Papazların asl iddiâları, hıristiyanlık ile islâmiyyetin hakîkatini karşılaşdırıp, hangisi dahâ hak, dahâ doğru ise, onu kabûl etmek imiş. Bunlara cevâb olarak, Kur’ân-ı kerîm ile İncîl diye neşr etdikleri kitâblarını, kitâbımızın baş tarafında karşılaşdırmışdık. Burada, hıristiyanlar ile müslimânların i’tikâd [inanç] esâslarını karşılaşdırmağı da, lüzûmlu gördük. Naklî delîllerden sarf-ı nazar ederek, aklî delîller ile, bu mes’elenin tafsîlatına başlıyoruz.
Hıristiyanların en mühim i’tikâdları, üç tanrı ya’nî teslîsdir. Onlara göre, hâşâ tanrı üçdür: (Allahü teâlâ, Îsâ aleyhisselâm ve Rûhül-kuds). Hâlbuki İncîlde, Îsâ aleyhisselâm için (oğlum) denilmesi fazla sevgiyi göstermek içindir. Elde mevcûd İncîl denilen kitâblarda diyor ki, (Îsâ aleyhisselâm ilm, kudret ve bütün sıfatlarda, Allahü teâlâya müsâvîdir. Çarmıha gerilip, öldürülmesinden sonra, sekiz gün Cehennemde yanıp, Pavlosa göre, hâşâ la’net ağacına çıkıp, sonradan semâya yükselmiş, kürsîsini Babanın sağına koyarak, yaratma ve îcâd işini eline almışdır. Şimdi, hükm oğuldadır.Kıyâmetde de, hâkim-i mutlak Îsâ olacağından, [hâşâ] Baba amelden uzak kalmışdır.)
Müslimânların i’tikâdına göre, Allahü teâlâ birdir. Zâtında ve sıfatlarında ortağı ve benzeri yokdur.
[Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sünnetine, yoluna tam yapışan hakîkî müslimânların, Allahü teâlâ hakkındaki doğru i’tikâdlarını en güzel şeklde anlatan, İmâm-ı Rabbânî müceddid-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî Serhendî “rahmetullahi aleyh” (Mektûbât) kitâbının ikinci cild, altmışyedinci mektûbunda buyuruyor ki:
(Biliniz ki, Allahü teâlâ, kadîm olan [hiç yok olmıyan] Zâtı ile vardır. Ondan başka herşeyi, O yaratmışdır. O, sonsuz olarak var idi. Ya’nî, kadîmdir, ezelîdir. Ya’nî hep var idi. Varlığından evvel yokluk olamaz. Ondan başka herşey, yok idi. Bunların hepsini, O, sonradan yaratdı. Kadîm ve ezelî olan, bâkî ve ebedî olur. Hâdis ve mahlûk olan, fânî ve muvakkat olur, ya’nî yok olur. Allahü teâlâ birdir. Ya’nî varlığı lâzım olan, yalnız Odur. İbâdete hakkı olan da, yalnız Odur. Ondan başka şeylerin var olmasına lüzûm yok-
dur. Olsalar da olur, olmasalar da. Ondan başka hiçbirşey, ibâdet olunmağa lâyık değildir.
Allahü teâlânın kâmil sıfatları vardır. Bu sıfatları: Hayât, İlm, Semi’, Basar, Kudret, İrâde, Kelâm ve Tekvîndir. Bu sıfatları da, kadîmdir, ezelîdir. Varlıkları, Allahü teâlâ iledir. Mahlûkların sonradan yaratılması ve onlarda her ân meydâna gelen değişiklikler, Onun sıfatlarının kadîm olmasını bozmaz. Sıfatların bağlandığı mahlûkların sonradan var olması, sıfatların ezelî olmasına mâni’ olmaz. Felsefeciler, yalnız akla güvendikleri için, aklları da noksan olduğundan, müslimânlardan mu’tezîle fırkası da, iyi göremediğinden, eşyâ hâdis olduğu için, bunları var eden ve idâre eden sıfatlar da hâdisdir deyip geçdiler. Bu sûretle kadîm olan (Sıfât-ı kâmile)yi inkâr etdiler. İlm sıfatı, zerrelere kadar işlemez. Ya’nî Allahü teâlâ, ufak tefek şeyleri bilmez. Çünki, eşyâdaki değişiklikler, ilm sıfatında da değişiklik yapar. Kadîm olanda ise, değişiklik olamaz, dediler. Hâlbuki bilmediler ki, sıfatlar ezelîdir. Bunların eşyâya te’allukları, bağlantıları hâdisdir.
