Muhammed aleyhisselâmın doğumundan peygamberliği bildirilinceye kadar görülen peygamberlik müjdeleri ve alâmetleri:
● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” annesi Âmine hâtun şöyle anlatmışdır: O hazretin [ya’nî Muhammed aleyhisselâmın] doğacağı sırada evde yalnız idim. Abdülmuttalib Beytüllahı tavâf etmeye gitmişdi. Abdüllah dört ay önce Medînede vefât etmişdi ve orada defn edilmişdi. Evin tavanı tarafından büyük bir şey indiğini hissetdim ve beni korku kapladı. Bir ak kuşun kanadıyla beni sıvazladığını hissetdim ve korkum dağıldı. Sonra bana süt gibi beyâz bir şerbet verdiler. Çok susamışdım. Aldım, bu şerbeti içdim. Uzun boylu küçük yüzlü hâtunlar gördüm. Abd-i Menâfın kızlarına benziyorlardı. Etrâfımda duruyorlardı. Gökden yere kadar uzanmış beyâz ipekden bir örtü gördüm. Birisinin, Onu insanların gözünden gizliyoruz dediğini işitdim. Bir bölük kuşlar gördüm ki gagaları zümrütden, kanatları yâkutdan idi. O sırada gözümden perde kaldırıldı. Doğudan batıya kadar yeryüzünü gördüm. Biri doğuda, biri batıda, biri de Kâ’benin damı üzerinde üç alem [sancak] gördüm. Sonra çok hâtunlar gelip çevremde oturdular. Muhammed aleyhisselâm doğar doğmaz başını secdeye koydu. Parmağını semâya kaldırdı. Sonra bir bulut indi ve onu kaldırıp götürdü. Bakdım yerde göremedim. Gözden kaybolmuşdu. Sonra “Muhammedi bütün âlemde dolaşdırınız. Bütün mahlûkât Onu ismiyle, sûretiyle ve sıfatıyla tanısın, bilsin” diye bir ses işitdim. O bulut bir anda Onu geri getirdi. Onu beyâz bir yün içine sarmışlardı. Sardıkları kundak sütden ak, ipekden yumuşak idi.
Yine bir bulut geldi, öncekinden büyük idi. Bulutun arasında at kişnemeleri işitiyordum. Şöyle bir ses duyuyordum:
Muhammedi “sallallahü aleyhi ve sellem” bütün insanlara, cinnîlere ve hayvânlara gösterdiler. Ona Âdemin saffetini, Nûhun rikkatini, İbrâhîmin hulletini, İsmâ’îlin lisânını, Yûsüfün cemâlini, Ya’kûbun besâretini, Eyyûbün sabrını, Yahyânın zühdünü ve Îsânın keremini “aleyhimüssalâtü vesselâm” verdik. Sonra bulut bir ânda açıldı.
● Osmân bin Ebîl Âs “radıyallahü anh”, annesinin şöyle anlatdığını rivâyet etmişdir: Muhammed aleyhisselâmın doğduğu sırada hazret-i Âminenin yanında idim. O gece ne tarafa baksam gündüz gibi aydınlık idi. Yıldızlara bakdıkca bana yaklaşdıklarını gördüm. Neredeyse üzerime düşecekler sanırdım.
● Abdülmuttalibin kızı Safiyye hâtun şöyle anlatmışdır: Muhammedin “sallallahü aleyhi ve sellem” doğduğu sırada Âminenin ebesi idim. Muhammedin “sallallahü aleyhi ve sellem” nûru, lambanın ışığını basdırıyordu. O gece altı alâmet gördüm. Birincisi, doğar doğmaz secde etdi. İkincisi, başını kaldırıp, fasîh bir lisânla “Lâ ilâhe illallah innî Resûlullah” dedi. Üçüncüsü, Onun nûruyla ev çok aydınlandı. Dördüncüsü, doğdukdan sonra yıkamak istediğimde, zahmet etme, biz Onu yıkadık diye bir ses işitdim. Beşincisi, oğlan mıdır, kız mıdır diye merâk etdim. Göbeği kesilmiş ve sünnet edilmiş gördüm. Altıncısı, istedim ki Onu kundağa sarayım. Sırtında mühr-i nübüvveti gördüm. İki küreği ortasında “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah” yazılı idi.
● Peygamber Efendimizin dedesi Abdülmuttalib şöyle anlatmışdır: Muhammedin “sallallahü aleyhi ve sellem” doğduğu gece Kâ’beyi tavâf ediyordum. Gece yarısı geçince, Kâ’benin, makâm-ı İbrâhîm tarafına secde etdiğini gördüm. Allahü Ekber, Allahü Ekber diye tekbîr sesleri ile, beni müşriklerin pisliklerinden ve câhiliyye zemânının kötülüklerinden temizlediler diye sesler geliyordu. Sonra bütün putlar yüz üstü yere düşdü. En iri put olan hubele bakdım, başaşağı bir taşın üzerine düşmüşdü. Birisinin Âmine Muhammedi “sallallahü aleyhi ve sellem” doğurdu diye nidâ etdiğini işit-
dim. Bu sözü işitince Safâ tepesi tarafına çıkdım. Bir gürültü vardı. Sanki bütün kuşlar ve hayvanlar Mekkede bir yere toplanmışlardı. Sonra Âminenin evine gitdim. Kapı kilitli idi, açın diye bağırdım. İçerden Âmine, ey baba! Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem” doğdu, dedi. Getir göreyim, dedim. Müsâade yok, birisi geldi ve ey Âmine, sakın bu çocuğu üçgün kimseye gösterme, dedi diye cevâb verdi. Kılıcımı çekip içeri girmek istedim. Karşıma eli kılıçlı ve yüzü örtülü birisi çıkdı. Ey Abdülmuttalib, geri dön melâike-i mukarrebîn ve sükkân-ı ıllıyyîn torununu ziyâret edinceye kadar girme, dedi. Vücûduma bir titreme geldi ve elimden kılıç düşdü. Dışarı çıkdım. Bu hâdiseyi Kureyş halkına anlatmak istedim. Fekat üç gün dilim tutuldu. Kimseye birşey söyleyemedim.
● Mücâhid “radıyallahü teâlâ anh” demişdir ki: İbni Abbâsdan “radıyallahü anhümâ” Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” emzirilmesi husûsunda, kuşların ve diğer canlıların münâkaşa edip-etmediklerini sordum. İnsanlardan başka bütün canlılar, Onu emzirmek için nizâ’, münâkaşa etdiler, dedi. Çünki, O doğunca; Ey canlılar! Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem” doğdu. Onu emzirene ne mutlu diye bir nidâ geldi. Bunun üzerine bu husûsda bütün canlılar münâkaşaya tutuşdu. Sonra; Onu insanlardan birinin emzirmesi takdîr olunmuşdur diye bir nidâ geldi. Üç gün sonra Ebû Lehebin câriyesi Süveybe hâtun, Halîme hâtun gelinceye kadar dört ay emzirdi.
● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin doğduğu gece, Îrân kralı (Kisrânın) serâyı sallandı ve ondört burcu yıkıldı. Fârisin (mecûsîlerin) bin seneden beri hiç sönmeden yanan ateşi söndü. Sâve gölünün suyu yere çekilip kurudu. Mecûsîlerin meşhûr âlimi Mü’bedân rü’yâsında, serkeş develerin önlerine katdığı atları öldürüp, Dicle nehrini geçdiklerini ve memleketlerine dağıldıklarını gördü. Kisrâ, serâyının sallanmasından ve burçlarının yıkılmasından çok korkdu. Kimseye bildirmek istemedi. Fekat sabâhleyin tahtına oturunca sabr edemeyip bu hâdiseyi vezîrlerine ve
ileri gelen adamlarına anlatdı. O bunları anlatırken mecûsîlerin ateşinin söndüğünü bildiren bir mektûb geldi. Kisrâ dahâ çok endişelendi. Sonra Mü’bedân gördüğü rü’yâyı anlatdı. Kisrâ, Mü’bedâna bu hâdiseler için ne denebilir? diye sordu. O da bunlar arablar arasında meydâna gelen bir hâdiseye işâretdir, dedi. Sonra Kisrâ, Nu’mân bin Münzîre mektûb yazıp, bu hâdisenin îzâhını sorabileceği bir âlim göndermesini istedi. O da Abdülmesîh Gassânîyi gönderdi. Kisrâ bu hâdiseleri ona sordu. Abdülmesîh Gassânî dedi ki: Bu ilmi dayım Satîh kâhin bilir. O Şâmdadır, dedi. Kisrâ, git ondan bu hâdiseleri sor dedi. Şâma gidip Satîh kâhini buldu. O ânda ölmek üzere idi. Selâm verdi, cevâb alamadı. Bir şi’r okumaya başladı. Satîh kâhin şi’ri işitince gözlerini açdı ve ey Abdülmesîh! Kisrâ, serâyının sallanması, burçlarının yıkılması, Mü’bedânın rü’yâsı, Sâve gölünün kuruması sebebiyle, bunları sordurmak için seni bana gönderdi, dedi. Bunların hepsi âhır zemân Peygamberinin doğduğuna işâretdir. O bu beldeleri alacakdır. Kisrâlardan, yıkılan burçlar sayısı kadar kimse Îrâna pâdişâhlık yapacaklar. Sonra devletleri yıkılacakdır. Abdülmesîh bu haberi Kisrâya götürdü. Kisrâ ondört kişi pâdişâhlık yapdıkdan sonra bu devlet yıkılacak. Bu bir hayli iş ve uzun zemân alır, dedi. Fekat bu kisrâlardan on kişinin pâdişâhlığı dört senede bitdi. Diğer dördü Emîr-ül mü’minîn Osmân “radıyallahü anh” zemânına kadar saltanat sürdüler.
