hâtıb Mekkelilere gönderdi. O mektûbu alıp getirin. O kadını da salıverin. Eğer direnirse ve mektûbu vermezse, boynunu vurun, buyurdu. Gidip kadının peşinden yetişdiler. Hazret-i Alî “radıyallahü anh” kılıcını çekince, kadın mektûbu saçlarının arasından çıkarıp verdi. Mektûbu Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” getirdiler. Resûlullah, Hâtıb bin Ebî Belteayı huzûruna çağırdı. Niçin böyle yapdın, diye sordu. Yâ Resûlallah! Sana îmân etdiğim günden beri, küfre dönmedim. Nasîhatını dinlediğimden beri hiç ihânetde bulunmadım. Fekat, âilem Kureyşlilerin arasındadır. İstedim ki Kureyşliler âilemi gözetsinler. Yoksa kesin biliyorum ki, benim mektûbumdan onlara fâ’ide gelmez, dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” onu tasdîk etdi. O sırada meâl-i şerîfi, (Ey îmân edenler! Düşmânlarımı ve düşmânlarınızı dost edinmeyin. Siz onlara sevgi gösteriyorsunuz. Hâlbuki onlar Kur’ândan size geleni inkâr etdiler. Rabbiniz olan Allaha inandığınızdan dolayı, Peygamberi ve sizi yurdunuzdan [Mekkeden] çıkarıyorlardı. Eğer sizler benim yolumda ve rızâmı kazanmak için cihâda çıkmışsanız, onlara nasıl sevgi gösterirsiniz. Oysa ben sizin gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da bilirim. Sizden kim bunu yaparsa artık doğru yoldan sapmış olur) olan, Mümtehîne sûresi 1.ci âyet-i kerîmesi nâzil oldu.
● Mekke feth edilince, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Kâ’beyi tavâf etdi. Kâ’benin çevresinde üçyüzaltmış put vardı. Putlar ayaklarından bakır ve kurşunla yere perçinlenmişdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek elindeki bir çubuk ile bir puta işâret ederek, meâl-i şerîfi, (De ki, Hak geldi, bâtıl yıkılıp gitdi. Zâten bâtıl dâimâ yıkılmaya mahkûmdur) olan İsrâ sûresinin 81.ci âyeti kerîmesini okudu. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” elindeki çubuk puta henüz dokunmadan, putlar yüzüstü devrildiler. Mekkede evlerde bulunan putlar da o ânda yüzüstü devrildiler.
● Mekke feth edilince, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hazret-i Alî “radıyallahü anh” ile Kâ’benin içine girdiler. Ba’zı putlar yüksek yerlere konmuşdu. Onları devirmek için el ulaşmıyordu. Hazret-i Alî “radıyallahü anh” yâ Resûlallah! Ayağınızı benim sırtıma basarak bu putları indiriniz, dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, yâ Alî! Sen peygamberlik sıkletini çekemezsin. Sen benim sırtıma bas da o putları indir, buyurdu. Hazret-i Alî emre uyarak, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek sırtına basıp, putlara uzanarak, onları birer birer aşağıya indirdi. O hâlde iken Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: Yâ Alî! Kendini nasıl buluyorsun. Alî “radıyallahü anh”, yâ Resûlallah! Bütün perdeler kalkdı. Başım Arşın tavânına yaklaşdı. Elimi uzatsam Arşın tavanına değeceğim, dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”: Senin hâlin Allahü teâlânın işini yapdığın için iyidir. Benim hâlim de, Allahü teâlânın sevdiği birini taşıdığım için iyidir, buyurdu.
● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Mekkenin feth edildiği gün öğle nemâzı vaktinde, Bilâl-i Habeşîye “radıyallahü anh” yüksek bir yere çıkıp, öğle ezânını okumasını emr buyurdu. Kureyşliler dağlara kaçmışlardı. Ezân oralardan duyuluyordu. “Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah” dendiğini işitdiklerinde, Ebû Cehlin kızı Cüreyre, İlâhî senin zikrin yücedir. Biz nemâz kılmıyoruz, fekat bizim dostlarımızı katl eden kimseye (Muhammed aleyhisselâma) muhabbet
ederiz. Babam, Muhammede “sallallahü aleyhi ve sellem” geldiği gibi, nübüvvetden geleni kabûl etmedi. Kendi kavmine ve dostlarına muhâlefet etmeyi istemedi, dedi. Hâlid bin Üseyyid de çok şükr ki, babam bu sesi (ezânı) duymadan öldü, dedi. Babası Mekkenin fethinden bir gün önce ölmüşdü. Dağlara kaçışmış olan Kureyşliler, ezânı işitince, her biri birşey söyledi. Ebû Süfyân ise, ben birşey söylemeyeceğim. Eğer bir şey söylersem, bu taşlar Muhammede haber verirler, dedi. Sonra Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” gelip, yanlarına durdu. Her birinin ismini söyleyerek, ey falan, sen şöyle söyledin. Ey falan sen de böyle söyledin, diyerek söylediklerini bildirdi. Ebû Süfyân, Yâ Resûlallah! Ben birşey söylemedim deyince, Resûlullah tebessüm etdi.
● Şeybe bin Osmân şöyle anlatmışdır: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Mekkenin fethinden sonra, Huneyn gazâsına çıkdı. Huneyn Mekke ile Tâif arasında bir vâdîdir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Huneyn vâdîsinde konakladılar. Benim babam ve amcam Uhud savaşında islâm askerleri tarafından öldürülmüşdü. Kendi kendime dedim ki: Fırsat kollayayım ve Muhammedden intikâmımı alayım. Sağ tarafından yaklaşmak istedim, o tarafında Abbâs “radıyallahü anh” ayakda duruyordu. O bana fırsat vermez, dedim. Sol tarafına dolaşdım. Orada da bir kişi vardı. Sonunda, arkadan yaklaşdım. Hemen sıçrayıp bir kılıç darbesi vurmak istedim. O sırada âniden şimşek gibi bir ateş parladı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ile benim aramızda perde oldu. O ateş beni yakacakdı. Korkumdan elimle gözlerimi kapatıp, geriye kaçdım. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” dönüp bana bakdı. Ey Şeybe! Yanıma yaklaş, buyurdu. Huzûruna yaklaşınca, İlâhî, bundan şeytânı uzaklaşdır, buyurdu. O ânda gözüm Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek yüzüne düşdü. Bana cânımdan dahâ sevimli geldi. Sonra, ey Şeybe! Kâfirlerle harb et, buyurdu.
● Enes bin Mâlik “radıyallahü anh” şöyle anlatmışdır: Bir gün Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Kâ’beyi tavâf ederken, bir el ve bir alaca kaftân gördük. Ben, yâ Resûlal-
lah, o el ve alaca kaftân ne idi diye sordum. Siz onu gördünüz mü, dedi. Gördük yâ Resûlallah, dedim. O Îsâ bin Meryem idi. Gelip bana selâm verdi, buyurdu.
● Mâlik bin Avf Huneyn gazâsında kâfirlerin ordu kumandânı idi. İslâm ordusuyla savaşmak için yaklaşdığı sırada, islâm ordusunun içine câsûslar göndererek, haber getirmelerini istedi. Câsûsları gidip, perîşan bir hâlde geldiler. Mâlik bin Avf câsûslarına, neden böyle tuhâf bir hâldesiniz diye sordu. Dediler ki, islâm ordusunda gösterişli atlara binmiş, bembeyâz kimseler gördük. Eğer bizimle savaşırlarsa, vallahi biz onların karşısında savaşmaya tâkat getiremeyiz! Eğer bizi dinlersen, ordunu topla hemen geri dön. Bizi ve kendini helâk olmakdan kurtar!