Noksan sıfatlar, Allahü teâlâda yokdur. Allahü teâlâ, maddelerin, cismlerin, arazların, ya’nî hâllerin sıfatlarından ve bunlara lâzım olan şeylerden münezzehdir, uzakdır. Allahü teâlâ, zemânlı değildir, mekânlı değildir, cihetli değildir. Bir yerde, bir tarafda değildir. Zemânı, yerleri, cihetleri O sonradan yaratmışdır. Câhil bir kimse, Onu, Arşın üstünde sanır, yukarıda bilir. Arş da, yukarısı da, aşağısı da, Onun mahlûkudur. Bunların hepsini, sonradan, O yaratmışdır. Sonradan yaratılan birşey kadîm olana, her zemân var olana, yer olabilir mi? Ancak, şu kadar var ki, Arş, mahlûkların en şereflisidir. Herşeyden dahâ sâf ve dahâ nûrludur. Bunun için, ayna gibidir. Allahü teâlânın büyüklüğü orada görünür. Bunun içindir ki, Ona (Arşullah) denir. Yoksa, Allahü teâlâya göre, Arş da, diğer eşyâ gibidir. Hepsi, Onun mahlûkudur. Yalnız Arş, ayna gibidir. Diğer eşyâda bu kâbiliyyet yokdur. Aynada görünen bir insana, aynanın içindedir denilir mi? O insanın aynaya olan nisbeti, diğer eşyâya olan nisbeti gibidir. İnsanın, hepsine olan münâsebeti aynıdır. Yalnız, ayna ile diğer eşyâ arasında fark vardır. Ayna, insanın sûretini gösterebiliyor, diğer eşyâ ise, göstermiyor.
Allahü teâlâ, madde değildir, cism değildir, araz, hâl değildir. Hudûdlu, boyutlu değildir. Uzun, kısa, geniş, dar değildir. Ona, (Vâsi’) ya’nî geniş deriz. Fekat, bu genişlik, bizim bildiğimiz, anladığımız gibi değildir. O, (Muhît)dir. Ya’nî herşeyi çevirmişdir. Fekat, bu ihâta, çevirmek, bizim anladığımız gibi değildir. O, (Karîbdir) yakındır ve bizimledir. Fekat, bizim anladığımız gibi
değil! Onun vâsi’, muhît, karîb ve bizim ile berâber olduğuna inanırız. Fekat, bu sıfatların ne demek olduğunu bilemeyiz. Allahü teâlânın zâtı ve sıfatları için, akla gelen herşey yanlışdır, deriz. Allahü teâlâ, hiçbir şey ile ittihâd etmez, birleşmez. Hiçbir şey de, Onunla birleşmez. Ona hiçbirşey hulûl etmez. O da, birşeye hulûl etmez. Allahü teâlâ, ayrılmaz, parçalanmaz, tahlîl [analiz], terkîb [sentez] edilmez. Onun benzeri, eşi yokdur. Kadını, çocukları yokdur. O, bildiğimiz, düşünebileceğimiz şeyler gibi değildir. Nasıl olduğu anlaşılamaz, düşünülemez. Benzeri, nümûnesi olamaz. Şu kadar biliriz ki, Allahü teâlâ vardır. Bildirdiği sıfatları da, vardır. Fe-kat kendisinde, varlığında ve sıfatlarında akla gelen, hayâlimize gelen herşeyden münezzehdir, uzakdır. İnsanlar Onu anlıyamaz. Fârisî beyt tercemesi:
Rabbiniz değil miyim? Sorulduğunda,
Onu, anlıyanlar, O vardır deyip kesdiler sözü.
Allahü teâlânın ismleri (Tevkîfî)dir. Ya’nî islâmiyyetin bildirmesine mevkûfdur, bağlıdır. İslâmiyyetin bildirdiği ismleri söylemelidir. İslâmiyyetin bildirmediği ismler söylenemez. Ne kadar kâmil, güzel ism olsa da, söylenmemelidir. Cevâd denir. Çünki islâmiyyet, Cevâd demekdedir. Fekat, yine cömert ma’nâsında olan (Sahî) ismi söylenemez. Çünki islâmiyyet Ona sahî dememişdir. [Şu hâlde, tanrı da denemez. Hele ibâdet ederken, ezân okurken, Allah ismi yerine, tanrı demek, çok günâh olur.]
Kur’ân-ı kerîm, Allah kelâmıdır. Onun sözüdür. Sözünü, islâm harflerinin ve seslerinin içine sokarak, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma göndermişdir. Bununla kullarına emrlerini, nehylerini, ya’nî yasaklarını bildirmişdir.
