Protestanlar, (Gadâ-ül-mülâhazât) kitâbının ikinci bahsinde, islâmiyyetdeki ve hıristiyanlıkdaki, ibâdet şekllerinden bahs etmekdedirler. Burada, hıristiyanlığın islâmiyyetden üstünlük ve fazîletini isbâta çalışırlarken, (İslâm dînindeki ibâdet şeklleri, belli vaktlerde ve belli yerlerde, bir takım belli hareketler ve edeblerden ibâretdir. Hıristiyanlık ise, ibâdetin rûh ile, içden gelerek yapılmasını öğreterek, zâhirî ve şeklî ibâdet yerine geçecek olan, bir kurtuluşa îmân etmek ve hâlini değişdirmek ve kalbini kötü huylardan temizlemek ve ahlâkını güzelleşdirmek esâsı üzerine kurulmuşdur. Hâlbuki, günâhkâr kimselerin îmân etmeleri ve tevbe ederek günâhlarının afv edilmesi hakkında Kur’ân-ı kerîmde açık ve sahîh bir haber yokdur. Matta İncîlinde, birinci bâbın yirminci âyeti ve devâmında, Rabbin meleği, Yûsüf-ı Neccârarü’yâda görünüp, Meryemin bir oğlu olacağını ve (Onu Îsâ, ya’nî kavmini günâhlardan kurtarıcı diye ismlendireceksin) diye bildirdiği hâlde, Kur’ân-ı kerîm, Îsâ aleyhisselâmın günâhkârları kurtarıcı olduğundan hiç bahs etmiyerek sukût perdesi ile örtmesi bir tarafa, diğer Resûller gibi, onu Peygamberlik derecesine indirmekdedir. İnsanın bulunduğu hâl, sâdece cehl ve hatâdan ibâret olsa, bir Peygamberin irşâdı ona yetişir. Fekat tabî’ati ile insanın, câhil olması ve hatâ etmesinden başka, günâh ve şeytânın esâretialtında ve [Âdem aleyhisselâmdan gelen] suç yükünü taşıdığından, sonradan bir terbiye edici veyâ Peygamberlerin gelmesi, [insanları kurtarmak için] kâfî değildir. Bâkî olan insan rûhunun, esâretden ve günâh yükünden kurtulması için, elbette bir kurtarıcıya ihtiyâç vardır. İncîl, insanların günâh kirinden ve şeytânıntasallutundan, yalnız biricik kurtarıcı olan Îsâ Mesîhin, kendi mubârek kanını fedâ etmekle kurtulabileceğini bildirmiş iken, Kur’ân-ı kerîm Îsâ aleyhisselâmın bu kurtarıcı sıfatını görmemezlikden gelip, günâhlardan kurtulmak için, kelime-i tevhîd ve kelime-i şehâdet söylemek, bir takım cezâlar ve dînî emrleri yerine getirmek gibi esâslara bağlamakdadır. İncîl, insanları hakîkî tev-
be ve günâhlardan kurtarıcı olan îmân-ı kâmil, ya’nî üstün bir îmâna ve kalblerde olanları değişdirici olan Allahü teâlâya hamd ve senâ etmeğe teşvîk etdiği gibi, ibâdet ve vazîfeler husûsunda da,Îsâ aleyhisselâmın zemânındaki yehûdîler arasında icrâ ve amel edilen zâhirî ibâdet şekllerini ve âdetlerini temâmen ortadan kaldırıp, ibâdet ve tâati akla uygun ve makbûl bir tarzda beyân etmekdedir. Hâl böyle iken, Kur’ân-ı kerîm, kemâlden uzak ve ruhâniyyetden berî olan yehûdîlik gibi bir dînin, maddî ve zâhirî olan ibâdet ve âdetlerini tekrâr ortaya çıkarmakdadır. Nemâz, abdest, kıbleye istikbal [yönelme], hac ve oruc gibi zâhirî ibâdetlerin, kalbe te’sîrleri olmadığı gibi, bu ibâdetleri yerine getirirken ba’zı külfet ve zahmetler olduğundan, Muhammed aleyhisselâmın dîni yeryüzünde bulunan her kavme uygun değildir. Sözün kısası, Allahü teâlâ günâhkâr kullarının günâhlarını afv ve onları şeytânın tasallutundan kurtarmak için, biricik oğlunun kanını dökmekden başka çâre bulamadığını, Kur’ân-ı kerîmin tasdîk etmemesi, bunun Allah tarafından gönderilmemiş olduğuna delîldir. Kur’ân-ı kerîmde beyân edilen ahkâm, sâdece zâhirî ibâdetlere âid olup, kalbi kötü huylardan temizlemeğe ve ahlâkı güzelleşdirmeğe dâir emrler yokdur. Kur’ân-ı kerîmdeki emrler, ya’nî farzlar ve vâcibler lüzûmsuzdur) demekdedirler.
CEVÂB (Gadâ-ül-mülâhazât) kitâbını yazan papazın, bu i’tirâzından [ve iftirâlarından Kur’ân-ı kerîmi ve] islâm âlimlerinin kitâblarını hiç okumadığı, islâmiyyeti hiç bilmediği yâhud bildiği hâlde iftirâ etdiği, yalan söylediği, açıkça anlaşılmakdadır. Bu papaz, Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem”, Cebrâîl aleyhisselâm vâsıtası ile vahy olunan Kur’ân-ı kerîmi, Matta ve Yuhannâya isnâd olunan, bir takım papazların toplayıp bir araya getirdikleri kitâblara benzetiyor. Hakîkatden temâmen uzak olan yazıları ile, islâm dînine küstahca saldırıyor. Bu papaz, [ve bütün papazlar ve bütün âlem] bilmelidir ki, Kur’ân-ı kerîm, Allah kelâmıdır. Onda aslâ yalan ve tahrîf ve ilâve yokdur. Eğer Kur’ân-ıkerîmde, Îsâ aleyhisselâm için, hıristiyanların inandıkları gibi, [hâşâ] Allahın oğlu olup, yaratdığı insanların günâhlarını afv etmek için, başka çâre bulamadığından, Onu hazret-i Meryemden göndererek, birkaç yehûdînin elinde çâresiz, kendisine hakâretler edilip, yüzüne şamar vurularak çarmıha gerildikden sonra, Cehennemde yakılıp mel’un etmek gibi iftirâlar bulunmuş olsaydı, zâten Allah kelâmı olamazdı. Bugünkü mevcûd İncîller gibi, Allah kelâmı olmakdan çıkardı. Bir diğer husûs da, eğer bu papaz birazcık tefsîr ve hadîs-i şerîf kitâblarını okumuş olsa ve o kitâblardaki usûl ve ahvâle vâkıf olsaydı, Îsâ aleyhisselâmın bütün
milletleri kurtarıcı olması için, Mattanın yapdığı çeşidli tahrîfler ile dolu olan bir kitâbda bulunan mübhem bir sözü, müslimânlara karşı delîl olarak getirmekden hayâ ederdi. Kitâbının önsözünde iddiâ etdiği gibi, kötü bir niyyeti olmasa ve insâf sâhibi olsa idi, Kur’ân-ı kerîmde, bugünkü İncîllerdeki gibi saçma sapan sözler bulunmadığına kızmazdı. Sanki, aslı varmış da, Kur’ân-ı kerîm onu saklamış gibi, (Kur’ân-ı kerîm, Îsâ aleyhisselâmın bütün milletleri kurtarıcı olduğunu sükût perdesi ile örtdü) demeğe cür’et edemezdi. Yukarıda zikr etdiğimiz, Matta İncîlindeki ibâreye gelince, bundaki “kurtarıcı” kelimesi hakîkî ma’nâda kurtarıcı demek değildir.
[Hakîkî ma’nâda, mutlak kurtarıcı Allahü teâlâdır.] İncîllerde Îsâ aleyhisselâm için kullanılan “kurtarıcı” kelimesi, Onun Peygamberliği sebebi ile günâhkâr ümmeti için âhiretde şefâ’at ederek, onların kurtuluşlarına sebeb olmasından kinâyedir. Yoksa, Îsâ aleyhisselâm kendisinin “kurtarıcı” olmadığını, âciz bir kul olup, bütün güç ve kuvvetin, şerîki ve benzeri olmıyan ve varlığı mutlak lâzım olan, ya’nî vâcib-ül-vücûd olan Allahü teâlânın olduğunu, def’alarca eshâbına beyân buyurmuşdur. Nitekim, Matta İncîlinin yirminci bâbının, yirmiüçüncü âyetinde, Îsâ aleyhisselâmın, Zebedenin oğulları için, (Fekat sağımda ve solumda oturmağı vermek, benim elimde değildir. Pederim tarafından kime hâzırlanmış ise, onlara verilir) dediği yazılıdır. Yuhannâ İncîlininbeşinci bâbının otuzuncu âyetinde, Îsâ aleyhisselâmın, (Ben kendiliğimden birşey yapamam. Bana emrolunanı yaparım ve benim hükmüm doğrudur. Zîrâ ben yapacağım işde irâdemi değil, beni gönderenin irâdesini ararım) dediği yazılıdır. Yine Yuhannâ İncîlinin ondördüncü bâbının yirmisekizinci âyetinde, Îsâ aleyhisselâmın (Baba benden dahâ büyükdür) dediği yazılıdır. Böyle söyliyen Îsâ aleyhisselâm için, (Allahın biricik oğludur ve aynen Allahdır. Kanını dökerek günâhları afv etdi) demek kadar, câhillik, küfr ve dalâlet olabilir mi? Eğer Allahü teâlâ, hıristiyanların de-diği gibi, günâhkâr kullarının günâhlarını afv etmek isterse, biricik oğlunu bir hâtundan dünyâya getirmesi ve Peygamberliği müddetince pekçok mu’cizeler göstermesine rağmen, beş-on âcizden başka, bütün Benî İsrâîli ona düşman ederek, onların korkusundan şuraya buraya kaçmasına ve onu yehûdîlere mağlûb edip, pekçok hakâretlerle çarmıhlarda bağıra bağıra öldürmesine ve bu da kâfî gelmeyip, Onu Cehennemde üç gün yakmasına ve dahâ başka sıkıntılara sokmasına ne hâcet vardı. Kimden korkusu vardı. Bütün insanlar doğuşdan günâh ve isyân ile yoğurulmuş da, mutlaka böyle bir (Kurtarıcı)ya muhtâc ise, Allahü teâ-
lâ onun gönderilmesini niçin altı bin sene te’hir etmiş, geri bırakmışdır? Âdem aleyhisselâmın oğlu Kâbile kardeş olarak gönderseydi ve mâdem ki, Kâbilin bir kimseyi öldürmesi mukadder imiş, onun eli ile biricik oğlu da katl olunarak milyonlarca insân Cehennemden kurtulsa idi, dahâ iyi olmaz mı idi? Biricik oğul Îsâ Mesîh gelinceye kadar, yeryüzünde gelmiş ve geçmiş pek çok sâlih kimseler, bilhassa rûh-ül-kudsün kendisine geldiği Peygamberler, kendilerinin herhangi bir dahli olmadan, hilkatlerine karışmış olan [ve tâ Âdem aleyhisselâmdan gelen] günâh sebebi ile, binlerce sene Cehennemlerde azâb edilmeleri, merhametlilerin en merhametlisi olan Allahü teâlânın adâlet ve merhametine uygun mudur? Eğer bu günâh, ya’nî Âdem aleyhisselâmın yasak edilen ağacın meyvesinden yimesi ile zuhûra gelen zellesi ise, buna cezâ olarak onun Cennetden çıkarılması kâfî olmadı mı? Sonradan neslinden gelen evlâd ve ahfâdının suçu nedir? Babanın cürmü ile evlâdın cezâ görmesi, hangi kanûn ve adâletin ahkâmındandır? Dünyâya bunca zâlim ve gaddârlar geldi. Hangisinin böyle bir iş yapdığını, babasından, dedelerinden dolayı torunlarına cezâ verdiğini hangi târîh yazmışdır? Merhametlilerin en merhametlisi olan Allahü teâlâ, bu zâlim ve gaddârlardan hâşâ dahâ mı zâlimdir? Buna göre, insanların günâhlarının afv edilmesine vâsıta olmak se’âdetine, Îsâ aleyhisselâmı katl eden yehûdîler mazhar olmuş olurlar. Çünki kıyâmet gününde bu yehûdîlerin Cehenneme gitmeleri emr olununca, (Yâ Rab! Mâdem ki, sen biricik oğlunun kanını dökmedikce, yaratdığın insanların günâhlarını afv edemezdin. Bundan dolayı onu dünyâya gönderdin. Biz de Senin bu murâdını yerine getirmek için onu öldürdük. Eğer öldürmeseydik, âlemdeki bu kadar insan kurtulamıyacakdı. Biz ancak Senin irâdeni yerine getirmek ve insanları Cehennemden kurtarmak için, onu öldürdük. Kötü olan katl işini yaparak, herkesin nefretini kazandık. Bu kadar fedâkârlığımıza karşı bize mükâfât verileceği yerde, cezâ vermek Senin adâletine yakışır mı?) derlerse, mahşer ehli bile onlara merhamet etmez mi, acımaz mı? Bir diğer husûs da, Âdem aleyhisselâm ilk insân olup, henüz şeytânın düşmanlığını ve hıyânetini bilmez ve Allahü teâlânın huzûrundan kovulmuş şeytânın, Cennete girip de kendini idlâl edeceğini hâtıra getirmezken, Tevrâtda da yazılı olduğu gibi, şeytân evvelâ, hazret-i Havvâyı çeşidli hîleler ile aldatmış, [ve yasak ağacın meyvesinden yidirmişdi]. Hazret-i Havvâ da, Âdem aleyhisselâmın bilmiyerek zelle işlemesine sebeb olmuşdu. Bu hatâ, Allahü teâlânın indinde çok büyük olmuş ve yalnız Âdem aleyhisselâmın kendisine değil, tâ biricik oğula gelinceye kadar bütün ço-
cuklarına sirâyet etmiş. Hepsinin Cehennem ehli olmasını îcâb etdirmiş ve en son biricik oğlu dünyâya gelip kanını dökmedikce afv olunamamış. [Hâşâ Allahü teâlâ, o günâhı afv edebilmek için, biricik oğlunun kanını dökmekden başka çâre bulamamış. Kendisi ile görüşdüğümüz papazların ifâdelerine göre, eski şerî’atlerde, her günâh için bir kurban kesilmesini Allahü teâlâ emr etmiş ve günâhın bedelinin kan akıtmak olduğunu bildirmiş ve şu günâh için şu kadar hayvan kurban edeceksin diye emr vermiş. Her günâh için bedel, kan akıtmak imiş. Ahd-i Atîkde de böyle olduğu yazılı imiş. Fekat o ilk günâh için hayvan kanı bedel olamaz imiş, insan kanı akması lâzım imiş. Yukarıda zikr etdiğimiz İncîlin beyânına göre, (hâşâ) Allahü teâlâ biricik oğlunu kurban etmekden başka çâre bulamamış da, günâhkâr kullarını afv etmek için, biricik oğlunu kurban etmiş ve insan kanı akıtarak, onlara babalarından mîrâs kalan, o ilk günâhı afv etmiş.]
