-10-

TESLÎSİN BÂTILLIĞININ
ÎSÂ ALEYHİSSELÂMIN SÖZLERİ İLE
İSBÂTI

İncîllerde, teslîs (trinite) i’tikâdının [inancının] bâtıllığını isbât eden pekçok âyetler vardır.

[Bu âyetlerin zikrinden evvel, burada hıristiyanlığa sonradan karışdırılan teslîs [üç tanrı] inancının nereden geldiği hakkında kısaca ma’lûmât vermek fâideli olacakdır. Âdem aleyhisselâmdan beri gelen bütün ilâhî dinler, tek hâlık ve mâlik olan bir yaratıcıya inanmağı emr etmişdir. Bütün bu dinlerde bu yaratıcının ismi (ALLAH)dır. Teslîse, ya’nî üç tanrıya inanmanın doğru bir şey olmadığını, akl-ı selîm sâhibi olan herkes anlar. Havârîlerden olan Barnabasın yazmış olduğu İncîlde de, Allahü teâlânın bir olduğu bildirilmişdir. Barnabas İncîli, türkçe olarak da 1987 de İstanbulda basdırılmışdır. İncîller, yunancaya ve lâtinceye terceme edilirken, o zemâna kadar yüzlerce tanrısı olan putperest Romalılar, tek tanrıyı az görerek, onu çoğaltmak istediler. Bunu, ilk def’a, Yuhannâ İncîline sokdular. Zâten, aslı kaybolmuş olan İncîli, iyice tahrîf etdiler. Bu fikr, Roma İmperatoru Büyük Kostantinin üçyüz yirmibeş senesinde topladığı Konsilde ya’nî rûhban meclisinde zorla kabûl etdirildi. Bunun sebebi de, Yunanlıların Eflâtûn felsefesine bağlı olmaları idi. Eflâtûnun felsefesinin aslı üçe dayanır. Eflâtûn herşeyi üçe böler. Meselâ, edeb üç his kuvvetine dayanır: Ahlâk, akl ve tabîat. Tabîat da nebât, hayvan ve insan olarak üçe ayrılır. Eflâtûn esâsda dünyâyı yaratan kudretin tek olduğunu düşünmekle berâber, onun iki yardımcısının dahâ olabileceğini ileri sürmüşdü. Bu da, teslîs fikrinin doğmasına sebeb oldu. Teslîs inancı, ilk def’a Yuhannâ İncîlinde görüldüğü hâlde, Yuhannâ İncîlinin içinde, Allahü teâlânın bir olduğunu isbât eden âyetler vardır. Bunlardan ba’zılarını aşağıda zikr edeceğiz.]

Yuhannâ İncîlinin onyedinci bâbının üçüncü âyetinde Îsâ aleyhisselâm, (Ey Baba, ebedî hayât [âhiret hayâtı], hakîkî bir Allaholan Seni ve Senin gönderdiğin Îsâ Mesîhi bilmelerinden ibâretdir) demekdedir. Bu âyetde Allahü teâlânın hakîkî, ebedî hayât sâhibi (BİR) olduğu ve Îsâ aleyhisselâmın, Allahü teâlâ tarafından gönderilmiş bir resûl olduğu, açıkca bildirilmişdir.

-169-

Bu âyete göre Yuhannâ İncîli, ebedî hayât ya’nî âhiret hayâtına îmân etmeği, ya’nî Allahü teâlânın varlığı ve birliği ile Peygamberlere îmânı emr edince, bunun aksi olan teslîs inancının, ebediyyen kabûlü mümkin olmıyan bir hatâ olduğunu tenbîh eder. [Yuhannânın bu âyetinde, Îsâ aleyhisselâmın bir haberci, bir Peygamber olduğu bildirilmişdir. Sonradan bunun tersini düşünmek ve buna inanmak açık bir sapıklık olup, ebedî hayâtı, âhiretdeki sonsuz se’âdeti yok etmekdir. Yuhannâ İncîlinin onyedinci bâbının başında, Îsâ aleyhisselâm çarmıhda iken yapdığı düâda şöyle demekdedir: (Ebedî hayât, seni yalnız gerçek Allahı ve gönderdiğin Îsâ Mesîhi bilmekdir) [Âyet üç]. Îsâ aleyhisselâm burada, tek ma’bûdun, tek ibâdete lâyık olanın, Allahü teâlâ ve kendisinin de Onun kulu ve resûlü olduğunu bildirmekdedir. Allahü teâlâyı, bir olan rab, kendisini de Peygamber olarak kabûl edip, îmân edilmedikce ebedî hayâtın, Cennet hayâtının olamıyacağını haber vermekdedir. Îsâ aleyhisselâmın ve diğer bütün Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” haber verdikleri şey de zâten budur. Ya’nî Allahü teâlânın varlığına ve birliğine îmân ve Onun Peygamberini tasdîk etmekdir.] İşte bu ebedî olan âhiret hayâtı inancı, tam ve doğru olarak, ancak islâmiyyetde vardır. Çünki hıristiyanlar, teslîs uçurumuna düşdüklerinden, yehûdîler, Îsâ aleyhisselâmın Peygamberliğine inanmadıklarından [ve o yüce Peygambere çirkin iftirâ yapdıklarından ve Muhammed aleyhisselâma inanmadıklarından], putperestler [ve hiçbir dîne inanmıyanlar, ateistler de], bütün Peygamberleri inkâr etdiklerinden, onlar için hakîkî se’âdet hayâtı, ya’nî Cennet hayâtı olamaz. [Bunlar, Allahü teâlâyı ve Onun Peygamberlerini inkârlarının, iftirâlarının ve düşmanlıklarının cezâsı olarak, ebediyyen Cehennemde kalacaklardır. Azâb dolu, elîm bir Cehennem hayâtı yaşayacaklardır.]

Markos İncîlinin onikinci bâbının yirmidokuzuncu âyeti ve devâmında, Îsâ aleyhisselâma emrlerin en mühim ve birincisinin hangisi olduğunu soran bir yehûdî âlimine, Îsâ aleyhisselâm, (Dinle ey İsrâîlî: Allahımız Rab, bir olan Rabdır. Ve Allahın olan Rabbi, bütün kalbinle, bütün canınla, bütün fikrinle ve bütün kuvvetinle seveceksin. İkincisi, komşunu kendin gibi seveceksin. Bundan dahâ büyük başka bir emr yokdur. Yehûdî ona, çok iyi ey Muallim! Hakîkat üzere dedin ki, Allah birdir. Ondan başkası yokdur ve Onu bütün kalbinle, bütün fikrinle, bütün kuvvetinle sevmek ve komşunu kendin gibi sevmek, bütün yapılan ibâdetlerden ve kurbanlardan üstündür dedi. Îsâ da onun akllıca cevâb verdiğini gördüğü vakt kendisine, sen Allahın melekûtundan uzak değilsin dedi), demekdedir.

-170-

Matta İncîlinin yirmiikinci bâbının otuzaltı, otuzyedi ve otuzsekizinci âyetlerinde, Îsâ aleyhisselâma, (Ey Muallim! Şerî’atde en büyük emr hangisidir?) diye sorulunca, (Îsâ ona dedi: Allahın olan Rabbi bütün kalbinle, bütün canınla, bütün fikrinle seveceksin. Büyük ve birinci emr budur) demekdedir. Kırkıncı âyetinde ise, bütün şerî’at ve Peygamberlerin bu emre bağlı olduğu bildirilmekdedir. [Matta ve Markos İncîllerinde Allahın bir olduğu açıkca ya-zılıdır ve Baba kelimesi Rab ve sâhib ve hâkim demekdir. İnsânın babası demek değildir.]

[İncîle mülhak olan ve İncîlden kabûl edilen mektûblarda da, Allahü teâlânın bir olduğunu bildiren ibâreler vardır.

Pavlosun Galatyalılara mektûbunun üçüncü bâbının yirminci âyetinde, (ve ALLAH BİRDİR) demekdedir.

Pavlosun Efeslilere (Efesoslulara) mektûbunun dördüncü bâbının dört, beş ve altıncı âyetlerinde, (Beden bir ve rûh bir, Rab bir, îmân birdir. Cümlenin üzerinde ve cümle ile ve cümlede cümlenin ALLAHI ve Babası birdir) demekdedir.

Birinci Timoteosanın birinci bâbının onyedinci âyetinde, (Şimdi devrlerin melîkine, zevâl bulmaz, göze görünmez TEK ALLAH’a ebedler ebedince hurmet ve izzet olsun) demekdedir.

