Muhammed aleyhisselâmın peygamberliğinin bildirilmesinden hicretine kadar vukû’ bulan hâdiseler:
● Hazret-i Muhammede “sallallahü aleyhi ve sellem” Cebrâîlin “aleyhisselâm” gelmesi ve vahy getirmesi yaklaşmışdı. O sırada Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Mekkenin dışına çıkdığında, yanından geçdiği her taşdan: “Esselâmü aleyke yâ Resûlallah” diye ses gelirdi. Etrâfına bakınca, kimseyi göremezdi.
(Sahîh-i Buhârî)de şöyle bildirilmişdir: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” peygamberliği bildirilmeden önce sahîh rü’yâlar görürdü. Gördüğü rü’yâlar gündüz aynen çıkardı. Sonra yalnızlığı sevmeye başladı. Halkdan uzaklaşıp, çoğu geceleri Hira dağındaki mağarada ibâdet ile geçirirdi. Hazret-i Hadîcenin “radıyallahü anhâ” yanına gelir, birkaç günlük azığını alır giderdi. Ramezân ayında birgün Hira dağındaki mağarada ibâdet ile meşgûl iken, bir kimse geldi. Elinde ipekden bir örtü vardı.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” şöyle buyurmuşdur: O kimse bana “Oku” dedi. Ben okuma bilmem dedim. Elindeki örtüyü başımın üzerine koydu. Başımı ve yüzümü örtdü. Zan etdim ki öleceğim. Sonra o örtüyü başımdan kaldırdı ve “Oku” dedi. Ben okuma bilmem dedim. Yine önceki gibi, meâl-i şerîfi, (İnsanı bir kan pıhtısından yaratan Rabbinin adıyla oku! Oku, insana bilmediklerini öğreten ve kalemle yazdıran Rabbin en büyük kerem sâhibidir) olan Alak sûresinin [1-5] âyet-i kerîmelerini okudu. Sonra geri çekildi. Ondan işitdiklerim kalbime temâmen yerleşdi. Fekat bana mecnûn ve şâir demelerinden korkdum. Onları hiç sevmezdim. Çok endîşelendim. Bu sırada gök tarafından bir ses işitdim. Ey Muhammed! Sen Allahü teâlânın Resûlüsün. Ben de Cibrîlim, dedi. Semâda nereye baksam onu görüyordum.
Tâ akşam nemâzına kadar bu hâlde hayret içinde kaldım. O vaktde Hadîce, beni aratmak için her tarafa adamlar göndermiş. Onlardan ba’zıları gelip beni buldular. Cebrâîl görünmez oldu. Hadîcenin “radıyallahü anhâ” yanına geldim. Üzerimde hayret hâli ve vücûdumda titreme vardı. Hadîcenin dizine dayandım ve hâlimi anlatdım. Kâhin olmakdan korkuyorum dedim. Hadîce “radıyallahü anhâ”, Allahü teâlâ korusun! Allahü teâlâ senin hakkında hayr murâd etmişdir. Ümmîd ediyorum ki sen, bu ümmetin Peygamberi olacaksın, dedi. Sonra hazret-i Hadîce, amcasının oğlu ve eski kitâbları okumuş olan Varaka bin Nevfelin yanına gitdi. Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ahvâlini söyledi. Varaka bin Nevfel anlatılanları dinledikden sonra, nefsim kudretinde olan Allahü teâlâ hakkı için, eğer bu söylediklerin doğru ise, Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem” bu ümmetin Peygamberidir. Mûsâya “aleyhisselâm” gelen Nâmûs-u Ekber “Cebrâîl aleyhisselâm” ona da gelmişdir. Dahâ sonra Varaka bin Nevfel, Muhammed aleyhisselâmı Kâ’benin yanında gördü ve başından geçenleri bana anlat dedi. O da anlatdı. Yemîn ederek dedi ki: Sana gelen Nâmûs-u Ekberdir. O sana ilâhî hükmleri getirecekdir. Nitekim, Mûsâya da “aleyhisselâm” getirdi. Sen bu ümmetin Peygamberisin. Sana kavminden elemler gelecek. Seni memleketinden çıkaracaklar. Bir tâife sana yardım edecekdir. Eğer ömrüm vefâ ederse, sana elimle, dilimle, malımla ve canımla yardım ederim! Sonra hazret-i Muhammedin “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek başından öpdü. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” kalbi mutmein bir hâlde hazret-i Hadîcenin “radıyallahü anhâ” evine geldi.
● Hâdiselerden biri de Eksem bin Sayfî kıssasıdır: Hazret-i Muhammedin “sallallahü aleyhi ve sellem” peygamberliğini işitince, gidip görmek istedi. Kavmi onun gideceğini duyunca, sen bizim büyüğümüzsün, hafîflik yapma. Kavminden iki kişi gönder, gidip o Resûlün “sallallahü aleyhi ve sellem” ahlâkını, sözlerini, hâllerini görüp gelsinler, dediler. İki kişi gönderdi. Gidip dönünce, Resûlullahın “sallallahü aley-
hi ve sellem” hâllerini birbir anlatdılar. Bunun üzerine kavmine şöyle vasıyyet etdi: Ona îmân etmekde önce davranan dünyâda ve âhıretde azîz ve muhterem olur. Kendisi bunları söyledikden kısa bir süre sonra vefât etdi.
● Hâdiselerden biri de Ümeyye bin Ebî Salt kıssasıdır: Ebû Süfyân şöyle anlatmışdır: Ümeyye bin Ebî Salt Şâmda bana Utbe bin Rebînin hâlini sordu. Anlatdım, güzel dedi. Sonra yaşını sordu, söyleyince, ihtiyârlamış. Onun kusûru budur. Böyle söyleme, ihtiyârlık ona şeref ve fazîletden başka bir şey getirmemişdir, dedim. Bunun üzerine, sus da bunun sırrını söyleyeyim diyerek şöyle anlatdı: Biz kitâblarımızda okuduk ki, bizim diyârımızdan bir Peygamber gelecekdir. Ben şübhesiz o Peygamber ben olsam gerekdir diyordum. İlm ehli olanlarla bu husûsu konuşduk. O Peygamberin Abd-i Menâf oğullarından geleceğini söylediler. Abd-i Menâf oğullarına ne kadar dikkatle bakdıysam da bu işe Utbe bin Rebîden başka uygun birini göremedim. Fekat sen onun yaşını söyledin, yaşı geçmiş. Anladım ki gelecek olan Peygamber o değildir. Çünki o, kırk yaşını geçmiş ve ona peygamberlik bildirilmemiş. Bu konuşmalardan sonra aradan günler geçdi. Hazret-i Muhammede “sallallahü aleyhi ve sellem” Peygamberliği bildirildi. Ben ticâret için Yemen tarafına gitdim. Ümeyye bin Ebî Saltın yanına uğradım ve alay yollu beklediğin Peygamber gönderildi, dedim. Bunun üzerine bana o hak ve gerçek Peygamberdir. Ona tâbi’ ol, dedi. Ben de sen niçin tâbi’ olmazsın, dedim. Dedi ki, kabîlemin kadınlarından utanırım. Onlara dâimâ gelecek olan peygamber ben olacağım derdim. Şimdi benim Abd-i Menâf oğullarından bir kimseye tâbi olduğumu görürlerse kınarlar. Ey Ebû Süfyân! Kendini Onun huzûrunda boynuna ip takılmış bir oğlak gibi kabûl et ve Ona tâbi’ ol. Her ne emr ederse aslâ muhâlefet gösterme, diye tenbîh etdi.
Rivâyet edilmişdir ki, Ümeyye bin Ebî Salt, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûruna geldi. Göklerin ve yerlerin nasıl yaratıldığını, Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” hâllerini bildiren ve Muhammed aleyhisselâmın med-
hiyle biten bir kasîde getirdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ona Tâhâ sûresini okudu. Ümeyye bin Ebî Salt dinleyince, bu insan sözü değildir, dedi. Fekat, benim kardeşlerim vardır, onlar ile, meşveret yapmadan bir iş yapmam, dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, sana yazık olur, îmân et müslimân ol, doğru yola gir, buyurdu. Çok çabuk gelirim diyerek devesine bindi ve sür’atle Şâma gitdi. Yolda bir kiliseye uğradı. Orada râhibler vardı. Hâlini onlara anlatdı. Râhiblerden biri bahsetdiğin zâtı gördün mü, görsen tanır mısın, diye sorunca, evet gördüm, dedi. Bunun üzerine onu, içinde Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” resmlerinin bulunduğu bir eve götürdüler. Resmleri birer birer gösterdiler. Hazret-i Muhammedin “sallallahü aleyhi ve sellem” resmini görünce işte budur, dedi. Râhib, Ümeyyeye dedi ki: Sana yazıklar olsun. Hemen geri dön ve Ona îmân et! O âlemlerin Rabbinin Resûlüdür. Son Peygamberdir, dedi. Ümeyye bin Ebî Salt geri dönüp, Hicâza ulaşdı. O sırada Bedr gazâsı yapılmış ve Kureyş kabîlesinin ileri gelenleri ölmüşdü. Ümeyye bunu öğrenince, eğer O Peygamber olsaydı, kendi kavminin ileri gelenlerini öldürtmezdi deyip, ölenler için bir mersiye söyledi. Hemen Tâife gitdi. Uzun zemân orada kaldı. Bir gün uyumuşdu. Kız kardeşi de yanında idi. Rü’yâsında evin damının yarılıp iki beyâz kuşun içeri girdiğini gördü. Kuşlardan biri karnının üzerine konup kaftânını açdı. Diğeri öleceğini işitmişdir, dedi. Hâyır, Allahü teâlâ gecinden versin diyerek kaftânını üzerine örtdü. Sonra evin damından çıkıp, gitdiler. Evin damında hiç yarık izi kalmadı. Kız kardeşi Ümeyyeyi uyandırdı. Rü’yâsını anlatıp, bana bir haber getirmişler. Fekat bana söylenmesine müsâade edilmemiş dedi. Bundan sonra Tâifden Şâma gitdi. Cefne oğullarının yanına varıp, onları medh etmekle meşgûl oldu. Kuşların dilini bilirdi. Bir gün onlarla şerâb içiyordu. Oradan geçen bir karga ses çıkardı. Ümeyyenin rengi değişdi. Sana ne oldu, dediler. Eğer şu karganın garîb sözü doğru ise, şerâb sırası bana gelmeden ben ölürüm, dedi. Onun söylediklerinin doğru çıkmaması için şerâb sırasında acele davrandılar. Şerâb sırası Ümeyyenin yanın-
daki kimseye ulaşdığı sırada, Ümeyye bin Ebî Salt yere düşdü. Kaftânını üzerine örtdüler. Bir müddet sonra kaftânını kaldırıp, bakdılar ki ölmüş! Ölümünden sonra dilinden bu beytler işitildi:
Hayât her ne kadar uzun
olursa olsun,
Dâimâ bitmeye
mahkûmdur, biter en son.