● Huneyn gazâsında islâm ordusu önce mağlûb olacak gibi bir duruma düşdü. Sonra tekrâr toplandılar. Resûlullah“sallallahü aleyhi ve sellem”, Yâ Rabbî! Va’d etdiğin yardımı ve zaferi ihsân eyle, diye düâ etdi. Bundan sonra, Rabbânî yardım ve Sübhânî meded yetişdi. Beyâz melekler atlara binmiş oldukları hâlde muhârebeye katıldılar. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, şu ân gazâ tandırının ısındığı ândır, buyurdu. Sonra bir avuç toprak istedi ve o toprağı kâfirlerin yüzlerine serpdi ve yüzleri çirkin olsun, buyurdu. Kâfirlerden o toprakla gözü dolmadık hiç kimse kalmadı. Sonra hezîmete uğrayıp, dayanamadılar ve kaçıp gitdiler. Bu husûsda bir rivâyet de şöyledir: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, hazret-i Abbâsa “radıyallahü anh”: Ey Abbâs, bana bir avuç toprak ver, buyurdu. Resûlullah böyle söyleyince, üzerine binmiş olduğu deve karnı yere değinceye kadar çökdü. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek eliyle bir avuç toprak aldı ve müşriklerin yüzlerine serpdi. “Yüzleri çirkin olsun, yardımsız kalsınlar” buyurdu. Allahü teâlâ onları hezîmete düşürdü.
● Âmir bin Amr Medenî “radıyallahü teâlâ anh” şöyle anlatmışdır: Huneyn gazâsında Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” önünde ceng ediyordum. Âniden alnıma
bir ok isâbet etdi. Alnımdan çıkan kan yüzüme akdı. Sakalıma ve göğsüme kadar ulaşdı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek eliyle yüzümdeki ve gözlerimdeki kanı göğsüme doğru akıtdı. Âmir bin Amr bu hâtırasını ömrü boyunca anlatdı. Vefât etdiğinde cenâzesi yıkanırken göğsünde Resûlullahın mubârek elinin değdiği yere bakdılar. Orası atın alnındaki beyâzlık gibi parlıyordu.
● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hicretin dokuzuncu senesinde Benî Kilâb kabîlesine bir seriyye [askerî birlik] gönderdi. Bir de mektûb göndererek islâma da’vet etdi. Benî Kilâb kabîlesi müslimân olmayı kabûl etmediler. Kendilerine gönderilen deri üzerine yazılı mektûbu suya atıp, yazılarını imhâ etdiler. Deriyi de su kovası yapdılar. Bu haber, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hazretlerine bildirilince: “Allahü teâlâ akllarını gidersin” buyurdu. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” bu beddüâsından sonra, o kavmin temâmı aklını kaybetdiler. Karma karışık konuşmaya başladılar. Ba’zıları öyle oldu ki, ne söylediği aslâ anlaşılmazdı.
● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Tebük gazvesine giderken, Eshâb-ı kirâmla bir yerde konaklayıp, gecelediler. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” sabâha yakın bir vaktde uyudu. Güneş doğunca uyanıp, Ebû Katâdeden “radıyallahü anh” su istedi. Ebû Katâde şöyle anlatmışdır. Matarada suyum vardı. Resûlullahın mubârek eline dökdüm, abdest aldı. Suyun kalanını sakla lâzım olacak, buyurdu. Herkes önden gitmişdi. Susuz bir yerde konaklamışlardı. Her ne kadar hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer “radıyallahü anhümâ” bir su başında konaklayalım dedilerse de, dinlememişlerdi. Yanlarına ulaşınca bakdık ki, havanın harâreti onları çok etkilemiş. Susuzlukdan develerini kesip develerin mîdelerinde kalan suları içiyorlardı. Resûlullah bu hâllerini görünce, Ebû Bekr ve Ömeri dinleseydiniz, bu sıkıntıyı çekmezdiniz, buyurdu. Sonra matarada kalan suyu istedi ve herkesi çağırıp, suyu dökmeye başladı. Eshâbın hepsi susuzlukları gidinceye kadar su içdiler. Onbin ata ve onbeşbin deveye su verdiler.
● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Tebük gazâsına gitmişdi. Eshâb-ı kirâmdan Abdüllah bin Hayseme “radıyallahü anh” gitmemişdi. İki güzel hanımı vardı. Herbirinin gâyet güzel gölgeliği vardı. Gölgeliklere su serpip, güzel yaygılar ve minder döşemişlerdi. Nefîs yiyecekler hâzırlamışlardı. Abdüllah bin Hayseme bu durumu görünce, Sübhânallah, geçmiş ve gelecek hiçbir günâhı bulunmayan ve Allahü teâlânın lütfuna kavuşmuş olan bir Peygamber, bu sıcak havada silâhını alıp kâfirlerle cihâda gitsin de, Abdüllah bin Hayseme hoş gölgelikde hanımlarıyla otursun, sohbet etsin. Bu insâfa sığmaz! Vallahi Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûruna kavuşmadıkca ve hizmetiyle şereflenmedikce, bu kadınlardan hiç biriyle konuşmam, dedi. Sonra hemen devesine binip yola çıkdı. Hanımları ne kadar konuşmak istedilerse de, hiç cevâb vermedi. Tebüke yaklaşınca, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” uzakdan deveye binmiş, gelmekde olan birisi göründü diye haber verdiler. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ümmîd ederim ki o Abdüllah bin Haysemedir. Huzûruna gelip selâm verince, yâ Abdüllah bin Hayseme! Dünyanın fâni ni’metlerini bırakıp, Allahü teâlânın rızâsını taleb etmen senin için ne iyi, ne sevimlidir, buyurdu.
● Ebû Umeyye “radıyallahü anh” şöyle anlatmışdır: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Tebük seferinde vâdiyül-kurâya varmışdı. Orada bir kadın, güzel bir hurma bağçesi yapmışdı. Resûlullahın emriyle Eshâb-ı kirâm o bağçenin hurmalarını topladılar. On vesk hurma çıkdı. Sonra Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” kadına bağçendeki hurmaları topla ve ne kadar çıkdığını ölç, buyurdu. Kadın hurmaları topladıkdan sonra, ne kadar çıkdı diye sordular. On vesk çıkdı dedi. Eshâb-ı kirâmın topladığı kadar çıkmışdı. (Resûlullahın mu’cizesiyle kadının hurması hiç eksilmedi. Bağçesi ne kadar hurma veriyorsa o kadar çıkdı.)
● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Tebük seferi sırasında, Vâdiyül-kurâdan Tebüke doğru yola çıkdıklarında; (Bu gece kuvvetli rüzgârlar esecek! Hiç kimse yerinden
kalkmasın! Develeri sıkı bağlayın!) buyurdu. O gece şiddetli rüzgâr esdi. Her nasılsa iki kişi gece yerinden kalkmışdı. Rüzgâr onları alıp götürdü ve uzak dağlara bırakdı.
● Ebû Zer Gıfârî “radıyallahü anh” şöyle anlatmışdır: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Tebük seferine çıkdığı sırada, benim gâyet za’îf ve yürümez bir devem vardı. Birkaç gün devemi besleyeyim de, sonra gidip Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” yetişirim, dedim. Devemi birkaç gün yemle besledim. Sonra yola çıkdım. Bir yere kadar varınca devem çökdü kaldı ve yerinden kalkmadı. Bunun üzerine eşyâlarımı sırtıma alıp, şiddetli sıcak altında Tebük yolunu tutdum. Benim karaltım uzakdan görününce, Eshâb-ı kirâm, yâ Resûlallah “sallallahü aleyhi ve sellem”, tek başına bir yaya kimse geliyor, demişler. Resûlullah da umarım ki, o gelen Ebû Zer Gıfârîdir, buyurmuş. Ben yanlarına yaklaşınca, Eshâb-ı kirâm vallahi Ebû Zer Gıfârîdir, dediler. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûruna vardım. Yerinden doğrulup, merhabâ yâ Ebâ Zer! Râhatlık ve sevinç Ebû Zerin olsun ki, yalnız yürür, yalnız ölür ve yalnız diriltilir buyurdu. Nitekim Ebû Zer Gıfârî ıssız bir yer olan Rebzede yerleşdi. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurduğu gibi, orada yalnız yaşadı ve yalnız vefât etdi.
İbni Mes’ûd “radıyallahü anh” şöyle demişdir: Ebû Zer Gıfârîyi “radıyallahü anh” Rebzede yalnız bir hâlde, vefât etmiş buldum. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” söylediği gerçekleşdi, dedim. Müstaksa şöyle demişdir: Rebzede Ebû Zer Gıfârînin “radıyallahü anh” kabrini ziyâret etdim. Onun kabrinde diğer sahâbînin kabrinde bulamadığım bir te’sîr buldum. Kabrinin yanında nemâz kıldım. Başımı secdeye koyunca, kabrinin toprağından burnuma misk kokuları geliyordu.