Ba’zı rivâyetlerde şöyle bildirilmişdir: Kisrâ Dicle nehri kenârında büyük bir serây yapdırmışdı. Bu serây için hesâb edilemeyecek kadar çok para harcamışdı. Bir sabâh kalkıp bu serâyın ikiye bölündüğünü, sular altında kaldığını gördü. Yanında kâhinlerden, müneccimlerden ve sihrbâzlardan üçyüz altmış kimse bulunduruyordu. Bunlar arasında arablardan Sa’îb adında biri vardı ki, kâhinlikde mahâretli ve meşhûr idi. Verdiği hükm ve haberlerde az hatâ ederdi. Kisrâ bunları toplayıp, köşkünün ikiye yarılıp, harâb olmasının sebebini araşdırıp, bulmalarını emr etdi. Herbiri bir tarafa gidip araşdırmaya başladılar. Sihrbâzların, kâhinlerin ve mü-
neccimlerin haber alma yolları kapandı.
Sa’îb adındaki kâhin karanlık bir gecede yüksek bir tepeye çıkdı. Gökyüzüne ve yeryüzüne bakınırken, Hicâz tarafından bir şimşek çakdığını ve batıya kadar ulaşdığını gördü. Sabâhleyin, ayağını basdığı yer yeşermişdi. Kendi kendine, eğer gördüğüm doğru ise, Hicâzdan bir pâdişâh çıkacak, her tarafa hâkim olacak. Âlemde refâh ve ucuzluk olacak kanâatine vardı. Bütün sihrbâzlar, kâhinler ve müneccimler bir yere toplanıp, birbirlerine hâllerini anlatdılar. Sonra bir Peygamber gönderilmiş veyâ gönderilecekdir, diye ittifâk etdiler. Kisrânın mülkünü alacakdır. Ammâ bunu Kisrâya söyleyemeyiz. Çünki hepimizi öldürür, dediler. Sonra Kisrânın yanına gitdiler. Serâyın yıkılmasının sebebi, yapılma zemânının yanlış seçildiğindendir. Bir zemân belirtelim. O zemânda yapılsın dediler. Bir zemân ta’yîn etdiler ve köşk o zemânda yapıldı. Kisrâ bütün devlet adamlarıyla birlikde o köşkde bir meclis kurdu. Bu sırada Dicle nehrinin suyu yükseldi. Köşkü su basıp yıkdı. Kisrâyı boğulmak üzere iken sudan çıkardılar. Kisrâ, kâhin ve müneccimlere kızıp çoğunu öldürtdü. Diğerleri biz hatâ etmişiz. Köşkün yapılması için tekrâr bir zemân seçelim dediler. Belirtdikleri zemân içinde köşk yeniden yapıldı. Kisrâ korka korka gelip köşke çıkdı. O çıkar-çıkmaz köşk ayağının altından kayıp yıkıldı. Kisrâ nehre düşdü. Kisrâyı yarı ölü vaziyyetde nehrden çıkardılar.
Kisrâ o kâhinleri toplayıp sizi öldürürüm diye tehdîd etdi. Bunun üzerine kâhinler doğrusunu söyleyerek, bu alâmetler bir Peygamber geldiğini veyâ yakında geleceğini, senin saltanatına son vereceğini, mülkünü alacağını göstermekdedir, dediler. Kisrâ bu sözleri işitince, Dicle kenârına binâ yapmakdan vazgeçdi. Oradaki yıkılan binâ da temâmen harâb oldu.
● Mekkede oturan bir yehûdî vardı. Muhammed Mustafâ “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin doğduğu gece Kureyşden bir topluluğun yanına gelip; dün gece sizden bir oğlan dünyâya geldi mi diye sordu. Bilmiyoruz dediler. Eğer
sizde değilse korku yokdur. İyi biliyorum ki, dün gece bu ümmetin Peygamberi doğdu. Eğer sizde değilse Filistinde olsa gerekdir. Onun iki küreği arasında ince kıllar (nübüvvet mührü) vardır. Cinnîlerden bir ifrit parmağını onun ağzına koyduğu için, iki gün süt emmeyecekdir. Kureyşliler oradan ayrılınca, şaşdıkları bu sözleri büyüklerine söylediler. Bir de işitdiler ki, Abdüllah bin Abdülmuttalibe Allahü teâlâ bir oğul vermiş. Adını Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem” koymuşlar. Bunu o yehûdîye haber verdiler. Hazret-i Âminenin evine geldi. O alâmeti çocuğun sırtında görünce, bayılıp düşdü. Aklı başına gelince: Vallahi peygamberlik artık Benî İsrâîlden gitdi, dedi. Sonra Kureyşlilere dönüp, siz bu hâdiseye sevinirsiniz, ama bu çocuk sizin üzerinize gâlib gelecekdir. Onun şânı doğudan batıya heryerde duyulacakdır, dedi.
● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” süt annesi hazret-i Halîme hâtun şöyle anlatmışdır. Kabîlemden bir gurub kadınla süt anneliği yapmak için Mekkeye gitdik. Kocam da yanımda idi. Bir za’îf dişi merkebimiz ve süt vermekden kesilmiş bir devemiz vardı. Benim de sütüm azdı. Oğlum Damra doymadığından, geceleri ağlar, beni uyutmazdı. Mekkeye varınca bana Muhammedi “sallallahü aleyhi ve sellem” vermek istediler. Bilmediğimden dedim ki, süt emziren süt anneye ücret vermek için cömert bir baba olması lâzımdır. Bu çocuğun babası yok diyerek almak istemedim. Benimle gelen bütün kadınlar birer çocuk buldular. Artık çocuk kalmadı. Kabîleme çocuk almadan dönmekden utandım. Muhammedi “sallallahü aleyhi ve sellem” kabûl etdim. Âmine hâtun bana dedi ki: Üç gece önce bana bir kimse gelip, bu oğlunun süt annesini Benî Sa’d kabîlesinden ve Züveyb oğullarından tut dedi. Ben de, Benî Sa’d kabîlesinden olduğumu ve babamın da Züveyb oğullarından olduğunu söyledim. Âmine hâtun elimden tutup, beni evine götürdü. Muhammedi “sallallahü aleyhi ve sellem” gördüm. Yünden beyâz bir kundak içine sarılmış, ondan etrâfa misk kokusu yayılıyordu. Yüzünün güzelliğinden etrâfa se’âdet nûrları
yayılıyordu. Yeşil bir ipek üzerinde uyuyordu. Mememi sînesi üzerine koyunca gözlerini açdı. Bakdım ki gözlerinden çıkan bir nûr semâya yükseliyordu. Hemen yüzünü örterek bunu Âmine hâtundan sakladım. Sonra Onu kaldırıp, sağ mememi ağzına verdim. Emmeye başladı. Sonra sol mememi verdim, onu emmedi. İbni Abbâs “radıyallahü anhümâ” demişdir ki, o zemân da Allahü teâlâ Ona adâlet ilhâm etdi ki, o sütü ya’nî sol memeyi ortağına bırakdı. Halîme hâtun şöyle demişdir. Dâimâ sağ tarafdan Muhammed aleyhisselâm emerdi. Sol tarafdan da oğlum Damra emerdi. Aslâ kendi çocuğum, Muhammedden “sallallahü aleyhi ve sellem” önce süt emmezdi.
● Yine Halîme hâtun şöyle anlatmışdır: Hazret-i Muhammedi “sallallahü aleyhi ve sellem” emzirmeye başlayınca, sütüm öyle çoğaldı ki, hazret-i Muhammede “aleyhisselâm” ve oğlum Damraya süt verdiğim hâlde sütüm hiç azalmadı, dolup taşdı. Süt vermeyen devemiz süt vermeye başladı. Evimizde süt bollaşdı. Bütün kaplarımız sütle doldu. Kocam bana: Ey Halîme! Evimiz bereketlendi. Allahü teâlâ bize ihsânda bulundu. Bütün bunlar, yanımızda bulundurmakla şereflendiğimiz bu se’âdetli yavrunun bereketi ile olmakdadır derdi ve çok sevinip mutlu olurdu.
● Halîme hâtun şöyle anlatmışdır: Muhammedi “aleyhisselâm” evime götürmek için alınca, üç gün Mekkede kaldık. Üçüncü gece, yeşil elbiseler giymiş nûr yüzlü bir kimse Muhammedin “sallallahü aleyhi ve sellem” yasdığına oturmuş, yüzünden öpüyordu. Kocama da gösterdim. Kocam bunu sakın anlatma. Bilmiş ol ki, bizden dahâ mutlu olarak evine dönen yokdur, dedi.
● Yine Halîme hâtun anlatmışdır: Mekkeden evimize döneceğimiz zemân merkebime bindim. Muhammedi “sallallahü aleyhi ve sellem” önüme aldım. Merkeb Kâ’beye doğru üç def’a secde etdi. Sonra yola çıkdık. Merkebimiz bütün merkebleri geçdi. Yol arkadaşlarımın hepsi geride kaldı. Bana, ey Halîme, merkebin yularını biraz çek. Bu merkeb ge-
lirken zorla yürüyen merkeb değil midir dediler. Ben de kucağımdaki Muhammedi “sallallahü aleyhi ve sellem” göstererek, öyle zan ediyorum ki, bu iş şu oğulcuğumun bereketiyledir, dedim.