Keşke ben bunu
anlamadan dahâ önce,
Keçi otlatan olsaydım,
dağ tepesinde.
● Askalan bin Ebî Avâlim el Humeyrî kıssası: Abdürrahmân bin Avf “radıyallahü anh” şöyle anlatmışdır: Hazret-i Muhammedin “sallallahü aleyhi ve sellem” Peygamberliğinin bildirilmesinden önce ticâret için Yemene gitmişdim. Askalan bin Ebî Avâlimin evinde misâfir olmuşdum. O çok yaşlı, za’îf, âdetâ kuş yavrusu gibi kalmış bir ihtiyârdı. Her ne zemân Yemene gitsem, onun evinde kalırdım. Her gidişimde bana sizin aranızdan, şeref ve şöhret sâhibi ve dîninize muhâlefet eden bir kimse çıkdı mı diye sorardı. Ben de hâyır, diye cevâb verirdim. Bir def’asında yine gitmişdim. O son derece za’îflemiş ve kulakları da işitmez olmuşdu. Oğulları ve torunları etrâfında toplanmışlardı. Bana nesebini söyle, dedi. Ben de söyledim. Sana öyle güzel bir müjde vereceğim ki, ticâretden çok iyidir, dedi ve şöyle bildirdi. Hak Sübhânehü ve teâlâ senin kavminden geçen ay bir Peygamber gönderdi. Onu bütün mahlûkâtdan üstün kıldı ve Ona bir kitâb gönderdi. Putlara tapmakdan men’ eder, dîn-i islâma da’vet eder. Hakka çağırır, bâtıldan sakındırır. O hangi kabîledendir, dedim. Hâşimoğulları kabîlesindendir ve siz Onun dayılarısınız. Ey Abdürrahmân! Hemen git, Ona tâbi’ ol, doğru söylediğine inan ve yardımcı ol ve benim şu bir kaç beytimi Ona götür, dedi. O beytlerden üçünün ma’nâsı şöyledir:
Sonsuz ilm sâhibi Allaha inanırım,
Geceyi sabâh ile aydınlatan Allaha inanırım.
Şehâdet ederim, Mûsânın Rabbine,
Seni Resûl olarak gönderdiğine.
Şefâ’atcim ol Rabbimin huzûrunda,
İyiliğe, kurtuluşa çağrıldığımda!
İşlerimi çabuk bitirip, Mekkeye döndüm. Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü anh” ile karşılaşıp, Humeyrînin söylediklerini anlatdım. Evet, Allahü teâlâ Muhammed bin Abdüllahı “sallallahü aleyhi ve sellem” Peygamber olarak gönderdi. Huzûruna git, dedi. O sırada hazret-i Resûl-i Ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” hazret-i Hadîcenin evinde idi. Oraya gidip girmek için izn istedim. İzn verildi, içeri girdim. Beni görünce tebessüm edip, iki hayrlı şeyden birini getirdin, buyurdu. Nedir deyince, yâ hediyye getirdin veyâ bir kimseden mektûb getirdin, buyurdu. Orada bulunanlara da, biliniz ki, Humeyrî mü’minlerin üstünlerindendir, buyurdu. Sonra ben kelime-i şehâdet söyleyerek müslimân oldum. Humeyrînin şi’rini okudum ve söylediklerini anlatdım. Bunun üzerine Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Beni tasdîk eden ve îmân eden, zemânımda bulunan ve bana gelen nice insanlar vardır ki, işte onlar gerçekden benim kardeşlerim ve dostlarımdır.) Abdürrahmân bin Avf bu hâdise ile alâkalı nice beytler söylemişdir. Bu beytler kitâblarda yazılmışdır.
● Semhâc adlı Cinnînin kıssası: İbni Mes’ûd “radıyallahü anh” şöyle anlatmışdır: Bir gün Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ile Safâ tepesine çıkdık. Müşrikler orada toplanmışdı. Ebû Cehl de aralarında idi. Müşrikler oradaki bir puta tapıyorlardı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” aralarına girip: Ey Kureyş cemâ’ati! Lâ ilâhe illallah diyerek îmân ediniz, dedi. Bunun üzerine Velîd bin Mugîre, Ebû Cehle; Muhammedi utandırayım mı dedi. Ebû Cehl yemîn vererek mutlakâ bunu yap, dedi. Velîd bin Mugîre o putu boynuna yaklaşdırarak, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” döndü ve: Ey Muhammed. Sen benim Rabbim şâh damarımdan dahâ yakındır, dersin. İşte benim rabbim de boynumdadır. Senin Rabbin nerededir, görelim dedi. Sonra putu yere koydu. Kureyşin müşrikleri puta secde etdiler. Puta ey tanrımız bize yardım et de Muhammedi öldürelim diye
yalvardılar. O sırada putun içinden Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” aleyhinde birkaç beyt ile Ehl-i islâmın hilâfına şeyler işitildi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” oradan ayrıldı. İbni Mes’ûd “radıyallahü anh” demişdir ki; ben de Resûlullah ile geri döndüm ve annem babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah! O putdan ne sesler geldiğini işitdiniz mi, dedim. Buyurdu ki: Evet işitdim. O bir şeytândır, putların içine girer ve halkı Peygamberleri öldürmeğe kışkırtır. Peygamberleri kötüleyen ve onlara dil uzatan şeytânları Allahü teâlâ çok çabuk helâk eder. Bu hâdiseden iki üç gün sonra, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûrunda oturuyordum. Bir kimse geldi, esselâmü aleyke yâ Muhammed, dedi. Biz onun sözünü işitdik, ammâ kendisini göremedik. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ona gök ehlinden misin diye sordu. Hâyır, dedi. Cinnîlerden misin deyince, evet dedi. Niçin geldin deyince, ben gayb olmuşdum. Bana Allahü teâlânın Resûlünü, bir şeytân zemmetdi, diye haber verdiler. Ben o şeytânı arıyordum. Safâ tepesine yakın bir yerde buldum ve onu kılıç ile öldürdüm. Onu senden uzaklaşdırdım yâ Resûlallah, dedi. Yârın Safâ tepesine dostlarınızla birlikde teşrîf ediniz, sizi sevindireceğim, dedi. Resûlullah ona ismin nedir, dedi. Semhâc deyince, ister misin sana bundan dahâ güzel bir ism vereyim, buyurdu. O ism nedir yâ Resûlallah deyince: Sana Abdüllah ismini koydum buyurdu. Bundan sonra o cinnî ayrılıp gitdi.
Abdüllah ibni Mes’ûd “radıyallahü anh” demişdir ki, bana o geceden dahâ uzun bir gece olmadı. Sabâhleyin Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ile Safâ tepesine gitdik. Müşrikler orada toplanmışdı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” aralarına girip: Ey Kureyşliler! Lâ ilâhe illallah deyiniz, buyurdu. Müşrikler yine oradaki putun önüne gidip, secde etdiler ve puta yalvarmağa başladılar. Bugün de önceki gibi olacak zan ederek korkdum. O sırada putun içinden âniden bir ses geldi. Ben Abdüllah bin Heyarâyım! Tertemiz Peygamberi kötüleyen fitne sâhibi şeytânı öldürdüm. Müşrikler putdan bu sesleri işitince puta söverek biz senin gibisi-
ne tapmadık. Muhammed sana sihr yapmış. Dün Onu kötülüyordun. Bugün medh ediyorsun, dediler. Sonra putu yere vurup parçaladılar. Sonra Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” hücûm etdiler. Mubârek alnını kanatdılar. O sırada müşriklerin arasından elinde demirli baston bulunan bir ihtiyâr ortaya çıkdı. Ey Kureyşliler, işitdim ki Muhammed sizden kuvvetli imiş. Beni Onun yanına götürün de, şu bastonu onun karnına vurayım, dedi. Vurmak için elini kaldırınca eli kurudu ve havada asılı kaldı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” o mel’ûnun şerrinden kurtuldu.
