Muhammed Ma’sûm “rahmetullahi aleyh” üçüncü cildin onaltıncı mektûbunda, Nasîr hânın oğlu Muhammed Sâdıka buyuruyor ki: Bugünlerde, ba’zı acâib haberler işitiyoruz. Bilen, bilmeyen (vahdet-i vücûd) ma’rifetini dillerine dolamış, (herşey Odur) diyorlar. (Allah ismi, kâinâtı ya’nî bütün varlıkların toplamını bildiren bir kelimedir. Meselâ, Zeyd ismi, bir insanın her parçasını bildirmekdedir. Bununla berâber, her parçanın muhtelif ismleri vardır. Hiç bir parçasının ismi, Zeyd değildir. Fekat, Zeyd ismi, her parçayı bildirmekdedir. Bunun gibi Allahü teâlâ, kâinâtda görülmekdedir. Bu kâinâta Allah demek câizdir) diyorlar. Hâlbuki, bu sözler, vahdet-i vücûdu inkâr etmekdir. Mahlûkların varlığını göstermekdedir. Bunlara göre, Allahü teâlânın varlığı, mahlûkların varlığı içindedir. Mahlûkların hâricinde başka bir varlık yokdur. Bu sözlerinin bozuk olduğu güneş gibi meydândadır. Çünki, Allahü teâlânın vücûdü ve bütün kemâl sıfatları, mahlûkların vücûdüne muhtâc olmakdadır. Bileşik bir cismin, kendisini meydâna getiren elemanlara muhtâc olması gibidir. Hattâ, Allahü teâlânın vücûdünü [varlığını] inkâr etmekdir ki, küfr olduğu ve böyle söyleyenlerin kâfir olduğu meydândadır.
Hakîkatde, Allahü teâlânın vücûdü başkadır, mahlûkların vücûdü başkadır. Allahü teâlâyı mahlûkların hâricinde anlamalıdır. İki vücûd birbirinden ayrıdır. Birbirine benzemez. (Vahdet-i vücûd) vardır diyen tesavvuf büyükleri de, sözleri ile, maksadlarının ne olduğunu anlatamamışlardır. Çünki, yukarıda bildirdiğimiz gibi
söyleseler, küfr olur. Mahlûklardan ayrı olarak vardır deseler, vahdet, tevhîd sözlerinin ma’nâsı kalmaz. Eğer mahlûklar hâricde mevcûd olsaydı, vahdet, tevhîd bilgisi yanlış olurdu. Hâlbuki, âlem hâricde mevcûd değildir. Vücûdları [varlıkları] vehmdir, hayâldir. [Televizyonda, sinemada görülen hayâller gibidir] derlerse, vahdet [birleşmiş olmak] ve herşey Odur sözlerinin ma’nâsı olmaz. Çünki, hâricde hakîkaten mevcûd olan şeyin, hayâl olan şeyle birleşmesi söylenemez. Her şey Odur sözü ile (Yalnız O vardır. Ondan başka birşey yokdur) demek istiyorlarsa, sözleri doğru olur. Fekat, herşey Odur sözleri mecâz olur. Hakîkat olmaz. Meselâ, bir kimsenin aynadaki hayâline, bunun kendisidir demekle veyâ bunu aynada gördüm demek mecâzdır. Birşeyin akslerine, zuhûrlarına mecâz olarak, teşbîh olarak, o şeydir denilebilir. Fe-kat, hakîkatde o şey başkadır, hayâli başkadır. [Televizyondan, radyodan, ho-parlörden işitilen ezân sesleri, Kur’ân-ı kerîm sesleri de, okuyan kimsenin kendi sesi değildir. Kendi sesine benzeyen, başka seslerdir. Bunlara müezzinin, imâmın, hâfızın sesleri demek, mecâz, teşbîh olarak doğrudur. Hakîkatde ise, yanlışdır. Bunun için, imâmın sesini yalnız ho-parlörden işiterek, bu imâma uymak câiz olmamakdadır.] Bunlara birbirinin aynıdır demek, arslana eşek demeğe benzer. Hâlbuki, bu iki hayvan hakîkatde temâmen başkadır. İnsanların söylemesi ile, ikisi bir olur denilemez. Tesavvuf büyüklerinden ba’zıları dediler ki, herşey Odur demek, Allahü teâlâ mahlûklar şeklinde göründü. Ayrıca vardır demek değildir. Allahü teâlâ vardır. Mahlûklar, o varlığın hayâlleri, görüntüleri demekdir. Bu sözlerden ise, mahlûkların kadîm olduğu anlaşılıyor. Fânî oldukları ya’nî yok olacakları inkâr ediliyor ki, bu sözler küfrdür.