Tevrâtda ve İncîlde, katl ve zinâ gibi nehy olunan günâhları irtikâb eden hıristiyanlar, bir papaza bir mikdâr para verip, bu papa-zın afv etdim demesi ile veyâ tanrının etini yiyip, kanını içerek tan-rı ile birleşince yâhud başını açıp gözlerini semâya dikerek durunca afva mazhar olurlar inancındadırlar. [Mâdem ki, afva kavuşmak bu kadar kolaydır, tanrının biricik oğlu, kurban edilmeyip de, tanrıya yalvarsaydı veyâ kendisi aynen tanrı olduğu için, babası o günâhı afv ediverseydi olmaz mıydı?]
Diğer bir husûs da şudur: Birşey için cânını fedâ etmek tamrızâ ve ihtiyâra bağlıdır. Îsâ aleyhisselâmın katli kendi rızâsı ile mi olmuşdu? İncîlde [Matta bâb yirmialtı, âyet otuzdokuzda] ya-zılı olduğu gibi, Îsâ aleyhisselâmın, (Ey Baba, eğer mümkin ise, bu kâse benden geçsin) diye Babaya düâ etmesi ve kendisine zarar gelmesinden korkarak (yerimi kimseye söylemeyin) demesi ve çarmıha gerildiği zemân, (Elî, Elî, Limâ Sebektenî) ya’nî (Allahım, Allahım, beni niçin terk etdin) diye niyâzda bulunması, kanının akıtılmasının ya’nî kurban edilmesinin kendi rızâsı ile olmadığını açıkca isbât etmekdedir. Meselâ bir kimse, kendi rızâsı ve arzûsu ile dîni ve milleti için bir mikdâr para sarf etse, filân kimse fedâkârlık etdi denir. Fekat mecbûriyyet karşısında, zorla bir şey verince, o kimse için, fedâkârlık etdi denilemez. [O hâlde,(hâşâ) Îsâ aleyhisselâmın öldürüldüğüne ve yukarıda zikr etdiğimiz sözleri söylediğine inanan hıristiyanlar, nasıl oluyor da, Onun kendini günâhkâr insanlar için fedâ etdiğine inanıyorlar.Bu sözleri ile, Îsâ aleyhisselâmın söylediği İncîllerde yazılı olan sözler, birbirini yalanlamakdadır. “İki zıd şey bir arada bulunamaz.”.]
Mevcûd İncîllerde, rûh-ül-kuds aleyhinde kötü söz söyliyenin, aslâ afv edilmiyeceği bildirilmekdedir. Bundan başka olan günâhlar için, İncîllerde hiçbir cezâ yazılı değildir. Hâlbuki, katolik papazlar, günâhın büyüklüğüne göre, muayyen bir ücret alarak he-men o günâhı afv ediyorlar.
Kur’ân-ı kerîmde vârid olan âyet-i kerîmelerin bildirdiklerine göre, islâmiyyetde günâhlar iki kısmdır: a) Büyük günâhlardır. En büyükleri yedidir: 1– Şirk, 2– Adam öldürmek, 3– Sihr, ya’nî büyü yapmak, 4– Yetîm malı yimek, 5– Fâiz alıp-vermek, 6– Muhârebede düşman karşısından kaçmak, 7– Temiz kadınlara kazf etmek, ya’nî nâmûssuz demek. b) Küçük günâhlar. Küçük günâhı çok yapmak, büyük günâh olur. Her günâhın büyük olmak ihtimâli vardır. Hepsinden kaçınmak lâzımdır.
Şirk: Allahü teâlâdan başka birşeye tapınmakdır. Küfr, îmânsız olmak, inanmamak demekdir. Küfrün afvı için, pişmân olup, îmânı kalbden kabûl etmek lâzımdır. Nisâ sûresinin yüzonaltıncı âyetinde meâlen: (Allahü teâlâ kendisine şirk koşanları, ya’nî kâfirleri afv etmez ve şirkden ya’nî küfrden başka olan günâhları afv eder) buyurulmuşdur. [Her çeşid günâhın ve kötülüğün en fenâsı, en kötüsü küfrdür. Allahü teâlânın emrlerinden ve yasaklarından birine ehemmiyyet vermiyen kâfir olur. Kâfirin hiçbir iyiliği, hayrât ve hasenâtı, âhiretde kendisine fâide vermez. Îmânı olmıyanın, hiçbir iyiliğine sevâb verilmez. Küfrün çeşidleri vardır. Hepsinin en kötüsü, en büyüğü (Şirk)dir. Bir şeyin her çeşidini bildirmek için, çok kerre, bunların en büyüğü söylenir. Bunun için, âyet-i kerîmelerde ve hadîs-i şerîflerde bulunan şirk kelimesinden her nev’ küfr ma’nâsı anlaşılır. Bu âyet-i kerîmeden, kâfirlerin Cehennem ateşinde sonsuz olarak yanacakları anlaşılmakdadır. Müslimân, dinden çıkarsa, ya’nî kâfir olursa buna (Mürted) denir. Mürtedin önceki ibâdetleri ve sevâbları yok olur. Mürted, îmânın gitmesine sebeb olan şeyden tevbe etmedikce, sâdece (Kelime-i şehâdet) söylemekle veyâ nemâz kılmakla müslimân olamaz. Bunun için, küfrden çok korkmalıdır. Hadîs-i şerîfde, (Hep hayrlı, fâideli konuşunuz. Yâhud susunuz) buyuruldu. İslâmiyyete uygun olmıyan sözlerden ve hareketlerden sakınmalıdır. Hadîs-i şerîfde, (Şirkden sakınınız. Şirk, karıncanın ayak sesinden dahâ gizlidir) buyuruldu. Kâfirler, sonsuz yaşasaydı, sonsuz kâfir kalmak niyyetinde oldukları için, küfrlerinin cezâsı Cehennemde sonsuz azâbdır. Bunun için kâfirlere olan ebedî azâb zulmdür, denilemez.]
Bunları yapan, ya’nî büyük günâh işleyen mü’minler, dünyâda tevbe etmezler ve âhiretde de şefâ’ata kavuşmazlarsa, günâh
ları kadar Cehennemde yanacak, dahâ sonra, kendilerinde bulunan îmân nûru sebebi ile, Allahü teâlânın afvına kavuşacaklardır.
Allahü teâlânın emr etdiği farz ve vâcib olan ibâdetleri yapmamak, büyük günâhdır.
Tevbe iki kısmdır:
Birincisi: Allahü teâlânın hakkına tecâvüz eden günâhlara tevbedir. Farzları ve vâcibleri terk etmek ve Allahü teâlânın harâm kıldığı şeyleri yapmak bu günâhlardandır. Meselâ, nemâz kılmamak, zekât vermemek böyledir. Bu günâhları yapan mü’minler, tevbe-i nasûh ile tevbe etdikleri zemân, Allahü teâlâ afv eder. Tahrîm sûresinin sekizinci âyetinde meâlen: (Ey îmân edenler, günâhlarınızdan Allahü teâlâya tevbe-i nasûh ile tevbe ediniz) buyurulmuşdur. Ya’nî pişmân olup istiğfâr ederek, ölünceye kadar bir dahâ hiç günâh işlememek üzere, tevbe edinizdir. Bekara sûresinin ikiyüzyirmiikinci âyetinde meâlen: (Allahü teâlâ, tevbe edenleri sever) buyurulmuşdur. Kur’ân-ı kerîmdeki, bunlar gibi müjdelerden ve (Günâhından tevbe eden, hiç günâh işlememiş kimse gibidir) hadîs-i şerîfindeki müjdeden anlaşılıyor ki, günâh işleyip de tevbe edenler, Allahü teâlânın afvına kavuşacaklardır.
İkincisi: Kul hakları da bulunan günâhlara tevbedir. Mal gasb etmek, zulm etmek ve gıybet etmek gibi. Böyle günâh işleyen kimseler, [hak sâhibinin hakkını ödemeyip, onun ile halâllaşmamış iseler], kıyâmet günü mahkeme-i kübrâda hak sâhibi râzı olmadıkca, afv-ı ilâhîye kavuşamayıp, cezâ göreceklerdir. Ancak, mü’min oldukları için, günâhları kadar azâb olunup, sonra Cennete gideceklerdir. Yâhud, merhametlilerin en merhametlisi olan Allahü teâlâ, hak sâhiblerine, râzı oluncaya kadar ni’metler ihsân buyurup, onları râzı edecekdir. Hak sâhibinin rızâları ile afv olunacaklardır.
Yukarıda bildirilenlerden anlaşılıyor ki, bu i’tirâzcı papazın zan ve iftirâ etdiği gibi, müslimânların günâhlarının afv edilmesi bunların sâdece kelime-i tevhîd, kelime-i şehâdet söylemelerine ve ibâdet yapmalarına bağlı değildir. İslâmiyyet, Allahü teâlânın, bir misli, benzeri, ortağı ve vekîli olamıyacağını açıkca bildirmişdir. Âhiretde de, günâhkârlara şefâ’at, ancak Allahü teâlânın izni ve irâdesi ile olacakdır. Müslimânlar, Kur’ân-ı kerîmde beyân olunan müjde âyetlerine, îmân ile, (beyn-el-havfi ver-recâ) ya’nî korku ve ümmîd arasında, Allahü teâlânın sonsuz ihsânlarını beklerler. Fekat hıristiyanlar, hangi günâh olursa olsun; hemen papazın, (afv etdim) demesi ile afv olunup, Allahın melekûtuna, ya’nî Cennete kavuşacaklarını zan ederler. Şimdi bu iki i’tikâddan hangisinin, ulûhiyyetin şânına uygun ve ubûdiyyetin ya’nî kulluğun edeblerine muvâfık olduğu, insâf ile düşünülmelidir.
(Gadâ-ül-mülâhazât) kitâbının yüzkırkbeşinci sahîfesinde, (Kur’ân-ı kerîm, Mesîhin kurtarıcılık sıfatından bahs etmiyerek, onu bir Peygamber derecesine indirmekdedir. İnsanları, büyük günâhın esâretinden kurtarmış olan bu insanın, semâvî Babasının arzûsunu yerine getirmek için, diğer insanlar uğruna canını fedâ eden bir zât olduğunu ve kurtarıcılığını inkâr etmekdedir. Siyer âlimlerinin beyân etdiklerine göre, kendi canını korumaları ve emrlerini yerine getirmeleri için, başkalarının fedâ olunmasına râzı olan bir zâtın, ya’nî Muhammed aleyhisselâmın, hakîkî ve en son kurtarıcı olduğunu bildirmişdir) diyerek, Kur’ân-ı kerîme dil uzatmakdadır.
CEVÂB: İnsanların, Âdem aleyhisselâmdan beri günâh ile doğup, bu günâhın esâreti altında olduğu hıristiyanların sonradan uydurdukları bir sözdür. İncîllerde böyle bir ibâre yokdur. Bu işin halli için kafa yormak abesdir.
İslâmiyyet, insanların zâhirlerine [amel ve ibâdetlerine] yol gösterdiği gibi, kalblerinin ve rûhlarının temizlenmesi yolunu da göstermişdir. Şu’arâ sûresinin seksensekizinci ve seksendokuzuncu âyetlerinde meâlen: (Kıyâmet gününde, ne mal, ne evlâd fâide vermez. Ancak [kötülüklerden temizlenmiş] kalb-i selîm ile Allahü teâlâya gelen müstesnâdır [Ancak o kurtulur]) buyurulmuşdur. Bu âyet-i kerîme ve kalb temizliğini, iyilik yapmağı ve güzel ahlâkı öven ve teşvîk eden, yüzlerce hadîs-i şerîf ve Muhammed aleyhisselâmın hâlleri ve fi’lleri ve düşmanlarına bile yapdığı iyilikler meydândadır. Bunlar bilinince, bu kitâbı yazanpapazın yalanı ve cehâleti hemen anlaşılır. Îsâ aleyhisselâmın, semâvî babasının arzûsunu yerine getirmek için, cânını fedâ etmediği de, yine İncîllerin beyânları ile yukarıda anlatılmışdı. Ya’nî, çarmıha gerilmeden önce, canı sıkılarak yere kapandığı ve (Ey Baba, bu kâse benden geçsin) dediği İncîllerde yazılıdır. [Markosun ondördüncü bâbında ve Lukanın yirmiikinci bâbında bu hâdisenin teferruâtı vardır. Lukanın yirmiikinci bâbının kırkdördüncü âyetinde, (Îsâ şiddetli ızdırabda olarak, ziyâde harâret ile düâ etdi. Teri toprağın üzerine düşen büyük kan damlaları gibi idi) demekdedir. Bunların hepsi hıristiyanların i’tikâdlarına göredir. İslâm i’tikâdına göre, Îsâ aleyhisselâm ne çarmıha gerildi, ne de öldürüldü. Çarmıha gerilen, onu ele veren münâfık (Esharyûtî Yehûdâ) idi. Yehûdîler, onu Îsâ aleyhisselâm zan ederek, çarmıha gerdiler. Allahü teâlâ, Îsâ aleyhisselâmı üçüncü kat semâya yükseltdi. Bugünkü İncîllerde bile müjdelenen ve hıristiyanların (paraklit) dedikleri, türkçeye terceme ederken (tesellîci) diye terceme etdikleri, yegâne tesellîci olan Muhammed aleyhisselâma
ümmet olmak için, çok düâ etdi. Allahü teâlâ kıyâmete yakın Onutekrâr yeryüzüne indirecekdir. O zemân, Îsâ aleyhisselâm Muhammed aleyhisselâmın dîni üzere hareket edecek, Onun halâl dediklerine halâl diyecek, harâm dediklerine harâm diyecekdir. Paraklit, Ahmed demekdir. Ahmed ise, Muhammed aleyhisselâmın ismlerinden birisidir. Îsâ aleyhisselâm, ulül-azm Peygamberlerdendir. Hâşâ, Allahın oğlu değildir. Allahdan Allah, nûrdan nûr değildir. Îsâ aleyhisselâm, insân idi. Ona tapılamaz.]
Peygamberimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” için, (Başkalarının kendisine fedâ olmasına râzı olan) ifâdesi ile, bu iftirâcı papaz, hicretde Peygamberimizin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Alîye “radıyallahü anh”, kendi yatağına yatmasını emr etdiğini kasd etmekdedir. Böyle olduğunu bir aşağıdaki sahîfede kendisiaçıklıyarak, bununla gûyâ, Îsâ aleyhisselâmın, hâtem-ül-enbiyâ, ya’nî Peygamberlerin sonuncusu, Muhammed aleyhisselâmın üzerine, üstünlük ve fazîletini göstermek istemişdir. Hakîkatde ise, kendi maksadının aleyhine bir delîl getirmişdir. Çünki, aynı risâlenin yirmidokuzuncu sahîfesinde, (Îsâ mesîh, benî İsrâîl arasında ortaya çıkmış ve onları kendisini kabûle hâzır bulmuşdu) demekdedir. Dahâ sonra, yüzonikinci sahîfesinden yüzonüçüncü sahîfeye kadar, arab kavminin putperest olup, yeni bir dîni kabûle hâzır olmadıklarını isbâta çalışmakdadır.
Îsâ aleyhisselâma, bir rivâyete göre yirmi erkek ile, sar’adan kurtulmuş birkaç kadından başka, kimse îmân etmedi. Hıristiyanların zan etdikleri gibi, Ona îmân edenler, Onun ülûhiyyetini,ilahlığını tasdîk etmiş iken, Îsâ aleyhisselâm onları kâmil bir îmân ve tevekküle teşvîk için (zerre kadar îmânınız olsa, dağı yerinden kaldırırsınız) diye te’minât verdiği ve çarmıha gerilmeden birkaç gün önce, (Sizin içinizden biriniz benim için cânını fedâ ederse, ebedî hayâta mazhar olur) diye müjdelediği hâlde, Ona îmân edenlerden hiç birisi, bu emre itâat etmediler. Bilhâssa, hıristiyanlarca Peygamber makâmına sâhib olan [ve kendilerine (resûller) denilen] havârîlerden olan Yehûdâ, cânını fedâ etmek şöyle dursun, yehûdîlerden otuz gümüş rüşvet alarak, Îsâ aleyhisselâmın bulunduğu yeri onlara haber verdi. Resûl, Peygamber rütbesindeolan diğer şâkirdler, Îsâ aleyhisselâm yakalanınca, etrâfından dağılıp kaçdılar. [Matta bâb yirmialtı, âyet ellialtı.] Hepsinin en yüksekleri olan Petrus, Mesîhe karşı, (Bana seninle berâber ölmek lâzım gelse de, seni hiç inkâr etmem), [Matta bâb yirmialtı, âyetotuzbeş] diye yemîn etmiş idi. O karışıklıklar arasında, Îsâ aleyhisselâmı götürürlerken, uzakdan onun ardınca gitdi. [Mattâ bâb yirmialtı, âyet ellisekiz.] Dahâ sonra, horoz ötünce, üç def’a ay-
rı ayrı, Îsâ aleyhisselâmı tanıdığını inkâr etdi diyor. Hem de, la’netler ederek. [Matta bâb yirmialtı, âyet yetmişdört.]
[Yeni bir dîni kabûle müsâid olmadıklarını söylediği arab kavminden olup, Muhammed aleyhisselâmın Peygamberliğini tasdîk eden Eshâb-ı kirâmın her biri, Muhammed aleyhisselâm uğruna, canlarını ve mallarını, hiç çekinmeden seve seve fedâ etdiler. Buna birkaç misâl verelim:
Uhud gazâsı, islâm târîhinin en büyük ve mühim gazâlarından birisidir. Bu gazâda, Eshâb-ı kirâm önce harbi kazanmış iken, sonradan müşrikler vâdiyi dolaşarak Eshâb-ı kirâmı “aleyhimürrıdvân” arkadan vurdular. İslâm ordusu karışdı. Pek çok Eshâb-ı kirâm, şehîdlik mertebesine kavuşdu. Bu gazâda bulunan ve şehîd olan Eshâb-ı kirâmın şecâat ve kahramanlıkları, islâm târîhinin en şerefli kahramanlık destânlarıdır. Burada Eshâb-ı kirâmdan birkaç zâtın ahvâlini bildirelim:
Talha bin Ubeydullah “radıyallahü anh” o gün Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” etrâfını müşriklerin kuşatdığını görünce, ne tarafa koşacağını, ne tarafa yetişeceğini şaşırmışdı. Bir sağ tarafdan hücûm edenlere, bir sol tarafdan hücûm edenlere karşı çarpışıyordu. Kendini Resûlullaha siper ediyordu. Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” bir zarar gelir korkusu ile titriyordu. Resûlullahın yanında döne döne çarpışıyordu. Müşriklerden keskin nişancı, atdığını vuran Mâlik bin Zübeyr isminde bir ok atıcı vardı. Bu hâin, Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem” nişan alarak, bir ok atdı. Resûlullahın mubârek başına doğru gelen bu oka, başka hiçbir şeklde karşı koyamıyacağını anlıyan Talha “radıyallahü anh”, elini açarak oka karşı tutdu. Ok avucunu parçaladı.
Kadın sahâbîlerinden, Ümm-i Ümâre de “radıyallahü anhâ”, zevci ve oğlu ile, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” ya-nında çarpışıyordu. Oğlu, zevci, kendisi ve diğer Eshâb-ı kirâm, kendilerini Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” siper ediyorlardı. Oğlu yaralanınca, oğlunun yarasını ve diğer sahâbîlerin yaralarını sarıyor, susuz olanlara su dağıtıyordu. Dahâ sonra, eline bir kılıç alarak çarpışmağa başladı. İbni Kâmia kâfiri Resûlullahı öldürmeye yemîn etmişdi. Resûlullahı gördü. Resûlullahahücûm edince, Ümm-i Ümâre atının önüne geçdi. Atını durdurup İbni Kâmiaya saldırdı. O müşrikin üzerinde zırh olduğu için darbeleri pek te’sîr etmedi. Zırh olmasaydı, o da katl edilen diğer müşriklerin yanına gidecekdi. Nihâyet o müşrikin şiddetli bir hücûmu ile boğazından ağır yaralandı. Resûlullah onun için,(Uhud günü ne tarafıma bakdıysam, hep Ümm-i Ümâreyi gör
düm) buyurmuşdur.
Mus’ab bin Ümeyr “radıyallahü anh”, Uhud gazâsında muhâcirlerin sancağını taşıyordu. İki zırh giyinmişdi. İbni Kâmia kâfiri Mus’aba “radıyallahü anh” saldırdı. Çünki Mus’ab “radıyallahü anh” kendisini Resûlullaha siper ediyordu. İbni Kâmia bir kılıç darbesi ile Mus’abın “radıyallahü anh” sağ kolunu kesdi. Sancağı sol koluna aldı. Bu sırada Âl-i imrân sûresinin (Muhammed ancak Allahın resûlüdür) meâlindeki yüzkırkdördüncü âyetini okuyordu. İkinci bir darbe ile sol kolu da kesilince, sancağı kesik kolları ile tutup göğsüne basdırdı. Yine aynı âyet-i kerîmeyi okuyordu. İslâm Sancağını yine bırakmamışdı. En son göğsüne saplanan mızrak ile, şehîd oldu. Fekat İslâm Sancağını yine bırakmamışdı.
Hubeyb bin Adiy ve Zeyd bin Desinneyi “radıyallahü anhümâ”, müşriklerden, Lıhyan oğulları, hîle ile yakalayıp Kureyş kâfirlerine satmışlardı. Hubeybe “radıyallahü anh”, kendisini şehîd etmeden önce (Dîninden dön seni serbest bırakalım) dediler. (Vallahî dönmem! Bütün dünyâ benim olsa, bana verilse, yine islâmiyyetden ayrılmam) cevâbını verdi. Bunun üzerine müşrikler, (Şimdi senin yerine Muhammedin “aleyhisselâm” olmasını, Onun öldürülmesini ister misin? Sen de evinde râhat oturasın) dediler. Hubeyb “radıyallahü anh”, (Ben Medînede Muhammed aleyhisselâmın mübârek ayağına bir diken batmaması için bile, canımı fedâ ederim) dedi. Kâfirler Hubeybin bu aşırı sevgisine hayret etdiler. Dahâ sonra da şehîd etdiler.
Dahâ yüzlerce misâlini yazmak mümkin olan bu hâdiseler, hep şâhiddir ki, Eshâb-ı kirâmın ve bindörtyüz seneden beri gelmiş olan müslimânların hepsi, seve seve canlarını Resûlullahın uğruna ve Allahü teâlânın rızâsı için fedâ etmişlerdir. Hıristiyanların, resûlkabûl etdikleri havârîler, Îsâ aleyhisselâmı en sıkıntılı zemânında terk ederek kaçmış, kaçmakla kalmamış, onu la’net ile inkâr etmişlerdir. Bu hâl, bugünkü İncîllerde bildirilmekdedir.]
Her şeyin en doğrusunu Allahü teâlâ bilir ki, hicret gecesi Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem”, Alîye “radıyallahü anh” bu fedâkârlığı teklîfden maksadı, bir gün gelir, hıristiyanlar arasında, niçin âhir zemân Peygamberi yeni bir dîni kabûle hâzır bir kavmden zuhûr etmedi diyerek i’tirâz ederlerse, böyle bir süâl karşısında, onları, kıyâmete kadar susdurmak içindir. [Çünki, böyle bir kavm içerisinde geldiği hâlde, kendisine inanan ve îmân eden bir zâtdan istediği bir teklîf, can tehlikesi olduğu hâlde seve seve yerine getirilmekdedir. Bu hâl, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” üstünlük ve fazîletini gösteren, en
büyük delîllerden biridir. Bu papaz, kendi sözü ile, kendisini tekzîb etmekdedir.] Buradaki diğer bir ince hikmet de şudur: (İslâm dîni, sâdece zâhirî menfe’atler ve kuvvet zoru ile yayıldı) diyenlere karşı, havârîler ile Eshâb-ı kirâmın ahvâli mukâyese edilirse, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” ibretli bir şeklde, i’tirâzcıları ve hasmlarını utandırmak için, mu’cize olarak Eshâbından birini, o şeklde vazîfelendirmiş olduğu hâtıra gelebilir. [Çünki Alî “radıyallahü anh” hiç çekinmeden Resûlullahın yatağına yatmış,Petrus ve diğer havârîler ise, Îsâ aleyhisselâmı terk edip, kaçmışlardır.]
Protestan papazlar, islâmiyyete i’tirâz ederek, (İncîl, kendisineinananları, Îsâ Mesîhin asrında, yehûdîlerin yapdıkları ibâdetlerden muâf tutmuşdur. İbâdeti, akla uygun ve makbûl bir şeklde mü’minlere göstermiş ve beyân etmişdir. Hâlbuki, Kur’ân-ı kerîm, tekrâr kemâlden uzaklaşmışdır. Çünki, yehûdîliğin, ruhâniyyet bulunmıyan maddî ve zâhirî olan âdet ve ibâdetlerini emr etmişdir) demekdedirler.
CEVÂB: Bunlara sorarız ki, Îsâ aleyhisselâmın Matta İncîlinin beşinci bâbının onyedinci âyetinde, (Ben şerî’ati yıkmağa gelmedim. Ben yıkmağa değil, temâm etmeğe geldim. Çünki, yer ile gök zâil olmadıkca, herşey vâki’ oluncaya kadar, şerî’atden bir harf veyâ bir nokta bile yok olmıyacakdır) sözünün ma’nâsı nedir? Kendisi, Mûsâ aleyhisselâmın dîni üzere, niçin sünnet olmuşdur? Ömrünün sonuna kadar, Mûsâ aleyhisselâmın şerî’atindeki, belli bayramları temâmen icrâ etmesinin sebebi nedir? Benî İsrâîl ile aralarında geçen münâkaşalarda, onları Mûsâ aleyhisselâmın şerî’atı ile amel etmedikleri için, neden azarlamışdır? Bunlardan anlaşılıyor ki, protestan papazların bu iddiâları, temâmiyleİncîlin ahkâmına ve Îsâ aleyhisselâmın yapdıklarına, mugâyirdir, zıddır. Kur’ân-ı kerîm, kemâlden ve ruhâniyyetden aslâ ârî değildir. Bir dînin zâhirî olan ibâdetlerini yapmıyan, o dînin ruhâniyyetinden istifâde edemez. Bunun tafsîlâtı aşağıda beyân olunacakdır.
Hıristiyan papazların i’tirâzlarının birincisi, islâm dînindeki tahâretdir. İlk hedefleri, ilk hücûm etdikleri mes’ele tahâret mes’elesidir.
Bu papaz, (İslâmiyyetde abdest almak, halkın temizliği ve vücûdun kirlerinin giderilmesi maksadına bağlı olmuş olsaydı, bir şey denilemezdi. Fekat, Allahü teâlâ için yapılan ibâdetlerin sıhhati, abdest almağa bağlanmış ve abdest ibâdetin şartı kabûl edilmişdir. Abdestsiz kılınan nemâzı, Allahü teâlâ kabûl etmez denilirse, burası üzerinde düşünülecek bir yerdir. Çünki Tevrâtda,
(Rab insanın bakdığı gibi bakmaz. Zîrâ insân zâhire, Rab kalbe bakar) denilmiş olduğundan, nemâzdan evvel abdest almanın kalb temizliğine veyâ nemâzın hakîkatine bir te’sîri yokdur. Ayrıca, nemâzın sıhhatine ve kabûlüne de, bir fâidesi olmadığı anlaşılmakdadır. Buna göre, Kur’ân-ı kerîm, ibâdetin aslı olan ihlâs ve kalb huzûrunu, hiç bir fâidesi olmıyan, şekl ve âdetler üzerine va’d etmiş olur. Bir diğer husûs da, ellerini ve ayaklarını yıkamak, sıcak çöl memleketlerinde oturan ve yalın ayak gezen kimselere fâideli ve güzeldir. Fekat, gâyet nâzik ve medenî olup, soğuk memleketlerde yaşayıp, ayağını çorap ve ayakkabı ile koruyan kimseler için abdest almak, sıhhate zararlı olan bir mecbûriyyetdir. Bilhâssa, kuzey kutub bölgelerinde yaşıyan kimselere, günde beş def’a buzları kırıp yıkanmak, ne kadar meşakkatli ve sıhhati gideren bir şeydir. Ne kadar adâlet ve hakkâniyyetden uzakdır. Kıbleye dönmek de benî İsrâîli taklîddir) demekdedir.