● İskenderiyye Üsküfünün kıssası: Mugîre bin Şu’be “radıyallahü anh” şöyle anlatmışdır: Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Peygamberliğinin bildirildiği sırada, ticâret için bir kâfile ile Tâifden İskenderiyyeye gitdim. Orada bir üsküf [hıristiyan din adamı] vardı. Bu kimse çok ibâdet ederdi. Halk, hastalarını, şifâya kavuşması için ona getirirlerdi. Ona hiç gönderilmedik Peygamber kaldı mı diye sordum. Evet, Hâtem-ül enbiyâ vardır. Onunla Îsâ aleyhisselâm arasındaki zemân çok değildir. O son Peygamber, ne uzun ne kısa boyludur. Ne siyâh, ne beyâzdır. Gözlerinde kırmızılık vardır. Saçlarını uzatır, kılıç kuşanır. Kimseden korkmaz, savaşa katılır. Eshâbı Onun için canlarını fedâ ederler. Onu anne ve babalarından ve evlâdlarından çok severler. Sıcak bir yerden çıkar. Bir haremden bir hareme hicret eder. Kurak bir yerde yerleşir. İbrâhîm aleyhisselâmın dînine mütâbeat gösterir, dedi. Mugîre bin Şu’be “radıyallahü anh” sözlerine devâm ederek şöyle nakl etmişdir: O Üsküfe, biraz dahâ O Peygamberden bahs et dedim. Şöyle anlatdı: O Peygamber beline izâr bağlar. Her Peygamber kendi kavmine gönderildi. O ise bütün insanlara ve cinnîlere gönderildi. Yeryüzünün her tarafı Ona mescid kılındı. Su bulamadığı zemân teyemmüm ederek nemâz kılar. Ondan bunları dinledikden sonra İskenderiyyede uğradığım her kilisenin üsküfüne Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sıfatlarını ve hilyesini, şeklini, şemâilini sordum ve hepsini tek tek hâfızama yerleşdirdim. Medîneye dönünce, hepsini Resûlullaha
“sallallahü aleyhi ve sellem” anlatdım. Hoşlarına gitdi. Eshâba da “radıyallahü anhüm ecma’în” anlat buyurdu. Ben de günlerce Eshâb-ı kirâma gurub gurub anlatdım.
● Hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” müslimân olması hâdisesi: Emîr-ül mü’minîn Ömer bin Hattâb “radıyallahü anh” şöyle anlatmışdır: Bir gün Ebû Cehl ve Şeybe ile birlikde oturuyorduk. Ebû Cehl ayağa kalkıp, ey Kureyş topluluğu! Muhammed sizin tanrılarınızı kötülüyor. Size aklsız ve câhil diyor. Atalarınız Cehennemdedir diyor. Her kim Muhammedi öldürürse, ona yüz kızıl tüylü ve yüz kara tüylü deve ile bin ölçek gümüş vereceğim diye bağırdı. Bunun üzerine ben ayağa kalkdım ve Ey Ebel Hakem. Söylediğin sözde doğru musun, ya’nî sözünde durur musun dedim. Evet, hemen vereceğim deyince, ben de lat ve uzza hakkı için, bu işi ben yaparım, dedim. O ânda elimden tutup beni Kâ’benin yanındaki hubel putunun yanına götürdü ve hubeli bana şâhid tutdu. O bütün putların en büyüğü idi. Her ne zemân bir sefere veyâ savaşa çıkacak olsalar, sulh veyâ nikâh yapacak olsalar, hubel putunun yanına varırlar, hubelle meşveret ederler ve onu şâhid tutarlardı. Ben kılıç kuşanıp, hazret-i Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” aramağa çıkdım. Bir yere vardım, bakdım ki, bir kuzuyu kesiyorlardı. Orada biraz durup bakdım. Kuzunun içinden bir ses geliyor ve şöyle diyordu: Ne hoş, ne mubârek işdir ve ne se’âdetdir ki, bir kimse yüksek sesle ve açık bir ifâde ile halkı Allah birdir, Muhammed aleyhisselâm Onun resûlüdür diyerek îmân etmeğe çağırıyor! Ben hemen kendi kendime bu sözler sanadır, dedim. Oradan ayrılınca, bir koyun sürüsüne rastladım. Koyunların içinden de aynı şeyleri söyleyen bir ses geliyordu. Kendi kendime, yemîn ederim ki, bu sözler benden başkasına söylenmiyor, deyip, oradan da ayrıldım. Dımâd denilen putun yanından geçiyordum. Putun içinden bir ses şu beytleri söylüyordu: Beytlerin anlamı şöyledir:
Peygamberliği
açıklanınca, Muhammed-ül Emînin,
Yalnız Allaha tapılır,
dımâd putu terk edilir.
O Peygamberlere vâris
olan kimsedir,
Meryem oğlu Îsâdan sonra, Kureyşden gelen Peygamberdir.
Önce, dımâd ve diğer
putlara tapınanlar,
Keşke hiç tapmasa idik onlara diyecekler.
Yâ Ebâ Hafs [Ömer “radıyallahü anh”], sabr et, sen
öyle bir kişisin,
Sana Adî oğlu şerefinden başka şeref nasîb olacak.
Elin ile ve dilin ile çok yardım edeceksin,
Hiç acele etme, sen Onun dînine gireceksin.
Artık kesin olarak anladım ki, bu sözler bana söyleniyordu. Kız kardeşimin evine gitdim. Habbâb bin Erat “radıyallahü anh” ve kız kardeşimin kocası Sa’îd bin Zeyd “radıyallahü anh” orada idiler. Beni kılıç kuşanmış bir vaziyyetde görünce korkdular. Korkmayın, dedim. Bunun üzerine Habbâb bana: Ey Ömer, yazık sana müslimân ol, dedi. Su istedim, getirdiler. Abdest aldım ve hazret-i Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” sordum. Erkam bin Ebî Erkamın evindedir, dediler. Hemen oraya gitdim. Kapıyı çaldım. Hamza “radıyallahü anh” dışarı çıkdı. Beni kılıç kuşanmış bir hâlde görünce bana bağırdı. Heybetli bir kimse idi. Ben de ona bağırdım. Bu sırada Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” dışarı çıkdı. Bana bakıp müslimân olmak için geldiğimi anladı ve Allahü teâlâ senin hakkındaki düâmı kabûl etdi. Ey Ömer! Müslimân ol, buyurdu. Ben, Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enneke Resûlullah diyerek müslimân oldum. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ve Eshâb-ı kirâm çok sevindiler. O gün benimle müslimânların sayısı kırka ulaşdı. Allahü teâlâ [Enfâl sûresi 64.cü âyetinde meâlen] (Ey Peygamberim! Sana Allah ve mü’minlerden, senin izinde gidenler yetişir!) buyurdu. Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” Allah hakkı için dışarı çıkalım. Müşrikler bize bir şey yapamaz, dedim. Sonra dışarı çıkdık. Tekbîr getirdik, öyle ki, müşrikler işitdiler. Hazret-i Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Kâ’beyi tavâf etdi. Bu hâdiseden sonra müşriklerle mücâdele edip durduk. Sonunda Allahü teâlâ bizi tam gâlib kıldı.
● Ebû Muhammed Cerîrî Taberî “rahmetullahi aleyh” şöyle nakl etmişdir: Emîr-ül mü’minîn Ömer “radıyallahü anh” îmân etmekle şereflenince, müslimânlar kuvvetlendi. İslâm dîni açıkdan yayılmağa başladı. Ebû Cehl bu durumu görünce müşriklere, Muhammed büyücüdür. Her kim yanına varsa, onu sihrle kendine bağlıyor, dedi. Fırsat kollayıp, Onu yalnız bir yerde bulunca hemen öldürelim, dedi. Müşrikler bu şeklde anlaşıp karar verdiler. Bir gün hazret-i Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” tek başına bir dağa doğru gidiyordu. Ebû Cehl beş on kişiyle arkasından gitdi. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” üzerine hücûm etdiler. Öldürmek istediler! Fekat yapamadılar. Zîrâ Peygamberlere “aleyhimüsselâm” kırk erkek kuvveti verilmişdir. Bizim Peygamberimize ise kırk peygamber kuvveti verilmişdir. Hücûm edenler, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek başını dört yerinden yaralamışlardı. Eshâb-ı kirâm bu durumu haber alınca, hemen oraya koşdular. Müşrikler onları görünce kaçdılar. Bu hâdisenin olduğu sırada Peygamber efendimizin amcası hazret-i Hamza dahâ müslimân olmamışdı. O gün avda idi. Karşısına bir geyik çıkdı. Bir ok çıkarıp geyiği vurmak istedi. O sırada geyik dile gelip: Ey Hamza! Benden ne istersin! Evine git, sana mühîm bir iş düşdü, dedi. Hayret etdi. Avlanmayı bırakıp, evine döndü. Kameriye adlı bir câriyesi vardı. Bu câriye yemeğini getirip, önüne koydu. Fekat bir tarafdan da ağlıyordu. Hazret-i Hamza câriyesine niçin ağlıyorsun dedi. Muhammed aleyhisselâm için ağlarım. Evinde yaralı yatıyor. Ebû Cehl beş on kişiyle üzerine hücûm edip, yaralamışlardır. Hazret-i Hamza bunu duyar duymaz, hiddetle yerinden kalkdı! Yayını eline aldı ve Muhammedin “sallallahü aleyhi ve sellem” öcünü almadıkca bu yemeği yimem dedi. Hemen Ebû Cehlin evine doğru yürüdü. Ebû Cehl evinin önünde müşriklerle birlikde oturuyordu. Hazret-i Hamzayı uzakdan kızgın bir hâlde görünce, dağılıp kaçmaya başladılar. Ebû Cehl de kaçıyordu. Fekat hazret-i Hamza yetişip onu yakaladı. Elindeki yay ile başına vurmağa başladı. Yay param parça oldu. Ebû Cehlin başında yedi dâne derin yara açıldı.