● Halîme Hâtun anlatmışdır: Benî Sa’d menzillerinden konakladığım her yer yeşerir, oranın güzelliği ve tâzeliği artardı. Allahü teâlâ hayvanlarımıza öyle bir bereket verdi ki, koyunlarımızın memeleri sütle doldu. Benî Sa’dlılar çobanlarını azarlayıp derlerdi ki, niçin Ebû Züveybin koyunları semîz ve sütlüdür de, bizim koyunlarımız za’îf ve sütsüzdür. Siz de koyunlarınızı onların koyunlarının otladığı yerde otlatınız, derlerdi.
● Halîme hâtun şöyle anlatmışdır: Muhammedin “sallallahü aleyhi ve sellem” konuşma zemânı yaklaşınca, herkesin hayretleri arasında, Allahü Ekber, Allahü Ekber, Elhamdülillahi Rabbil âlemîn dedi. Rivâyet edilmişdir ki, iki aylık olunca oturur ve emeklerdi. Üç aylık iken ayakda dururdu. Dört aylık iken dıvârdan tutunarak yürürdü. Beş aylık iken bir yere tutunmadan yürürdü. Altı aylık olunca çabuk çabuk yürümeye başladı. Yedi aylık iken her tarafa koşardı. Sekiz aylık iken anlaşılacak şeklde konuşmaya başladı. Dokuz aylık iken çok açık bir şeklde konuşmaya başladı. On aylık iken çocuklarla ok atmaya başladı.
● Yine Halîme hâtun şöyle anlatmışdır: Muhammedi “sallallahü aleyhi ve sellem” emzirdiğim müddetce, Ondan son derece memnûndum. Aslâ hiçbir şeyi kirletmezdi. Gündüz ve gece bir def’a tebevvül eder, bir dahâ o vakte kadar hiç tebevvül etmezdi.
● Halîme hâtun şöyle anlatmışdır: Muhammedi “sallallahü aleyhi ve sellem” emzirmek için alıp, Mekkeden yola çıkmışdık. Yolda bir su kenârında konaklamışdık. Orada Huzeyl kabîlesinden bir ihtiyâr vardı. Yol arkadaşlarım bana; Muhammedin “sallallahü aleyhi ve sellem” annesi Âmine hâtunun, Onun hakkında anlatdığı hârikul’âde hâdiseleri bu ihtiyârdan sor dediler. Ben de ihtiyâra; bu çocuğun annesi
doğum ânında kendisinden bir nûr yükseldiğini, o nûrun aydınlığında her tarafı gördüğünü ve doğunca yerden bir avuç toprak alıp, sonra başını yukarı kaldırdığını söyledi dedim. O yaşlı kimse bu sözleri duyunca; Ey Huzeyl kabîlesi! Bu çocuğu öldürün! Çünki bütün dünyâya hâkim olacakdır. Gökden inecek haberi bekliyor, diye bağırdı.
● Halîme hâtun şöyle anlatmışdır: Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem” iki yaşına girmişdi ve sütden kesme zemânı gelmişdi. Onu annesine teslîm etmek için Mekkeye götürdüm. Onun sebebiyle kavuşduğumuz bereketin gitmesini hiç istemiyordum. Annesi Âmine hâtuna biz bu çocukdan bereketli çocuk görmedik. Mekkenin havası çok sıcak, vebâ da olabilir. Biraz dahâ yanımızda kalmasına müsâade eder misiniz dedim. Müsâade etdi ve bir sene dahâ bizimle berâber kaldı. Bir gün Habeş nasrânîlerinden bir cemâ’atin bulunduğu bir yere yolum düşdü. Muhammedi “sallallahü aleyhi ve sellem” gördüler. Dikkatli dikkatli Ona bakdılar. İşlerini bırakıp, Onun hâllerini sormaya başladılar. Sırtında iki küreği arasındaki nübüvvet mührüne bakıp düşündüler. Mubârek gözlerinin kırmızılığını gördüler. Bana senin bu oğlun hiç göz ağrısından şikâyet eder mi diye sordular. Hâyır deyince, gözlerindeki bu kırmızılık hiç kaybolur mu dediler. Hâyır kaybolmaz, dedim. Bunun üzerine bana dediler ki: Ne kadar mal istersen sana verelim ve yüz minnetle cânımızı fedâ edelim, bu çocuğu bize ver de Habeş diyârına götürelim. Kitâblarımızdan okuduğumuza göre bunun şânı yüce olacakdır. Bir son Peygamber gelecekdir ve Onun doğacağı yer Harem (Mekke)dir. Zan ediyoruz ki, O Peygamber doğmuşdur veyâ doğması yaklaşmışdır, dediler. Onlardan çok korkdum ve O gece gözüme uyku girmedi.
● Yine Halîme hâtun şöyle anlatmışdır: Muhammed aleyhisselâm üç yaşına girince, süt kardeşleriyle koyun otlatmaya giderdi. Eline bir sopa alır, zevk ve neş’e ile giderdi. Akşam da şen ve sevinçli dönerdi. Bir gün hava çok sıcak oldu. Kendi kendime üzülüp bu gün hava çok harâretli. Muhammede “sallallahü aleyhi ve sellem” bir sıkıntı gelmesin de-
dim. Süt kardeşi Şeymâ, ey anne, üzülme, bugün Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem” kuzuların arasına oturmuşdu. Üzerinde bir bulut onu gölgeliyordu. O nereye gitse, o bulut da Onunla birlikde hareket ediyor. O güneşden aslâ râhatsız olmıyor, dedi.
● Halîme hâtun şöyle anlatmışdır: Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem” bir gün yine süt kardeşleriyle koyun otlatmaya gitmişdi. Süt kardeşi Damra öğle vaktinde âniden ağlayarak eve çıka geldi. Anneciğim, Kureyşli kardeşime birşey oldu, dedi. Ne oldu anlat dedim. Bizimle oynarken birisi gelip Onu aramızdan aldı ve bir dağın tepesine çıkardı. Bıçakla karnını yardı, dedi. Kocam Ebû Züveyb ile birlikde koşarak o dağa çıkdık. Bir de bakdık ki, Muhammedin “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek yüzü kızarmışdı ve gök yüzüne doğru bakıyordu. Hemen yanına oturup alnından öpdüm ve ey cânım yavrum sana ne oldu. Sana bunu yapan kimdir, dedim. Şöyle anlatdı: Kardeşlerimle oynuyordum. Üç kişi geldi. Birinin elinde gümüşden bir ibrik, birinin elinde içi karla dolu zümrüd bir leğen vardı. Beni kardeşlerimin arasından alıp dağın üzerine çıkardılar. Onlardan biri beni tam bir lutf ile okşadı ve göğsümü göbeğime kadar yardı. Ben bakıyordum ve hiç acı duymuyordum. Elini göğsüme sokup, yüreğimi çıkardı ve yardı. İçinden bir parça uyuşmuş siyâh kan çıkarıp atdı. Sonra dedi ki, bu senin vücûdunda şeytânın te’sîr edeceği bir parça idi. Allahü teâlânın emriyle çıkarıp, şeytânın şerrinden ve mekrinden emîn olasın diye seni ondan temizledik, dediler. Sonra yüreğimi yerine koydu. Ben seyrediyordum. Üçüncü kişi geldi. Onlara siz çekilin, işinizi temâmladınız, dedi. O kimse yanıma yaklaşıp elini göğsümün üzerine koydu. O ânda göğsümdeki yara kapanıp iyileşdi. Yanındakilerden birine bunu, ümmetinden on kişi ile tartınız dedi. Tartdılar, ben ağır geldim. Yüz kişiyle tartınız dedi. Tartdılar. Ben ağır geldim. Bin kişiyle tartın dedi. Tartdılar. Yine ben ağır geldim. Bunun üzerine, Onu bırakınız. Bütün ümmetiyle tartsanız ağır gelir, dedi. Sonra elimden tutarak beni oturtdu. Üçü de başımdan ve alnımdan
öpdüler ve ey Allahü teâlânın Habîbi, korkma. Bir bilsen sana ne se’âdetler ve ihsânlar verilmişdir, dediler ve havâda uçup gökün ortasından içeri girdiler. İsterseniz size içeri girdikleri yeri göstereyim, dedi.
● Yine Halîme hâtun anlatmışdır: Muhammedden “sallallahü aleyhi ve sellem” gördüğüm hâlleri halka anlatıyordum. Bana bu çocuğu bir kâhine götür, belki cinnîlerin te’sîrinde kalmışdır, dediler. Bunun üzerine Onu bir kâhine götürdüm. Onda gördüğüm hâlleri temâmen anlatdım. Kâhin bunları dinleyince, hemen yerinden kalkıp: Ey arablar! Geliniz, başınıza bir belâ gelmek üzeredir. Ona şimdiden engel olunuz! Bu çocuğu öldürünüz. Eğer öldürmezseniz, büyüyünce dîninizi bırakın deyip, sizi hiç işitmediğiniz ve tasavvur etmediğiniz bir dîne da’vet edecek diye bağırmaya başladı. Bu sözleri duyunca, Muhammedin “sallallahü aleyhi ve sellem” elinden tutup çekdim. Kâhine asıl seni bir kâhine götürmek lâzım. Sen delirmişsin. Eğer böyle saçma sapan konuşacağını bilseydim, sana aslâ gelmezdim. Ben oğlumu öldürtmem, ama seni öldürmek gerekir, dedim. Sonra Muhammedi “sallallahü aleyhi ve sellem” alıp evime döndüm.