CEVÂB: Bilinmelidir ki, islâm dîni, bütün dinlerin en kâmil ve en temâm şeklidir. Ya’nî zâhirî ve bâtınî olgunluğu kendinde cem’ eden bir tevhîd dînidir. İnsanlara fâideli şeyleri emr eden, zararlı şeylerden koruyan bir dindir. Onda insanlara zararlı olabilecek en küçük bir hükm yokdur. Her hükmünde insanlar için maddî ve ma’nevî nice fâideler vardır. İslâmiyyetin, Allahü teâlâ tarafından gönderilmiş olduğunun açık bir delîli de, islâmiyyetde, ne kadar zâhirî ve şeklî görünen ahkâm varsa, her birinin nice hakîkatleri ve insanlar için fâideleri olmasıdır. İlm ve teknik ilerledikce, bunların fâideleri ortaya çıkmakdadır. Gözleri cehâlet perdesi ile kapanmış olanlar, bu hakîkatleri idrâk edememekde ve sâdece zâhire bakmakdadırlar. İsrâ sûresinin yetmişikinci âyetinde meâlen: (Bu dünyâda [kalbi hakkı kabûl etmiyecek şeklde] kör olan kimse, âhiretde de kördür. [Kurtuluş yolunu göremez]) buyurulmuşdur. Âyet-i kerîmede bildirilen kimseler, böyle söyliyen papazlardır. İslâmiyyete uyan kimseler, âhiretde, ihlâslarına göre mükâfâta kavuşacaklardır. Gözleri, irfân nûru ile açılmış, bütün âlemi kaplıyan ilâhî ni’metden idrâk ve anlayışları nisbetinde nasîb almış olan kimseler için, âhiretde yüksek dereceler va’d edilmişdir. Bu va’dler, bu ni’metler, âyet-i kerîmelerde bildirilmişdir. Akl ve irfân sâhibi olan kimselerin burada yapacakları şey, islâmiyyetin emr etdiği ibâdetlere sıkı sıkıya bağlanmakdır. Bununla berâber, kalbini kötü huylardan temizlemek lâzım olduğu, tefsîr ve hadîs-i şerîf kitâblarında uzun uzun beyân edilmişdir. Binlerce Ehl-i sünnet âlimi de kitâblarında bildirmişdir. Ayrıca, bâtın yolunu öğrenmek isteyenler, Allahü teâlâya kavuşduran yolun menba’ları ve rehberleri olan Evliyâ-i ki-
râma mürâceat etmelidirler.
Tefsîr âlimleri bildiriyorlar ki, abdest ve tahâret, ya’nî temizlik, bu i’tirâzcı papazın da i’tirâf ve kabûl etdiği şeklde, zâhiren bedenin sıhhatine çok fâideleri olduğu gibi, ma’nevî olarak da, kalbin tasfiyesinin ve huzûrunun bir işâretidir. Nemâz, Allahü teâlânın huzûrunda durmakdır. Allahü teâlânın huzûrunda durunca, kalbin tasfiye edileceği açıkdır. Kötülüklerden temizlenmemiş bir kalb ile, Allahü teâlânın huzûruna çıkılamaz. Nitekim, dünyâ işlerinde de böyledir.
Abdest almanın beden temizliği olduğu, hergün beş kerre bedendeki mikrop yuvalarını temizlediği meydândadır. Aklı ve ilmi olan herkes, bunu bilmekdedir. Abdestin kalbe kuvvet verdiğini, rûhu temizlediğini papazlar da biliyor. Meselâ, (Rıyâd-un-nâsıhîn)de, abdestin fazîletini anlatırken diyor ki, imâm-ı Ca’fer Sâdık “rahmetullahi aleyh,[1] nasîhat vermek için, bir râhibe geldi. Kapı geç açıldı. Sebebini sorunca, Râhib, (Aralıkdan seni görünce, heybetinden çok korkdum. Hemen abdest aldım. Tevrâtda görmüşdüm ki, bir kimseden veyâ birşeyden korkunca, abdest almalıdır. Abdest, insanı zarardan korur yazılı idi) dedi. İmâm nasîhat verince, hemen müslimân oldu. Kalbi, abdestin bereketi ile temizlendi.
Üzeri pis-kirli olan bir kimse, pâdişâhın dîvânına girmek için bir yol ve bir ruhsat bulamaz. Bu da gösteriyor ki, abdest ve tahâret, i’tirâzcı papazın zan etdiği gibi, huzûr ve ihlâs için fâidesiz değildir. Şimâl [kuzey] memleketlerinde yaşayan kimseler, abdest almak istedikleri zemân, yalnız sabâhleyin sıcak su ile abdest alarak çoraplarını ve mestlerini giyerler. Diğer dört vaktde, abdestlerini tutarak nemâzlarını kılabilecekleri gibi, abdestleri bozulduğu zemân, mestleri üzerine mesh ederek abdest alabilirler. [Böylece, hem ayaklarını yıkamamış ve ayakları üşümemiş, hem de nemâzlarını kılmış olurlar. Soğuk su kullanamayanlar, sıcak odalarında, toprak ile teyemmüm ederler. Protestan papazın iddiâ etdiği gibi, günde beş def’a buz kırmağa hiç lüzûm yokdur. Onlar, yemekden evvel günde üç def’a ellerini yıkarken buzları kırdıkları için hasta mı oluyorlar?]. Bir kimsenin vücûdunda hastalık olur da, abdest almak, ya’nî su ile yıkanmak sıhhatine zararlı olursa, teyemmüm edebilir. Çünki asl maksad sâdece el, yüz ve ayak yıkamak değil, kalbin tasfiyesi [ya’nî Allahü teâlânın huzûruna durmak için bir hâzırlık ve Allahü teâlâyı hâtırlamak]dır. Za-
---------------------------------
[1] Ca’fer Sâdık, 148 [m.765] de Medînede vefât etdi.
rûret hâllerinde, islâmiyyet aslâ güçlük teklîf etmez, güçlüğü emr etmez. Nitekim hadîs-i şerîfde, (Dinde güçlük yokdur) buyurulmuşdur. Kur’ân-ı kerîmde Bekara sûresinin ikiyüzseksenaltıncı âyetinde meâlen: (Allahü teâlâ insana gücü yetmiyeceği şeyi teklîf etmez) buyurulmuşdur. Ya’nî, Allahü teâlâ, bir nefse, gücü yetebileceği, yapabileceği şeyi emr eder, yapamıyacağını emr etmez. [Nisâ sûresinin yirmisekizinci âyetinde meâlen: (Allahü teâlâ, ibâdetlerinizin hafîf, kolay olmasını istiyor. İnsan za’îf, dayanıksız yaratıldı) buyurulmuşdur. İslâmiyyetde, ibâdetler için iki yol vardır: Bunlardan birisine (Ruhsat), diğerine de (Azîmet) yolu denir. Ruhsat, islâmiyyetin ibâdetlerde tanıdığı, izn verdiği kolaylıklardır. İnsana kolay geleni yapmak, ruhsat ile amel etmek olur. Zor geleni yapmak ise azîmetdir. Azîmet ile amel etmek, ruhsat ile amel etmekden dahâ kıymetlidir. Bir insanın nefsi, kolaylıkları yapmak istemezse, bunun azîmetleri bırakıp, ruhsat ile amel etmesi efdâl olur. Fekat, ruhsat ile amel etmek, ruhsatları araşdırmağa yol açmamalıdır.] (Amellerin en fazîletlisi, nefse en zor gelenidir) hadîs-i şerîfi, islâmiyyetdeki amellerde ta’kîb edilecek en doğru yolu, açıkca göstermekdedir. Bunun için, îmân-ı kâmil sâhibi olan mü’minler, Allahü teâlânın rızâsını ve sevgisini kazanmak için, nefslerine zor gelen, güç şeyleri yapmağı seçerler. Böylece âhiretde yüksek derecelere kavuşmak isterler.
Yalnız, başını açıp gözünü semâya dikerek ibâdet eden hıristiyanlar, beden temizliğinden hiç bahs etmiyerek iğrenç kokulu bedenleri, kirli elbise ve ayakkabılar ile kiliseye gidip, loş bir havada, nâhoş kokular içerisinde, bir parça ekmeği yiyip, bir yudum şerâb içince, Allahü teâlâ ile (hâşâ) hemen birleşeceklerini, kalblerinin kötülüklerden temizleneceğini zan ediyorlar. Böyle bir zanna sâhib olan kimseler için, elbette islâmiyyetin emrlerinin hakîkatlerini anlamak pek zordur. Yıkanmağı, temizliği, müslimânlardan öğrenerek, pislikden kurtuldular ise de, bozuk inanışları ve uydurma ibâdetleri hâlâ devâm etmekdedir.
Papazların i’tirâzlarından birisi de nemâzdır. (Tekbîr, kıyâm, rükû’ ve secde zâhire uygun olmadığı gibi, rûhânî de değil imiş.)
CEVÂB: Düşünemiyorlar ki, acabâ maddî ve ma’nevî olarak, Allahü teâlâya ibâdetden maksad nedir? İbâdet, her ne şeklde olursa olsun, Allahü teâlâya ta’zîm ve Allahü teâlânın nihâyetsiz hazînesinden yapmış olduğu sayısız ihsânlarından dolayı, hamd ve senâ etmek ve kendinin âcizliğini i’tirâf edip, Allahü teâlâdan rahmetini istemekdir. Allahü teâlâya ta’zîm sebeblerini araşdırdığımızda, nemâzın rüknlerinden olan, kıyâmda elleri bağlıyarak huşû’ ile Allahü teâlânın huzûruna çıkmak, Besmele-i şerîfe ve
sûre-i Fâtiha okuyarak hamd ve senâ etmek, rükû’ ve secdelerde, vâcib-ül-vücûd olan Allahü teâlâyı tesbîh ve her hareketde (Allahü ekber) tekbîr cümlesi ile, Allahü teâlânın büyüklüğünü söylemek, Allahü teâlâyı ta’zîm etmekdir.
Benî İsrâîl Peygamberlerinin bildirdikleri üzere, kıble, Kudüsdeki (Beyt-i mukaddes)e doğru idi. Sonradan (Kâ’be-i muazzama)ya doğru oldu. Kâ’be-i muazzamayı İbrâhîm aleyhisselâm yap-mış olduğu için, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Kâ’be-i muazzamaya karşı ibâdet yapmak istiyordu. Merhameti sonsuz olan Allahü teâlâ, sevgili Peygamberini bu arzûsuna kavuşdurarak, kıble, Mescid-i aksâdan, Mescid-i harâma çevrildi. Bekara sûresinin yüzkırkdördüncü âyetinde meâlen: (Şimdi yüzünü Mescid-i harâm tarafına çevir) buyurulmuşdur.
İslâm dîninde, Mûsâ aleyhisselâmın şerî’atinde olan, Kurban kesmek, sünnet olmak, domuz eti, leş ve fâiz yimemek, zinâ etmemek, adam öldürmemek ve kısâs gibi dahâ nice hükmler vardır. Her ne kadar, zemânımızda mevcûd hıristiyanlıkda, Îsâ aleyhisselâmın emrinin hilâfına olarak, Mûsâ aleyhisselâmın şerî’atinde bulunan birçok hükmler tahrîf olunmuş ise de, zinâ ve adam öldürmekden nehy ve kıbleye yönelmek gibi, Mûsâ aleyhisselâmın şerî’atinden olan ba’zı hükmler devâm etmekdedir. Hıristiyanlar, (Tevrâtın bütün ahkâmı tasdîk olunmuş, mu’teberdir) dedikleri hâlde, hükmleri ile amel etmezler. [Sorulduğu zemân ise, (Kitâb-ı mukaddes)in temâmına inanıyoruz. Eski Ahd ya’nî (Tevrât) da, Allahü teâlâ tarafından gönderilmiş kitâbdır dedikleri hâlde, bunun ahkâmı ile amel etmezler. Sebebini sorunca, hükmü nesh oldu, değişdi derler. Hem Allahü teâlânın kitâbı di-ye inanıyor, birçok bahslerde hıristiyanlık inancının delîli olarak Tevrâtdan âyetler okuyorlar, hem de ahkâmı ile amel edilmediği sorulunca, ahkâmı mensûhdur diyorlar.] Fekat ba’zı hıristiyanlar, 923 [m. 1517] senesinde ortaya çıkan Luther ismindeki bir papaza uyarak kıbleyi, ya’nî beyt-i mukaddese karşı dönmeği terk etmişlerse de, diğer milyonlarca katolik hıristiyan hâlâ beyt-i mukaddese doğru dönmekdedir. Hiç birisi, protestanların kıbleye dönmeği terk etmelerine i’tibâr etmemekdedir. Çünki, ibâdetden asl maksad, Allahü teâlâya ta’zîm ile, hamd, senâ, niyâz ve düâdan, ya’nî yalvarmakdan ibâretdir. Kalb huzûru ile, ma’nevî kıymeti hâiz olan bir yere dönerek, ibâdet etmekde, ta’zîmi ihlâl edecek, ibâdeti bozacak ne gibi bir şey düşünülebilir? Ayrıca, dönülecek cihetin belli olması, kalbin dahâ fazla huzûr bulmasına sebeb olur.
İbâdetlerinde, kıyâm, rükû’ ve secde gibi kulluğu bildiren
edebler olmayan hıristiyanlar, kilisede, sâdece birbirlerinin yüzlerine bakarlar. Genç oğlanlar ile kızlar, her ne kadar göz zinâsından nehy olunmuşlarsa da, birbirlerinden gözlerini ayırmazlar. Dahâ sonra, papazın okuduğu ekmek parçasını, tanrı kabûl etdikleri Îsâ aleyhisselâmın eti, şerâbı da kanı olarak inanıp (İşâ-i rabbânî) diye yiyip içerek, hemen rûh-ül-kuds ile birleşdiklerini zan ederler. [Protestanlar, bu işâ-i rabbânîyi (evharistiya)yı bir hâtıra olarak yiyip içerler.]
İbâdetden maksad, her şeyin yaratıcısı olan Allahü teâlâya itâ’at ve ta’zîmdir. Bu iki dinden hangisinde Allahü teâlâya ta’zîmin bulunduğu ortadadır!