Hazret-i Hamzanın karşısına çıkmağa kimsenin cesâreti yokdu. Halk araya girip sulh yapdırdılar. Hazret-i Hamza oradan hemen Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûruna gitdi. Yatıyordu. Yâ Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem”! Düşmânından öcünü aldım. Ebû Cehlin başını yedi yerden yardım. Araya girenler olmasaydı öldürürdüm dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”: Ey amca! Bu işin bana fâidesi yokdur. Eğer îmân edersen o zemân memnûn olurum, buyurdu. Hazret-i Hamza, eğer ben îmân edersem, senin gönlün hoş olur mu, dedi. Evet, buyurunca, hemen îmân etdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” çabuk iyileşip kalkdı.
● Süfyân Hüzelî “radıyallahü anh” şöyle anlatmışdır: Bir kervânla Şâm yolunda gidiyorduk. Bir gece sabâha karşı bir yerde uyumak için konakladık. Âniden havada duran bir atlı gördük. Ey uyuyanlar! Kalkınız, uyku zemânı değildir. Çünki, Ahmed “sallallahü aleyhi ve sellem” zuhûr etdi ve cinnîlerin temâmı kovuldu, diyordu. Biz cesûr kimseler olduğumuz hâlde korkduk. Evlerimize döndüğümüzde, Mekkede bir ihtilâf ortaya çıkdığını, Abdülmuttalib oğullarından birinin Peygamber olduğunun bildirildiğini ve isminin Ahmed “aleyhisselâm” olduğunu işitdik.
● Urve bin Merre el-Cühenî “radıyallahü anh” şöyle anlatmışdır: Câhiliyye dönemi günlerinde hac yapmak için Mekkeye gitdim. Rü’yâmda Kâ’beden bir nûrun çıkdığını ve Medînenin dağları görününceye kadar yayıldığını gördüm. O nûrdan bir ses geldiğini ve zulmet parçalandı, nûr yayıldı! Hâtem-ül-Enbiyâ gönderildi diye işitdim. Sonra bir nûr dahâ çıkdı. O nûrun aydınlığında Hirenin ve Medâyinin bütün köşklerini gördüm. O nûrdan da bir ses geliyor ve şöyle diyordu:
İslâmiyyet
geldi, putlar kırıldı,
Akrabâlar
ziyâret edilir oldu.
Uykudan uyanınca korkdum ve kavmime, vallahi Kureyş arasında bir hâdise olmuşdur, dedim. Memleketimize dö-
nünce, Ahmed adında bir zâtın halkı islâma da’vet etdiğini haber aldık. Huzûruna gidip gördüğüm rü’yâyı anlatdım ve müslimân oldum.
Hâdiselerden biri de şöyledir: Bir kimse Bâbilden Mekkeye ticâret için gelmişdi ve Ebû Cehle koyunlarını satmışdı. Ebû Cehl parasını vermiyor ve oyalıyordu. Bir gün Bâbilli tüccâr Kureyş kabîlesinin reîsine gelip, ben garîb bir kimseyim. Ebû Cehl koyunlarımı satın aldı ve parasını vermedi. Kim ondan benim hakkımı alabilir, dedi. Hazret-i Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem” o sırada onlara yakın bir yerde oturuyordu. Kureyşliler alay ederek o kimseye, işte şu oturan kimse senin hakkını alır diyerek, Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” gösterdiler. Bunun üzerine Bâbilli kimse, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûruna gidip, başından geçenleri anlatdı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hemen kalkıp, gel senin hakkını alayım, dedi. Kureyşliler haber getirmeleri için iki kişiyi arkalarından gönderdiler. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Ebû Cehlin kapısına varıp, kapıyı çaldı. Kimsin diye sorunca, Muhammed bin Abdüllahım. Dışarı gel, buyurdu. Ebû Cehl hemen dışarı çıkdı. Rengi değişmiş ve vücûdu titriyordu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ona, bu kimsenin hakkını ver, buyurdu. Ebû Cehl veririm, dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bu kimsenin hakkını temâmen vermedikce buradan ayrılmam, buyurdu. Bunun üzerine Ebû Cehl acele evine girdi. O kimsenin hakkının temâmını getirip, verdi. Sonra Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” oradan ayrılıp gitdi. Bâbilli kimse Kureyşlilerin toplu hâlde bulundukları yere gidip, Allahü teâlâ Muhammede “sallallahü aleyhi ve sellem” iyilikler versin. Hakkımı o zâlimin elinden alıverdi, dedi. Sonra müşriklerin haber getirmek için gönderdikleri iki kişi de yanlarına geldiler ve olanları aynen anlatdılar. Onların ardından Ebû Cehl de oraya geldi. Kureyşliler onu kınadılar. Bunun üzerine Ebû Cehl, Muhammed kapıma gelip kapıyı çalınca, sanki kalbim yerinden fırladı. Hemen dışarı çıkdım. Muhammedin başı üzerinde bü-
yük bir aslan gördüm. Ağzını açmışdı. Eğer o kimsenin hakkını vermekde bir ân dahâ duraklasam aslan beni parçalayacakdı, dedi. Oradakiler bu da Muhammedin sihrlerindendir, dediler.
● Abdürrahmân bin Cevzî (Kitâb-ül-Vefâ fî ahvâlil Mustafâ) adlı eserinde, Hâlid bin Sa’îd bin Âs “radıyallahü anh” hazretlerinin şöyle anlatdığını nakl etmişdir: Bir gece rü’yâmda Mekkeyi bir karanlığın kapladığını gördüm. Öyle ki, bir kimse kendi elini göremezdi. Bu esnâda zemzem kuyusundan bir nûr çıkdı, gökyüzüne yükseldi ve Kâ’be üzerine ışık verdi. Sonra Mekkenin temâmını aydınlatdı. Sonra da Medînenin hurmalıklarını aydınlatdı. Öyle ki, hurma ağaçlarının dalları üzerindeki hurma koruklarını o nûrun aydınlığında görüyordum. Bu hâlde iken uyandım. Rü’yâmı kardeşim Amr bin Sa’îde anlatdım. Kardeşim firâseti kuvvetli bir kimse idi. Ey kardeşim! Bu iş Abdülmuttalib oğullarından zuhûr edecek. Görmezmisin o nûr onların atalarının kazdığı kuyudaki sudan çıkmış. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Peygamberliği bildirilince, huzûruna gidip o rü’yâmı anlatdım. Bana ey Hâlid! Vallahi o nûr benim. Ben Allahü teâlânın Resûlüyüm, buyurdu. Sonra îmân edilecek şeyleri bildirdi. Ben de müslimân oldum. Sonra kardeşim Amr da müslimân oldu.
● Benî Esed kabîlesinden bir kimse, satmak için pazara üç deve getirmişdi. Ebû Cehl müşteri oldu ve satın aldı. Fekat parasını vermedi. O sırada Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” mescidde oturuyordu. Develerini Ebû Cehle satıp, parasını alamayan kimse, Resûlullahın huzûruna gelip, hâlini anlatdı. Develerin şu ânda nerededir diye sorunca da, henüz pazardadır, dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” pazara gitdi. O kimsenin develerini rızâsıyla satın aldı. Sonra devenin ikisini satıp, üç devenin bedelini ödedi. Kalan bir deveyi de satıp, parasını Abdülmuttalib oğullarının fakîrlerine paylaşdırdı. Ebû Cehl pazarın bir köşesinde durmuş, hiçbir şey söyleyemiyordu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Ebû Cehle: Artık bundan sonra böyle işler yapma!
Eğer yaparsan, kimsenin başına gelmemiş olan bir belâ senin başına gelir, buyurdu. Ebû Cehl: Artık yapmam yâ Muhammed dedi. Müşriklerden ba’zıları Ebû Cehle Muhammedin karşısında hor düşdün. Onun dînine mi girdin, yoksa, Ondan korkdun mu, dediler. Ebû Cehl, ben aslâ Onun dînine girmem. Fekat Onun sağ tarafında bir kaç kişi gördüm. Ellerinde mızraklar vardı. Eğer karşı gelseydim, beni o ânda helâk edeceklerdi, dedi. Müşrikler, bu da Muhammedin sihrlerindendir, dediler.
● Zenîre adında bir câriye müslimân olmuşdu. O sıralarda gözleri görmez oldu. Ebû Cehl bu lât ve uzzanın işidir, dedi. Zenîre, lat ve uzza putları insanların ibâdet edip etmediklerinden haberdâr olamazlar. Benim gözlerimin kör olması Rabbimin takdîriyledir. Rabbim gözlerimi tekrâr açmaya kâdirdir, dedi. O gece gözleri açıldı. Tekrâr görmeğe başladı. Fekat Kureyş kabîlesinden, gönül gözü kör olanlar, bu iş de Muhammedin sihrlerindendir dediler ve dalâletde kaldılar.
● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” hanımı hazret-i Hadîce “radıyallahü anhâ” hayâtda iken, kızlarından Zeynebi “radıyallahü anhâ” kız kardeşinin oğlu Ebûl Âsa vermişdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” kızlarından Rukayyeyi veyâ Ümmü Gülsümü de Uteybe bin Ebî Lehebe nişânlamışdı. Resûlullah “aleyhisselâm” ile Kureyşliler arasında düşmânlık büyüyünce, müşrikler dâmâdlara Onun kızlarını almakla yükünü hafîfletiyorsunuz. Kızlarını boşayın ki, zahmete düşsün. Kureyşin kızlarından hangisini isterseniz size verelim, dediler. Dâmâdlarından Ebûl Âs, ben hanımımdan ayrılmam ve Kureyş kadınlarından hiçbirini ona denk tutmam, dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” onu medh etdi. Uteybe, bana Sa’îd bin Ebil-Âsın kızını verirseniz nişânı bozarım, dedi. Sa’îd bin Ebil-Âsın kızını ona verdiler. O bedbaht, henüz Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” kızıyla evlenmemişdi. Resûlullah kızı ile otururken, huzûruna gelip, sana îmân etmiyorum ve kızından ayrıldım diyerek, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” doğru
tükürdü. Kötü sözler söyledi ve gitdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Allahım, köpeklerinden birini ona musallat et, diye düâ etdi. Ebû Tâlib de orada idi. Uteybeye, ey kardeşimin oğlu, bu düâdan hangi hîle ile kurtulabilirsin, dedi. Ba’zıları da Ebû Tâlibin üzüldüğünü, Resûlullaha, ey kardeşimin oğlu bu düâdan sana ne menfe’at var dediğini rivâyet etmişlerdir. Uteybe bu düâyı babasına söyleyince, babası üzüldü. Bu hâdiseden sonra ticâret için kervânla Şâma gitdi. Yolda bir yerde konaklamışlardı. Orada bir râhib onlara; burada yırtıcı hayvân çokdur, dedi. Bunun üzerine Uteybe yol arkadaşlarına bana yardımcı olun. Muhammedin düâsından dolayı emîn değilim, dedi. Bütün yükleri yığdılar. Uteybeyi yüklerin en üstüne yatırdılar. Kendileri de etrâfını çevirip yatdılar. Gece yarısı bir aslan geldi. Oradakilerin herbirini tek tek kokladı. Sonra yüklerin üstüne sıçradı. Pençesiyle Uteybenin karnını yardı ve cânını Cehenneme yolladı. Hassân bin Sâbit “radıyallahü anh” bu hâdiseyi bir kasîdesinde anlatmışdır.
● Necâşî ile alâkalı hâdise: Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” Habeşistâna ikinci def’a hicret etdiklerinde seksen iki erkek ve yirmidört kadın idiler. Ca’fer bin Ebî Tâlib “radıyallahü anh” ve Ümmü Seleme “radıyallahü anhâ” da onlar arasında idiler.
Ümmü Seleme “radıyallahü anhâ” şöyle anlatmışdır: Habeşistânda ikâmetimiz sırasında râhatlıkla dînimizi açıkladık. Allahü teâlâya ibâdet ile meşgûl olduk. Hiç kimse bize mâni’ olmadı. Bizim râhat ve refâh içinde olduğumuz Mekkede duyulunca, Kureyşliler sözbirliği ederek, Amr bin Âsı ve Abdüllah bin Ebî Rebîayı hediyyelerle birlikde, Necâşîye ve patriklerine ve adamlarına gönderdiler. O iki kişi Habeşistâna gelip, hediyyeleri dağıtdılar. Sonra Necâşînin adamlarına dediler ki: Bir gurub kimse babalarının ve dedelerinin dînini bırakarak Mekkeden buraya geldiler. Melikin dînine de girmediler. Onların babaları ve akrabâları bizi gönderdiler. Melik onları bizim yanımıza katıp, Mekkeye göndersin dediler. Patrikler, bu durumu Melike kendiniz
arz edin, biz de size yardımcı olalım dediler. Mekkeden gelen o iki kişi patriklerin yanında durumu Melik Necâşîye söylediler. Bunu fırsat bilen patrikler, ey Melik! Bu iki kişi onların hâlini iyi bilir. Onları bu kişilere teslîm et dediler. Necâşî onlara kızıp, bu kimselerin sözleriyle iş yapmak doğru olmaz. Bize sığınanları çağıralım, işin hakîkatini onlara soralım. Eğer bu iki kişinin söylediği doğru ise, onları teslîm edeyim. Şâyet hâdise bunların dediği gibi değilse, buraya sığınanlara dahâ çok alâka göstermemiz ve bunlara hiç dokundurmamamız îcâb eder, dedi. Sonra âlimlerinin toplanmasını emr etdi.
Âlimler Necâşînin etrâfında toplandılar ve kitâblarını önlerine koydular. Sonra Eshâb-ı kirâmdan Habeşistâna hicret etmiş olanları çağırtdı. Ca’fer bin Ebî Tâlib ve diğer Eshâb geldiler. Onlar gelince âlimler kalkıp, Ca’fer bin Ebî Tâlibi “radıyallahü anh” Necâşîye takdîm etdiler. Necâşî de hürmet ve iltifât gösterdi. Necâşî durumu sordu. Ca’fer bin Ebî Tâlib şöyle dedi: Ey Melik! Biz câhiliyye ehlinden, puta tapan, leş yiyen, kumar oynayan ve dahâ nice kötü işleri yapan bir kavimdik. Allahü teâlâ ihsân ederek, kavmimizden, nesebi, emâneti, diyâneti en iyi olan birini seçip, Peygamber olarak gönderdi. O bize Allahü teâlânın bir olduğunu bildirdi ve îmâna da’vet etdi. Biz O yüce Allaha ibâdet ederiz ve Ona şirk koşmayız. Biz nemâz kılarız, doğrulukdan ayrılmayız, sözümüzde dururuz. İyilik ederiz, akrabâyı ziyâret ederiz. Biz o Peygambere îmân etdik ve tâbi’ olduk. Bu sebeble kavmimiz bize düşmân oldu. Eskisi gibi şirk ve küfre dönmemiz için çok sıkıntı çekdirdiler ve işkence yapdılar. Onların işkencesine dayanamayıp buraya sığındık. Burada düşmânlık yapamazlar.
Necâşî “rahmetullahi aleyh” bunları dinledikden sonra Peygamberinize indirilen kitâbdan biraz oku dedi. Ca’fer bin Ebî Tâlib “radıyallahü anh”, Meryem sûresinden bir mikdâr okudu. Necâşî dinlerken o kadar ağladı ki sakalı ıslandı. Yanında bulunan âlimler de ağladılar. Göz yaşları, önlerinde bulunan kitâblarını ıslatdı. Sonra Necâşî şöyle dedi: Bu nûr,
Mûsâya “aleyhisselâm” gelen nûr ile aynı yerden geliyor. Müslimânları geri götürmek için Mekkeden gelen iki müşrike de, vallahi ben bunları size vermem dedi. Bunun üzerine o iki kişi Necâşînin huzûrundan çıkdılar. Amr bin Âs, ben Muhammedin “sallallahü aleyhi ve sellem” eshâbına bir iş yapayım da perîşan olsunlar, dedi. Abdüllah bin Ebî Rebîa, ey Amr, böyle bir şey yapma. Her ne kadar onlarla aramızda muhâlefet varsa da, onlar da bizim akrabâlarımızdır, dedi. Amr onu dinlemedi ve Necâşîye, Muhammedin eshâbı Îsâya “aleyhisselâm” köle diyorlar diye haber yolladı. Necâşî, Ca’fer bin Ebî Tâlibi ve Habeşistâna hicret etmiş olan diğer müslimânları tekrâr yanına çağırdı. Siz Îsâ aleyhisselâm hakkında ne dersiniz diye sordu. Ca’fer bin Ebî Tâlib: Îsâ aleyhisselâm kelimetullah ve rûhullahdır. Allahü teâlâ böyle bildiriyor diye cevâb verdi. Necâşî yemîn ederek Îsâ “aleyhisselâm” da böyle söylemişdir. Bundan sonra bu memleketde emîn olarak kalınız. Hiç kimse size dokunmasın dedi. Sonra patriklerine, Mekkeden gelen o iki kişiye getirdikleri hediyyeleri geri veriniz. Onların hediyyelerine ihtiyâcım yokdur, dedi. O iki kişi reddedilmiş olarak dönüp gitdiler. Orada bulunan Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” huzûr içinde ikâmet etdiler. [Habeş pâdişâhlarının hepsine Necâşî denir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” zemânındaki Necâşînin adı Eshame idi. Nasrânî iken müslimân oldu. Cenâze nemâzını Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Medînede kıldırdı. Amr bin Âs “radıyallahü anh” da hicretin 8.ci senesinde müslimân oldu.]
● Habeşistân pâdişâhı Necâşinin üsküflerinden yirmi kişi Necâşiden izn alarak, Mekkeye gitdiler. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Kâ’bede Makâm-ı İbrâhîmde oturuyordu. İzn isteyip huzûruna geldiler. Onlardan Tapûr adındaki üsküf, Allahü teâlânın resûlü olduğunu söyleyen zât siz misiniz dedi. Evet benim buyurunca, halkı neye da’vet ediyorsun diye sordu. Şerîki olmayan Allahü teâlâya îmân etmeye çağırıyorum, buyurdu. Sonra onlara Kur’ân-ı kerîm okudu. Hepsi ağlamaya başladılar. Göz yaşları sakallarını ıslatdı.
