Eshâbına
nasîhatdan sonra,
Fahr-i âlem dedi, benden sonra,
Hilye-i
pâkimi, görse biri,
olur o, yüzümü görmüş gibi.
Gördükde,
hubbu hâsıl olsa,
ya’nî, hüsnüme âşık olsa.
Beni
görmeği etse arzû,
kalbi, sevgimle olsa dolu.
Cehennem
olur, ona harâm,
Rabbim, Cenneti eder ikrâm.
Dahî,
haşretmez çıplak, ânı Hak,
olur gufrânına, Hakkın mülhak.
Denildi
ki, hilye-i Resûli,
severek yazsa, birinin eli,
Eder
Hak, onu korkudan emîn,
belâ ile dolsa, rûy-i zemîn.
Hastalık
görmez, dünyâda teni,
ağrı
çekmez hiç, bütün bedeni.
Günâh
etmiş ise de, bu adam,
Cehennem cismine, olur harâm.
Âhıretde
azâbdan kurtulur,
dünyâda her işi, kolay olur.
Haşr
eyler, ânı hem, Rabb-i celle,
dünyâda, Resûlü görenlerle.
Hilye-i
Nebîyi, güç iken beyân,
başlarız, ona oldukça imkân.
Sığınarak
Zülcelâle,
vasf ederiz âcizâne.
İttifak
etdi, bu sözde ümem,
kırmızı beyâzdı, Fahr-i âlem.
Mubârek
yüzü, hâlis ak idi,
Gül gibi, kırmızımtırak idi.
İnci
gibi, yüzündeki teri,
pek hoş eylerdi, güzel cevheri.
Terleyince,
O menba’ı sürûr,
dalgalanırdı sanki, bahr-i nûr.
Görünürdü
gözü, dâim sürmeli,
kalbleri çekerdi, güzel gözleri.
Akı,
beyâz idi gâyetle,
medh eyledi Rabbi, âyetle.
Siyâhı
ânın, değildi ufak,
bir idi ona, yakınla uzak.
Geniş,
güzel ve latîfdi gözü,
nûr saçardı hep, mubârek yüzü.
Kuvve-i
bâsıra-i Mustafavî,
gece gündüz gibi, olurdu kavî.
Bakmak
arzû etseydi, bir yere,
cism-i
pâki de dönerdi bile.
Başa
tâbi’ ederdi cesedi,
bunu terk etmemişdi ebedî.
Hem,
cism idi, Resûl-i ekrem,
yaraşır, rûh-i mücessem desem.
Güzel,
hem sevimli idi Resûl,
Hakka çok, sevgili idi Resûl.
Mâlikle
Ebû Hâle, söyledi,
hilâl gibi, açık kaşlı idi.
İki
kaşı arası, her zemân
gümüş gibi görünürdü, ayân.
Mubârek
yüzü, az yuvarlakdı,
derisi, berrak, hem de parlakdı.
Siyâh
kaşları mihrâbı, ânın,
kıblesi idi, bütün cihânın.
Ortası
yüksekce görünürdü,
yandan bakınca, mubârek burnu.
Çok
güzel idi, çekme ve latîf,
edemez gören, Onu tam ta’rîf.
Seyrek
idi, dişlerinin arası,
parlardı, sanki inci sırası.
Ön
dişleri, etdikçe zuhûr,
her tarafı, kaplardı bir nûr.
Gülse
idi, iki cihânın serveri,
canlı cansız, herşeyin Peygamberi.
Görünürdü,
ön dişleri, pek afîf,
dolu dâneleri gibi, çok latîf.
İbni
Abbâs der, Habîb-i Hudâ,
gülmeğe, eyler idi istihyâ.
Hem
hayâsından O, dînin senedi,
kahkaha
etmedi derler, ebedî.
Nâzik,
mahcûb idi, Resûl-i cenâb,
dâim eyler idi, bakmağa hicâb.
Yüzü
benzerdi, yuvarlak aya,
zâtı aynaydı, yüce Mevlâya.
Nûrlu
idi hep, o vech-i hasen,
bakılmazdı, tenevvüründen.
Gönüller
aldı, o güzel Nebî,
âşıkı oldu yüzbin Sahâbî.
Bir
kerrecik görenler, rü’yâda,
dediler, böyle zevk yok, dünyâda.
Hem
güzel yanakları, bileler,
fazla etli değildi, diyeler.
