Allahü teâlânın sıfât-ı sübûtiyyesinin sekiz olduğunu ve bunlardan birincisinin (Hayât) olduğunu, onsekizinci sahîfeden başlıyarak uzun bildirmişdik. Şimdi burada ilm-i ilâhîsini bildireceğiz.
Hıristiyanlar, Allahü teâlânın ilm-i ilâhîsi husûsunda, (Allahü teâlâ eşyâyı bilicidir) demekle berâber, Ona çeşidli şekllerde de, cehâlet isnâd etmekdedirler. Çünki, hâlen kiliselerde okunan Kitâb-ı Mukaddesin, Ahd-i atîk kısmında, tekvînin birinci bâbında, (Allahü teâlâ birinci semâyı ya’nî gökleri ve yeri yaratdı. Yer ıssız ve boş ve karanlık idi. Işık olsun dedi. Işık oldu. Allah ışığın güzel olduğunu gördü. Allah göğü ve yeri yaratdı. İyi ve güzel olduğunu gördü... Sonra şunu yaratdı, güzel, iyi olduğunu gördü, sonra şunu, sonra şu-nu....) demekdedir.
[Ey hıristiyanlar!] İnsâf ediniz. Bir mühendis, bir binâ inşâ etmek istese, önceden düşünmez ve o binânın güzel veyâ çirkin olacağını bilmezse, o binâyı yapmağa başlar mı? Elbette başlamaz. [Bugün de, herhangi bir binâ inşâ edilmeden önce, bir mi’mâr o binânın güzel ve düzgün olması için evvelâ bir plân çizer. Bu plânda, o binânın bütün müştemilâtının ölçülerini bildirir. Binâ o plâna göre yapılır. Gelişi güzel yığılmış çimento, taş, kum ve tuğla ile, muntazam bir binâ meydâna gelir mi? Elinde hiçbir plân olmadan binâ yapdıran görülmüş müdür?] Allahü teâlânın, [hâşâ] âciz bir kulu olan mühendis kadar da ilmi yok mudur?
Ahd-i atîkde, tekvînin altıncı bâbının beşinci âyet ve devâmında Allahü teâlâ için, (Rab gördü ki, yeryüzünde insanın kötülüğü çoğaldı. Yeryüzünde insanı yaratdığına pişmân oldu ve yüreğinde acı duydu ve Rab, yaratdığım insanı ve hayvanları, sürünenleri ve göklerin kuşlarını yeryüzünden sileceğim. Çünki onları yaratdığıma pişmân oldum dedi) denilmekdedir. Ayrıca, Allahü teâlânın Nûh aleyhisselâma bir gemi yapmasını ve kendisine tâbi’ olanlarla berâber bu gemide sâkin olmasını emr etdiği, gemiye binenlerden başka yeryüzünde bütün insanları ve hayât sâhibi herşeyi yok etdiği ve kırk gün kırk gece yağmur yağıp tûfân olduğu ve sonra durduğu, Allahü teâlânın ise, Nûh aleyhisselâmı yüzelli gün sonra hâtırladığı, yine tekvînin yedinci ve sekizinci bâblarında yazılıdır.
İnsâf etmelidir ki, ahmak bir kimse, büyük bir iş yapmış olsa,
kırk yıl geçse dahî onu unutmaz. Bütün âlemlerin yaratıcısı olan Allahü teâlâ, Nûh aleyhisselâmı ve onunla berâber olanları, acabâ nasıl unutabilir. Hıristiyanların Allahü teâlâya isnâd etdikleri cehâletin haddi ve hesâbı yokdur.
Müslimânların i’tikâdına ve kelâm âlimlerinin bildirdiklerine göre, Allahü teâlâ geçmiş ve gelecek herşeyi, her ân bilicidir. O şey, gerek mevcûd, gerek ma’dûm, gerek mümkin, gerek mümteni’ olsun, Allahü teâlâ onu bilicidir. Allahü teâlânın ilminin dışında zerre mikdârı birşey yokdur. Müslimânlar, bunun böyle olduğunu pek çok aklî delîller ile isbât etmişlerdir.
Allahü teâlânın fi’lleri, muhkemdir. Bozukluk ve eksiklikden uzakdır. Her yaratdığı şeyde birçok fâideler ve hikmetler vardır. Fi’li sâbit ve muhkem olan bir zât, elbette ki âlemin yaratıcısıdır. Bir kimse, semâvât ve arzdaki nizâmı ve intizâmı, göklerin yokdan yaratılmasını, maddelerde olan hâssa ve cevherleri, çeşid çeşid meyveleri, sebzeleri, bitkileri, ma’denleri, sınıf sınıf hayvanları görünce, Allahü teâlânın fi’llerinin sâbit ve muhkem olduğunu anlar. Tefekkür edilince, bunların belli bir nizâm ve ahkâm üzerine yaratılmış olmasında, beşer aklı hayretde kalır. Akl, Allahü teâlânın yaratdığı bu âlemdeki çok şeyleri idrâkdan, âciz kalmakdadır.