Tapûr üsküf, ben Allahü teâlâya ve senin Onun resûlü olduğuna îmân etdim, dedi. Diğer üsküfler de hemen o ânda îmân etmekle şereflendiler. Bunlar, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûrundan ayrılınca, Ebû Cehl ve Ümeyye bin Halef, Kureyşden bir cemâ’at ile onlara dediler ki, siz buraya din araştırmak için gönderildiniz. Bu kimsenin dîni hakkında haber götürecekdiniz. Sizin hiç aklınız yokmu. Onun huzûrunda bir sâat oturdunuz ve dîninizi değişdirdiniz. Ne söylediyse tasdîk etdiniz. O iki seneden beri Peygamber olduğunu söyler. Bizden birkaç aklsız ve birkaç fakîrden başka kimse inanmadı. Onların bu sözleri üzerine üsküfler, siz susun, biz kimsenin hakkını zâyi’ etmeyiz. Biz apaçık bir hakka kavuşduk. O hak dinle aydınlandık. Câhillerin sözüyle bu hak dinden dönmeyiz, dediler. Sonra Kur’ân-ı kerîmi ve islâmiyyetin esâslarını öğrendiler ve memleketlerine döndüler.
● Hazret-i Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem”, Mi’râcını anlatırken, Kur’ân-ı kerîmde bildirildiği gibi, Mescid-i Aksâya uğradıklarını söyledi. Kureyşliler, Onun Mescid-i Aksâyı dahâ önce görmediğini biliyorlardı. Mescid-i Aksânın şeklini sordular. O sırada Cebrâîl “aleyhisselâm” Mescid-i Aksâyı Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” gözlerinin önüne getirdi. Sorulan şeylere Mescid-i Aksâyı seyrederek [televizyon gibi] cevâb verdi. Ayrıca Kureyşlilerin Şâma gitmiş olan bir kervânından haber sordular. Kervân yoldadır. Ben onlara uğradığım zemân, falan kişi deve üstünde oturmuşdu. Hava soğuk idi. Kölesinden kilim istedi. Ben susamışdım. Falan kimsenin bardağından su içdim. Bir kimse bir şey kaybetmişdi. Onu arayıp buldular. Bizim Burakımızdan kervândaki develer ürkdü ve etrâfa dağıldılar. Eğer develeri toplamak için çok oyalanmazlarsa, falan gün güneş doğarken Mekkeye gelirler, buyurdu. Kervânın geleceğini söylediği gün müşrikler iki gurub oldular. Bir gurubu kervânın geleceği tarafı, bir gurub da güneşin doğacağı tarafı gözetlemeye başladılar. Kervânı gözetleyenler âniden, işte kervân geldi diye bağrışdılar. O ânda güneşin doğuşunu gö-
zetleyenler de, işte güneş doğuyor diye bağrışdılar. Kervânı karşıladılar ve anlatılanları ve başlarından geçen hâdiseleri tek tek sordular. Hepsinin doğru olduğunu öğrendiler. Fekat inâdlarından ve kibrlerinden dolayı îmân etmediler. İnkârları ve kibrleri artdı. “Allahü teâlânın dalâletde bırakdığını, kimse hidâyete erdiremez.” Yûnüs bin Bükeyr, İbni İshâkın siretine ilâveten şöyle demişdir: O gün güneşin doğması, kâfilenin gelmesine kadar Allahü teâlâ tarafından gecikdirilmişdir.
● Birgün Ebû Cehl, uzun münâkaşalardan sonra Kureyşlilere dedi ki, biz, Muhammedin hakkında artık ma’zûruz. Bundan sonra onu âdeti üzere nemâz kılarken görünce, başına bir taş vurayım. Böylece Onun elinden kurtulmuş olurum. Fekat bana yardımcı olun, düşmân eline bırakmayınız. Ebû Cehle, sana her bakımdan yardımcı olacağız. Seni gözeteceğiz, seni düşmân eline bırakmayacağız diye söz verip, and içdiler ve bu işi yap, dediler. Sabâhleyin, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” nemâz kıldığı yere gelip, nemâza durdu. Ebû Cehl eline bir taş alıp, arkadan yaklaşdı. Yanına yaklaşınca, yüzünün rengi değişdi. Vücûdu titremeğe başladı ve perîşan bir hâlde geri döndü. Kureyşliler, Ebû Cehle, sana ne oldu diye sorunca; dedi ki taşı vurmak için Ona yaklaşınca, kocaman ve hırçın bir deve gördüm. Ömrümde öyle uzun ayaklı, keskin dişli ve heybetli deve görmemişdim. Eğer biraz dahâ yaklaşsaydım beni öldürürdü, dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, “Eğer yaklaşsaydı, onu elbette yakalardı. Cebrâîl “aleyhisselâm” bana böyle haber verdi” buyurmuşdur.
● Ebû Cehl, Kureyş müşriklerine, Muhammed sizin yanınızda yüzünü toprağa sürer mi. Ya’nî nemâz kılıyor mu diye sordu. Onlar da, evet kılıyor, dediler. Eğer ben Onu nemâz kılarken görürsem ayağımla başını ezeceğim, dedi. Bir gün Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” nemâz kılarken dediğini yapmak için üzerine doğru yürüdü. Dahâ yaklaşmadan yüzünden birşeyler silerek derhâl geri döndü. Müşrikler sana ne oldu, dediklerinde, Muhammed ile aramızda ateş-
den bir hendek gördüm. Zebânîler bana hücûm etdiler. Hemen geri döndüm, dedi. Bu hâdise üzerine Allahü teâlâ me-âl-i şerîfleri, (Sen nemâz kılan kulu (peygamberi) bundan men’ edeni görmedin mi? Keşke o engelleyici doğru yolda olsaydı, yâhud iyiliği ve kötülükden sakınmayı emr etseydi. Keşke o yalanlasa ve dönüp gitseydi (sataşmasaydı). O acabâ olanları Allahın görmekde olduğunu bilmedi mi! Hakîkat şu ki, şâyet yapmakda olduğu kötü davranışlardan vazgeçmezse, derhâl alnından yakalar, Cehenneme atarız. Çünki, o yalancı, günâhkar bir alın! O hem gidip meclisini çağırsın. Biz de zebânîleri çağıracağız. Hâyır ona uyma! Allaha secde et ve yalnızca Ona yaklaş.) olan, Alak sûresinin 9.cu âyetinden 19.cu âyeti sonuna kadar gönderdi.
● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bir gün Hakem bin Ebûl Âsın yanından geçdi. Hakem, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” arkasından vücûdunu, elini, kolunu oynatarak alay etdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Onun bu hâlini nübüvvet nûruyla gördü ve “O şeklde kalasın” buyurdu. O ânda Hakem bin Ebûl Âsın vücûdunu bir titreme aldı ve ömrünün sonuna kadar o titremeden kurtulamadı.
● Kureyşliler, aralarında anlaşarak iki kişiyi yehûdî âlimlerine gönderdiler. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” hâlini sordurdular. Yehûdî âlimleri, üç şeyi sorun. Eğer doğru cevâb verirse, biliniz ki o Peygamberdir, Ona uyunuz. Yoksa yalancıdır. O zemân Ona dilediğinizi yapınız, dediler. Bu süâllerden birincisi, Eshâb-ı Kehf kıssası, ikincisi, Zülkarneyn kıssası, üçüncüsü de rûhun ne olduğu hakkında idi. Kureyşliler bunları sordular. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” yârın cevâb vereyim, dedi. İnşâallah dememişdi. On gün vahy gelmedi. Müşrikler sevinmeye başladı. Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” bu durum çok ağır geldi. Sonra Cebrâîl “aleyhisselâm” o süâllerin cevâbını bildiren Kehf sûresini getirdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bu sûreyi müşriklere okudu. Fekat inâd ve kibrleri sebebiyle îmân etmediler. Allahü teâlâ [Bekara sûresi 26.cı âyetinde me-
âlen], (... Allah onunla birçok kimseyi sapdırır, bir çoklarını da hidâyete erişdirir...) buyurdu.
● Müşriklerden Esved bin Abdülmuttâlib, Âs bin Vâil, Velid bin Mugîre ve İbni Talâtıla adındaki kimseler, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ile alay etmekde çok ileri gitmişlerdi. Bir gün Cebrâîl “aleyhisselâm” Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yanında durdu. O kimseler Kâ’beyi tavâf ediyorlardı. Velid bin Mugîrenin eline ok değmiş ve şişmişdi. Cebrâîl aleyhisselâm yanından geçerken onun elindeki şişliğe nazar kıldı. O ânda elindeki şişlikden kan boşanmağa başladı ve öldü. Sonra Âs bin Vâil geldi. Ayağına diken batıp yaralanmışdı. Cebrâîl aleyhisselâm o yaraya işâret eyledi, yarası tâzelenip, o ânda öldü. Sonra Esved bin Abdülmuttâlib geldi. Bir yeşil yaprakla gözüne vurarak, gözünü kör etdi. Onun peşinden İbni Talâtıla geldi. Cebrâîl aleyhisselâm onun da başına bir işâret koydu. Başından irinler akmağa başladı ve o ânda öldü. Allahü teâlâ onlar hakkında [Hicr sûresi 95.ci âyetinde meâlen], (Biz seninle alay edenlere kifâyet ederiz) buyurdu.
● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bir gün Kureyş kâfirlerinin şerrinden dolayı Mekkenin dışına çıkmışdı. Uzakdan bir karartı gördü. Yaklaşınca deve sürüsü olduğunu anladı. Deve sürüsünün içine girip oturdu. Develer ürkdü. Deve sürüsünün başında bulunan Ebû Servân, develerin etrâfında dolaşdı. Kimseyi göremedi. Develerin arasına girince Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” gördü. Sen kimsin, develerimi ürkütdün, dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, korkma! Develerinin arasında biraz râhat edeyim diye oturdum, dedi. Tekrâr sen kimsin diye sorunca, korkma! Develerinin arasında biraz râhatlamak isteyen birisiyim, dedi. Bunun üzerine Ebû Servân, öyle zan ediyorum ki, sen Peygamberlik da’vâsında bulunan kimsesin, dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” evet ben Peygamberim. Seni de Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resûlüh diyerek müslimân olmağa da’vet ediyorum, buyurdu. Ebû Servân, develerimin arasın-
dan çık, sen develerimin arasında oldukça develerim râhat edemezler dedi ve Resûlullahı develerinin arasından çıkardı. Bunun üzerine Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Onun için; Yâ Rabbî ömrünü uzun, kendisini şakî eyle! diye beddüâ etdi. Ebû Servân çok ihtiyârladı, dâimâ ölmeyi arzû ederdi. Halk ona, seni aldığın beddüâ sebebiyle helâk olmuş görüyoruz, derdi. O ise, hâyır helâk olmuş değilim, derdi. İslâmiyyet yayılıp duyulunca, Ebû Servân Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûruna geldi ve îmân etdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” onun için hayr düâ ve istigfâr etdi. Lâkin, önceki düâ bu düâdan önce kabûl olunmuşdu.
● Bir gün müşrikler Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” çok incitmişler ve mubârek yüzünden kan akıtmışlardı. Bir yere oturmuşdu ve son derece üzgündü. O sırada Cebrâîl “aleyhisselâm” geldi ve şu vâdîdeki ağaçlardan falan ağacı çağır dedi. Çağırdı ve ağaç Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yanına geldi. Sonra ağaca yerine geri git buyurdu. Ağaç eski yerine gitdi. Bunun üzerine Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bu bana yeter buyurdu.
● Kureyş müşrikleri, Ebû Tâlibin himâyesi sebebiyle, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ile mücâdele edemeyince âciz kaldılar. Bir yere toplanıp, Abdülmuttalib ve Hâşimoğullarıyla akrabâlığı, alış-verişi, kız alıp-vermeği, konuşmayı yasaklayan bir ahdnâme yazıp, Hak Sübhânehü ve teâlânın adı ile and içdiler. O ahdnâmeyi bir ipeğe sarıp mumladılar, üzerini mührlediler ve Kâ’beye asdılar. Bunun üzerine, Ebû Leheb hâriç bütün Abdülmuttalib ve Hâşimoğulları, evlerinin bulunduğu iki dağ arasındaki bir vâdîde bulunan mahallelerine çekildiler. Üç sene orada kaldılar. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” dâmâdı Ebûl Âs bin Re-bi’adan başka bütün Kureyşliler, onlarla her dürlü alâkayı kesdiler. Ebûl Âs geceleri onlara buğday ve hurma götürürdü. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ona çok düâ ederdi. Müslimânların günleri darlık ve sıkıntı içinde geçiyordu. Sıkıntı çok şiddetlenmişdi. Allahü teâlâ müşriklerin
Kâ’beye asdıkları ahdnâmesine bir kurd gönderdi. Ahdnâmedeki Allah ism-i şerîfinden başka temâmını yiyip bitirdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bu durumu amcası Ebû Tâlibe bildirdi. Ebû Tâlib, Abdülmuttalib ve Hâşimoğullarına güzel elbiseler giydirerek, onlarla birlikde Kureyşlilerin meclisine gitdi. Kureyşliler iyi karşıladılar. Onlara ey Kureyşliler! Size bir iş sebebiyle geldik. Bu husûsda bize karşı âdil ve insâflı davranınız. Şöyle ki, Muhammed “aleyhisselâm” bana dedi ki, Kâ’beye asdığınız ahdnâmeye Allahü teâlâ bir kurd musallat etmişdir. Bu kurd, Allah isminden başka ahdnâmenin temâmını yiyip bitirmişdir. Ben Ondan aslâ hiç yalan işitmedim. O ahdnâmeye bakınız, eğer Muhammedin “sallallahü aleyhi ve sellem” dediği doğru ise, Allahdan korkun ve insanlardan utanın da, yapdığınız bu aklsızca işden vazgeçin. Eğer yalan söylemişse, Onu size bırakayım, himâye etmekden el çekeyim. O zemân Ona dilediğinizi yapınız. Kureyşliler ey Ebû Tâlib! İyi düşünmüşsün, dediler. Bir kimse gönderip, Kâ’bede asılı ahdnâmeyi getirtdiler. Açıp bakdılar ki, içinde “Bismike Allahümme”den başka yazılmış olan yazıların hiç biri kalmamış. Bunun üzerine Ebû Tâlib müşrikleri kınadı. Hiç biri konuşamadı ve ahdnâmeden vazgeçdiler. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ve bütün akrabâları bulundukları vâdîden çıkdılar. Kureyşliler de bir müddet onlarla alış-veriş yapdılar, geçici olarak dost göründüler.
● Bir gün müşrikler, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yanına geldiler. Eğer sen peygamberlik da’vâsında doğru isen, ayı ikiye ayır da görelim, dediler. Eğer ayı ikiye bölersem îmân eder misiniz, buyurdu. Evet îmân ederiz, dediler. O sırada ayın ondördüncü gecesi idi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Allahü teâlâya düâ etdi, o ânda ay ikiye ayrıldı. Bir parçası Ebû Kubeys dağı üzerinde, diğer parçası da başka bir dağın üzerinde idi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” müşrikleri birer birer adlarıyla çağırarak, ey filan, ey filan gördünüz mü, buyurdu. Fekat müşrikler, Muhammed bize sihr yapdı dediler. Sonra dediler ki, et-
râfdan gelen misâfirlere soralım, eğer biz de gördük derlerse doğrudur. Her misâfire sordular. Onlar da biz de sizin gördüğünüz gibi ayı ikiye bölünmüş hâlde gördük, dediler. Ayın ikiye ayrıldığını görmüşlerdi. Fekat hakîkati görememişlerdi. Allahü teâlâ [A’râf sûresi 179.cu âyetinde meâlen] (Onların gözleri vardır, fekat onlarla göremezler) buyurdu.
● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” meşhûr pehlivân Rügâne bin Zeydi gördü. Henüz îmân etme zemânın gelmedi mi. İster misin sana mu’cize göstereyim, buyurdu. Rügâne karşıdaki ağacın yarısını çağır yanına gelsin, dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ağacın yarısını çağırdı. Ağaç yarıldı ve yarısı huzûruna geldi. Sonra geri git buyurdu, tekrâr geri gidip, diğer yarısıyla birleşdi. Bu hâdiseyi nakl eden râvî şöyle demişdir: O ağacı gördüm. İki parçasının birleşdiği yer uzun bir ip gibi belli idi. Rügâne bu mu’cizeyi görünce, ben bunları bilmem. Seninle güreş tutalım. Eğer beni yenersen koyunlarımın yarısı senin olsun, dedi. Güreşdiler. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” yendi. Rügâne bir dahâ güreşelim, dedi. Yine yenildi ve Kureyşlilerle karşılaşınca onlara ne söyleyeceksin diye sordu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Rügâneyi güreşde yendim ve koyunlarının yarısını aldım derim, buyurdu. Rügâne, öyle söyleme, bana hoş gelmez. Koyunları bana bağışladı dersin, dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, yalan söyleyemem buyurdu. Rügâne, sen hiç yalan söylemez misin dedi. Evet, Rabbime söz verdim, söylemem buyurunca, Rügâne müslimân oldu.
● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bir gece, (Yâ Rabbî! Ömer bin Hattâb veyâ Ebû Cehl bin Hişâmdan biriyle islâmı kuvvetlendir) diye, düâ buyurdular. Sabâhleyin hazret-i Ömer bin Hattâb “radıyallahü anh” geldi ve müslimân oldu.
● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bir gece teheccüd ile meşgûl idi ve Kur’ân-ı kerîm okuyordu. Nusaybin cinnîlerinden yedi cinnî oraya uğradılar. Resûlullahın oku-
duğu Kur’ân-ı kerîm âyetlerini işitdiler. Bir müddet sonra Nusaybin cinnîlerinden kalabalık bir toplulukla gelip, Mekkenin yukarısına indiler. Onlardan birisi, Resûlullahın huzûruna geldi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” eshâbı ile oturuyordu. Eshâb-ı kirâma, kalbinde zerre kadar korku bulunmayan kim benimle gelir buyurdu. Abdüllah bin Mes’ûd “radıyallahü anh” ayağa kalkdı ve Resûlullahın hurma nebiziyle dolu olan matarasını su dolu zan ederek aldı. Birlikde Mekkenin yukarısına gitdiler. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bir çizgi çizip: Ey Abdüllah, bu çizginin içinden dışarı çıkma ve hiçbir şeyden korkma buyurdu. Abdüllah ibni Mes’ûd “radıyallahü anh” şöyle anlatmışdır: O çizginin içinde oturdum. Uzakda bir topluluk vardı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” onlara yaklaşınca ayağa kalkdılar, hürmet gösterdiler. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” sabâha kadar onların arasında kaldı. Sonra benim yanıma geldi ve çok bekledin yâ Abdüllah buyurdu. Nasıl beklemiyeyim ki yâ Resûlallah. Dünyâ ve âhıret se’âdeti senin emrine uymağa bağlıdır, dedim. Sonra o kalabalık arasından iki kişi Resûlullahın yanına geldi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” onlara niçin geldiniz ki, sizin işinizi hâlletdim, buyurdu. Dediler ki, yâ Resûlallah! Sabâh nemâzını seninle birlikde kılmak istiyoruz, onun için geldik. Bunun üzerine Resûlullah bana yanında su var mı buyurdu. Hurma suyu vardır, dedim. Hurma güzeldir, suyu temizdir buyurdu ve onunla abdest aldı. Onlar kimlerdir diye sordum. Nusaybin cinnîleridirler. Müslimân oldular. Ba’zı ihtilâfları vardı. Hâlletdim. Kendilerine yiyecek ta’yîn edilmesini istediler. Kemikleri kendileri için, tezeği de hayvânları için yiyecek olarak bildirdim, buyurdu. Bu hâdiseden sonra kemikle ve tezek ile tahâretlenmeyi yasakladı.