Ânın
etmişdi, cenâb-ı Hâlık,
severek, yüzün ak, alnın, açık.
Boynunun
nûru, ederdi her ân,
saçları arasında, leme’an.
Mübârek
sakalından, iyi bil,
ağarmışdı ancak, on yedi kıl.
Ne
kıvırcıkdır, ne de uzun,
her uzvu gibi idi, mevzûn.
Gerden-i
pâk-i Resûl-i âfak,
gâyet ak idi ve gâyet berrak.
Eshâb
içinden, çok ehl-i edeb,
karnı, göğsiyle, birdi, dedi hep.
Açılsaydı,
mübârek sînesi,
feyz saçardı, ilm hazînesi.
Aşka
olunca, mahall-i teşrîf,
başka olurmu, o sadr-ı şerîf?
Mubârek
sînesi, geniş idi,
ilm-i
ledün, Ona inmiş idi.
Ak
ve berrakdı, o sadr-ı kebîr,
sanırdı görenler, bedr-i münîr.
Ateş-i
aşk-ı zât-ı ezelî,
odlara yakmışdı, O güzeli.
Bilir
elbet bunu, pîr-ü civân,
yassı kürekliydi, Fahr-i cihân.
Sırtı
ortası hem, etli idi,
kerem sâhibi, devletli idi.
Gümüş
teninde, letâfet vardı,
irice mühr-i nübüvvet vardı.
Sırtında
idi, mühr-i nübüvvet,
sağ tarafına yakındı, elbet.
Bildirdi
bize, edenler ta’rîf,
Bir büyük ben idi, mühr-i Şerîf.
Rengi,
sarıya yakın, karaydı.
güvercin yumurtası kadardı.
Etrâfına
çevirmiş, sanki hatlar,
birbirine bitişik, kılcağızlar.
Anlatanlar,
O âlî nesebi,
dedi, iri kemikliydi Nebî.
Her
kemik iri, merdâne idi,
sûreti, sîreti şâhâneydi.
Mubârek
a’zâsının her biri,
uygun yaratılmışdı hem, kavî.
Çok
hoş idi, her uzvu ânın,
âyetleri gibi, Kur’ânın.
Elleri
ayası, O sultânın,
ayakları altı, dahî ânın.
Geniş
ve pâk idi, nâzik mergûb,
tâze
gül gibi, latîf ve mahbûb.
Çok
mevzûn idi, der ehl-i nazar,
o kerâmetli, mubârek eller.
Selâm
verseydi, birine eğer,
tebessüm ederdi hep, Peygamber.
Bir
iki gün, geçseydi aradan,
hattâ uzasaydı da, bir aydan.
Belli
olurdu, hoş kokusundan,
o kimse, adamlar arasından.
Billûr
gibiydi, ten-i bîmûyu,
nice medh edeyim, ol pehlûyu.
Dostu
seyr etmek için, O şerîf,
göz olmuşdu, bütün cism-i latîf.
Kemâl
üzereydi, nâzik teni,
Hallâk göstermişdi. hikmetini.
Yokdu,
göğsünde, karnında aslâ,
hiçbir kıl, sanki gümüş levha.
Göğsü
ortasından aşağı yalnız,
bir sıra kıl, dizilmişdi, hilâfsız.
Bu siyâh
hat, mubârek bedeninde,
hoşdu, hâle gibi, ay çevresinde.
Bütün
ömründe kalmışdı, kezâ,
gençlikde gibi, mubârek a’zâ.
İlerledikçe,
sinn-i Nebevî,
tâzelenirdi hep, gonca gibi.
Hem
dahî, kâinatın Sultânı,
zan eyleme ki, ola pek yağlı.
Ne
za’îf, ne de pek etli idi,
mu’tedil, hem pek kuvvetli idi.
Lâhmı,
şahmı, dediler ehl-i derûn,
birbirinden,
ne ziyâdeydi, ne dûn.
Etmiş,
ol beden serâyın üstâd,
adl-ü dâd ile, esâsın bünyâd.
İ’tidâl
üzere idi, pâk teni,
nûra gark olmuşdu, bütün bedeni.
Orta
boylu idi, o Sidre mekân,
ortalık, Onun ile buldu nizâm.
Seyreden,
mu’cize-i kâmetini,
dedi hep, medhedip hazretini.
Görmedik
böyle, gül yüzlü güzel,
boyu, hem hûyu, hem yüzü güzel.
Orta
boylu iken, Nebî,
uzun kimseyle yürüseydi.