● Halîme hâtun şöyle demişdir: Bu hâdiselerden sonra çok korkmaya başladım. Muhammedi “sallallahü aleyhi ve sellem” Mekkeye götürüp, emâneti teslîm etmek istedim. Mekkeye doğru yola çıkmak üzere iken bir nidâ işitdim, şöyle diyordu: Ey Mekke vâdisi, sana âfiyet olsun. Bundan sonra, yakîn nûru ve dînin cemâli, kemâli ikbâl ve Allahü teâlânın sevgilisi sana dönecekdir. Sonra merkebe binip Muhammedi “sallallahü aleyhi ve sellem” Mekkeye ulaşdırdım. Bir topluluk gördüm. Muhammedi “sallallahü aleyhi ve sellem” onların yanına bırakdım. Ba’zı mühim işlerimi yapmaya gitdim. Âniden kulağıma korkulu bir ses geldi. Acele geri döndüm. Muhammedi “sallallahü aleyhi ve sellem” bırakdığım yerde bulamadım. Yanına bırakdığım kimselere sordum. Nereye gitdiğini söylemediler. Ağlayıp feryâd ederek, âh Muhammed! Vah Muhammed diyordum. Âniden karşıma za’îf, ince uzun boylu bir ihtiyâr çık-
dı. Sana Muhammedin “sallallahü aleyhi ve sellem” nerede olduğunu bilen bir kimseyi söyleyeyim, dedi. Kimdir deyince, şu hubel putudur dedi. Bunun üzerine o kimseye kızarak, sen Muhammedin “sallallahü aleyhi ve sellem” doğduğu gece hubel putunun ve diğer putların yere yıkıldığını bilmiyormusun, dedim. O kimse bana sen delirmişsin. Ben hubele varıp yalvarayım da, senin oğlunu geri versin, dedi. Sonra hubelin etrâfında dönüp başını öpdü ve putu medh ederek, bu kadının oğlu Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem” kaybolmuş dedi. Yaşlı kimse hubel putunun yanında Muhammed ismini söyler söylemez, hubel ve diğer putlar yüzüstü yere yıkıldılar. Ey ihtiyâr, biz Muhammedin elinde kırılacağız diye bir ses geldi. O ihtiyâr titreyerek ve ağlayarak putların yanından ayrıldı. Bana, ey Benî Sa’dlı kadın, senin oğlunun sâhibi vardır. Onu kaybolmakdan korur, hiç üzülme, dedi.
Halîme hâtun sözlerine devâm ederek şöyle anlatmışdır: Bu haberin Abdülmuttalibe ulaşmasından korkdum. Hemen gidip kendim durumu bildirdim. Bu iş Kureyşlilerin bir hîlesidir diyerek kılıcını çekdi ve ey Kureyş kabîlesi diye bağırarak onları yanına çağırdı. Yanına toplandılar. Onlara durumu anlatdı. Her birisi bir tarafa gidip, Muhammedi “sallallahü aleyhi ve sellem” aramaya başladı. Hiçbiri bulamadı. Abdülmuttalib ise Kâ’beye gidip, yedi kerre tavâf etdikden sonra: Yâ Rabbî! Muhammedi “sallallahü aleyhi ve sellem” bize geri ver diye münâcâtda bulunarak, şu ma’nâda bir şi’r okudu:
Yâ Rabbî! Kavuşdur beni
Muhammedime,
Döndür Onu bana, o sağ
kolum yerinde.
Muhammedim kayboldu
bilinmiyor hiç yeri,
Zarar
gelirse Ona helâk et kavmimi.
Bunları söyledikden sonra, Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem” Tihâme vâdîsinde falan ağacın altındadır diye bir ses işitdi. Derhâl o vâdîye doğru yola çıkdı. Yolda Varaka bin Nevfel ile karşılaşdı. Birlikde Tihâme vâdîsine gitdi-
ler. Vâdîye vardıklarında, Muhammedi “sallallahü aleyhi ve sellem” bir ağacın altında ağacın dallarıyla ve yapraklarıyla oynar hâlde buldular. Abdülmuttalib yanına yaklaşıp: Ey evlâdım sen kimsin? dedi. Muhammed bin Abdüllah bin Abdülmuttalibim diye cevâb verdi. Bunun üzerine Abdülmuttalib, ben senin deden olurum, dedi. Sonra Onu Mekkeye getirdiler. Süt annesi Halîme hâtuna çok ikrâmda bulunup, kıymetli hediyyeler vererek, kabîlesine gönderdiler. Abbâs “radıyallahü anh”, Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” medh etmek için yazdığı ba’zı şi’rlerinde bu hâdiseden şöyle bahsetmişdir:
Yapraklar altında
korunduğun gibi sen,
Bundan önce de
gölgeliklerde hoş idin sen.
● Abbâs “radıyallahü anh” Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” demişdir ki; sen beni beşikde iken islâma çağırsaydın kabûl ederdim. Sen beşikde yatarken ay ile konuşurdun. Parmağınla her ne tarafa işâret etsen, ay o tarafa meyl ederdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” şöyle buyurdu: “Ben ay ile, o da benimle konuşurduk. Beni ağlamakdan men’ ederdi. Ayın arş altında secde edişinin sesini işitirdim.”
● Muhammed Mustafâyı “aleyhisselâm” annesi Âmine hâtun, Medînede bulunan dayıları Neccâroğullarının yanına götürdü. Ümmi Eymen de onlarla birlikde idi. Bir ay orada kaldılar. Nitekim Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Medîneye hicret edince, dahâ önce orada bir ay kaldığında geçen hâdiseleri hâtırladılar ve buyurdular ki: Bir yehûdî bana dâimâ bakardı. Bir gün beni yalnız bulup adın nedir, dedi. Ahmeddir, dedim. Sırtıma bakdı ve kendi kendine şöyle dedi: Bu ümmetin Peygamberidir. Sonra dayılarımın yanına geldi ve onlara da böyle söyledi. Annem bu sözleri işitince korkdu ve Medîneden ayrıldık. Ümmi Eymen de şöyle anlatmışdır: Medînede bulunduğumuz sırada, bir gün öğle vaktinde iki yehûdî bulunduğumuz yere gelip; Ahmedi dışarı çıkarınız dediler. Çıkardık. Ona bakdılar ve bilhâssa sırtına
çok bakıp düşündüler. Sonra birbirlerine, bu ümmetin Peygamberidir. Bu Medîne şehri bunun hicret edeceği yerdir. Bu şehrde savaşların olmasına az kaldı, dediler.
● Medîneden Mekkeye dönerlerken Ebvâ denilen yerde, hazret-i Âmine hastalandı. Hazret-i Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem” annesinin başı ucunda oturmuşdu. Bir ara hazret-i Âmine kendinden geçdi. Bir müddet sonra kendine geldi. Oğlu Muhammedin “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek yüzüne bakdı ve birkaç beyt okudu. Şu beytler onlardandır:
Yüce
Allah bereketler versin sana,
Eğer
doğru çıkarsa gördüğüm rü’yâ.
Sen
peygamber olacaksın insanlara,
Celîl
ve kerîm olan Allah katında.
Hazret-i Âmine bu şi’ri okudukdan sonra şöyle dedi: Yaşayan herkes ölecekdir. Yeni olan herşey eskiyecekdir. Eğer ben ölürsem gam yimem. Adım âlemde dâimâ anılır. Çünki, böyle pâk ve mubârek bir evlâd yâdigâr bırakdım. Hazret-i Âmine vefât edince, cinnîlerin ağlama sesleri işitildi ve ta’ziye için şu beytleri okuyorlardı:
Ağlasın
iffetli genç kızlar Âmineye,
Anne olmakla
şereflendi, Peygambere.
Abdüllahın zevcesi,
yakınıdır hem de,
Vakârlı hem sâhib-i
minber Medînede.
● Hazret-i Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem” doğdukdan sonra, Seyf ibni Zilyezen, Habeşistanı aldı. Abdülmuttalib, Veheb bin Abdi Menâf ve Kureyş kabîlesinin diğer ileri gelenleri Zilyezeni tebrîk için Yemene gitdiler. Müsâade alıp içeri girdiklerinde, Abdülmuttalib pâdişâhın yakınına oturdu. Konuşmak için izn istedi ve gâyet fâsih bir ifâde ile pâdişâhı tebrîk etdi. Düâlar yapdı ve medhiyede bulundu. Bu durum pâdişâhın çok hoşuna gitdi ve sen kimsin diye sordu. Abdülmuttalib de ben Hâşimoğullarındanım dedi. Şâh dahâ çok ikrâm edip, onu yanına oturtdu ve Kureyş kabîle-
sinin diğer ileri gelenlerine de çok ikrâm ve iltifâtda bulundu. Sonra onları misâfirhâneye yerleşdirip, son derece ikrâm ve iyilikde bulundu. Bir ay misâfir kaldılar. Ne yanlarına uğradılar, ne gitmeleri için izn verdiler. Bir aydan sonra pâdişâh bir kimse gönderip, Abdülmuttalibi odasına çağırtdı. Ona şöyle dedi: Ey Abdülmuttalib! Sana bir sırrımı söyleyeceğim. Senden başkasına bu sırrımı söylemem. Çünki sen, bir cevherin kaynağısın. Seni bundan haberdâr edeyim. Bu sırrı vakti gelinceye kadar saklı tut. Allahü teâlâ bu sırrı vakti gelince bütün âleme açıkca gösterir. Haberin olsun ki, hazînemde kendim için husûsî olarak sakladığım bir kitâbda, bir hayrlı haber ve mu’teber bir şey okudum. Bu iş sana ve bütün mahlûkâta fâideli, umûmî ve tam bir ni’met olacakdır. Bu müjde şöyledir: Mekkede bir erkek çocuk doğmuşdur veyâ doğması yaklaşmışdır. Onun adı Muhammeddir “sallallahü aleyhi ve sellem”. Babası ve annesi vefât etmişlerdir. Onu dedesi ve amcası himâye edeceklerdir. Allahü teâlâ Ona peygamberlik verecek ve halkı Hakka da’vet edecekdir. Ona dost olanlar azîz ve mansûr olurlar. Düşmânlık edenler zelîl ve hakîr olurlar. Allahü teâlâ bizi Ona tâbi’ ve yardımcı eylesin. Allahü teâlâ O Peygamber vâsıtasıyla küfr ve dalâlet ateşini söndürecek ve tevhîd dînini ortaya çıkaracakdır. Kehânet sona erecek, şeytânlar taşlanacak ve kovulacakdır. Putlar yüzüstü düşecek. O Peygamberin sözü hak ile bâtılı birbirinden ayırıcıdır. Hükmü adâletlidir. Allahü teâlânın râzı olduğu şeyleri yapar ve yapılmasını emr eder. Râzı olmadığı şeylerden sakınır ve sakındırır.