● Abdüllah ibni Mes’ûd “radıyallahü anh” şöyle nakl etmişdir: Bir gece Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” elimden tutup, beni Mekkenin bir vâdîsine götürdü. Beni bir yere oturtdu ve etrâfıma bir çizgi çizdi. Bu çizgiden dışarı çıkma! Buradan bir topluluk geçecek, onlarla konuşma! On-
lar da seninle konuşmak istemezler, buyurdu ve bir yere gitdi. Orada otururken bir de bakdım ki, bir kalabalık göründü. Yanıma geldiler, etrâfımdaki çizginin içine girmediler. Kenârından geçip, Resûlullaha doğru gitdiler. Gecenin sonunda Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” geldi. Dizime dayanarak uyudu. Birden bire beyâz elbiseli ba’zı kimseler geldi. O kadar güzel idiler ki, anlatılamaz. Allahü teâlâ bilir. Bir kısmı Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek başı ucunda, bir kısmı da mubârek ayakları tarafına oturdular. Birbirleriyle konuşmağa başladılar. Şöyle diyorlardı: Gözleri uykuda iken, kalbinin uyanık olması hâli, bu Peygamberden başka hiçbir kimseye verilmemişdir. Bu Peygamberin da’vetini kabûl etmek, bir serây yapdırıp, çok güzel yemekler hâzırlatan ve herkesi da’vet eden pâdişâhın da’vetini kabûl etmeye benzer. Da’veti kabûl edip, ziyâfetden yiyip içenler, sultâna yakın ve kıymetli oldular. Kabûl etmeyenleri ise azarlayıp, cezâlandırır. Bunları konuşdukdan sonra gitdiler. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” uyandı. Bana, Ey ibni Mes’ûd! Bu cemâ’atin ne söyleşdiklerini işitdin mi, bunlar kimdir, buyurdu. Ben de Allahü teâlâ ve Resûlü bilir, dedim. Buyurdu ki: Onlar melekler idiler. Söyledikleri misâl şu idi: Allahü teâlâ Cenneti yaratdı. İnsanları ona da’vet etdi. Bu da’veti kabûl edenler Cennet ni’metlerine kavuşurlar ve Allahü teâlâ katında kıymetli olurlar. Da’veti kabûl etmeyenler cezâ ve azâb görürler.
● Mesrûkdan “rahmetullahi aleyh”, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Kur’ân-ı kerîm okurken, gece cinnîlerin gelip dinlediklerini, Resûlullaha kim haber verdi diye sordular. Dedi ki, Eshâb-ı kirâmdan “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” birisinden işitdim. Şöyle dedi: O gece bu durumu Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” bir ağaç haber verdi.
● Zübâb bin Hâris “radıyallahü anh” şöyle anlatmışdır: Câhiliyyet zemânında bir putum vardı, ona tapardım. Cinnîden de bir dostum vardı. Arablar arasındaki hâdiseleri bana haber verirdi. Bir gün o putun önünde uyumuşdum. Âniden cinnî dostum geldi ve ey Zübâb! Ey Zübâb, dinle hayret ve-
rici haberi! Muhammed “aleyhisselâm” bir kitâbla peygamber olarak gönderildi. Mekkede insanları da’vet ediyor. Da’vetini kabûl etmiyorlar. O doğru söylüyor, yalan söylemiyor, dedi. Bu sözleri işitince hayret etdim. Kavmime haber vereyim diye dışarı çıkdım. O sırada âniden bir kimse geldi ve Muhammed aleyhisselâmın peygamberliği ile alâkalı haberi getirdi. Tapmakda olduğum putu kırdım. Bir deveye binip, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûruna gitmek üzere yola çıkdım. Huzûruna varıp mubârek yüzünü gördüm. O zemâna kadar ömrümde böyle güzel bir yüz görmemişdim. Mubârek yüzünden nûr saçılıyordu. Yanına yaklaşdım. Bana niçin geldin, yâ Zübâb, buyurdu. Ne emr buyurursanız tutayım diye geldim, dedim. Bana memleketimde kırdığım putumdan ve cinnimden haber verdi. Putu kırdığım ve cinnînin bana haber getirdiği günü söyledi. Ben “Eşhedü enneke Resûlullah” (şehâdet ederim sen Allahın resûlüsün) dedim. Önce Eşhedü en lâ ilâhe illallah de, sonra Eşhedü enneke Resûlullah de buyurdu. Söyledikden sonra kalbime gelen şu şi’ri okudum.
Allahü
teâlâ dînini gönderince,
Hidâyetle
gelen Resûle hemen uydum.
Puta
şiddet gösterip, onu terk etdim,
Resûlün da’vetine icâbet etdim.
Alışkanlıklarımı
bırakıp hemen,
Putuma
muhâlefet edip, kırdım hemen.
Zîrâ
bir iki şeye sâhib olamazdım,
Onun
için Resûle tâbi’ oldum hemen.
● Câbir “radıyallahü anh” şöyle anlatmışdır: Ağaç altında bî’at yapıldığı sırada, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: “Kırmızı devenin sâhibi hâriç ağaç altında bî’at edenlerin hepsi Cennete girer.” Bî’atdan sonra o kırmızı devenin sâhibi kimdir, görelim diye aradık. Bakdık ki, bir kimse devesini kaybetmiş, onu arıyordu. Gel bî’at et deveni sonra ararsın dedik. Devemi bulmam benim için bî’at etmemden dahâ iyi olur, dedi!
● Mâzin bin el-Gadviyye “radıyallahü teâlâ anh” şöyle anlatmışdır: Kavmimizin bir putu vardı. Herkes ona tapardı. Bir gün o putun önünde bir kurban kesdim. Putun içinden: “Ey Mâzin! Beni dinle, memnûn kalırsın. Hak zuhûr etdi, açığa çıkdı. Şer kayboldu. Allahü teâlâ bir Peygamber ile dînini gönderdi. Taşları, yontulan putları terket ki, Cehennem ateşinden kurtulasın.” Bu sesden korkdum. Kendi kendime büyük bir iş olacak dedim. Birkaç gün sonra o putun önünde bir kurban dahâ kesdim. Yine putun içinden bir ses geldi. Şöyle diyordu: “Bana gel de herkesin bildiği şeyleri duyasın. Bir Peygamber vahy ile gönderildi. Yakacağı taş olan Cehennem ateşinden kurtulmak için Ona îmân et.” Kendi kendime bu beni îkâz eden bir haberdir, dedim. Aradan günler geçdi. Bir gün bize bir kimse geldi. O kimseden haber sordum. Dedi ki, Mekkede Kureyş kabîlesinden bir zât Peygamber olduğunu söylüyor, ismi Ahmeddir. Her kime rastlasam Allahü teâlânın da’vetcisine îmân ediniz diyor, dedi. Kendi kendime putun içinden işitdiğim haber budur, dedim. Kalkıp putu parçaladım. Mekkeye gitmek üzere yola çıkdım. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûruna varıp, müslimân olmakla şereflendim. Ben gece gündüz nefsinin arzûları peşinde koşan, şerâb içen fâhişe kadınlarla düşüp kalkan, şarkı ile meşgûl bir kimse idim. Nice seneler kıtlık ve zillet, şiddetli sıkıntı içinde yaşadım. Mallarım hep helâk oldu. Oğlum olmadı. Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” bu kötülüklerden soğuyup uzaklaşmam için düâ istedim. Benim için şöyle düâ etdi: (Allahım! Onu şarkıcılıkdan kurtarıp, Kur’ân-ı kerîm okuyucu eyle. Harâmla meşgûliyyetini halâl ile meşgûliyyete çevir. Ona şerâb yerine halâl içecekler nasîb eyle. Fuhşdan kurtar, iffet nasîb eyle. Nefsine uymakdan kurtar, hayâ ihsân et ve ona sâlih bir evlâd ver.) Allahü teâlâ benim için yapılan bu düâları kabûl buyurdu. Rivâyet olunur ki, bu kimse bir mescid yapdırdı ve o mescidde ibâdet ederdi. Zulme uğrayan her kim o mescidde üç gün ibâdet yapıp, kendine zulm eden zâlime beddüâ eylese, o zâlim kısa zemânda helâk olurdu veyâ baras hastalığına yakalanırdı. O mescide Muberris denirdi.