Biz mahlûklar, boğazımızdaki ses iplikcikleri, dil ve damağımız ile konuşuyoruz. Arzûlarımızı harf ve ses şekline sokuyoruz. Allahü teâlâ da, ses zarları, ağız, dil olmaksızın, kendi kelâmını, büyük kudreti ile, harf ve ses içinde kullarına göndermişdir. Emrlerini, nehylerini harf ve ses içinde meydâna çıkarmışdır. Her iki kelâm da, Onundur. Ya’nî harf ve ses içine sokulmadan evvelki (Kelâm-ı nefsî)si ve harf ve ses içinde bulunan (Kelâm-ı lafzî)si, hep Onun kelâmıdır. Her ikisine de kelâm demek doğrudur. Nitekim bizim de, nefsî ve lafzî kelâmımızın ikisi de, sözümüzdür. Kelâm-ı nefsîye hakîkî deyip, lafzîye mecâz demek, ya’nî kelâm gibi demek, yanlışdır. Çünki, mecâz olan şeyler, red edilebilir. Allahü teâlânın kelâm-i lafzîsini red edip buna, Allah kelâmı değildir demek, küfrdür. Evvelce gelen Peygamberlere “âlâ nebiyyinâ ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” gönderilen kitâblar ve sa-
hîfeler de, hep Allah kelâmıdır. O kitâblarda ve sahîfelerde ve Kur’ân-ı kerîmde bulunanların hepsi, (Ahkâm-ı ilâhî)dir. Her vakte uygun olan hükmleri, o zemânın insanlarına göndermişdir.
Allahü teâlâyı mü’minler Cennetde, cihetsiz olarak ve karşısında bulunmıyarak ve nasıl olduğu anlaşılmıyarak ve ihâtasız, ya’nî bir şeklde olmıyarak görecekdir. Allahü teâlâyı âhıretde görmeğe inanırız. Nasıl görüleceğini düşünmeyiz. Çünki, Onu görmeği akl anlıyamaz. İnanmakdan başka çâre yokdur. Felsefecilere ve mu’tezîle fırkasındaki müslimânlara ve Ehl-i sünnetden başka bütün fırkalara yazıklar olsun ki, kör olduklarından, buna inanmakdan mahrûm kaldılar. Görmedikleri, bilmedikleri şeyi, gördükleri şeylere benzetmeğe kalkarak, îmân şerefine kavuşamadılar.
İnsanları, Allahü teâlâ yaratdığı gibi, insanların işlerini de, O yaratıyor. İyi ve fenâ şeylerin hepsi Onun takdîri [dilemesi] iledir. Fekat, iyi işlerden râzıdır [beğenir]. Fenâ, kötü işlerden râzı değildir, beğenmez. İyi ve kötü her iş, Onun istemesi ve yaratması ile ise de, Onu yalnız, bir kötü şeyin yaratıcısı olarak ismlendirmek, edebsizlik olur. Kötülüklerin hâlıkı [yaratıcısı] dememelidir. İyilerin ve kötülerin hâlıkıdır, yaratıcısıdır demelidir.) (Mektûbât)dan terceme temâm oldu.]
Allahü teâlânın vahdâniyyetini [birliğini] isbât husûsunda Fahreddîn-i Râzî “rahimehullah”,[1] kelâm âlimlerinin bildirdikleri burhânlardan [delîllerden] yirmi kadarını beyân etmişdir. Bunlardan birkaçını aşağıda bildireceğiz:
1 - Enbiyâ sûresinin yirmiikinci âyetinde meâlen: (Eğer yer ile gökde, Allahdan başka ilâhlar olsaydı, bunlardaki nizâm bozulur, karma karışık olurdu) buyurulmuşdur.
Bu âyet-i kerîmenin işâreti (Burhân-ı temânü’)dür. Ya’nî âlemin hâlıkının [yaratıcısının] iki olduğu farz edilse, bu iki yaratıcının fi’lleri, birbirinden, yâ farklı veyâ aynı olur. Birbirinden farklı olursa, âlemin fesâdı lâzım olur. Ya’nî semâvât ve arzın bu husûsî nizâmından [düzeninden] çıkmasını ve yok olmasını veyâ birbirine zıd şeylerin aynı anda bir araya cem’ edilmesini îcâb etdirir. Meselâ, iki ilâhdan birisi, Zeyd ismindeki insanın hareketini, diğeri de o anda hareket etmeyip sükûnunu irâde etse [dilese], ilâh oldukları için kudretleri Zeyde te’sîr edince, cem-i zıddeyni îcâb etdirir. [Bu ise, mümkin değildir. Çünki, cem-i zıddeyn muhâldir. Ya’nî, iki zıd şeyin, aynı anda bir araya gelmesi, mümkin değildir.
---------------------------------
[1] Fahrüddîn Râzî, 606 [m. 1209] da Hirâtda vefât etdi.
Ya’nî, Zeyd, aynı anda hem hareketli, hem hareketsiz olamaz. Yâ hareketlidir yâhud hareketsizdir.]
İki ilâhın fi’lleri, yek-diğerinin aynı olursa, aralarında muhâlefetin bulunması, yâ mümkin olur veyâ olmaz. Muhâlefet mümkin olamaz. Çünki ikisi, aynı şeyi irâde etmekdedirler. İkinci şeklde ya’nî muhâlefetin mümkin olması ise, ikisinden birisinin âcizliğiniîcâb etdirir. Âcizlik ise, mahlûkluk, sonradan olma, ya’nî yaratılma alâmetidir. Bu ise, ilâhlığın şânına yakışmaz. Sonradan yaratılan ilâh olamaz.
