Protestan papazlardan biri, neşr etdiği bir risâlede, islâmiyyet ile hıristiyanlığın kuruluş şekli hakkında tafsîlatlı bir muhâkeme yapmışdır. Bu risâleden birkaç cümle ele alarak cevâblarını yazmağı uygun gördük. Risâlenin metinleri, italik harflerle, parantez içine yazılmış, dahâ sonra lüzûmlu cevâblar verilmişdir.
Bu risâlede (Îsâ Mesîhin öğretdiklerine, ya’nî onun dînine göre, hıristiyanlık, her bir kavmin ve ümmetin devlet ve siyâsetlerine ve ictimâî yapılarının üsûl ve nizâmlarına ve hâllerine ve oturdukları memleketlerine uygun ve müsâid ve irâde dîni olup, bir memleketin nizâmına ve siyâsetine halel vermeksizin, o memlekete yerleşebilir) demekdedir.
CEVÂB: Hakîkatde mevcûd İncîllerde, muâmelâta [ya’nî alış-veriş, âile, kirâ, ücret... vs. hukûklarına ve siyâsî hukûka] dâir pek az hükm bulunduğundan, papazın dediği gibi, bir milletin nizâmına ve siyâsetine elbette bir halel ve zarar vermez. [Çünki, hıristiyanlıkda böyle hükmler yokdur ki, değişiklik yapsın. Torbalarında bir şey yok ki, başkalarına versinler.] Ancak şimdiye kadar, hıristiyanlığın ayak basıp da, eski üsûl ve hâllerini, meskenlerini, nizâmlarını, beldelerini ve hükûmetlerini mahv-ü perîşan etmediği bir memleket görülmemişdir. Koca Roma devletlerinin kütübhânelerinde bulunan siyâsî kanûnlar, Roma âdetlerini bildiren kitâblar, hep hıristiyanlar tarafından yok edilmişdir. [Hıristiyanlar sâdece hıristiyan olmıyan milletlere değil, kendileri gibi hıristiyan olanlara da aynı vahşeti tatbîk etmişlerdir. Hıristiyanlık dîni adına yapılan haçlı seferleri sırasında, İstanbulu işgâl eden haçlıların Bizanslılara yapdığı zulmleri ve tahrîbâtı, hıristiyan târîhcilerden okuyunuz! İspanyayı ele geçirdikleri zemân, yakıp yıkdıkları yüzlerce kütübhâne, binlerce san’at eseri ve katl edilen yüzbinlerce müslimân ve yehûdîler hep, papazın (başka milletlerin siyâset ve âdetlerine karışmadığını, herkesin çabucak kabûl etdiğini) iddiâ etdiği hıristiyanlığın, ma’sûm yüzünü (!) ne kadar da güzel isbât ediyor...] Hıristiyanlık, dünyânın hiç bir memleketinde kolayca yerleşmemişdir. Yerleşebileceği de düşünülemez. [Günümüzde bile fakîrlik ve açlık içinde bulunan memleket-
lerde, halkı hıristiyan yapmak için, milyarlarca lira harcıyarak, çeşidli yardımlar yapıyorlar. Hattâ, o zevallı insanlara maâşlar bağlıyorlar. Fekat yine de, onları hıristiyan yapamıyorlar. Bu papaz, acabâ bunları bilmeyecek kadar câhil midir?]
Yine bu risâlede, (Hıristiyanlığın melekûtu, dünyânın melekût ve saltanatına benzemez. Rûhânî ve hakîkî bir melekûtdur. Onun rûhânî, hakîkî ve kendine mahsûs dîni tabî’atı îcâbı, insanları bulundukları her bir hâle ve mahallerine uygundur. Ne bir memleketin hâkimlerini ve ileri gelenlerini hıristiyan yapmağa i’tibâr eder, ne de onların isteklerini ve âdetlerini temâmen red eder) demekdedir.
CEVÂB: Bir din, insanların bulundukları her hâl ve mahalle uygun olunca, artık hâkimlerini ve ileri gelenlerini o dîne da’vet etmeğe lüzûm kalmaz. Çünki, o dînin kendisi, kendini neşr eder, yayar. Fekat protestanların hıristiyanlığı yaymak için nasıl çalışdıkları meydânda olduğundan, bu iddiâları da, hakîkate uygun değildir. Bir diğer husûs da, hâkimlerini ve memleketin ileri gelenlerini hıristiyanlığa da’vet etmemeği, bir nev’i yüksek himmet kabûl etsek de, onların isteklerini ve [kötü] âdetlerini red etmemekde, acâba ne gibi bir fâide düşünülebilir. Yoksa, bu papazın nazarında, her kötülük, hıristiyanlık dîninin tabî’î ruhâniyyetinden midir?
Papaz yine bu risâlede, (Hıristiyanlığın bu dünyâdaki asl maksadı, hıristiyan milletlerin kuvvet ve kudret dâiresini genişletmek olmayıp, Allahü teâlânın izzet ve saltanatını, her bir insanın kalbine ve her bir kavmin arasına ve her bir memleketin ehâlisine yaymak ve kabûl etdirmekdir) demekdedir.
CEVÂB: Hâlbuki bu papaz, yine aynı risâlenin seksenyedinci sahîfesinden yüzyedinci sahîfesine kadar, hıristiyanlığın islâmiyyet üzerine üstünlük ve fazîletini isbât için, islâm memleketlerinin harâblığını ve Avrupanın zenginlik ve ma’mûriyyetini delîl olarak getirmişdi. Şimdi burada da, bir milletin kuvvet ve kudret dâiresini genişletmek hıristiyanlığın maksadı değildir, demekdedir. Orada dediği hıristiyanlık da, acaba burada söylediği başka bir din midir?
Yine bu papaz (Hıristiyanlığın te’sîr ve nüfûzunu kabûl ederek, ona kıymet verenler, bu dünyâda devâmlı olan mukaddes bir kardeşlik bağı ile berâber, akl ve siyâsete kavuşurlar. Âhiretde de, kâmil bir kul olduklarından, ilâhî ni’metlere ve zevklere vâsıl olurlar) demekdedir.
CEVÂB: Bu sözüne göre; İngiltere, Avusturya devletleri ile
Amerika cumhuriyetlerinin, hıristiyan olmalarından şübhe edilir. Çünki, bunların mukaddes bir kardeşlik bağı ile, birbirlerine bağlanmış oldukları, hiç görülmemişdir. Bunların hepsi politik menfe’atler uğruna, birbirlerinin gözlerini oymakdadırlar. Luther fırkası ile Kalvin fırkası ve diğer protestan fırkalarının birbirlerine olan düşmanlıkları, katoliklerle protestanların birbirlerine olan düşmanlığından az değildir. [Târîh boyunca, katoliklerle protestanlar, birbirlerini en büyük düşman ve kâfir olarak kabûl edip, merhametsizce imhâ etmişlerdir. Bunlardan bir kaç misâli dahâ önce bildirmişdik. Târîhi okuyanlar bunu iyi bilirler. Papa-zın bu sözü, islâm dîninde bulunan ve müslimânların kitâblarında yazılı olan, kardeşlik, sevgi ve cömertlik gibi iyiliklerin taklîdi olduğu meydândadır. Müslimân kitâblarında okumuş olduğu, müslimânlara mahsûs olan iyilikleri, hıristiyanlığa mâl etmekdedir.]
Yine bu papaz (Eğer, islâmiyyetin hıristiyanlıkdan dahâ üstün ve fazîletli olduğu iddiâsı doğru olmuş olsa idi, Allahın melekûtunu yukarıda anlatılandan dahâ güzel, dahâ yüksek ve dahâ rûhânî göstermesi îcâb ederdi. Yeryüzünde bulunan milletlerin hâllerine ve memleketlerine dahâ uygun olması îcâb ederdi. İnsanları dünyâda se’âdete, kemâle ve adâlete kavuşdurması ve dünyâdan ayrılacakları zemân da, izzet ve se’âdet-i ebediyyeyi dahâ çok ümmîd etmelerine te’sîr etmesi lâzımdı) demekdedir.
CEVÂB: İslâm dîninde Allahü teâlânın melekûtu, Muhammed aleyhisselâmın dînidir. Onun ahkâmı ile amel edenler, dünyâda ve âhiretde sonsuz ni’metlere kavuşurlar. Ona tâbi’ olmıyanlar ise, hüsrâna uğrayıp, Cehennemde azâb olunacaklardır. Böyle olduğu Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde en güzel şekliyle, geniş olarak anlatılmışdır. Âhiretde mü’minler için va’d edilen ni’metler, se’âdetler temâmen anlatılsa, bunları insan aklı kavrıyamaz. Bu papazın, dört İncîl ile Petrus ve Pavlosun mektûblarından başka, dünyâda olanlardan ma’lûmâtı olmadığından, böyle garîb bir iddiâda bulunması cehâletinden başka bir şeyi göstermez. Se’âdete, huzûra ve adâlete kavuşdurmakda islâm dîninin kuvvet derecesini bilmek için, islâmiyyeti ve islâm devletleri târîhini, iyi incelemek lâzım olduğunu kendisine hâtırlatırız. Bu iki dînin ahvâl ve keyfiyyetini bilenler, hıristiyanlık dîninin melekûtdan uzak, [Pavlosun ve konsillerin ve papazların ellerinde bin bir şekle girmiş] olduğunu iyi anlarlar. İslâmiyyetin ve hıristiyanlığın ahvâlini ve târîhlerini okuyan bir kimse, hakîkatin bu papazın iddiâ etdiği şeyin tam tersi olduğunu anlar.
Yine bu papaz, (Her hıristiyan, Îsâ Mesîhin öldükden sonra di-
rilip göğe çıkmasını, ya’nî kıyâmını kendi kurtuluşuna bir kefâlet kabûl eder. Hıristiyanlar ölüm korkusundan, “ölmek mescidde uyumak gibidir” inancı ile emîn olmuşlardır. Hıristiyanlar, ölümü zararlı değil, fâideli kabûl ederler. Hâlbuki, müslimânların çoğu ölümden korkmakdadır. İ’tikâdlarına göre, kendilerini âhiretde ümmîdvâr edecek bir çok va’dler bulunduğu ve bilhâssa gazâya çıkıp da şehîd olmak için can atan çılgınlar, can verirlerken kendilerini hûrîlerin karşılayıp, Cennet bağçelerinde ağırlanacaklarını zan ederler. Bütün bunlar bizce de inkâr edilmiş değildir. Bununla berâber, can verirken müslimânlarda görülen ferâh ve sevinç, âhiretde ihsân olunacak bir takım latîf taâmlar ve hûrî kızları gibi nefsin arzû ve lezzetlerine bağlıdır. Fekat hıristiyanların, o hâldeki sevinçleri, günâhlardan temizlenmiş, rûhânî yeni bedenler ile, cenâb-ı Hakkın huzûruna vardıklarına tam inanmalarındandır. Bu da, islâmiyyetin hıristiyanlık kadar semâvî ve rûhânî olmadığını isbât eder) demekdedir.
CEVÂB: İslâm i’tikâdında [inancında] öldükden sonra insanlar tekrâr dirilecek, mahşer yerinde toplanacaklardır. Burada hesâblar görülüp, herkes hak etdiği Cennet veyâ Cehenneme götürülecekdir. Sevâb [mükâfât] ve azâb [mücâzât] herkesin yapdığı amele göre, derece derece olacakdır. Biz müslimânlar için âhiretdeki en yüksek derece, Allahü teâlâya kavuşmakdır. Yoksa, yalnız Cennet taâmlarına ve hûrîlere kavuşmak değildir. [Zâten, mü’minler dünyâda her yapdıklarını Allah rızâsı için yaparlar. Yapılan amellerin en efdâli ihlâs ile [Allah rızâsı için] yapılandır. Mü’minler ölümü aslâ kerîh görmezler. (Allahü teâlâya bir can borcumuz var, bunu her yerde vermeğe hâzırız) derler. Çünki onlar, (Kim Allahü teâlâya kavuşmak istemezse, Allahü teâlâ da, ona kavuşmak istemez. Kim Allahü teâlâya kavuşmağı severse Allahü teâlâ da, ona kavuşmağı sever) ve (Ölüm, dostu dosta kavuşduran bir köprüdür) hadîs-i şerîflerine tam inanmışlardır. Pek çok din büyükleri ve Evliyâ ölümü hemen isteyerek, Allahü teâlâya, Resûlullaha ve Evliyâdan olan hocalarına ve diğer Velîlere kavuşmağı istemişlerdir. Kendilerini ölüm hastalığında gören talebelerine, (Üzülmeyiniz! Resûlullaha ve Allahü teâlâya kavuşacak bir kimse için veyâ bir evin bir odasından diğer odasına geçecek olan kimse için ağlanılmaz) diye nasîhat buyurmuşlardır. Bu din büyüklerinin hepsi, tatlı bir tebessüm ile güler oldukları hâlde, dünyâdan ayrılmışlardır.] İşte burasını söylemek, papazın işine gelmediğinden, sâdece cismânî Cennet ni’metleri tarafını beyân etmişdir. Güyâ bu, i’tirâzını kuvvetlendirmekdedir. Hâlbuki, bu kadar i’tirâzı ve teassubu ile berâber, müslimânların ve şehîdle-
rin ölürken hıristiyanlardan dahâ ziyâde ferah ve sevinç içinde olduklarını kendisi i’tirâf etmekdedir. Allahü teâlânın kudreti sonsuzdur.
Yine bu papaz, (İncîlde Îsâ Mesîh, îmânı olmıyan bir kimseyi veyâ bir hükümdârı tehdît etmemiş ve ona başkalarına ibret olacak bir şeklde muâmele etmeyi de emr etmemişdir. Hükümdâr kâfir olsa bile, ona itâat etmeyi emr etmişdir) demekdedir.
CEVÂB: Evet Îsâ aleyhisselâm, kâfir hükümdâra dahî itâati, emr etmişdir. Çünki, yetmiş-seksen kişi ile Roma devletine ve bütün yehûdîlere karşı cihâd etmek, onlara karşı gelmek mümkin değil idi. İslâmiyyetde de, hükûmete, kanûnlara karşı gelmek men’ edilmişdir.
Yine bu papaz, (İncîl bütün hükümdârlara itâat etmeği emr eder. Hattâ hıristiyan olmıyan hükümdârlar şöyle dursun, hıristiyanlığa, buğz ve düşmanlığı olan hükümdârların dünyâ nizâmlarına, kanûnlarına itâat etmek lâzım olduğunu herkese ta’lîm ve tavsiye eder) demekdedir.
CEVÂB: Protestanlığın kurucusu olan Lutherin, hıristiyanlıkda böyle bir kâidenin bulunduğunu, bu risâleyi yazan papaz kadar bilmediğine hayret edilir! Veyâ kendisi hiç kimseye tâbi’ olmadığından, aslâ buna i’tibâr etmemişdir. Çünki Luther, İngiltere kralı sekizinci Henri hakkında yazdığı tenkîd yazılarında, gâyet tahkîr edici bir lisân kullanır. Meselâ, kitâbının 1808 senesindeki baskısının yedinci cildinin ikiyüz yetmişyedinci sahîfesinde diyor ki, (Milletin selâmeti için ben deyyûs ile konuşuyorum. O kral, ahmaklığı sebebi ile, izzet ve makâmının hukûkuna hurmet etmediği hâlde, ben niçin o deyyûsun yalanını ağzına tıkmıyayım. Ey câhil meşe odunu, sen mülkün sâhibi olduğun hâlde, niçin sahtekâr bir yalancı ve kefen soyucu, hırsız ve ahmaksın. İşte İngilterenin üstünlüğü ve bereketleri ile idâresi, bundan sonra senin eline kalmışdır.... vs.... vs.) Görülüyor ki, protestanların lideri ve protestanlığın kurucusu olan Luther, hıristiyanlığa düşmanlığı olmıyan, ancak Lutherin yeniliklerine i’tibâr etmiyen Henriye itâat edip, boyun eğmek bir tarafa, hakkında yukarıdaki çirkin sözleri kullanmakdan aslâ çekinmemişdir. [Bütün bunlardan sonra, İncîllerdeki (hükümdârlara kâfir bile olsa, boyun eğip itâat ediniz) emri nerede kalmışdır. Protestanlığın kurucusu Luther, niçin itâat etmeyip, isyân ederek İncîlin emrlerini çiğnemişdir?]
Yine bu risâlede, (Muhammed aleyhisselâm, harb ederek bir din değil, siyâsî bir hükûmet kurmuşdur. İslâm dîninde ancak Medîne-i münevverede cihâda izn verilmişdir. Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem”, Mûsâ aleyhisselâm gibi, cihâd ile emr
olunmuşdu. Din ve devleti bir tutmuş, hem peygamberlik vazîfesini, hem de devlet reîsliğini kendinde toplamışdır) demekdedir.
CEVÂB: Bu ibârenin baş tarafı temâmen yanlış, son yarısı ise doğrudur. İslâm dîninde, Allahü teâlâdan başka hâkim ve mâlik yokdur. Muhammed aleyhisselâmın dîninde, bütün mü’minler hürdür. Çünki bu dinde, muâmelât için olan hükmler, o kadar mükemmeldir ki, dahâ güzeli tasavvur olunamaz. Bunlar, sağlam kâideler üzerine kurulmuş ve o kadar mükemmeldirler ki, binlerce asr dahâ geçse ve medeniyyet binlerce renge girse, yine bu esâslar üzerine, her asrın terakkî ve îcâbına göre, her yeni mes’elenin islâmiyyetdeki hükmünü anlamak mümkindir. İslâmiyyetde, bu papazın zan etdiği gibi, kahr edici bir kuvvet ve gâlib bir saltanat yokdur. (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” nübüvvet ile saltanatı kendine tahsîs etdi) demek kadar câhilâne bir söz olamaz. Çünki, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” bütün ömrü boyunca, devlet reîsliği yapdı. [Sultanlar gibi mal toplamadı. Elinde olanı dâimâ fakîrlere ve zenginlere dağıtırdı. Ömründe bir def’a kendisinden bir şey istenip de, yok dediği işitilmedi. Var ise verir, yok ise, sükût ederdi. Fakîrlik üzere yaşadı. Fekat, Onun “sallallahü aleyhi ve sellem” fakîrliği ihtiyârî idi. Çok parası dahî olsa, onu yanında bir gece bekletdiği görülmedi. Hep dağıtırdı. Eshâbı da, Ondan görerek böyle yaparlardı.] Kanâat ile yaşadı. Hattâ, vefâtında bir zırhını, borcuna karşı rehn vermiş bulundu. Vahy-i ilâhî olmadığı zemân cihâd gibi bir işe başlıyacak olsa, ken-di görüşü ile hareket etmeyip, (işlerinde istişâre et!) meâlindeki âyet-i kerîme mûcibince, Eshâbının fikrlerini sorarak, en güzel fikre göre hareket ederdi. Luther ve Kalvinin zemânlarına kadar, Avrupanın yegâne hâkimi papalar idi. Engizisyon mahkemelerinde, kralları dahî aforoz ederek, istediklerini hâkim kılıyor, istemediklerini de krallıkdan uzaklaşdırarak, perîşân ediyorlardı. Araya, papazların şahsî çıkarları ve ihtirâsları da girerek, devlet işleri ya-pılamaz oldu. Böylece, Avrupayı öyle bir hâle getirmişlerdi ki, bütün siyâset ve devlet adamları, (Layıklık=İlmâniyye) kabûl edilmedikce, ya’nî hıristiyanlık ile devlet işlerini ayırmadıkca, devlet kurtulamaz diye feryâd ediyorlardı. Sonradan protestanlar, papa hükûmetine rağmen, devlet işleriyle din işlerinin ayrılmasını lüzûmlu gördüler. Hıristiyanlığı devlet işlerinden ayırarak, bütün insanlık âlemi için hizmet etdiler. Eğer şimdiye kadar papaların emrinde olan hükûmetler devâm etseydi, bu devletlerin perîşân olacakları muhakkak idi.
İslâmiyyete uymuş olan devletlerin, ondan aldıkları kuvvet, kudret ve heybet, târîhlerde yazılıdır. Bu şanlı islâm devletlerin-
den olan Endülüs Emevî devletinden kalan eserler [vahşî ispanyolların yakıp yıkmaları ve pek çoğunu yok etmelerine rağmen] İspanyada ve Osmânlı devletinin[1] mi’mârî, hukûkî ve edebî eserleri, Avrupa, Asya ve Afrika kıt’alarında hâlâ mevcûddur.
Yine bu risâlede (İslâmiyyet, müslimânların güç ve kuvvet sâhibi olmalarını emr etmekdedir. Bunun için, hakkâniyyet sâhibi ve Allahü teâlâya yaklaşmak isteyen kimseler yerine, kuvvet ve dünyâ servetine düşkün olan kimseler arasında yayılıp, onları kendilerine bağladı. Bunun için, islâmiyyete tâbi’ olanlar, yalnız ma’nevî bir dîne bağlanan kimseler gibi olmadı. İslâm dîni, başından beri bozuk ve karışık bir hâlde bulunmuşdur. Hâlbuki hıristiyanlık, mücerred mukaddesliği ile, kendisine inananları devlet ve dünyâ azametinden sakındırmışdır. Hıristiyanlar, başından beri, çeşidli müşkillerle karşılaşmış ve düşmanların kahr edici saldırılarına uğramışlardır. Böylece, dünyâ çıkarları ve menfe’at peşinde koşanların, hıristiyanlığa girmelerine mâni’ olmuşdur) demekdedir.
CEVÂB: İşin aslı, papazın yazdıklarının temâmen tersinedir. Hicretden önce Mekke-i mükerremede îmâna gelen Eshâb-ı kirâm içerisinde, kuvvet ve dünyâ servetine düşkün hiç kimse yokdu. Çoğu fakîr ve za’îf kimseler idi. İslâmiyyete düşman olan, Kureyşin ileri gelenleri ise, zengin, kuvvet sâhibi ve dünyâya düşkün kimseler idi. Matta İncîlinin yirmialtıncı bâbında yazılı olduğu gibi, Îsâ aleyhisselâm, hıristiyanların inançlarına göre, ölmeden bir gün evvel havârîler ile yehûdîlerin fısh bayramındaki son akşam yemeğini yidikden sonra, onlara kendinin öldürüleceğini ve içlerinden birisinin kendini yehûdîlere haber vereceğini söylemesi üzerine, aralarında bu hâinliği kimin yapacağı husûsunda havârîlerin kalblerine korku düşdü. Îsâ aleyhisselâm, yehûdîler tarafından yakalanmasından sonra, yanında bulunan havârîler, kendisiniterk edip ayrıldılar. Îsâ aleyhisselâmın en yakın dostu olan Petrus,o gece horoz üç def’a ötünce, üç def’a Îsâ aleyhisselâmı tanıdığını inkâr etdi.
Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” hayâtında, Eshâb-ı kirâm arasında kabîle reîsleri, kavminin ileri gelenleri ve zenginler de var idi. Onlardan böyle edeb ve îmâna uygun olmıyan bir tehlüke meydâna gelmedi. Çünki bunların islâmiyyeti kabûl etmeleri geçici olan dünyâ malı için olmamışdı. Eshâb-ı kirâmın hepsi, dîn-i islâm uğruna mallarını ve canlarını seve seve
---------------------------------
[1] Osmânlı devleti 699 [m. 1299] da kuruldu. 1340 [m. 1922] de inkirâz et-di.
fedâ etdiler. Doğruluk ve mukaddesliğin islâmiyyet ve hıristiyanlıkdan hangisinde çok olduğu meydândadır. Kuvvet ve dünyâ malı peşinde koşan kimseleri hangisinin celb etdiği, bildirdiğimiz bu misâllerden açıkca anlaşılır.
Yine bu papaz, (İslâmiyyetin dîni devletden ayırmaması sebebi ile, noksanlığı birkaç şeklde ortaya çıkar. Bu mezkür noksanlıkların her birinde, insanların dîne olan ihtiyâçlarını, hıristiyanlığa göre, dâimâ tenâkuzlar içerisinde bulundurmuşdur. Bundan dolayı, islâmiyyetin yüksek bir din olmadığı anlaşılır. Şimdi din ve politikanın birleşmesinden meydâna gelebilecek ba’zı tehlükeleri anlatmağa başlıyoruz) demekdedir.
CEVÂB: Dahâ önce bildirdiğimiz gibi, bu i’tirâzcı papaz islâmiyyeti dâimâ, Matta ve Yuhannâya nisbet edilen İncîllerden ve Petrus ve Pavlosa isnâd edilen bir takım mektûblardan çıkarılan hıristiyanlık dîni gibi zan etmekdedir. Anlatacağı tehlükeler o kaynakdan çıkmakdadır.
Yine bu papaz, (Hıristiyanlık, islâmiyyetden dahâ çok yayıldığı gibi, onu kabûl etmiyenlere karşı harb etmemiş ve onların nâmûs, kıymet ve haysiyyetlerini kıracak bir muâmelede de bulunmamışdır. Hıristiyanlığa inananları, iyilik ve bereketlere kavuşdura gelmişdir) demekdedir.