İslâm dîninde hergün beş farz nemâzdan önce ezân ve ikâmet okunur. Müezzin yüksek sesle ezân okur. Ya’nî:
ALLAHÜ EKBER: Allahü teâlâ büyükdür. Ona bir şey lâzım değildir. Kullarının ibâdetlerine muhtâc değildir. İbâdetlerin, Ona fâidesi yokdur. [Bunu, zihnlerde iyi yerleşdirmek için bu kelime, dört kere söylenir.]
EŞHEDÜ EN LÂ İLÂHE İLLALLAH: Kibriyâsı [büyüklüğü] ile ve kimsenin ibâdetine muhtâc olmadığı hâlde, ibâdet olunmağa Ondan başka kimsenin hakkı olmadığına şehâdet eder, elbette inanırım. Hiçbir şey Ona benzemez.
EŞHEDÜ ENNE MUHAMMEDEN RESÛLULLAH: Muhammed aleyhisselâmın, Onun gönderdiği Peygamberi olduğuna, Onun istediği ibâdetlerin yolunu bildiricisi olduğuna şehâdet eder, inanırım.
HAYYE ALES-SALÂH, HAYYE ALEL-FELÂH: Ey mü’minler, koşun felâha, se’âdete, koşun salâha, iyiliğe, ya’nî nemâza.
ALLAHÜ EKBER: Ona lâyık ibâdeti kimse yapamaz. Herhangi bir kimsenin ibâdetinin Ona lâyık, yakışır olmasından çok büyükdür, çok uzakdır.
LÂ İLÂHE İLLALLAH: İbâdete, karşısında alçalmağa müstehak olan, hakkı olan ancak Odur. Ona lâyık bir ibâdeti, kimse yapamamakla berâber, Ondan başka kimsenin ibâdet olunmağa hakkı yokdur, [diyerek mü’minleri nemâza da’vet eder].
[İnşirâh sûresinin dördüncü âyetinde, Allahü teâlâ, habîbi Muhammed aleyhisselâm için meâlen: (Senin ismini [şarkda, garbda, yer küresinin her yerinde] yükseltirim) buyuruyor. Garba doğru, bir tûl derecesi [111,1 kilometre] gidilince, nemâz vaktleri dört dakîka gecikiyor. Her yirmisekiz kilometre gidişde, aynı vaktin ezânı birer dakîka sonra tekrar okunmakdadır. Böylece, yeryüzünün her yerinde, her an ezân okunmakda, Muhammed
aleyhisselâmın ismi her an, her yerde işitilmekdedir. Yirmidört sâat içerisinde Onun isminin söylenilmediği bir an yokdur.]
Hıristiyanların kiliseye da’vetleri ise, çan çalmakla olur. Müslimânların ibâdete da’vet şekli ile hıristiyanların da’vet şeklinden hangisinin Allahü teâlâyı ta’zîm etdiği ve rûhânî olduğu meydândadır.
Müslimânlar, ezândan sonra, nemâz kılarlar. Nemâza başlamadan önce, nemâzın îcâb etdirdiği şartlar vardır. Bunlar altıdır. Bunlardan biri bulunmazsa, nemâz sahîh olmaz:
1 - Hadesden tahâret: Abdesti olmıyanın abdest a’zâlarını güzelce yıkamasıdır. [Yâhud cünüb olanın gusl etmesidir.]
2 - Necâsetden tahâret: Bedenini ve elbisesini ve nemâz kıldığı mahalli, görünen maddî pisliklerden temizlemekdir.
3 - İstikbâl-i kıble: Kâ’be-i muazzama tarafına dönmekdir. [Kıble cihetini anlamak için, güneşi gören toprağa bir çubuk dikilir, yâhud bir ip ucuna anahtar, taş gibi bir şey bağlanıp sarkıtılır. Takvîm yaprağında yazılı (Kıble sâati) vaktinde, çubuğun, ipin gölgeleri kıble istikâmetini gösterir. Gölgenin güneş bulunduğu tarafı, kıble ciheti olur.]
4 - Setr-i avret: Gerek erkeklerin ve gerekse kadınların nemâz kılarken islâmiyyetin bildirdiği avret yerlerini örtmeleridir. Avret yerlerini, her yerde, her zemân başkalarının yanında, örtmek farzdır, lâzımdır.
5 - Vakt: Her milletin ba’zı ibâdetlerinde muayyen vakt olduğu gibi, müslimânların nemâzlarını da, Allahü teâlâ, belli vaktlere tahsîs etmişdir. Vakti gelmeden evvel ezân okumak büyük günâhdır ve kılınan nemâz sahîh olmaz.
6 - Niyyet: Kılacağı nemâzın ismini ve vaktini bilmek ve herhangi bir dünyevî sebeb ile değil, ancak Allahü teâlânın emri ve rızâsı için olduğunu bilmekdir.
Hıristiyanlar, kiliseye yıkanmadan gitmekdedirler. Pis kokuları ile, birbirlerini râhatsız etmekdedirler. Belli bir cihete dönerek, kalb huzûru ile, Allahü teâlâya ibâdetleri olmadığı için, hep birbirlerine bakmakdadırlar.
Müslimânların, ibâdetler için olan şartları ile, hıristiyanların ibâdetleri karşılaşdırılırsa, hangisinin dahâ rûhânî ve kulluğa uygun olduğu belli olur.
Şimdi, nemâzın rüknlerinin ne olduğunu beyân edelim:
1 - İftitâh tekbîri: Bir müslimân nemâz kılmağa başlarken, önce, ellerini kaldırıp, Allahü teâlâdan gayrı her şeyi kalbinden çıkararak, kalb huzûru ile, Allahü teâlânın huzûruna çıkdığını hâtırla-
yarak (Allahü ekber) der. Bunun ma’nâsı, (Allahü teâlâ, zihne gelen her şeklden ve hayâllerden ve mahlûklara benzemekden uzak ve kâmillikle vasf olunan her şeyden, dahâ büyükdür) demekdir.
2 - Kıyâm: Tam bir huşû’ ve edeb ile, Allahü teâlânın huzûrunda ellerini bağlayıp, ayakda durmakdır.
3 - Kırâ’et: Allahü teâlânın ismi şerîfi ile Fâtiha-i şerîfi okumakdır ki, dahâ önce meâl-i şerîfini bildirdiğimiz gibi, Allahü teâlâya hamd-ü senâ ve ta’zîm ile, hidâyet ve selâmet için düâdır. [Kıyâmda, Fâtiha-i şerîfe ile birlikde, bir sûre veyâ âyetler okunur.]
4 - Rükû’: Bir kerre, eğilerek, ellerini diz kapaklarına bağlayarak, sırtını ve başını düz tutmakdır. Rükû’da, (Sübhâne Rabbiyel azîm) denir ki, ma’nâsı, (Her şeyden büyük olan Rabbimi her dürlü ayb ve noksan sıfatlardan münezzeh ve mukaddes bilirim) demekdir. [Bu üç, beş, yedi, dokuz veyâ onbir def’a, söylenilebilir.]
5 - Secde: Kendini âciz bilerek, tazarrû ve niyâz ile, iki kerre yere yüzünü koyarak (Sübhâne Rabbiyel a’lâ) denir. Ma’nâsı, (Herşeyden yüksek, âlî olan Rabbimi bütün noksan sıfatlardan münezzeh ve mukaddes bilirim) demekdir.
İslâm dîninde rükû’ ve secde, ancak varlığı mutlak lâzım olan, Allahü teâlâya yapılır. Müslimân, nemâzda Kâ’be-i mu’azzamaya dönerek, Allahü teâlâya secde etmekdedir. Kâ’beye karşı secde edilir. Kâ’be için secde edilmez. Kâ’be için secde eden kâfir olur. Hiç bir insana ve hiç bir mahlûka karşı secde etmek câiz değildir. Çünki insan, Allahü teâlânın yaratdığı mahlûkların en şereflisi olup, yaratılışda, ya’nî insanlıkda, hiç birisinin diğerinden farkı yokdur. Maddî makâm ve rütbeler ise, insanın mâhiyyetini değişdiremez. [Kendilerinin ilah olduklarını iddiâ eden, fir’avnlar ve nemrudlar dahî, diğer insanlar gibi yimekden, içmekden ve diğer beşerî ihtiyâçlardan ve ölümden kurtulmuş değillerdir. Allahü teâlânın, insanlar içerisinden seçmiş olduğu kulları olan Peygamberler “aleyhimüsselâm” de, sıfât-ı beşeriyyede diğer insanlarla aynıdır. Ya’nî, onlar da yirler, içerler, soğukda üşürler. Ancak, Allahü teâlâ, onlara husûsî ni’metler ve çeşidli mu’cizeler ihsân etmişdir. Hiç bir sâlih kul, Peygamber derecesine kavuşamaz. Peygamberler ma’sûmdurlar. Aslâ günâh işlemezler. Ba’zı Peygamberlerden zelle sâdır olmuşdur. Zelle, günâh demek değildir. Bir işi, en güzel şeklde yapmamak demekdir. Güzeldir, fekat en güzel değildir.]
Yüzünü yere koymak, ya’nî secde ederek ta’zîm etmek, kişinin kendi zilletini, aşağılığını ve ta’zîm etdiği zâtın şânının büyüklüğünü ve yüceliğini i’tirâf etmekdir. Böyle bir ta’zîm ise, hakîkî ni’met verici ve kâinâtın yaratıcısı olan, Allahü teâlâdan başkasına lâyık
değildir. Hattâ, böyle ta’zîmler şöyle dursun, Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, Eshâb-ı kirâmı “aleyhimürrıdvân” kendisi gelince ayağa kalkmakdan nehy buyurmuşdu. Onun Eshâbı arasında, kendisine tahsîs edilmiş her hangi bir oturma yeri, taht, sedr gibi birşeyi de yokdu. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, Eshâb-ı kirâmın yanına geldiği zemân, boş olan münâsib bir yere otururdu. Kendisini tanımayanlardan o meclise gelenler, kendisini bilemez (Resûlullah kimdir?) diye sorarlardı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, böyle hareket edince, diğer âciz insanların ne yapması lâzım olduğu düşünülmelidir.
6 - Ka’dede teşehhüd mikdârı oturmak: Başını ikinci secdeden kaldırınca, iki diz üzerine oturup, tehiyyât okumakdır. Tehiyyâtın ma’nâsı: (Yapılan bütün ta’zîmler, hurmetler ve ibâdetler Allahü teâlâya mahsûsdur ve ey Nebîy-yi zîşân, selâmet ve Allahın rahmeti ve bereketi senin üzerine olsun. Selâmet bizim üzerimize ve bütün sâlih kulların üzerine olsun. Ben şehâdet ederim ki, Allahü teâlâdan başka, kendisine ibâdet edilip, tapınılacak ilah yokdur ve Muhammed aleyhisselâm Allahü teâlânın kulu ve resûlüdür.) İşte, müslimânların günde beş def’a edâ etmekle mükellef oldukları, farz nemâzların, altı rüknü, temel direği bunlardır. Âdem aleyhisselâmdan beri, her Peygamberin ümmetine günde bir vakt nemâz kılmak emr olunmuş idi. Nemâzın en kâmil şekli, ancak âhir zemân Peygamberine emr ve ihsân buyurulmuşdur.
Nemâzın rüknleri olan bu amellerde, Allahü teâlânın ülûhiyyetine ve ta’zîme noksanlık olacak bir şey var mıdır? Ne garîbdir ki, islâmiyyetde, rüknleri ve şartları açıkca bildirilen ibâdetlerin, rûhânî olmadığını iddiâ eden protestanların, vaftîz, kurban (işâ-i rabbânî) ve İncîl kırâetinden başka ibâdetleri yokdur. Müslimânların nemâzı rûhânî değilmiş de, hıristiyanların bu ibâdetleri rûhânî imiş (!).
(Menâkıb-i çihâr-i yâr-ı güzîn)de, Alî “radıyallahü teâlâ anh”ın doksanüçüncü menkıbesinde diyor ki, imâm-ı Alî “radıyallahü anh” nemâza durunca, etrâfında yapılanlardan hiç haberi olmazdı. Bir cengde, mubârek ayağına ok girdi. Kemiğe saplandı. Cerrâhbunu çıkarırken ağrısına dayanamazsın. Önce, münevvim ya’nî uyuşdurucu ilâc verip uyutacağım dedi. İlâca lüzûm yok. Nemâzımı kılarken çıkar buyurdu. Nemâzda iken mubârek ayağını yarıp, demiri kemikden çıkardı ve yarayı sardı. Nemâz bitince, çıkardın mı dedi. Evet deyince, Allah hakkı için, hiç acı duymadım buyurdu. Sâlih müslimânların nemâzlarının böyle olduğunu bildiren çok hadîs-i şerîf vardır.
Hıristiyanların ibâdetlerini de kısaca inceleyelim:
1 - Vaftîz: [Hıristiyan ibâdetlerinin ya’nî Sakramentlerin birincisidir. Hıristiyanlar, vaftîzin Îsâ aleyhisselâm tarafından konulduğuna inanırlar.] Îsâ aleyhisselâm ömrü boyunca kimseyi vaftîz etmedi. Vaftîz yapınız diye bir emr de etmedi. [Hıristiyan olmak için ve bir kiliseden diğerine geçmek için, vaftîz yapılmasının şart olduğuna inanan hıristiyanlar, vaftîzi, Baba, oğlu, rûh-ül-kudsadına yaparlar. Hıristiyanlara göre vaftîz, Îsâ aleyhisselâmın ma’nevî vücûdu, ya’nî ilahlığı ile maddî vücûdunun birleşmesi verûh-ül-kuds ile yeniden doğuşdur. Aslî günâh dedikleri, tâ Âdem aleyhisselâmdan geldiğine inandıkları suçun, vaftîzle afv edileceğine inanırlar. Vaftîz kilisede yapılır. Kiliseler arasında vaftîzin yapılışı birbirinden farklıdır. Ba’zıları kudsiyyetine inanılan bir suya daldırarak, ba’zıları su serperek, ba’zıları da, başına su dökmek sûretiyle vaftîz yaparlar. Vaftîz yapılacak kimsenin yaşı da kiliseler arasında değişikdir. Hıristiyanlar vaftîz yapılmadan ölenin günâhkâr olarak öldüğüne inanırlar.] Burada, rûhâniyyete âid hiç bir şey yokdur.