Yine işitiyoruz ki, (ba’s) ya’nî kıyâmet ve âhiret için şöyle söylüyorlar: (Gördüğümüz her canlı, toprakdan hâsıl oluyor. Yine toprak oluyorlar. Meselâ toprakdan sebzeler, otlar hâsıl oluyor. Bunları hayvanlar yiyor, et şekline dönüyorlar. İnsanlar bu sebzeleri, hubûbâtı ve hayvanları yiyorlar. İnsan şekline dönüyorlar. İnsandan da başka insan hâsıl oluyor. İşte kıyâmet budur) diyorlar. Bu sözler, kıyâmeti, öldükden sonra tekrâr dirilmeği inkâr etmekdedir. (İlhâd) ve (zındıklık)dır. Hadîs-i şerîfleri ve Kur’ân-ı kerîmi inkâr etmekdir.
Yine işitiyoruz ki, (Bu gördüğümüz nemâzlar, câhiller için emr edilmişdir. İnsanlar ve her şey ibâdet yapmakdadır. Kendileri bilse de, bilmese de, her mahlûk ibâdet yapıyor. Muhammed aleyhisselâm, nemâzı, geri kalmış insanların kötülük, eşkiyâlık yapmamaları için emr etdi) diyenler bulunuyor. Şunu biliniz ki, ne-
mâz ve diğer ibâdetler için böyle söyleyenler, câhil ve ahmakdırlar. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Nemâz, dînin direğidir. Nemâz kılan dînini yapmış olur. Nemâz kılmıyan dînini yıkmış olur) ve (Nemâz mü’minin mi’râcıdır) ya’nî insanın Allahü teâlâya en yakın olduğu zemân, nemâz kıldığı zemândır. Ve (Nemâz gözümün nûrudur) ve (İnsan ile Rabbi arasındaki perdeler, nemâz kılar iken kaldırılır) buyuruldu.
Bütün üstünlükler, se’âdetler, Allahü teâlânın emrleri ve yasakları içindedir. Yûnüs sûresinin otuzikinci âyetinde, (Bunun dışında kalan her şey dalâletdir) buyuruldu. Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler, ahkâm-ı islâmiyyeye uymamızı emr ediyor. (Sırât-ı müstakîm) bu yoldur. Bu yolun hâricinde kalanlar, şeytânların yolundadır. Abdüllah bin Mes’ûd “radıyallahü teâlâ anh” diyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, kumların üzerine, doğru bir hat çizdi. (Bu hat, insanı Allahü teâlânın rızâsına kavuşduran yoldur) buyurdu. Sonra, bu hattın sağına soluna, [balık kılçığı gibi] hatlar çizdi ve (Bunlar, şeytânların sürüklediği felâket yollarıdır) buyurdu. Bütün Peygamberlerin bildirdikleri ve Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarında yazılı olan bilgiler, hayâl ve masal zan edilmesin. İslâmiyyet, gericiler için, ahmaklar içindir demek, küfrdür, ilhaddır, ahmaklıkdır.
Mahlûklar, Allahü teâlânın kendisi değildir. Onun gayrı da değildir, sözü sizi şaşırtmasın. (O hâlde nedir?) demeyiniz! Mahlûklar, Allahü teâlânın ismlerinin görünüşleridir, kendisi değildir. Gayrı değildir demek, Ondan ayrı ve Ona benzemeyen bir varlık değildir, demekdir. Çünki, Allahü teâlânın ismleri ve sıfatları, Onunla vardır. Ondan ayrı değildirler. Kendi kendilerine var değildirler. İnsanın aynadaki hayâli, onun kendisi değildir, başkası da değildir, demek gibidir.
Hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ Âdemi kendi sûretinde yaratdı)buyuruldu. Allahü teâlânın benzeri olmadığı gibi, Âdem aleyhisselâmı da başka mahlûklara [hayvanlara] benzetmeyerek yaratdı demekdir. Bu ve diğer birçok hadîs-i şerîflerde açıkca bildirilen şeylere hemen inanmamız lâzımdır. Birçok kelimenin ma’nâları o zemân başka idi. Şimdi başkadır. Şimdiki ma’nâları düşünerek, îmânı sarsmamalıdır. Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmda, kendi kemâlâtına benzer üstünlükler yaratdı. Yukarıdaki hadîs-i şerîf, bu üstünlüklerin aynı olmadığını, o üstünlüklere benzediklerini göstermekdedir. İlm, kudret ve diğer sıfatlar böyledir. Yalnız ismleri benzemekdedir. Hakîkatleri başkadır.