● Tebük gazvesinde bir konaklama yerinde, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” devesi kayboldu. Münâfıklardan birisi, Muhammed peygamber olduğunu sanır ve size göklerden haber verir. Fekat kendi devesinin nerede oldu-
ğunu bilmez, dedi. O münâfığın sözlerini Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” söylediler. Buyurdu ki: Ben ancak Allahü teâlânın bildirdiği şeyleri bilirim. Şu ânda Rabbim bana devemin falan derede yuları bir ağaca sarılmış olduğunu bildirdi, buyurdu. Gidip deveyi o vâdîde yuları bir ağaca sarılmış hâlde buldular.
● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Tebük gazâsına çıkdığında, münâfıklardan bir gurub da orduya katılmışdı. Onlardan biri Vedi’a bin Sâbit idi. Bir diğeri de Eşca’dan Mahşî bin Humeyr idi. Münâfıklar kendi aralarında ordunun içinde şöyle konuşuyorlardı. Müslimânlar Benî Asfar ile yapacakları gazâyı diğerleriyle yapdıkları gazâ gibi olacak zan ediyorlar. Göreceksiniz yârın müslimânları nasıl esîr edip iplere dizerler! Bu konuşmalar sırasında Mahşî bin Humeyr, vallahi her birimize yüz değnek vursalar da, yeter ki hakkımızda Kur’ân âyeti nâzil olmasa, dedi. Onlar böyle konuşurken Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Ammâr bin Yâsere “radıyallahü anh”, git ordunun arasında birbiriyle konuşanları bul ve ne konuşduklarını sor. Eğer inkâr ederlerse, siz şöyle şöyle söylediniz diye söyle, buyurdu. Ammâr bin Yâser “radıyallahü anh” gidip, o sözleri onlara söyledi. Bunun üzerine hepsi özr dilediler ve Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûruna geldiler. Onlardan Vedi’a bin Sâbit, Resûlullahın devesinin yularından tutup: Yâ Resûlallah! Biz her dürlü söze daldık. Maskaraca boş sözler söyledik, dedi. Mahşî bin Humeyr ise benim ve babamın ismi bunların arasında anılmasın diyerek afv edilmesini istedi. Afv edildi ve ismi değişdirilip, Abdürrahmân ismi verildi. Sonra Allahü teâlâya düâ edip, kimsenin bilmediği tenhâ bir yerde şehîd olmayı diledi. Yemâme savaşında şehîd oldu ve ondan bir dahâ haber alınamadı.
● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Tebük seferinde, Tebüke yaklaşdığı sırada Eshâb-ı kirâma, yarın kuşluk vaktinde Tebüke ulaşacaksınız. Ben gelmeyince kimse elini suya dokunmasın, buyurdu. Oraya varınca gördüler ki, suyu gâyet az akan bir çeşme vardı. Suya el sürmediler. Resûlul-
lah “sallallahü aleyhi ve sellem” geldi. O çeşmenin suyu ile mübârek ellerini ve yüzünü yıkadı. O ânda çeşmenin suyu çoğaldı ve coşarak akmağa başladı. Bütün ordu istediği kadar su aldı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Mu’âz bin Cebele “radıyallahü anh” o kadar ömrün olur ki, bu çeşmenin suyunun, bostanlara akdığını görürsün, buyurdu.
● Mu’âz bin Cebel “radıyallahü anh” şöyle anlatmışdır: Tebük gazâsından dönerken, bir dereye gelmişdik. O derede taşın yarığından akan bir pınar vardı. Suyu bir veyâ iki kişinin içeceği kadardı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hiç kimse benden önce o suya gitmesin. Giden olursa o suya dokunmasın, buyurdu. Eshâb-ı kirâmdan dört kişi o suya önce gitdiler. Su biraz birikmişdi, onu aldılar. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâb-ı kirâm ile oraya ulaşınca bakdılar ki, suyu almışlar. Bu suyu kim aldı diye sordu. Falan falan kimseler aldı, dediler. Onları azarladı. Sonra aşağı indi, taşın yarığını mubârek parmağıyla sıvazladı ve Allahü teâlânın dilediği şeyleri söyledi. Taşın yarığından su çıkmaya başladı. Bir avuç alıp o dereye serpdi. Mu’âz bin Cebel “radıyallahü anh”, Vallahi o derede şimşek sesi gibi suyun çağladığını işitdik, demişdir. Sonra Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” sizden kim yaşarsa bu derenin diğer derelerden dahâ yeşil ve güzel olduğunu görür, buyurdular. Selef-i sâlihînden bir zât; vallahi bizimle Şâm arasında o dereden güzel ve yeşillik bir dere yokdu, demişdir.
● Tebük seferinden dönerken yolda, büyük, heybetli ve acâib şeklde bir yılan, Eshâb-ı kirâmın önüne çıkdı. Çok korkdular ve Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yanına toplandılar. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” yanında bulunanları çok gözetirdi. Dahâ sonra korkunç yılan yoldan çekildi. Başını kaldırıp, Eshâb-ı kirâma bakdı. Sonra başını aşağı indirdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: Bu gördüğünüz yılan, bana Kur’ân-ı kerîm dinlemek için gelen cinnîlerden biridir. Onun bulunduğu yere yaklaşdığınız için, yanınıza geldi. Size selâm veriyor, cevâbını veriniz. Eshâb-ı kirâm cevâb verdiler. Sonra Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem”: “Her kim olursa olsun Allahü teâlânın kullarını seviniz” [ya’nî, mü’min kullarını seviniz!] buyurdu.
● Benî Sa’d kabîlesinden bir genç şöyle anlatmışdır: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâb-ı kirâmdan altı kişiyle Tebükde bir yerde oturuyordu. Yanlarına gitdim. Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah diyerek müslimân oldum. Resûlullah bana; ebedî se’âdete kavuşdun, buyurdu. Sonra Bilâl-i Habeşîden “radıyallahü anh” yiyecek istedi. Hazret-i Bilâl de deriden bir sofra serdi. Dağarcıkdan yağ ile hâzırlanmış bir mikdâr hurma çıkardı. Hepimiz o hurmadan yidik ve doyduk. Yâ Resûlallah “sallallahü aleyhi ve sellem”! Müslimân olmadan önce, ben bu kadar hurmayı tek başıma yirdim, yine de doymazdım, dedim. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: “Kâfir yedi bağırsağına yir. Mü’min ise bir bağırsağına yir.” Bir başka gün kuşluk vakti, islâmiyyete olan yakînimin artması için, yine Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûruna gitdim. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” on kişiyle birlikde oturuyordu. Bilâl-i Habeşîden “radıyallahü anh” yiyecek istedi. O da dağarcıkdan bir avuç hurma çıkardı. Resûlullah, hurmaların hepsini çıkar, Allahü teâlâ herkesin rızkına kefîldir, ümmîdsiz olma buyurdu. Bilâl-i Habeşî “radıyallahü anh” dağarcıkdaki hurmaların hepsini çıkardı. İki müd kadardı. [Bir müd, iki avuç dolusu mikdârdır.] Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek elini hurmaların üzerine koydu ve Bismillâh diyerek, yiyiniz buyurdu. Herkes yidi, ben de yidim. Ben o kadar çok yidim ve doydum ki, artık bir hurma yiyecek mecâlim kalmadı. Yerdeki yaygı üzerinde Bilâl-i Habeşînin koyduğu kadar hurma aynen duruyordu. Üç gün dahâ o hurmadan kalanı yidik. Sonra Bilâl-i Habeşî “radıyallahü anh” koyduğu kadar hurmayı tekrâr dağarcığına doldurdu. Bende islâmiyyetin hak din olduğuna dâir tam bir inanç ve yakîn hâsıl oldu.
● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Tebüke vardığı sırada, Herakl de Humusa gelmişdi. Orada bekleyip, Re-
sûlullahın her dürlü hâlini araşdırıp öğrenmesi için bir kişi gönderdi. O şahs gelip, Resûlullahın üstün ahlâkına ve güzel hâllerine şâhid oldu. Mubârek gözlerindeki kırmızılığı, nübüvvet mührünü gördü. Sadaka kabûl etmediğini öğrendi. Geri dönüp gördüklerini Herakle anlatdı. Herakl bunları haber alınca, kavmini topladı. Müslimân olmağa da’vet etdi ve Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” tâbi’ olmalarını emr etdi. Kavmi Heraklin bu sözlerini işitince, silâhlarını alıp hücûma kalkışdılar. Heraklin oturduğu yerden kıpırdamaya mecâli kalmadı. Binbir hîle ile kavminin hücûmunu zor yatışdırdı.
● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Hâlid bin Velîdi “radıyallahü anh”, Eshâbdan bir cemâ’at ile Tebükden Dûmetül-Cendele gönderdi. Dûmetül-Cendelin reîsi olan Ekîdir, nasrânî idi. Onun ile harb edeceklerdi. Hâlid bin Velîd “radıyallahü anh”, yâ Resûlallah, biz düşmân memleketindeyiz. Kuvvetimiz de çok az, hâlimiz nice olur, dedi. Bunun üzerine Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, o bir dağ sığırını avlamakla meşgûl iken, Allahü teâlâ seni ona karşı gâlib kılar buyurdu. Hâlid bin Velîd “radıyallahü anh” mehtâblı bir gecede, Ekîdirin hisârına ulaşdı. Ekîdir hanımıyla hisârın damında çalgı çaldırıp, şerâb içiyordu. Bir şarkıcı kadın da şarkı söylüyordu. Hâlid bin Velid “radıyallahü anh” bir yere gizlenmişdi ve onları görüyordu. O sırada bakdı ki, iki dağ sığırı birbiriyle oynaşarak hisârın kapısına geldiler. Boynuzlarıyla kapıya vurdular. Şarkıcı kadın Ekîdire onları göstererek, hiç böyle av gördün mü, onları kaçırma, dedi. Ekîdir atının hâzırlanmasını emr etdi. Yanına kardeşi Hassânı ve birkaç adamını alarak, hisârdan dışarı çıkdı. Kadınlar da peşlerinden çıkdı. Hâlid bin Velîd “radıyallahü anh” üzerlerine hücûm etdi. Hassânı öldürdü. Ekîdiri esîr aldı. Diğerleri kaçıp hisâra girdiler.
● Tebükde Benî Sa’d kabîlesinden birkaç kişi Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûruna geldiler. Yâ Resûlallah! Kabîlemizin bir kuyusu var, suyu gâyet azdır, kabîlemize yetmiyor. O kuyunun suyunun fazlalaşması için Allahü
teâlâya düâ etmenizi istemeye geldik. Böylece refâhımız artsın. Düşmânlarımıza muhtâc olmakdan kurtulalım, dediler. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bir kaç dâne küçük taş getiriniz, buyurdular. Üç dâne çakıl taşı getirdiler ve mubârek eline verdiler. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” o taşlara mubârek elini sürdü ve getiren kimseye geri verdi. Bu taşları Allahü teâlânın ismini söyleyerek birer birer o kuyuya atınız, buyurdu. Buyurduğu gibi yapdılar. O kuyunun suyu hem son derece çoğaldı, hem de tatlandı. Böylece râhata kavuşdular ve düşmânlarına karşı da gâlib geldiler.
● Irbâz bin Sâriye “radıyallahü anh” şöyle anlatmışdır: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Tebükde Ümmü Selemenin “radıyallahü anhâ” çadırında iken, iki kişinin ve benim karnımız acıkdı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bizim için yiyecek istedi, fekat bulunamadı. Bilâl-i Habeşîye, bunlar için yiyecek bul, buyurdu. O da vallahi bütün dağarcıkları, torbaları silkeledim, içlerinde hiç birşey kalmamış, dedi. Tekrâr silkele, belki birşeyler kalmışdır, buyurdu. Bilâl-i Habeşî “radıyallahü anh” torbaları birer birer silkeledi. Yedi dâne hurma çıkdı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, mubârek elini o hurmaların üzerine koydu ve besmele ile yiyiniz, buyurdu. Ben ellidört dâne yidim. Çekirdekleri elimde toplamışdım. Arkadaşlarım da benim kadar yidiler. Sonunda yedi hurma önümüzde duruyordu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Bilâl-i Habeşîye “radıyallahü anh”, bu hurmaları sakla, bunları yiyen muhakkak doyar, buyurdu. Sonra başka bir gün on fakîr Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûruna geldi. O yedi hurmayı Bilâl-i Habeşîden istedi. Mubârek elini o yedi hurma üzerine koydu ve Bismillâh diyerek yiyiniz buyurdu. Hepsi doydu ve yedi hurma önlerinde duruyordu. Bundan sonra Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”: “Rabbimden hayâ etmeseydim, Medîneye kadar orduyu bu hurma ile doyururdum.” buyurdu. Sonra o hurmaları küçük bir çocuğa verdi.
● Tebük seferinden dönüşde münâfıklar, Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” dağ yolundan aşağı atmak için
aralarında kararlaşdırdılar. Gece vakti akabeye geldikleri sırada Resûlullah, Eshâb-ı kirâma, hepiniz dere yolundan gidiniz. Kimse benimle gelmesin, buyurdu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” kendisi devesine binip akabeden, dağ yolundan yola devâm etdi. Devesinin yularını Ammâr bin Yâsere “radıyallahü anh” verdi. Huzeyfeyi de “radıyallahü anh” deveyi sürmekle vazîfelendirdi. Böylece akabe yolundan gidiyorlardı. Arkalarından gelmekde olan bir gurub insan gözükdü. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Huzeyfeye “radıyallahü anh” gelenleri geri çevir, diye emr etdi. O da, gelenlerin develerinin yüzlerine vurmaya başladı. Münâfıklar, Muhammed “aleyhisselâm” hîlemizi anladı diyerek, hemen geri dönüp, akabeden aşağı indiler. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Huzeyfeye “radıyallahü anh” o toplulukdan tanıdığın kimse var mı diye sordu. Yâ Resûlallah “sallallahü aleyhi ve sellem”, falan falan kimselerin devesini tanıdım. Fekat hepsi yüzünü bağlamışdı ve gece karanlıkdı, onları tanıyamadım, dedi. Sabâh olunca, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Üseyyid bin Hudayra “radıyallahü anh”, ey Ebâ Yahyâ, biliyor musun gece münâfıklar ne düşündüler. Beni gece dağdan aşağı atmak istiyorlardı, dedi. Üseyyid bin Hudayr “radıyallahü anh”, yâ Resûlallah! Müsâade ederseniz başlarını getireyim, dedi. Halkın, harb bitdi, Muhammed Eshâbını öldürmeye başladı demelerini istemem, buyurdu. Üseyyid bin Hudayr, yâ Resûlallah onlar senin Eshâbından değildirler deyince, onlar dilleriyle görünüşde şehâdet getiriyorlar. Allahü teâlâ beni şehâdet getireni öldürmekden men’ etdi, buyurdu. Sonra Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” münâfıkları tek tek Huzeyfeye “radıyallahü anh” bildirdi ve Allahü teâlâ beni onların cenâze nemâzını kılmakdan men’ etdi, buyurdu. Huzeyfetebni Yemânîden “radıyallahü anh” başka kimse onları bilmiyordu. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” vefâtından sonra, emîrül mü’minîn Ömer “radıyallahü anh” cenâze olduğu vakt Huzeyfeye “radıyallahü anh” bakardı. O cenâze nemâzı kılarsa kılardı. Kılmazsa o da kılmazdı.
● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Tebükde iken buyurdu ki: Allahü teâlâ bana, fârisin ve rûmun (İranın ve Bizansın) hazîneleri ile, Hımyerin meliklerinin, Allah yolunda cihâda yardımcı olacaklarını müjdeledi. Medîneye döndükden sonra Hımyer melikinin bir elçisi geldi. Müşrikliği bırakıp, müslimân olduklarını bildirdi. Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” dîn-i islâmı anlatan bir kitâb istedi. Resûlullah, islâmiyyetin hükmlerini anlatan bir kitâb yazılıp, verilmesini emr etdi. Ahkâm-ı islâmiyyeyi anlatan bir kitâb yazdılar. Elçi ile berâber gönderdiler.
● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Tebük seferinden döndükden sonra, Medîneye çevrede bulunan meliklerden ve kabîle reîslerinden elçiler geldiler. Elçi gönderen kabîlelerden biri de Benî Mürre kabîlesi idi. Onüç kişiyi elçi olarak gönderdiler. Bunlar kabîlelerinin müslimân olduğunu bildirdiler. Memleketlerinde hiç yağmur yağmadığını, otların bitmediğini ve şiddetli bir kıtlık çekdiklerini söylediler. Bu sıkıntıdan kurtulmak için Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” düâ istediler. “Yâ Rabbî onları yağmur ile suya doyur” diye düâ etdi. Benî Mürre kabîlesinin elçileri memleketlerine dönünce, kavmlerinin temâmen râhatladığını gördüler. Çünki, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” onlara düâ etdiği gün, orada bol yağmur yağmışdı.
● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Tâif seferine giderken, bir gece Tâif yakınında Nüceyb denilen bir vâdiden geçdi. Bu vâdi çok ağaçlı idi. İçinde sedir ve mugılân ağaçları pek çokdu. Bu vâdiden geçerken Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” devesinin üzerinde uyuyordu. Gece karanlığında başının hizâsına bir sedir ağacı çıkdı. Sedir ağacı ortasından ikiye ayrıldı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ağaca çarpmadan sıkıntısızca geçdi. O ikiye ayrılan sedir ağacı uzun zemân öylece kaldı. Bu ağaç o civârda meşhûr olmuşdu ve Nebînin sedir ağacı diye bilinirdi. O vâdîde koyunlarını otlatanlar veyâ başka bir iş için gidenler, oradan ağaç keserler ve ot toplarlardı. Fekat o sedir ağacına hiç dokunmazlardı. Çünki, o ağacın hâtırasını herkes bilirdi. Bu
mu’cize, bâkî kalan mu’cize olarak, (Şeref-ül Mustafâ) adlı kitâbda yazılıdır.
● Abdülkays kabîlesinden Medîneye bir hey’et geldi. Yanlarında da bir deli getirmişlerdi. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûruna götürdüler. Yanlarında getirdikleri delinin deliliği bakışlarından belli oluyordu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bunun sırtını çeviriniz, buyurdu. Sırtını çevirdiler. Resûlullah onun sırtına bir kaftân örtüp, çık ey Allahın düşmânı dedi. O ânda delinin bakışları düzeldi, delilik belirtileri kayboldu. Akllı kimseler gibi bakmağa başladı. Sonra Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” o deli kimsenin yüzünü kendine çevirip, mubârek elini gözüne sürdü. İhtiyârlamış olduğu hâlde yüzü gençleşdi ve aklı tam yerine geldi. Öyle akllandı ki kavmi arasında ondan dahâ akllı kimse yokdu.
● Abdülkays kabîlesinden Medîneye gelen hey’et arasında bir kimse vardı. Bu şahs Bahreynde amcasının oğlu ile şerâb içerken, amcasının oğlu ayağını yaralamışdı. O yaranın izi hâlâ belli idi. Hey’etdekiler, yâ Resûlallah! Bizim oturduğumuz yerin havası iyi değildir. Biz yemeklerden sonra şerâb içeriz, dediler. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” onların bu sözü üzerine; sizden biriniz şerâb içer, serhoş olur. Kalkıp amcasının oğlunun ayağını yaralar, dedi. Ayağında yara izi bulunan o şahs bu sözleri işitince, ayağını örtdü.
● Tebük seferinin yapıldığı sene Habeş meliki (Necâşi) vefât etdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâbına Bakî’ kabristânında toplanmalarını emr buyurdu. Orada toplandılar. “Kardeşiniz Necâşî vefât etdi” buyurdu ve dört tekbîr alarak onun gıyâbına cenâze nemâzı kıldırdı. Hazret-i Âişe “radıyallahü anhâ” şöyle demişdir: “Necâşînin kabri üzerinde devâmlı bir nûr görülürdü.” [Bu melikin ismi Eshâme idi. Müslimân olmuşdu.]
● Hicretin onuncu senesinde Benî Âmir kabîlesinden bir hey’et, Medîneye gelip müslimân olduklarını bildirdiler. İslâmiyyetin hükmlerini öğrendiler. Onların arasında bulunan
Erbede bin Kays ve Âmir bin Tufeyl adlı meşhûr kimseler müslimân olmadılar. Âmir bin Tufeyle kavmindekiler, müslimân ol dediler. Âmir, bütün arablar bana tâbi’ oluncaya kadar muhârebeye yemîn etdim. Şimdi nasıl olur da, Kureyşli bir gence tâbi’ olabilirim, dedi. Sonra arkadaşı Erbede bin Kaysa, ben Muhammedin yüzünü kendimden tarafa çevirip konuşarak Onu meşgûl edeyim. Sen de arkadan kılıç ile Onu öldür, dedi! Sonra Âmir bin Tufeyl, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûruna geldi ve benim için bir haraç ta’yîn et ve beni kendi hâlime bırak dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” mâdem ki îmân etmiyorsun, öyle olacak, dedi. Güyâ konuşarak, Resûlullahı oyalıyor ve Erbede bin Kaysa bakıyordu. Fekat o hiç birşey yapamıyordu. Konuşma uzadı. Âmir, Resûlullaha memleketini süvârî ve yaya askerle dolduracağım, dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, “Yâ Rabbî beni Âmirin şerrinden koru” diye düâ etdi. Allahü teâlâ ona bir tâ’ûn hastalığı vererek helâk etdi. Erbede bin Kays ise, ben arkadan Muhammede kasd etdiğim sırada, Âmiri aramızda görürdüm. Kılıcımı vuramazdım, demişdir. Allahü teâlâ, Erbedeyi de bir yıldırımla helâk etdi.
● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hicretin onuncu senesinde hazret-i Alîyi “radıyallahü anh” islâmiyyeti yayması için Yemene gönderdi. Ka’b-ül Ahbâr Yemende idi ve henüz müslimân olmamışdı. Hazret-i Alîden Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sıfatlarını sordu. Hazret-i Alî Resûlullahın güzel ahlakını, şeklini, şemâilini anlatdı. Ka’bül Ahbâr bunları dinleyince tebessüm etdi. Hazret-i Alî sebebini sorunca, şunun için tebessüm ediyorum. Senin söylediğin bu sıfatların temâmını biz Tevrâtdan okuduk, dedi ve îmân etdi. Mümkün olduğu kadar islâmiyyetin hükmlerini öğrendi. Yemende kaldığı süre içinde halka islâmiyyeti öğretdi. Hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” halîfeliği sırasında Medîneye geldi. Keşke hicretden sonra gelseydim de Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sohbetinde bulunmak se’âdetiyle şereflenseydim diye çok üzüldü. Ba’zı kitâblarda böyle bildirilmişdir.
Ancak Ka’b-ül Ahbâr ile alâkalı meşhûr olan haber şöyledir: Hazret-i Ömer “radıyallahü anh” halîfe iken, Şâmda onunla görüşerek müslimân oldu. Sa’îd bin Müseyyib “radıyallahü anh” anlatır: Abbâs “radıyallahü anh” Zemzem kuyusunun yanında oturuyordu. O sırada Ka’b-ül Ahbâr huzûruna geldi. Ka’b-ül Ahbâra ne mâni’ vardı ki, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” zemânında ve Emîr-ül mü’minîn hazret-i Ebû Bekrin “radıyallahü anh” zemânına kadar îmân etmekde gecikdin, dedi. Bunun üzerine Ka’b-ül Ahbâr şöyle anlatdı: Babam bana Tevrâtdan ba’zı şeyler yazıp verdi. Bununla amel et, dedi. Tevrâtı mührledi ve o mührü açmamam için bana yemîn etdirdi. İslâmiyyet gelince, islâmdan dahâ hayrlı birşey bulunmadığını gördüm. Kendi kendime, babam benden ba’zı bilgileri ve haberleri gizlemişdir, diyerek, mührlediği Tevrâtın mührünü söküp okudum. Onda Muhammed aleyhisselâmın ve ümmetinin sıfatları yazılı idi. Bunları okuyunca geldim ve îmân etdim.