[İnsan dahâ çocukken, etrâfında gördüğü eşyânın nereden geldiğini araşdırmağa başlar. Çocuk büyüdükce, üzerinde yaşamakda olduğu bu dünyânın nasıl mu’azzam bir eser olduğunu anlıyarak, hayretden hayrete düşer. Hele yüksek tahsîlini yaparak, her gün etrâfında görülen bütün bu eşyâ ve mahlûkların inceliklerini öğrenmeğe başlayınca, hayreti, hayranlığa dönüşür. İnsanların, büyük bir sür’at ile fezâda tek başına dönmekde olan, içerisi ateş dolu, toparlak (iki kutbu biraz basık) bir küre üzerinde, sırf yer çekimi kuvveti ile kalabilerek yaşaması, ne büyük bir mu’cizedir. Yâ etrâfımızdaki dağlar, taşlar, denizler, canlı varlıklar, nebâtlar, nasıl bir büyük kudret sâyesinde meydâna gelebilmekde, gelişmekde ve dürlü dürlü hâssalar göstermekdedir. Hayvanların bir kısmı toprak üstünde yürürken, bir kısmı havâda uçar ve bir kısmı su içinde yaşar. Üzerimize ışıklarını gönderen güneş, düşünebileceğimiz en yüksek harâreti sağlar ve nebâtların yetişmesini, ba’zılarının içinde ise, kimyevî değişiklikler yaparak, un, şeker ve dahâ nice maddelerin meydâna gelmesini te’mîn eder. Hâlbuki biliyoruz ki, yer küremiz, kâinât içinde ufacık bir varlıkdır. Güneşin etrâfında dönen seyyârelerden meydâna gelen ve içinde dünyâmızın da bulunduğu güneş sistemi, kâinât içinde bulunan ve sayısı bilinmeyen pek çok sistemlerden biridir. Kâinâtın kuvvet ve gücünü îzâh için, bir küçük misâl vere
lim: İnsanların en son elde etdikleri mu’azzam enerji kaynağı, atomları parçalıyarak meydâna çıkardıkları atom enerjisidir. Hâlbuki, insanların “en büyük enerji kaynağı” saydıkları atom bombasının enerjisi, büyük yer sarsıntılarında ortaya çıkan enerji ile karşılaşdırılacak olursa, bu enerjinin, on binlerce atom bombası enerjisinden dahâ fazla olduğu görülür.
İnsan, kendi vücûdunun ne mu’azzam bir fabrika ve laboratuvar olduğunun farkına varmaz. Hâlbuki, yalnız nefes alıp vermek bile, mu’azzam bir kimyâ hâdisesidir. Havadan alınan oksijen, vücûddaki maddeleri yakdıkdan sonra, karbon dioksid hâlinde dışarı çıkarılır.
Sindirim (hazım) sistemi ise, mu’azzam bir fabrikadır. Ağızla alınan gıdâ maddeleri ve içecekler, mi’de ve bağırsaklarda parçalanıp işlendikden sonra, vücûda fâideli olan kısmı, ince bağırsaklarda süzülerek kana karışmakda ve posası dışarı atılmakdadır. Bu mu’azzam hâdise, otomatik olarak ve büyük bir intizam ile yapılmakda, vücûd bir fabrika gibi işlemekdedir.]
Bunların tafsîlatını anlatmağa defter ve kalem kâfî gelmez. Astronomi, anatomi, ya’nî ilm-i teşrîh, zooloji ve botanik ya’nî hayvânat ve nebâtatı inceleyen ilmlerde âlim olanlara, bu husûs güneşden dahâ açıkdır. [İşte bütün bunları yaratan pek muazzam bir kudret sâhibi olan, hiç değişmeyen ve sonsuz var olan yaratıcı“ALLAHÜ TEÂL”dır.]