Kur’ân-ı kerîm mu’cizedir. Bu mu’cizenin, yalnız edebiyyât bakımından, belâgat ve i’câz bakımından olduğunu söylemek, için-
deki emrlerin, yasakların, haberlerin mu’cize olmadığını bildirmek, Kur’ân-ı kerîme inanmamak ve âyet-i kerîmeler ile alay etmekdir.
Kur’ân-ı kerîmde (Fussılet) sûresinin ellidördüncü âyetinde meâlen, (Biliniz ki, O her şeyi ihâta edicidir) buyuruluyor. İhâta etmek, etrâfını çevirmek demekdir. Ehl-i sünnet âlimleri, Allahü teâlânın ilmi ihâta etmişdir, her şeyi bilir dediler. Allahü teâlânın kendisi ihâta etmişdir denirse, bir cismin bir cismi ihâta etmesi gibi değildir. Allahü teâlânın her şeyi ihâta etdiğine ve her şeyle berâber olduğuna inanırız. Fekat, bunların nasıl olduğunu araşdırmayız. Çünki, aklımız ermez. Bunlar, insanın aklına, hayâline gelen şeyler gibi değildirler.
(Lâ ilâhe illallah) derken, kâfirlerin putlarına ilâh demelerini reddetmeği düşünmelidir. Kâfirlerin ilâh demeleri, putları ma’bûd bilmek, ibâdet etmek ma’nâsınadır. Yaratıcı ve varlığı lâzım ma’nâsına değildir. Ya’nî, kâfirlerin çoğu ibâdetde müşrikdirler. Müslimân olmak için (Muhammedün resûlullah) demek de lâzımdır. İnsân bunu da söylemedikce, îmân etmiş olmaz. Îmânın kâmil olması için, nefsin arzûlarını da red etmek lâzımdır. (Lâ ilâhe) deyince, bu arzûlar da red edilmekdedir. (Câsiye) sûresinin yirmiüçüncü âyetinde meâlen, (Nefsinin arzûlarını ilâh edinen kimseyi gördün mü?) buyuruldu. Ehl-i sünnet âlimleri, insanın maksûdu, ya’nî hep arzû etdiği şeyler, onun ma’bûdu olur buyurdular. (Lâ ilâhe) demekle, bu arzûlar red edilmekdedir. İnsan bu kelime-i tevhîdi çok söyleyince, nefsin arzûlarından ve şeytânın vesveselerinden kurtulup, yalnız Allahü teâlânın kulu olduğunu bildirir. Allahü teâlânın ismini çok söylemek, insanı Allahü teâlâya yaklaşdırır. Ya’nî karşılıklı muhabbeti artdırır. İnsan fâni olur. Ya’nî kalbinde Allahdan başka hiç bir şeyin sevgisi kalmaz. Kelime-i tevhîdi çok söylemek ise, mahlûklara bağlılığı büsbütün keser. Allahü teâlâ ile kul arasında bulunan perdelerin hepsi kalkar. Şâh-ı Nakşibend Muhammed Behâüddîn-i Buhârî, (Gördüklerinin ve işitdiklerinin ve bildiklerinin hiç biri o değildir. Lâ derken, bunların hepsini red etmek lâzımdır) buyurdu.[1] Ebû İshak Kâzrûnî,[2] Peygamberimizi “sallallahü teâlâ aleyhi ve alâ âlihi ve sellem” rü’yâda görüp, tevhîd nedir, diye sordu. Cevâbında, (Allah deyince, kalbine, hâtırına ve hayâline gelen şeylerin hiç birinin Allah olmadığını bilmekdir) buyurdu.
Kendine şeyh, mürşid deyip de, islâmiyyete uymayan sözler söyleyerek, müslimânların îmânını bozanlar, din adamı değildir.
---------------------------------
[1] Muhammed Behâüddîn, 791 [m. 1389] da Buhârâda vefât etdi.
[2] Kâzrûnî 426 [m. 1034] de vefât etdi.
Din hırsızlarıdır. Kâfirdirler. Bunların yanına yaklaşmamalıdır. Bunlarla konuşmak, kitâblarını okumak, insanın îmânını bozar. Ebedî felâkete sürükler. Bunlardan ve bunların kitâblarını okumakdan arslandan kaçar gibi kaçmalıdır. Bunlara aldanmış olanın, hemen tevbe etmesi lâzımdır. Tevbe kapısı açıkdır. Son nefese kadar tevbeler kabûl edilir.