İkinci bâbın üçüncü, dördüncü ve beşinci âyetlerinde, (Kurtarıcı Allahın indinde [Yüksek mevki’de olanlara düâ, niyâz ve teşekkür etmek] iyi ve makbûldür. O istiyor ki, bütün insanlar kurtulsunlar ve hakîkat bilgisine gelsinler. Çünki ALLAH BİRDİR ve Allah ile insanlar arasında bir beyâncı [haberci, resûl, elçi] vardır) demekdedir. Yehûdânın mektûbunun yirmibeşinci âyetinde, (Kâdir olan kurtarıcımız TEK ALLAHA) demekdedir.]

Tevrâtda, [hakîkî İncîlde ve] bütün semâvî kitâblarda, [ve bütün Peygamberlerin şerî’atlerinde] açıkca bildirilen ilk emr ve vasıyyet tevhîddir. Ya’nî Allahü teâlânın varlığına ve bir olduğuna inanmakdır. Eğer, ilk ve en mühim emr teslîs olsaydı, Âdem aleyhisselâm ve ondan sonra gelen bütün Peygamberler “aleyhimüsselâm” bunu açıkca beyân ederlerdi. O Peygamberlerden hiç biri böyle bir şey bildirmedi. Teslîs fikrinin, hakîkatde mevcûd olmadığı, sonradan meydâna çıkdığı, buradan da anlaşılmakdadır.

[Ahd-i cedîdin bu âyetleri, hıristiyanların (üç Allaha îmân) fikrini kesinlikle ortadan kaldırmışdır. Îsâ aleyhisselâm burada, bir olan Allahü teâlâya îmânı, Onu her şeyden çok sevmeyi açıkca emr etmekdedir. Pavlos da, mektûblarında, çeşidli vesîleler ile, Allahü teâlânın bir olduğunu yazmışdır. Eğer hıristiyanların inandıkları gibi, Îsâ aleyhisselâm da Allah olsaydı, birinci emr olarak kendisi-

-171-

ni sevmek lâzım olduğunu ve Allahın üç olduğunu söylerdi.

Tevrâtda da, Allahü teâlânın bir olduğunu bildiren, pekçok yerler vardır.

Kitâb-ı istisnânın (Tesniyyenin) dördüncü bâbının, otuzdokuzuncu âyetinde (ve bugün bil ve yüreğine koy, iyice inan ki, yukarıda göklerde ve aşağıda yerde RAB O ALLAH’dır, başka yokdur) demekdedir.

Altıncı bâbının dördüncü ve beşinci âyetlerinde ise, (dinle ey İsrâîl: Rab, BİR OLAN RABDIR ve Allahın olan Rabbi bütün kalbinle ve bütün cânınla ve bütün kuvvetinle seveceksin) demekdedir.

Otuzikinci bâbının otuzdokuzuncu âyetinde de, (Şimdi görün ki, Ben, Ben Oyum ve nezdimde ilâh yokdur. Ben öldürürüm ve ben diriltirim) demekdedir.

Kitâb-ı Eş’iyâ (İşâyâ)nın kırkıncı bâbının yirmibeşinci ve yirmialtıncı âyetlerinde, (Beni kime benzeteceksiniz ki, ben ona müsâvî olayım? Kuddûs [olan Allah] diyor. Gözlerinizi yukarı kaldırın ve görün. Bunları kim yaratdı) demekdedir.

Kırküçüncü bâbın onuncu ve devâmındaki âyetlerinde, (RAB diyor: Siz şâhidlerin ve seçdiğim kulumsunuz, tâ ki, bilip bana inanasınız ve benim O olduğumu anlıyasınız. Benden önce Allah olmadı ve benden sonra olmayacak. Ben, ben Rabbim ve benden başka kurtarıcı yokdur. RAB diyor, BEN ALLAHIM) demekdedir.

Kırkbeşinci bâbın beşinci âyetinde, (RAB benim ve başkası yokdur. Benden başka Allah yokdur) demekdedir.

Malakinin [Malahıyânın] ikinci bâbının onuncu âyetinde, (Hepimizin babası bir değil mi? Bizi bir Allah yaratmadı mı?) demekdedir.

Yine kitâb-ı Eş’iyânın kırkbeşinci bâbının onsekizinci âyetinde, (Çünki gökleri yaratan RAB, dünyâya şekl veren ve onu yaratan, onu pekişdiren ve onu boşuna yaratmıyan, üzerinde oturulsun di-ye ona şekl veren Allah şöyle diyor: RAB, benim ve başkası yokdur) demekdedir.

Yirmibir ve yirmiikinci âyetlerinde ise, (ben RAB değilmiyim? ve benden başka Allah yokdur. Benden başka hak Allah ve kurtarıcı yokdur. Ey yeryüzünde olanlar, hepiniz bana dönünüz ve kurtulun. Çünki, Allah benim ve başkası yokdur) demekdedir.

Kırkaltıncı bâbın dokuzuncu âyetinde ise, (Allah benim, başkası yokdur. Ben Allahım ve benim gibisi yokdur) demekdedir.

(Kitâb-ı mukaddes)in eski ahd kısmına da inanan hıristiyan-

-172-

lar, bu âyetler karşısında acabâ ne yaparlar. Çünki, bu âyetler, her nasıl olursa olsun, ister oğul denilsin, ister rûh-ül-kuds denilsin, bir olan (ALLAHÜ TEÂLÂ)dan başka bir ilâha inanmayı red etmişdir. Allahın bir olduğunu, eşi ve benzeri olmadığını kat’î [kesin] olarak bildirmişdir. Hıristiyanlar teslîse, üç tanrıya inanarak bu âyetleri inkâr ediyorlar.]

Markos İncîlinin onüçüncü bâbının otuzikinci âyetinde, Îsâ aleyhisselâm, (Fekat bugün ve bu sâat hakkında ne gökdeki melekler, ne oğul, Babadan başka kimse birşey bilmez) demekdedir. Ancak, Babanın bildiğini, bildirmekdedir.

Matta İncîlinin yirminci bâbının, yirminci âyeti ve devâmında,(Bir kadın Îsâ aleyhisselâma gelip, melekûtunda bu iki oğlumun biri senin sağında, biri solunda oturmalarını emreyle dedi. Îsâ aleyhisselâm cevâbında: Sağımda ve solumda oturmağı ihsân etmek benim elimde değildir. Fekat Babam tarafından kimler için hâzırlanmış ise, onlara verilecekdir dedi) demekdedir.

[Markos İncîlinde bildirildiği gibi, Îsâ aleyhisselâm, kıyâmetin ne zemân kopacağını kendisinin bilmediğini, ancak Allahü teâlânın bildiğini haber vermişdir. Bunu herkese bildirmekden çekinmemişdir. Allahın oğlu veyâ Allah olduğuna inanılan kimse, bunu bilmez mi? Ba’zı hıristiyanlar, bunu çeşidli şekllerde te’vîl etmeğe çalışmışlar ise de, yapdıkları te’vîlleri kendileri de beğenmemişlerdir.]

Mevcûd İncîllerdeki ve eski ahddeki, zikr etdiğimiz âyetler, teslîs akîdesinin [inancının] bâtıllığını [yanlışlığını] haykırmakdadır. Çünki bu âyetler, ilm ve kudreti, Îsâ aleyhisselâmın kendisinden kaldırarak, Allahü teâlâya tahsîs etmekdedir.

Matta İncîlinin ondokuzuncu bâbının onaltı ve onyedinci âyetlerinde, (Biri Îsâya gelip dedi: Ey kerîm olan Muallim! Ebedî hayâta kavuşmam için ne iyilik yapayım? Îsâ ona dedi: Niçin bana kerîm diyorsun? Bir olan Allahdan başka kerîm yokdur) demekdedir. Bu âyet teslîsi kökünden yok eder.

[Îsâ aleyhisselâmın bu sözleri, İngiliz ve Amerikan bible şirketlerinin, 1303 kamerî [m. 1886] senesinde İstanbulda basdırdıkları (Kitâb-ı mukaddes)de aynen yazılıdır. Birleşmiş kitâb-ı mukaddes cem’iyyetlerinin m. 1982 baskılı (Kitâb-ı mukaddes)inde bu onyedinci âyeti (Îsâ ona dedi: İyilik için neden bana soruyorsun? İyi olan biri vardır) olarak yazmakdadır. Görülüyor ki, (bir Allahdan başka kerîm yokdur) sözü değişdirilmişdir. Allahın bir olduğu sözü kaldırılmışdır. Böylece, kitâb-ı mukaddesin her asrda yapılan değişdirilmelerine, bir yenisi dahâ katılmışdır.]

-173-

Matta İncîlinin yirmiyedinci bâbının kırkaltıncı ve ellinci âyetlerinde, Îsâ aleyhisselâmın çarmıh üstünde iken yüksek sesle, (Elî, Elî, limâ sebaktenî, ya’nî, Allahım, Allahım, beni niçin terk etdin, bırakdın) diye bağırdığı, Luka İncîlinin yirmiüçüncü bâbının kırkaltıncı âyetinde de, Îsâ aleyhisselâmın yüksek sesle, (Ey Baba, rûhumu ellerine bırakıyorum) diye nidâ etdiği yazılıdır. Bu âyetler, Îsâ aleyhisselâmın ulûhiyyet sâhibi olmadığını, şeksiz ve şübhesiz açıkca bildirmekdedir.