2 - Âlemin yaratıcısının [hâşâ] iki olduğu farz olunsa, ikisinden biri, tedbîrinde ya’nî dilediğini yapmakda yâ kâfî olur veyâ olmaz. İki ilâhdan birincisi, yaratıcı olarak, dilediğini yapmakda kâfî ise, ikinci ilâhın zâyi’ ve zâid ya’nî lüzûmsuz ve fazla olması îcâb eder. Bu ise, noksanlıkdır. Noksan olan ise, yaratıcı, ya’nî hâlık olamaz. Eğer ikinci ilâh, dilediğini yapmakda kâfî gelirse, birinci ilâhın yok ve âtıl olması îcâb eder.
3 - Âlemin yaratıcısının [hâşâ] iki olduğu farz olunsa, kudretlerin [mahlûklara] te’sîrinde, yâ birbirlerine muhtâcdırlar veyâ değildirler. Yâhud, biri diğerine muhtâc olup, diğeri ona muhtâc değildir.
Birinci sûretde, ikisi birbirine muhtâc olduğundan, noksan olmaları lâzım gelir. Noksan olan ise, ilâh olamaz. İkinci sûretde, ya’nî ikisi de birbirine muhtâc değilse, ikisinin de ilâh olmaması lâzım gelir. [Çünki her biri, diğerine göre, fazla ve lüzûmsuz olması îcâb eder. Bu da, ilâhlık vasfına zıddır.] Çünki ilâh, her şeyin kendisine, her an muhtâc olduğu ve her şeye kâfî olan bir varlık olup,buna ihtiyâc duyulmaması olamaz. Üçüncü sûretde ise, muhtâc olan nâkıs olacağından, sâdece muhtâc olmıyanın ilâh olması ya’nî ilâhın bir olması lâzım gelir.
Kâdî Beydâvî “rahmetullahi aleyh”[1] buyuruyor ki, âlemin yaratıcısının iki olduğu kabûl edilse, her iki ilâhın, bütün mümkinâta kudretlerinin kâfî gelmesi, müsâvî [eşid] olur. Çünki, kudreti kâfî olmak, imkânın, ya’nî var ve yok etmenin sebebidir. Var ve yok olabilmek, ya’nî mümkin olmak ise, bütün varlıklar arasında müşterek bir vasfdır. Buna göre, âlemde hiçbir varlığın olmaması îcâb eder. Çünki mevcûd olacak, yaratılacak şeyin vücûdünde, yaratılmasında, iki ilâhdan her ikisi de te’sîr etmez veyâ biri te’sîr edip, diğeri te’sîr etmez. Her iki sûretde de (tercîh-i bilâ müreccih) olması lâzım gelir. [Tercîh-i bilâ müreccih, iki şeyden bi-
---------------------------------
[1] Abdüllah Beydâvî 685 [m. 1286] da vefât etdi.
rini diğerine tercîh etmeğe hiç bir sebeb yok iken, o iki şeyden birini diğerine tercîh etmek demekdir. Bu ise, bâtıldır.]
Mümkinin [mahlûkların] yaratılmasına iki ilâhın te’sîr etmemesi olamaz. Çünki, mümkinin var olması ve yok olması arasında bu te’sîr olmayınca, mümkinin yok olması lâzımdır. Tercîh eden olmayınca, tercîh edilen de olmaz. Ya’nî, yaratan olmayınca, yaratılan da olamaz.
İkinci hâl olan, mümkinin yaratılmasına iki ilâhdan birinin te’sîr edip, diğerinin te’sîr etmemesi hâlinde, mümkinin yaratılmasının, iki yaratıcıdan her birine nisbeti müsâvî [eşid] olduğu için, ikisinden birinin te’sîri ile yaratılması muhakkak tercîh-i bilâ müreccihdir. Tercîh-i bilâ müreccih ise, bâtıldır. Eğer, iki ilâhdan herbiri aynı anda te’sîr ederse, iki müstakil müessirin, bir eser üzerine te’sîr etmeleri lâzım gelir. Bu ise, muhâldir. Bu şeklde, iki ilâhın mümkinâtdan bir şey üzerine, birbirine zıd olan iki te’sîr ile te’sîr etmeleri mümkin değildir. Bunlardan anlaşılıyor ki, burada lâzımın ya’nî iki müstakil müessirin (ilâhın), bir eser üzerine te’sîr ederek, ikisinin de te’sîrlerinin netîcelerinin meydâna gelmesi bâtıldır. Bunun için, melzûmun ya’nî iki ilâhın her birinin aynı anda bir esere te’sîr etmeleri de bâtıldır. Şu hâlde, âlemin Yaratıcısı iki olamaz. [Bu âlemin mutlak bir yaratıcısı vardır. O, bu âlemi yaratmağı dilemiş ve yaratmışdır. Eğer o dilemeseydi, yaratmasaydı hiçbir şey var olamazdı. Hiçbir şey, kendi kendine var olamaz. Herşeyi mutlak bir yaratan vardır. Kalem, kendi kendine yazmaz. Yazması için, mutlaka bir sebeb lâzımdır. Bu sebeb ise, herkesin bildiği gibi, kâtibdir. Kâtibsiz kalemin yazması nasıl mümkin değil ise, bir yaratıcı, sâni’ olmadan, âlemin var olması da, mümkin değildir.]