CEVÂB: Hıristiyanlar, İspanyanın Gırnata şehrini istîlâ etdikden sonra, engizisyon mahkemelerinin zulmü ile müslimânları ve yehûdîleri cebren, hıristiyan yapmışlardır. Dinlerini değişdirenleri dahî ateşe atarak yakmışlar. [O zevallı insanlar, ateşde cayır cayır yanıp, feryâd-ü fîgânları göklere yükselirken, onları o hâlde gören, hıristiyan vahşî İspanyollar, sevinç çığlıkları atıyor, sevinçlerinden kadınları da dâhil olmak üzere, hepsi dans ediyorlardı.] Bu papaz, yine papazların yazdığı Endülüs ve engizisyon târîhlerinde bildirilen vahşetleri ve zulmlerini okumuş olsaydı, (Hıristiyanlar, hıristiyanlığı kabûl etmiyenlerin nâmûs, kıymet ve haysiyyetlerini kıracak bir muâmelede bulunmamışdır) yalanını yazmağa cüret edemezdi. [Filhakîka, bir bakımdan bu papazın sözü doğrudur. Çünki hıristiyanlar, idâreleri altında hıristiyan olmıyan hiç bir insan bırakmamışlar, bunları akla ve hayâle gelmiyecek barbarlıklarla, işkenceler içerisinde yok etmişlerdir. Hattâ, katolikler protestanları, protestanlar da katolikleri böyle imhâ etmişlerdir. Böylece, hıristiyanların hâkim oldukları yerlerde, başka dîne mensûb bir kimse kalmamışdır. Başka dîne mensûb hiç kimsenin bulunmadığı yerlerde, hıristiyanların, (Hıristiyanlığı kabûl etmiyenlerin nâmûs ve haysiyyetlerini kıracak bir muâmelede bulunmamışlardır) sözü yalan olmakdadır. Çünki, zulm ede-
cekleri bir kimse kalmamışdır. Hıristiyan târîhcilerin teassub ile yazdıkları haçlı seferleri târîhini okuyanlar, papazların ne kadar yalancı olduklarını gâyet iyi anlarlar. Bu yazdıklarımızı kendisi ile görüşdüğümüz bir papaza sorduk. (Bir yüzüne vurana, diğer yüzünü çevir) i’tikâdında [inancında] olan, herkese iyilik yapmağı emr eden bir dîne mensûb oldukları iddiâsında bulunan hıristiyanların, bunca vahşeti nasıl yapdıklarını anlamak istedik. Cevâb veremedi.]
Yine bu papaz, (İslâmiyyet, dâimâ muârızları ve müslimân olmıyanlar ile harb etmeyi emr eder. Mağlûb olanlardan cizye (varlık vergisi) alıp, onlara hakâret ile muâmele eder. Şimdi bu iki din-den hangisinin ahkâmı şefkat ve merhametce dahâ üstün ve insanların tabîatlarına dahâ münâsibdir? Bunlardan hangisinin dahâ üstün olduğunu akl ve insâf sâhibi olanlar, hemen anlarlar) demekdedir.
CEVÂB: Târîh meydândadır. [Papazın bu yazıları vâki’ olanın tam tersinedir. Yalandır, iftirâdır. Müslimânlar, islâma saldıran düşmanlar ile ve keyfleri uğruna, insanlara zulm eden zâlimlerle ve insafsız diktatörlerle harb etmişlerdir. İslâmiyyetde cihâd, yâ müslimânlara, islâm memleketlerine saldıran kâfirlere, zâlimlere karşı müdâfe’a için yapılır. Yâhud, zâlim diktatörlerin, zulm ve işkenceleri altında merhametsizce ezilen, zevallı insanları bu işkencelerden kurtarmak, insanları dünyâ ve âhiret se’âdetine kavuşduran islâmiyyetdeki, adâleti ve huzûru, bu zevallı insanlara da duyurmak için yapılır. Ya’nî, Allahü teâlânın kullarına, Allahü teâlânın dînini öğretmek, onları huzûr ve se’âdete kavuşdurmak için yapılır. Yoksa, islâmiyyetde harb, başka memleketlere saldırarak mal toplamak için yapılmaz. Harb netîcesinde feth edilen yerlerde, hıristiyanların yapdığı gibi, aslâ katliâmlar yapılamaz, zulm edilemez. Bunu, Allahü teâlânın yasak etdiği, Kur’ân-ı kerîmin birçok yerinde ve Peygamberimizin çeşidli hadîs-i şerîflerinde bildirilmişdir. Dinlerini değişdirmeleri için, aslâ zorlanılamaz. Zorlamak Kur’ân-ı kerîme uymamak olur. (Dinde zorlama yokdur) meâlindeki Bekara sûresinin ikiyüz ellialtıncı âyeti bunu açıkca göstermekdedir. İslâmiyyetin bindörtyüz sene hâkim olduğu yerlerde ve altıyüzotuz yıl Osmânlı devleti idâresinde bulunan memleketlerde çok hıristiyan vardı. Bugün Türkiyedeki hıristiyanlar bunların torunlarıdır. Osmânlı devleti, hıristiyanları din değişdirmek için birazcık zorlasa idi, bugün Türkiyede hiç hıristiyan bulunmazdı. Vahşî hıristiyan İspanyollar, Endülüs Emevî devletini yıkıp, İspanyayı ele geçirdikleri zemân ne kadar müslimân ve yehûdî varsa, hepsini katl etmişler, dahâ
sonra da (İspanyada hiç kâfir kalmadı) diyerek bayram yapmışlardır. Bunlar, her yere kolaylıkla yayıldığı, şefkat ve merhamet dîni olduğu iddiâ edilen hıristiyanların yapdıkları zulmlerdir. Fâtih Sultân Muhammed hân,[1] 857 [m. 1453] de İstanbulu feth edince, rumların ellerinden mallarını almamışdır. Dinlerini yasaklamamışdır. Hıristiyan bizansın zulmünden bıkıp usanan halk, Osmânlı adâletine kavuşmak için bizansa değil, Osmânlı devletine yardım etmişdir. İstanbulun fethinden sonra, Fâtih Sultân Muhammed hân, kiliseleri yakıp yıkmamış, bil’aks fener kilisesine yardım etmişdir. Ayasofyayı ise, gâyet güzel ta’mîr edip, genişletmiş ve harâb olan bu kiliseyi ihtiyâca binâen de, câmi hâline getirmişdir. Müslimânlar, feth etdikleri yerlerdeki gayr-i müslimlerden cizye almışlardır. Bu cizye onların mallarını, canlarını, nâmûslarını ve dinlerini korudukları için, müslimânların yapdıkları mu’azzam masraflara karşılık aldıkları az bir ücretdir ki, bunun da çeşidli şartları vardır. Cizye olarak alınan paraların, hayr işlerinde kullanılması emr olunmuşdur. Papazın söylediği gibi değildir. Günümüzde de her devlet, vatandaşından çeşidli vergiler almakdadır.] Papazın bu i’tirâzları, hakkı bildirmek için değildir. Bu sözlerinin te’assub ve bozuk düşüncesinden veyâ para hırsından olduğunu anlamamak için ahmak olmak lâzımdır. Fekat haçlı seferlerinde ve Endülüsde yapılan vahşetler kendi kitâblarında da yazılı olduğundan, hiç bir akl ve insâf sâhibi kimse, papazın bu hîle ve yalanlarına aslâ aldanmaz.
Yine bu papaz, (İslâm memleketlerinin en ehemmiyyetlisi olan Osmânlılarda, yakın bir zemâna kadar, gayr-i müslim tebe’aya hakâret edici ta’bîrler kullanılıyordu. Yakın bir zemândan beri, bunlar yasaklanmış ve onların da müslimânlarla aynı hukûka sâhib olmasına karâr verilmişdir. Bu, yukarıdaki sözümü doğrulayan bir hâldir) demekdedir.
CEVÂB: Gayr-i müslim tebe’anın müslimânlarla eşid olan hukûku, tâ Fâtih Sultân Muhammed hân zemânından beri, Osmânlı devletinde cârî ve mu’teber idi. Rum kilisesine tanınan imtiyâzları Fâtih Sultân Muhammed hân acabâ hangi mecbûriyyetden do-layı tanımışdır. Osmânlı sultânlarının hepsi, bu adâlet ve imtiyâzları hep, kitâbımızın yirmialtıncı sahîfesinde bildirdiğimiz Muhammed aleyhisselâmın emrlerine uymak için yapdılar. Fenerli ta’bîr edilen rumları, Osmânlıların dışişleri bakanlığında olan dîvân tercümanlıklarında ve Ulah ve Boğdan prensliklerinde vazîfelendir-
---------------------------------
[1] Fâtih, 886 [m. 1481] de vefât etdi.
meleri, acabâ devletin hangi ihtiyâcına mebnî idi? Dahâ sonra i’lân edilen eşidlik hukûku, evvelce olmıyan bir şeyi i’lân değil, onu te’kiddir. Hakâret edici ta’bîrler denilen sözler ise, rütbe ve şahsları bildirmek için, teşrîfâtda eskiden beri bir kâide olarak kullanılmakdadır. Yoksa aşağılamak, hakâret etmek gibi bir maksadın olmadığını, dahâ önce beyân etmişdik. Her devletde olduğu gibi, Osmânlı devletinde mu’teber olan teşrîfât îcâbı, hükümdârların her birinin, kendine mahsûs ta’bîr ve fermânları, ya’nî kullandıkları kelimeler vardı. Bunlardan hakâret ma’nâsı çıkarmağı hiç kimse düşünmezdi.
Yine bu papaz, (İslâm devletlerinin bu yolda eşidlik ve hakkâniyyet derecesine yükselmesi, Kur’ân-ı kerîmin emri veyâ müslimânlığın tabî’î îcâbı değildir. Avrupanın hıristiyan hükümdârlarını taklîd ve kendi mülk ve tebe’alarını terakkî ve ıslâhat yoluna sevk etmek arzûsu ile, son Osmânlı sultânlarının, akl ve hikmet mûcibince yapdıkları şeyler olduğu açıkca anlaşılan bir işdir) demekdedir.
CEVÂB: İ’tirâzcı papazın zihnindeki her bakımdan eşidlik düşüncesini, Kur’ân-ı kerîm ve akl-ı selîm kabûl etmez. İslâmiyyetin emr etmiş olduğu müsâvâtı [eşidliği] Osmânlı devleti, Avrupa hükümdârlarını taklîd ederek değil, islâmiyyetin emrine uyarak, [eskiden mevcûd olan emrler, madde madde, yeniden yazılarak] i’lân etmişdir. Çünki, bugüne kadar Osmânlı devletinin gayr-i müslimler hakkında tanımış olduğu çok geniş müsâmehaları, Avrupa devletlerinden, kendi vatandaşları için tanıyan ve tatbîk eden bir devlet görülmemişdir.
[Son zemânlarda hıristiyan devletlerin istîlâ etdikleri islâm memleketlerinde yapmış olduğu zulm, vahşî ve sinsi işkenceler, aklları durduracak şekldedir. İngilizler birinci cihan harbinde, şark cebhesinde ele geçirdikleri esîrleri Mısrda büyük kamplarda toplamışlardı. Bu müslimânlara zorla, büyük havuzlarda banyo yapdırmışlardır. Bu havuzların suyuna (göztaşı) karışdırmışlar ve memleketlerine dönen bu esîrlerin gözleri dahâ sonra kör olmuşdur.
Hıristiyanların müslimânları ve islâmiyyeti yok etme plânlarından birisi de, müslimânı müslimâna katl etdirmek siyâsetidir. Çanakkale harbinde, Mısr, Yemen ve Sûriye cebhelerinde ingiliz üniforması giydirilmiş Afrikalı ve Hindli müslimânlar, yine müslimân olan Osmânlı askerleri ile çarpışdırılmışdır. O müslimânları harbe teşvîk ederken, sizleri, islâm dînini korumak ve islâm halîfesinin düşmanları ile harb etmek için götürüyoruz, diyerek aldatmışlardır. Diğer vahşîlik plânlarını anlatmağa insan da-
yanamaz. Çünki, vahşî yamyamlar bile, bir kimsenin oğlunu katl edip, başını keserek pişirip, annesine ve babasına yidirmeğe teşebbüs etmemişlerdir. Tafsilâtı için, 98. ci sahîfeye bakınız! Medenî olduklarını söyliyen Avrupalıların, yumuşak ve tatlı davranmağı emr eden bir dînin mensûbu olduklarını iddiâ edenlerin hâlleri budur. Bu zulmleri yapanların, Osmânlılar Avrupadan görüp, onları taklîd ederek, gayr-i müslim vatandaşlarına eşid haklar tanıdı demeleri, çok şaşılacak şeydir.]
Yine bu papaz, (Osmânlı devletinin güzel himmet ve hikmetlerinden olarak, Osmânlı memleketlerinde meydâna gelen ma’lûm ıslâhatlar zan edildiği gibi islâmın değil, hıristiyanlığın şerefindendir) demekdedir.
CEVÂB: Bu ibâre çok güzel yazılmışdır. Osmânlılarda, mason Reşîd pâşanın yapdığı islâhat adı altındaki değişiklikler, hıristiyanların ve masonların te’sîri ile oldu. [Çünki, hıristiyanlar bilhâssa protestanlar, büyük menfe’atler ve paralar karşılığı Londradaki Osmânlı sefîri Mustafâ Reşîd pâşayı[1] mason yapdılar. Mason localarında yetişdirip, bir islâm ve Osmânlı düşmanı olarak Osmânlı devletine gönderdiler. Büyük şehrlerde mason cem’iyyetleri kurdular. Böyle kimselerin hâzırladığı hâin plânlarla, vatanın asl sâhibi olan müslimân türkler ikinci sınıf vatandaş, gayr-i müslimler ise, imtiyâzlı vatandaş hâline getirildi. Askere gitmeyen müslimânlardan çok kimsenin ödiyemiyeceği bir para cezâsı getirilmişken, gayr-i müslimlerden çok cüz’i ve göstermelik bir para alındı. Bu vatanın evlâdları dinlerini, vatanlarını ve nâmûslarını korumak için, şehîd olurken, Mustafâ Reşîd pâşanın ve yetişdirdiği masonların ve ingiliz ve iskoç masonlarının plânladıkları hâin oyun sâyesinde, memleketin sanâyi’ ve ticâreti gayr-i müslimlerin, islâm düşmanı masonların eline geçdi. Mustafâ Reşîd pâşa, ihrâcata ağır vergiler koyup, ithâlâtı teşvîk ederek, Osmânlı sanâyi’ini ve san’atını baltaladı. Medreselerden fen derslerini kaldırdı. Bütün bunların mi’mârı olan hıristiyan Avrupalılar, bununla da kalmayıp, Osmânlı tebe’ası içerisindeki gayr-i müslimlere para ve silâh vererek, Osmânlıya karşı isyâna teşvîk etdiler. Beşyüz yıldır huzûr içinde yaşıyan insanlar arasına, nifâk, düşmanlık ve fitne tohumları atdılar. Böylece, tüyleri ürperten, aklları durduran zulmler, vahşetler ve katl-i âmlar yapıldı. Bulgarların, moskofların, ermenilerin ve yunanlıların müslimân türke yapdıklarının binde birini, Osmânlılar onlara tatbîk etseydi, bel-
---------------------------------
[1] Mason Reşîd pâşa, 1274 [m. 1857] de öldü.
ki bugün yeryüzünde bulgar, ermeni, yunan ve rus diye bir millet olmazdı. Osmânlı Devletinde müslimân türkü yok etmek için hâzırlanan ba’zı ıslahâtlar, temâmen hıristiyanların yıkıcı plânları ile olmuşdur.]
Yine bu papaz, (İslâmiyyetde siyâsî kanûnlar ile dînî hükümler birbirinden ayrılmayıp, ikisinin de kuvveti bir asldan meydâna gelmekdedir. Bunun için, bir islâm hükûmetinin, dînî farzları, şahsî hukûk gibi, kuvvetli kanûnlar ile koruyup, revâçda bulundurması îcâb eder. Bu ise müslimânların fikrî istikâmetleri yolunda tehlükeli ve zararlı olur. Çünki, dînî farzları îfâ etmek, yalnız Allahın rızâsı ve Ona yaklaşmak ve Ona itâat etmek için olursa, makbûl olur. Bunun dışındakiler mecburî olursa, diğerleri gibi, hakîkî bir itâat ve dindarlık olmayıp, yalnız taklîdî olmuş olur ki, bu da bir nev’i riyâ ve gösteriş olur) demekdedir.
CEVÂB: Allahü teâlânın emrlerini ya’nî farzları yapmanın ve yasaklarından ya’nî nehylerinden sakınmanın karşılığında, maddî manevî büyük ecr ve mükâfâtların olduğu, hem Tevrâtda, hemİncîllerde yazılıdır. Matta İncîlinin yirmiüçüncü bâbında, Îsâ aleyhisselâm yazıcıları ve ferîsîleri, azâb-ı ilâhî ve Cehennem ile korkutmuş ve onların nice kötülüklerini kızarak saymışdır. Başka yerlerde de kendine îmân edenlerin âhiretde kurtulup, ni’metlere kavuşacaklarını va’d etmişdir. Hıristiyanların ibâdetleri, bu Cehennem korkuları ve Cennet ni’metleri va’di üzerine binâ kılınmış olduğundan, bunlarda hıristiyanların doğru fikrleri ve tarafsız düşünceleri için tehlüke vardır. Çünki, bu niyyetler ile berâber, sâdece Allahü teâlânın rızâsı için ve Allahü teâlâya yaklaşmak niyyeti ile ibâdet etmek, bir yerde birleşemez. Bu i’tirâza papaz ne cevâb verirse, o bizim tarafımızdan da, kendisine cevâb olur.
Yine bu papaz, (İslâm dîni, mürtedi katl etmekdedir. Ramezânda açıkca oruc yiyenlere cezâ vererek, halkı zor ile islâm dînine bağlı kalmağa ve riyâya zorlamakdadır) demekdedir.
CEVÂB: Dahâ önce de söylediğimiz gibi, islâm dîni Pavlos ve Petrusun ortaya koyduğu hıristiyanlık dîni gibi değildir. Zâhir ve bâtın fazîletlerini, üstünlüklerini kendinde cem’ eden, en mükemmel bir dindir. Bunun için, Allahü teâlânın koyduğu sınırlar, islâmın yüksek ve güzel ahlâkını bozulmakdan ve ihlâl edilmekden muhâfaza etmekdedir. Müslimân olan bir kimse, küfrünü açıkca ortaya koymadıkca, ona mürtedin ahkâmı tatbîk edilmez. Ramezânda özrsüz açıkca oruc yiyen bir müslimân, fıskını i’lân etdiğinden, hükûmet tarafından ta’zîr edilir, ya’nî cezâlandırılır. Fekat fıskını i’lân etmez, ya’nî gizli yirse, ona hükûmet tarafından ce-
zâ verilmez. Bunun cezâ ve keffâreti, Kur’ân-ı kerîmde bildirildiği gibidir. [Kazâ îcâb ederse, kazâ, keffâret îcâb ederse keffâret yapar, ayrıca da tevbe eder.] Hükûmet tarafından verilen cezâ, müslimânın günâhını i’lân etmesinin ve başkalarına fenâ misâl olmasının cezâsıdır. Bu cezâlar müslimânlar içindir. İslâm devleti hıristiyanların ibâdetlerine karışmaz. Onlara ibâdetleri için, hiç bir cezâ verilmez. Hiç bir baskı yapılmaz. Bu cezâlar, müslimânların ahlâkını ve millî birliğini bozulmakdan muhâfaza eder. (Dinde zorlama yokdur) meâlindeki Bekara sûresinin ikiyüzellialtıncı âyeti, başka dinde bulunan bir kimsenin zor ile islâm dînine da’vet edilerek, müslimân yapılamıyacağını ifâde etmekdedir. (Eğer onlar, tevhîd ve hicretden yüz çevirirlerse, onları nerede bulursanız esîr veyâ katl ediniz) meâlindeki Nisâ sûresinin seksen dokuzuncu âyeti ise, islâmiyyeti kabûl etdikden sonra, ondan yüz çevirip irtidât edenlerin öldürülmesi îcâb etdiğini bildirmekdedir. (İslâmiyyet insanları müslimânlıkda kalmağa ve riyâya zorlar) ma’nâsını bu papaz kendi kafasından çıkarmışdır. Bu sözünden, Kur’ân-ı kerîmi dilediği gibi tefsîr etdiği görülmekdedir. [Her hâlde Kur’ân-ı kerîmi de, okuduğu İncîller gibi zan etmekdedir. Fekat işin aslı böyle değildir. Kur’ân-ı kerîmi kendi aklına göre tefsîr eden kâfir olur. Kur’ân-ı kerîm, serhoş kafalar ile okunup, ahkâm kesilecek bir kitâb değildir. Onu tefsîr etmek için, önce müslimân olmak, sonra nice ilmlerde mütehassıs olmak ve ayrıca Allahü teâlânın husûsî bir nûruna kavuşmak lâzımdır.]
Yine bu papaz, (İncîlin, irtidât edenlere ve oruc yiyenlere cezâ verilmesine muhâlif olduğu, şundan da anlaşılıyor ki, bir vakt,Îsâ Mesîhe tâbi’ olanlardan ba’zısı, bir şeyden dolayı üzülerek ondan ayrılmağı arzû etdiklerinde, Îsâ Mesîh diğerlerine hitâben, (Siz dahî gitmek ister misiniz) diyerek, onları gidip gitmemekde serbest bırakmasıdır. Onlardan birisi, hepsine vekâleten (biz kime gidelim, ebedî hayâtın kelâmı sendedir) demişdir) demekdedir.
CEVÂB: Ulül-azm Peygamberlerin hepsi, Allahü teâlâ tarafından getirdikleri ahkâm-ı şer’ıyyenin yerleşmesine ve tatbîk edilmesine bizzat kendileri vazîfeli idiler. Îsâ aleyhisselâmın teblîg et-meğe me’mûr olduğu şerî’at, Mûsâ aleyhisselâmın şerî’atinin kemâle kavuşdurularak kuvvetlendirilmesi ve bir takım zâhirî ibâdetler ile güzel ahlâk sâhibi olmakdan ibâret idi. Îsâ aleyhisselâm, Benî İsrâîlin sapıtmış olanlarını Tevrât ve İncîlin ahkâmına uymağa da’vet ederdi. Îsâ aleyhisselâma îmân edenlerin, îmânlarının ne derece kuvvetli olduğu, bugünkü İncîllerin (Îsâ, yehûdîler
tarafından yakalandığı zemân havârîler onu yalnız bırakıp kaçdılar. En kıymetlileri olan Petrus, bir gecede üç def’a Îsâ aleyhisselâmı inkâr etdi) ifâdesinden kolayca anlaşılmakdadır. Îmânları böyle za’îf olan kimselerden irtidât edenleri cezâlandırmağa zâten lüzûm yokdur.
Yine bu papaz, (İslâm dîni, siyâsî kanûnlar ve dînî emrlerden meydâna gelmişdir. Bunun için, ekserî insanlar, ilk islâm devletlerinin muzafferiyyet ve muvaffakiyyetlerini, islâm dîninin doğruluğuna kuvvetli bir delîl kabûl ederlerdi. Asrımızın müslimânları, biz artık dînimizin doğruluğuna nasıl i’timâd edelim ki, dînimizin bir rüknü olan siyâsetimiz öyle bir hâle gelmişdir ki, vakti ile emrimizde olan bunca memleket ve şehrlerimiz, bugün hıristiyanların eline geçdi ve kırk milyon kadar müslimân da, onların emrleri altında kaldı demeleri îcâb etmez mi?) demekdedir.
CEVÂB: Müslimânların böyle söylemeleri, mümkin değildir. Çünki, yukarıda da zikr etdiğimiz gibi, islâm devletlerinin kuvvet ve azametleri, müslimânların dinlerine tam yapışdıkları, onun emr ve yasaklarını en güzel şeklde yerine getirdikleri müddetce devâm etmişdir. Sonradan, islâm ahlâkından uzaklaşarak, millî ahlâkları bozulmuş ve islâmiyyetin emrleri yapılmamış ve keyfî icrâat ve idâreye başlanılmışdır. [Bunu hâzırlıyanlar da, yine hıristiyanlar ve onların mason cem’iyyetleri olmuşdur. İslâm dîninden haberi olmıyan gençleri çeşidli va’dler ve menfe’atler ile aldatarak, dinlerine ve devletlerine düşman birer vatan hâini olarak islâm memleketlerine gönderdiler. İsmi müslimân, kendi hıristiyan olan bu kimseler, islâm devletlerini, dînin ahkâmı yerine, kendi keyfleri ve arzûları istikâmetinde idâre etdiler. Böylece, islâm memleketleri parçalandı ve müslimânlar hıristiyanların hâkimiyyeti altına girdi. Hıristiyanlar arzûlarına kavuşmak için, her islâm düşmanını ve putperesti açıkca desteklediler. İslâm dünyâsını yakıp yıkan, mogol hükümdârı, meşhûr zâlim ve kâfir Cengiz hân,[1] Papa tarafından taltîf edilmiş, kendisine bahâ biçilmez kıymetde hediyyeler ve altınlar gönderilmişdir. Papanın elçileri, Cengiz hân ile Papa arasında mekik dokumuş ve ona akl hocalığı yapmışlardır. Çünki Cengiz hân müslimânları insâfsızca katl ediyor, islâmiyyeti yok etmeğe çalışıyordu. Cengiz hânın torunu Hülâgü, Bağdâdı ele geçirdiği zemân, sekizyüzbinden ziyâde müslimânı katl etmiş, o zemân dünyânın en güzel şehri ve ilm merkezi olan Bağdâdı yakmışdır. Bütün islâm eserleri ve din kitâb-
---------------------------------
[1] Cengiz, 624 [m. 1227] de öldü.
ları yok edilmiş, Dicle nehri günlerce kan ve mürekkeb akmışdır. Çok merhametli olduklarını iddiâ eden hıristiyanlar ve onların rûhânî reîsi Papa, böyle bir din düşmanını, acabâ hangi niyyet ile mükâfâtlandırmışdır. Kâfire yardım ve teşvîk, küfrdür. Zâlime yardım ve teşvîk de, zulmün tâ kendisidir. Binüçyüz sene, islâm medeniyyetini yıkmak ve yok etmek için çalışdılar. Sonra kalkıp, islâm devletlerinin geri kalmışlığını, hıristiyanlığın müslimânlık üzerine üstünlük ve fazîletine delîl getirmeğe çalışıyorlar. Bunlara, deliler bile güler. Böylece müslimânlar islâmiyyetden uzaklaşdırılmış, esâsı bozulan islâm devletleri yıkılmış ve yok olmuşdur.] Bunun tam tersi olarak, hıristiyan devletler de, hıristiyanlığa bağlı kaldıkca perîşanlık devâm etmişdir. Hıristiyanlığı terk ederek, dinsizliğe meyl eden bu devletler, siyâsetlerinde islâm dînini taklîd etmeğe başlamışlar, bu sâyede iktidâr ve kuvvet sâhibi olmuşlardır. Bu hâlin açık şâhidi olan târîhler, kıyâmete kadar bu hakîkati dünyâya göstereceklerdir. İslâm dîninin düşmanları, ne kadar yalan, hîle ve iftirâ uydursalar da, bu âdil şâhidler, onları bütün âleme karşı tekzîb edecek, yalanlarını ortaya koyacakdır.