● Hicretin onuncu senesinde Cerîr bin Abdüllah “radıyallahü anh” Yemenden Medîneye gelip, müslimân oldu. O Medîneye gelmek üzere iken, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hutbe okurken, şu kapıdan bir kişi gelmek üzeredir. O Yemen ehlinin en fazîletlisi ve eşrefi olsa gerekdir, buyurdu.
Cerîr bin Abdüllah at üstünde duramazdı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek eliyle göğsüne vurdu. Elinin izi göğsünden hiç gitmedi. Allahım onu sâbit kıl, hidâyete erdir ve hidâyete erdirici eyle, diye düâ etdi. Ondan sonra hiç atdan düşmedi.
● Hicretin onuncu senesinde, Tay kabîlesinin hey’eti Medîneye gelip, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûrunda müslimân oldular. Aralarında kabîlelerinin reîsi ve ileri gelen bir kimse olan Zeyd bin Hayl de vardı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ona Zeyd-ül-Hayr ismi verdi ve şimdiye kadar arablardan her kimin fazîleti bana anlatılmışsa o kimseyle karşılaşınca anlatılandan az olduğunu gördüm. Fe-
kat Zeyd-ül Hayrın fazîletini, duyduğumdan fazla gördüm, buyurdu. Zeyd-ül Hayr “radıyallahü anh” memleketine döneceği zemân, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, keşke Zeyd Medînenin hummâsından kurtulsaydı, buyurdu. Zeyd “radıyallahü anh” memleketinin sınırına yaklaşdığı sırada, Necîd beldelerinden birinde hummâ hastalığından vefât etdi.
● Adî bin Hatem Medîneye gelmişdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ona müslimân ol, selâmet bul, buyurdu. Adî bin Hatem benim dînim vardır deyince, Resûlullah, ben senin dînini senden dahâ iyi bilirim. Sen nasârâ ve sâbieyn dînini seçmişdin, buyurdu. Evet deyince, sen kavmin arasında ganîmet malının dörtde birini alıyorsun. Hâlbuki bu sizin dîninizde câiz değildir, buyurdu. Adî bin Hatem demişdir ki, bunları işitince, kalbimde islâm dînine karşı olan kötü düşünceler kalmadı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” sözlerine devâm ederek ona şöyle buyurdu: (Sen müslimânları fakîr görüyorsun ve bu sebeble müslimân olmuyorsun. Bir gün gelecek onların malları o kadar çoğalacak ki, sadaka verecek fakîr bulamayacaklardır. Şâyet sen müslimânların düşmânları çok diye müslimân olmuyorsan, hiç Hîreye gitdin mi.) Hâyır, fekat orayı bilirim, dedim. Buyurdu ki: (Çok kısa zemânda bir kadın, Hîreden tek başına Mekkeye gelip, Kâ’beyi tavâf edecek ve Allahü teâlâdan başka hiç kimseden korkusu olmayacak. Eğer melikler ve sultânlar müslimân değildir diye müslimân olmuyorsan, kısa zemân sonra Kisrâ bin Hürmüzün memleketini müslimânlar feth edecekler ve hazînelerini alacaklardır). Adî bin Hatem diyor ki, Kisrâ bin Hürmüzün memleketini mi diye hayretle sordum, evet buyurdu. Ben hemen îmân etdim. Vallahi Hîreden bir kadının tek başına Kâ’beye gidip, tavâf etdiğine şâhid oldum. Kisrânın memleketi de müslimânların eline geçdi. Onun memleketini feth edenler arasında ben de vardım. Müslimânların sadaka verecek kimse bulamayacak kadar zengin olması da muhakkakdır.
● Yine hicretin onuncu senesinde Eslâm kabîlesinden bir hey’et Medîneye geldi. Müslimân oldular. İslâmiyyetin hükmlerini öğrendiler. Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sel-
lem”, bizim memleketimizde kıtlık var, bu sene hiç yağmur yağmadı. Bizim için düâ buyurunuz, dediler. Resûlullah onlar için düâ etdi. Memleketlerine döndüklerinde düâ edildiği gün yağmur yağmış olduğunu gördüler.
● Necâşînin kız kardeşinin oğlu Firûz Deylemî “radıyallahü anh” hicretin onuncu senesinde Medîneye gelerek îmân etdi. Peygamberlik iddiâsında bulunan Esved-i Anesîyi o öldürdü. Onu öldürdüğü gecenin sabâhında Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâb-ı kirâma, dün gece Esved-i Anesî öldürüldü, buyurdu. Yâ Resûlallah! Onu kim öldürdü diye sorduklarında, mubârek bir hânedândan mubârek bir kimse öldürdü. Onun ismi Firûzdur dedi ve Firûz muzaffer olsun diye düâ buyurdu.
● Hicretin onuncu senesinde müslimân olmak için Medîneye gelen hey’etlerden biri de, Kinde kabîlesinin hey’eti idi. Bu hey’et aralarına meliklerinin oğlu Vâil bin Haceri de almışlardı. O şöyle demişdir: Ben Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûruna çıkmadan önce, Eshâb-ı kirâm bana, senin geleceğini Resûlullah bize üç gün önceden müjdeledi dediler. Sonra Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûruna gidip, müslimân oldum.
● Sa’d bin Ebî Vakkâs “radıyallahü teâlâ anh” vedâ haccı sırasında hastalanmışdı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ziyâretine gitdi. Yâ Resûlallah! Herhâlde ben Mekkede Eshâbından geri kalacağım deyince, İnşâallah Allahü teâlâ sana sıhhat verecek. Çünki, senden çok hayrlar ve fâideli işler meydâna gelecek. Bir kavm senden iyilikler görecek. Bir kavmi de zarara uğratacaksın, buyurdu. Sonra sıhhatine kavuşdu. Hazret-i Mu’âviye “radıyallahü anh” zemânına kadar yaşadı. Irakı feth etdi. Mürtedlerle yapılan muhârebelerde çok savaşıp büyük işler yapdı. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurduğu gibi mürtedlere büyük zararlar verdi.
● Eshâb-ı kirâmdan biri şöyle anlatmışdır. Vedâ haccında Mekke evlerinden birine girdim. Resûlullah “sallallahü aley-
hi ve sellem” orada idi. Mubârek yüzü ayın ondördü gibi parlıyordu. Yemâmeli bir adam, bir oğlan çocuğunu bir parça beze sararak getirmişdi. Resûlullah o çocuğa, ben kimim, buyurdu. Çocuk, sen Resûlullahsın deyince, doğru söyledin. Allahü teâlâ seni mubârek etsin, buyurdu. Ondan sonra o çocuk büyüyüp konuşabilecek yaşa gelinceye kadar hiç konuşmadı. Ona Mübârek-ül-Yemâme ismini verdiler.