Abdülmuttalib, pâdişâhdan bu sözleri dinleyince, ona düâ ve medhiyede bulundu ve ey melik! Bu sırrı biraz dahâ aç dedi. Bunun üzerine yemîn ederek: Ey Abdülmuttalib, O gelecek Peygamberin dedesi sensin. Bunda aslâ yalan yokdur, dedi. Abdülmuttalib bu sözleri işitince şükr secdesine kapandı. Pâdişâh, başını kaldır ey Abdülmuttalib! Aslın gibi neslin de yüce âleme yol göstericidir. İşin temâm ve maksadın hâsıl oldu. Sonra söylediğimin kim olduğunu anladın mı dedi. Abdülmuttalib şöyle dedi: Evet anladım. Oğlum Ab-
düllahı Vehebin kızı Âmine ile evlendirmişdim. Bir oğlu dünyâya geldi. İsmini Muhammed koydular. Babası ve annesi vefât etdi. Onu ben ve amcası himâye ediyoruz. Seyf ibni Zilyezen Abdülmuttalibe dedi ki: Sana söylediklerim doğrudur. Gönlünü hoş tut. Onun hâlini gizle. Onu yehûdîlerden koru. Onun düşmânıdırlar. Hak Sübhânehü ve teâlâ Onu, onlara karşı muzaffer kılacakdır. Onlar Ona zarar veremeyeceklerdir. Bu sözleri seninle buraya gelen yol arkadaşlarına söyleme. Onların hîlesinden emîn değilim. Allahü teâlâ korusun, Onu öldürmek kasdıyla bir tuzak kurarlar. Elbette bunlar veyâ bunların oğulları Ona düşmânlık edecekler, belki savaşacaklardır. Fekat Hak Sübhânehü ve teâlâ senin torununu onların hepsine karşı gâlib edecekdir. Eğer ömrümün yeteceğini bilseydim, bütün ordularımı Medîneye toplardım. Orayı kendime şehr seçerdim. Ona yardım etmekle şereflenirdim. Çünki, kitâblarımızda Onun Medîneye yerleşeceği, ya’nî yerinin Medîne olduğu bildirilmişdir. İşleri orada yapacak, yardımcıları oradan olacak. Defn edileceği yer orası olacakdır. Şimdi Ona bir zarar gelmesinden korkmasaydım, bütün Arabistan halkını Ona tâbi’ olmaya ve îmân etmeye çağırırdım. Bu emâneti sana bırakıyorum. Bu husûsda bir kusûr etmeyesin.
Sonra pâdişâh misâfirlerinin herbirine onar köle ve onar câriye, kırk parça kumaş, yüz deve, beş rıtl altın, on rıtl gümüş ve bir ipek kab içi dolusu anber hediyye etdi. Abdülmuttalibe dahâ çok verdi. Gelecek sene tekrâr geliniz dedi. Fekat pâdişâh Seyf ibni Zilyezen o sene vefât etdi. Abdülmuttalib Kureyşlilere şöyle dedi: Bana çok verdi diye hased etmeyiniz. Zîrâ pâdişâhın verdiklerinin temâmı bana ve benim oğullarımdan olacak şerefe nisbetle çok azdır. Abdülmuttalibe o şeref nedir diye sordular. Fekat o bunu gizli tutdu.
● Hazret-i Muhammedin “sallallahü aleyhi ve sellem” peygamberliğini müjdeleyen hâdiselerden biri de şöyledir: Bir gün çocuklarla oynarken, Müdlec oğullarından bir gurub Onu gördü. Yanlarına çağırdılar ve ayağına bakıp hayli ze-
mân durdular. Sonra Abdülmuttalibin yanına uğradılar. Muhammed aleyhisselâmı onun yanında gördüler. Bu çocuk kimdir, diye sordular. Abdülmuttalib oğlumdur, dedi. Bunun üzerine biz bunun ayağı kadar makâm-ı İbrâhîmde olanların ayağına benzer ayak görmedik. Aman bu çocuğu iyi muhâfaza et, dediler.
● Bir gün Abdülmuttalib Hicrde, Kâ’benin yanında oturuyordu. Yanında yakın dostu Buhayra üsküfü de vardı. Üsküf Abdülmuttalibe dedi ki: Biz kitâblarımızda okuduk ki, İsmâ’îl aleyhisselâm neslinden henüz teşrîf etmiyen bir Peygamber kalmışdır ki, o da yakında gelecekdir. Zan ediyorum ki doğmuşdur. Onun sıfatları şöyle şöyledir diye sayarken, hazret-i Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem” çıkageldi. Üsküf Ona dikkatle bakdı. Gözünü ve sırtını dikkatle inceledi. Sonra, benim geleceğini söylediğim Peygamber budur. Bu kimin oğludur, diye sordu. Abdülmuttalib, benim oğlumdur, dedi. Bunun üzerine üsküf bunun babasının hayâtda olmaması lâzım, dedi. Abdülmuttalib bu benim oğlumun oğludur. Annesi buna hâmile iken babası vefât etdi, dedi. Sonra Abdülmuttalib, oğullarına dönerek, kardeşinizin oğluna dikkat ediniz, işitiyor musunuz. Onun için ne diyorlar, dedi.
● Hazret-i Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem” yedi yaşında iken şiddetli bir göz ağrısına tutuldu. Ne kadar ilâc yapdılarsa da fâide vermedi. Sonunda Abdülmuttalibe, Ukkaz panayırında bir râhib var, göz için ilâc yapıyor dediler. Abdülmuttalib, hazret-i Habîb-i Ekremi “sallallahü aleyhi ve sellem” o râhibe götürdü. Râhibin bulunduğu kilisenin kapısını kapalı buldular. Açdırmak için bağırdılar. Cevâb gelmedi. Bunun üzerine Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ile aşağı indiler. O ânda kilise sallanmaya başladı. Abdülmuttalib kilise üstümüze yıkılacak diye korkdu. Râhib içerden koşarak geldi ve ey Abdülmuttalib, şu bir gerçekdir ki, bu çocuk bu ümmetin Nebîsidir. Eğer dışarı çıkmasaydım bu kilise üzerime yıkılırdı. Bunu götür ve dikkatle koru. Çünki ba’zı ehl-i kitâbdan buna zarar erişebilir, dedi. Sonra
göz ağrısı için yapdığı ilâclardan verdi.
● İbni Abbâs “radıyallahü anh” şöyle rivâyet etmişdir: Kâ’benin yanına Abdülmuttalib için bir minder koyarlar idi. Abdülmuttalibe hürmeti ve saygısından dolayı kimse o minderin üzerine oturmazdı. Oğulları etrâfında otururlardı. Abdülmuttalib de o minderin üzerine otururdu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” çocukluğunda bir gün o minderin üzerine oturmak istedi. Amcaları mâni’ oldular. Abdülmuttalib onlara (o yavrucuğuma dokunmayın. İstediği yere otursun. Vallahi Onun şânı çok yüce olacakdır. Görüyorum ki, bir gün gelecek, o sizin seyyidiniz, efendiniz olacak. Onun alnında bir nûr görüyorum ki o nûr serverlik, ya’nî peygamberlik nûrudur) dedi. Sonra oğullarından Abdüllah ile aynı anneden olan Ebû Tâlibe döndü ve bu oğlumun önünde büyük işler vardır, Onu gözetiniz dedi. Dedesi Abdülmuttalib Onu boynunda taşır ve Kâ’beyi tavâf ederdi. Putları sevmediğini bildiği için, tavâf ederken onlara yaklaşdırmazdı. Abdülmuttalib seksen iki yaşında ve bir rivâyete göre de yüzon yaşında vefât etdi. Ebû Tâlib, babasının vasıyyeti üzerine hazret-i Muhammedi “sallallahü aleyhi ve sellem” himâyesine alıp, yanında barındırdı. Onunla çok iyi ilgilenmesi meşhûrdur.
● Hazret-i Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem” dedesi Abdülmuttalibin yanında kalıyor idi. O vefât edince amcası Ebû Tâlibin yanında kaldı. Bu sırada sekiz yaşında idi. Ebû Tâlib Onu çok severdi. Ebû Tâlibin âilesi, birlikde veyâ ayrı ayrı yemek yidiklerinde doymazlardı. Hazret-i Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem” ile birlikde yidikleri zemân doyarlardı. Ebû Tâlib, âile fertlerine yemek verdiği zemân, onlara sabr edin, bekleyin, Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem” sofraya otursun, derdi. Çünki, O onlarla birlikde yimeğe başlayınca, hepsi az bir yemekle doyarlardı ve Onun bereketiyle yemek artardı. Meselâ bir içimlik süt olsaydı, önce Muhammed aleyhisselâm içerdi. Sonra onlara verirdi. Hepsi süde kanardı. Ebû Tâlib Ona, ey oğul! Sen çok mubâreksin, derdi.