4 - Âlemin yaratıcısının iki olduğu farz olunsa, onlardan birisi, Zeydin kalkmasını dilediği anda, diğerinin de, Zeydin oturmasını dilediğini farz edelim. Zeydin hem kalkması, hem de oturması mümkindir. Fekat, iki ilâhın irâdeleri aynı anda hâsıl olunca, Zeydin aynı anda hem oturması, hem de kalkması îcâb eder. Bu ise, iki zıd şeyi birleşdirmek olduğundan muhâldir. Eğer, sâdece birinin irâdesi [dilediği] hâsıl olursa, diğerinin âciz olması lâzım gelir. İlâhın âciz olması muhâldir. Çünki âcizlik, mümkin olan varlıklarda ya’nî mahlûklarda bulunur. Mahlûk olanın ise, ezelde var olması, vücûd sâhibi olması muhâldir. Ezelî âcizlik muhâl olduğu gibi, ilâhın âciz ve hâdis olması da muhâldir. Çünki, ilâhın âciz olması, ezelde kâdir olup, sonradan kudretin zevâli, gitmesi ile tahakkuk eder. Bu ise, kadîmin zevâlini îcâb etdirir. Eğer, diğer ilâh için, Zeydin oturmasını irâde etmek
mümkin olmaz ise, ikisinden biri, diğerinin irâdesine mâni’ olduğundan âcizlik lâzım gelir. Âciz olan ise, ilâh olamaz.
Yukarıda zikr etdiğimiz Enbiyâ sûresinin yirmiikinci âyet-i kerîmesindeki (Fî-himâ) kelimesinden murâd, iki ilâhın te’sîrleridir. Bu ise, birden fazla yaratıcının olamıyacağı husûsunda kat’î bir huccetdir. Sa’deddîn-i Teftâzânî “rahimehullah”,[1] (bu âyet-i kerîme, iki ilâhın olmıyacağı husûsunda, iknâ edici bir huccet ve herkesin anlıyabileceği bir delîldir) buyurmuşdur.
Bütün bu anlatdıklarımıza göre, (Vâcib-ül-vücûd) olan Allahü teâlânın, bütün mevcûdâtın hâlıkı [yaratıcısı] ve hakîkî ma’bûdu olup, ortağı ve benzeri olmadığı anlaşılmışdır. Eski yunan felesoflarının, Allahü teâlânın birliğini isbât husûsunda bildirdikleri delîlleri on kadardır. Kelâm âlimleri, (innî) usûlü üzere, ma’lûl ile illete delîl getirmekde, ya’nî eseri görüp, müessirin var olduğunu anlamakdadırlar. Hukemâ ise, (Limmî) usûlü üzere, illetden ma’lûle gitmek sûreti ile, ya’nî müessirin kudretini görerek, her şeyi bunun yapdığını anlamakdadırlar. [(Limmî), limmeli, ya’nî (Niçinli) demekdir. Niçin sorularını cevâblandırmak lâzım olur. (İnnî) usûlü ise, İnneli ya’nî (Elbette öyledir) demekdir.]
Âlemde mevcûd olan varlıklar, kendi kendilerine var ve yok olamazlar. Onlara bir te’sîr eden, ya’nî onları bir yaratan vardır.Mâdem ki, âlemler ve âlemlerde mahlûklar vardır. Öyle ise, âlemleri ve âlemde olan mahlûkları bir yaratan vardır. Mahlûkların var olması, bu yaratıcının varlığına bir delîldir [ki, bu yaratıcı Allahüteâlâdır.]. Âlemdeki mahlûkların sıfatları vardır. O hâlde onları yaratan Allahü teâlâda da bu sıfatlar vardır.
[Allahü teâlâdan başka herşeye, (Mâ-sivâ) veyâ (Âlem) denir. Şimdi (Tabî’at) diyorlar. Âlemlerin hepsi yok idi. Hepsini Allahüteâlâ yaratdı. Âlemlerin hepsi mümkindir ve hâdisdir. Ya’nî, yok iken var olabilirler ve var iken de yok olabilirler ve yok iken var olmuşlardır. (Allahü teâlâ var idi. Hiçbirşey yok idi) hadîs-i şerîfi, bunu bildiriyor.