Ne
kadar, uzun olsa idi, o er,
yine yüksek görünürdü, Peygamber.
uzun
boylu olandan o cevher,
yüksek idi, el ayası kadar.
Bir
yol gitseydi, izzetle,
hızlı yürür idi, gâyetle.
Deriz,
vasf-ı şerîfinde yine,
yürürken, eğilirdi önüne.
Ya’nî,
bir yokuşdan iner gibi,
dâim önüne, az eğilirdi.
Şanlı,
şerefli idi, o Celîl,
İftihâr eylerdi, rûh-ı Halîl.
Bir
zâtı ki, murâd ede Hudâ,
her a’zâsı, olur elbet a’lâ.
Yolda
giderken, eğer bir kimse,
ansızın, Resûlullahı görse,
Korku
düşerdi, kalbine ânın,
yüksekliğinden,
Resûlullahın.
Hem
de biri, Nebî ile, müdâm,
sohbet ederek, söylese kelâm.
Sözlerindeki
lezzet ile, ol,
kul olurdu, kabûl etse Resûl.
Etmişdi
Onu, Hallâk-ı ezel,
hüsn-i ahlâkla, bî misl-ü bedel.
Yâ
Resûlallah! gücüm yok medhine,
yaratıldık hep, senin hurmetine.
Hâsılı,
ey Şâh-ı iklîm-i vefâ,
sana
cânım da fedâ, herşey fedâ!]
Ma’lûm ola ki, islâmın şartlarının birincisi, kelime-i şehâdet getirmekdir. Ya’nî “Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resûlühü” demekdir. Hakîkî îmân, bu iki husûsun ma’nâsına cân-ı gönülden kesin olarak inanmak, tasdîk etmekdir. Ya’nî, evvelâ Hak Sübhânehü ve teâlânın Vahdâniyyetini ikrâr edip, inanmak ve ikinci olarak; hazret-i Muhammed Mustafânın “sallallahü aleyhi ve sellem” nübüvvetini ve risâletini söyleyip, kabûl etmekdir. Hak celle ve alâ hazretlerinin Vahdâniyyetini ikrâr ve tasdîk; ancak nübüvvet kaynağından alarak, inanmak ile mu’teberdir. Sâdece aklî delîller ile iktifâ edip, felsefeciler gibi, Nübüvvet kaynağından almadan inanmak, kurtuluşa ve yüksek derecelere ulaşdırmaz. Bütün se’âdetlerin sermâyesi ve bütün ni’metlerin yüksek mertebesi, hazret-i Muhammed Mustafânın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” nübüvvetine ve risâletine inanmakdır. Ya’nî (ikrârün bil lisân ve tasdîkun bil cenândır) [ya’nî lisânı ile söyleyip, kalbi ile tasdîk etmekdir]. Böyle inanmak demek de, Onun teblîg etdiği bütün ahkâma ve Ondan gelen bütün hükmlere inanmağı ve tasdîk etmeyi îcâb etdirir. Bu tasdîk ve îmânda asl olan, yaratılışın aslında Resûlullah aleyhisselâm ile bir münâsebet, bir benzerliğin bulunmasıdır. İnsanlar bu benzerlik ve münâsebet husûsunda birbirinden farklıdırlar. Ba’zı kim-
selerde bu münâsebet o kadar kuvvetlidir ki, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mubârek cemâlini sâdece görmekle ve mu’cize göstermesine gerek kalmadan îmân se’âdeti ile şereflendiler.
Mesnevî
Değildir
îmân sebebi mu’cizeler.
Ona
benzerlik sıfatları cezb eder.
Düşmânı
kahr etmek içindir mu’cizeler.
Ona
benzerlik gönlü cezb eder.
Abdüllah bin Selâmdan “radıyallahü anh” rivâyet olunur: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Medîne-i münevvereye teşrîf etdiklerinde, varıp, Onu göreyim diye huzûrlarına gitdim. Ne zemân ki mubârek yüzünü gördüm, anladım ki, bu yüz yalancı yüzü değildir. Emîr-ülmü’minîn Ömer “radıyallahü anh” bir gün Abdüllah bin Selâma “radıyallahü anh”, hazret-i Peygamberin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hâlinden sordu. O da şöyle cevâb verdi: Benim, Onun nübüvvetinin doğruluğuna ma’rifetim [inancım], oğlumun hâline ma’rifetimden ziyâdedir. [Ya’nî oğlumun; kendi oğlum olduğuna inancımdan dahâ çokdur.] Hazret-i emîr-ül-mü’minîn Ömer “radıyallahü anh” bu nasıl olur, deyince; O şöyle cevâb verdi: Mümkündür ki, oğlumun anası bana ihânet edip, oğlum, benim olmamış olabilir. Ammâ, Muhammed aleyhisselâmın şânında ve Onun sıdkı [doğruluğu] bâbında; kat’ıyyen şek ve şübhe yokdur. [Mutlaka inanırım.] Emîr-ül-mü’minîn Ömer “radıyallahü anh” onu yüzünden ve gözünden öpdü.