● Hazret-i Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem” her sabâh uykudan uyanınca, yüzünden nûr yayılırdı. Ebû Tâlibin oğulları Onun yüzünün nûru ile şereflenirlerdi. Hepsinin saçları karışık, kirpikleri yapışmış vaziyyetde olurdu. Muhammedin “aleyhisselâm” uyanınca, misk kokulu saçları taranmış ve cihânı gören gözleri sürmelenmiş hâlde görürlerdi.
● İmâm-ı Abdürrahmân Cevzî hazretleri (Kitâbü’l-vefâ fî fadâil-il Mustafâ) adlı kitâbında şöyle bildirmişdir: Hazret-i Habîb-i Ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” on yaşında iken amcası Zübeyr ile bir sefere çıkdı. Bir dereye vardıklarında, orada erkek bir deve gördüler. Kimseyi dereden geçirmiyordu. Kervândakiler dönmek istediler. Hazret-i Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ben bu husûsda işinizi hâllederim, buyurdu. Sonra ileriye doğru yürüdü. Deve, Habîb-i Ekrem hazretlerini görünce yere yatdı. Hazret-i Resûlullah kendi devesinden inip, onun üzerine bindi. Onu sürüp oradan uzaklaşdırdı. Kervândakiler dereyi geçdikden sonra, üzerinden inip salıverdi ve kendi devesine bindi. Seferden dönüşlerinde yine bir dereye rastladılar. Bu derenin suyundan geçemediler. Kervândakiler durdular. Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hepiniz beni ta’kîb ediniz, buyurdu. Sonra kendisi önden yürüdü. O sırada Allahü teâlâ azze ve celle o derenin suyunu kurutdu. Hepsi râhatca geçdiler. Mekkeye vardıklarında Kureyş arasında bu hâdiseleri anlatdılar. Muhammedin “sallallahü aleyhi ve sellem” şânı çok yüce olacakdır, dediler.
● Hazret-i Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” on iki yaşında idi. Bir gün amcası Ebû Tâlib Şâma sefere çıkacakdı. Hazret-i Resûlullaha amcasının ayrılığı ağır geldi. Ey amca, beni burada kime bırakıp gideceksin. Annem yok, babam yok, dedi. Ebû Tâlib bu sözlerden çok duygulandı ve Onu da yanında Şâm seferine götürmeye karar verdi. Kardeşleri bu henüz çocukdur, sefere tâkat getiremez, dediler. Bunun üzerine Ebû Tâlib endîşeye düşdü. Bir gün hazret-i Resûlü “sallallahü aleyhi ve sellem” ağlarken gördü. Niçin
ağlıyorsun diye sordu. Cevâb vermedi. Benden ayrı kalacağın için mi ağlıyorsun deyince, evet diye cevâb verdi. Bunun üzerine Ebû Tâlib yemîn edip bundan sonra senden hiç ayrılmayacağım dedi. Onu da yanına alıp, Şâm seferine çıkdı. Onu kendi cânından dahâ çok gözetip, dâimâ dikkatle himâye etdi. Şâm topraklarında Busrâ denilen bir yere ulaşdılar. Orada Bahîra adında bir râhib vardı. O zemân nasârânın [hıristiyânların] en âlimiydi. Dahâ önce o kâfile nice kerreler yanına uğramışdı. Fekat hiç iltifât etmemişdi. O sene Ebû Tâlibin kâfilesi yaklaşınca, o kâfileden bir şahsı beyâz bir bulutun gölgelediğini ve O nereye gitse, bulutun Onu ta’kîb etdiğini gördü. Kervân bir ağacın altına konaklayınca, bulut da ağacın üzerinde durdu. Ağacın dalları gölgelemek için başı üzerine meyl ediyordu. Bahîra bu alâmetleri görünce, hemen bir sofra hâzırlatdı. Kâfileyi yemeğe da’vet etdi. Kâfiledekiler gelince, Bahîra aralarında görmek istediği kimseyi bulamayınca, büyük olsun küçük olsun, sizden gelmeyen, geride kalan kimse var mı diye sordu. Herkes geldi. Sâdece küçük bir çocuğu eşyâlarımızın yanında bırakdık dediler. Bahîra onu da buraya getirin, dedi. Hâris bin Abdülmuttalib bu sözü işitince, yemîn ederek, Muhammed bin Abdüllahı konakladığımız yerde bırakıp, bizim burada yemek yimemiz kerem ve mürüvvete sığmaz, dedi. Bahîra, Muhammed ismini duyunca, Onun getirilmesinde dahâ çok acele etdi. Hâris Onu getirmeye gitdi. Bahîra bir de bakdı ki o ağacın altından ayrılınca, üzerinde Onu gölgeleyen beyâz bulut da Onunla birlikde hareket etdi. Yanlarına yaklaşınca, Bahîra kalkıp tam bir hurmet ve saygı ile Onu karşıladı ve dikkatli dikkatli Ona bakmaya başladı. Önceki mukaddes kitâblarda okuduğu alâmetleri tek tek Onun üzerinde gördü. Yemek yinip herkes bir tarafa çekilince, Bahîra hazret-i Muhammede “sallallahü aleyhi ve sellem”: Sana ne sorarsam Lât ve Uzza hakkı için doğru söyle deyip, arabları taklîd ederek yemîn verdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”: Bana Lât ve Uzza adına yemîn verme. Ben onlara buğz etdiğim kadar, hiçbir şeye buğz etmem, dedi. Bunun üzerine Bahîra, Allah hakkı için soracağım herşeye
doğru cevâb veresin, dedi. Hazret-i Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” her ne dilersen sor, dedi. Bahîra Ona uykusundan, uyanık iken olan hâllerinden ve diğer hâllerinden sordu. Birer birer cevâb verdi. Bu cevâbların hepsini bildiklerine uygun buldu. Sonra nübüvvet mührünü görmek istedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” sırtını açmadı. Ebû Tâlib, ey oğul. Ne olur aç, göster deyince, açdı. Bahîra mukaddes kitâblarda okuduğu gibi nübüvvet mührünü görünce, hemen öpdü. Sonra bir tarafdan ağladı. Bir tarafdan da Ebû Tâlibe bu çocuk senin neyin olur, dedi. Ebû Tâlib oğlumdur deyince, oğlun olmaması îcâb eder. Çünki, bu çocuğun babası ve annesi vefât etmiş olması lâzımdır. Bunun üzerine kardeşimin oğludur deyince, Bahîra şimdi doğru söyledin, dedi. Sonra: Bu çocuğun gözlerindeki kırmızılık hiç kaybolur mu? diye sordu. Ebû Tâlib hâyır kaybolmaz, dedi. Sonra Bahîra Ebû Tâlibe, kardeşinin oğlu bu çocuk, bu ümmetin Peygamberi olacakdır. Bunu çabuk kendi memleketine geri götür. Onu yehûdîlerden koru. Eğer benim anladığım gibi onlar da hâlini anlarlarsa, bu çocuğa bir zarar verebilirler. Bizim üzerimizde bununla alâkalı olarak çok ahd ve misâk vardır, dedi. Ebû Tâlib, o ahd ve misâkı sizden kim bildirmişdir, dedi. Bahîra tebessüm ederek, Allahü teâlâ Îsâ aleyhisselâma gönderdiği kitâbda bildirmişdir, dedi. Ebû Tâlib o seferden Mekkeye döndükden sonra, Onu bir dahâ sefere götürmedi. Sefere gideceği zemân, ayrılığı sebebiyle Onun üzüleceğini anlarsa, gitmekden vazgeçerdi.
● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” yirmibeş yaşında idi. Hazret-i Hadîce ile henüz evlenmemiş idi. Hazret-i Hadîcenin kölesi Meysere ile birlikde Şâm seferine çıkdı. Busraya varınca, Nastura adında bir râhibin bulunduğu yerin yakınında bir ağacın altında konakladılar. Nastura Meysereyi tanıdı. Ey Meysere! Bu ağacın altında oturan kimdir, dedi. Meysere, o, Kureyşin eşrâfından ve Hâşimoğullarının ileri gelenlerinden bir kimsedir, dedi. Nastura dedi ki: Hakîkat şudur ki, bu ağacın altında Peygamberlerden başkası konak
lamamışdır. Onun gözlerinde hastalık sebebiyle olmayan bir kırmızılık var mıdır diye sordu. Meysere evet vardır deyince, O âhır zemân Peygamberidir ve Hâtem-ül-enbiyâdır. Ne olaydı, Onun peygamberliği zemânına kadar yaşasaydım ve islâma girip Ona tâbi’ olsaydım, dedi.
● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Meysere ile Şâm seferine çıkdı. Bu seferde alış-veriş yapdığı bir kimseyle aralarında anlaşmazlık çıkdı. O kimse doğru söylüyorsan Lât ve Uzzaya and iç dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Ben Lât ve Uzza adına aslâ yemîn etmem. Bana göre onlardan dahâ kötü şey yokdur, buyurdu. Bunun üzerine o şahs, sen Harem ehlinden misin diye sorunca, evet buyurdu. O şahs Meysere ile tenhâ bir yerde iken, ona vallahi senin bu yol arkadaşın Hak Sübhânehü ve teâlânın Peygamberidir. O Hâtem-ül-enbiyâdır. Meysere bu sözleri duyunca, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” hürmetini ve ikrâmını artdırdı. Ona hizmetde çok dikkatli davrandı.