Yine bu papaz, (Îsâ Mesîhin zuhûru Allahın melekûtunda çok mühim bir dönüm noktasıdır. Bu melekût geçmiş dinlere mahsûs ba’zı şeyleri, meselâ sünnet olmağı ortadan kaldırmışdır. Sünnet olmağa kıymet vermeyip, onun yerine kalbi takdîs etmeği ve ahlâkı güzelleşdirmeği, ya’nî kötü hasletlerin yok edilmesini istemişdir. Müslimânlar, hâlâ sünnet olmağı icrâ ederek, cenâb-ı Hakkın İncîl vâsıtası ile ortadan kaldırdığı bir âdeti devâm etdirmeğe çalışmakdadırlar) demekdedir.
CEVÂB: Hâlbuki, (Sanmayın ki, ben şerî’ati yıkmağa geldim. Ben yıkmağa değil, temâm etmeğe geldim. Çünki doğrusu size de-rim ki, gök ve yer zâil olmadıkca, şerî’atden bir harf veyâ bir nokta yok olmıyacakdır) ibâresi Matta İncîlinin beşinci bâbında, Îsâ aleyhisselâmın sözü diye yazılıdır. Tevrâtda ise, Mûsâ aleyhisselâmın dîninin ahkâmının en mühim emrlerinden birisinin, çocukları sünnet etdirmek olduğu bildirilmişdir. Hattâ Tevrâtda, Allahü teâlâ, İbrâhîm aleyhisselâma hitâben, (Sünnet olmağı icrâ et. Çünki sünnet olmıyan, Cennete giremiyecekdir) buyurmuşdur.İbrâhîm aleyhisselâmdan Îsâ aleyhisselâma kadar gelen bütün Peygamberler, bu emr ile amel etmişlerdir. Hattâ, bizzât Îsâ aleyhisselâmın kendisi de sünnetli idi. İncîllerde sünnet olmanın ibtâl edildiğini bildiren bir kelime dahî yokdur. Yukarıda zikr etdiğimiz İncîl âyetinde, (Şerî’atden bir harf veyâ bir nokta yok olmıyacakdır) dediği hâlde, bu şerî’ati ilga eden [ve sünnet olmak gi-
bi emrlerini ibtâl eden] hangi İncîldir diye bu i’tirâzcı papaza süâl sorduğumuz zemân, cevâb olarak, Îsâ aleyhisselâmın zemânına yetişmemiş olup, onaltı sene Îsâ aleyhisselâmın ümmetine eziyyet ve işkence yapan, hattâ, havârîlerden bir zâtın derisini yüzen ve sonradan [uydurduğu bir] rü’yâ sebebi ile, Îsâ aleyhisselâma inandığını söyliyen Pavlosun, Galatyalılara yazdığı mektûbundaki birkaç ibâreden başka bir delîl ortaya koyamadı. Îsâ aleyhisselâmın kat’î emri ortada iken, ne olduğu herkesce ma’lûm olan bu yehûdînin sözü, hangi sebeb ile, Îsâ aleyhisselâmın kat’î emri üzerine tercîh edildiğini ve sünnet olmanın niçin terk olduğunu bu i’tirâzcı papaza soruyoruz? Müslimânların hitân (sünnet olmak) sünnetine riâyetleri, Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” İbrâhîm aleyhisselâmın bu sünnetine ve Allahü teâlânın Tevrâtdaki bu emrine uymağı emr etdiği içindir. Müslimânların bu işleri, Allahü teâlânın ilâhî irâdesine uymakdan ibâretdir. Fekat, hıristiyanların sünnet olmağı terk etmeleri, Îsâ aleyhisselâmın emrini ve Tevrâtın hükmünü bırakıp, münâfık ve zâlim Pavlosun sözlerine tâbi’ olmalarındandır.
[Pavlos Galatyalılara yazdığı mektûbun ikinci bâbının yedinci ve sekizinci âyetlerinde, (Fekat bil’aks Petrusa sünnet olmayı emr eden İncîl olduğu gibi, bana da sünnetsizlik İncîlinin emânet olunduğunu gördükleri zemân. Çünki sünnetlilik risâleti için Petrusda âmil olan, bende de [sünnetsizlik risâleti olarak] yehûdîlerden başka milletler için âmil oldu) demekdedir. Îsâ aleyhisselâmın yanından ayrılmayan, onun en yakın havârîsi olan Petrus,sünnet olmağı emr ediyor ve bunu yapıyor. Ömründe Îsâ aleyhisselâmı hiç görmemiş ve onaltı sene, Îsâ aleyhisselâma îmân eden nasrânîlere kan ağlatmış bir yehûdî çıkıyor, bir yalan uyduruyor ve (Bana sünnetsizlik İncîli verildi. Yehûdîlerden başka milletler sünnet olmasın) diyor. Bu da, hıristiyanlık dîninin emri olarak tatbîk ediliyor. Her hangi bir kimse çıkar da, (Bana böyle bildirildi, böyle ilhâm olundu) der, bu sözü bir dinde huccet olursa, böyle bir dînin ilâhî bir din olacağına, aklı başında olan bir kimse inanmaz.]
Hıristiyanların, islâm dînine karşı yapdıkları i’tirâzlardan biri de, Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerin arabî olmasıdır. Bu papaz, (Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler arab lisânı üzerine olup, bir diğer lisâna tercemelerine çalışılmadığından, arabcayı bilmeyen müslimânlar, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını anlamakdan mahrûm olmakdadırlar. Düâlar ve zikrler hep arabcadır. Müslimânlar, ne dediklerini bilmeden ibâdet ve düâ etmekdedir. Diğer milletlerden islâm dînini kabûl edenler, Kur’ân-ı kerîmin hakîkat-
lerine vâkıf olmak isteyince, arabcayı öğrenmek gibi bir müşkille karşılaşmakdadırlar. Bir diğer husûs da, her müslimân ömründe bir def’a olsun, Mekke ve Medîneyi ziyâret etmekle mükellef olduğu için, Hicâz topraklarının diğer memleketler üzerine bir üstünlüğü zuhûr etmişdir. Hac yapma mecbûriyyeti, uzak memleketlerde oturan müslimânlar için, bir külfet ve zahmet olmakdadır) demekdedir.
CEVÂB: Bu i’tirâzlardan birincisine cevâb olarak, (Ahd-i atîk) ve (Ahd-i cedîd)in incelenmesi kâfîdir. Ahd-i atîk ve ahd-i cedîd her lisâna terceme edilirken, şimdiye kadar pek çok tahrîfâta uğramışlardır. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmini böyle tahrîflerden korumak için, arab lisânı üzerine indirdi. Papazların i’tirâzına bu cevâb kâfîdir.
İkinci i’tirâzlarının, ya’nî hac için olan i’tirâzlarının cevâbı ise, yukarıda beyân edilmiş idi. Burada tekrar etmeğe lüzûm yokdur. İslâm âlimleri, eserlerinde, Kur’ân-ı kerîmin arab lisânı üzere inmesini ve haccın hikmetlerini beyân etmişlerdir. Burada, sâdece mevzû’umuzla ilgili olduğundan, Kur’ân-ı kerîmin başka lisânlara terceme olunmamasında ve Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevvereyi ziyâret hakkında bildirdikleri hakîkatlerden birini bereketlenmek için bildirelim:
Akl ve irfân ehlinin ma’lûmu olduğu gibi, yeryüzünün çeşidli iklimlerine dağılan insanlar, bir babadan ve anneden doğmuşlardır. Bunlar, zemânla çoğalarak bir çok kabîlelere ayrılmış ve aslî akrabâlıklarını unutmuş bir büyük hânedâna benzerler. Bu muhtelif kabîleler arasında meydâna gelen ihtilâf ve mücâdeleler ise, fikr ve akîdelerinin farklı olmasından, fikr ve akîdelerinin farklı olması da, lisânlarının ve âdetlerinin farklı olmasından ileri gelmişdir. Vatan sevgisi, insanda fıtrî bir haslet olup, herkes kendi vatanını sevdiğinden, her kavm ve milletin menfe’ati ve vatan sevgisi de muhtelif olmuşdur. Muhtelif kabîlelerin, milletlerin her birine zararlı olan bu ihtilâfların ortadan kaldırılması ve ıslâhı istenirse, onların aralarında bulunan ihtilâf sebeblerinin azaltılması ve birbirlerine yaklaşdırılmakdan başka çâre olamaz. Ya’nî:
1 - İhtilâfa sebeb olan, lisân ayrılığının zararlarını yok etmek için, aralarında müşterek bir lisânın yerleşdirilmesi îcâb eder.
2 - İhtilâf sebeblerinin en büyüklerinden olan, aralarındaki âdet ve üsûl farklarının zararlarının hafîfletilmesi ve onların bir diğerine yaklaşdırılması ve birleşdirilmesi için, hepsinin müşterek bir üsûl ve âdete bağlanması îcâb eder.
3 - Vatan sevgisi gibi, ma’nevî bir kuvvetin, bir merkeze top-
lanması için, bir vatan-ı umûmî ittihâz olunması îcâb eder. İslâm dîninin koyduğu hükmlerin aslı ve gâyesi, insanlar arasındaki ihtilâfların yok edilerek, hepsinin se’âdet ve menfe’atlerini aralarında müşterek kılmakdır. Kur’ân-ı kerîm, beşer lisânlarının en güzeli olan, arab lisânı üzerine indirilmişdir. [Arab güzel demekdir. Lisânül-arab demek, en güzel lisân demekdir.] Farzlarda ve diğer ibâdetlerde bütün milletler ve kavmler eşid tutulmuşdur. Hac farîzası ile de, Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevvere bütün islâm milletlerine (Ümm-ül-evtân) ya’nî mukaddes mahal ittihâz kılınmışdır. Bir müslimân küçük yaşından i’tibâren, Kur’ân-ı kerîm okumağa alışdırılarak ve arabî dersler verilerek kolaylıkla arabî lisânını öğrenir. Böylece, bütün islâm milletleri ile fikr alışverişinde bulunabilir. [Çünki aralarında müşterek bir lisân te’sîs edilmişdir.] Ezân, nemâz, oruc, zekât, hac, bilhâssa nemâzın rüknleri, Cum’a nemâzı, cemâ’at ile nemâz ve imâma uymak gibi, umûmî üsûller ile de, âdetleri farklı olan kavmleri, islâmiyyet, birbirine yaklaşdırıp, müşterek bir i’tikâda ve ibâdetlere sevk eder. Mekke-i mükerreme de, bir islâm merkezi ve müslimânların toplandığı bir yer olarak, onların mukaddes yerleridir. Onu sevmek, muhâfaza ve müdâfe’a etmek, dînî bir vazîfe ve bir borçdur. Çünki şark, garb, cenûb ve şimâl memleketlerinde bulunan müslimânlar, ömrlerinde bir def’a olsun birbirlerini görmemiş ve görmeleri de mümkin değildir. Yüzbinlerce müslimân, hac farîzasını yerine getirmek için, Mekke-i mükerremede bir araya gelerek, ilm ve fikr alış-verişinde bulunur, dînî akîde [inanç] ve sevgilerini te’kîd ederek, birbirleriyle kaynaşırlar. İşte islâmın esâs maksadı, bütün milletleri ve kavmleri, îmânda, ibâdetlerde ve güzel ahlâkda birleşdirerek, kardeş yapmakdır. [Dünyânın her neresinde ve] hangi zemânda olursa olsun, islâmiyyete uyanlar, uydukları müddetce, izzete, se’âdete ve muvaffakiyyete kavuşurlar. Şimdi de, yeryüzündeki bütün müslimânların, ehl-i sünnet i’tikâdında birleşdiklerinde, asrlardan beri olduğu gibi, eski islâm kuvvetini ve şerefini kazanıp, birbirleri ile sevişeceklerine, âlemin huzûr ve se’âdet ile dolacağına hiç şübhe yokdur.
PAPAZLARIN AHMAKCA İFTİRÂLARINDAN BİRİ DE, İSLÂMİYYETDEKİ CİHÂD EMRİNE SALDIRMALARIDIR. BU İFTİRÂYA CEVÂB, MUHTELÎF KİTÂBLARIMIZDA VARDIR.
Hıristiyanların islâm dînine isnâd etdikleri iftirâlar sırasında, bu papaz, (İslâmiyyetde, cihâd-i fî-sebîlillah farzdır. Hıristiyanlıkda ise, cihâd emri yokdur. Bu hıristiyanlığın fazîletine bir delîldir) demekdedirler.
CEVÂB: Cihâd emri; Ahd-i atîkin içerisinde bulunan kitâbların her birinde açıkca bildirilmişdir. Îsâ aleyhisselâmın, (Ben şerî’ati yıkmağa gelmedim. Ben yıkmağa değil, temâm etmeğe gel-
dim) buyurmuş olduğunu, dahâ önce zikr etmişdik. Böylece, Mûsâ aleyhisselâmın şerî’atinde mevcûd olan cihâdı da temâmlayacağınıbildirmişdir. Hıristiyanlar, Îsâ aleyhisselâmın bu cihâd emrini kabûl etmiyorlar. Ahd-i atîk kitâblarında cihâd emrine âid pek çok âyetler vardır. Bunları zikr etmek sözü uzatacak ise de, fâideli olacakdır.
Tesniyenin yirminci bâbının, onuncu ve devâmındaki âyetlerinde, (Düşmanlara karşı cenk etmek için çıkdığın ve ona yaklaşdığın zemân, evvelâ, onu sulha da’vet edeceksin. Eğer sana sulh cevâbı verirse ve kapılarını sana açarsa o vakt, içinde bulunan bütün kavm sana hizmetkâr olacak ve sana kulluk edecekler. Eğer sulha râzı olmayıp, cenk etmek isterlerse, sen onları öldürecek ve beldelerini muhâsara edeceksin ve Allahın, onu senin eline verdiği zemân, bütün erkeklerini kılıçdan geçireceksin. Kadınlarını ve çocuklarını ve hayvanlarını ve şehrde olan herşeyi ganîmet olarak alıp, yağma edeceksin. Allahın, sana verdiği düşmanlarının malını yiyeceksin. Bu milletlerin şehrlerinden olmayıp senden çok uzakda bulunan bütün şehrlere böyle yapacaksın. Ancak, Allahın sana mîras olarak vermekde olduğu bu kavmlerin şehrlerinden nefes alan bir kimseyi sağ bırakmayacaksın) demekdedir.
Sifr-ı Aded (sayılar)in otuzbirinci bâbında kısaca, (Mûsâ aleyhisselâm, Allahü teâlânın emri ile Medyen ehâlisi üzerine harb etmek üzere oniki bin asker gönderdi. Mağlûb olan Medyen ehâlisinin bütün erkeklerini öldürüp, kadınlarını ve onların çocuklarını esîr aldılar. Bütün hayvanlarını, bütün sürülerini ve bütün mallarını da ganîmet olarak aldılar ve bütün şehrlerini ve bütün obalarını yakdılar) demekdedir. Bu yazdıklarımızın tafsîlâtını Ahd-i atîkin Sifr-ı Aded kitâbından okuyunuz. Yine burada diyor ki, (Mûsâ aleyhisselâmın vefâtında Yûşa’ (Yeşû) aleyhisselâmı halîfe ta’yîn etdi. O da, Tevrâtın hükmü ile amel ederek, nice milyon insan öldürdü.) Merak edenler, Adedler (sayılar) kitâbını, birinci bâbından otuzbirinci bâbına kadar okusunlar.
Birinci Samuelin yirmiyedinci bâbının sekizinci ve devâmındaki âyetlerde, (Dâvüd ile adamları çıkıp, Geşûrîlere ve Girzîlere ve Amâlekîlere akın etdiler ve Dâvüd o diyârı vurdu ve ne erkek, ne kadın, sağ bırakmadı ve koyunları ve sığırları ve eşekleri ve develeri ve esvâbları alıp dönüp geldi) demekdedir.
İkinci Samuelin sekizinci bâbında, Dâvüd aleyhisselâmın Sûriye askerinden yirmiiki bin kimseyi telef etdiği, onuncu bâbında ise, Dâvüd aleyhisselâmın arâmîlerden kırkbin atlıyı öldürdüğü yazılıdır.
Birinci Meliklerin onsekizinci bâbında, İlya aleyhisselâmın, Ba-
alin Peygamberleri olmak da’vâsında bulunan yalancı dörtyüzelli kişiyi katl etdirdiği yazılıdır.
Sodom ve Amorîler üzerine hücûm eden meliklerin ahvâli ve Lût aleyhisselâmı esîr ve mallarını tâlân etdikleri haberi İbrâhîm aleyhisselâma ulaşınca, onları kurtarmak için askerleri ile, Dan’a kadar ta’kîb edip, onlara gece baskını yaparak, hepsini öldürdüğü ve bütün malı, kardeşi Lût aleyhisselâmı ve onun malını ve kadınları ve bütün halkı geri getirdiği tekvînin ondördüncü bâbında ya-zılıdır.
Pavlos, ibrânîlere yazdığı mektûbda, Dâvüd, Samuel ve diğer Peygamberlerin, memleketler feth etdiklerini, kılıcın ağzından kurtulan za’îf kimseler iken, kuvvet kazanarak harbde cesûr olarak, düşman askerlerini kaçmağa mecbûr etdiklerini yazmakdadır.
İşte bunlardan anlaşılıyor ki, geçmiş Peygamberler de “aleyhimüsselâm” kâfirler ile gazâ ve cihâd ile emr olunmuşlardır. Ancak, islâmiyyetde cihâd-i fî-sebîlillah, hükümdârların harbleri gibi, memleketlerini genişletmek, şan ve şeref kazanmak gibi dünyevî niyyetler ve nefsin arzûları için yapılmaz. Allahü teâlânın mubârek ismini yükselterek, bütün insanları doğru ve hak yola kavuşdurmak ve insanları zulmden, işkenceden kurtarmak için yapılır. Şimdi protestanlara sorarız ki, zikr etdiğimiz bu Peygamberlerin gazâları Allahü teâlânın indinde râzı olunmuş ve halâl mi, yoksa buğz olunmuş ve harâm mı idi? Eğer râzı olunmuş ve halâl iseler, bu hâl, iddi’âlarının doğru olmadığını isbât eder. Eğer buğz olunmuş ve harâm iseler, Dâvüd aleyhisselâm hakkındaki yazıları ile mukaddes sayılan Pavlos yalancı olmuş olur. Hıristiyanların doğru ve hak olduğunu tasdîk etdikleri, (Ahd-i atîk) de bâtıl, yanlış olur. Ayrıca, binlerce ma’sûm kimsenin kanı, bir mü’minin kötü bir fi’linden dolayı akıtılmış olur. Böylece, Dâvüd aleyhisselâm için, âhiretde kurtuluş nasıl mümkin olabilir? Çünki Yuhannânın birinci mektûbunun üçüncü bâbının onbeşinci âyetinde, (Siz bilirsiniz ki, ma’sûm olan nefsi katl eden hiç bir kâtil için, ebedî hayât yokdur) demekdedir.
Müşâhedât-ı Yuhannânın (Vahyin) yirmibirinci bâbının sekizinci âyetinde, (Korkaklara, îmân etmiyenlere, mekrûhlara ve kâtillere ve zânîlere ve büyücülere ve putperestlere ve yalancılara gelince, onların hissesi ateş ve kükürtle yakılmış Cehennem çukurundadır) diye yazılıdır.
[TENBÎH: İşbu (Cevâb Veremedi) kitâbımızın muhtelif yerlerinde görüldüğü gibi, hıristiyanların ellerinde bulunan Tevrât ve İncîl kitâblarının hepsinde, (İnsanların öldükden sonra tekrâr
dirilecekleri, hesâba çekilecekleri, Cennet ni’metlerinde veyâ Cehennem ateşinde sonsuz kalacakları) yazılıdır. Amerikada, Avrupada, yüzmilyonlarca hıristiyan, bütün devlet adamları, fen adamları, profesörler, kumandanlar, bu İncîllere inanmakda, hepsi her hafta kiliseye gidip tapınmakdadırlar. Türkiyede ba’zıları, islâm kitâblarını okumadıkları için ve islâmiyyetden haberleri olmadığı için, Avrupalıları, Amerikalıları taklîd etmeğe (ilericilik), müslimân olmağa (gericilik) diyorlar. Hâlbuki kendileri, fen, tıb, hesâb bilgilerinde ve teknolojide, Avrupalılar, Amerikalılar gibi çalışmıyorlar. Onların, yalnız kadın, kız, oğlan bir arada, çalgılı, kumarlı, içkili eğlenceler yapmalarını, pilajlarda şehvetlerine tâbi’ olmalarını ve geceleri radyolarını, televizyonlarını sonuna kadar açarak, komşuları râhatsız etmelerini ve gençlerin diz ile göbek arası açık top oynamalarını taklîd etmekdedirler. İslâmiyyet, nefsin bu taşkınlıklarını yasak etdiği için, müslimânlara gerici diyorlar. Bunlara göre, okuma yazma bilmiyen, ilmden san’atdan haberi olmıyan, fekat kendi taşkınlıklarına katılan her oğlan ve kız ilericidir. Aydınkimsedir. Üniversiteyi bitirmiş, ilm, san’at, ticâret sâhibi, ahlâklı, fazîletli, vergilerini veren, kanûnlara uyan ve herkese iyilik eden, hakîkî bir müslimân, bu taşkınlıklara katılmadığı için, gerici olmakdadır. Böyle ilericiler, aydın kimseler, gençleri fuhşa, tenbelliğe, dünyâda felâkete, âhiretde de sonsuz azâblara sürükliyorlar. Âile yuvalarının yıkılmasına sebeb oluyorlar. Kısacası, hıristiyanların yalnız sefâhetlerini, ahlâksızlıklarını taklîd edenlere aydın, ilerici dedikleri anlaşılıyor. Müslimânlar gibi, Cennete, Cehenneme inanan Avrupalılara, Amerikalılara da gerici demediklerine göre, müslimânlara, kendi ahlâksızlıklarına uymadıkları için gerici dedikleri anlaşılmakdadır. Bunlar, hiçbir dîne inanmadıkları için, Avrupalıların, Amerikalıların dîne bağlılıklarını da taklîd etmemekde, kendi ta’birlerine göre kendileri gerici olmakdadırlar. Bu kitâbımız, müslimânın aydın ve ilerici olduğunu, müslimân olmıyanın gerici olduğunu isbât etmekdedir.]
Cihâd farzının Îsâ aleyhisselâmın dîninde bulunmaması mevzû’una gelince, Îsâ aleyhisselâmın insanları dîne da’vet müddeti, üç sene gibi az bir zemân olduğu için, cihâd-i fî-sebîlillah yapacak zemânı olamamışdır. Beş-on kişi ve birkaç kadın ile, Roma devletine karşı cihâd etmek, şübhesiz ki, mümkin değildir. Hattâ, Îsâ aleyhisselâm, yehûdîlerin kendi hakkında kötü niyyet sâhibi olduklarını öğrenince, çok telâşa düşmüşdü. Yakalanacağı akşamın gündüzünde, Luka İncîlinin yirmiikinci bâbının otuzaltıncı ve devâmındaki âyetlerde Îsâ aleyhisselâm, Eshâbına hitâben, (Şimdi kesesi olan onu alsın ve torbası olan da alsın ve olmı-
yan esvâbını satsın ve kılıç satın alsın) dedi. (Yâ Rab, işte buradaiki kılıç var dediler. Îsâ onlara, yetişir dedi) diye yazılıdır. Dahâ sonra yakalanırken, Eshâbı kendisini terk ederek dağıldıklarından,bu kılıçlar da, bir işe yaramamışdır. Bu anlatılanlardan, Îsâ aleyhisselâmın kendisini müdâfeasız teslîm etmek niyyetinde olmadığı ve mümkin olsa, kendini korumak için, kılıç kullanacağı ve düşmanlarına karşı cihâd yapmaması, zâhirî sebeblerin kifâyetsizliğindenolduğu, güneş gibi meydândadır. Îsâ aleyhisselâm, ümmetini cihâddan açıkca men’ etmemiş ve kendisi Mûsâ aleyhisselâmın şerî’atinin hükmünü kaldırıcı değil, onu temâm edici olduğundan, ondaki cihâd emrinin, kendi ümmetine de şâmil olacağı açık ve sâbitdir.
Protestanlar, neşr etdikleri bu risâlede, (Müslimânlar, dinlerinin emrleri îcâbı, müslimân olmıyanları, Allahın ve dînin düşmanı diyerek, onlara düşman nazarı ile bakarlar. Zor ile onları müslimân yapmak veyâ emrleri altında bulundurup cizye ehli kılmak için gayret eder, bunu arzû ederler) demekdedirler.