[Eğer Îsâ aleyhisselâm, aynen Rab olsaydı, hiç kimseden yardım istemezdi. Senin ellerine rûhumu teslîm ediyorum demezdi. Hiç ilâh ölür mü? Hiç ilâh başkalarından yardım ister mi? Kederlenir, üzülür mü? Allahın ebedî, bekâ sâhibi ve diri [hay] ve ölümsüz olması ve kimseye muhtâc olmaması lâzımdır. Bunun böyle olduğu, ahd-i atîkde de açıkca yazılıdır.

Kitâb-ı Eş’iyâ [İşâyâ]nın kırkıncı bâbının yirmiyedi ve yirmisekizinci âyetlerinde, (Ey İsrâîl, bilmedin mi? işitmedin mi? dünyânın uçlarını [yeri, göğü] yaratan Allah, za’îflemez ve yorulmaz. Onun hikmetinin derinliğine erişilmez) demekdedir.

Kırkdördüncü bâbının altıncı âyetinde, (İsrâîlin meliki ve kurtarıcısı ve İsrâîlin ordularının Rabbi şöyle diyor: İlk, evvel benim ve âhır, son benim ve benden başka ilâh yokdur) demekdedir.

Kitâb-ı Ermiyâ [Yeremya]nın onuncu bâbının onuncu, onbirinci ve onikinci âyetlerinde, (Fekat RAB hak Allahdır, hay, diri ve ebedî olan [ya’nî kendisine ölüm gelmiyecek olan] melikdir. Gadabından dünyâ titrer ve gadabına milletler dayanamaz. Gökleri ve yeri halk etmiyen ilâhlar, yerin ve göklerin altında mahv olacakdır. Rab, yeri kuvveti ile yaratdı. Dünyâyı hikmeti ile te’sîs etdi. Gökleri, ilmi ile yaydı) demekdedir.

Ahd-i atîkin bu âyetlerinden de anlaşılacağı gibi, Allahü teâlâ birdir, sonsuz kuvvet sâhibidir. Hıristiyanların i’tikâdına [inancına]göre, Îsâ aleyhisselâm [hâşâ] asılırken kendisine sığındığı ve yardımını istediği bir Allahdır. Hıristiyanlar, tanrı kabûl etdikleri Îsâ aleyhisselâmın öldüğüne inanmakla kalmazlar. Aynı zemânda, öldükden sonra, insanların günâhlarına keffâret olarak Cehenneme gireceğine inanırlar. Îsâ aleyhisselâmın Cehenneme gireceğine, Petrusun birinci mektûbunun üçüncü bâbının onsekizinci ve ondokuzuncu âyetlerini delîl getirirler.

Rahmetullah Efendi “rahmetullahi aleyh” (İzhâr-ül-hak) kitâbında, hıristiyanların bu i’tikâdlarını ve bu husûsdaki papazların yazılarını ve cevâblarını bildirirken diyor ki: Meşhûr papaz Martiros bir toplantıda, (Îsâ hiç şübhesiz bizler için insanlığı ka-

-174-

bûl etmişdir. Bunun için, insanlara gelen ve gelecek olan bütün derd ve belâlara katlanması lâzım idi. Nitekim hepsine katlandı. Onun için, Cehenneme de girdi ve azâb olundu. Cehennemden çıkarken, kendisinden önce Cehenneme girmiş bulunanların hepsini de berâber çıkardı) demişdir. Bu husûsda hıristiyan fırkaları arasında i’tikâd farklılıkları vardır. Böyle inandıkları bir zâtı, her yerde, her an, hâzır ve nâzır, herşeye hâkim ve mâlik bir Allah kabûl etmekdedirler.]

Yuhannâ İncîlinin yirminci bâbının ondördüncü ve sonrakiâyetlerinde, (Îsâ Mecdelli Meryeme göründü. Ve ona, bana dokunma! Çünki ben dahâ Babamın yanına çıkmadım. Fekat kardeşlerime [Havârîlere] git ve onlara söyle: Benim Babama ve sizin babanıza, benim Allahıma ve sizin Allahınıza çıkıyorum dedi) demekdedir.

Bu âyetlerden anlaşılıyor ki, Îsâ aleyhisselâmın kendine oğul ve Allahü teâlâya, Baba ta’bîrini kullanması yalnız kendisi için değildir. Konuşduğu şîvenin, lisânın bir husûsiyyeti olarak kullanılan,mecâzî bir ta’bîrdir. Bu sözün, zâhirî ma’nâsına göre, Îsâ aleyhisselâm, Allahü teâlâya oğul olmakda ise de, aynı âyetlerde, (Benim Allahım ve sizin Allahınız) diyerek, Allahü teâlâyı ma’bûd, ilâh tanımakdadır. Ayrıca, kendisi ile havârîleri bir saymış, ortak yapmışdır.

[(Benim babama ve sizin babanıza) dedikden sonra, bu sözünden maksad, benim Allahım ve sizin Allahınız demek olduğunu, tek bir Allahın kulları olduklarını söylemişdir. Böylece kullukdahavârîler, Îsâ aleyhisselâma ortak olmuşlardır. Îsâ aleyhisselâm, Allahü teâlâ için, (Babama) demesinden, ilâh olarak kabûl edilirse, (Babanıza) dediği için de, havârîleri ona ortak birer ilâh kabûletmek lâzım gelir. Îsâ aleyhisselâm hayâtda iken, havârîlerden hiçbiri onu bir ilâh, bir Allah olarak kabûl etmemiş, Allahın oğlu dememişdir. Bu vasf hıristiyanlara göre, öldükden ve göğe çıkarılmasından çok sonra kendisine verilmişdir. Bunlar da gösteriyor ki, Îsâ aleyhisselâm, Allah değildir. İbnullah, ya’nî Allahın oğlu da değildir. Ancak, Abdüllahdır. Ya’nî Allahın kuludur.]

Yuhannânın ondördüncü bâbının yirmisekizinci âyetinde, Îsâaleyhisselâmın, (Baba benden büyükdür) dediği yazılıdır. Îsâ aleyhisselâm, Allahü teâlânın, kendisinden büyük olduğunu söylemekdedir. Hıristiyanların, Îsâ aleyhisselâma, Allahdır demeleri, açıkça görülen [ve bütün tahrîflere, teslîs inancının sokulmasına rağmen, bu günkü İncîllerin bildirdiği] bir hakîkati inkâr etmek olur.

[İncîl ibrânîceden yunanca ve lâtinceye terceme edilirken,

-175-

çok yanlış ve anlamadan terceme edilmişdir. Böyle olduğu teslîs inancında da, hemen görülür. Çünki, İbrânîcede (Baba) kelimesi, yalnız bir insanın kendi babası değil, aynı zemânda, (Hurmete lâyık büyük bir şahsiyet) ma’nâsına da gelmekdedir. Bunun için,Kur’ân-ı kerîmde, İbrâhîm aleyhisselâmın amcası olan Âzere,(Âzer denilen babası) denilmekdedir. Çünki, asl babası, Târûh ölmüşdü. Amcası Âzerin yanında yetişmiş ve o zemânki âdete uyarak, ona baba demişdi. İbrâhîm aleyhisselâmın babasının Târûh olduğu, İncîlin ahd-i atîk kısmında da yazılıdır. [Tekvin: 11-31] Türkçede de, bunun gibi, olgun, yardım sever, konuşduğu dinlenir kimselere (ne baba adam!) deriz. Bunun gibi (Oğul) kelimesi de, ibrânîcede çok kerreler, bir şahsın rütbece veyâ yaşca kendisinden dahâ küçük olan, fekat kendisine son derece sevgi ile bağlı bulunduğu bir şahsı, tasvîr etmek için kullanılmakdadır. Dahâ önce zikr etdiğimiz gibi, Matta İncîlinin beşinci bâbının dokuzuncu âyetinde, (ne mutlu sulh edicilere! Zîrâ onlara Allahın oğlu denilecekdir) demekdedir. Görülüyor ki, burada (Oğul) kelimesi (Allahın sevgili kulu) ma’nâsına gelmekdedir. Hiçbir hıristiyan, İncîldeki bu ve bunun gibi dahâ pekçok âyeti delîl getirerek, bu ifâdelerin kullanıldığı kimseleri ulûhiyyet derecesine çıkarmamışdır. O hâlde hakîkî İncîlde (Baba), mubârek bir mevcûd, ya’nî Allahü teâlâ, (Oğul) kelimesi de, Onun sevgili kulu olarak beyân edilmişdir. Aklları ancak bu günlerde başlarına gelen hıristiyanların büyük kısmı, (hepimiz Allahın kulu, çocuğuyuz. Allah hepimizin rabbi, babasıdır. İncîldeki (Baba) ve (Oğul) kelimelerini böyle anlamak lâzımdır) demekdedirler. İbrânîce olan asl İncîl nüshası, terceme edilirken, dahâ birçok kelimenin de (baba ve oğul) gibi, yanlış terceme edildiği isbât edilmişdir. Nitekim bununla ilgili ba’zı tafsîlât dahâ sonra gelecekdir.]