Ebû Remse-i Teymîden nakl edilmişdir: Hazret-i Resûlün “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” yanına vardım. Mubârek cemâlini bana gösterdiler. Dedim ki, bu, Allahü teâlânın şeksiz ve şübhesiz Resûlüdür.
Câmi’ bin Şeddâd “radıyallahü anh” anlatır: Bizden Târık adlı birisi dedi ki, Resûlullahı “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, Medîne-i münevvereye teşrîflerinde gördüm. Fe-
kat, onu tanımıyordum. Bana sordu, hiç satılık birşeyin varmıdır. Dedim ki, vardır; işte bu deveyi satarım. Dedi ki, kaç paraya satarsın. Dedim ki, şu kadar vesk hurmaya satarım. Hemen devemin yularını tutup, götürdü. O gidince, biz birbirimiz ile konuşup, dedik ki, biz devemizi bir kimseye verdik ki, kim olduğunu bilmiyoruz. Bir hâtun bizim ile berâber idi. Dedi ki, ben devenize kefîlim. Bir kimse ki, ayın ondördü gibi olsun, size hıyânet etmez. [Ya’nî hıyânet etmesi mümkin değildir.] Sabâh oldu. Bir kişi bir mikdâr hurma getirdi. Dedi ki, ben Allahın Resûlünün “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” elçisiyim. Beni size gönderdi ve buyurdu ki, bu hurmadan yiyesiniz ve gelip devenizin behâsını ölçüp alasınız. Ba’zı âlimler buyurmuşlardır: Allahü teâlâ, meâl-i şerîfi, (... Mubârek bir zeytin ağacının yağından tutuşdurulur. Bu öyle saf bir yağdır ki, nerede ise, ateş dokunmasa da aydınlık verecek. Bu aydınlık nûr üstüne nûrdur. (Allahü teâlânın mü’minleri hidâyeti îmân nûru üstüne bir nûrdur). Allahü teâlâ dilediği kimseyi nûruna kavuşdurur. Allahü teâlâ insanlara böyle misâller verir ki, ibret alıp, îmân etsinler. Allahü teâlâ herşeyi bilir.) olan [Nûr sûresi 35.] âyet-i kerîmede buyurup, misâl vermesi, Resûlü “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” içindir. Bu bir misâldir ki, Allahü teâlânın Resûlünün hakkında vârid olmuşdur. Ya’nî buyurmuşdur ki, Kur’ân-ı kerîm okunup bildirilmese bile, onun mubârek yüzü, nübüvvetine ve yüksek derecelerine delâlet eder. Nitekim, Abdüllah bin Revâha “radıyallahü anh” demişdir ki: Beyt:
Şâyet olmasa idi, Onda apaçık deliller.
Güzel görünüşü de sana hayr ile verirdi haber.
[Sende bu hüsn-i cemâl ve hulk-ı cemîl, şânına gün gibidir rûşen delîl.]
Basîret ehli olanların mu’cizeleri ve delîlleri görmeleri muhabbetlerini kuvvetlendirir, keşf ve yakînlerini artdırır. Allahü teâlâ; [Feth sûresi 4.cü âyetinde meâlen] (... Îmânları artsın diye, mü’minlerin kalblerine ma’nevî huzûru indirdi.
Bütün göklerin ve yerin orduları Allahındır. Allah alîm ve hakîmdir!) buyurmuşdur.