● Üsâme bin Zeyd “radıyallahü anh” şöyle anlatmışdır: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” vedâ haccına giderken, yolda bir kadın önüne çıkdı. Kucağında küçük bir çocuk vardı. Selâm verdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” durdu. O kadın, yâ Resûlallah, bu çocuğum doğduğundan beri onu birşey tutuyor ve çok zahmet veriyor, dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek ellerini uzatarak kadından çocuğu aldı. Mubârek ağzının suyundan çocuğun ağzına koydu ve ey Allahın düşmânı çık! Ben Resûlullahım buyurdu. Sonra çocuğu annesine verdi. Bundan sonra söylediğin sıkıntı olmaz, buyurdu. Vedâ haccından dönerken, o kadının bulunduğu yere ulaşmışdık. O kadın bir koyunu kebâb yapıp getirdi: Yâ Resûlallah! Ben, sıkıntıdan kurtardığınız çocuğun annesiyim, dedi. Resûlullah çocuğun hâli nasıldır, diye sordu. Kadın sizinle ilk karşılaşdığımız günden beri hiç sıkıntı çekmedi, dedi. Üsâme “radıyallahü anh” şöyle nakl eder. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bana, ey Üsâme, o koyunun bir kolunu ver, buyurdu. Verdim. Sonra bir kolunu dahâ ver, buyurdu. Verdim. Tekrâr, ey Usâme, bir kolunu dahâ ver buyurunca, ben yâ Resûlallah! Bir koyunda iki koldan fazla olmaz, dedim. Eğer böyle söylemeseydin, her elini uzatdığında, o koyunda biz istedikce devâmlı bir kol dahâ bulurdun, buyurdu. Sonra ey Üsâme, çevreye gidip bak kazay-ı hâcet için tenhâ bir yer var mıdır, buyurdu. Çevreyi yoruluncaya kadar dolaşdım. Ne insanlar arasından çıkabildim, ne de tenhâ bir yer bulabildim. Geri dönüp durumu Resûlullaha bildirdim. Hiç ağaç ve taş gördün mü diye sorunca, evet bir yerde üç hurma ağacı ve diplerinde de bir kaç taş gördüm, dedim. O
ağaçların ve taşların bulunduğu yere git ve Allahın Resûlü birleşmenizi istiyor de, buyurdu. Gidip aynen söyledim. Onu insanlara hak Peygamber olarak gönderen Allahü teâlâ için, o ağaçlar köklerinden sökülüp toprağı yararak, sıçraya sıçraya bir araya geldiler. Sanki hepsi bir tek ağaç gibi oldular. Taşlar da birbirinin üzerine çıkarak bir yerde toplanarak dıvâr oldular. Gelip durumu Resûlullaha bildirdim. Su getir buyurdu. Hemen suyu hâzırlayıp, Onlardan evvel götürdüm. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” abdest aldı. Sonra çadıra geri geldi. Ey Üsâme, o ağaçlara ve taşlara, Allahü teâlânın Resûlü geri yerinize gitmenizi istiyor. Yerlerinize gidiniz diye söyle, buyurdu. Buyurduğu gibi söyledim. Resûlullahı insanlara hak peygamber olarak gönderen Allahü teâlâ hakkı için, herbirisinin, sıçrayarak önceki yerine gitdiğini gördüm.
● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûruna kurban etmesi için beş veyâ bir rivâyete göre altı deve getirdiler. Develer birbirinin önüne geçerek, Resûlullah önce beni kurban etsin, kesmeğe benden başlasın diye, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yanına yaklaşmak için yarış etdiler.
● Âişe-i Sıddîka “radıyallahü anhâ” şöyle anlatmışdır: Hicretin onbirinci senesinde, bir gece Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” yatağından kalkdı, dışarıya çıkıyordu. Ben, anam babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Bu vaktde nereye gidiyorsun, dedim. Bakî’ kabristânına gidiyorum. Orada bulunanlara magfiret için düâ edeceğim, böyle emr olundu, buyurdu. Ebû Müveyhibe ve Ebû Râfi’ “radıyallahü anhümâ” Resûlullahın hizmetinde bulunanlardan idiler. Birlikde gitdiler. Ebû Müveyhibe şöyle anlatır: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Bakî’ kabristânında uzun müddet kaldı. Orada yatanların magfireti için düâ etdi. Sonra Allahü teâlânın size verdiği ni’metler âfiyet olsun. Kapıları yüzünüze rahmet ile açılan serâylar size mubârek olsun. Dünyânın halka yüz tutmuş ve karanlık geceler gibi olan fitnelerinden kurtuldunuz. O fitnelerin sonu başına ulaşmışdır. Gelecek
olanı geçenlerden beterdir, buyurdu. Sonra bana: Ey Müveyhibe! Beni dünyâ hazîneleri ve dünyâda bâkî kalmakla, Cennet ve Allahü teâlâya kavuşmak arasında muhayyer bırakdılar, buyurdu. Ben, yâ Resûlallah! Anam babam sana fedâ olsun. Dünyâ hazînelerini ve dünyâda kalmağı ve sonra Cenneti seçiniz, dedim. Hâyır ey Müveyhibe! Allahü teâlâya kavuşmağı ve Cenneti seçdim, buyurdu. Bir kaç gün sonra da hastalandı.
● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bütün hastalıklarında, Allahü teâlâdan sıhhat ve âfiyet taleb ederdi. Fekat son hastalığında ey nefs, tâkatsızlıkdan niçin başkasına sığınıyorsun, buyurdular.
● Hazret-i Âişe “radıyallahü anhâ” şöyle anlatmışdır: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” sıhhatde olduğu günlerde buyurdu ki: (Hiçbir Peygamber Cennetdeki makâmını görmeden dünyâdan gitmez. Onu muhayyer bırakırlar. İsterse Cennete kavuşdururlar. İsterse sıhhate kavuşdururlar.) Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” son hastalığında, mubârek başını benim dizime koymuşdu. Bir ân gözünü evin tavânına dikdi. Sonra (Allahümme er-refîkül a’lâ) buyurdu. Anladım ki, Refîkül a’lâyı seçdi. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” son sözü bu oldu.
● İbni Mes’ûd “radıyallahü anh” şöyle anlatmışdır: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” vefâtından bir ay önce, bizi hazret-i Âişenin “radıyallahü anhâ ve an ebîhâ” evinde topladı. Bize hayr düâlar yapdı ve vasıyyetlerini bildirdi. Allahü teâlâ bizim üzerimize (bizden sonra) halîfe verdi buyurdu. Biz rıhletiniz ne zemândır diye süâl etdik. Eshâbımdan ayrılıp, Allahü teâlâya kavuşmak, Cennetde olmak zemânı yaklaşdı, buyurdu.
● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Mu’âzı “radıyallahü anh” Yemene gönderirken, uzun bir vasıyyetde bulundu. Ey Mu’âz! Eğer bir dahâ görüşmemiz mümkin olacak olsaydı, vasıyyetimi kısa yapardım! Lâkin kıyâmet gününe kadar seninle buluşamayacağız, buyurdu. Nitekim Mu’âz
“radıyallahü anh” Yemende iken, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” vefât etdi.
● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” son hastalığı sırasında hazret-i Fâtımayı “radıyallahü anhâ” yanına çağırdı. Kulağına birşeyler söyledi. Hazret-i Fâtımâ “radıyallahü anhâ” ağlamağa başladı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek başını tekrâr hazret-i Fâtımanın kulağına yaklaşdırıp, bir şeyler dahâ söyledi. Bu sefer hazret-i Fâtıma gülmeğe başladı. Ezvâc-ı Tâhirât hazret-i Fâtımadan bunun sebebini sordular. Bu sırrı açıklayamam dedi. Hazret-i Âişe “radıyallahü anhâ” Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” vefâtından sonra tekrâr sordu. Cevâb verip dedi ki, babam bana, Cebrâîl “aleyhisselâm” bana Kur’ân-ı kerîmi her sene bir kerre arz ederdi. Bu sene iki kerre arz etdi. Vefâtımın yaklaşdığını anladım, dedi. Bunu işitince ağladım. İkinci def’a kulağıma yaklaşıp, bu ümmetin seyyidesi olacaksın ve bana ehlimden en önce sen kavuşacaksın, buyurdu. Bunu işitince de güldüm, dedi.
● Hazret-i Fâtıma “radıyallahü anhâ” şöyle anlatmışdır: Hazret-i Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” başı ucunda oturmuşdum. Âniden kapıya bir kimse geldi. Esselâmü aleyke ey ehl-i beyt-i nübüvvet! İçeri girmeme müsâade var mıdır. Allahın Resûlünün “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” yanına varayım, dedi. Ey Allahın kulu. Bu ziyâret için Allahü teâlâ sana ecrler versin. Yalnız bir ân müsâade et. Şu ânda Resûlullahı ziyârete kimseye müsâade yok, dedim. Bunun üzerine ey Fâtıma, beni men’ eyleme, benim içeri girmem lâzımdır, diye bana söyledi. O sırada Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” ağrıları biraz hafîfledi. Mubârek gözlerini açıp, ey Fâtıma, kiminle konuşuyorsun biliyor musun. O melek-ül-mevtdir! İzn ver içeri girsin, buyurdu. Azrâîl “aleyhisselâm” girdi ve Esselâmü aleyke yâ Resûlallah! Yâ Emîrallah! Seni hak Peygamber olarak gönderen Allah hakkı için, Senden önce hiç kimsenin kapısından içeri girmek için izn almadım. Bundan sonra da kimseden izn almam, dedi.