Yuhannâ İncîlinin ondördüncü bâbının yirmidördüncü âyetinde, Îsâ aleyhisselâmın, (İşitdiğiniz sözler benim değildir. Fekat beni gönderen Babanındır.) Ve onuncu âyetinde (Ben size söylediğim sözleri kendiliğimden söylemem) dediği bildirilmekdedir.

[A’mâl-i rusülün [Resûllerin işlerinin] ikinci bâbının yirmiikinci âyetinde, (Ey İsrâîl erleri; bu sözleri dinleyin: Nâsıralı Îsâyı ya’nî Allah tarafından tasdîk edilmiş olan adamı, siz kendiniz bilirsiniz) demekdedir.

Üçüncü bâbının yirmialtıncı âyetinde ise, (Allah her birinizi kötülüklerinden döndürerek mubârek kılmak için, oğlunu kıyâm etdirip, önce size gönderdi) demekdedir.

Dördüncü bâbının otuzuncu âyetinde, (Mukaddes oğlun Îsânın ismi ile alâmetler ve hârikalar olsun diye) demekdedir.] Bu

-176-

âyetlerde, Îsâ aleyhisselâmın Peygamberliği ve Allahü teâlânın vahy etmesi ile konuşmuş olduğu, açıkca bildirilmekdedir.

Matta İncîlinin yirmiüçüncü bâbının sekiz, dokuz ve onuncuâyetlerinde, Îsâ aleyhisselâmın, (Fekat siz Rabbî diye çağırılmayı istemeyiniz. Zîrâ sizin mualliminiz birdir. Ya’nî Mesîhdir. Cümleniz kardeşlersiniz. Yeryüzünde kimseyi Babamız diye çağırmayın. Zîrâ babanız birdir. O dahî göklerdedir. Ne de efendi diye çağrılın, çünki efendiniz birdir, Mesîhdir) dediği bildirilmekdedir. Bu âyetlerde de, (Baba) kelimesinin mecâzî ma’nâ ile kullanılmış olduğuve Îsâ aleyhisselâmın mertebesinin, ülûhiyyet [ilahlık] makâmı olmayıp, bir muallim ve bir terbiyeci ve ıslâh edici, ya’nî bir Peygamber olduğu bildirilmekdedir.

Matta İncîlinin yirmialtıncı bâbının otuzaltıncı âyetinde ve devâmında, (O zemân Îsâ onlarla berâber Cetsemâne denilen bir ye-re gelerek, Petrus ile Zebedinin iki oğlunu yanına aldı ve şâkirdlerine: Ben şuraya gidip düâ edinceye kadar, siz burada oturun, dedi. Kendisi çok sıkılmağa ve kederlenmeğe başladı. O zemân onlara, canım ölüm derecesinde çok kederlidir, mahzûndur. Burada durup benimle uyanık olun dedi. Biraz ileri gidip yere kapanıp: Ey Baba! Eğer mümkin ise bu kâseyi benden al. Senin istediğin gibiolsun, diye düâ etdi. Îsâ şâkirdlerin yanına geldi. Onları uykuda buldu. Petrusa dönerek nasîhat etdi. İkinci kerre gidip, ey Baba, eğer ben, o kâsedekini içmeden almak mümkin değil ise, senin irâden olsun, diye düâ etdi. Tekrâr şâkirdlerin yanına geldi. Onları yine uykuda buldu. Tekrâr uzaklaşıp, aynı sözleri söyliyerek üçüncü def’a aynı düâyı yapdı) demekdedir.

Hıristiyanların, Îsâ aleyhisselâma iftirâ ederek, Onu ülûhiyyet derecesine yükseltmelerine cevâb olarak, İncîllerde başka hiçbirdelîl olmasa bile, yukarıdaki Îsâ aleyhisselâmın kendisinin bir kul, Babanın da, bir olan Allahü teâlâ olduğu anlaşılan bu sözleri kâfîdir. Îsâ aleyhisselâm, hıristiyanların zan etdikleri gibi, Allahın biricik oğlu olup, insanlığı kurtarmak için gelmiş olsaydı, ölüm korkusu ile muzdarip ve mahzûn olur mu idi? Yerlere kapanıp kâseyibenden al diye yalvarır, düâ eder mi idi? [İncîllerde Îsâ aleyhisselâm kendinden bahs ederken (insanoğlu) demekdedir. Bunu hıristiyanlar da bildikleri hâlde (insanoğlu=Allah) gibi mantıksız bir i’tikâda [inanca] düşmüşlerdir.]

Hıristiyanlar, teslîs ya’nî üç tanrı inancını İncîllerde gördükleri (Baba), (Oğul) kelimelerinden çıkarmışlar ve misli görülmemiş bâtıl bir i’tikâd ortaya koymuşlardır. Îsâ aleyhisselâm, kendisi için (Allahın oğlu) demeyip, pekçok yerlerde (İbn-ül-insan=insanoğlu) ta’bîr etmişdir. [Eğer hakîkaten İbnullah olsay-

-177-

dı, İbn-ül-insan demezdi. Çünki, bir kimseye ismi sorulunca kendi ismini söyler, başka bir ism söylemez.]

Hıristiyanlar, bu teslîs akîdesine, Yuhannâ İncîlindeki, ma’nâsı şübheli ba’zı ibârelerden dolayı düşmüşlerdir. Hâlbuki, Yuhannâya nisbet edilen İncîl, diğer İncîllerden çok sonra ve Yunanistanda yazılmış olduğu, herkesin ma’lûmudur. Yuhannâ İncîlinin içinde uydurma pekçok sözler vardır. Hattâ, (İzhâr-ülhak) kitâbının müellifi Rahmetullah efendi, kitâbının önsözünde, Yuhannâ İncîlinin mecâzî sözlerle dolu olduğunu, te’vîlsiz anlaşılacak yerlerinin de, az olduğunu bildirmişdir. Zâten mevcûd İncîllerde, Îsâ aleyhisselâmın sözlerinin çoğu teşbîhler ve misâller ile bir muammâ [bilmece] gibi kapalı ve mücmel [kısa] olarak ya-zılıdır. Talebelerinin dahî, tefsîr edilmedikce, îzâh edilmedikce, kolayca anlıyamadıkları sözlerdir. Hattâ, Markos İncîlinin onbeşinci bâbının otuzdokuzuncu âyetinde, (Îsânın karşısında duran yüzbaşı, onun böyle rûhunu verdiğini görünce, gerçek, bu adam Allahın oğlu imiş) demekdedir. Luka İncîlinin, yirmiüçüncü bâbının kırkyedinci âyetinde, (Yüzbaşı, vâki’ olanı gördüğü zemân, gerçek, bu sâlih bir adam idi) dediği yazılıdır. Lukanın bu sözü, Markosdaki (Gerçek bu Allahın oğlu imiş) kelâmından maksadın, (Gerçek bu sâlih bir kul imiş) demek olduğunu göstermekdedir.

Matta İncîlinin beşinci bâbının dokuzuncu âyetinde, Îsâ aleyhisselâmın, (Ne mutlu sulh edicilere! Çünki, onlar Allahın oğulları diye çağırılacaklardır) ve kırkdördüncü ve kırkbeşinci âyetlerinde, (Size ezâ edenlere düâ edin. Tâ ki, siz semâvâtda olan Babanızın oğulları olasınız) dediği yazılıdır. [Bu âyetlerde Îsâ aleyhisselâm, sulh edici ve afv edici kimseler için, (Allahın oğulları), Allahü teâlâ için de, (Baba) kelimesini kullanmışdır. Bu kelimelerin mecâzî olduğu meydândadır. Bunun gibi, kitâb-ı mukaddesde (Ahd-i atîk ve cedîdde) kötü ve günahkâr olan insanlar için, iblîsin oğlu, şeytânın oğlu kelimeleri kullanılmışdır.]