CEVÂB: Evet, tevhîde uymıyan her din ve mezheb, islâm dîni nazarında hakîrdir ve nefret edilmişdir. Böyle inananlara, Allahü teâlânın ve dînin düşmanı denilir. Fekat, zor ile onları müslimân yapmak, [yukarıda bildirdiğimiz gibi] yasak edilmişdir. Bu husûsda papazlar, müslimânlara temâmen iftirâ etmekdedirler. Müslimânların nazarında kendisinden nefret edilenler, sâdece islâm dînine düşman olan gayr-i müslimlerdir. Müslimânlarla bunlar arasında nefret, buğz, düşmanlık, çarpışma ve muhârebeler olmuşdur. Fekat, hıristiyan fırkaları arasındaki nefret ve düşmanlık ve târîhlerde görülen dehşetli çarpışmalar ve katliâmlar acabâ neden ortaya çıkmışdır? Târîh kitâblarının sahîfeleri, hıristiyanların mağlûb etdikleri milletlere ve kavmlere yapmış oldukları mezâlim ve işkencelerle doludur. Diğer dinlere mensûb olan kavmleri, imhâ ve yok etmeğe çalışırlar. Hicret-i nebevîden takrîben üçyüz sene önce imperator Kostantin, hıristiyanlığı kabûl etdikden sonra, barbarlığa başlamış, memleketinde bulunan bütün yehûdîlerin kulaklarını kesip, çeşidli memleketlere sürmüşdür. Dahâ sonra, yehûdîleri İskenderiyyeden çıkarmış, bütün ma’bedlerini yıkarak, büyük katliâm yapmış ve mallarını gasb etmişdir. Yehûdîler, İspanyada da, hıristiyanlar tarafından pek çok zulmlere uğramışlardır. [İspanyada yehûdîlere yapılan zulmlerden yukarıda biraz bahsetmişdik.] Fransanın Tolus şehrinde hıristiyanlar, fısh bayramında rastladıkları yehûdîlerin yüzlerine tokat vurmuşlardır. Fransanın diğer ba’zı şehrlerinde yine fısh bayramında yehûdîler taşa tutulmuşlardır. Merhametsizce taşlanan
yehûdîlerin çoğunun böylelikle öldürüldüğü, hattâ o beldeye hâkim olan kimseler tarafından, halkın bu husûsda teşvîk edildiği birer vâkı’adır. Yehûdîler, Fransadan yedi def’a sürülerek çıkarılmışlardır.
Macaristanda da yehûdîler, hıristiyanlar tarafından, çeşid çeşid azâblara dûçâr olmuşlardır. Ba’zan ateşlere atılıp yakılmışlar, ba’zan da, denizlere atılarak boğulmuşlardır.
İngilterede de, yehûdî milleti, protestanların akl almaz vahşîliklerine dayanamıyarak, onların eline düşmemek için, birbirlerini öldürmüşlerdir.
İspanyada, (Oturafe) ismi ile kurulan katolik cem’iyyetinin mensûbları, resmî olarak krallar ve devlet erkânı da hâzır oldukları hâlde, yehûdîlerden ve dîninde ilhâd his etdikleri zengin hıristiyanlardan binlerce kişiyi, diri diri ateşe atarak yakmışlardır. Bu çâresiz insanlar, aman yapmayınız diye bağırdıkça, yalvardıkca, feryâd etdikce, seyirci bulunan papazların, devlet adamlarının ve kadınların ellerini çırparak kahkaha ile güldükleri târîhlerde yazılı duruyor.
İslâmiyyetin zuhûrundan bu yana geçen binikiyüz [bindörtyüz] sene içerisinde, hıristiyanların yapdıkları bu zulmlere benzer, müslimânlar tarafından hıristiyan ve yehûdîlere yapılmış bir zulm, bir tek vak’a dahî yokdur. Varsa gösterilsin. Eğer 1277 [m. 1861] senesinde Lübnânda meydâna gelen vak’alarda öldürülen üçyüz-dörtyüz hıristiyan kasd ediliyorsa, Avrupa devletlerinden gelen me’mûrlar da berâber olduğu hâlde, mahallinde yapılan ve hâlâ Osmânlı arşiv dâiresinde mevcûd olan, tahkîkât zabtlarından anlaşılacağı gibi, o vak’anın meydâna gelmesi, Fransadan Lübnân ve Şâm taraflarına gelip, fitne ve fesâd tohumları saçan cezvit papazlarının tahrîkleri sebebi ile olmuşdur. Dağlarda yaşıyan dürzîler, Lübnâna gelerek hıristiyanları katl etmişlerdir. Osmânlı devleti bu vak’ada cinâyetleri tesbît edilenleri i’dâm ederek cezâlandırmışdır. Ayrıca, askerlik vazîfesini tam yerine getirmediği, vazîfesini tam yapamadığı için, Şâm vâlîsi Ahmed Pâşa gibi bir vezîri de alenen [açıkca] kurşuna dizmişdir.
[(Türkiye târîhi) yedinci cildinde diyor ki, (Mütercim Rüşdü pâşa sadr-ı a’zâm iken, Lübnânda Dürzîlerle, katolik Maronîler, birbirlerine düşman idi. İngilizler Dürzîleri, fransızlar da Maronîleri kışkırtarak, birbirlerine saldırdılar. Lübnân vâlîsi Hurşid pâşa ile Şâm vâlîsi Ahmed pâşa, bu iki devletin yardım ve idâre etdikleri bu muhârebeye mâni’ olamadılar. Üçüncü Napolyon, bu muhârebenin büyümesi ve bunu fırsat bilerek, Lübnânı işgâl etmek hulyâlarında idi. Osmânlı devleti müdâhale ederek, mes’e-
lenin büyümesine mâni’ oldu).
Şâmda vukû’ bulan bu hâdiseleri yatışdırmakda en büyük rolü, âlim ve fâdıl ve meşhûr Cezâyir kahramânı emîr Abdülkâdir ibni Muhyiddîn el-Hasenî[1] oynamışdır. Hakîkî bir müslimân olan bu zât, diğer müslimânlarla birleşerek, hıristiyan mahallelerini muhâfaza etmişdir. Başda Fransız konsolosu olmak üzere, pek çok hıristiyanı, dürzîlerin elinden kurtarmış, pek çok hıristiyanı kendi konağında barındırıp himâye etmiş ve muhtâç, fakîr olanlarına da yardım etmişdir. Eskiden, en büyük düşmanı olan Fransızlar tarafından, Fransanın en büyük nişânı ile taltîf edilmişdir. Önceden pek çok muhârebeler yapmış olduğu Fransızları ve hıristiyanları Allahü teâlânın emrine uyarak korumuş ve onlara yardım etmişdir. Bu hâdisenin vukû’u üzerine, hâriciye nâzırı Fuad Pâşa, (Fevkalâde me’mûr-u murahhas) sıfatı ile, her dürlü askerî, idârî, siyâsî ve mâlî salâhiyyetlerle karışıklıkların giderilmesine ve îcâb eden ıslahâtın icrâsına me’mûr edilmişdir. Beyruta gelen Fuad Pâşa, derhâl Şâma hareket etmiş, hâdiselere sebeb olanları ve hâdiseler içerisinde bulunan dürzîleri cezâlandırmışdır. Zarar gören hıristiyanlara yetmişbeş milyon kuruş tazmînât ödemişdir. Vazîfesinde ihmâl gördüğü yüzonbir askerî şahsı da i’dâm etdirmişdir. Fuad Pâşa, en çok sevdiği arkadaşı Ahmed Pâşanın i’dâm edilmesine (Divân-ı harb)de hükm edilince, (Ben ömrümde bir tavuk kesmemiş ve bir baş vurmamış iken, bakınız Cenâb-ı Hak beni nelere vesîle kıldı) demişdir. Böyle bir adâlet misâlini göstermiş bir hıristiyan devlet var mıdır? Onlar, adâlet yapmak yerine, zulm etmişler ve zulm edenleri de, teşvîk etmişlerdir. Bu hâdisenin, islâm adâletine bir misâl olması için, teferruatı anlatılabilir ise de, kitâbımızın hacmi müsâid değildir. Arzû edenler târîh kitâblarından okuyabilirler.]
Zâhirî sebeblere ve kuvvete baş vurmakdan sakındıklarını ve sâdece rûhânî olarak, Allahü teâlâya ve komşuya muhabbet ve şefkat etdiklerini i’lân eden hıristiyanların, birbirleri hakkında da yapdıkları muâmeleler, vahşetler ve zulmler, târîhlerde yazılıdır. Hıristiyanların yapdığı bu vahşetleri ve zulmleri okuyan bir kimse, biraz şefkat ve merhamet sâhibi ise, yalnız hıristiyanlıkdan değil, böylesine vahşî fi’llere sebeb olmak kâbiliyyetinde bulunduğu için, insanlıkdan bile nefret edeceği gelir.
Avrupalı târîhcilerden birisi, hıristiyanların, hıristiyanlık uğruna, katl etdikleri insanların toplu bir hesâbını yapmış ve o asr-
---------------------------------
[1] Şerîf Abdülkâdir, 1300 [m. 1882] de Şâmda vefât etdi.
daki ba’zı târîhî ma’lûmatı da yazmışdır. Müslimân kardeşlerimize bir hâtıra olmak üzere, kısaca terceme edilerek buraya yazıldı:
650 [m. 1251] senesinde, sonradan papalık da yapan Novatianus ismli bir papaz ile, Cornelius ismindeki diğer bir papaz arasında Romada bir anlaşmazlık ve münâkaşa çıkdı. Kartacada da, Siprin ve Nevât ismindeki iki papaz arasında makâm mücâdelesi ortaya çıkdı. Böylece, Roma ve Kartacada bunların tarafdârları arasında çıkan kavgalarda pek çok kimse öldürüldü. Bu öldürülenlerin sayısı ma’lûm olmamakla berâber, mübâlağasız ikiyüz bin olduğu tahmîn edilmekdedir.
Hıristiyanlar Birinci Kostantin zemânında düşmanlarından intikâm almak fırsatını bulur bulmaz, imperator Galerenin (Galeriusun) oğlu genç Kottidini ve imperator Maximinin (Eaximinus) yedi yaşındaki bir oğlunu ve bir kızını öldürdüler. İmperatorun ha-nımını ve bu iki çocuğun annelerini serâydan uzaklaşdırıp, Antakya sokaklarında sürüklediler. Dahâ sonra, hepsini nehre atarak boğdular. İmperator Galeriusun zevcesi Selânikde i’dâm olunup, denize atıldı. Bu karışıklıklar sırasında, pek çok insan katl edildi. Bunların sayısı tam tesbit edilememişse de, ikiyüz bin kişi olduğu tahmîn edilmekdedir.
Donat isminde Afrikada bir fırka kurarak, üçyüz târîhlerinde Roma kilisesine karşı gelen iki papazın, sebeb olduğu ihtilâllerde, papazların, kılıç ile öldürmeğe müsâ’ade etmeyip, topuz ile başları ezilerek katl edilen nüfûsun mikdârı dörtyüzbin kişi olduğu tahmîn edilmekdedir.
Teslîs inancının iki unsuru olan, Baba ile Oğlunun maddî olarak tam birleşdikleri husûsunda, İznik meclisinde verilen karar üzerine, hıristiyan memleketlerinde meydâna gelen münâkaşalar ve çarpışmalar, bütün târîhlerde mevcûddur. Bunlardan çıkan ateş ve ihtilâl, Roma hükûmetinin her tarafını def’alarca yakmış ve dörtyüz sene kadar devâm etmişdir. Bu karışıklıklarda helâk ve zelîl olan yüzlerce hânedân hesâba dâhil olmıyarak, sâdece öldürülenlerin mikdârı, takrîben [yaklaşık olarak] üçyüzbindir.
Anganoglest ve Angolater karışıklıklarında helâk olanlar da, altmış bin kişidir.
İmperator Teokyilin zevcesi Teodoranın hükûmeti zemânında, şerrin varlığını isbât için, hayr ve şerrin iki asl olduğu i’tikâdında bulunan, Manez fırkasından bin kişi katl edilmişdir. Çünki Teodoranın günâhını çıkaran papaz, bunun Cennete girmesi için, sapık fırkada olan kimselerin katl edilmesi lâzım olduğunu
beyân etmişdi. O zemâna gelinceye kadar haça gerilen, boğulan ve yağlı kazıklara oturtularak öldürülenler, yirmibin kişi idi. Bu papaz, Teodoranın Cenneti kazanması için bu mikdârı çok az bulmuşdu.
Her tarafda, her asrda piskoposluk ve patriklik kavga ve münâkaşalarında yapılan harblerde öldürülenleri de, azın azı olarak yirmi bin kişi kabûl edebiliriz.
Haçlı seferlerinin[1] devâm etdiği ikiyüz sene zarfında, hıristiyanların öldürdüğü hıristiyan nüfûs, iki milyon tahmîn olunuyorsa da, biz tevâzuan bir milyon kabûl edelim. (Mukallid-is suyûf) ta’bir edilen papazlardan bir kısmının, haçlı harbleri sırasında, Baltık denizi sâhillerinde yağma ve çapulculuk yaparlarken katl etdikleri hıristiyanlar, en az yüzbin idi.
Lanokduk aleyhinde papanın harb i’lân etmesinde, öldürülüp, cesedleri ortada kalan ve ateşlerde yakılıp, külleri uzun zemân ortada bırakılan insanların sayısı yüz bindir.
Papa yedinci Greguardan beri, imperatorlar aleyhinde yapılan harblerde öldürülenler, ellibindir.
Batı ehâlîsinin dinden çıkanları mes’elesinde, ondördüncü asrda öldürülenlerin sayısı, elli bindir.
Bu vak’anın akabinde, Johos ve Cirum ismindeki iki papazın ateşde yakılması üzerine, zuhûr eden muhârebelerde öldürülen hıristiyanlar, yüzelli bin kişidir.
Bu büyük vak’aya nisbet ile, Merbondol ve Gaberir katliâmları mühim değil ise de, bunlarda öldürülen insanların bir kısmı ateşde yakılmış ve henüz annelerini emen küçük yavrular, ateşlere atılmış, kızların ırzlarına ve nâmûslarına tecâvüz edildikden sonra, parça parça doğranmışlar, ihtiyâr kadınların ferclerine barut doldurularak havaya uçurulmuşlardır. Bütün bunlar, hıristiyanlar tarafından yapılmış ve bu şeklde öldürülen insanların sayısı onsekiz bine ulaşmışdır.
Papa onuncu Leyondan dokuzuncu Kalmana gelinceye kadar, hıristiyan hâkimlerin koyduğu kâidelerin tatbîkinden ve açıkdan cellâd ile kesilen papaz ve avâm ve prenslerin başları ve çeşidli memleketlerde ateşlere atılarak yakılan cesedler ve Almanya, Fransa ve İngilterede cellâdların kesmekle usandıkları nüfûs ve Lutherin (İşâ-i rabbânî yaparak tanrı ile birleşmek yokdur ve okunmuş su (vaftîz) uydurmadır) sözlerinden çıkan mes’eleler-
---------------------------------
[1] Ehl-i salîb seferleri, 490 [m. 1096] dan 670 [m. 1271]e kadar devâm et-di.
den ve ihtilâflardan dolayı hâsıl olan otuz ihtilâlde ve Sent Bartel-mi katliâmında ve İrlanda şehrlerinde ve başka yerlerde meydâna gelen umûmî katliâmlarda öldürülenler, üç milyondan fazladır. Fakîrliğe ve zillete itilmiş hânedân ve meşhûr sülâlelerden başka, en az iki milyon mazlûm öldürülmüşdür.
Engizisyon mahkemeleri denilen, papaz cem’iyyetleri tarafından katl edilen, çarmıha gerilen ve yakılanların sayısı, beş milyon ikiyüz bindir.
Amerikada, hıristiyanlık uğruna katl edilen yerli ehâlî için, iş bu kitâbın müellifi, beş milyon nüfûs zikr etmiş ise de, Laskas piskoposunun bildirdiğine göre, öldürülenlerin adedi, oniki milyondur.
Hıristiyanlığı Japonyaya yaymak için gönderilen, misyoner papazların ekdikleri fitne tohumları netîcesinde çıkan ihtilâl ve muhârebelerde telef edilen nüfûs, üç milyondur.
Bütün bunlarda katl edilen insanların yekûnu, yirmibeş milyona yakındır.
Bu kitâbı neşr eden târîhci, bildirdiği rakamların doğruya nisbetle çok aşağı olduğunu i’tiraf ederek der ki, (Ey benim kitâbımı okuyan Avrupalılar! Eğer senin evinde soyunun şeceresi mevcûd ise, bir kerre onu gözden geçir. Elbette baba ve dedelerinin içinde, din kavgasında öldürülmüş yâ bir maktûl, yâhud bir başkasını öldürmüş bir kâtil bulursun. Sâdece İrlandada katolikler tarafından yüzelli dört bin protestanın katl edildiği, İngiltere parlamentosunun 1052 [m. 1643] senesi hazîranının yirmibeşinci gününde yazılmış olan i’lânnâmesinde bildirilmişdir.) Kitâbdan terceme burada temâm oldu.
Katolikler, diğer milletlere ve bilhâssa orta çağ sonlarında protestanlara karşı bu mezâlim ve eziyyetleri yaparken, protestanlar da, diğer yanaklarını tutmamışlardır. Ellerinden gelen kan dökücülüğü yapmakdan geri kalmamışlardır. Hattâ, ba’zı def’alar katolikleri geride bırakmışlardır. İngiliz katoliklerinden Thomas, 1267 [m. 1851] senesinde basılan, (Mir’ât-i sıdk) kitâbının kırkbir ve kırkikinci sahîfelerinde diyor ki, (Protestanlar, ilk zuhûrlarında, altıyüz kırkbeş imâret, doksan okul, ikibin üçyüz kilise ve yüzon hastahâneyi soyup, yağma etdiler. Buralarda oturan, binlerce miskin ve ihtiyârı öldürdüler. Ayrıca, ölülere dahî el uzatıp, kefenlerini soydular.) Elli ikinci sahîfesinde de, (Protestanlar, katolikler aleyhinde, adâlet ve hakkâniyyetden uzak, yüzden çok kanûn çıkardılar. Bu kanûnlar îcâbı, katolik mezhebinde olanlar, protestanlardan mîrâs alamadılar. Onsekiz
yaşından sonra protestan olmıyanlara, arâzî verilmedi. Katoliklere mekteb açmak için izn verilmedi. Va’z veren katolik papazlarını, habs etdiler. Vergilerini artdırdılar. Katolik mezhebi üzere âyin yapanları, para cezâsına mahkûm etdiler. Papaz olursa, yediyüz rubye alıp, habs etdiler. İngilterenin dışına okumağa gidenleri, İngiltere hâricinde katl edip, mallarını ellerinden gasb etdiler. Protestanların belli günlerdeki âyinlerinde hâzır bulunmıyan katolikleri para cezâsına çarpdırdılar. Netîcede, katolik âyinlerinden bir şey icrâ etdirmeyip, silâhlarını topladılar. Onları ata bindirmediler. Papazlardan, protestan olmıyanları ve onları evlerinde misâfir olarak saklıyanları da, öldürdüler. Katoliklerin şehâdetleri kabûl edilmedi. İngiltere kraliçesi Elizabeth[1], protestanlığı İngilterede yaymak ve yükseltmek, rûhânî makâmını kendisi deruhde etmek için katoliklere her dürlü zulm ve haksızlığın yapılmasına izn verdi. [Bu zulmlerde kendisi de reîslik yapdı.] Sâdece meşhûr şahslardan ikiyüz dört kişiyi cellâdlar eliyle i’dâm etdirdi. Hapishânelerde doksanbeş tane piskopos rütbesindeki katolik papazı öldürtdü. Bazı katolik zenginler, ömr boyu habs edildi. Protestanlar, rastladıkları katolikleri kırbaç ile döverlerdi. Hattâ, İskoçya kraliçesi Estorat, katolik olduğu için, uzun müddet habs edildikden sonra, cellâd eliyle i’dâm edildi. Yine kraliçe Elizabeth zemânında, katoliklerden ilm sâhibi olanlar ve rûhbanlar, gemilere doldurularak denize atılıp boğuldular. Kraliçe, İrlandada bulunan katolikleri protestan yapmak için, üzerlerine asker gönderdi. Kiliselerini yakdılar. İleri gelenlerini öldürdüler. Ormana kaçanları, vahşî hayvanlar gibi avladılar. Protestanlığı kabûl edenleri, kabûl etdikden sonra, yine katl etdiler. Parlamento, 1643 târîhinde, katoliklerin mallarını ve arâzîlerini zorla ellerinden almak için me’mûrlar gönderdi. Bu hâl, kral 2.ci James zemânına kadar böyle devâm etdi. Çünki bu kral, 1099 [m. 1687] senesinde katoliklere merhamet etdi. Fekat protestanlar, buna kızarak kırkdört bin kişiden meydâna gelen bir topluluk ile, krala dilekçe verdiler. Zulm kanûnlarının devâmını istediler. Fekat parlamento, protestanların bu arzûlarına i’tibâr etmedi. Bunun üzerine protestanlardan yüzbin kişi birleşerek Londradaki katolik kiliselerini ve katolik mahallelerini yakdılar. Hattâ, bir mahallede otuzaltı yangın görüldü) demekdedir.
İşte, cihâd yapmak ile emr olunmıyan ve sağ yanağına vururlarsa, diğerini çevir, paltonu isteyene ceketini de ver, düşmanla-
---------------------------------
[1] Elizabeth 1012 [m. 1603] de öldü.
rınızı sevip, size beddüâ edenlere hayr düâ edin, kardeşin hatâ ederse yetmiş kerreye kadar afv et, komşunu kendin gibi sev diyetavsiye ve emr eden Îsâ aleyhisselâmın dînine inandıklarını söyliyen hıristiyanlar arasında, böyle korkunç ve vahşîce hâdiseler meydâna geldi.
İslâm dîninin emr etdiği cihâd, böyle zâlim ve vahşîce bir hareket değildir. Müslimânların cihâda hâzırlanması, zâlim hıristiyanların, islâm memleketlerine saldırmalarına mâni’ olmak için ve milletleri, zâlim hükûmetlerin işkencelerinden kurtarmak içindir. Cihâd, hakkı, doğruyu kabûlden kaçınan zâlimleri, inadcıları güç ve kuvvet ile terbiye etmek ve Allahü teâlânın mubârek ismini yükseltmek ve islâmın güzel ahlâkını her yere yaymak için ya-pılır.
Cihâdın edebleri ve farzları vardır:
1 - Harbden önce, uygun bir lisân ile, kâfirlere islâm dînini kabûl etmeleri teklîf olunur. Ya’nî, islâm dîninin, dinlerin en mükemmeli ve en üstünü olduğu ve Allahü teâlânın bir olup, benzeri ve şerîki bulunmadığı ve Muhammed aleyhisselâmın Allahü teâlânın kulu ve Onun tarafından gönderilmiş hak Resûlü olduğu, münâsib bir lisân ile anlatılır. Eğer kabûl ve îmân ederlerse, mü’minler zümresine dâhil olup, mü’minlerle kardeş olurlar.
2 - Eğer, kâfirler, bu ni’meti, bu se’âdeti kendilerine uygun görmeyip, (Biz babalarımızı böyle yapıyor bulduk) meâlindeki, Şu’arâ sûresinin yetmiş dördüncü âyetinde bildirilen dalâlet içerisinde kalmak isterlerse, dinlerini değişdirmeleri için zorlama ve baskı yapılmaz. İslâm memleketinde, kendilerinin mallarını, ırzlarını ve canlarını korumak ve kendi ibâdetlerini yapmak karşılığında ve onların sosyal hizmetleri için harc olunmak üzere, senede çok az bir cizye ödemek (1,5 veyâ 2,5 veyâ 3 dirhem gümüş) şartı ile sulh yapmağa ve vatanlarında kalmağa da’vet olunurlar. Eğer bunu kabûl ederlerse, dinleri müslimânların dîni gibi serbest olur. Irzları, kanları ve malları da aynen bir müslimânın ırzı, kanı ve malı gibi, devletin muhâfazasında, himâyesinde olur. Bir müslimân, onların evlerine girip, kadınlarına bakamaz. Bir kuruşlarını dahî, haksız yolla alamaz. Onlara, kötü söz söyliyemez. Kur’ân-ı kerîmde bildirilen adâlet ile hükm eden mahkemelerde, dâimâ hukûk sâhibi olup, kendilerine en küçük bir haksızlık yapılamaz. Mü’minlerle berâber güzelce geçinirler. İslâm mahkemelerinde, bir çoban ile vâlî müsâvî muâmele görürler.
3 - Eğer, kâfirler, ikinci hâli de kabûl etmeyip, mü’minler ile harb etmeğe kalkışırlarsa, islâmiyyetde bildirilen adâlet ve üsûl üzere, onlarla cihâd yapılır.
İslâmiyyetin, cihâd husûsunda, uyulmasını emr etdiği adâlet ve insâf yolu budur. Müslimânların ve hıristiyanların târîhlerini ve şimdiye kadar yapdıklarını, bir terâzîye koyup, insâf ile hükm etmelerini, akl ve idrâk ehlinin vicdanlarına havâle ederiz.
Yukarıda bildirilenlerden açıkca anlaşılıyor ki, islâm dîninin sür’at ile yayılması, zor ile ve dünyâ malına tama’ gibi sebeblerden olmamışdır. İslâmiyyetin sür’at ile yayılması, hakîkî ve en son din oluşu, hakîkî ve umûmî bir adâleti [ilmi, çalışmağı, merhameti, güzel huylu olmağı emr etmesi ve insanların fıtratlarına tam uygun bir din oluşundandır. Çünki, islâmiyyete uyanların, ona tam tâbi’ olup, emrlerini yerine getirenlerin, çok kısa zemânda maddeten refâh, rûhen huzûr içerisinde olduğunu, papazlar da kabûl ve i’tirâf ederek, (Evet, putperest ve bedevî olan arablar, islâmiyyeti kabûl etdikden sonra, çok kısa bir zemân içerisinde rûhen yükselmiş, ilm, san’at ve medeniyyetde çok ileri giderek, dünyâya hâkim olmuşlardır) dediklerini, kitâbımızın başında bildirmişdik. Keşki birazcık insâf edip, müslimânların bu terakkîlerinin, en son ve en kâmil din olan islâmiyyete ve onu teblîg eden, en son Peygamber Muhammed aleyhisselâma uymaları sebebi ile olduğunu anlasalardı, se’âdete kavuşurlardı.]
Sâdece kılıç korkusu ile din değişdirmek kolay olsaydı, katolikler ile protestanlar arasında, milyonlarca insanın katl edilmesinesebeb olan harbler olmazdı. Îmân esâslarında, büyük bir yakınlık olmasına rağmen, ne katoliklerin zorlamaları ve tazyîkleri protestanları kendi îmânlarından döndürebildi, ne de protestanların vahşîce zulmleri, İrlanda adasındaki katolikleri îmânlarından ayırabildi.