İnsanlardan ba’zılarının ise, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ile irtibâtları olsa da; örf ve âdetler tabî’atlarına iyice yerleşdiği için [o hâller huyları hâline geldiği için], Onun ile olan münâsebetleri örtülü kalmışdır. Bu sebeble; Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hâllerini, sözlerini ve mu’cizelerini görüp, işitmedikçe, Ona îmân etmek ni’meti ile şereflenemezler. O hâlde alâmetler ve mu’cizeler böyle kimselerin, îmânın aslına kavuşmalarına sebeb olur. Bunları görmeden îmân etmiş kimselerin ise, bunları görerek yakînleri artar. Bu bakımdan Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” nübüvvetinin şâhidlerini, risâletinin delîllerini müşâhede edenler, görenler, iki kısma ayrılırlar. Bunun gibi, âdil ve güvenilir kimselerden delîlleri ve mu’cizeleri işitenler de iki kısmdır. Bunlardan bir kısmının Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ile öyle münâsebetleri vardır ki, Onun asrından sonra, mu’cize gibi olmasa da, O Resûlün “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mubârek sözlerinin açıklamalarını, hâllerini ve ahlâkını işitdiklerinde, Onun nübüvvetini tasdîk ve getirdiklerine îmân ederler. Mu’cizeler ise onların îmânını ve tasdîkini dahâ da kuvvetlendirir. İkinci kısım kimseler ise, mu’cizeleri duyup, Onun “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” nübüvvetini tasdîk etmedikçe, îmân ni’metine kavuşamazlar. Tasdîk ve îmân ni’metine kavuşdukdan sonra, mu’cizeleri mülâhaza ve ibretle düşünmek yakîni artdırır. İnsanlardan diğer bir kısmının ise, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ile münâsebetleri ve benzerlik nûru yok olmuşdur. Her ne kadar Onun “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” nübüvvetinin delîlleri ve mu’cizeleri karşılarında olsa da ve bunları görseler de, inâd ve kibrlerinden dolayı inanmadılar. Kureyş kabîlesinin ileri gelenleri böyledir. Îmân etmek için mu’cize istediler. Mu’cizeleri görünce, bunlar sihr ve göz boyamakdır, dediler. Mu’cizeleri görmeleri şekâvet ve bedbahtlıklarını artdırmakdan başka birşey yapmadı. Mülhidler ve zındıklar da bunla-
ra dâhildir. Bunlardan sonraki asrlarda olanlar, mu’cizeleri inkâr etmişler ve etmekdedirler. İnâd ve kibr yolunu tutmuşlardır. Hâlen de böyledir. Mu’cizeleri, nübüvveti, Peygamberliği mutlak olarak inkâr etmekdedirler. Haşr, neşr, kıyâmet gününe, hesâba ve kitâba, Cennet ve Cehenneme ve Peygamberimizin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” haber verdiği diğer husûslara îmân etmiyorlar.
İnsanlardan bir kısm kimseler de, nakl edilen delillere ve mu’cizelere inandıklarını söylüyorlar ise de, onların hepsini te’vîl ediyorlar. Onları mu’cize olmakdan çıkaracak şeklde açıklıyorlar. Mu’cizeleri, hârikul’âde hâlleri, mutlak olarak inkâr ediyorlar. Bundan dahâ acâibi de, bu inkârlarına rağmen, halkın gönüllerini kendilerine çekmek için ve onlardan çeşidli menfe’atler elde etmek için, kerâmet ve hârikul’âde hâller sâhibi olduklarını iddiâ ediyorlar. Çeşidli yalan ve hîleler ile, bilgisiz, câhil kimseleri kendilerine bağlıyorlar. Nefsimizin şerrinden ve amellerimizin kötülüklerinden Allahü teâlâya sığınırız. Allahü teâlânın hidâyete kavuşdurduğunu, kimse sapdıramaz. Onun sapdırdığını da kimse hidâyete kavuşduramaz.
Mu’cizeleri bizzat görmek veyâ âdil ve güvenilir kimselerden duymak, ma’lûm olduğu üzere, ba’zısının îmân etmesine, ba’zısının yakîninin artmasına sebeb olur. Bu sebebden dolayı Seyyid-il Mürselînin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” yolunda giden din âlimleri, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ümmetine şefkat ve Onun sünnetine uymalarını teşvîk için, nübüvvetinin şâhidlerini ve risâletinin delîllerini anlatan kitâblar yazmışlardır. Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” diğer hâllerinden ve sözlerinden ayrı olarak eserlerini bu delîller ile süslemişlerdir.