Yuhannâ İncîli sekizinci bâbının otuzdokuzuncu ve sonraki âyetlerinde diyor ki, (Yehûdîler Îsâya, bizim pederimiz İbrâhîmdir dediler. Îsâ onlara, İbrâhîmin evlâdı olsaydınız onun yapdıklarını yapardınız. Fekat beni, ya’nî Allahdan işitdiği hakîkati size söylemiş olan adamı, şimdi öldürmeğe çalışıyorsunuz. İbrâhîm bunu yapmadı. Siz babanızın işlerini yapıyorsunuz. Ona; biz zinâdan doğmadık. Bizim bir babamız var. O da Allahdır dediler. Îsâ onlara, eğer Allah sizin Babanız olsaydı, beni severdiniz. Çünki ben, Allahdan çıkıp geldim. Ben kendiliğimden gelmedim. Fekat beni O gönderdi. Söylediğimi niçin anlamıyorsunuz? Çün-

-178-

ki benim sözümü dinleyemezsiniz. Siz babanız şeytândan, iblîsdensiniz ve babanızın isteklerini yapmak istiyorsunuz, dedi.)

Burada yehûdîlerin, (Biz zinâdan doğmadık, babamız vardır. O da Allahdır) demelerinden maksadları, babamız Allahdır, demek değildir. Maksadları, Îsâ aleyhisselâmın babasız olmasına i’tirâz etmekle berâber, kendilerinin İbrâhîm aleyhisselâmın neslinden olduklarını bildirmekdir. Mâdem ki Yuhannâ İncîli, hıristiyanların i’tikâdlarına [inançlarına] göre, mevsûkdur. Biz de onu şâhid olarak getiririz [sözümüzü ona göre söyleriz]. Yuhannânın bu âyetlerine, ya’nî yehûdîler kendilerine Allahın oğlu dedikleri ve Îsâ aleyhisselâm da onları red ederek, şeytânın çocukları dediğine bakılınca, bu ta’bîrlerin mecâz olduğu hemen ortaya çıkar.

Yuhannânın birinci mektûbunun üçüncü bâbının dokuzuncu âyetinde, (Her Allahdan doğmuş olan günâh işlemez), onuncu âyetinde ise, (Allahın çocukları ile iblîsin çocukları böylece belli olur ki) ve beşinci bâbının başında, (Îsâ Mesîhdir, diye îmân ederler. O da Allahdan doğmuşdur ve tevlîd edeni seven her adam, ondan doğmuş olanı sever. Ne zemân Allahı sever ve onun emrlerini yaparsak, bununla Allahın çocuklarını sevdiğimizi biliriz) demekdedir.

Romalılara mektûbun sekizinci bâbının, ondördüncü âyetinde, (Allahın rûhu ile irşâd olunanların [sevk edilenlerin] hepsi Allahın oğullarıdır) demekdedir.

Pavlosun Filipelilere yazdığı mektûbun ikinci bâbının ondördüncü ve onbeşinci âyetlerinde, (Her şeyi söylemeden ve çekinmeden yapın. Tâ ki hayât sözünü sıkı tutarak, dünyâda nûrlar olarak, aralarında göründüğünüz eğri ve sapık neslin ortasından kusûrsuz ve sâf Allahın lekesiz çocukları olasınız) demekdedir.

[Kitâb-ı Eş’iyâ [İşâyâ]nın kırküçüncü bâbının altıncı ve yedinci âyetlerinde, (Oğullarımı uzakdan ve kızlarımı yerin ucundan, ya’nî izzetim için yaratdığım ve kendisine şekl verdiğim, kendisini vücûde getirdiğim, ismim ile çağırılan her adamı getir diyeceğim) demekdedir.

Kitâb-ı mukaddesin bu âyetlerindeki Allahın oğlu, Allahın oğulları, çocukları lafzları mecâzî olup, hakîkî ma’nâ verilerek, Allahü teâlâya (Baba) denilemez. Hıristiyanlar da, bu âyetlerdeki, (Oğul) kelimesini, mecâzî olan, (Allahın sevgili kulu) ma’nâsına alıp, bu kimselerin hiç birisine, ülûhiyyet nisbet etmemişlerdir. Bütün hıristiyanlar burada, Allahü teâlânın yegâne hâkim olduğunukabûl etmişler. Fekat sıra Îsâ aleyhisselâma gelince, doğru yoldan ayrılmışlardır.]

-179-

İncîlde geçen (Baba) kelimelerini, yanlış anlıyanlar olduğu gibi, (Oğul) kelimelerini de yanlış anlıyanlar olmuşdur. Nitekim Luka İncîlinin üçüncü bâbının yirmiüçüncü âyeti ve devâmında, Îsâ aleyhisselâmın (hâşâ) nesebi, babaları zikr edilirken, Mesîh Yûsüfün oğlu denir ve Yûsüfün babaları zikr edilir ve nihâyet Şit oğluve Şit Âdem oğlu, Âdem de Allah oğlu demekdedir. Âdem aleyhisselâm, hakîkî ma’nâ üzere Allahü teâlânın oğlu değildir. Luka, Âdem aleyhisselâm, anasız ve babasız yaratıldığı için, Onu Allahüteâlâya, Îsâ aleyhisselâm da, yalnız babasız tevellüd etdiği için, onuda, Yûsüf-ü Neccâra nisbet etmişdir. [Hıristiyanlar, Îsâ aleyhisselâmı, Allahın rûhu ile nefh olunmuş [üfürülmüş] olarak doğduğu için, ilâh, rab kabûl ediyorlar. Böyle olduğu hâlde, Yûsüf-ü Neccârı da kendisine baba olarak nisbet ediyorlar. Îsâ aleyhisselâm, sâdece babasız doğdu. Hâlbuki, Âdem aleyhisselâm hem annesiz,hem de babasız yaratıldı. Buna göre, hıristiyanların Âdem aleyhisselâmı, Îsâ aleyhisselâmdan dahâ büyük bir ilâh kabûl etmeleri lâzım gelir. Hıristiyanlardan Âdem aleyhisselâma ilâh diyen hiç çıkmamışdır.]

(Oğul) ta’bîri, (Kitâb-ı mukaddes)in ahd-i atîk kısmında da vardır. Meselâ, sifr-i hurûcün [çıkışın] dördüncü bâbının yirmiikinci ve yirmiüçüncü âyetlerinde, (Rab şöyle diyor: İsrâîl [Ya’kûb aleyhisselâm] benim ilk oğlumdur. Oğlumu bırak ki, bana ibâdet etsin) demekdedir.

Kitâb-ı Ermiyânın (Yeremyâ) otuzbirinci bâbının dokuzuncu âyetinde, (Ben İsrâîlin babasıyım ve Efrâyim benim ilk oğlumdur) demekdedir. [Eğer buralarda oğul kelimesi, ülûhiyyeti îcâb etdirseydi, İsrâîl ve Efrâyim, Îsâ aleyhisselâmdan çok önce ilah olurlardı. Ayrıca bunlar için, ilk evlâd, (İbn-ül-ekber) ta’bîri kullanılmışdır ki, sonra gelen evlâddan dahâ önce, ilahlık mertebesine yükselmeleri îcâb ederdi.]

Sifr-i Samuel-i Sânînin [II. Samuelin) yedinci bâbının ondördüncü âyetinde, Dâvüd aleyhisselâm için, (Ben ona baba olacağım ve o bana oğul olacakdır) demekdedir.

Kitâb-ı İstisnânın [Tesniyyenin] ondördüncü bâbının ilk âyeti, (Siz Allahınız olan Rabbin oğullarısınız) ve otuzikinci bâbın ondokuzuncu âyeti, (Ve Rab gördü ve onlardan ikrâh etdi. Çünki oğulları ile kızları onu öfkelendirdiler) ve Kitâb-ı Eş’iyânın [İşâyânın] birinci bâbının ikinci âyeti, (Ey gökler, dinleyin ve ey yer, kulak verin! Çünki Rab söyledi: Oğullar besledim ve büyütdümve bana âsî oldular) ve otuzuncu bâbın ilk âyeti, (Âsî oğulların vay başına!) ve altmış dördüncü bâbının yedinci âyeti, (Ve şimdi yâ Rab! Sen Babamızsın. Biz balçığız ve sen çömlekçimizsin ve he-

-180-

pimiz senin elinin işiyiz) ve Kitâb-ı Yûşa’ın (Hoşeanın) ikinci bâbının birinci âyetinde, (Fekat İsrâîloğullarının sayısı ölçülemiyen ve sayılamıyan deniz kumu gibi olacak ve vâkı’ olacak ki, onlara: Siz benim kavmim değilsiniz denildiği yerde kendilerine, Hayy [diri] olan Allahın oğullarısınız, denilecek) denilmekdedir.