Bilhâssa Evliyâ-i kirâma, ya’nî rûhlar âleminde yükselmiş olanlara, Allahü teâlânın fi’llerinin ne kadar muhkem ve muntazam olduğu, gâyet âşikârdır, açıkdır. Muhkem ve muntazam işler ise, o işleri yapanın ilminin yüksekliğine delâlet eder. Şöyle ki, bir kimse çok güzel bir yazı görse, bundan onu yazanın hat san’atındaki mehâret ve ilminin yüksekliğini anlar. Nitekim, Bekara sûresinin yüzaltmışdördüncü âyetinde meâlen: (Muhakkak ki, [yıldızlarla süslü] göklerin ve [dağlar, denizler ve nebâtât vb. ile süslü] Arzın yaratılışında, gece ve gündüzün birbirini ta’kîbinde, [insanları ve] insanlara fâideli olan şeyleri denizde götürüp giden gemilerde; yeryüzü kurudukdan sonra, Allahü teâlânın gökden yağmur indirerek nebâtâtı diriltmesinde, o Arz üzerinde, her dürlü hayvânâtı yaymasında, rüzgârları her tarafdan esdirmesinde, semâ ile Arz arasında bulutların, Allahü teâlânın emr ve hükmü ile gitmesinde, akl, fikr ve nazar sâhibi olanlar için, Allahü teâlânın kudret ve azametine delîller ve ibretler vardır) buyurulmuşdur. Fussilet sûresinin elliüçüncü âyetinde meâlen: (Biz onlara [Mekke halkına], gerek âfâkda [göklerde ve yerde], gerek kendi nefslerinde [yaratılışlarının latîfliğinde ve benzersizliğinde, kudretimize delâ-
let eden] âyetlerimizi [güneş, ay, yıldızlar, ağaçlar, rüzgâr, yağmur, insanın ana rahminde, uzvlarının teşekkülü vb.] göstereceğiz. Nihâyet Onun [Kur’ân-ı kerîmin ve Resûlullahın] söylediği şeyin hak olduğu, kendilerine zâhir olacakdır) buyurulmuşdur.
Bu âyet-i kerîmelerde bildirilen, âfâkdaki âyetlerden, ya’nî yeryüzünde Allahü teâlânın kudretini gösteren alâmetlerden murâd, gökler, yıldızlar, gece, gündüz, güneşin şuâları, karanlık, gölge, anâsır-ı erbe’a [su, ateş, toprak ve hava] gibi, Allahü teâlânın kudretine delâlet eden şeylerdir. Enfüsdeki ya’nî insanın kendindeki âyetlerden [alâmetlerden] murâd, ana rahminde çocuğun a’zalarının teşekkülü, [havadan alınan oksijenin, vücûddaki maddeleri yakdıkdan sonra, karbondioksid gazı olarak dışarı çıkarılması, ağız ile alınan gıda maddeleri ve içeceklerin parçalanıp hazm oldukdan [öğütüldükden] sonra, vücûda fâideli kısmının bağırsaklarda süzülerek kana karışması ve posasının dışarı atılması, kalbin çalışması, böbreklerin kandaki zararlı maddeleri süzmesi.... vs. gibi muazzam hâdiselerin otomatik olarak ve büyük bir intizâm ile yapılması] gibi şeylerdir. Bu âyet-i kerîmelerde, âfâkî ve enfûsî delîllerin bildirilmesinin hikmeti, kulların, zıddı ve misli olmakdan münezzeh, her şeyi bilen, hikmet sâhibi ve her şeye kâdir olan Allahü teâlânın varlığını bilmeleri, [Ona îmân ve ibâdet etmeleri] içindir. Kısaca, bu mükemmel ve muntazam fi’ller, bunların fâili, yaratıcısı olan, Allahü teâlânın ilminin ve kudretinin kemâline delâlet etmekdedir. Kelâm âlimleri bunu çeşidli delîller ile isbât etmişlerdir. Meselâ:
1 - Allahü teâlâ mücerreddir. Ya’nî cism değildir, [Madde değildir. Element değildir. Karışım, bileşik değildir. Sayılı değildir.Ölçülemez. Hesâb edilemez. Onda değişiklik olmaz. Mekânlı değildir. Bir yerde değildir. Zemânlı değildir. Öncesi, sonrası, önü arkası, altı üstü, sağı solu yokdur. Bunun için, insan düşüncesi, insan bilgisi, insan aklı, Onun hiçbirşeyini anlıyamaz.] Mücerred olduğu için, her şeyi bilir.
2 - Zâtı, âlî [yüce] olan Allahü teâlâ, kendi zâtını bilir. Böyle olan bir hâlık [yaratıcı], kendinden başkasını da bilir. İnsanın bilmesi demek, zâtı ile kâim olan şeylerin, asllarının, maddeden mücerred olan mâhiyyetlerinin zihnde hâsıl olmasıdır. Allahü teâlâ için meçhûl olan hiçbir şey yokdur. Kendi zâtının, mâhiyyetini, künhünü bilir. Kendini bilenin, kendinden başkasını da bileceği sâbitdir.
Allahü teâlâ, kendinden başka herşeyi, vâsıtalı veyâ vâsıtasız olarak yaratmışdır. Mahlûkları bilmek, bir yaratıcının var olduğunu bilmeği îcâb etdirir.