● Şâm seferinden dönüşde, Merrüzzahrâna geldiler. Kervânda hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk da vardı. Meysereye kervânın dönüşünü müjdelemek için Muhammedi “sallallahü aleyhi ve sellem” hazret-i Hadîceye gönder dedi. Meysere kabûl edip, hazret-i Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” gönderdi. Kâfilede Ebû Cehl de vardı. Muhammedin “sallallahü aleyhi ve sellem” yaşı küçükdür. Başka birisini gönderelim, dedi. Meysere, yaşı küçük ama çok akllıdır, dedi. Hazret-i Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” müjdeci olarak gitmek üzere yola çıkdı. Bir müddet gitdikden sonra, deve üzerinde uyudu. Deve yoldan çıkdı. Allahü teâlâ Cebrâîl aleyhisselâma devenin yularından tutup, doğru yola çek. Üç günlük yolu bir günde kat’eyle diye emr buyurdu. Cebrâîl aleyhisselâm da öyle yapdı. Bu ma’nâda Allahü teâlâ [Duhâ sûresi 7.ci âyetinde meâlen] (Seni şaşırmış bulup, doğru yola erişdirmedi mi) buyurdu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” o gün Meyserenin mektûbunu hazret-i Hadîceye ulaşdırdı. Aynı gün tekrâr geri döndü. Kervâna yaklaşınca Ebû Cehl uzakdan görüp, sevindi. Ey Meysere benim sözü-
mü dinlemedin. İşte Muhammed, yolu şaşırıp geri dönmüş, dedi. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk ve Meysere üzüldüler. Hazret-i Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” kervâna ulaşıp, hazret-i Hadîcenin mektûbunu Meysereye verdi. Meysere sevinerek Ebû Cehle, anlaşıldı ki, Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem” şaşırmamış, sen şaşırmışsın, dedi. Ebû Cehl utanıp rezîl oldu. Ben Onun üç günlük yolu bir günde gitdiğine ve bu mektûba inanmıyorum. Bu mümkin değildir, dedi. Kendi kölemi göndereceğim diyerek kölesini gönderdi. Sonunda doğru olduğunu öğrenince, çok mahcûb oldu, üzüntüsü iyice artdı.
● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hazret-i Hadîce ile nikâhlanırken, Mudâr kabîlesinin reîsleri ve Hâşimoğullarının ileri gelenleri de var idi. Burada, Ebû Tâlib övünerek şöyle bir hutbe okudu: “Allahü teâlâya hamd olsun ki, bizi hazret-i İbrâhîmin zürriyyetinden ve hazret-i İsmâ’îlin neslinden eyledi. Bizi Mead ve Mudar soyundan eyledi. Bizi Beytinin ve Haremin muhâfızları yapdı. Hareminin işlerine de hizmetci eyledi. Bize hac edilen, ziyâret edilen bir beyt (Kâ’beyi) ihsân eyledi. Yine bize içine girildiğinde emîn olunan bir Harem ihsân etdi. Bizi insanlara hâkim kıldı. Şübhesiz ki kardeşimin oğlu Muhammed, bütün Kureyş gençlerinden dahâ üstündür. Vallahi bundan sonra Onun için büyük haberler ve mühim işler vardır.
● Hazret-i Muhammedin “sallallahü aleyhi ve sellem” peygamberliğini müjdeleyenlerden biri de Kus bin Sa’îde-tül Eyâdîdir. Bir def’asında Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûruna, Iyâd kabîlesinden bir hey’et geldi. Onlara hanginiz Kus bin Sa’îdeye ulaşmışdır ve onu bilir diye, sordu. Yâ Resûlallah, hepimiz onu biliriz dediler. Hâli nice oldu diye sorunca da, vefât etdi, dediler. Bunun üzerine Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: Sanki dün gece gibi hâtırlıyorum. Ukaz panayırında bir kızıl tüylü deve üzerine binip va’z eylerdi. Hoş nasîhatlar yapar, Hak Sübhânehü ve teâlânın bir olduğunu ve Ona îmân etmeye çağırırdı. Birçok beytler okurdu. Hâtırlamıyorum. Bu sırada bir ki-
şi, yâ Resûlallah, ben o beytleri Kus bin Sa’îdeden işitmişdim. Müsâade ederseniz okuyayım, dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”: “Şi’r, güzeli güzel, çirkini de çirkin olan bir sözdür” buyurdu ve izin verdi. O kimse Kus bin Sa’îdenin şöyle söylediğini işitdim, diyerek şi’ri okudu. Şi’rin ma’nâsı şöyledir: “Önce gelip geçenlerde bize ibret alacak şey çokdur. Ölüm ırmağının girecek yerleri var ama, çıkacak yeri yokdur. Büyük küçük hep göçüp gidiyor. Giden geri gelmiyor. Kat’iyyetle anladım ki, herkesin başına gelen benim de başıma gelecek, ben de öleceğim.”
Bundan sonra, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” oradakilere, kim bize Kus bin Sa’îdenin îmânının alâmetlerinden dahâ başka şeyler söyleyecek buyurdu. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûrunda bulunan hey’etden bir kişi şöyle anlatdı: Yâ Resûlallah! Bir gün memleketimizde bir dağa çıkmışdım. Bir derede sayısız hayvân ve kuş toplanmışdı. Kus bin Sa’îde bir çeşmenin başında elinde asâsıyla durmuş. Yeri göğü yaratan Allah hakkı için, kuvvetlilerin za’îflerden önce su içmesine müsâade etmem. Önce za’îfler, sonra kuvvetliler su içeceklerdir, diyordu. Seni insanlara peygamber olarak gönderen yüce Allaha yemîn ederim ki, gözlerimle şöyle gördüm: O hayvânların ve kuşların kuvvetlileri za’îfler su içinceye kadar bir tarafa çekilip beklediler. Sonra kuvvetliler su içdiler. Hayvanlar ve kuşlar Kus bin Sa’îdenin yanından gitdikden sonra, yanına yaklaşdım. Bakdım ki iki kabr arasında durmuş nemâz kılıyordu. Bu kıldığın ne nemâzıdır dedim. Arablar bunu bilmez. Bu öyle bir nemâzdır ki, göklerin ve yerin yaratanı için kılarım dedi. Lât ve Uzzadan başka ilâh var mıdır? dedim. Ben böyle deyince titredi ve rengi değişdi ve: Benden uzak dur! Şübhesiz ki göklerin ilâhı vardır. Onun şânı yücedir. Bütün mahlûkâtı O yaratdı ve onları tertîb etdi. Güneşi aydınlatıcı, ayı nûrlandırıcı ve yıldızları zînet kıldı, dedi. Sonra ona, neden Allahü teâlâya bu iki kabr arasında ibâdet ediyorsun diye sordum. Bu iki kabrde yatanlar benim dostlarım idiler. Burada ölümden onlara erişen şey bana da erişsin, ben de burada öleyim diye
beklerim, dedi. Sonra şöyle dedi: Yakında size bu tarafdan hak erişecek diyerek Mekke tarafını gösterdi. O hak nedir dedim. Lüveyy bin Gâlib neslinden bir kimsedir. Sizi ihlâsa (tevhîde) da’vet eder, ebedî hayâta ve bitmeyen ni’metlere çağırır. Onun da’vetini kabûl ediniz! Eğer ben Onun zemânına kadar hayâtda kalsaydım, en önce Ona ben îmân ederdim. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bunları anlatan kimseye çok güzel söyledin. Kus bin Sa’îde öyle bir kimsedir ki, Allahü teâlâ Onu kıyâmet gününde yalnız bir ümmet olarak diriltir, buyurdu.
● Şöyle rivâyet edilmişdir: Ensârdan biri Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûrunda kalkıp şöyle anlatdı: Devemi kaybetmişdim. Aramak için dağlara ve sahrâlara çıkdım. Akşam oldu. Gece karanlığında bir korkulu yerde kaldım. Sabâha yakın bir ses işitdim, şöyle diyordu:
Ey karanlıklarda karar
kılıp kalmış kimse,
Şübhesiz, Allah bir Nebî
gönderdi Haremde.
O, Benî Hâşimden,
vefâlı, kerem sâhibi,
Cennetlerin ebedîliğini
müjdeledi.
Bunları işitince, ne kadar etrâfıma bakdıysam da, sesin sâhibini göremedim ve şöyle dedim:
Ey
karanlıklardan bana seslenen kimse,
Bu
sıkıntılı zemânda hoş geldin bize.
Allahü
teâlâ hidâyet versin sana,
Söylediğini
iyice açıklasana.
Ben böyle deyince, ansızın yine şöyle diyen bir ses işitdim:
“Nûr zâhir oldu [açığa çıkdı]. Allahü teâlâ Muhammed aleyhisselâmı Peygamber olarak ve her bakımdan en üstün olarak gönderdi. Mahlûkâtı abes olarak yaratmayan ve bizi Îsâ aleyhisselâmdan sonra başı boş bırakmayan ve bize kıymet veren, en şerefli ümmet olarak yaratan Allahü teâlâya hamd olsun. Muhammed aleyhisselâmı bize gönderdi. O Nebîlerin en üstünüdür. Ona salât ve selâm olsun. Hiç bir top-
luluk, Ona karşı gâlib gelemez” dedi. Sabâh olduğunda sevincimden devemi unutmuşdum. Yola çıkıp yürümeye başladım. Bir yere geldim. Bir de bakdım ki, Kus bin Sa’îde bir ağaç altında oturmuş, elindeki bastonunu bir taşa vurarak cenk şi’ri okuyordu. Yanına yaklaşıp selâm verdim. Selâma cevâb verdi. Orada bir çeşme ve iki kabr ve iki kabrin arasında bir mescid vardı. Yanında iki dâne de aslan vardı. Aslanlar teberrüken kendilerini ona sürerlerdi. Aslanlardan biri oradaki çeşmeye su içmeye giderken, diğeri de peşine düşdü. Kus bin Sa’îde elindeki bastonu arkadaki aslana vurup, sen dur, senden önce giden su içip gelsin, sonra da sen git, dedi. Önce giden aslan su içip gelince, beklemekde olan diğer aslan gidip, su içdi. Bu kabrler kimin kabridir diye sordum. Benim iki arkadaşım vardı. Burada benimle birlikde Allahü teâlâya ibâdet ederlerdi ve Ona aslâ şirk koşmazlardı. Onlar vefât etdiler. Bu iki kabr onların kabrleridir. Ben de burada onlara kavuşma zemânımı bekliyorum, dedi.