Buralarda [ve zikr etmediğimiz başka yerlerde, İsrâîl oğullarının hepsine (Allahın oğulları) denilmiş ve başkaları için de bu ta’bîr kullanılmışdır. Eğer (Allahın oğlu) ta’bîri ile, hakîkaten Allahü teâlânın oğlu ma’nâsı kasd edilse, ya’nî mecâz olmaz ise, İsrâîl oğulları] ve İsrâîl [Ya’kûb], Efrâyim, Süleymân ve diğer benî İsrâîl Peygamberlerinin “aleyhimüsselâm” ve Âdem aleyhisselâmın, ilâh olmaları lâzım gelirdi. Fekat yehûdîler, kendi lisanları ibrânîceyi iyi bildiklerinden, bu Allahın oğlu, ilk oğlu, oğulları, kızları gibi ta’bîrlerin mecâz olduğunu gâyet iyi anladılar ve [bu Peygamberlere ilahlık isnâdında bulunmak gibi] bir hatâya düşmediler.Fekat havârîlerden sonra, İncîller ve Îsâ aleyhisselâmın va’zları, nasîhatları, sahîfe sahîfe, şunun bunun elinde kalıp, başka lisanlara terceme edildi. Terceme edenler ise, câhil ve İbrânî lisanının inceliklerinden ve üslûbundan habersiz olduklarından, metinde her ne gördülerse, anlamadan terceme etdiler. Sonradan bu tercemeleri görenler, tercemelerdeki lafzları hakîkî ma’nâlarından başka bir ma’nâya kullanmağa cesâret edemediler. İşte, boş iddiâlar, yanlış ve bâtıl görüşler, akl ve hakîkatden temâmen uzak, garîb i’tikâdlar, hep buradan ortaya çıkmışdır.

Îsâ aleyhisselâmdan yüz sene kadar sonra, her memleketde değişik bir i’tikâd, değişik bir fırka ve her fırkanın elinde değişik bir İncîl ortaya çıkdı. Bu fırkalardan müte’assıb kimseler, kendi fırkalarının revâç bulup yayılması ve diğer fırkaların bâtıllığını isbât için, el yazısı ile olan nüshalardan İncîl yazarlarken, kendi maksadlarına uygun ba’zı kelimeleri sokuşdurdular. İncîl nüshaları, öyle bir hâle geldi ve hıristiyanlar arasında o kadar ihtilâflar ortaya çıkdı ki, sâdece İznikde toplanan rûhban meclisinde, birbirine uymıyan elli aded, hıristiyanların okudukları İncîlin iptâl edilmesine karâr verildi. Bundan anlaşılıyor ki, mevcûd olan dört İncîlin hiçbirisi, istidlâl, ya’nî delîl getirilmek için sened olamaz. Fekat, hıristiyanların inancı, bu dört İncîl üzerine kurulmuş olduğundan, onları iknâ’ etmek için, biz de bunlardan delîl getiririz.

Hıristiyanların teslîsi isbât için, (Kitâb-ı mukaddes)in (ahd-i atîk) denilen, Tevrât kısmında gösterebilecekleri hiçbir delîlleri yokdur [ki, kendisi ile görüşdüğümüz papazlar da, bunu kabûl etmekde ve böyle olduğunu söylemekdedirler]. En kuvvetli delîl-

-181-

leri, İncîllerin en şübheli ve en karışığı olan, Yuhannâ İncîli ile, diğer İncîllerin teferruâtındaki birkaç mübhem sözden ibâretdir. Meselâ:

Yuhannâ İncîlinin sekizinci bâbının yirmiüçüncü âyetindeki,Îsâ aleyhisselâmın, (Siz bu dünyâdansınız. Ben bu dünyâdan değilim) demesinden, ülûhiyyet ma’nâsı çıkarmakdadırlar. Ülûhiyyeti, Îsâ aleyhisselâma yakışdırabilmek için de, gökden indi ve tecessüm etdi, ya’nî cism peydâ etdi, şeklinde îzâh etmekdedirler. Hâlbuki, bu âyetin ma’nâsı, (Siz dünyâ ilişkileri, münâsebetleri ile mukayyedsiniz, ben değilim) demekdir. Bu sözden ilahlık ma’nâsı çıkarılamaz. Ayrıca, İncîllerde, bu âyeti nakz eden, âyetler vardır.

Yuhannâ İncîlinin onbeşinci bâbının ondokuzuncu âyetinde, (Sizler bu dünyâdan değilsiniz. Ancak ben sizi dünyâdan seçdim), onyedinci bâbının onaltıncı ve onsekizinci âyetlerinde, (Ben dünyâdan olmadığım gibi, onlar da dünyâdan değildirler. Sen beni dünyâya gönderdiğin gibi, ben de onları dünyâya gönderdim) denilmişdir ki, hıristiyanların Îsâ aleyhisselâmın ilah olduğunu isbât için delîl getirdikleri Yuhannânın sekizinci bâbındaki, (Ben bu dünyâdan değilim) sözünün aksidir.

Bu âyetlerde, Îsâ aleyhisselâm, kendisi ile talebelerini eşit tutmuşdur. (Siz bu dünyâdansınız) ta’bîri de, dünyâyı isteyerek, ona meyl etmek ma’nâsındadır. Böyle ıstılâh ve ta’bîrler her lisanda kullanılır. Hattâ lisanımız olan türkçede de oğlum, baba, arslanım gibi mecâzî ma’nâya kullanılan ta’bîr ve kelimeler vardır. Arapçada (İbn-ül-vakt), (Ebül-vakt), (ebnâ-i zemân) ve (ebnâ-i sebîl) ta’bîrleri mevcûddur. Bunların ma’nâları, vaktin oğlu, vaktin baba-sı, zemânın oğulları, yolun oğulları demekdir. [Vaktin ve yolun oğlu olamaz. Bunlar hep mecâzdır.]

Hıristiyanların, teslîsi isbât için bildirdikleri delîllerden biri de, Yuhannâ İncîlinin onuncu bâbının otuzuncu âyetidir. Bu âyetde,Îsâ aleyhisselâmın, (Ben ve Baba biriz) dediği bildirilmekdedir. Buibâreden de, ülûhiyyet ve ayniyyet ma’nâsı çıkarılamaz. Zîrâ, Îsâ aleyhisselâmın bu sözü söylediğini farz etsek, söylediği zemân nefs sâhibi bir insan olduğundan, Allah ile birleşmesi mümteni’dir, mümkin değildir. [Yuhannânın bu âyetini, Îsâ aleyhisselâmın ülûhiyyetini isbât için delîl olarak getiren hıristiyanlar, bu âyetin devâmını da okumalıdırlar. Otuz ve devâmındaki âyetler, (Ben ve Baba biriz. Yehûdîler onu taşlamak için yine yerden taşkaldırdılar. Îsâ onlara cevâb verdi: Size Babadan bir çok iyi işler gösterdim. Bu işlerden hangisi için beni taşlıyorsunuz? Yehûdîler ona cevâb verip: Seni iyi işden dolayı değil, fekat küfrden do-

-182-

layı ve sen insân iken, kendini Allah etdiğinden dolayı taşlıyoruz dediler. Îsâ onlara, “ben dedim, siz ilahlarsınız” diye şerî’atınızda yazılı değil mi? Kendilerine Allah sözü gelenlere ilahlar dendiği hâlde, Allahın oğluyum dediğim için, siz Babanın takdîs edip, dünyâya gönderdiği zâta mı küfr ediyorsun diyorsunuz? Eğer Baba-mın işlerini yapmıyorsam, bana îmân etmeyiniz. Fekat yapdığım hâlde, siz bana îmân etmezseniz bile, işlere îmân ediniz ki, Baba-nın bende ve benim Babada olduğumu bilip anlıyasınız diye cevâb verdi. Yine onu tutmağa çalışdılar. Îsâ da onların elinden çıkdı, kurtuldu) şeklindedir. Îsâ aleyhisselâmın bizâtihi kendisini ve mu’cizelerini görenler, ilah olduğunu söylemediler. Hattâ, bu mecâz sözünden dolayı, onu öldürmeğe kalkdılar. Hıristiyanların, ezelî ve ebedî bir yaratıcı ilah olarak kabûl etdikleri Îsâ aleyhisselâm, yehûdîlerden kaçmakdadır. Nasıl hâlıkdır ki, yaratdığı mahlûklarından kaçmakdadır.