Bu âlimlerden biri de derin âlim ve büyük velî Mevlânâ Abdürrahmân Câmî hazretleridir. [817 [m. 1414]de Îrânın Câm kasabasında tevellüd, 898 [m. 1492]de Hîrâtda vefât etmişdir.] Önceki ve sonraki âlimlerin yazdığı kitâblarda bildirilen açık ve meşhûr haberleri toplıyarak, “ŞEVÂHİD-ÜN
NÜBÜVVE Lİ-TAKVİYET-İ EHLİL-FÜTÜVVE” adı ile; bir mukaddime ve yedi rüknden meydâna gelen bir kitâb yazmışdır.
Kulların en aşağısı ve âcizi Mahmûd bin Osmân Lâmiî “Allahü teâlâ günâhlarını afv etsin”, bu kitâbın temâmını okumakla şereflendim. Muhabbetin kuvvetlenmesinde sayısız fâidelerini gördüm. Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” uymanın sonsuz güzelliklerini buldum. Üstâd-ı kâmil ve imâm-ı fâdıl Mevlânâ Abdürrahmân Câmînin, bu kitâbın yazılmasında, büyük bir gayret gösterdiğini ve çok zahmet çekdiğini müşâhede etdim. Açık, mu’teber ve fâideli olması için, muhtelîf rivâyetleri ve çeşidli isnâdları almamışdır.
Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Âlinden, Eshâbından, tâbi’înden ve tebe-i tâbi’înden meydâna gelen hârikul’âde hâlleri [kerâmetleri] de mu’cize kabîlinden yazmışdır. Çünki, Velînin kerâmeti, Nebînin mu’cizesindendir, denilmişdir. Zîrâ, tâbi’ olmak vâsıtası ile, tâbi’ olandan zuhûr eden her kemâl, tâbi’ olunana âiddir. O hâlde ümmetden parlıyan her fazîlet ve kerâmet nûru, hakîkatde nübüvvetin parlak nûrlarındandır. Şübhe yok ki, O Nebînin mu’cizelerindendir.
Mevlâna Abdürrahmân Câmî hazretleri bu kitâbı fârisî olarak yazmışdır. Bu fakîr “Lâmiî Çelebi”, kolay anlaşılması ve herkese fâideli olması için, kendi lisânımız türkçeye terceme etdim. [Mahmûd bin Osmân Lâmiî Çelebî 877 [m. 1472]de Bursada tevellüd, 938 [m. 1531]de orada vefât etmişdir.] Allahü teâlânın kemâl-i kereminden müyesser etdiği fâideli sırlardan ve mu’teber kitâblardan yazılmış olan sahîh isnâdlardan bulduklarımı bu kitâbda topladım. Doğru yola kavuşduran Allahü teâlâdır. O düâları kabûl edicidir. Yanılmakdan ve hatâ etmekden Ona sığınırız. Ümîd olunur ki, Hak Sübhânehü ve teâlâ, kereminden ve herkese saçdığı ni’metlerinden âşık ve sâdık tâliblerin ve din kardeşlerimin kalblerini, bu kitâbın tedkîki ile ve bu haberlerin ve mu’cize-
lerin mülahâzâsı sebebi ile, yakîn ve îmân nûrları ile doldurup, mesrûr eylesin. Âmîn! Yâ Mucîbessâilîn.
Bu kitâbda, bir mukaddime, yedi bölüm, bir hâtime vardır:
1) Mukaddime: Nebî ve mürsel kelimelerinin ma’nâlarını ve bunlara bağlı şeyleri açıklamakdadır.
2) Birinci bölüm: Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” doğumundan evvel, Peygamberliğine delîl olan alâmetler hakkındadır.
3) İkinci bölüm: Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” doğumundan bi’setine [Peygamberliği bildirildiği vakte] kadar, meydâna gelen alâmetler hakkındadır.
4) Üçüncü bölüm: Bi’setden hicrete kadar meydâna gelen mu’cizelerin beyânı hakkındadır.
5) Dördüncü bölüm: Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hicretinden vefâtına kadar olan mu’cizeleri hakkındadır.
6) Beşinci bölüm: Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” vefâtından sonra meydâna gelen ve ayrıca zemânı kesin belli olmıyan veyâ bir vakte mahsûs olmıyan alâmetler hakkındadır.
7) Altıncı bölüm: Eshâb-ı kirâmdan ve Ehl-i beytden [oniki imâmdan] meydâna gelen kerâmetler anlatılmakdadır.
8) Yedinci bölüm: Tâbi’în, tebe-i tâbi’în ve sofiyyeden sâdır olan kerâmetler hakkındadır.
9) Hâtime: Din düşmanlarının gördüğü cezâ ve belâlardan bahs edilmekdedir.