(Bir kısm insanlar cizye vermemek için islâm dînini kabûl etdi) denilirse, yukarıda tafsîlâtını beyân etdiğimiz gibi protestanlar, dinlerine giren kimselere en az yarım kese gümüşden, beşbin kuruşa kadar maâş tahsîs etdikleri ve uzun senelerden beri islâm memleketlerinde bu kadar çalışdıkları hâlde, ismi bilinen ve dînini ve kendini bilir kaç müslimânı, protestan yapabilmişlerdir? Hâl böyle iken, (Hıristiyanlar, senede bir def’a verdikleri cizye ismindeki beş-on kuruşa tama’ ederek islâmiyyeti kabûl etdiler) demek kadar, ahmaklık, câhillik ve inâdcılık olamaz.
[Burada papazların unutdukları veyâ söylemek istemedikleri bir diğer husûs da, gayr-i müslimlerden cizye almağı emr eden islâmiyyet, müslimânların da, zekât ve uşr vermelerini emr etmişdir. Müslimânların vermiş olduğu zekât ve uşr, gayr-i müslimlerin vermiş olduğu cizyeden kat kat fazladır.
Cihâd bahsini bitirmeden önce, şu husûsu zikr etmek de fâi-
deli olacakdır: Bir devlet, bir millet, çok mütevâzî ve nâzik olursa, düşman devletlerin hücûmuna uğrar, onların tama’larını üzerine çeker. Düşman devletler, bu milletin tevâzu’unu, nezâketini, aczine ve korkaklığına vererek onlara saldırır. Târîh, bu sözlerimizin binlerce misâli ile doludur. İslâmiyyetde, cihâda hâzırlanmak emri olmasaydı, müslimânların etrâfında olan düşmanları, müslimânları ve islâmiyyeti yok etmeğe çalışacaklar ve onlara saldıracaklardı. Günümüzde de, dünyâ devletleri, bütçelerinden en çok parayı, müdâfe’a ve harb sanâyı’ine ayırmakdadırlar. Hattâ, açlık, kıtlık ve fakîrlik bulunan devletler dahî böyle yapmakdadır. Bu, bir devletin bekâsı ve vatanın muhâfazası için şartdır. Cihâd emrinin olmamasını, dinlerinin fazîleti için delîl getiren hıristiyan devletler kuvvetlenince, islâm memleketlerine ve diğer za’îf milletlere sal-dırmış, onları istîlâ etmiş, yıllarca zulm etmiş ve sömürmüşlerdir. Bu zulmde, bilhâssa İngiltere, Fransa, Almanya, İspanya ve İtalya çok ileri gitmişlerdir. Hâl böyle olunca, hıristiyanlıkda cihâd emrinin olmaması sözü nerede kalmışdır. Papazlara bunu soruyoruz?]
Protestan papazların, islâm dînine yapdıkları i’tirâzlardan birisi de, cürümleri afv etmemek mes’elesidir. Neşr etdikleri risâlelerin birisinde, (İncîl, şahsın husûsî muâmelelerinde, muhabbet, sıkıntıya katlanma ve afvın lüzûmunu, Mûsâ aleyhisselâmın şerî’atinden dahâ çok beyân ederek ortaya koymuşdur. Hâlbuki islâmiyyetin, cürmü afv etmekde, hıristiyanlıkdan dahâ çok bir fazîlet ortaya koyması lâzım idi. Suçluya cezâ vermekde, değil Mûsâ aleyhisselâmın şerî’ati, yehûdîlerin bu şerî’ati te’vîl ederek yapdıkları kanûnlardan da şiddetli davranmakdadır. Kısâsı câiz gösterdiği gibi, intikâm almağa da cevâz vermekdedir. Sûre-i İsrânın üçüncü âyetinde meâlen: (Kim mazlûm olarak öldürülürse, biz o öldürülen kimsenin velîsi olan vârisine tasallut, ya’nî kuvvet ve salâhiyyet veririz) ve sûre-i Bekaranın yüzyetmiş sekizinci âyetinde meâlen: (Ey îmân edenler! [kasden öldürülenler için] sizin üzerinize kısâs farz kılındı. Hür ile hür, köle ile köle, kadın ile kadın kısâs olunur) buyurulmuşdur. Burası da dikkat edilecek bir yerdir. Çünki Kur’ân-ı kerîm, Tevrât gibi, böyle bir kanûnun sûiisti’mâl edilmesini önleyecek tedbîrler beyân etmemişdir. Bunun için, islâmiyyeti kabûl eden kabîlelerden ba’zıları, yalnız kâtil olan kimseyi değil, belki kâtilin akrabâsından birini de, maktûlün yerine katl etmek, Kur’ân-ı kerîme göre câizdir zan ederek, günâhsız bir kimseyi kâtil yerine öldürürler. Fekat Tevrât, kısâs hükmünü böyle sûiisti’mâllerden önlemek için Tesniyyenin (Kitâb-ı istisnânın) yirmidördüncü bâbındaki, (Oğullar için baba-
lar öldürülmiyecekler ve babalar için oğullar öldürülmiyeceklerdir. Herkes kendi günâhı için öldürülecekdir) şeklindeki onaltıncı âyetinde açıkca tenbîh eder. Kur’ân-ı kerîm, katl vukû’unda lâzım gelen kısâsdan başka, küçük yaralamalar için bile, kısâsı emr etmişdir. Hac sûresinin altmışıncı âyetinde meâlen: (Mü’minlerden kim, kendisine yapılan cezâya aynı ile mukabele eder de, sonra yine hakkına tecâvüz edilirse, muhakkak ki, Allahü teâlâ ona yardım eder) buyurulmuşdur. Böyle emrlerin netîcesi, Kur’ân-ı kerîm, İncîlin teşvîk etmiş olduğu sıkıntıya tehammül, muhabbet ve afvın hilâfına olarak, müslimânların birbirlerine kinlerini izhâr etmelerini bildirir. İşte bu gibi şeylerin zulm ve başkalarının haklarına tecâvüz olduğunu, Osmânlı devleti de anlıyarak, (Erkek hırsızla kadın hırsızın yapdıklarına karşılık ve Allahü teâlâdan bir azâb olmak üzere [sağ] ellerini kesin) meâlindeki Mâide sûresinin otuzsekizinci âyet-i kerîmesinin tatbîk edilmesini terk etmişdir) demekdedirler.
CEVÂB: Papazlar bu cümleler ile, İncîllerde afv ve muhabbete dâir olan âyetlerin bulunup, Kur’ân-ı kerîmde ise, bulunmadığına, belki öldürülen kimsenin vârisine bir kudret ve hak verilmiş olduğuna ve kısâs âyet-i kerîmesinde, bu hak için bir tahdîd bulunmadığından, sûiisti’mâl edilebileceğine ve Hac sûresinin altmışıncı âyet-i kerîmesinin, İncîlin teşvîk etmiş olduğu sıkıntılara tehammül, sıkıntı verenleri afv etmek ve onları sevmeği bildiren hükmünün zıddı olmasına i’tirâz etmekdedirler.
Afv ve muhabbete dâir âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerden bir kısmını, dahâ önce yukarıda bildirmişdik. Burada tekrârına lüzûm görmüyoruz. Fekat, kısâs âyet-i kerîmesi, sâdece papazın yazdığı kadar değildir. Dahâ devâmı vardır. Papazlar, hîle ile hakîkati örteceklerini zan etmişlerdir. Bekara sûresinin yüzyetmiş sekizinci âyetinin temâmında meâlen: (Ey îmân edenler! [Kasden öldürülenler için] sizin üzerinize kısâs yapmak farz kılındı. Hür ile hür,köle ile köle, kadın ile kadın, kısâs olunur. Öldürülmüş olanın kardeşinden [vârislerinden ve velîsinden birisi], kâtilden bir şey [Diyet] alarak kısâsdan vazgeçebilir. Alınan bu [Diyet], pek ziyâde olmamalı, mikdârı örfe, âdete göre hesâblanmalıdır. Kâtil de maktûlün velîsine îcâb eden diyeti güzel bir şeklde ödemelidir. İşte, kısâsı afv ederek diyet almak, Rabbiniz tarafından size bir hafîflik ve merhametdir. Kim bu afv ve diyet alışdan sonra, kâtil veyâ kâtilin akrabâsı ile düşmanlık ve mukâtele ederse, o kimse için âhiretde elîm bir azâb vardır) buyurulmuşdur.
İşte, kısâs emri ile berâber, diyet alarak, kâtile kısâs yapılmasını afv etmek de, Kur’ân-ı kerîmin açık olan emrlerinden birisi-
dir. Mûsâ aleyhisselâmın şerî’atinde kısâs îcâb eden bir kimseden diyet almak ve afv etmek yokdu. Diyet almak karşılığında kısâsdan vazgeçmek, müslimânlar için bir hafîflik ve bir ni’metdir.
Papaz, kısâs husûsunda, Kur’ân-ı kerîmdeki kolaylığı gizlemekdedir. Evvelâ, şunu bildirelim ki, kâtil veyâ kâtilin akrabâsı ile düşmanlık ve mukâtele etmek isteyen maktûlün yakınlarına, bu âyet-i kerîmede, açık bir nehy ve tehdîd-i ilâhî vardır. Papaz hîle ile maktûlün vârisi ve yakınları hakkında olan âyet-i kerîmeden, yalnız işine gelen kısmını yazıp, başını ve sonunu yazmamışdır. Hıristiyanların ekserîsi İncîllerden haberdâr olmadıkları gibi, müslimânları da, kendi dinlerini bilmiyorlar zan ederek, bu hîleye baş vurmuşlardır. İsrâ sûresinin otuzüçüncü âyetinde meâlen:([Îmân sâhiblerinden ve zimmîlerden] hiç kimseyi, haklı bir sebeb olmadıkca öldürmeyin. Bunu, Allahü teâlâ size harâm etdi. Kim mazlûm olarak öldürülürse, biz o öldürülen kimsenin velîsi olan vârisine [dînin ahkâmının yapılması için] bir kuvvet ve salâhiyyet veririz. [Dilerse, kâtil kısâsen, katl olunur veyâ velî diyetini alarak afv eder. İkisi arasında tercîh hakkı vardır.] Fekat o velî veyâ vâris, Allahü teâlânın bu müsâadesi ile yardım olunduğundan kısâs yapma işinde ileri gitmesin) buyurulmuşdur. Bu âyet-i kerîmede, maktûlün velîsinin veyâ vârisinin, kısâs işinde ileri gitmemeleri tenbîh edilerek, afv cihetine gidilmesi tavsiye edilmişdir. Vârise veyâ velîye verilen kudret, kâtil aleyhinde da’va açmak veyâ diyet karşılığında kısâsdan vaz geçdiğini hâkime bildirmek arasında, serbest olmasıdır. Fekat, Arnavutluk, Çerkezistan ve ba’zı arab kabîleleri gibi, Kur’ân-ı kerîmin ahkâmından habersiz kavmler içerisinde, dîn-i islâmın emrleri hilâfına vukû’ bulan kan da’vâları ve bir çok kimseleri öldürmeleri, bu âyet-i kerîmeye isnâd olunamaz. Bu şeklde, haksız yere kan dökmek, vahşî kabîlelerin eski âdetleridir.
Kur’ân-ı kerîmde emr edilen kısâs ve onu afv etmenin aslı budur. Dört İncîlde kısâs hükmü olmayıp, sâdece kötülük yapanı afv etmek olduğundan, bunlara göre, her kâtili, her hırsızı, her cânîyi afv etmek lâzımdır. Böyle bir kanûn ile, bir cem’iyyetde medenîce yaşamak mümkin ise, buna hiçbir sözümüz yokdur. Fekat, bu emrin tatbîk edildiği bir hıristiyan memleketi görmediğimiz için, sâdece papazların boş ve fâidesiz sözlerine kulak veremeyiz.
Tevrâtda zikr edilen âyete gelince, yalnız katl husûsunda değil, her cinâyetde Tevrâtın hükmü islâm dîninin hükmüne, uygundur. En’âm sûresinin yüzaltmışdördüncü âyetinde meâlen: (Hiç bir günâhkâr, başkasının günâhını yüklenmez) buyurulmuşdur. A’râf sûresinin yüzyetmiş dokuzuncu âyetinde meâlen: (İşte bun-
lar, hayvanlar gibidirler, doğrusu hayvanlardan dahâ aşağıdırlar)
buyurulmuşdur. Papazlar, bu âyet-i kerîmede bildirilen, cevâb vermeğe muktedir olmıyan bir zümreye karşı konuşmakdadırlar. Hâl böyle iken, papazlara isnâd edilecek işler, sâdece yalan ve iftirâdan ibâret değildir. Onlar, islâm dînine karşı kitâb yazıp, bu kitâblarında da, açıkca vâki’ olanın hilâfını iddiâya kalkışmışlardır.
Yapılan kötülüğe misli ile mukâbele etmeği bildiren, Hac sûresinin altmışıncı âyet-i kerîmesinin nâzil oluş sebebi bilinince, bu i’tirâzcı papazın zikr etdiği şeklde bir ma’nâya gelmiyeceği ve bu papazın tefsîr ilmini hiç bilmediği ortaya çıkar.
Mekke kâfirleri, harb edilmesi arablar arasında harâm kabûl edilen dört ayda, mü’minlerin üzerine harb etmeğe geldiler. Müslimânlar, harâm aylarda harb etmekden çekinerek, müşrikleri harb yapmakdan vazgeçirmek istedilerse de, müşrikleri bundan vaz geçiremediler. Dahâ sonra, müşriklerle harbe başladıkları zemân, Allahü teâlâ mü’minlere nusret-i ilâhiyyesi ile yardım edip, mü’minler gâlib geldiler. Fekat mü’minlerin kalblerinde, harâm bir ayda harb yapmakdan dolayı, bir sıkıntı ve üzüntü hâsıl olmuşdu. Bu âyet-i kerîme, bunun üzerine nâzil oldu. Böylece, mü’minlerin kalblerindeki bu sıkıntı ve üzüntü zâil oldu. Bundan anlaşılıyor ki, Hac sûresinin altmışıncı âyeti, bu papazın zan etdiği gibi, küçük yaralamalar ve kötülükler için kısâsın lâzım olduğunu, kötülüğün karşılığının kötülük olduğunu beyân etmemişdir. Mü’minlere, düşmanları zarar vermek için, böyle harb edilmesi harâm olan bir ayı seçerek, saldırırlarsa, kâfirlere mukâbele etmeğe bir izndir. Ayrıca, Allahü teâlâ tarafından mü’minlere bir yardımdır. Çünki, Kur’ân-ı kerîmde, fazîlet ve üstünlüğün, sâdece afv ve muhabbetde olduğu bildirilip de, böyle iznler, müsâadeler bulunmasaydı, müslimânlar da, hıristiyanlar gibi, kitâblarının ahkâmını yâ terk etmeğe veyâ bu papaz gibi yalan ve iftirâ yap-mağa mecbûr olurlardı. Çünki, böyle sâdece afv ve muhabbet ile medeniyyet âleminde hiç bir kavmin yaşaması mümkin değildir. Bunun en tuhaf misâli, bu gibi emr ve ta’lîmâtın netîcesinde, hıristiyanların, İncîllerin teşvîk etdiği, (sıkıntılara katlanma, muhabbet ve afvın) tam tersine, bir diğeri aleyhine kin sâhibi olmalarıdır. İncîllerin teşvîk etmiş oldukları (sıkıntılara katlanma, muhabbet ve afvın) hıristiyanların ahlâkına ne kadar menfî te’sîri olduğunu, târîhler bize açıkca göstermişdir. İncîllerin emrlerinin tersine, hıristiyanların birbirlerine yapdıkları zulmlerden ba’zılarını sırası geldikce yukarıda zikr etmişdik. Burada hayret edilecek bir diğer husûs da, bu papazın, yukarıdaki âyet-i kerîme-
ye istinâden, islâm kabîlelerinden ba’zılarının, kâtilin akrabâsından birini öldürdüklerine üzülmesi ve merhamet etmesidir. Ancak, böyle bir kötülüğün insanlardan meydâna gelmesine acımakla berâber, Âdem aleyhisselâmdan meydâna gelen bir zellenin [hatânın] altı bin sene müddet ile dünyâya gelip giden milyonlarca evlâdına ve bilhâssa Peygamberlere “aleyhimüsselâm” sirâyet ederek, babalarının yapdığı bir işden dolayı, cezâ görmelerine ve katlden çok dahâ şiddetli olan, Cehennem ateşinde azâb olunmalarına inanmakdadır. Ayrıca, bütün kâinâtı yokdan var eden Allahü teâlânın, irtikâb olunan bu günâhı afv edemeyip, başka çâre bulamadığı için, biricik oğlunu hazret-i Meryemden tevellüd etdirerek dünyâya göndermesine ve Mesîhin, istemiyerek çeşidli hakâretler ile çarmıha gerdirmesine, bu papaz inanmakdadır. Ya’nî, kâtilin yerine akrabâsının cezâlandırılması şeklindeki bir fi’lin, beşerden meydâna gelmesine râzı olmamakda, fekat yukarıda saydığımız diğer zulmlerin hâşâ Allahü teâlâdan zuhûr etdiğini, kabûl etmekdedir.
Erkek ve kadın hırsız hakkında, el kesme emrinin tatbîk edilmemesi, sâdece Osmânlı devletinde sonradan meydâna gelmiş bir hâdise değildir. Dahâ önceki islâm devletlerinde de, asrlardan beri tatbîk edilmemişdir. Şerâb içmek, yalan yere şâhidlik yapmak, iffetli kadına iftirâ etmek ve zinâ hadleri de, birkaç hâdise dışında tatbîk edilmemişdir. Çünki, bu cezâları tatbîk etmek için, ba’zı şartların bulunması lâzımdır. Şartları bulunmadan cezâ verilemez. İslâm devletlerinde, bu cezâyı tatbîk edecek şartları bulunan vak’a zuhûr etmemişdir. Bunun da sebebi, Kur’ân-ı kerîmde, bu suçları işleyenler için bildirilmiş olan, ağır cezâlardır. İslâm devletlerinde had cezâlarını hâkimler dahî afv edemez. Had cezâsını îcâb eden suç işleyenlere, cezâları herkesin gözü önünde tatbîk edilir. Bu ağır cezâlara çarpdırılmak korkusundan, kimse bu suçları işlemez, işleyemez.
[Bekara sûresinin yüzyetmişdokuzuncu âyetinde meâlen: (Ey akl sâhibleri, sizin için kısâsda hayât vardır) buyurulmuşdur. Ba’zı kimseler, (Adam öldürmekde hiç hayât olur mu?) diyebilir. İnsanlar, kendilerinin öldürülmesi korkusundan bir başkasını öldürmekden korkarlar. Can korkusundan dolayı adam öldürmeğe teşebbüsetmezler. Öldürmek vak’ası olmayınca, cem’iyyet, millet hayât bulur ki, âyet-i kerîme de bunu bildirmekdedir.
Bugün, hukûk okuyan bir kimse iyice bilir ki, müeyyidesiz [cezâsız] hiç bir kanûn tatbîk edilemez. Bu müeyyide, yâ para cezâsı, yâ hapis, yâ da ölüm cezâsıdır. Bunu, günümüzde bütün dünyâ hukûkcuları haykırırken, Allahü teâlânın emri olan cezâlara
karşı çıkmak doğru olur mu? Hiç bir fıtratın kabûl etmediği komünizm, son derece vahşiyâne müeyyideler ile yayılmış ve hâlâ bu müeyyideler ile ayakda tutulmağa çalışılmakdadır. Aynı şeklde papazlar, ilm ve fen adamları, akl ve mantığın kabûl edemiyeceği, hıristiyanlık akîdelerini terk etmişlerdir. İçlerinde, islâmiyyeti tanımak fırsatını bulanlar, hemen müslimân olmakdadırlar. İslâmiyyeti tanımak şerefine kavuşamıyanlar, dinsiz ve marksist olmuşlardır. Hıristiyan gençleri arasında, (Hippilik), (eşkıyâlık), (anarşi) gibi birçok sapık cereyânlar ortaya çıkmışdır. Bu gençlerden Avrupa halkı da korkmakdadır.
Bugün, gazete ve mecmû’alarda, Avrupa memleketlerinde, birçok kilisenin satıldığını okumakdayız. Bunların çoğunu, müslimânlar satın almakda ve câmi’ yapmakdadırlar. Kiliselere, dahâ çok ihtiyârlar devâm etmekdedir. İmkân bulsalar, papazların, bugün de engizisyon mahkemeleri kuracaklarında, hiç şübhe yokdur. Misyonerler, Avrupada kıymetini temâmen gayb eden hıristiyanlığı, Afrikada ve geri kalmış diğer dünyâ devletlerinde yaymağa çalışmakdadırlar.
Şunu tekrar bildirelim ki, Kur’ân-ı kerîmde suçluya verilen cezâlar, vücûdda kangren olmuş bir yarayı kesip almağa benzer. Eğer o yara alınmazsa, bütün vücûd zarar görür. Suçluya da, cezâ tatbîk edilmezse, bütün cem’iyyet zarar görür. Bir şahsın zarârı, elbette cem’iyyetin zarârına tercîh edilir. (Def’i mefâsid, celb-i menâfi’den evlâdır.)
İslâmiyyetde el kesme cezâsı, her hırsızlık yapana tatbîk edilmez. Bunun çeşidli şartları vardır. Bu cezâ, başkalarının iznsiz olarak açmaları veyâ girmeleri câiz olmıyan yerden, dâr-ül-islâmda, bir def’ada on dirhem gümüş parayı veyâ on dirhem gümüş değerinde olan her dinde mütekavvim olan, ya’nî kıymetli olan ve durmakla bozulmıyan malı, müslim veyâ gayr-i müslimden çalan kimseye tatbîk edilir. On dirhem gümüş 33,5 gramdır. Bunun da kıymeti takrîben yedide biri olan 5 gram altındır. Et, sebze, meyve ve sütü çalanın eli kesilmez. Hırsızın ikrâr etmesi veyâ iki şâhid ile sir-kat anlaşıldıkdan sonra, mal sâhibi, bu kimse benim malımı çalmadı veyâ ona hediyye, emânet etmişdim veyâ şâhidler doğru söylemiyor derse kesilmez. Hâkimin, böyle söylemesini mal sâhibine teklîf etmesi sünnetdir. Bunların tafsîlâtı fıkh kitâblarında yazılıdır. Papazın islâmiyyeti bilmediği, hele fıkh kitâblarından hiç haberi olmadığı, buradan da anlaşılmakdadır.]
Protestan papazlarının islâm dînine i’tirâzlarından biri de, köle sâhibi olmanın islâm dîninde câiz olmasıdır. Bu papazlar, (Mûsâ aleyhisselâmın şerî’ati köleliğin esâslarını gereği gibi ha-
fîfletmekle berâber, esîrleri kanûnun himâyesi altına almışdır. Ancak, esîrlerin alınıp satılmasına cevâz vermiş, müsâade etmişdir. Fekat hıristiyanlığın rûhu buna temâmen muhâlif olup, hâkim olduğu her yerde esîrlik, kölelik müessesesini lağv etmekdedir) demekdedirler.
CEVÂB: Papazların bu i’tirâzı, sâdece islâm dînine mahsûs olmayıp, Îsâ aleyhisselâmın temâm etmeğe me’mûr olduğu, Mûsâ aleyhisselâmın şerî’atine de şâmildir. Bunun için, kendilerinin hıristiyan olmalarından şübhe edilir. Çünki, köleliğin yasaklanmasına dâir, mevcûd İncîllerde tek bir harf dahî yokdur. Bunun için,Îsâ aleyhisselâmın şerî’atinde de, tabîî olarak mûsevîlikdeki hükmün devâm etmesi îcâb eder. Fekat bu papazlar, yeni fikrler ile yetişmiş Avrupalılardan oldukları için, köleliği insanlığa muhâl görüyor ve kaldırılmasını arzû ediyorlarsa, bu işe dinleri karışdırmayıp, sâdece aklen köleliğin, esîrliğin kötülüğünden bahs etmeleri îcâb ederdi. Bunun için, papazların bu i’tirâzları dînî mes’elelerden olmadığı için, cevâb vermek îcâb etmez. Ancak, islâmiyyetde mevcûd olan kölelik ile, hıristiyanların bildikleri kölelik arasında olan farkı anlatmak fâideli olacakdır. Bu husûsu kısaca bildirelim:
Herkesin ma’lûmu olduğu üzere, kölelik müessesesi insanlığın yeryüzünde zuhûrundan beri mevcûddur. Her millet esîrleri hakkında kötü muâmelelerde bulunmuş ve hiç bir milletde, köle ile efendisi arasındaki hukûk, müsâvî tutulmamışdır. Eski yunanlıların buna dâir muhtelif kanûnları hâlâ kitâblarda yazılıdır. Roma-lılarda ise, köleler için tatbîk edilen şiddet, zulm, tahkîr ve vahşîlikler, hiç bir milletde görülmemişdir. Buna âid olan tafsîlâtlı kanûnlar, kitâblarında yazılmışdır. Yine Asya ve Afrikada çok eski zemânlardan beri, bu âdet mevcûd idi. Köle ticâretinin en çok kârcısı, Avrupalılar olmuşdur. Bu ticârete, ilk olarak, mîlâdî ondördüncü asrda, Portekizliler başlamışdır. Dahâ sonra Amerika keşf olununca, misyoner papazlar, bir yandan Amerikanın yerli ehâlîsi olan kızılderilileri yok ederek Amerika topraklarını boş bırakıyor, bir yandan da Portekizliler, İngilizler ve Fransızlar, Afrikadan zencîleri kaçırıp, gemilerine yükleyerek Amerika esîr pazarlarında köle diye sürü hâlinde satıyor ve milyonlarca para kazanıyorlardı. Hattâ, bu çâresiz insanları doldurdukları gemiler, husûsî sûretde yapılıp, ambarlarına birbiri üzerine bu zevallılar dolduruluyordu. Nefes alamıyarak, yolculuk esnâsında, yarısından fazlası ölüyordu. Fekat, kalanları ile arzû etdikleri ticâreti yapmakdaydılar. Zencîlerin bu zillete dayanamayıp, geminin ambarında isyân etdikleri de oluyordu. Bu hâlin vukûunda, esîrle-
ri yukarıdan silâh ile öldürmek için, güverte tahtasında mazgal delikleri bırakılıyordu. Protestanların hâmîsi olan İngiliz kraliçesi Elizabeth, esîr ticâretini meşru’ sayarak teşvîk etdi. Fransa kralı Onuncu Lui, bunu iyice yaymışdı. Fekat, 1194 [m. 1780] senesinde Amerikada Pansilvanya ehâlîsi, bunun yasaklanmasına çalışdı. Bundan oniki sene sonra Danimarka, ondan sonra 1807, 1811 ve 1823 senelerindeki tenbihnâmeler ile İngiltere ve 1814 ve 1818 târîhlerinde Fransa ve 1841 de Prusya ve Rusya devletleri esîr ticâretini yasakladılar. Ancak, bunları satanlar hıristiyan tüccârlar olduğu gibi, alanlar da hıristiyan olduğundan, zevâllı zencîler bunların ellerine düşdükleri zemân, evvelâ vaftîz edilerek hıristiyan yapılıyordu. Dahâ sonra gece-gündüz, yaz ve kış çeşid çeşid sefâletler içinde çalışıp, efendilerine para kazandırmak için tarlalara, çiftliklere ve ma’denlere gönderiliyorlardı. 1860 târîhinde şimâl ve cenûb Amerika devletleri arasında başlıyan harb ve çarpışmalar, bu esîrlik mes’elesi yüzünden meydâna gelmişdir. Bununla berâber, Amerika kıt’asında yüzbinlerce zencî alınıp sa-tılmakda ve nice hıristiyanlar, onların yüzünden milyonlarca dolar kazanmakdadırlar. Şimdi kölelik denilince, bütün Avrupalılar, Amerikadaki zillet ve sefâlet içerisinde olan zencîleri düşünerek, nefret ederler. [Hâlbuki, bu zevallıların sefâletini hâzırlıyan, onlara akl almaz işkenceler yapanlar hep hıristiyanlardır.]