2 - Kurban: (İşâ-i rabbânî veyâ Evharistiya): Bunun tafsîlâtını yukarıda zikr etmişdik. [İncîle göre, Îsâ aleyhisselâm, Havârîleri ile birlikde yidiği son akşam yemeğinde ekmeği parçalayıp, alın yiyin, bu benim etimdir diyerek, havârîlere verdi. Bir kâse içindeki şerâbı uzatıp, alın içiniz, bu benim kanımdır diyerek onlara içirdi. Pavlos bunu te’vîl etdi. Kilise ise, onu âyin hâline getirdi. Önce senede bir def’a yapılırken, sonradan her hafta yapılmağa başlandı. Papazlara sorarız, şerâb içmek, şerâblı ekmek yimek ibâdet olur mu? Böyle, ibâdet olarak yapılan bir işin rûhâniyyet neresindedir?]
3 - İncîl Okumak: Papaz İncîlden bir parça okumakda, hâzır olanlar da, bunu anlamadan dinlemekdedirler. Bu da rûhânî olamaz. Çünki bugünkü İncîller, Îsâ aleyhisselâma semâdan gönderilen mukaddes kitâb olmayıp, insan sözleridir.
Hıristiyanlar, müslimânların hac farîzasını yapmalarına da i’tirâz ederek, (Bu, yehûdîlerin senede üç def’a, Kudüs-i şerîfde bulunan Beyt-i mukaddesi ziyâret etmek âdetlerine benzemekdedir. Çünki, Allahü teâlâ, o makâm-ı mukaddesde tecellî buyuracağını va’d etmişdi. Fekat sonradan yehûdîler, yapdıkları cinâyetlerden dolayı, Allahü teâlânın gadabına uğradılar. Hükûmetleri yok oldu, düşmanları gelerek, Beyt-i mukaddesi yıkdılar.Allahü teâlâ, Beyt-i Mukaddesin yerine, Îsâ Mesîhin cesedinikendisine beytullah [Allahın evi] tahsîs etdi. Kullarına Îsâ Mesîhi bu sebeble gönderdi. Ona inanmış olanları da, rûh-ül-kuds ile te’yîd ederek, her birini canlı bir beytullah olmak derecesine
kavuşdurdu. Böylece, Allahü teâlâ için, tecellî edeceği, insan eliyle yapılmış husûsî bir yere, bir hâneye artık lüzûm kalmadı. Tekrâr böyle bir hânenin seçilmesi, Allahü teâlânın hikmetine muvâfık değildir. İncîlde, Îsâ Mesîhin, (Bir zemân gelir ki, Babaya ne bu ibâdeti yapacaksınız ve ne de Kudüsde secde edeceksiniz. Fekat hak üzere secde edenler, rûh ile ve sıdk ile her yerde secde etsinler. Çünki Baba da, kendine böyle secde etmelerini ister) dediği kelâm, kıyâmete kadar kâim ve dâimdir. Hâl böyle iken, tekrâr herkesin tavâf etmesi için zâhirî bir hâne, bir beyt ortaya çıkarmak ve Allahü teâlânın sonsuz bereketlerine kavuşmağı yalnız o mekâna tahsîs etmek ve halkı o hâneyi ziyârete teşvîk etmek, hıristiyanlık dîninin yüksek rûhâniyyet mertebesini, çok aşağı bir dereceye indirmekdir. Bu ise, tekrâr eski yehûdî âdetlerine, şeklî ve zâhirî bir âdete geri dönmek olur) demekdedirler.
CEVÂB: Bu i’tirâzları da, temâmen aslsızdır. Çünki:
1 - Hıristiyanlar, Îsâ Mesîhin cesedinin Beyt-i mukaddesin yerine geçdiğini hangi İncîlin hangi âyetinden almışlar ise, onu beyân etmeleri lâzımdır. Beş-on altın maâş karşılığı, kilisede hizmet et-meğe me’mur olan bir papazın sözlerinin, hıristiyanlık dîninin emrleri olamıyacağı açıkdır.
2 - İncîllerde yazılı olduğu gibi, Îsâ aleyhisselâm ömrü boyunca, Beyt-i mukaddesi ziyârete gitmiş, hattâ onun içindeki sa-tıcıları koğarak, içerisini temizlemeğe çalışmışdır. Bundan anlaşılıyor ki, eğer Beyt-i mukaddesin hükmü kalmayıp, kendisi onun yerine geçseydi, onu ziyâret etmeğe devâm etmez, içerisini de dünyâlık kazanmağa çalışan kimselerden temizlemezdi. Şâkirdlerine de, (Artık siz bu Beyt-i mukaddese i’tibâr etmeyiniz. Onun ma’nâsı benim. Sizlerden her biriniz birer birer Allahın evisiniz) derdi.
3 - Beyt-i mukaddesin harâb olmasından sonra, başka bir yerin tekrâr beyt olarak seçilmesi, niçin hikmet-i ilâhiyyeden beklenilmesin! İslâm i’tikâdına göre, Allahü teâlânın şerîki ve benzeri yokdur. Kendi mülkünde dilediğini yapar. Belli bir zemân kıble olarak Beyt-i mukaddesi gösterir, dahâ sonra da, Kâ’be-i muazzamayı kıble yapar. Ona kimse karışamaz.
İncîllerin yazıldığı zemânlarda, bütün nasrânîler, Mûsâ aleyhisselâmın şerî’ati ile amel etdikleri ve havârîler ve onların şâkirdlerinin hepsi, Beyt-i mukaddesi ziyâret etdikleri için, İncîllerde herhangi bir mahallin ziyâreti emr edilmemişdir.
4 - (Nihâyetsiz ilâhî bereketlere kavuşmağı Allahü teâlâ yalnız Kâ’be-i muazzamayı ziyâret etmeğe tahsîs etmedi) sözü de
yanlışdır. Papazın kendi iddiâsını kuvvetlendirmek hırsı ile uydurduğu bir iftirâdır. (İlâhî bereketlere çokca kavuşmak, yalnız Kâ’be-i muazzamayı ziyârete mahsûsdur) şeklinde Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde, herhangi bir haber var ise, beyân etmelidir.
5 - Kâ’be-i muazzamayı ziyâret etmek, müslimânlara umûmî bir emr değildir. Hac yapacak kimse, hac yapabilmek şartlarını hâiz olmalıdır. Meselâ, zengin olmak, sıhhatli olmak, gidilecek yolun emîn olması gibi. Papazın burada da, kötü niyyeti ve düşmanlığı ortadadır.
6 - Bir dinde, bir mahalli ziyâret etmenin ve o mahalli kıble edinmenin emr olunması, o dînin yüksek bir mertebe ve rûhâniyyetden en aşağı dereceye düşmesini îcâb etdirmez. İncîllerde, Îsâ aleyhisselâmın (Beytullah=Allahın evi) olduğunu bildiren bir âyet de yokdur. Bir sebeble yükseklik ve rûhâniyyetin azalması papazın kendi hayâlidir.
7 - Kâ’be-i muazzamayı ziyâret etmenin müslimânlara emr olunması, hükmü kaldırılmış şeklî bir âdete, tekrâr geri dönmekdeğildir. Çünki, Îsâ aleyhisselâmın dîninde, Beyt-i mukaddes ziyâret hükmü kaldırılmamışdı. Gerek Îsâ aleyhisselâmın dîninde, gerekse islâm dîninde, geçmiş Peygamberlerin şerî’atlerinin nice hükmleri bâkîdir. Bunların bâkî olması, Mûsâ aleyhisselâmın şerî’atine geri dönmek demek değildir. Papazın, haccın şartlarını bilmeden (şeklî ibâdetdir) sözü de, cehâletini göstermekdir.
İslâmiyyetde emr edilen haccın âdâbından kısaca bahs edelim:
Hacca niyyet eden bir mü’min, her şeyden önce, ihlâs ile tevbe etmelidir. Üzerinde kul hakları varsa, ödemeli, emânetleri sâhiblerine vermelidir. Hacca gidip gelinceye kadar, âilesinin ihtiyâcı olan nafakayı hâzırlamalıdır. Kâ’be-i muazzamaya gidip gelinceye kadar, îcâb eden yol parasını, halâl maldan olarak yanına alması ve kendisine hayrlı yol arkadaşları bulması ve içlerinden huyu en güzel, [ilmi ve tecribesi en çok] olanı, emîr ta’yîn edip, onun sözlerine itâat etmesi ve onun tedbîrlerini yerine getirmesi lâzımdır. [Ayrıca, yolun emniyyetli olması, canının ve malının helâk edilme korkusu olmaması lâzımdır. Yol emniyyeti olmaz ise, hacca gitmek farz olmaz.]
Haccın farzları üçdür:
1 - İhrâm giymek: Mekke-i mükerremeye yaklaşıldığı zemân, mîkât denilen belli yerlerde veyâ dahâ evvel, hâcılar elbiselerini çıkarıp ihrâma bürünürler. Başka birşey giymezler, Ya’nî dünyâ zînet ve elbiselerinden arınıp, mahşer yerine gider gibi, herkes
aynı elbiseler içerisinde, beğ ve köle farksız, başı açık, ayağı çıplak (çorapsız) giderler.
[Haccı ihrâm içinde yapmak farz olup, ihrâm ile yapılmazsa hac sahîh olmaz. (İhrâm) peştemal gibi, iki beyâz bez olup, biri belden aşağı sarılır, diğeri de omuza sarılır. İple bağlanmaz ve düğümlenmez. İhrâm giyen kimseye, ba’zı işleri yapmak harâm olur. Bunun tafsîlâtı, fıkh ve ilmihâl kitâblarında yazılıdır.]
2 - Tavâf: Tavâf, İbrâhîm ve İsmâ’îl aleyhimesselâmın sünnet-i şerîfeleri üzere, Kâ’be-i muazzamanın etrâfında yedi def’a dönmekdir. [Tavâf, Mescid-i harâm içerisinde yapılır. Tavâfa niyyet etmek de, ayrıca farzdır. Farz olan tavâfa, (tavâf-ı ziyâret) denir. Tavâfa, (Hacer-ül-esved) taşından başlamak da sünnetdir.] Tavâf ederken, Allahü teâlânın ve Onun Resûlünün öğretdikleri düâları okumak lâzımdır. Okunan düâların ma’nâ-i şerîfleri, Allahü teâlâyı en güzel şeklde ta’zîm ederek, Ondan rahmetini istemekdir.
3 - Arafatda vakfeye durmak: Büyük küçük, zengin fakîr bütün müslimânlar, üzerlerinde sâdece ihrâm olduğu hâlde, mahşer ehline benzer bir şeklde, arefe günü ya’nî Zilhicce ayının dokuzuncu günü, öğle nemâzının vakti başladıkdan, ertesi gün fecr vaktine kadar, arafat meydânında bulunur ve rahmân olan Allahü teâlâdan afv ve magfiret isterler. [Bundan birgün evvel veyâ sonra Arafât meydânında bulunan kimsenin haccı sahîh olmaz.] Burada, yüz binlerce müslimân, hep bir ağızdan telbiyeyi arabî olarak okurlar. Telbiyenin ma’nâsı, (Buyur emret, ey varlığı mutlak lâzım olan Allahım, emrine hâzırım ve irâde-i ilâhiyyene itâat ederim. Senin benzerin ve ortağın yokdur) demekdir.
Haccın ma’nevî cihetine gelince, erbâbı olanlar, haccın âdâbı ve farzları için, nice ma’nâlar beyân etmişlerdir. Geçmiş dinlerde, Allahü teâlâya yaklaşmak için, insanlardan uzaklaşıp, dağlarda yalnız başına yaşanılırdı. Allahü teâlâ, ümmet-i Muhammede, bu rûhbânlığı emr etmeyip, onun yerine haccı emr etmişdir. Hac ya-pan kimsenin zihni, ticâret gibi dünyâ meşgalelerinden uzak olup, sâdece Allahü teâlâyı düşünmekdedir. Müslimânlar, riyâ ve gösterişden uzak, âilesinden ve vatanından çıkarak, bu vâdîye ve bu sahrâya düşünce, dünyâdan çıkıp, mahşer yerini ve kıyâmet hâllerini hâtırlar. Elbiselerinden soyunup, beyâz ihrâma girince, kefenleri ile, Allahü teâlânın huzûruna gitdiklerini düşünürler. (Lebbeyk) ya’nî buyur Allahım buyur, emrine hâzırım derken, düâsının kabûlü ile kabûl edilmemesi korkusu içerisinde, Allahü teâlâdan rahmetini ve mağfiretini istemekdedirler. Harem-i şerîfe [ya’nî Mescid-i harâma] kavuşunca, Beytullahı ziyâret için gelen-
lerin zahmetlerinin boşa gitmeyeceğini bilirler. Allahü teâlânın rızâsını gözetip, Onun rızâsı için Beytullahı ziyâret etdiklerinden, Onun azâbından emîndirler. Hacer-ül-esvede yüz ve el sürerek öpüp, ziyâret etdikleri zemân, Allahü teâlâya dâimâ itâat etmek üzere bîat etdikleri ve bu bîatlarına, ahde vefâ göstereceklerine ken-di kendilerine söz verirler. (Kâ’be-i muazzamanın örtüsüne yapışdıkları zemân, bir mücrimin velî-ni’metine), bir âşıkın ma’şûkuna sığındığını düşünürler. Bütün bunlar, haccın edeblerindendir.
Hıristiyanların, (Ba’zı hacıların memleketi yakın, ba’zılarının uzak olduğu için, bütün ümmet-i Muhammede hac teklîfi, Allahü teâlânın adâletine uygun değildir) i’tirâzkâr sözleri de, aslâ doğru olamaz. Çünki, Îsâ aleyhisselâmın, (Ebedî hayâta götüren kapı gâyet dar olup, Cehenneme götüren yol ise genişdir) buyurmuş olduğu Matta İncîlinde yazılıdır. Bunun ma’nâsı, Cennete götürecek olan amel, nefse gâyet zor gelir. Cehenneme götüren amel ise, nefse gâyet tatlı gelir demekdir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Amellerin en efdali, nefse en zor gelenidir) buyurmuşdur. Meşakkat, zorluk artdıkca, ecr ve mükâfât çok olacağından, uzak yerlerden giden hâcıların ecr ve mükâfâtları da çok olur. Bu ise, adâletsizlik değil, adâletin ve merhametin tam kendisidir. İslâm dîninde, insanın yapamıyacağı birşey aslâ emr edilmemişdir. Kendilerine hac farz olmıyanlar, hacca gitmedikleri için, mes’ûl olmazlar. (Ameller niyyetlere göredir) ve (Mü’minin niyyeti, amelinden hayrlıdır) hadîs-i şerîfleri mûcibince, hac yapmağı arzû edip de, hac yapmak imkânını bulamıyanlar, niyyetlerine göre ecr ve mükâfâta kavuşurlar.