Burada diğer bir husûs da, Îsâ aleyhisselâmın, (Ben ve Baba biriz) sözünü isbât husûsunda zikr etdiği, (Ben dedim: (Siz ilahlarsınız) diye şerî’atınızda yazılı değil mi?) şeklindeki otuzdördüncü âyetidir. Elimizde mevcûd İncîlin dip notunda bu âyetin Ahd-i atîkdeki Zebûrun (Mezmûrların) seksenikinci bâbının al-tıncı âyeti olduğu bildirilmekdedir. Mezmûrlardaki bu âyetin devâmı ise, (Ve hepiniz Yüce Olanın oğullarısınız) şeklindedir. Bu âyetin zâhirî ma’nâsına ve Îsâ aleyhisselâmın da bildirdiğine göre, Îsâ aleyhisselâmdan başka (Sizler ilahlarsınız) diye bildirilen kimseler de ilah olmakdadırlar. Acabâ hıristiyanlardan hiçbir kimse onları, (ilah) kabûl etmişler midir? (Ben ve Baba biriz) sözünü Îsâ aleyhisselâmın ülûhiyyetine delîl getiren hıristiyanlar, bunun devâmında bildirilen ilahları kabûl etmemekle, günâhkâr ve âsî olmuş, ilah olarak tanıdıkları Îsâ aleyhisselâmın sözünü kabûl etmemişlerdir. İlah hiç yalan söyler mi? Hıristiyanlara, bunu niçin kabûl etmediklerini sorarsanız, (Efendim bu söz mecâzdır. Allah birdir. “Sizler ilahlarsınız” sözü hakîkî ma’nâya alınamaz) derler. Îsâ aleyhisselâmın, (Ben ve Baba biriz) sözü de mecâz değil midir? deseniz, (Efendi Îsânın ülûhiyyeti vardır. Bu hıristiyanlığın esâs doktrinidir) cevâbını verirler.] Hıristiyanlar, Yuhannâ İncîlindeki bu sözleri, Mesîh Îsâ, insan-ı kâmil olduğu gibi, aynı şeklde kâmil bir ilahdır şeklinde de, te’vîl ederler. Hâlbuki insanlık sıfatlarının kendisinden ayrılmaması sebebi ile insan ile ilah arasında hakîkî bir birleşme düşünülemez. Bir diğer husûs da, Îsâ aleyhisselâm bu ta’bîri sâdece kendisi için kullanmayıp, havârîler için de kullanmışdır.

-183-

Yuhannâ İncîlinin onyedinci bâbının yirmibirinci âyetinde, (Ey Baba, sen bendesin ve ben de sendeyim. Onlar da bizde olsunlar), yirmiikinci âyetinde, (Bana verdiğin izzeti, şerefi onlara dahî verdim ki, biz bir olduğumuz gibi, onlar da bir olsunlar), yirmiüçüncü âyetinde ise, (Ben onlardayım. Sen de bendesin. Böylece bir olmakla temâmlanmış olsunlar ve beni senin gönderdiğini ve beni sevdiğin gibi, onları dahî sevdiğini dünyâ anlasın) denilmekdedir. İşte bu âyetlerde bildirilen (Birleşmek) kelimesi, dînin emrlerine sıkı bir şeklde itâat ve a’mâl-i sâliha ile amel etmek olduğundan, bundan ülûhiyyete âid bir şey hâtıra getirilemez.

Hıristiyanların, teslîs için getirdikleri delîllerden biri de, Yuhannâ İncîlinin ondördüncü bâbının sekizinci âyeti ve devâmında anlatılan şu fıkradır: (Filipus ona: Yâ Rab, Babayı bize göster, bize bu kifâyet eder dedi. Îsâ ona dedi: Bu kadar zemân sizinle berâberim de, sen beni bilmedin mi ey Filipus? Beni görmüş olan Babayı görmüş olur iken, sen nasıl onu göster diyebiliyorsun.)

Bu delîlleri de iki şeklde yanlışdır, bâtıldır.

Birincisi: Dünyâda, ilahı görmenin mümkin olmadığı, hıristiyanlar tarafından da, kabûl edilmekdedir. Hattâ, (İzhâr-ül-hak) kitâbının mukaddemesinde, bu ma’rifet, bilmek olarak te’vîl edilir. Mesîhi bilmek, cismiyyetini bilmek değildir. Buna göre, hıristiyanlar, (Mesîhi ülûhiyyet ve hulûl i’tibârı ile bilmek) ma’nâsındadır dediler. Bu te’vîl, teslîse inanan hıristiyanlara göre, vâcibdir. Hâlbuki, böyle te’vîl de yanlışdır, bâtıldır. Çünki, te’vîlin, aklî delîllere ve kat’î nasslara muhâlif olmaması lâzımdır. Bu te’vîl ise, aklî delîllere muhâlifdir. Çünki, dahâ önce zikr etdiğimiz gibi, Îsâ aleyhisselâm, havârîleri kendisine eşit tutmakdadır.

Târîhcilerin ma’lûmu olduğu gibi, üç uknûm, ya’nî teslîs, yeni birşey olmayıp, müteaddid ilahlara tapınan kavmlerin inançlarından alınmış bir fikrdir. İlahların çokluğu, câhil halkın nazar ve dikkatlerini çekecek bir şeklde çoğalınca, müşriklerin ileri gelenleri, onları aralarında makâmlarına göre bir tertîbe koyup, içlerinden ba’zılarını asl, diğer küçüklerini de fer’ [tâbi’] kısmlarına ayırdılar. Bu taksîmin tahkîkıni aralarında gizli bir sır olarak kabûl etdiler. [Eski Îrânın en büyük dîni olan, ateşe tapınmağı kuran] Zerdüşt, putların arasından (Yezdân) ve (Ehremen) isminde iki uknûm ta’yîn etdi. Yezdân iyilik tanrısı, Ehremen ise, kötülük tanrısı veyâ Yezdânın nûr, aydınlık, Ehremenin de zulmet, karanlık olması gibi, misli görülmemiş bâtıl bir i’tikâd [inanç] ortaya koydu.

-184-

Hindistândaki islâm âlimlerinin büyüklerinden Mazher Cân-ı Cânân,[1] ondördüncü mektûbunda buyuruyor ki, (Brahma dîni, semâvî bir din idi. Sonradan bozuldu). Üç uknûm ta’bîri ilk def’a bunlardan işitildi.

[Buna din yerine, felsefe, fikr demek dahâ doğrudur. Îsâ aleyhisselâmın mîlâdından yediyüz sene evvel semâvî bir dînin değişdirilmesi ile kurulduğu anlaşılmakdadır. Bu tahrîfi yapan Brahma-dır. Brahma mukaddes kelâm demekdir. Hıristiyanlıkda da, Îsâ aleyhisselâm için bu ta’bîr kullanılmışdır. Hıristiyan papazlarına,Îsâ aleyhisselâmın ülûhiyyeti sorulunca, bunu isbât için ilk delîlleri, Yuhannâ İncîlinin birinci bâbındaki ba’zı âyetlerdir ki, (kelâm başlangıçda var idi ve kelâm Allah nezdinde idi ve kelâm Allahidi.) [Âyet 1] ve (Ve kelâm beden olup, inâyet ve hakîkat ile dolu olarak aramızda sâkin oldu. Biz de onun izzetini, Babanın biricik oğlunun izzeti olarak gördük) [Âyet 14], şeklindedir. Tıpkı Brahmanizmdeki gibi.] Brahmanizm fikrine tâbi’ olanlar, (Brahma) isminde asl olan bir ilaha inanırlar. İ’tikâdlarına göre, bu, en kâmil ve dâim-üs-sükût bir ilah olup, her şeyin aslıdır. Fekat bu ilah, diğer iki ilah vâsıtası ile işlerini yapar. Bunlardan birisi (Vişnu), diğeri de (Siva)dır. Bunlar, üç nev’ zuhûrdan ibâret olarak, bir ilahdır derler.

Brahmanlara göre, (Brahma), bütün herşeyi ve dünyâyı yaratandır. Bütün yaratma işlerini o yapar, alâmeti güneşdir. Vişnu akldır. Herşeyi koruyan, ya’nî koruyucu bir ilahdır. İçinde bulunan zemâna hükm eder. Alâmeti sudur. Siva ise, hayât ve ölüm tanrısıdır. İçinde bulunulan zemâna ve istikbâle hükm eder. Adâlet ve intikam bunun işidir. Alâmeti ise, ateşdir. [Brahmanlar, tanrıları Vişnunun semâda yaşadığına inanırlar. Diğer tanrılar, Vişnuya yeryüzünde bir takım şeytânların türediğini, yeryüzünün âsâyiş ve intizâmını bozduklarını ve bunların cezâlandırılması için, yeryüzünde, insan şeklinde doğması lâzım olduğunu söylerler. Vişnu, bu teklîfi kabûl eder ve yeryüzünü kötülüklerden ve şeytânlardan temizlemek için muhâribler sınıfından, bâkire bir kızdan bir (krishna) ya’nî muhârib olarak doğar. Kız, bunu önceden rü’yâsında görür. Krishna altmışdört günde, bütün ilmleri öğrenir. Çobanlık yapar. Pekçok yerler dolaşır. Dolaşdığı yerlerde, hârikulâde şeyler yapar ve onu gören brahmalar tarafından ilahlığı kabûl edilir. İnsan şeklinde yeryüzüne inmiş bir ilahdır. Brahmanizme inananlar tarafından, Krishna ile ilgili dahâ pekçok efsâneler anlatılır.