Avrupalılar islâm memleketlerinde yasaklanmasını istedikleri köleliği, kendi memleketlerinde ve Amerikadaki kölelik gibi zan ederler. Hâlbuki, müslimânlar arasında olan esâretin hürriyyetden farkı, sâdece belli bir bedel ile, bir elden diğer bir ele nakl olunmakdan ibâretdir. Esîrler ücretli bir işçiden fazla, hiç bir hizmetde bulunmazlar. Esîrlerin islâmiyyetde çekdikleri zahmet, yalnız terbiye, ilm tahsîli ve edeblenme husûslarındadır. İslâm devletinde, harbde alınan esîrler, aslâ öldürülmez. Harb meydânında dahî, aç ve susuz bırakılmaz. Harbden sonra, gâzî müslimânlara, ganîmet malları taksîm edilirken, köle ve câriyeler de, bunlara dağıtılır. Harbden sonra, gâzîler köle ve câriyelerini, yâ kendileri hizmetci olarak kullanırlar, yâhud başkalarına satarlar. Görülüyor ki, islâmiyyetde köleler, hıristiyanların Afrikadan ve Asyadan gizlice veyâ zorla kaçırdıkları hür insanlar ve bunların çocukları değildir. Hür insanı kaçırmak, bunları köle olarak satmak, islâmiyyetde büyük günâhdır. İslâm devletinde, köleler ilmde ve siyâsetde, en yüksek makâmlara kavuşmuşlar, hattâ sadrazam dahî olmuşlardır. Osmânlı memleketlerinin büyük sülâlelerinde, sultân hanımların çoğu esîrlerden idi. Kölesini kendine dâmâd yapmış ve câriyesini nikâh ile kendine zevce
edip, mal ve mülküne vâris kılmış, binlerce müslimân vardır. Bir müslimân, köle ve câriye satın aldığı zemân, onun yiyeceği, giyeceği ve diğer ihtiyâçları ve muâmelâtdaki hukûkunun bütün mes’ûliyyetleri hep bu kimseye âid olur. Köle ve câriyesini yidirmek, içirmek, giydirmek ve gönlünü hoş tutmak mecbûriyyetindedir. Onları aslâ dövemez, yapamıyacakları iş veremez ve hakâret edemez. İslâmiyyetde, köle azâd etmek en büyük ibâdetdir.Öyle büyük günâhlar vardır ki, ancak köle azâd etmekle afv olunur. Yedi sekiz sene hizmetden sonra, kölesini azâd edip, onu evlendirmek de, müslimânların seve seve yapdıkları, âdetlerdendi. Bunların hâli, Avrupadaki ve Amerikadaki esîrlerin ahvâline kıyâs ve tatbîk edilebilir mi?
[Bu bahsi bitirmeden önce papazlara diğer bir husûsu da hâtırlatmak isteriz. Müslimânların ellerinde bulunan esîrlerin akrabâ ve yakınları, kendi esîrlerini kurtarmak için, para ile, müslimânlara mürâceat edip, kendi esîrlerinin fidyesini ödeyerek kurtarmışlardır. Fekat bu esîrler müslimânlardan gördükleri şefkat, merhamet ve insanlık sebebi ile kendilerini kurtaran akrabâları ile kendi memleketlerine dönmek istememişlerdir. Müslimânların yanındaki esâreti, kendi akrabâ, anne ve babalarının yanındaki hürriyyete, tercîh etmişlerdir. Bunun elbette bir sebebi vardı. Peygamberimizin kölesi Zeyd bin Hâriseyi kendi memleketine götürmeye gelen babası ve amcası, Peygamberimize ne kadar para isterse ödeyeceklerini, Zeydi kendilerine vermesini ricâ etdiler. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” her hangi bir ücret istemedi. Zeyd bin Hâriseye “radıyallahü anh”, serbest olduğunu, isterse babası ve amcası ile gidebileceğini bildirdi. Zeyd bin Hârise, babası ve amcasının bütün yalvarmalarına rağmen; Peygamberimizden ayrılamıyacağını bildirdi. Bunun misâlleri çokdur. Papazlar, acabâ buna ne cevâb verirler?]
Hıristiyanların, islâm dînine yapdıkları i’tirâzlardan biri de, teaddüd-i zevcât, ya’nî dörde kadar evlenme ile, talâk, ya’nî boşama mes’eleleridir. Hıristiyanlar, (Mûsâ aleyhisselâmın şerî’atinde, teaddüd-i zevcâtın yasaklanmasına dâir bir kanûn bildirilmemişdir. Talâk için de, açıkca izn verilmişdir. Hâlbuki, Îsâ Mesîhin İncîli, doğrudan doğruya her ikisini de men’ etmiş, yasaklamışdır. Kur’ân-ı kerîm ise, birden fazla evlenmeğe izn vermişdir. Nisâ sûresinin üçüncü âyetinde meâlen: (Size halâl olan kadınlardan ikişer ikişer, üçer üçer, dörder dörder nikâh ediniz) buyurulmuşdur. Bu âyet-i kerîme ile dörde kadar, nikâh ile evlenilebilmekdedir. Bundan başka, islâm dîni, erkeklerin canı istediği zemân câriyeler satın almasına da müsâade etmişdir. Bu ise,
kadınlara, Allahü teâlânın tahsîs buyurduğu hâle ve insanların âdil arkadaşı ve yardımcıları olmak mertebesine uygun değildir. Bu hükm, kadınları bir hizmetci derecesine indirmişdir. Birkaç kadınla evlenmek, mes’ûd bir evliliğe muhâlifdir. Çünki, zevc ile zevcenin tam olarak anlaşması ve tanışmalarına mâni’ olup, sülâlenin emniyyet ve se’âdetini ortadan kaldırmakdadır) demekdedirler.
Papazlar, âdetleri olan, hîlekâr fikrlerinden dolayı, burada da, âyet-i kerîmeyi işine geldiği yere kadar yazmış, sonraki kısmını yazmamışdır. Nisâ sûresinin üçüncü âyetinin temâmında meâlen: (Eğer yetîm kızların haklarını [kendileri ile evlendiğiniz takdîrde] gözetemiyeceğinizden korkarsanız, onlardan başka kadınlardan halâl olanları, ikişer ikişer, üçer üçer ve dörder dörder nikâh edin. [Ya’nî dört kadından fazlası ile evlenmeyin.] Eğer o kadınlar arasında adâlet yapamıyacağınızdan korkarsanız, birini ihtiyâr edin [seçin]. Yâhud, sâhib olduğunuz câriyeleri ihtiyâr edin. İşte bu bir zevce, yâhud câriyeler ile kanâat etmeniz, adâletden ayrılmamaya dahâ yakındır) buyurulmuşdur. Bu âyet-i kerîmenin meâlinden anlaşılır ki, dahâ önceki kavmler [bilhâssa arablar] arasında, evlenilecek kadın için belli bir aded olmadığından, bir kimse beş, on, yirmi kadınla evlenebiliyordu. İslâm dîni bunu dörde indirmişdir. Ayrıca, buna zevceler arasında adâlet yapmağı da şart koşmuşdur.
Hanımları arasında adâleti yerine getirmekde olan zorluklar göz önüne getirilirse, aklı olan ve adâletsizlikden korkan kimse için, bir kadından fazlası ile evlenmek mümkin olamaz. Ya’nî islâm dîni zâhirde dörde kadar evlenmeğe ruhsat [izn] verdiği hâlde, ortaya koyduğu adâlet şartı ile, zımnen birden fazla evlenmemeği tenbîh etmişdir. Hattâ, Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem” hanımlar arasında adâletin nasıl olacağı sorulduğu zemân, (Birinin elinden bir bardak su içersen, diğerlerinin ellerinden de bir bardak su içmekdir) cevâbını vermişdir. Bunu tatbîk etmek, bir kimse için çok zor olduğundan, islâm dîni bir kadınla evlenmeği tavsiye etmekdedir.
Papazların, İncîller birden fazla kadınla evlenmeği doğrudan doğruya men’ etdi [yasakladı] demeleri, İncîllerde bildirilenin tersidir. Çünki İncîllerde, (Birden fazla kadınla evlenmeyin) diye bir nehy mevcûd değildir. Fekat, Matta İncîlinin ondokuzuncu bâbının üçüncü ve devâmındaki âyetlerinde, (Ferîsîler Îsâyı deniyerek gelip dediler: Her sebeb ile hanımını boşamak câiz midir? Îsâ cevâb verip: Başlangıçda yaratan onları erkek ve dişi yaratdığını ve “Bunun için insan babasını ve anasını bırakacak ve hanımına yapışacakdır ve ikisi bir beden olacakdır” dediğini okumadı-
nız mı? Artık onlar iki değil, fekat bir vücûddurlar. İmdi Allahın birleşdirdiğini insan ayırmasın) dedi. Bundan, birden fazla kadın ile evlenmenin yasaklandığı anlaşılamaz. Fekat, her zevce, zevci ile tek bir vücûd kabûl edildiğinden, boşamak işinde ileri gidilmemesini emr etdiği anlaşılır. Hâl böyle olunca, papazlar, yalnız islâm dîninin değil, Îsâ aleyhisselâmın, temâm etmeğe me’mûr olduğu,Mûsâ aleyhisselâmın şerî’atinin de bâtıllığını iddiâ ederek, Îsâ aleyhisselâmın dîninden çıkmış oluyorlar.
Talâk işinde de hâl böyledir. İncîllerde, zinâdan başka bir sebeb ile talâk vermekden nehy vardır. Ancak, bu İncîllerin doğruluğu bizce şübheli olduğundan, bu nehyin, Îsâ aleyhisselâma vahy olunan hakîkî İncîl âyetlerinden olduğunu kabûl edemeyiz. Buna ba’zı delîllerimiz vardır:
1 - Bu bahs, Matta İncîlinde görülen, garîb bir âyetde yazılıdır. Mattanın ondokuzuncu bâbının üçüncü ve devâmındaki âyetlerde diyor ki, (Ferîsîler, Îsânın yanına gelip onu deniyerek dediler: Her sebeb ile karısını boşamak câiz midir? Îsâ cevâb verip dedi: Başlangıçda yaratan onları erkek ve dişi yaratdığını ve “Bunun için insan babasını ve anasını bırakacak ve zevcesine yapışacakdır ve ikisi bir beden olacakdır” dediğini okumadınız mı? Onlar artık iki değil, fekat bir bedendirler. İmdi Allahın birleşdirdiğini insan ayırmasın. Onlar Îsâya dediler: Öyle ise, Mûsâ niçin bir boşanmakâğıdı vermeği ve kadını boşamağı emr etdi? Îsâ onlara dedi: Kalblerinizin katılığından dolayı hanımlarınızı boşamanıza Mûsâ müsâade etdi. Fekat başlangıçda böyle değil idi. Ben size derim: Kim zinâdan başka bir sebeb ile zevcesini boşar ve başkası ile evlenirse, zinâ eder. Boşanmış olan kadınla evlenen de zinâ eder. Şâkirdler Îsâya dediler, eğer erkeğin hanımı husûsunda hâli böyle ise, evlenmek hayrlı değildir. Fekat Îsâ onlara dedi: Bütün adamlar bu sözü kabûl edemez. Ancak kendilerine kabûlü verilmiş olanlar kabûl eder. Çünki ba’zı anadan doğma hadımlar vardır ve ba’zısı insanlar tarafından yapılmış hadım vardır. Göklerin melekûtu uğrunda kendilerini hadım edenler de vardır. Kabûl edebilen bunu kabûl etsin) demekdedir.
Bu ibâredeki birinci süâlin cevâbında, Mûsâ aleyhisselâmın boş kâğıdı verme izninin sebebi bildirilmekde ve kalblerin katılığından dolayı, hanıma boşama kâğıdı vermeğe Mûsâ aleyhisselâmın izn verdiği bildirilmekdedir. Bu, hem Mûsâ aleyhisselâma, hem deÎsâ aleyhisselâma, ayb ve kusûr isnâd etmek olur. Çünki, bu cevâbdan, Allahü teâlânın emri olmaksızın Mûsâ aleyhisselâmın kendiliğinden emr ve nehy yapabildiği, hattâ başlangıçda böyle değil iken, Benî İsrâîlin kalblerinin katılığından dolayı, boşa-
mağa izn vermiş olduğu ma’nâsı çıkar. Bir diğer husûs da: Kalb katılığı, talâka sebeb olan hâllerden olmadığı için, böylesine saçmabir cevâbı Îsâ aleyhisselâma nisbet etmek rezîlliği ortaya çıkar. Diğer bir garîblik de şudur: Îsâ aleyhisselâm Ferîsîler ile konuşurken, şâkirdler konuşmaya karışarak sohbeti bozup, (Eğer zinâdan başka bir sebeb ile zevceyi boşamak yoksa, evlenmek hayrlı değildir) sözünü söylemeleridir. Çünki, havârîlerin önceki Peygamberlerinkitâblarına bilgileri gâyet az idi. Îsâ aleyhisselâm ise, tam vâkıf idi.Havârîlerin Îsâ aleyhisselâma karşı i’tirâz eder gibi böyle bir sözü söylemelerine hayret edilir. Çünki bu hükm, akla, hikmete ve âdete o kadar muhâlif görünmüş ki, Îsâ aleyhisselâmın düşmanlarından önce, kendi şâkirdleri, kendisine i’tirâz etmişler demek olur. Bir diğer garîblik ise, şâkirdlerin i’tirâzına karşı evlenmemeği, hadım kimseler gibi kabûl edip, onları üç kısma ayırarak, kiminin yaratılışdan, kiminin insanlar tarafından yapılmış, kiminin göklerin melekûtuna kavuşmak arzûsu ile hadımlığı ihtiyâr etdikleri tafsîlâtını, Îsâ aleyhisselâma isnâd etmekdir. Hadım olan kimselerin evlenmemeleri tabîî olup, evliliği kabûl etmelerinin veyâ etmemelerinin onlarca bir kıymeti yokdur. Ayrıca, burada aslâ münâsebeti olmıyan hadımlığın çeşidlerinin anlatılması da temâmen hezeyândır. Îsâ aleyhisselâm gibi, şânı yüksek bir Peygambere böyle şeyler yakışdırılamaz. Onun derecesinin pek yüksek olduğundan şübhe olunamaz.
2 - Îsâ aleyhisselâm, (Ben şerî’ati yıkmağa değil, temâm etmeğe geldim) deyip dururken, Mûsâ aleyhisselâmın şerî’atinde olan böyle bir esâsı, böyle bir hükmü değişdirmiyeceği meydândadır.
3 - Matta İncîlinde yazılı olan bu bahs, Markos İncîlinin onuncu bâbında da anlatılmakdadır. Markosda, şâkirdlerin sordukları süâl ve sonradan (Evlenmemek dahâ hayrlıdır) dedikleri gibi birşey ve hadım olanların çeşidleri ile ilgili, her hangi bir şeyin bulunmamasıdır. Matta İncîlinde bildirilen bu haber mütevâtir olsa idi, Markos, Matta İncîlinden anlatılan bu bahsin baş tarafını yazdığı gibi, son tarafını, ya’nî havârîlerin süâlleri ve bunun cevâbı ve hadım olanlar ile ilgili kısmlarını da yazardı.
4 - İki İncîlin ibâreleri arasında, ma’nâ cihetinden olan farklılıkdır. Çünki Markos İncîlinin onuncu bâbının ikinci âyeti ve devâmında, (Ferîsîler geldiler ve onu deniyerek: Adama zevcesini boşamak câiz mi? diye kendisinden sordular. O da bunlara şöyle cevâb verdi: Mûsâ size ne emr etdi? Onlar da dediler: Mûsâ bir boşanma kâğıdı yazmağa ve kadını boşamağa müsâade etmişdir.Fekat Îsâ onlara dedi ki, yüreklerinizin katılığından dolayı size bu emri yazdı. Fekat hilkatin başlangıcından Allah onları erkek ve
dişi yaratdı) demekdedir.
Matta İncîlinin ondokuzuncu bâbının sekizinci âyetinde ise, (Yüreklerinizin katılığından dolayı, zevcelerinizi boşamanıza Mûsâ müsâade etdi. Fekat başlangıçdan böyle değil idi) demekdedir. Bu iki ibâre arasında iki şeklde ayrılık vardır: Birinci ayrılık, Matta İncîlinin ibâresinde, Mûsâ aleyhisselâmın talâka izn verdiği anlaşıldığı hâlde, Markosun ibâresinden, Mûsâ aleyhisselâmın talâkı emr etdiği anlaşılmakdadır. İkinci ayrılık ise, Matta İncîlinin ibâresine göre, Mûsâ aleyhisselâmın şerî’atinden önce talâk yokmuş, sonradan Benî İsrâîlin kalblerinin katılığından dolayı, Mûsâ aleyhisselâm onlara talâk için izn vermişdir. Markosun bildirdiğine göre ise, başlangıçdan kelimesi yerine hilkatden, ya’nî yaratılışdan kelimesi kullanılmışdır. Markosun ibâresindeki ma’nâ, ilk yaratılışdan Allahü teâlâ onları erkek ve dişi yaratdı demek olur ki, Matta İncîlinin ibâresine muhâlifdir.
5 - [İncîllerin bildirdiğine göre], Îsâ aleyhisselâm, Dâvüd aleyhisselâmın sülâlesinden olmakla iftihâr etmişdir. Dâvüd aleyhisselâmın, müteaddid zevceler sâhibi olduğunu bildiği hâlde, birden başka kadınla evlenmeği nehy etmesini, akl kabûl edemez.
Bu delîller ile, biz bu âyetlerin, Îsâ aleyhisselâma Allahü teâlâ tarafından inzâl edilen, hakîkî İncîl âyetlerinden olmayıp, sonradan İncîllere sokuşdurulmuş olduğunu isbât ederiz. Eğer papazların, tersini isbât etmeğe delîlleri var ise, beyân etmelidirler. Bizlere çok garîb görünen bir husûs da, islâm dînindeki talâka izn verilmesine i’tirâzın, protestanlar tarafından yapılmasıdır. Çünki târîhlerde bildirildiği gibi, mîlâdın dörtyüz târîhine kadar hıristiyanlar arasında, talâka dâir aslâ bir münâkaşa ve ihtilâf vukû’ bulmamış ve Tevrâtın hükmü ile amel olunmuşdu. O asrda, Sent Augustin ismindeki piskopos talâkı kesinlikle nehy etdi. Katolik kilisesi, bugün hâlâ onunla amel etmekdedir. [St. Augustin, katoliklerin azîzlerinden olup, mîlâdın 430 senesinde, Tunusun Bone şehrinde öldü.] Avrupalı hıristiyan krallardan ba’zıları için, papazların talâka izn verdikleri de oldu. Fekat bunlar, siyâset îcâbı olduğu için, kilise buna i’tibâr etmeyip, görüşleri bugün yine talâkın câiz olamıyacağı, şeklindedir.
Protestanlar, katolik kilisesinin talâk verilmiyeceği görüşüne i’tirâz etdiler. Luther, diğer husûslarda olduğu gibi, talâk husûsunda da, katolik kilisesine muhâlefet etdi ve talâka ruhsat verdi. O hâlde, protestanların talâka i’tirâzları, kendi dinlerinin kurucusu olan, Luthere de i’tirâz olur.
Bu papaz, birden fazla evlenme ve talâkın ba’zı ahvâlde lüzûmlu ve güzel birşey olmayıp, bil’aks nice zararların meydâna çık-
masına sebeb olduğunu uzun uzun beyân ederek, islâm kadınlarının da zihnlerini karışdırmak ve sapıtmak için, hayli sıkıntılara girmişdir. Mâdem kendisi, nakli bırakıp, aklî deliller ile fesâd çıkarmağa çalışmakdadır. Biz de onun iftirâlarının aklî olan mahzûrlarını beyân edelim:
Her iklimin kendine mahsûs tabîati ve te’sîrleri olduğu gibi, her iklîmde bulunan milletler ve kavmlerin de, kendilerine mahsûs bir takım millî örf ve âdetleri vardır. Asrlardan beri, o âdetlere alışmış olduklarından, onu terk etmeleri mümkin değildir. Çünki bu âdetlerin ekserîsi, o iklîmin havası ve suyu ile yoğrulmuş olan huylarının îcâbıdır. Onları, bu huylardan vaz geçirmek, bir şeyin mâhiyyetini değişdirmek gibidir. İşte, teaddüd-i zevcât ve talâk husûsu da, ekvatora yakın olan ve havası sıcak olan memleketlerin ehâlîsi arasında, uzun zemândan beri mevcûd olan, bir örf ve âdet idi. İmkân sâhibi olanların, çok kadını nikâh etmeleri; Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” zemânına kadar devâm etdi. Bundan sonra, Kur’ân-ı kerîm nâzil olmuş ve Kur’ân-ı kerîm bu kadın sayısını dörde indirmişdir. Buna da, adâlet şartını koyarak, zımnen bu sayıyı bire tahsîs etmişdir. Buna göre, arab kavmi gibi pek çok kadın ile evlenmeğe alışmış bir kavmi, dörde kadar kadınla evlenmeğe alışdırmak [ve eski âdetlerinden vaz geçirmek] Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” mu’cizelerindendir. Bununla berâber, Asya ehâlîsinin meşreb ve yaratılışları, Avrupalılara benzemediğinden, onlar birden fazla kadınla evlendikleri zemân, papazların zan etdikleri kadar uygunsuzluklar meydâna gelmez. Çünki evlenmek üç sebeb ile olur:
1 - İnsan neslinin devâmı,
2 - Bir başkasının mülküne tecâvüzden ve zinâdan sakınarak, iffet ile yaşamak,
3 - Ev işlerinin güzel bir şeklde tanzîmi ve malların ve eşyânın muhâfazasıdır.
Bir kadın çocuk sâhibi olamadığı zemân, evliliğin birinci sebebi yerine gelmeyip, insan neslinin inkıtâına sebeb olur. Eğer zevce bir hastalığa mübtelâ veyâ yaratılışda bünyesi gâyet za’îf olur, zevcinin bünyesi de kuvvetli ve sıhhatli olursa, evliliğin ikinci sebebi de zâil olur. Bunun zâil olması ise, zinâ gibi, pek büyük bir fesâda sebeb olur. Bir diğer husûs da, eğer kadın müsrif, sefîh, itâ’atsiz, hâin ve kötü huylu ve kötü dilli olursa, üçüncü sebeb de yok olmuş olur. Böylece erkek ömrünün sonuna kadar, garîblik, eziyyet ve hüsrân içerisinde bulunur. Zengin ve haysiyyet sâhibi nice hıristiyan vardır ki, hanımı çocuksuz veyâ yaşlı veyâ sefîh ve kötü huylu olduğu için, onu boşayarak bir diğerini ala-
maz. Böylece, hıristiyan olduğuna, günde bin kerre pişmân olur. Fekat müslimânlarda, zevcesini boşamak zevcin ihtiyârı altında olduğundan, zevcesi kendisine muvâfık olmazsa, boşayarak ondan ayrılır. Zevcesi kendisine muvâfık olduğu takdîrde, ömürlerinin sonuna kadar, mes’ûd olarak berâberce yaşarlar. Müslimânların ekserîsi böyledir. Bunun için, islâm milletlerinde, müslimân olduklarına üzülmelerine ve pişmân olmalarına hiç bir sebeb yokdur.