● Ümmü Seleme “radıyallahü anhâ” anlatmışdır: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” vefât edince, elimi mubârek göğsüne koymuşdum. Haftalarca elim misk kokdu. Ne kadar abdest alırken elimi yıkasam da o misk kokusu elimden gitmedi.
● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” vefât edince, Eshâb-ı kirâm “radıyallahü anhüm ecma’în” diğer cenâzeler gibi mi, yoksa gömleği üzerinde iken mi yıkayalım diye tereddüt etdiler. O sırada hepsini bir uyku hâli basdırdı. Başlarını tutamayıp uyukladılar. O hâlde iken, hepsi birden Allahın Resûlünü gömleği içinde yıkayınız diye bir ses işitdiler.
● Emîr-ül-mü’minîn Alî “radıyallahü anh” şöyle anlatmışdır: Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” vasıyyeti üzerine, mubârek bedenini ben yıkadım. Benden başka kim mubârek vücûduna baksa kör olurdu. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek bedenini yıkarken, sanki bana gaybdan yardım ederlerdi. Mubârek azâlarından birini yıkayıp temâmlayınca, vücûdunu çevirmekde üç kişi bana yardımcı olurdu. Hazret-i Alî, Resûlullahın cenâzesini yıkarken mubârek vücûdunda hiç yara bere görmedi. Anam babam sana fedâ olsun, hayâtın da memâtın da ne kadar güzel, dedi.
● Emîr-ül-mü’minîn hazret-i Alînin “radıyallahü anh” hâfızası çok kuvvetli idi. Bunun sebebini sordular. Dedi ki: Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” cenâzesini yıkarken göz çukurlarında bir mikdâr su birikmişdi. O suyu yere dökmeğe kıyamadım. Dilimle alıp içdim. İşte bendeki hâfıza kuvveti, o serçeşmenin bereketidir.
● Hazret-i Alî “radıyallahü anh” şöyle bildirmişdir: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” vefât edince, gâibden bir nidâ geldi. Esselâmü aleyküm yâ ehle beyt-i Resûlillah ve rahmetullahi ve berekâtühû! Her nefs ölümü tadacakdır. Ecrinizi kıyâmet gününde bulursunuz, diyordu.
● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” vefât haberini, mü’ezzini Abdüllah bin Zeyd, bağçesinde bulunduğu bir sırada aldı. Hemen yâ Rabbî benim gözlerimi görmez eyle, diye düâ etdi. Düâsı kabûl edilip, gözleri görmez oldu. Niçin böyle düâ etdin diye sorduklarında, dünyânın lezzeti görmekdedir. İstedim ki, gözlerim Muhammed aleyhisselâmın vefâtından sonra kimsenin yüzünü görmekle lezzetlenmesin.
● Emîr-ül-mü’minîn Alî “kerremallahü vecheh” şöyle anlatmışdır: Resûlullahı defn etdikden sonra, bir köylü geldi. Kendini kabr-i şerîfin üzerine bırakdı. Topraklarını başına saçdı. Yâ Resûlallah “sallallahü aleyhi ve sellem”! Emr buyurdun, emrine itâ’at etdik. Allahü teâlâ sana Kur’ân-ı kerîmi gönderdi. Biz de senden kabûl etdik. O Kur’ân-ı kerîmden bir âyet-i kerîmede Allahü teâlâ [Nisâ sûresi 64.cü âyetinde meâlen] (Nefslerine zulm edenler, sana gelip, Allahü teâlâdan afv dilerse ve Resûlüm de, onlar için afv dilerse, Allahü teâlâyı, tevbeleri kabûl edici ve merhamet edici bulurlar) buyurmakdadır. Biz kendi nefsimize zulm etdik. Şimdi bizim için avf dileyesin diye geldik, dedi. O ânda kabr-i şerîfden, afv etdiler diye bir ses işitildi.
● Abdürrahmân el-Anberî şöyle anlatmışdır: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bir arefe günü hutbe okuyordu ve sadaka vermeğe teşvîk ediyordu. Bir genç kalkıp, yâ Resûlallah! Bu deve fakîrlerin olsun dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” o deveye bakdı ve emr eyledi satın aldılar. O günlerde Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hazret-i Ömere “radıyallahü anh” sana acâib bir haber vereyim mi buyurdu. O da buyurun dedi. Buyurdular ki: “Bu gece dışarıya çıkmışdım. O deve bana esselâmü aleyke yâ Resûlallah dedi. Ben, Allahü teâlâ sana bereketler versin dedim. Dedi ki, yâ Resûlallah, benim anam Kureyşden bir kişinin devesiydi. Südünü sağacağı zemân yem verir doyururdu. Sağmayacağı zemân hiç birşey vermezdi. Ben onun beşinci yavrusuyum. Câhiliyye zemânında bir deve beş def’a doğurursa, beşinci yavrusunu putlar için ayırıp ona binmezler ve
yük yüklemezlerdi. Beni köylüler âriyet verdiler. Onlardan kaçdım. Kırlarda otladım. Otlar bana, önce bana gel, bana gel, sen Muhammedinsin diye seslenirlerdi. Geceleyin yırtıcı hayvânlar, ona dokunmayın, o Muhammedindir “sallallahü aleyhi ve sellem” derlerdi. Allahü teâlâ beni sana kavuşduruncaya kadar böyle oldu, dedi. Sâhibinin adı nedir dedim. Gadbâdır, dedi. Ona sâhibinin adını verdim. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” vefâtı yaklaşdığı sırada, Gadbâ bana ne vasıyyet edersin diye sordu. Sen kızım Fâtımanınsın, sana dünyâda ve âhıretde o binecekdir buyurdu. Gadbâ, bana senden başkasının binmesini istemezdim, deyince, sana kızım Fâtımadan başkası binmez, buyurdu. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” vefâtından sonra hazret-i Fâtıma “radıyallahü anhâ” bir gece dışarı çıkmışdı. Gadbâ selâm verip, ey Resûlullahın kızı, artık dünyâdan ayrılma zemânım yaklaşdı. Resûlullahın vefâtından sonra yiyeceğe ve içeceğe hiç ihtiyâc duymadım, dedi. Bu hâdise (Şeref-ül-Mustafâ) kitâbında bildirilmişdir.
● Hayber feth edilince, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” ganîmet hissesinden bir merkeb düşmüşdü. Merkebe binip adın nedir diye sordular. Yezîd bin Şihâb dedi. Ben senin adını Ya’fûr koydum buyurdu. Sâhibin kim idi diye sordular. Bir yehûdî idi, dedi. Senin mubârek ismini duyunca uygunsuz sözler söylerdi. Bu sebeble benim üzerime her bindiğinde kasden sürçerdim ve onu düşürürdüm. Kendisini düşürdüğüm için beni aç bırakırdı ve eziyyet ederdi, dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ona, bir dileğin var mıdır, yanına bir eş alayım mı dedi. Hâyır, çünki atalarımdan duydum. Bizim neslimize yetmiş Peygamber binmişdir. Neslimizden sâdece ben kaldım. (Şeref-ül-Mustafâ) kitâbında şöyle bildirilmekdedir. O merkeb dile gelip, dedi ki, benim atalarım dedelerimden şöyle bildirdi. Bizim neslimizden sonuncusuna bir peygamber binecekdir. O peygamberin ismi Muhammed bin Abdüllahdır. Şimdi bizim neslimizden sâdece ben kaldım. Peygamberlerden de senden başkası kalmadı, dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ona binip bir
kimsenin evine bir iş için gitdiği zemân, o merkeb başıyla o kişinin kapısına vururdu. Ev sâhibi çıkınca da cevâb ver diye Resûlullahdan tarafa işâret ederdi. O merkeb Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” vefâtına kadar hizmet etdi. Resûlullah vefât edince çok feryâd etdi. Üç gün sonra kendini Ebû Heysemin kapısına atdı ve orada öldü.