Papazlar, farz olan Ramezân orucuna da, Benî İsrâîlin ibâdetlerinden alınmışdır diyerek, i’tirâz etdikden sonra, (İncîl oruca dâir bir emr vermemiş ve bu husûsda herkesi serbest bırakmışdır) diyorlar.
Protestan papazları, (Katolik, rum, ermeni ve diğer ba’zı hıristiyan fırkaları arasında bir nev’ perhîz şeklinde oruc var ise de, bu, yehûdîleri taklîddir. Yoksa İncîlde aslâ böyle yapılmasını emr eden bir yer yokdur. Protestanlar, böyle ağır bir yükü halka yüklemekden sakınırlar. Sâdece kötü niyyetlerden ve bâtıl inançlardan sakınılmasını, halka tavsiye etmişlerdir. İşte, bu gibi zâhirî ve lüzûmsuz ameller husûsunda, insanları, kendi ihtiyârlarına bırakan bir din, elbette şiddetli emrler ile, insanları şeklî ve zâhirî amellere mecbûr eyleyen bir dinden efdâldir. Zîrâ, kendi rızâsı ile ibâdet etmek, babasına severek itâat eden çocuğun huyudur. Fe-kat, şer’î emrlerin îcâb etdirdiği şeylere mecbûren itâat etmek, efendisine mecbûren hizmet eden kölenin sıfatıdır. Bir ay müd-
det ile, bilhâssa, yaz günlerinde, gündüzleri yimeyip içmeyip, mu’tâd olanın tersine, geceleri yiyip içmenin sıhhate zararı pek çokdur. Ayrıca, birçok hastalıkların meydâna gelmesine sebeb olacağı, tabîbler tarafından iddiâ edilmişdir. Ayrıca bu farz, dünyâ üzerindeki memleketlerin gece ve gündüz zemânları, birbirlerinden farklı olduğundan, ba’zı memleketlerin ehâlîsi için çok, ba’zı memleketlerin ehâlîsi için az bir müddet olarak icrâ edilmekdedir. Bu da, Allahü teâlânın adâletine uygun değildir. Bilhâssa, altmışyedi arz derecesinde olan memleketlerde gündüz müddeti bir ay, altmışdokuz arz derecesinde olan memleketlerde iki ay ve yetmişüç arz derecesinde olan memleketlerde üç aydır. Bunun için, bu arz derecelerinde olan memleketlerde yaşıyan müslimânlar için oruc tutmak mümkin olamaz. Her hâlde ve her memleketde bulunan insanlar için münâsib ve muvâfık olmıyan böyle bir dînin, bütün insanlara teklîf edilmesi, Allahü teâlânın yüksek hikmet ve mutlak olan adâlet-i ilâhiyyesine lâyık olamıyacağı açıkdır. Hâlbuki, bu gibi memleketlerde binlerce kişi, hıristiyanlığa tâbi’ olup, hıristiyanlığı hiç bir zorluk olmadan icrâ etmekdedirler. Bu da, islâmiyyetin hıristiyanlıkdan efdal olamıyacağının açık delîlidir) demekdedirler.
CEVÂB: Bu i’tirâzların [ve iftirâların] her biri pek çok delîller ile cevâblandırılmışdır. Şöyle ki:
1 - Oruc tutmak Mûsâ aleyhisselâmın dîninde vardı. Îsâ aleyhisselâmın dîninde de, aynen devâm etdi. Bunu aşağıda bildireceğiz. İslâm dîninde orucun bulunmasına i’tirâz olunamaz.
2 - (İncîl, oruca dâir aslâ bir emr vermemişdir ve herkesi ken-di ihtiyârına bırakmışdır) demek açık bir yalandır. Çünki (isteyen oruc tutsun, istemeyen tutmasın) gibi, insanları oruc tutmakla tutmamak arasında muhayyer bırakan bir İncîl âyeti yokdur. Var ise papazlar bunu göstersinler.
3 - Katolik, rum ve ermeni kiliselerine mensûb olan hıristiyanların inançlarında, perhîzin aslı oruc olduğu hâlde, sonradan Pavlosun [nasrânîliği yehûdîlikden temâmen ayırıp, putperestliğe çevirmek için] yapdığı tahrîfleri ve birçok ibâdetleri ibtâli sırasında bu hâle getirilmişdir. Yoksa, İncîlde oruc emri yokdur demek, İncîle açık bir iftirâdır. Matta İncîlinin dördüncü bâbının başında (Îsâ aleyhisselâmın şeytân ile çölde imtihân olurken, kırk gün oruc tutup, sonradan acıkdığı) ve altıncı bâbının onaltıncı âyetinde (Oruc tutduğunuz zemân, ikiyüzlüler gibi yüzünüzü ekşitmeyin) diye emr etdiği ve cin çarpmış bir kimseden cinni çıkarınca yanında bulunup hayret edenlere, (Bunun gibi şeytânı, oruc çıkarır) dediği İncîllerde yazılıdır. Bunlardan, hem Îsâ aleyhisselâ-
mın kendisinin oruc tutduğu, hem de ihlâs ile yalnız Allah rızâsıiçin oruc tutmağı emr etmiş olduğu açıkca anlaşılmakdadır. Îsâ aleyhisselâma îmân eden hâlis mü’minleri, çeşidli işkencelerle i’dâm eden Pavlos, yukarıda tafsîlatını bildirdiğimiz, kendisinin uydurduğu, hayâl mahsûlü bir yalan ile, gûyâ nasrâniyyeti kabûleyleyip, oruc ve sünnet olmak gibi, Îsâ aleyhisselâmın şerî’atinde bulunan ahkâmın kimisini, yehûdîliğe benzemek olur diyerek, kimisini de te’vîli mümkin olmıyan başka şeylere benzeterek, nesh ve te’vîller yapdığı sırada, Petrus mukâbele etmek istemiş ise de, Pavlosun adamları saldırıcı olduklarından, Petrusu mağlûb etmişdir. Kadr ve kıymeti yüksek olan Petrus, yehûdîlerden korkarak,Îsâ aleyhisselâmı tanıdığını inkâr edecek kadar za’îf kalbli olduğu için, Pavlosa karşı sükût etmeği tercîh etdiği, İncîllerde ve hıristiyan din adamlarının ileri gelenlerinin kitâblarında açıkca ya-zılıdır.
4 - Protestanların, (Oruc tutmak gibi ağır bir yükü insanlara yüklemek yerine, insanın yalnız bozuk, kötü niyyetlerden ve bâtıl düşüncelerden kendini uzaklaşdırmasını herkese tavsiye ederiz) demeğe aslâ hakları yokdur. Çünki, Allahü teâlâ tarafından gönderilmiş hak bir dînin ahkâmını, insanlar değişdiremezler. Bunun için, birçok papaz, toplanılan konsil ve ruhbân cem’iyyetlerinde verilen kararların hepsine i’tirâz etmişlerdir. Protestanlar da, bu konsillerin kararlarının çoğunu red ve inkâr etmekdedirler. Hâl böyle iken, Luther ve Kalvin gibi protestanlığın kurucusu olan papazların veyâ (Gadâ-ül-mülâhazât) kitâbını yazan papaz gibi, protestan cem’iyyetleri tarafından ücret ile tutulmuş papazlardan meydâna gelen cem’iyyetlerin tavsiyelerinin bir kıymeti olamaz. Oruc, yalnız aç ve susuz durmakdan ibâret değildir. Orucun, bâtınî birçok hükmleri ve fâideleri vardır. İlâhî esâslar üzerine binâ edilmiş olan bir farzı, papazların ve hiç bir kimsenin tahrîf etmeğe, değişdirmeğe selâhiyyeti yokdur.
5 - Oruc zâhirî ve lüzûmsuz amellerden değildir. İrfân sâhibi olanların ma’lûmu olduğu üzere, beden rûhun mekânı ve nefsin arzûlarının dönüp durduğu yerdir. Nefsin cismânî arzûları ne kadar gâlib olursa, rûhânî mükâşefeler o kadar az olur. [Hattâ hiç olmaz.] Bu kâide her din ve mezhebde müşterekdir. Hepsinde nefsin arzûlarını yapmamak ya’nî (riyâzet) çekmek, Allahü teâlâya yaklaşmağa vesîle olur. Riyâzet nefsin şehvetini kırar. Bunun için her din ve mezhebde riyâzet kıymetli tutulmuşdur.
İslâmiyyetde orucun üç derecesi vardır:
1) Avâm orucu: İslâmiyyetin ta’yîn etdiği zemân içerisinde [Ramezân ayında], gündüzleri yemek ve içmek ve cimâ’dan kendini
uzak tutanların orucudur.
2) Havâs orucu: Umûmî orucda şart olan şeyleri yapmakla berâber, göz, kulak, dil, el, ayak ve bütün a’zâsı da Allahü teâlânın emrlerini yerine getirip, harâm ve mekrûh kıldığı şeylerden uzaklaşanların orucudur.
3) Hâss-ül-havâs (ya’nî Evliyânın) orucu: Yukarıda avâm ve havâs oruclarında zikr etdiğimiz şeyleri yapmakla berâber, kalbleri, dünyâ düşüncelerinden ve Allahü teâlâya yaklaşmağa mâni’ olacak düşüncelerden ve mâ-sivâdan, ya’nî Allahü teâlâdan gayri her şeyden yüz çevirip sakınanların orucudur. İmâm-ı Buhârînin “rahmetullahü aleyh”[1] bildirdiği hadîs-i şerîfde, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Oruc tutan kimse, yalan sözü terk etmezse, o kimsenin yiyip içmeyi terk etmesine Allahü teâlânın ihtiyâcı yokdur) buyurmuşdur. Böyle noksan tutulan bir orucun zâhirî ve lüzûmsuz bir amel olduğunu hakîkat ehli zâten anlamışlar ve bildirmişlerdir. [Oruc tutarken günâh işleyenler, benim orucumun kıymeti yok diyerek orucu terk etmemelidir. Oruca devâm etmeli, Allahü teâlâya yalvararak afv dilemeli ve işledikleri günâhlardan yüz çevirmelidirler. Zâten oruca devâm etmek, insanı günâh işlemekden men’ eder.]
6 - (İçden gelen rızâ ile ibâdet, çocukların babalarına itâatı gibidir. Dînin emr ve yasaklarını yerine getirmek ise, kölenin zor ile efendisine hizmet etmesi gibidir) şeklindeki benzetmesi de, birkaç sebebden yanlışdır:
a) İnsanın, nefs ve şeytân gibi iki büyük düşmanı olduğundan, dînin emr ve yasaklarını yerine getirmeyenlere azâb yapılacağı bildirilmeyip de, yerine getirmekde serbest bırakılmış olsa idi, elbette çok kimse yerine getirmezdi.
b) Protestan papazları, oruc husûsunda herkesi serbest bırakdıkları hâlde, vaftîz ve kurban (İşâ-i rabbânî) gibi ahkâmda niçin herkesi serbest bırakmıyorlar. Kendi söyledikleri şeklde yapmağa zorluyorlar?
İslâm dîninde ibâdetlerin dereceleri vardır:
Birinci derece: İbâdetlerin en kıymetlisi ve en efdali, harâmlardan sakınmakdır. Harâmı gördüğü zemân, yüzünü çevirenin kalbini, Allahü teâlâ îmân ile doldurur. Bir kimse, harâm işlemeğe niyyet eder ve o harâmı işlemezse, ona günâh yazılmaz. Harâm işlemek, Allahü teâlâya karşı gelmek olduğundan, ondan sakınmak-
---------------------------------
[1] Muhammed Buhârî, 256 [m. 870] de Semerkandda vefât etdi.
da, ibâdetlerin en efdali olmuşdur. İslâm dîninde, hiç kimse, günâh ile veyâ kâfir olarak doğmaz. Zâten, bunu akl da kabûl etmez.
İkinci derece: Farzları yapmakdır. Farzların terki büyük günâhdır. Allahü teâlânın yapınız diye emr etdiği şeylere farz denir. Farzları yapmak, çok kıymetlidir. Hele farzların unutulduğu, harâmların yayıldığı bir zemânda, farzları yapmak, dahâ çok kıymetlidir. Farzları yapanlara büyük ecr ve mükâfâtlar vardır.
Üçüncü derece: Tahrîmî mekrûhlardan, ya’nî harâma yakın mekrûhlardan sakınmakdır. Tahrîmî mekrûhlardan sakınmak, vâcibleri yapmakdan dahâ kıymetlidir.
Dördüncü derece: Vâcibleri yapmakdır. Vâcibleri yapmak da, farz kadar olmasa bile, çok sevâbdır. Vâcibler, farz olup olmaması şübheli olan ibâdetlerdir.
Beşinci derece: Tenzîhî mekrûhlardan sakınmakdır. Tenzîhî mekrûh demek, halâla yakın olan mekrûhlar demekdir.
Altıncı derece: Müekked sünnetleri yapmakdır. Sünnetleri terketmek, günâh değildir. Özrsüz devâmlı terk etmek ise, küçük günâhdır. Sünneti beğenmemek ise küfrdür.
Yedinci derece: Nâfileler ve müstehablardır. Nâfileleri yapıp yapmamakda müslimânlar serbestdirler. Yapmıyana, terk edene cezâ olmadığı hâlde, iyi niyyet ile yapana ecr ve mükâfât vardır.
Oruc, Kur’ân-ı kerîm âyetleri ile açıkca farz kılınmış olduğu için, onda aslâ serbestlik olamaz. Çünki, islâm dîni, Allahü teâlânın emrleri ve yasakları üzerine te’sîs edilmişdir. Orucun şeklini ve vaktini değişdirmeğe hiç bir beşer muktedir olamaz. Fekat hıristiyanlık, bir çok def’a değişdirilip, tahrîf edildiğinden, onu herkes dilediği gibi değişdirmişdir.
c) (Hâşâ) biz Allahü teâlânın oğulları değiliz. Âciz kullarıyız. O ise, bizim hâlıkımız ve rızk vericimizdir. Onun emri ile hareket etmekde, bizce aslâ utanılacak bir hâl olamaz. Allahü teâlâya kullukdan yüz çevirmek, i’tirâzcı, kibrli ve gururlu kimselerin işidir.