Bu husûsdaki bir diğer incelik de, hıristiyanlar evlenmeden önce birbirleri ile görüşüp, konuşurlar. Bu sebeb ile, iki taraf birbirlerinin ahlâkını, tavrlarını inceleyip öğrendikden sonra, tarafların muvâfakati olursa evlenirler. Fekat iki taraf da birbirlerine hoş görünmek için berâber bulundukları sırada, gâyet ihtiyâtlı davranıp, kötü huylarını birbirlerine his etdirmemeğe çalışır, birbirlerini aldatırlar. Ancak tecribesizlikle, gençlikden gelen duyguların ve şehvânî kuvvetlerin te’sîri ile, önceden tanışmalarının fâidesi olmaz. Bunun da delîli, hıristiyan âilelerin çoğunda, evlendikden sonra görülen hoş olmıyan hâllerdir. Her memleketde, bilhâssa Avrupada, sâdece zevcesi ile ömrünün sonuna kadar berâber yaşayıp, başka bir kadınla ilgisi olmamış güçlü, kuvvetli kimse pek azdır. Bu da tabî’î bir işdir. Çünki, onlarda kadınlar ile görüşmek memnû’ olmadığından, herkes zevcesini alıp balolara, [tiyatrolara, sinemalara ve diğer eğlence ve içki yerlerine ve] müsâfirliğe giderler. Orada, kendi zevcesi ile berâber oturmak ayb olduğu için, herkes zevcesini başka bir erkeğe teslîm eder. Kendisi de, bir başkasının zevcesini alarak dans ederler ve birbirlerini aldatırlar. İnsan nefsinin îcâbı, zemân ile her şeyden bıkkınlık ve usanç gelir. Bir kimsenin zevcesi, ne kadar güzel ve iyi ahlâk sâhibi olsa, zemân ile başlangıçdaki muhabbet ve ateşi azalır. Böyle bir mahalde, gerek erkek, bir diğer kadına ve gerek zevce, bir diğer erkeğe çâresiz meyl eder. Hıristiyan memleketlerinde, kadınlar ve erkekler, birbirleri ile karışdıkları, görüşdükleri ve konuşdukları için, zinâ etmeden ömr geçirmiş bir erkek ve kadın pek nâdir bulunur. Kadın erkek, hiç bir çekinme ve kaçınma olmaksızın, berâber oturmaları, konuşmaları ve görüşmeleri ile, kadınlara hurmet ediyoruz ve haklarını yerine getiriyoruz dedikleri hâlde, onları bu tehlükelere kendileri düşürerek, hakîkatde kadınları tahkîr etmekde, aşağılamakda ve ticâret metâ’ı olarak kullanmakdadırlar. Fekat müslimânların zevceleri, ırz, nâmûs ve hayâ sâhibi olarak, zevcleri yanında [ve her yerde] muhterem olduğundan, zevcleri onları böyle tehlükelere ve hakâretlere lâyık görmezler. Herkes, en çok sevdiği ve kıymetli
olan şeyleri kendi nefsi için sakladığı gibi, müslimânlar da, kendilerine her şeyden kıymetli, azîz ve muhterem bildikleri zevcelerini, hanımlarını uçan kuşdan esirgerler. Bu ise, muhabbetin, sevginin çokluğundandır. Avrupalılar, bu husûsda ahlâk ve nâmûs duygusundan uzaklaşmışlardır. Zevcin, zevcesini veyâ zevcenin zevcini kıskanması, çok gülünç ve alay konusu olan bir ahmaklık kabûl edilmekdedir. Bir kimse hakkında, filan kıskanç imiş denilince, terbiyesiz ve ahmak sayılır.
Avrupanın, insanlık edeblerine temâmen zıd olan bu hâlinden, ziyâdesi ile istifâde edenler, papazlar oldular. Papazlar için bu hâlin devâmını istemek tabî’îdir. Bizim tanıdığımız hıristiyanlardan birisi, Almanyada doğup büyümüş ve protestan olarak yetişmiş iken, balolara kız kardeşlerini götürüp, başkalarının eline terk etmeğe nâmûs duygusu ile râzı olmadığından, vatanı olan Almanyayı ve dîni olan hıristiyanlığı terk ederek, İstanbula gelmiş ve müslimân olmak ile şereflenmişdir. Bugün Osmânlı devletinin mühîm işlerinde hizmet etmekdedir.
Avrupayı görmüş olanların bildiği gibi, birçok kibâr âilelerde zevc ve zevce arasındaki şeklî bir birleşme ve ittifâk vardır. Evlerine müsâfir geldiği ve kendileri de müsâfirliğe gitdikleri zemân, dostlarına karşı, zevc ve zevce güyâ, birbirlerine çok bağlıymışlar gibi, güzel muâmele ederler. Fekat bir müddet sonra, âileler birbirlerine yakınlaşıp karışdıkları zemân, zevc ve zevcenin asl düşünceleri anlaşılır. Ya’nî her biri, diğerini görmek istemiyecek kadar, birbirlerinden bıkmış, usanmışdır. Hattâ ba’zıları, ne sen bana karış, ne de ben sana karışayım diye, mukâvele yapmışlardır. Böylece, zevcin birkaç sevgilisi olduğu gibi, zevcenin de nice sevgilileri olup, ikisi de, kendi zevk ve safâlarında ay-rı ayrı vakt geçirmekdedirler. Ayrıca, iki tarafdan biri, hayâtda olduğu müddetce, bir başkası ile evlenemediklerinden, birbirlerinin ölmesini beklerler. Bâzen, biri diğerinden kurtulmak için, öldürmeye dahî teşebbüs etmekdedir. Talâkın bulunmamasının Avrupa milletleri için zararları pek çokdur. Bunun için, 1206 [m. 1792] senesinde, talâkın resmen yasak olduğu Fransada talâk, kanûnlarca tanındı. Ya’nî, talâka izn verildi. 1816 senesinde, papazların çalışmaları ile yine kanûnlardan talâk izni kaldırıldı. Talâka tekrâr kanûnlarca izn verilmesi için, 1830 ve 1264 [m. 1848] senelerinde hükûmet adamları, hukûkcular ve ilm adamları tarafından pek çok gayret sarf edildi ise de, papazların entrikaları galebe çalarak talâkın serbest bırakılması için çalışanlar muvaffak olamadılar. Avrupalılar, köleliği insanlığa mugâyir, insanlığa zıd gördüklerinden, köleliğin kaldırılması için sarf etdikleri çalış-
ma ve gayretleri ne kadar takdîre şâyan ise, kendilerinde bir ömür boyu süren ve mal, nesl ve iffet için olan çeşidli zararları, her gün dahâ açık bir şeklde görülmekde olan talâk verememek [kadınını boşıyamamak] esâretini hâlâ kaldırmamalarına çok teaccüb edilir. Yaşlıca bir adamın genç zevcesi, açık saçık dolaşıp, istediği delikanlılar ile görüşse ve bu adam zevcesini bundan men’ edemiyerek, başkaları ile yatıp kalkmasından şübhe etse, bu kadından dünyâya gelen çocuklar her gün, gözünün önünde koşup gezerken, aşağılık duygusu içerisinde âh ederek, elbette bu çocuklar benden değildir, fekat benim mîrâsımı paylaşacaklardır demez mi? Dünyâdaki ömrünü gam ve keder içerisinde geçirmez mi? O kimse için, bundan büyük azâb olur mu? Yâhud, afîfe genç bir kadın, kendi rızâsı olmadan iktidarsız bir ihtiyârla veyâ hiç hoşlanmadığı bir adam ile evlendirilse, bu kadın, bütün gençliğini büyük bir azâb içerisinde geçirir. Ayrıca, ondan meydâna gelecek neslden, medenî bir cem’iyyeti mahrûm bırakmak, hikmete hiç uygun olmayan ve medeniyyetin îcâb etdirdiği bir şey değildir. Bu kadın, artık canından bezerek, kocası hayâtda iken, bu belâdan kurtulamıyacağını bilince, uygun bir vaktde kocasını suîkast ile ortadan kaldırma fikrine kapılırsa veyâ afîfe iken ızdırâb, üzüntü ve gençlik arzûları ile yoldan çıkarsa, papazlar mes’ûl olmaz mı?
Erkeklerle kadınların bir arada toplanmaları, oturup kalkmaları ve balolarda kadınların boyunları, gerdanları, kolları açık olarak dans etmeleri ve süs eşyâlarını ve zînetlerini takarak gelip, kadın erkek karma karışık oturmaları câiz olunca, buralarda gözlerini birbirlerine bakmakdan muhâfaza edecek kaç erkek ve kaç kadın bulunabilir? Müslimân kadınların, evlerinden sık sık sokağa çıkmaları ve yabancı erkeklerle konuşmaları ve bir arada bulunmaları, gülüp şakalaşmaları olmadığından, onlar için böyle bir tehlüke yokdur. Bir müslimânın zevcesi, çirkin ve kötü huylu olsa bile, kendisi ondan başka kadın görmediğinden ona kanâat eder. Müslimân bir hanımın, kocası ne kadar uygunsuz olsa da, kendisi başka bir erkekle konuşmadığı, oturup kalkmadığı için, ona tehammül eder ve geçinir gider. Felâkete sebeb olacak, zararlı hâllerde bulunmazlar. Kıskançlık sâhibi ve ayb bilen bir kimse için, islâm dîninden başka bir dinde, aslâ kalb huzûru ile yaşamak mümkin değildir. Dahâ önce de söylediğimiz gibi, her milletin kendine mahsûs ba’zı âdetleri olup, bunlardan ayrılması mümkin olamıyacağından, biz i’tirâzcı papaza iffet ve ismetin [nâmûs ve hayânın] lezzetini ve letâfetini anlatacak değiliz. Çünki bu, vicdânî bir lezzetdir. İnsanın çok sevdiği ve sâdece kendi-
sinin su içdiği bir bardakdan, başkasının su içmesine bile râzı olmaması, normal bir iş olduğu hâlde, kendinin bir parçası ve neslinin emânet olunduğu bir gizli hazînesi olan hanımını, nefslerinin esîri olan şehvetperestlerin helâk etmesi için, önlerine atmasını, bir insanın nasıl kabûl edebileceğini anlamıyoruz.
[Hıristiyan memleketlerinde, kadınlar, kızlar, başları, gerdanları, kolları, bacakları açık geziyorlar. Erkekleri fuhşa, zinâya sürüklüyorlar. Evde zevcesi yemek pişirir, çamaşır yıkar ve evi temizlerken, erkeği iş yerinde veyâ sokakda hoşuna giden çıplak bir kadınla zevk safâ, hattâ zinâ yapıyor. Akşam evine düşünceli ve yıpranmış olarak geliyor. Kötü hayâllere dalarak, vaktîle beğenmiş, sevmiş, seçerek almış olduğu zevcesinin, yüzüne bile bakmaz oluyor. Evdeki yorgunluğunu gidermek için, alâka ve neşe bekleyen zevcesi, haklarına kavuşamayınca, asabî buhrânlar geçiriyor. Âile yuvası bozuluyor. Sokakdaki kadına bakan erkek, onu kirli çamaşır gibi bırakıyor. Bir başkası ile anlaşıyor. Böylece, her sene, binlerce kadın ve erkek ve çocukları perîşân oluyor. Ahlâksız ve anarşist oluyorlar. Cem’iyyet, millet, çökmeğe sürükleniyor. Açık, kokulu, süslü dolaşan kadınların, gençlere, millete ve devlete zararları, alkollü içkilerden ve uyuşdurucu zehrlerden, dahâ çok ve dahâ korkunç oluyor. Allahü teâlâ, kullarının dünyâda felâkete, âhiretde de şiddetli azâblara yakalanmamaları için, kadınların kızların örtünmelerini emr etdi. Ne yazık ki, nefslerinin, şehvetlerinin esîri olan ba’zı kimseler, Allahü teâlânın emrlerine gericilik, kâfirlerin şaşkın, çılgın işlerine ilericilik diyor. Bu ilericilerden, aydınlardan ba’zısı, meslekdaşları vâsıtası ile, bir diploma ele geçirmiş. Köşe başlarını paylaşmışlar. Baykuşlar gibi ötüyorlar. Her fırsatda islâmiyyete saldırıyorlar. Bu kahramanlıkları(!) ile, târîhî düşmanımız olan hıristiyanlardan, yehûdîlerden ve komünistlerden, alkış ve maddî yardımlar toplayarak güçleniyor, binbir hiyle ile, gençleri aldatıyorlar. Allahü teâlâ, sözde ilericilere, aydın kimselere akl versin! Hakkı bâtıldan ayırmalarını nasîb eylesin! 258. ci sahîfedeki (Tenbîh)e bakınız!]
Ba’zıları, buna cevâb olarak, (Kadınların terbiyesine vakti ile ihtimâm olunmakda idi. Kadın, zevcelik vazîfelerini gereği gibi öğrendikden sonra, her dürlü meclisde bulunabilir. Böyle olunca, onun yoldan çıkmasından korkulmaz. Çünki, ilm nefse gâlib olur) demekdedirler. Bunu söyliyen kimsenin otuz yaşında, bedenen kuvvetli ve terbiyeli bir erkek ve hanımının da çirkin, fekat çok terbiyeli olduğunu ve bu ikisinin bir ziyâfet sofrasında bulunduğunu kabûl edelim. Erkeğin, gâyet güzel, cilveli ve insanı cezb eden genç bir kadının yanına tesâdüfen oturup, onunla ül-
fet ve yakınlık kurduğunu, zevcesinin de, genç bir delikanlının ya-nına oturup, onunla kadeh tokuşdurup, yakınlık kurduğunu düşünelim. Gerek zevc, gerek zevce, hâtırlarına gün begün şeytânî fikrlerin gelmesine mâni’ olabilirler mi? İlm ve terbiye, bir dereceye kadar insanın nefsinin tabî’î arzûlarının îcâbını önliyebilir. Fekat ilk fırsatda, insan nefsinin tabîatı îcâbı olan arzûlar, temâmen meydâna çıkıp, terbiye bir tarafda kalır. Sa’dî-i Şîrâzînin[1] şu sözü ne güzeldir: (Aç bir zındığın, hiç bir kimsenin bulunmadığı bir sofrada, ramezânda olduğunu düşüneceğine inanılır mı?)
Evet, eğer erkek hadım ise, ona güvenilebilir. Fekat bundan, mecâzen hadım olanların, ya’nî din için nefslerinin şehvânî arzûlarından kurtulduğunu iddiâ edenlerin, müstesnâ tutulmaları îcâb eder. Çünki, böyle kendini mecâzen hadım etdiklerini söyliyen nice papazlar görülmüşdür ki, yapdıkları söylediklerine aslâ uymamışdır. [Kendilerini mecâzen hadım eden papazların, günâh çıkarmak için gelen kadınlarla, bir hücrede yalnız kalınca, yapdıkları fuhşiyyâtı, bütün dünyâ bilmekdedir. Gündüzleri ruhbân kıyâfetinde, geceleri ise, eğlence yerlerinde dans ederken, resmleri çekilip, gazetelerde teşhîr edilen papazlara, sık sık şâhid oluyoruz.] Evet, Allah rızâsı için nefsini temâmen terbiye edenler için, şübhe götüren bir taraf kalmaz. Böyle cismânî bir fedâkârlık, dindâr ve i’timâda lâyık görünen papazlarda zuhûr etseydi, hıristiyanlığın rûhânî te’sîrine karşı söylenecek bir şey olmazdı.
Bu papaz, bir risâlesinde, müslimânların (Îsâ aleyhisselâm öldürülmeyip, diri olarak semâya kaldırılmışdır) şeklindeki i’tikâdlarına i’tirâz ediyor ve (Bu i’tikâd, bütün târîhlere muhâlif olduğu gibi, tevâtüre de zıddır. Çünki, Îsâ aleyhisselâmın öldürülmesinde bir takım mu’cizeler gösterdiği dört İncîlde yazılıdır. Havârîlerin gözleri ile gördükleri, tevâtüren bizlere ulaşmış olduğu için, bu tevâtürü inkâr etmek nasıl câiz olabilir) diyor.
CEVÂB: Herkesin ma’lûmu olduğu gibi, selefde [geçmişde] vukû’ bulan ve tevâtürün, haleflerin [sonra gelenlerin] emniyyet ve itmînanlarına sebeb olması için, rivâyet edenlerin vak’ayı bizzat görmüş olmaları ve bunların yalan üzere birleşmelerinin aklen mümkin olmaması lâzımdır. Hâlbuki, Îsâ aleyhisselâmı, hıristiyanların i’tikâdına [inancına] göre yehûdîler yakaladıkları zemân, yanında bulunan şâkirdlerin hepsi firâr edip, sâdece Petrus onun arkasından gitdi. O da, horoz üç def’a ötünce ve üç def’a yalan söyliyerek, Îsâ aleyhisselâmı tanımadığını söyledi. Îsâ aleyhis-
---------------------------------
[1] Sa’dî Şîrâzî, 691 [m. 1292] de şehîd edildi.
selâm zan etdikleri kimse çarmıha gerildiğinde, yanında kimse bulunmadığı gibi, havârîlerden biri dahî bulunmamışdır. Birkaç kadının uzakdan seyr etdikleri, Matta ve Markos İncîllerinde yazılıdır. Yuhannâda ise, bu sözler olmadığı için, papazın (Dört İncîlde ya-zılıdır ve havârîler gözleri ile gördüler) demesinin, yanlış olduğu anlaşılmakdadır. Ya’nî, bu husûsda herhangi bir tevâtür yokdur. Hele papazın, delîl olarak beyân etdiği târîh kitâbları, tevâtür ile sâbit olmıyan haberleri me’haz olarak kabûl etdikleri için, bu kitâbların hiç birisi i’timâda lâyık değildir. Bu husûsda İncîllerin rivâyetleri şöyledir:
Matta İncîlinin yirmiyedinci bâbının ellinci ve devâmındakiâyetlerde, (Îsâ çarmıh üzerinde rûhunu teslîm etdi. Ve işte ma’bedin perdesi yukarıdan aşağıya kadar iki parça oldu. Yer sarsılıp kayalar yarıldı. Kabrler açılıp uykuda olan nice mukaddeslerin cesedleri kıyâm etdiler. Onlar kabrlerden çıkıp, Îsânın kıyâmından sonra mukaddes şehre (Kudüse) girdiler ve birçok kimselere göründüler) demekdedir. Batılı yazarlardan Norton, kitâbında bu vâkıanın açık bir yalan olduğunu bildirmekde ve bunun delîllerini de beyân etmekdedir. Norton, İncîli himâye ve müdâfea eden kitâbında diyor ki, (Bu hikâye yalandır. Bunun en mühim delîli şudur ki, Kudüsün harâb edilmesi üzerine perîşân olan yehûdîler, Mescid-i aksâ için söyledikleri hârikulâde şeyler arasında bulunan yalanlardan birisi de budur. Sonradan bir ahmak, bu fıkrayı Îsâ aleyhisselâmın çarmıha gerilmesi zemânına münâsib görerek, Matta İncîlinin ibrânice nüshası kenârına teberrüken yazmış, dahâ sonra ise, kendisi gibi ahmak bir kâtib, bunun bir sûretini yazarken, bunu Matta İncîlinin içerisine almışdır. Bu metin de, onlar gibi bir mütercimin eline geçmiş ve olduğu gibi terceme etmişdir.) [Bu terceme de, kilisenin resmî din kitâbı olmuşdur.]
Papazın, mu’cizeler olarak bildirdiği hikâyesinin aslı olmadığının çeşidli delîlleri vardır:
1 - Matta İncîlinde yazıldığına göre, çarmıha gerilme hâdisesinin ikinci günü yehûdîler, Romalıların Kudüsdeki vâlîsi olan Pilatusa gelip, (Ey efendimiz! O aldatıcı dahâ sağ iken üç gün sonra kıyâm ederim demiş idi. İmdi emr et ki, üçüncü güne kadar kabri beklesinler de, şâkirdleri gelip onu çalarak halka: O kıyâm etdi demesinler. Sonuncu sapıklık birincisinden dahâ kötü olur) dediler. [Matta bâb yirmiyedi, âyet altmışiki ve devâmı.] Mattanın yirmiyedinci bâbının, 24. cü âyetine göre, Pilatus ve zevcesi,Îsâ aleyhisselâmın katl edilmesine, kalben râzı değillerdi. Pilatus, yehûdîlerin ısrarlarından dolayı çâresiz müsâade etmişdi. Eğer mu’cizeler görülseydi, yehûdîlerin Pilatusa sonradan giderek,
bu sözü söylemeleri mümkin olamazdı. Çünki heykelin, ya’nî Mescid-i aksânın perdesi yırtılmış ve kayalar yarılmış ve kabrler açılıp, meyyitler âşikâr Kudüs şehrinde dolaşıp durdukları, Mattada bildirilmekdedir. Pilatus ve zevcesi, Îsâ aleyhisselâmın katl edilmesine râzı olmadıkları hâlde, bu kadar mu’cizeyi gözleri ilegörürlerken, yehûdîler onun huzûrunda, Îsâ aleyhisselâma aldatıcı ve doğru yoldan dalâlete saptırıcı diyemiyecekleri ve demiş olsalar dahî, Pilatusun onları tekzîb edeceği, açıkca anlaşılabilecek bir işdir.
2 - Rûh-ül-kuds havârîlere inip, havârîler muhtelif lisânlar ile konuşmağa başladıkları zemân, A’mâl-i rusulün ikinci bâbında ya-zıldığı gibi, insanlar hayret edib, üç bin kimse derhâl îmâna gelmişdir. Ölülerin kabrlerinden çıkıp Kudüsde dolaşmaları, ma’bedin perdesinin yırtılması, yerin sarsılıp kayaların parçalanması, havârîlerin çeşidli lisânlar ile konuşmalarından dahâ ziyâde insanlaradehşet vericidir. Eğer Îsâ aleyhisselâmın görünmesi ve mu’cizeler göstermesi doğru olsaydı, binlerce kişinin o zemân îmâna gelmeleri îcâb ederdi. Hâlbuki, bu hâdiselerin vukû’unda, bir kimsenin dahî îmâna geldiğine dâir, İncîllerde bir işâret yokdur. [Bu da isbât ediyor ki, Mattanın sözü doğru değildir.]
3 - Markos ve Luka, sâdece heykelin perdesinin yırtıldığını söylemişler ve zelzelenin vukû’ bulmasından ve kayaların yarılmasından ve mezârların açılıp, mukaddeslerin cesedlerinin kıyâm ileşehr içerisinde gezdiklerinden hiç bahs etmemişlerdir. Îsâ aleyhisselâmın mu’cizelerini, elinden geldiği kadar mübâlağalı göstermeğe uğraşan Yuhannâ İncîlinde ise, ne ma’bedin perdesinin yırtılmasına, ne zelzele olup kayaların yarılmasına, ne de mukaddeslerin cesedlerinin kıyâm edip şehrde gezmelerine dâir, bir bilgi yokdur. Eğer bu hâdiseler doğru olsaydı, Markos, Luka ve Yuhannâ İncîllerinin, bu husûsda sukût etmiyecekleri açıkdır.
4 - Mattanın yazdığına göre, Îsâ aleyhisselâm çarmıha gerilirken, orada şâkirdlerden hiç kimse yokmuş. Fekat, Celîleden beri kendisini ta’kîb eden Mecdelli Meryem ve Ya’kûb ile Yosesin anneleri olan Meryem ve Zebedenin oğullarının anası orada bulunup, uzakdan bakmışlar. [Matta: 27-56]
Markosun bildirdiğine göre, orada şâkirdlerden kimse bulunmayıp, Mecdelli Meryem ve Ya’kûb ile Yosesin anneleri olan Meryem ve Salome ve onunla berâber Kudüse gelmiş olan başka bir çok kadınlar var imiş. [Markos bâb onbeş, âyet kırk, kırkbir.]
Lukanın ifâdesine göre, Îsâ aleyhisselâm yakalandığı zemân, Onu tanıyanların hepsi, Celîleden gelen kadınlar ile berâber hâ-
zır imişler. Fazla olarak da bunu seyr etmek için toplanan halk varimiş. Bütün bunlar, Îsâ aleyhisselâma yapılan hakâretleri gördükleri için, göğüslerini döverek, Îsâ aleyhisselâmın ardı sıra gidiyorlar imiş. [Luka bâb yirmiüç, âyet yirmiyedi.]
Lukanın bu yazıları, Matta ve Markosun bildirdiklerine uymamakdadır. Matta ile Markosa göre, Îsâ aleyhisselâm [zan edilen Esharyûtî Yehûdâ] çarmıha gerildiği zemân orada hâzır olanlar, birkaç kadından ibâret olup, bunlar da uzakdan seyr etmişlerdir. Birkaç kimsenin, uzakdan gördükleri bir şeye dâir olan şehâdetleri, akl sâhibleri nazarında, dînin esâs i’tikâdı olarak kabûl edilebilecek bir delîl olamaz. Lukanın halkdan ta’bîrinden de, orada bulunanların Îsâ aleyhisselâmı tanıyan, fekat Ona îmân etmiyen ba’zı kimseler oldukları anlaşılmakdadır. Çünki Luka İncîlinin her yerinde, şâkirdler ve havârîler ta’bîrleri var iken, sâdece burada halk kelimesini kullanması, orada şâkirdlerden kimsenin bulunmadığına işâretdir.
Yuhannâ İncîli ise, şâkirdlerden ve Celîleli ağlıyan ve dövünen kadınlardan, bir kimsenin bulunduğuna dâir, hiç bir şey söylememekle berâber, orada sâdece sevdiği şâkird ile kendi annesi ve annesinin kız kardeşi ve Mecdelli Meryemin bulunduğunu bildirmişdir. [Yuhannâ bâb ondokuz, âyet yirmibeş, yirmialtı.] Diğer İncîllerden fazla olarak, Îsâ aleyhisselâmın çarmıh üzerinde iken sevdiği şâkirdi ve annesini yanında görüp, anasına, (Kadın işte oğlun) dediği, (Ondan sonra şâkirde, işte anan!) diye işâret etdiği ve bu şâkirdin, annesi Meryemi, kendi evine götürdüğü bildirilmekdedir. [Yuhannâ bâb ondokuz, âyet yirmialtı, yirmiyedi.]
Diğer İncîller ise, böyle bir hâdiseden hiç bahs etmezler. Şübhe yokdur ki, çarmıha gerilme hâdisesi vukû’ bulmuşdur. Fekat,orada bu hâdiseyi tesbît ve îzâh edecek, Îsâ aleyhisselâma îmân etmiş kimseler bulunmuş olsa idi, İncîller arasında bu hâdise üzerinde ihtilâf olmaz ve hepsi vukû’ bulan hâli aynı şeklde yazarlardı.