● Zeyd bin Amr ve Varaka bin Nevfel hak din aramak için Musulda bir râhibe gitdiler. Varaka bin Nevfel nasrânî oldu. Zeyd bin Amr nasrânîliği uygun bulmadı ve kabûl etmedi. Oradan ayrılıp yola devâm etdi. Başka bir râhibe uğradı. Râhib nereden geliyorsun diye sorunca, hazret-i İbrâhîmin yapmış olduğu Kâ’beden geliyorum, dedi. Niçin oradan ayrılıp yola çıkdın deyince de, hak din aramak için ayrıldım, dedi. Bunun üzerine râhib ona, hemen geri dön, senin aradığın hak din yakında sizin memleketinizde zuhûr edecekdir, dedi. Zeyd bin Amr, hazret-i Muhammedin “sallallahü aleyhi ve sellem” peygamberliğinin bildirilmesinden önce öldürülmüşdür. Allahü teâlânın bir olduğuna, îmâna, kıyâmet gününe dâir çok şi’rleri vardır. Sa’îd bin Zeyd “radıyallahü anh” şöyle demişdir: Ben ve Ömer bin Hattâb “radıyallahü anh” Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” Zeyd bin Amrın hâlini sorduk. Buyurdu ki: “O kıyâmet günü tek bir ümmet olarak kalkacakdır”.
● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Peygamberliğini müjdeleyen hâdiselerden biri de Abd-i Kelâl bin Yegûs
El-Humeyrî kıssasıdır. Emîr-ül mü’minîn Ömer bin Hattâb “radıyallahü anh” şöyle anlatmışdır: Bir gün Kubâ mescidinde Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ile nemâz kılmışdık. Mubârek yüzünü bizden tarafa çevirince, deve üzerinde siyâh sarıklı, kılıç kuşanmış bir köylünün dağdan aşağıya doğru indiğini gördü. Benim gördüğümü siz de görüyor musunuz buyurdu. Biz, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bizden dahâ iyi görür ve bilir dedik. Bir köylü dağdan aşağıya doğru geliyor. Abdüllah Hafâkî olması lâzım buyurdu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bunları söyledikden biraz sonra o köylü mescidin kapısına geldi. Devesini bağladı, yenlerini sıvayarak ve eteğini çekerek Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûruna geldi ve selâm verdi. Resûlullah ona, Allahü teâlâ dilini yalan söylemekden, kötülükden korusun, buyurdu. Sonra köylü konuşmak için müsâade istedi.
İzn verilince şöyle anlatdı: Yâ Resûlallah! Biz kavmimizden bir cemâ’at ile Hadramuta gidiyorduk. Gece ay ışığında giderken ay batdı. Biz korkulu bir dereye ulaşdık ve orada konakladık. Oraya henüz konaklamışdık ki, birden bire bir gürültü kopdu. At kişnemeleri, deve sesleri, kadınların feryâdı, çocukların ağlaşma sesleri geliyordu. O sırada bir ses dahâ işitdik, şöyle diyordu: Ey Yemâme kâfilesi. Vallahi kıyâmet yaklaşdı! Bütün putların bâtıl olduğunu ve bütün dinlerin hükmsüz kılındığını bildiren bir Peygamber geldi. O Peygambere uyan kimse bahtiyâr olur. Uymayanlar, muhâlefet edenler, bedbaht olurlar. Biz ona, Allahü teâlâ sana rahmet etsin, sen kimsin dedik. Ben Teklân cinnîyim, dedi. Bu gürültüler nedir diye sorduk. Bu gürültüyü çıkaranlar, cinnîlerden bir tâifedir. Kureyş kabîlesinden bir Peygamber gönderildi. Ona îmân etdiler, dedi. Bundan sonra ses kesildi. Sabâh olunca yola çıkıp, çöle doğru yürümeye başladık. Yolculuğumuz sırasında arkadan bir kişiyi kaybetdik. Yol arkadaşlarıma siz durun, bekleyin, ben o kaybolan kimdir bir bakayım dedim. Yedek bir bineğim vardı. Ona bindim, kılıcımı da kuşandım, onu aramaya gitdim. Bir kimseye rastladım.
İhtiyârlıkdan beli bükülmüş ve kirpikleri dökülmüş. Bir yeri kazıyordu. Bineğimin ayak seslerini duyunca, başını kaldırıp bakdı. Beni bir heybet kapladı. Kur’ân-ı kerîmden âyetler okuyarak Allahü teâlâya sığındım ve çok salevât okudum. Sonra o kimseye; Allahü teâlâ sana merhamet etsin. Biz bir gurub yolcuyuz. Yolumuzu şaşırdık. Yâ bize yol göster veyâ konaklayacak bir yer göster. Hiç olmazsa içecek su ver, dedim. Benim sizi konaklatacak evim ve çadırım yok. Size içirecek südüm ve suyum da yok. Yolunuz karşınızdadır. Falan dağın üzerine çıkın, dedi. Sen kimsin diye sordum. Ben Abd-i Kelâl bin Yegûs El-Humeyrîyim, dedi. Kavmin ne oldu diye sordum. Üçyüz seneden beri onlardan haberdâr değilim. Benî Mâzin kabîlesine geldim. Onların arasında binbeşyüz yaşında bir ihtiyâr var. Bana burada Âd kavminin kapanmış bir su ırmağı olduğunu söyledi. Üçyüz senedir burayı kazıyorum. Irmakdan bir nişân bulamadım. Fekat üç dâne levha buldum. Onlar üzerinde neler yazılmış, eğer okuma biliyorsan sana göstereyim, dedi. Bilirim getir göreyim, dedim. Gösterdi. Levhalardan birinde Âd kavminin kötülüklerini bildiren iki beyt yazılı idi. İkinci levhâda Sâlih aleyhisselâmın kavminin zemmi ve deveyi öldürmeleri hakkında iki beyt yazılı idi. Üçüncü levhada da buna benzer şeyler yazılı idi. Sonra elimden tutup beni bir yere götürdü. Orada altından bir taht üzerinde sırt üstü yatmış bir şahsın ölüsü vardı. İki gözünün arasına şöyle bir yazı yazılmışdı: Benim adım, Şeddâd bin Âd. Irem bağları ve imâd sâhibiydim. Bin sene yaşadım. Bin şehr kurdum. Bin kız ve hizmetçiyle yaşadım. Bin kantar altına sâhib oldum. Binlerce askerim vardı. Şarkın ve garbın saltanatına sâhib oldum. Ne dünyâ bana kaldı, ne de ben dünyâda bâkî kaldım. Benden sonra kimse dünyâya mağrûr olmasın.
Sonra elimden tutup bir yere dahâ götürdü. Gümüşden bir taht üzerinde sırt üstü yatmış bir kadının ölüsü vardı. Onun alnında şöyle yazılı idi: Ben Şeddâd bin Âdın kız kardeşiyim. Her kim yanıma gelirse, bana ibret nazârıyla baksın. Sonra beni bir taşın yanına götürdü. O taşın altından bir
sahîfe çıkardı. Bunu oku dedi. Onda şöyle yazılı idi: O ay yüzlü Nebî zuhûr edince, azîz ve celîl olan Allahü teâlâya da’vet eder. Ona muhâlefet edenleri, beldeler, dağlar ve vâdiler kabûl etmez. O Tihâme topraklarından, Mekkeden çıkacakdır. O bulutlar üzerinde görünen ay gibidir. O doğru sözlüdür. Susması hikmetlidir. Sultânlar Ona boyun eğer. Kapalı şeyler Ona açık olur.
Bundan sonra benden ayrılıp gitmek istedi. Eteğinden tutdum. Görüşüp konuşmamızı nasîb eden Allahü teâlâ hakkı için söyle, ne yirsin, ne içersin, dedim. Benim yiyeceğim şu tepelerin otlarıdır. Suyum yağmur suyudur, dedi. Sonra onunla vedâlaşıp ayrıldım. İki sene Hadramutda kaldım. Geri dönerken o yere yine uğradım. Orası yeşil bir yer olmuş ve bir ırmak akıyordu. Oraya bir de kabr yapılmışdı. Kadınlardan bir topluluk vardı. Onlara Kelâl bin Yegûs ne oldu diye sordum. Vefât etdi, şu kabr onun kabridir, dediler. Kabrinin başında bir taş vardı. O taşın üzerinde şöyle yazılıydı: Âdın kuyusunu bütün gücümle kazmaya başladım. Nihâyet ben de Iyâs gibi, o kuyunun dibine ulaşdım. Bal gibi tatlı ve pek lezzetli olan suyu buldum. O su ile su ihtiyâcımı giderdim. Ancak kuyuyu iyice kazma işini temâmlayamadım. Çünki, dostlarım bana sıkıntı verdi. Elimde âlet azdı. Taşlar arasında kaldım. Toprakla uğraşmak beni yidi bitirdi.
Bunları anlatınca, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ağladı ve buyurdu ki: Allahü teâlâ Abd-i Kelâl bin Yegûsa rahmet eylesin. O kıyâmet gününde tek bir ümmet olarak kalkacakdır. [Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın hilye-i se’âdeti ve güzel ahlâkı, (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbında ve ayrıca mu’cizeleri, fazîletleri, güzel ahlâk ve âdetleri; (Herkese Lâzım Olan Îmân) kitâbında mufassal olarak anlatılmışdır. Lütfen oralardan da okuyunuz!]