Âlemin hâdis olduğunu gösteren diğer bir delîl de, âlemin her zemân bozularak değişmesidir. Herşey değişmekdedir. Kadîm olan şey ise, hiç değişmez. Allahü teâlânın zâtı (ya’nî kendisi) ve sıfatları böyledir. Bunlar hiç değişmez. Hâlbuki âlemde, fizik olaylarında, maddelerin hâl değişdirmesi oluyor. Kimyâ reaksiyonlarında, maddelerin özü, yapısı değişiyor. Cismlerin yok ola-
---------------------------------
[1] Teftâzânî, 792 [m. 1389] da Semerkandda vefât etdi.
rak, başka cismlere döndüğünü görüyoruz. Bugün yeni bilinen atom değişmelerinde ve çekirdek reaksiyonlarında, madde, element de yok oluyor. Enerjiye dönüyor. Âlemlerin, maddelerin böyle değişmeleri, birbirlerinden hâsıl olmaları, sonsuzdan gelemez. Bir başlangıcı olması, yokdan var edilmiş olan ilk maddelerden, elementlerden hâsıl olmaları lâzımdır.
Âlemin mümkin olduğuna, ya’nî yok iken var olabileceğine başka bir delîl de, âlemin hâdis olmasıdır. Ya’nî herşeyin yok iken var olduklarını görüyoruz. Cismler yok oluyor. Bunlardan, başka cismler meydâna geliyor. Ancak, son kimyâ bilgimize göre, yüzbeş madde, kimyâ reaksiyonlarında, hiç yok olmuyor. Yalnız yapıları değişiyor. Radioaktif hâdiseler, elementlerin, hattâ atomların da yok olduklarını, maddenin enerjiye döndüğünü isbât etmişdir. Hattâ, Einstein[1] adındaki Alman fizikçisi, bu tehavvülün [değişmenin] riyâzî [matematik] formülünü ortaya koymuşdur.
Cismlerin durmadan değişmeleri, birbirlerinden hâsıl olmaları, sonsuzdan gelerek değildir. Böyle gelmiş, böyle gider denilemez. Bu değişmelerin bir başlangıcı vardır. Değişmelerin başlangıcı vardır demek, maddelerin var oluşlarının başlangıcı vardır demekdir. Hiçbir şey yok iken, hepsi sonradan yokdan yaratılmışdır demekdir. İlk, birinci olarak maddeler yokdan yaratılmış olmasalardı ve birbirlerinden hâsıl olmaları, sonsuz öncelere doğru uzasaydı, şimdi bu âlemin yok olması lâzım olurdu. Çünki, âlemin sonsuz öncelerde birbirlerinden var olabilmesi için, bunu meydâna getiren maddelerin dahâ önce var olmaları, bunların da var olabilmeleri için, başkalarının bunlardan önce var olmaları lâzım olacakdır. Sonrakinin var olması, öncekinin var olmasına bağlıdır. Önceki var olmazsa, sonraki de var olmıyacakdır. Sonsuz önce demek, bir başlangıcı yok demekdir. Sonsuz öncelerde yokdan var olmak demek, ilk ya’nî başlangıç olan bir varlık yok demekdir. İlk, birinci varlık olmayınca, sonraki varlıklar da olamaz. Herşeyin her zemân yok olması lâzım gelir. Her birinin var olması için, bir öncekinin var olması lâzım olan sonsuz sayıda varlıklar dizisi olamaz. Hepsinin yok olmaları lâzım olur.
Âlemin şimdi var olması, sonsuzdan var olarak gelmediğini, yokdan var edilmiş bir ilk varlığın bulunduğunu göstermekdedir.Âlemin yokdan var edilmiş olduğuna, o ilk mahlûkdan hâsıl ola ola, bugünkü âlemin var olduğuna inanmak îcâb eder.
---------------------------------
[1] Einstein, 1375 [m. 1955] de öldü.
Vücûd, var olmak demekdir. (Vücûd) kelimesinin zıddı (Adem) kelimesidir. Adem, yokluk demekdir. Âlemler, ya’nî herşey, var olmadan önce, ademde idi. Ya’nî yok idiler.
Mevcûd, ya’nî var olan şey ikidir: Biri, yok iken, sonradan var olan (Mümkin), ikincisi hep var olan (Vâcib)dir. Eğer mevcûd, yalnız mümkin olsaydı ve vâcib-ül-vücûd bulunmasaydı, hiçbir şey var olamazdı. Çünki, yok iken var olmak, bir değişiklikdir, bir olaydır. Fizik bilgimize göre, her cismde bir olay olması için, bu cisme dışardan bir kuvvetin te’sîr etmesi, bu kuvvet kaynağının, bu cismden önce mevcûd olması lâzımdır. Bunun için, mümkin olan mevcûd, kendi kendine yokdan var olamaz ve varlıkda duramaz. Ona bir kuvvet te’sîr etmeseydi, hep yoklukda kalırdı. Var olamazdı. Kendini var edemiyen, başka mümkinleri de elbette halk edemez, yaratamaz. Mümkini yaratanın, vâcib-ül-vücûd olması lâzımdır.Âlemin var olması, bunu yokdan var eden bir yaratıcının var olduğunu gösteriyor. Görülüyor ki, hâdis olmıyarak ve mümkin olmıyarak, ya’nî hep var olarak, bütün mümkinlerin tek yaratıcısı, ancak vâcib-ül-vücûd olan Allahü teâlâdır.
