Bir kimse, iftitâh tekbîrini imâm ile berâber alırsa, sonbehâr günlerinde, ağaçların yaprakları, rüzgâr estikçe ne şeklde dökülürse, o kişinin günâhları da öylece dökülür.
Birgün, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” namâz kılarken, bir kimse sabâh namâzında, iftitâh tekbîrine yetişemedi. Bir kul âzâd etdi. Ondan sonra gelip Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” sordu: “Yâ Resûlallah! Ben bugün, iftitâh tekbîrine yetişemedim. Bir kul âzâd etdim. Acabâ iftitâh tekbîrinin sevâbına nâil olabildim mi?” Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Ebû Bekr-i Sıddîka “radıyallahü anh”, (Sen ne dersin, bu iftitâh tekbîrinin hakkında?) diye sordu. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” buyurdu ki, (Yâ Resûlallah! Kırk deveye mâlik olsam, kırkının da yükü cevâhir olsa, cümlesini fakîrlere tasadduk etsem, yine imâm ile berâber alınan iftitâh tekbîrinin sevâbına nâil olamam).
Ondan sonra, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Yâ Ömer! Sen ne dersin, bu iftitâh tekbîrinin hakkında?) dedikde,
Hazret-i Ömer “radıyallahü anh”, (Yâ Resûlallah! Mekke ve Medîne arası dolu devem olsa ve bunların yükleri cevâhir olsa, cümlesini fakîrlere tasadduk etsem, yine imâm ile berâber alınan iftitâh tekbîrinin sevâbına nâil olamam) dedi.
Ondan sonra, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Yâ Osmân! Sen ne dersin, bu iftitâh tekbîri hakkında?) dedikde, Hazret-i Osmân zin-nûreyn “radıyallahü anh” (Yâ Resûlallah! Gece iki rek’at namâz kılsam, her birinde, Kur’ân-ı azîm-üş-şânı hatm eylesem, yine imâm ile berâber alınan iftitâh tekbîrinin sevâbına nâil olamam) dedi.
Ondan sonra, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hazretleri, (Yâ Alî! Sen ne dersin, bu iftitâh tekbîri hakkında?) dedikde, Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh”: (Yâ Resûlallah! Magrib ile maşrik arası küffâr ile dolu olsa, Rabbim bana kuvvet verse, cümlesi ile harb etsem, yine imâm ile alınan iftitâh tekbîrinin sevâbına nâil olamam) dedi.
Ondan sonra, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hazretleri: (Ey benim ümmet ve Eshâbım! Yedi kat yerler ve yedi kat gökler kâğıd olsa ve deryâlar mürekkep olsa ve bütün ağaçlar kalem olsa ve bütün melekler kâtip olsalar ve kıyâmete kadar yazsalar, yine imâm ile alınan iftitâh tekbîrinin sevâbını yazamazlar) diye buyurdu.
İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin talebesi İmâm-ı Ebû Yûsüf “rahmetullahi aleyh”, Hârun Reşîd zemânında kâdı idi. Birgün Hârun Reşîdin yanında iken, bir kimse diğerinden da’vâcı oldu. Hârun Reşîdin vezîri de, ben şâhidim dedi. İmâm-ı Ebû Yûsüf, vezîrin şâhidliğini kabûl etmedi. Halîfe, niçin vezîrin şâhidliğini kabûl etmiyorsun, dedi. İmâm, bir gün ona iş buyurmuşdunuz. O da size, ben sizin kulunuz, kölenizim demişdi. Eğer doğru söylediyse, kölenin şâhidliği makbûl değildir. Yalan söylediyse, yalancının şâhidliği de dinlenmez buyurdu. Halîfe, ben şâhidlik edersem, kabûl eder misin? dedi. Hâyır, etmem buyurdu. Niçin? dedi. Sen namâzı cemâ’at ile kılmıyorsun, buyurdu. Ben müslimânların işleri ile meşgûlüm dedi. İmâm, Hâlıka tâ’atın olduğu yerde, mahlûka itâ’at edilmez buyurdu. Halîfe, doğru söylüyorsun dedi ve serâyında mescid yapılmasını emretdi. Müezzin ve imâm ta’yîn edildi ve ondan sonra namâzı hep cemâ’at ile kıldı.