(Bir ay müddet ile, bilhâssa yaz günlerinde gündüzleri yimeyip içmeyerek, âdet olanın zıddına geceleri yiyip içmek, sıhhate zararlı olup, çeşidli hastalıkların meydâna gelmesine sebeb olduğu, mütehassıs tabîbler tarafından iddi’â edilmişdir) sözü de doğru değildir. [Vâki’ olanın tersini söylemekdir, iftirâdır.] Çünki, orucun edeblerinden birisi de, iftâr zemânında mi’deyi doldurmayıp, henüz iştihâ varken yemekden el çekmekdir. Bu edebe riâyet edenlerin, hasta olmak değil, bil’aks sıhhat bulacakları bütün tabîbler tarafından ittifak ile bildirilmişdir. Böyle oruc tutmanın sıhhat için fâideli olduğu muhakkakdır. Eğer protestanların ya-
lan olan bu sözleri doğru olsa, islâm memleketlerinde Ramezân ayında her müslimânın hasta olması ve çok kimsenin vefât etmesi îcâb ederdi. Hâlbuki sıhhî istatistiklerde, Ramezân ayında diğer aylara göre hiç bir zıdlık görülmez. Aklen de düşünülse, bir çok insan sabâh ve akşam olmak üzere günde iki kerre yemek yirler. Mu’tâd olan iki yemek vaktinin birinde, bir kaç sâat değişiklik yapmakla, vücûdda ne gibi değişiklik meydâna gelebilir? Belki oruc ayının başında bir iki gün biraz değişiklik his edilebilir. Bu cihetle orucdan dolayı sıhhatde bir değişiklik olmaz.
[Oruc mi’de râhatsızlığına sebeb olmaz. Bil’aks mi’denin sıhhatine fâidelidir. Bu husûs, bugünkü modern tıb mütehassısları tarafından, açık ve kesin bir şeklde isbât edilmişdir. Muhtelif yabancı dillerde, mütehassıs tabîbler tarafından yazılmış tıb kitâblarında, bir çok hastalıkların perhîz yapmakla tedâvî edilecekleri, yâhud perhîz yaparak tedâvînin kolaylaşacağı bildirilmekdedir. Mi’desinden râhatsız olan kimse, hâmile kadın, süt veren kadın ve hastalığının artacağından korkan kimse, harb eden asker ve seferî ya’nî insan yürüyüşü ile üç günlük [Hanefîde yüzdört, diğer üç mezhebde seksen kilometre] yola giden yolcular oruc tutmayabilirler. Papazların, ne kadar islâm câhili oldukları, islâmiyyeti hiç bilmedikleri ve zihnlerinde tasavvur etdikleri şeyleri, islâm dîni zan etdikleri ortadadır. Yâhud, bildikleri hâlde, doğruyu söylemiyorlar.
Orucun sıhhate zararlı değil, bil’aks çok fâideli olduğunu ba’zı misâllerle isbât edelim:
Hadîs-i şerîfde, (Oruc tutunuz, sıhhat bulunuz) buyurulmuşdur.
Oruc, bir sene boyunca durmadan çalışan mi’de ile berâber bütün hazm [sindirim] cihâzının [sisteminin] istirâhate sevk edilmesi ve insan vücûdünün bir tasfiyeye tâbi’ tutulmasıdır. Böylece, hazm cihâzı dinlendirilmiş olur. İnsanlarda en çok görülen râhatsızlık, hazm bozukluğudur. Şişmanlık, kalb ve damar hastalıklarına, şeker hastalığına ve tansiyon yüksekliğine sebeb olmakdadır. Oruc, bütün bu hastalıklara karşı koruyuculuk vazîfesi yapdığı gibi, bir de tedâvî vâsıtasıdır. Bugün bir çok hastalıkdan kurtulmak için, perhîz lâzım olduğunu yukarıda bildirmişdik.
Oruc ile, insanın güçlü bir irâde kuvveti kazanacağı şübhesizdir. Bu sebeb ile alkol, uyuşturucu gibi, kötü alışkanlıklardan oruc vesîlesi ile kurtulanlar çok görülmekdedir.
Oruc, vücûddaki karbonhidrat, protein ve bilhassa yağ depolarının harekete geçirilmesini sağlar. Oruc sâyesinde madde süz-
mekden kurtulan böbrekler, bir revizyona [ta’mîre] girerek, dinlenme ve yenilenme imkânı bulurlar.
Bütün bu bildirilenler, ba’zı papazların yalan ve iftirâlarını yüzlerine çarpmakdadır. Keşke, yalan söylerken ilmi de, kendilerine yalancı şâhid getirmeselerdi.]
Gündüz ve gece müddetleri birbirinden farklı olan memleketlere gelince, diğerinden birkaç sâat fazla oruc tutanlar, amelleri nisbetinde ilâhî mükâfâtlara mazhar olacakları için, adâlet-i ilâhiyyeye aslâ zıd olamaz.
Kutublarda, bir kaç ay devâmlı gece, birkaç ay devâmlı gündüz olur. Böyle yerlerde oruc tutanlar için, bir külfet yokdur. İslâm dîninde güçlük olmadığını ve bir kişiye, yapamıyacağı, tâkat getiremiyeceği şey teklîf edilmediğini, Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde açıkca bildirmişdir. Meselâ, abdest a’zâsı dörtdür. Bir kimsenin iki ayağı kesik olsa abdest a’zâsı üçe iner. Bir kimse, ayakda nemâz kılmağa gücü yetmezse, oturarak nemâzını kılabilir. Buna da gücü yetmezse, îmâ ile kılabilir. Ramezân ayında, müslimânlara oruc tutmak farzdır. Fekat, bir kimse hasta olsa veyâ üç günlükden dahâ uzak bir yere sefere çıksa, oruc tutmak farzı üzerinden muvakkaten kalkar. Dahâ sonra, müsâid bir vaktinde tutamadığı oruclarını kazâ eder.
Gece ve gündüz müddetleri, iki üç ay ve dahâ fazla devâm eden, kutub memleketlerinde olanlar da oruc tutarlar. Böyle memleketlerde ve gündüzleri, yirmidört saâtden dahâ uzun olan günlerde, oruca sâat ile başlanır ve sâat ile bozulur. Gündüzü böyle uzun olmıyan en yakın bir şehrdeki müslimânların zemânına uyulur. Eğer oruc tutmazsa gündüzleri uzun olmıyan yere gelince kazâ eder. [Aya giden müslimân da sefere, ya’nî yolculuğa niyyet etmemişse veyâ orada ikâmet etmeğe niyyet ederse, aynı şeklde oruc tutar. Papazların islâmiyyeti hiç bilmedikleri ortadadır.]
Malûmdur ki, Allahü teâlânın kullarına olan tecellîleri, ihsânları ve teklîfleri herkese eşid değildir. Meselâ, ba’zı mü’min kullarına zenginlik verir, ona hac yapmasını emr eder. Ba’zı mü’min kullarına fakîrlik verip, ona hac yapmasını emr etmez. Kimine, güç, kuvvet ve sıhhat verip, oruc tutmasını emr eder. Kuvveti ve sıhhati müsâ’id olmıyanların da sonra tutmalarına izn verir. Kimi kullarına nisâb mikdârı mal ihsân edip, zekât vermelerini ve fakîr olan akrabâlarının nafakalarına yardım etmelerini emr eder. Kimi kullarına da fakîrlik verip, zekât almaya müstehak kılar. [Bütün bunlar Allahü teâlânın adâlet-i ilâhiyyesine tam muvâfıkdır. Kimi kullarına çok ihsân eder. Onlar da ni’mete şükr edip, şükr edenler derecesine kavuşurlar. Kimi kullarına da, az ih-
sân eder. Onlar da sabr ederler, sabr edenler derecesine ulaşırlar. Allahü teâlâ, hiç bir kulunun amelini zâyi’ etmez.]
Protestanların, (Kutub memleketleri gibi mahallerde, binlerce kişi, hıristiyanlığa tâbi’ olarak, hiç bir zorluk olmaksızın dinlerinin âyinlerini icrâ ederler) sözleri de, doğru değildir. Çünki, zikr olunan kuzey kutub dâiresine yakın mahaller, Amerikanın en kuzeyi ile Sibiryanın uçlarıdır. Buralarda Eskimolar ve Samoidler gibi sa-yıları çok az olan bir kaç ibtidâî kavm oturur. Bunlar balık ve vahşî hayvan avlıyarak yaşarlar. Buğday ve üzüm gibi şeyleri yetişdiremediklerinden, ekmek ve şerâbı bilmezler. Orada, mukaddes kurban (İşâ-i rabbânî) âyinini icrâ etmek için, papazın ne yapdığını anlamak isteriz. Çünki, ekmek ve şerâb Îsâ aleyhisselâmın etine ve kanına tehavvül edeceğinden, buradaki hıristiyanlar tanrılarını yiyip içemezler. [Tanrıları ile birleşmedikleri için de, günâhları afv edilemez ve büyük günâh kirinden temizlenemezler. Vah zevallı hıristiyanlar! Pis ve kirli vaftîz sularından hastalık geçmeyip de, orucun ve abdestin sıhhate zarar vereceğini söyliyen papazlar acabâ bu sözlerine kendileri inanıyorlar mı? Yoksa protestan cem’iyyetlerinden aldıkları paraların hâtırı için mi böyle çirkin, ilme ve akla uymayan iftirâlar yapıyorlar?]
Şimdi insâf ile bu iki dîni karşılaşdırdığımız zemân, hangisinin icrâsının kolay olduğunu açıkca görürüz. İslâm dîni, yeryüzünün her noktasında bulunan her kavmin, hiç bir güçlük, hiçbir zorluk olmaksızın uyabilecekleri [ve dünyâ ve âhiret se’âdetine kavuşduran] bir dindir. Bir tevhîd dînidir. Bu dînin, teslîs üzerine kurulmuş olan hıristiyanlıkdan üstünlüğü ve kıymeti güneş gibi meydândadır.
[Az söyledim dikkat etdim, kalbini kırmamağa, Bilirim üzülürsün, yoksa sözüm çokdur sana.]
Protestan papazların islâm dînine i’tirâzlarından biri de, nemâzdaki kırâetdir. Bu papazlar, (Nemâzın farzlarından olan kırâet, ya’nî Kur’ân-ı kerîmden bir parçayı ezberden okumak, ba’zı yerlerde rûhânî oluyorsa da, düşünüldüğü zemân, kırâetin de, nemâzın diğer farzları gibi rûhânî olmadığı ortaya çıkar. Beş vakt nemâzda, tekbîr ve Fâtiha ve ettehıyyât, rükû’ ve secde tesbîhleri ve bunlara benzer ba’zı tesbîh ve düâlar okunmakdadır. Bunları durmadan devâmlı olarak ömr boyunca, her gün belli vaktlerde tekrâr ederler. İnsan bundan usanıp bıkar.
Her resmî şeyleri i’tina ile yapmakdan ve bir takım fânî ve ehemmiyyetsiz ameller ile uğraşmakdan, hiç bir fâide gelemiyeceğini, Îsâ aleyhisselâmın İncîlde buyurduğu şu iki âyetden açık-
ça anlaşılır: (Düâ etdiğiniz zemân putperestler gibi, boş yere tekrârlar yapmayın. Çünki onlar, çok söyledikleri için, müstecâb olacaklarını zan ederler. Muhtaç olduğunuz şeyleri Baba bilir.) [Matta bâb altı, âyet yedi, sekiz.]) demekdedirler.
CEVÂB: İrfân ehlinin bildiği gibi, bedenin bir hayâtı ve gıdâsı olduğu gibi, rûhun da bir hayâtı ve gıdâsı vardır. Rûhun gıdâsı, mâsivâyı, ya’nî Allahü teâlâdan gayrı her şeyi unutarak, Allahü teâlâyı zikr etmekdir. Hâlık ile mahlûk arasında olan perdelerin kalkması için, nefsin şehvetlerini, riyâzet vâsıtası ile za’îfletmek ve rûhu, Allahü teâlânın ismini zikr ederek [söyliyerek] kuvvetlendirmekden başka çâre yokdur. Bir kimsenin bir başkasına olan sevgi ve muhabbeti, onu çok zikr etmesinden, hâtırlamasından anlaşılır. Çünki, kişinin sevdiğini çok anması tabî’îdir. Kara sevdâ derecesinde şiddetli aşk sâhibleri, sevgililerinde fenâ bulup, [ya’nî kendini unutup] her an ve her hâlde, hep onu zikr eder, hep onu söyler, hep onu hâtırlarlar.
İslâm dîninde de, en mühim maksad, (Muhabbetullah=Allah sevgisi) olduğundan, Allahü teâlâ, her gün beş vaktde nice kerreler zikr edilerek, kalb kuvvetlendirilmekdedir. Kalbin ve rûhun kuvvetlenmesi ise, aradan perdelerin kalkmasına ve sevgiliye kavuşmağa sebeb olur. Beş vakt nemâzda okunan tesbîhlerin ve tekbîrlerin hepsi, bu esâs maksad için olduğundan, bunlardan, bir mü’mine aslâ bıkkınlık ve usanmak gelmediği gibi, rûhun gıdâsı oldukları, kalbi ve rûhu kuvvetlendirdikleri meydândadır. Her rek’atde tekrâr olunan Fâtiha-i şerîfenin bâtın [gizli] ma’nâları üzerinde, Ehl-i sünnet âlimleri pek çok beyânda bulunmuşlardır. Bunların ismlerini yazmak ve toplamak bile çok zordur. Sadreddîn-i Konevî “rahmetullahi aleyh”,[1] Fâtiha-i şerîfenin gizli ma’nâlarını anlatan, (İ’câz-ül-beyân) isminde çok güzel bir kitâb yazmışdır. Bu kitâbında, Fâtiha-i şerîfenin hakîkat ve inceliklerinden, çok azını bildirmiş olduğunu beyân buyurmuşdur. [Nemâz kılarken okunması emr olunan âyetler, tesbîhler ve düâlar, Allahü teâlânın büyüklüğünü bildirir ve Ona yalvarmağı ifâde etmekdedir. Allahü teâlâ, bunları okuyanları severim ve onlara çok sevâb [mükâfât] veririm buyuruyor. Allahü teâlânın sevgisine kavuşmak için ve sevâb kazanmak için okunan ve yapılan şeyler, güç olsalar da, îmânı olan kimselere kolay ve çok zevkli, tatlı gelir. Şekeri, balı yiyen, bunun tadını anlar. Yimeyip uzakdan gören, şekli, rengi iyi değil diyerek tadını inkâr eder.]
---------------------------------
[1] Sadreddîn Muhammed 672 [m. 1272] de Konyada vefât etdi.