Allahü teâlânın vâcib-ül-vücûd ve hakîkî ma’bûd ve bütün varlıkların yaratıcısı olduğuna inanmak lâzımdır. Dünyâ âleminde ve âhiret âleminde bulunan herşeyi, maddesiz, zemânsız ve benzersiz olarak yokdan var eden, ancak Allahü teâlâdır diye kesin inanmalıdır. Her maddeyi, atomları, molekülleri, elementleri, bileşikleri, organik cismleri, hücreleri, hayâtı, ölümü, her olayı, her reaksiyonu, her çeşid kuvveti, enerji nev’lerini, hareketleri, kanûnları, rûhları, melekleri, canlı cansız her varı, yokdan var eden ve hepsini,her ân varlıkda bulunduran yalnız Odur. Âlemlerde olan herşeyi, hiçbiri yok iken, bir anda yaratdığı gibi, her zemân, birbirlerinden de var etmekdedir. Kıyâmet zemânı gelince, herşeyi bir ânda yine yok edecekdir. Her varlığın yaratanı, sâhibi, hâkimi yalnız Odur. Onun hâkimi, âmiri, üstünü yokdur diyerek inanmak lâzımdır. Her üstünlük, her kemâl sıfat, Onundur. Onda hiçbir kusûr, hiçbir noksan sıfat yokdur. Dilediğini yapar. Yapdıkları, kendine veyâ başkasına fâideli olmak için değildir. Bir karşılık için yapmaz. Bununla berâber, her işinde, hikmetler, fâideler, lutflar ve ihsânlar vardır. O kadîmdir. Ya’nî hep var idi. (Vâcib-ül-vücûd) demek, vücûdu başkasından olmayıp, ancak kendindendir, ya’nî kendi kendine hep vardır demekdir. Başkası tarafından yaratılmamışdır. Eğer böyle olmazsa, mümkin ve hâdis olması, başkası tarafından yaratılması lâzım olur. Bu ise, düşünülenin tersine olan bir netîcedir. Fârisîde (Hudâ) demek, kendi kendine hep var olucu, ya’nî kadîm demekdir.
Allahü teâlâ üzerinden, gece gündüz ve zemân geçmesi düşünülemez. Allahü teâlâda, hiçbir bakımdan, hiçbir değişiklik olmıyacağı için, geçmişde, gelecekde şöyledir, böyledir denemez. Allahü teâlâ, hiçbir şeye hulûl etmez. Hiçbir şeyle birleşmez. Allahü teâlânın zıddı, tersi, benzeri, ortağı, yardımcısı, koruyucusu yokdur. Anası, babası, oğlu, kızı, eşi yokdur. Her zemân, herkes ile hâzır ve herşeyi muhît ve nâzırdır. Herkese can damarından dahâ yakındır. Fekat, hâzır olması, ihâta etmesi, berâber ve yakın olması, bizim anladığımız gibi değildir. Onun yakınlığı, âlimlerin ilmi, fen adamlarının zekâsı ve Evliyânın “kaddesallahü teâlâ esrârehüm” keşf ve şühûdü ile anlaşılamaz. Bunların iç yüzünü, insan aklı kavrıyamaz. Allahü teâlâ, zâtında ve sıfatlarında birdir, hiçbirinde değişiklik, başkalaşmak olmaz.
Âlemlerin, şaşılacak bir nizâm içinde olduklarını görüyoruz. Her hayvan yavrusu, anası şeklinde olarak dünyâya geliyor. Çocuk, doğar doğmaz bağırıyor, ağlıyor. Yavruya o şekli veren birdir. Çocuk, organları temâm yerinde olmasa ses çıkarabilir mi? Fen, her sene, âlemdeki mahlûklar arasındaki nizâmları, yeni yeni keşf etmekdedir. Bu nizâmları yaratanın, (Hay) diri, (Âlim) bilici, (Kâdir) gücü yetici, (Mürîd) dileyici, (Semî’) işitici, (Basîr) görücü, (Mütekellim) söyleyici ve (Hâlık) yaratıcı olması lâzımdır. Çünki, ölmek ve câhil olmak ve gücü yetmemek ve zorla yapmak, sağırlık ve körlük ve söyliyememek, birer kusûrdur, utanılacak şeylerdir. Bu kâinâtı, bu âlemi, bu nizâm üzere yaratanda ve yok olmakdan koruyanda, böyle kusûrlu sıfatların bulunması olacak şey değildir.
Atomdan yıldızlara kadar her varlık, birer hesâbla, kanûnla yaratılmışdır. Fizikde, kimyâda, astronomide ve biyolojide keşf edilebilen kanûnlardaki, bağlantılardaki nizâm, akllara hayret vermekdedir. Darvin bile, (Gözün yapısındaki nizâmı, incelikleri düşündükçe, hayretden tepem atacak gibi oluyor) demek zorunda kalmışdır. Fen derslerinde okutulan bütün kanûnları, ince hesâbları, formülleri yaratan Allahü teâlâ, hiç noksan sıfatlı olur mu?