5 - Matta İncîline göre, Îsâ aleyhisselâm, vâlînin konağında çeşidli hakâretlere uğramış, elbisesi çıkarılıp üzerine kırmızı bir kaftan giydirilmiş, başına dikenden taç konulmuş ve eline bir de kamış verilerek, yüzüne tükürülmüş ve başına vuruldukdan sonra, çarmıha gerilmek üzere kapıdan çıkarken, Sim’un isminde Karineli bir adam bulup, çarmıhı ona taşıtmışlar. Oradan Golgota ya’nî kafa kemiği denilen yere geldikleri zemân, ona öd ile karışık sirke vermişler. Çarmıh üzerinde iken, (Allahım, Allahım, beni niçin terk etdin) dediği zemân, orada duranlardan biri, bir süngeri sirkeye batırıp, kamış ile ona uzatmış. [Matta: 27-28, ... 48]
Markos İncîlinde, kamçı ile döğülüp, başına dikenden taç konulduğu ve erguvânî bir kaftan giydirilerek, yüzüne tükürülüp, başına vurularak hakâretler edildikden sonra dışarı çıkarıldığı, İskender ile Ruhusun babası Karineli Sim’un isminde bir kimse de kırdan gelip, oradan geçerken onun haçının buna taşıtıldığı, sonradan Golgota denilen yere gelince ona mürr-ü sâfi ile karışık şerâb verildiği, onun ise kabûl etmediği ve çarmıhda iken yanından geçenlerin başlarını sallayıp, ona küfr ederken, (Vâh sen ki, heykeli yıkıp, üç günde yaparsın, haçdan inerek kendini kurtar) dedikleri ve onunla berâber çarmıha gerilen iki hırsızın ona sitemedip sövdükleri, dahâ sonra, Îsâ aleyhisselâm, (Allahım, Allahım, beni niçin terk etdin) dediği zemân, orada duranlardan biri, süngeri sirkeye batırıp kamış ile ağzına uzatıp içirdiği, bildirilmekdedir. [Markos: 15-17, ... 36.]
Luka İncîlinde, (Pilatus, evvelce Îsâ aleyhisselâmı Hirodesegönderdi. Hirodes Îsâyı görünce çok sevindi. Çünki Onun hakkında çok şeyler işitmişdi. Bir mu’cizesini görmek için çokdan beri,onu görmek istiyordu. Fekat Îsâ aleyhisselâm, onun süâllerine cevâb vermedi. Hirodes, askerleri ile berâber, ona hakâret ederek alay etdiler. Üzerine parlak renkli bir elbise giydirip, onu Pilatusagönderdi. O da Îsâyı yehûdîlerin eline teslîm etdi. Onu götürdükleri zemân tarlasından gelen Karineli Sim’unu yakalayıp, Îsânın arkasından taşımak üzere haçı bu adama yüklediler. O sırada, gerek halkdan ve gerek onun için ağlıyan ve dövünen kadınlardanbüyük bir kalabalık ardı sıra gidiyordu. Îsâ onlara dönüp, Ey Yeruşalim kızları! Benim için ağlamayın. Ancak kendiniz ve çocuklarınız için ağlayın. Çünki, işte günler geliyor ki, o günlerde, ne mutlu çocuğu olmıyanlara denilecek. O zemân dağlara, üzerimize düşün ve bayırlara, bizi örtün demeğe başlıyacaklar. Çünki, yaş ağaca bu nesneleri gösterirlerse, kurusuna ne vâki’ olur dedi. Dahâ sonra çarmıha vurulunca, Ey Baba, onları afv et. Çünki, ne yapdıklarını bilmiyorlar, dedi. Askerler onunla alay ederek, yaklaşıp sirke sundular. Ve berâber asılmış olan suçlulardan biri ona küfr edip, eğer sen Mesîh isen, hem kendini, hem bizi kurtar dedi.Fekat diğeri cevâb verip, onu azarladı. Onun üzerine Îsâ ona, bugün sen benimle berâber Cennete gideceksin) dediği bildirilmekdedir. [Luka: 23-7, ... 43.]
Yuhannâ İncîlinde, (Pilatus, Îsâyı tutup dövdü. Askerler de, dikenden bir taç örüp, onun başına koydular ve ona kırmızı bir kaftan giydirdiler. Sonra, ona tokat vuruyorlardı. Başkâhinler ve me’murlar, onu bu kıyâfetde görünce bağırıp, haça ger, haça ger dediler. Pilatus onlara, onu siz alıp haça gerin. Çünki, ben onda
bir suç bulamıyorum dedi. Yehûdîler ona cevâb verip, bizim bir şerî’atimiz vardır. O şerî’ate göre, Onun ölmesi vâcibdir. Çünki, kendisini Allahın oğlu etdi dediler. Pilatus da, bu sözü işitdiği zemân, dahâ çok korkdu. Îsâya hitâben, sen neredensin dedi. Fekat Îsâ ona cevâb vermedi. Pilatus ona hitâb ederek, bana söylemezmisin, seni haça germeğe ve salıvermeğe kudretim olduğunu bilmiyor musun? dedi. Îsâ cevâb verip, eğer yukarıdan [izn] verilmemiş olsaydı, benim üzerime senin hiç kudretin olmazdı. Beni senin eline teslîm edenin günâhı dahâ büyükdür, dedi. Bunun için, Pilatus onun salıverilmesine çalışdı ise de, yehûdîler bağırıp, eğer bunu sa-lıverirsen, kayserin dostu değilsin. Kim kendini melik ederse, kayserin aleyhinde söyler diye bağırışmaları üzerine, Pilatus Îsâyı dışarı çıkarıp, yehûdîlere teslîm etdi. Ve Îsâ kendi haçını taşıyarak Golgota ya’nî kafa kemiği denilen yere çıkdı) demekdedir. [Yuhannâ: 19-1, ...17.]
[Dört İncîlin bu ibâreleri arasındaki farklar güneş gibi meydândadır. Papazın, doğruluğunun tevâtüren sâbit olduğunu iddiâ etdiği bu hâdisede, hıristiyanların çok i’timâd etdikleri İncîlleri arasında böyle ihtilâf vardır. Bunu kim inkâr edebilir? Hâl böyle olunca, bu papazın yazdığı tevâtür, nerede kalmışdır.]
6 - Matta İncîlinin yirmiyedinci bâbının otuzyedinci âyetine göre, Îsâ aleyhisselâm çarmıha gerilince, üzerine asılan yaftada, (Yehûdîlerin meliki Îsâ budur) yazılıdır.
Markos İncîlinin onbeşinci bâbının yirmialtıncı âyetine göre, bu yaftada (Yehûdîlerin meliki) yazılıdır.
Luka İncîlinin yirmiüçüncü bâbının otuzsekizinci âyetine göre, bu yaftada, (Yehûdîlerin meliki budur) diye ibrânîce olarak yazılıdır.
Yuhannâ İncîlinin ondokuzuncu bâbının ondokuzuncu âyetine göre, Pilatus bir yafta yazıp, onu haç üzerine koydu. (Nâsıralı Îsâ, yehûdîlerin meliki) diye ibrânîce, yunanca ve lâtince yazılmış idi. Yirmibirinci ve yirmiikinci âyetlerinde ise, (Baş kâhinler Pilatusa, yehûdîlerin meliki değil, fekat bu adam, ben yehûdîlerin melikiyim dedi, diye yaz dediler. Pilatus ise, ne yazmış isem yazmışım diye cevâb verdi) diye yazılıdır. [Bugünkü İncîllerin [hâşâ] asıldığını iddiâ etdikleri Îsâ aleyhisselâmın üzerine, asılmış olan yaftadaki yazıların muhtelif olmaları da, bize gösteriyor ki, asılan kimse, Îsâ aleyhisselâm değildir.]
7 - Markos İncîlinin onbeşinci bâbında, (Îsâ aleyhisselâmı çarmıha gerdikleri zemân, sâat üç idi. Sâat altı olunca, dokuza kadar bütün yeryüzüne karanlık çökdü) diye yazılıdır. [Markos: 15-25, 33]
Matta ve Luka İncîllerinde, (çarmıha gerdikleri zemân sâat al-tı sıraları olup, dokuza kadar bütün yeryüzüne karanlık çökdü) di-ye yazılıdır. [Matta: 28-45, Luka: 23-44] Yuhannâ İncîlinde ise, sâat maddesi ve karanlık çökdüğü mes’elesi yokdur.
8 - Yuhannâ İncilinde, sebt gününde Îsâ aleyhisselâm ile berâber çarmıha gerilen iki kişinin çarmıhda kalmaması için bacaklarını kırdılar. Îsâ aleyhisselâma gelince, onun öldüğünü görünce, bacaklarını kırmadılar, diye bahs edilen kısm, diğer üç İncîlde yokdur. [Yuhannâ: 19-32, 33]
9 - Hıristiyanların i’tikâdına göre, Îsâ aleyhisselâm çarmıha gerildikden sonra, kıyâm etmesi ve mu’cizeler görülmesi mes’elesine dâir, mevcûd İncîller arasında büyük ihtilâflar vardır. Bu mes’eleleri yukarıda, (İncîl denilen dört kitâb hakkında incelemeler) bahsinde bildirdiğimizden, okumayı arzû edenler, oraya mürâce’at edebilirler. [4. Bölüm]
Bu ihtilâflara nazar edildiği zemân, Îsâ aleyhisselâmın çarmıha gerilmesi ve tekrar dirilmesi, mu’cizeler hâsıl olması, hıristiyanlararasında temâmen şübhelidir. Hıristiyanların ileri gelenleri, [Îsâ aleyhisselâmın çarmıha gerilmediği ve öldürülmeden göğe yükseltildiği, çarmıha gerilenin, ona benzeyen bir yehûdî olduğu şeklinde olan nezîh islâm i’tikâdını red edecek ve] hıristiyanlar arasındaki bu şübheyi giderecek hiçbir delîl beyân edememişler ve müslimânların süâllerine cevâb verememişlerdir. Hıristiyanlar, (İncîller, aralarındaki ihtilâflar ile de, bizce vesîka, delîl olmağa lâyıkdır) derlerse, mes’elenin aslı değişir. Çünki bir kimse, açıkca anlaşılacak şeyleri inkâr eder ve ben bu husûsda şöyle inanacağım diye ısrâr ederse, onunla konuşmak abes olur.
Ehl-i kitâb olmıyan, aklı başında bir kimse için, Îsâ aleyhisselâmın öldürülmediği ve çarmıha gerilmediği, çarmıha gerilenin O olmadığını isbât edecek bir çok delîli, mevcûd İncîllerden çıkarmak mümkindir. Bundan başka papazın (Dört İncîlin ittifak ilebildirdiği red edilemez) sözüne karşılık olarak, (Îsâ aleyhisselâmı çarmıha gerdikleri zemân, acı ve ızdırâb ile bayılmış ve onu bu hâlde görenler, vefât etmiş sanmışlar ve sebt gününde çarmıhda kalmaması için, çarmıhdan indirmekde acele etmişler ve Yûsüf ismindeki şâkirdi onu alıp, tenhâ bir yerde bir mezâra koymuş, bir müddet sonra, aklı başına gelip kalkmış ve o sırada şâkirdlerden biri ona keten elbise, ya’nî bahçıvan elbisesi giydirip, bu şeklde Mecdelli Meryeme görünmüş ve dahâ sonra, şâkirdleri ile buluşarak konuşmuş, bir müddet sonra, yâ çarmıh yaralarından veyâ başka bir hastalıkdan tenhâda vefât etmiş) olduğu iddi’â edilse, buna ne cevâb verilebilir? Hattâ, böyle şübhelerin, o zemânda da
vâki’ olduğu, Matta İncîlindeki, (Yehûdîlerin Pilatusa gidip, üç gün kadar mezârın muhâfaza altında bulundurulmasını emr eyle; şâyed, şâkirdler geceleyin gelip, onu çalarlarsa, öldükden sonra tekrar dirildi diye halka söylerler) demelerinden anlaşılmakdadır. Çünki, (İncîl denilen dört kitâb hakkında incelemeler) bahsinde bildirdiğimiz gibi, Matta İncîli, Îsâ aleyhisselâmın göğe yükselmesinden kırk elli sene sonra yazılmışdır. Matta, İncîlini yazdığı sırada, insanların ağızlarında konuşulan bu rivâyeti, İncîline bu şeklde almış, diğer İncîl yazanlar ise, bu rivâyetleri, gaflet ile kitâblarına yazmış olabilirler. Bu husûsda çeşidli delîller vardır.
Birinci delîl: Matta İncîlinin, şübheyi ortadan kaldırmak için, (Yehûdîler, muhafız askerlerle gidip, taşı mühürliyerek, kabri emîn kıldılar) sözünü getirmesindeki ihtiyâtlı hareketi, şübheyi ortadan kaldırmak yerine, dahâ da kuvvetlendirir.
İkinci delîl: Yuhannâ İncîlinin yirminci bâbında yazıldığı üzere,Mecdelli Meryem, Îsâ aleyhisselâmı mezârdan kalkdıkdan sonra görmüş ve bahçıvan zan etmişdir. [Yuhannâ: 20-14, 15] Yine, Yuhannâ İncîlinin ondokuzuncu bâbının sonunda bildirildiğine göre,Arimetalı Yûsüf, Îsânın “aleyhisselâm” cesedini alınca, keten bezlerine sarıp, haça gerildiği yerde bir bağçe bulup, oradaki yeni birkabre koymuşdur. [Yuhannâ: 19-38, 39, 40, 41] Şimdi, Îsâ aleyhisselâm zan edilen kimse, mezârda bir müddet baygın yatdıkdan sonra, ayılmış ve kendisi veyâ o sırada gelen ba’zı şâkirdler mezârın taşını kaldırıp, kefenini çıkarıp bir bahçıvan elbisesi giymiş olabileceği niçin mümkin olmasın?
Üçüncü delîl: Luka İncîlinin yirmidördüncü bâbında yazıldığına göre, (Îsâ aleyhisselâm mezârdan kalkıp, şâkirdlerine görününce, şaşırıp, korkarak, onu bir rûh, hayâl zan etdiler. Îsâ onlara, ne-den şaşırıyorsunuz. Niçin yüreğinizden ızdırâb çekersiniz. Ellerime, ayaklarıma bakın. Bizzat benim, kendimim. Bana ellerinizi sürün ve bakın. Çünki bende olduğunu gördüğünüz gibi, bir rûhda et ve kemik yokdur dedi. Bunu söyledikden sonra, onlara ellerini ve ayaklarını gösterdi. Onlar henüz şaşkınlık içinde iken, burada yiyecek bir şeyiniz var mı? dedi. Ona bir parça kızarmış balık [ile bir mikdâr kömeç bâlı] verdiler. Onu aldı ve önlerinde yidi) denilmekdedir. [Luka: 24-36, ... 43]
Bu rivâyete göre, çarmıha gerilen kimse, çarmıh üzerinde ölmeyip, kurtulmuş ve sonra acıkarak, yemek yimişdir. Bu rivâyet, öldükden sonra dirilme mu’cizesinin olmadığını göstermekdedir.
Dördüncü delîl: Îsâ aleyhisselâm, kıyâmından sonra, Kudüsde şâkirdleri ile görüşmeyip, Celîlede konuşdu deniliyor. Bu söz,
çarmıhda öldükden sonra dirilen kimsenin, yehûdîlerden korkduğunu göstermekdedir. Hâlbuki, yehûdîlerce, çarmıha gerilip ölmesi ile Îsâ fitnesi ortadan kaldırılmış, zihnlerinde böyle bir şey kalmamışdı. Kudüsde görüşüp konuşmak, mümkin idi. Yehûdîlerden korkmasına sebeb yokdu. Bu rivâyetin de, İncîllere sonradan ilâve edilmiş olduğu meydândadır.
Beşinci delîl: İncîllerde, kıyâmından sonra, Kudüsde ba’zı şahslara görünüp, havârîlerine, bilhâssa annesine görünmediği yazılıdır. Bu sözler, Îsâ aleyhisselâmın onlarla görüşmeği istemediğini ve onları kendi semtine uğratmadığını anlatmakdadır. Onlara i’timâdı kalmadığından, yehûdîlerin haberi olur korkusu ile, mülâkâtını, önce birkaç kimseye hasr eylediği anlaşılıyor. Bunun ise, çok yanlış olduğu meydândadır.
Altıncı delîl: Îsâ aleyhisselâmın defn edildiği zemân ve kıyâm etdiği zemân, şâkirdlerinden kimsenin hâzır bulunmadığı, Arimetalı Yûsüfün defn etdiği ve sonradan Mecdelli Meryemin onu diri olarak gördüğü bildiriliyor. Bu habere karşılık olarak, (Arimetali Yûsüf çarmıha gerilen kimsenin yanına gelince, bunun ölmediğini görmüş olabilir. Ölmediğini söylerse, öldükden sonra tekrâr dirileceğini bildiren İncîl haberinin inkâr edilmesine sebeb olacağından korkarak, gördüğünü saklamış olabilir) düşüncesi hâtıra gelebilir. Bu şübheyi gidermek için papazlar ne cevâb verebilir?
Yedinci delîl: Arimetalı Yûsüf, Mattaya göre, Îsâ aleyhisselâmın şâkirdlerinden zengin bir kimsedir. [Matta: 27-57] Lukanın ifâdesine göre, meclis a’zâsından, Pilatus nezdinde yüksek bir derecesi olan, sâlih bir kimsedir. [Luka: 23-50] Bu zât, çarmıha gerilen kimseyi kabre koyduğunu bildiriyor. Kabre koyması muhakkak ölmüş olduğuna alâmetdir. Tekrâr gördüm diyenlerin, yalan söylemiyeceklerine göre, bir hayâl görmüş olmaları düşünülebilir.
Sekizinci delîl: Çarmıha gerilen kimse, ölmeksizin çarmıhdan kurtuldukdan sonra, şâkirdleri onu gördükleri zemân, öldükden sonra dirilmişdir zan etmeleri mümkindir.
Îsâ aleyhisselâmın, çarmıhda ölmüş olduğunu ve defn edildiğini isbât etmek için papazlar, Matta İncîlinde yazılı olan, (İnsanoğlu üç gün üç gece arz içinde duracakdır) âyetini delîl getiriyorlar. [Matta: 20-40] Evet, çarmıha gerdikleri kimse ölmüş ve defn edilmişdir. Bunu isbât etmeğe lüzûm yokdur. Papazların bu delîli ileri sürmeleri, öldükden üç gün sonra tekrâr dirildiğini isbât içindir. Fekat, çarmıha gerdikleri kimse, kabrde üç gün ve üç gece kalmamışdır. Cesedi Cum’a günü akşam haçdan indirilip he-men defn olunduğu ve pazar günü güneş doğmadan önce cesedin
mezârda bulunmadığı dört İncîlde bildirilmişdir. Hesâba göre, cesed, iki gece bir gün mezârda kalmışdır. Bu hesâba göre, üç gün üç gece arz içinde durmadığından, Mattanın bu sözü, vâki’ olanınzıddı olur. Bir diğer husûs ise şudur: Îsâ aleyhisselâm hakîkaten bu sözü söylemiş ise, onun kıyâm etmesinde, şâkirdler aslâ şek ve şübhe etmeyip, hemen gördükleri anda kabûl etmeleri lâzım gelirdi. Hâlbuki, onun kıyâm etdiğini haber veren kimseleri, havârîlerin hepsinin bir anda tekzîb etdikleri ve kıyâmına aslâ inanmadıkları, İncîllerde yazılıdır. Bu hakîkatler karşısında, (Çarmıha gerilenin Îsâ aleyhisselâm olmadığı ve Onun bulunduğu yerihaber veren Esharyûtî Yehûdâyı, Îsâ aleyhisselâm zan ederek,çarmıha gerdiklerini ve Îsâ aleyhisselâmın göke çıkarıldığını) bildiren (Kur’ân-ı kerîm)e karşı, papazların sükûtdan başka verecekleri cevâbları yokdur.
İslâm i’tikâdına göre, bütün Peygamberler “aleyhimüsselâm”, ma’sûmdurlar. Yalan söylemekden, hîle yapmakdan berîdirler. Allahü teâlâ, kudret-i ilâhiyyesi ile, Îsâ aleyhisselâm çarmıha gerileceği sırada, yehûdîlerin gözüne, onu haber veren şahsı Îsâ aleyhisselâm şeklinde göstermiş ve onu çarmıha germişlerdir. Allahü teâlâ, Îsâ aleyhisselâmı hemen semâya yükseltmişdir. Müslimânlarınbu i’tikâdları dahâ ma’kûl ve Îsâ aleyhisselâmın nübüvvetinin şânına dahâ lâyıkdır.
Nisâ sûresinin yüzelliyedinci âyetinde meâlen: (Hâlbuki onlar,Îsâyı öldürmediler ve onu asmadılar, lâkin başkası onun şekline sokuldu [onu asdılar]) buyurulmuşdur. Bütün tefsîr âlimleri “rahimehümullah”, bu âyet-i kerîmeyi, Îsâ aleyhisselâmın öldürülmediği ve çarmıha gerilerek asılmadığı şeklinde tefsîr etmişlerdir.
Âl-i imrân sûresinin ellibeşinci âyetinde meâlen: ([Hâtırla ki]Allahü teâlâ, Îsâya “aleyhisselâm”, muhakkak ben seni yerden [en mükemmel şeklde] alıp, meleklerin makâmına yükselteceğim [dedi]) buyurulmuşdur. Papazlar, bu âyet-i kerîmenin Nisâ sûresinin yüzelliyedinci âyet-i kerîmesini nakz etdiğini söyliyorlar. Âl-i imrân sûresinin ellibeşinci âyetindeki, (Müteveffîke) lâfzını Îsâ aleyhisselâmın vefât etmiş olduğuna delîl getirmek istiyorlar. Hâlbuki, bu lâfzın sıfat olduğunu, (Müteveffîke) ya’nî seni öldüreceğim ma’nâsına olmadığını düşünmezler. [Bir hıristiyan papazın hâzırlamış olduğu ve Beyrutda katolik matbâasında basılmış olan arabca (El-müncid) lügat kitâbında (teveffâ) kelimesine (Hakkını tam olarak almak) ma’nâsı verilmişdir. Bu, şânına lâyık olanı vermek demekdir. Öldürmek ma’nâsında mecâzen kullanılmakdadır.] Ya’nî bu âyet-i kerîmenin meâli, (Ben seni öldürürüm ve yükseltirim) demek değil, (Ben senin şanına
lâyık olanı yaparım, meleklerin makâmına yükseltirim) demekdir. Allahü teâlâ dilerse yükseltir. Allahü teâlâ, Îsâ aleyhisselâmı yükseltmeği dilemiş ve yükseltmişdir. Yehûdîler tarafından öldürülmesini dilememiş ve çarmıha başkasını gerdirmiş, Onu öldürtmemişdir. Bunun için, ba’zı tefsîr âlimleri “rahimehümullahü teâlâ” (teveffî) kelimesine (almak) ma’nâsını verip, (Yehûdîlerin katlinden hıfz etmek için, yerden seni kâmilen alır kabz ederim) meâli ile te’vîl etmişlerdir. Ne garîbdir ki, hıristiyan fırkaları Îsâ aleyhisselâma, (Allahın oğlu) ve (Aynen Allah) dedikleri hâlde, Onun öldürüldüğünü ve asıldığını kabûl ederler. İslâm dîni, Îsâ aleyhisselâmın bir insan ve bir Peygamber olduğunu bildirmiş iken, Onun için yapılan böyle iftirâları red eder. Ayrıca, Onun kıymetini artırarak, semâya yükseltildiğini ve yehûdîlerin, (Onu öldürdük ve i’dâm etdik) şeklindeki düşüncelerinin bâtıl,iftirâ olduğunu bildirir. Îsâ aleyhisselâm için müslimânların bu i’tikâdı ile hıristiyanların i’tikâdlarından hangisinin, O yüce Peygamberin şerefine lâyık olduğunu sorarız. Buna göre, hıristiyanların mı, yoksa müslimânların mı, Îsâ aleyhisselâmı dahâ çok sevdikleri ve Îsevî oldukları, karşılaşdırılmalıdır. Müslimânların, Îsâ aleyhisselâmın şânına yakışmayan yalanlardan uzaklaşdırmak için olan [doğru ve nezîh] i’tikâdlarına, hıristiyanlar kızarak, aksini isbât etmek için çalışmalarına, ibret ve insâf nazarı ile bakılmalıdır. Biz müslimânlar, hem Mûsâ aleyhisselâmı, hem de Îsâ aleyhisselâmı, Allahü teâlâ tarafından gönderilmiş hak Peygamber olarak tanıdığımız için, hem Mûsevî, hem de Îsevîyiz.
Hıristiyan fırkaları, dürlü dürlü çirkin yalanlar ile dolu olanmuharref [ve bugün ellerde dolaşan] İncîllere inandıkları için, Îsâ aleyhisselâm ahırda doğdu ve yehûdîlerin elinde zelîl olarak öldürüldü ve Cehenneme girdi, mel’ûn oldu, gibi en terbiyesiz bir şahsın, bir düşmanına bile söylemekde tereddüd edeceği isnâdlar ile,
o mukaddes Peygamberi tahkîr etmekdedirler. Bunun için, ne Mûsevî, ne de Îsevîdirler. Teslîs mes’elesinde, Eflâtûnun bozuk felsefesini kabûl [ve müdâfe’a] etdikleri için, bunlara Eflâtûnî demek dahâ doğru olur.
Îsâ aleyhisselâmın öldürülmediği ve asılmadığı husûsunda, hıristiyanlara verilecek dahâ pek çok aklî ve naklî delîller vardır. Bunların tafsîlâtı, fârisî (Mîzân-ül-mevâzîn) ile arabî ve türkçe (İzhâr-ül-hak) kitâbında ve türkçe (Şems-ül-hakîka) ve (Îzâh-ul-merâm) kitâblarında ve imâm-ı Gazâlînin “rahmetullahi aleyh” arabî (Er-Reddül-cemîl) kitâbında yazılıdır. Arzû edenler, bu kitâblara mürâce’at edebilirler.