Bundan başka, bu kemâl sıfatlarını, mahlûklarda da görüyoruz. Bunları mahlûklarında da yaratmışdır. Bu sıfatlar, kendisinde bulunmasaydı, mahlûklarında nasıl yaratabilirdi? Bu sıfatlar kendisinde bulunmasaydı, mahlûkları Ondan dahâ üstün olurlardı.
Bu âlemleri yaratanda, bütün kemâl [üstün] sıfatların bulunması ve noksan sıfatlardan hiçbirinin bulunmaması lâzımdır. Çünki, noksan, kusûrlu olan, Hudâ, yaratıcı olamaz.
Aklın gösterdiği bu delîlleri bir yana bırakırsak, Kur’ân-ı kerîmdeki âyet-i kerîmeler ve Peygamberimiz Muhammed aleyhis-
selâmın hadîs-i şerîfleri de, Allahü teâlânın kemâl sıfatları olduğunu açıkca bildirmekdedir. Bunda şübhe etmek câiz değildir. Şübhe etmek küfre sebeb olur. Yukarıda yazılı sekiz kemâl sıfatına (Sıfât-ı sübûtiyye) denir. Ya’nî, Allahü teâlânın sıfât-ı sübûtiyyesi sekizdir. Allahü teâlâda, bütün kemâl sıfatlar vardır. Onun zâtında ve sıfatlarında ve işlerinde hiçbir kusûr ve karışıklık ve değişiklik yokdur.]
Kur’ân-ı kerîmin, Allahü teâlânın zâtında, sıfatlarında ve fi’llerinde bir olduğunu bildiren âyet-i kerîmeler ile dolu olduğunu bildirmişdik. İhlâs sûresinin birinci âyetinde meâlen: ([Yâ Muhammed! Allahü teâlâdan süâl edenlere] de ki, O Allah [zâtında, sıfatlarında ve fi’llerinde] birdir) buyurulmuşdur. Bekara sûresinin yüzaltmışüçüncü âyetinde meâlen: (Sizin ilâhınız, bir olan Allahdır. Ondan başka ilâh yokdur. Dünyâda ni’metlerini bütün herkese, âhiretde ise, sâdece mü’minlere rahmet ve ihsân edicidir) buyurulmuşdur. Bunların pek çok misâlleri Kur’ân-ı kerîmde vardır.
Lügat âlimlerine göre, (Ehad) ve (Vâhid) kelimelerinden herbiri, bir diğerinin ma’nâsındadır. Fekat, tahkîk edildiği zemân, kullanıldığı yerlerin birbirinden farklı olduğu görülür. Çünki, (Ehad) lafzı ile her bakımdan (Vâhid) murâd olunur. Ehâdiyyet ya’nî birlik, sayı olarak kullanılan çokluğun aksine, zıddına, tek varlıkdır. Bir çok parçalardan meydâna gelmiş, ortaklık ve mikdâr ve başkalık ve renklilik, aydınlık, karanlık gibi şeyleri olmıyan varlıkdır. (Ehad) olanın, aynı cinsden bir nev’i ve benzeri bir ferdi olmaz. Aklen ve hissen tecezzîyi, ya’nî parçalanmayı ve inkısâmı ya’nî kısmlara ayrılmayı kabûl etmez. Ehad, muhtelif olan cismler, (eczâ-i lâ yete cezzâ) ya’nî bölünmiyen parçalar, küçük katı cismler ve sûret gibi hâricî cüzlerden, cins ve fasl gibi zihnî cüzlerden de münezzehdir. (Ehad) diye misli, benzeri ve ortağı olmıyan ya’nî kendisinden başkası olmıyan basît olan zâta denir ki, bu da Allahü teâlâdır. [Vâhid ile Ehad arasındaki bir diğer fark, Vâhid, Ehadin içinde olabilir. Fekat, ehad vâhide dâhil olmaz. Ya’nî ehad vâhiddir, fekat her vâhid ehad değildir. Vâhid isbâtda, ehad nefyde kullanılır. (Reeytü racülen vâhiden) bir adam gördüm denilir. Nefyde ise, (mâ reeytü ehâden) hiç kimse görmedim denilir.]
Allahü teâlâ, kullarına merhamet etmekdedir. Âl-i imrân sûresinin otuzuncu âyetinde meâlen: (Allahü teâlâ size, azâbından korkup sakınmanızı emr eder. Allahü teâlâ kullarına çok merhametlidir) buyurmuşdur. [Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Allahü teâlânın yaratdıklarını düşününüz, Onun zâtını düşünmeyiniz. Çünki siz Onun kadrini takdîr edemez, Onu anlamağa güç yetiremezsiniz) buyurmuşdur. Hiç bir masnü’,
yaratılan, aslâ sâni’ini [yaratanını] anlıyamaz, kavrıyamaz. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” başka bir hadîs-i şerîflerinde de, (Allahü teâlâ, hâtıra gelen her şeyden uzakdır) buyurmuşdur.]