---------------------------------

[1] Cân-ı Cânân, 1195 [m. 1781] de Delhîde şehîd edildi.

-185-

Budistler de, Budayı ilah olarak kabûl ediyorlar. Budistlere göre, Buda insan olarak doğmadan önce, semâda yaşıyordu. Yeryüzünde inecek bir yer aradı ve nihâyet Sudhodana âilesinin bir ferdi olarak doğmaya karâr verdi. Annesi oruclu olarak serâyın damında uyurken, rü’yâsında, etrâfına nûrlar saçarak gökden bir beyâz filin yere indiğini ve sağ böğründen karnına girdiğini hayret ile görür. Budanın doğmasına yakın birçok alâmetler de görünür. Annesi bulunduğu şehri terk eder ve bir ağacın altında, ilah olan oğlu yeryüzüne gelir. Budistlerin inancı, akl ve mantığın aslâ kabûl edemiyeceği şeylerle doludur. Brahmanların ve Budistlerin inançları ile hıristiyanların teslîs inancı ism farkları hâriç, birbirine benzer. İlahların yeryüzünde bâkire bir kıza nüfûz etmeleri ve doğmaları ve insanların onları ilah olarak kabûl etmeleri arasında, insanı hayretde bırakan bir benzerlik vardır. Bunlardan birkaçını zikr edelim:

1 - Hıristiyanlara göre, Îsâ aleyhisselâm ölmüş ve öldükden üç gün sonra dirilmişdir. Krishna da öldükden sonra dirilerek göğe yükselmişdir.

2 - Îsâ aleyhisselâm mezârından, Buda ise tabutundan kalkmışdır.

3 - Îsâ aleyhisselâm öldürüleceğini önceden söylemiş, zindanlardaki, ya’nî Cehennemlerdeki rûhları kurtarmış ve mezârdan kalkınca, Allahın sağına oturmuşdur. Buda da, dünyâdan çekileceğini ve Nirvanaya gideceğini haber vermişdir.

4 - Îsâ aleyhisselâm göğe çıkınca, bütün âlemin işlerini eline alarak hükm etmeğe başlamışdır. Buda da, göklerin sultânlığını kurmuş ve âleme hükm etmeğe başlamışdır.

5 - İncîllerde, Îsâ aleyhisselâmın babalarını ilk melik dedikleri Dâvüd aleyhisselâma kadar, ittifakla zikr ederler. Budanın da neslinin ilk melik olan Makavamata dayandığı zikr olunur.

Teslîs ve tenâsüh, ya’nî ölen bir kimsenin rûhunun başka bir kimseye geçeceği i’tikâdı [inancı] hind dinlerinde olduğu gibi, eski Mısr dinlerinde de vardır. Mısrlıların inandıkları tanrılardan en büyüğü, (Amonra)dır. Alâmeti güneşdir. Bu âlemi irâdesi ve kelâmı ile yaratmışdır. Amonranın yardımcısı olan ikinci tanrıları (Oziris)dir. Oziris, yeryüzüne inmiş, çeşidli acılar çekmiş ve öldürülmüşdür. Üçüncü tanrıları olan (İzisi) sâyesinde tekrâr dirilmiş ve göğe yükselmişdir. Böylece Oziris, ölüler ilâhı olmuşdur. Ayrıca, eski Mısrda melikler, ya’nî (fir’avn)lar, Amonranın (güneşin) oğlu olarak kabûl edilmişlerdir.

-186-

Eski Mısrlılar ölen bir kimsenin Oziris tarafından hesâba çekileceğine de inanırlardı.]

Batıda üç uknûm fikrini ilk def’a ortaya atan filozof Time (Timeios)dir. Mîlâddan beşyüz sene kadar evvel, Lokres şehrinde ya-şıyan Time, Pisagorun talebelerindendir. Bu üç uknûm [asl, esâs] fikrini hocasından öğrenmişdir. [Pisagor (Fisagor veyâ Pythagoras) mîlâddan önce 580 senesinde Sisam adasında doğdu. 500 senesinde Metaponteda öldüğü rivâyet edilmekdedir. Doğum ve ölüm târîhlerinde çeşidli ihtilâflar vardır. Genç yaşında İtalyanın Kroton şehrine gelmişdir. Buradan çeşidli seyâhatlar yapmış, Mısr ve Ortadoğuda, uzun zemân kalmışdır. Mısrda kaldığı zemân içerisinde, eski Mısr dîni ve inançları hakkında geniş ma’lûmât sâhibi olmuşdur. Üçlü tanrı inancı ve tenâsüh fikrini Mısrlılardan öğrenmiş ve bunları kabûl etmişdir. Mısrda öğrendiği şeylerden birisi de, Hendese [geometri] idi. Bugün, pisagor nazariyyesi [teorisi] diye bilinen geometri faraziyyesi de, tecribî olarak, o zemân Mısrda bilinmekde idi. Mısra Bâbilden gelmişlerdi. O zemân Bâbilde ilm-i nücûm [astronomi], matematik ve müneccimlik san’atı çok ileri idi. Bunları, büyük Peygamber olan İdris aleyhisselâmdan öğrenmişlerdi. Pisagor, Bâbile de giderek, bunları iyice öğrendi. Tekrar Kroton şehrine döndü ve bir mekteb açdı. Kendi ismi ile anılan yeni bir yol, hattâ yeni bir fırka kurdu. Kendisine inananlar tarafından çok efsâneler uydurulmuş; peygamber, hatta ilah olduğu iddiâ edilmişdir.

Pisagor, varlığın aslının (arche) ya’nî sayı olduğunu söyledi. Ona kadar olan sayıları, mukaddes [kutsal] kabûl etdi. Bilhâssa bir, iki ve üç sayılarını; üç asl kabûl etdi. Pisagorcular, bir sayısının âlemin değişmez ve ebedî kaynağı ve ilk uknûm, ya’nî en büyük tanrı olduğunu, iki sayısının dişiliği ve dünyânın bundan meydâna geldiğini ve ikinci uknûm olduğunu, üç sayısının ise, âlemdeki ebedî üçlüğü gösterdiğini ve üçüncü uknûm olduğunu iddiâ ederler. Dünyânın ve âlemin aslının, bu üç uknûm olduğunu söylerler. Meselâ, âlemin esâsı (beden, can ve rûhdur) derler. Bunun gibi (tabî’î, beşerî ve tanrı âlemi) olarak, üç âlemden meydâna geldiğini söylerler. Pisagorculara göre, herşey üçden mürekkeb olduğu gibi, yaratma da, bu üçlükden ortaya çıkar. Bunlar yaratıcı irâde, yıldız akımı ve her an birâz dahâ kemâle eren âlem imiş. Pisagorun sayıları husûsunda ve diğer felsefî görüşleri hakkında Gomperzin (La Pensée Grecque) kitâbında geniş bilgi vardır. Pisagora göre, ilk uknûm, ya’nî her dilediğini yapabilecek olan tanrı, akl ile anlaşılamaz. Rûhu ebedî [ölümsüz] kabûl eden ve ölen bir kimsenin rûhunun bir hayvana geçebileceğine

-187-

inanan Pisagorcular, hayvan eti yimezler. Pisagorun ileri gelen talebesi olan Time de, hocasının yolunu ta’kîb etmişdir.]

Time, (Rûh-ül-âlem) kitâbında, (Herşeyden önce, mahlûkâtın bir (fikr-i misâl-i dâimîsi) vardır ki, ilk kelime ve ilk uknûm odur. Kendisi madde değildir, rûhânîdir ve akl ile anlaşılamaz. İkinci mertebe, madde-i gayr-i muntazımedir. Telaffuz olunan ikinci kelime ve ikinci uknûmdur. Bundan sonra gelen üçüncü mertebe, ibn [oğul] ya’nî ma’nâ âlemidir ki, üçüncü uknûmdur. Bütün kâinât bu üç sınıfdan ibâretdir. İbn, ya’nî oğul pek güzel bir tanrı yapmak istedi ve mahlûk olan bir tanrı yapdı) demekdedir. Bu söz karışık ve anlaşılamaz bir hâlde Eflâtûna geldi. [Timenin, Eflâtûnun hocalarından biri olduğu da bildirilmekdedir. Çünki, Eflâtûn, büyük üstâdı Sokrat ile Timenin bir meclisde bulunduğunu bildirmekdedir. Timenin, (matematik), (Pisagorun hayâtı) ve (âlemin rûhu (Rûhül-âlem)) isminde üç eseri olup, bunlardan ikisi gayb olmuşdur. Gayb olmıyan (âlemin rûhu) kitâbı ise, kendisinden sonra gelen filozofları çok meşgûl etmişdir. Çünki, bu kitâbın ilk altı kısmından çıkarılan fikr ile Eflâtûnun, Time (Timeios) konuşmasında anlatdığı fikr arasında pek bir fark yokdur.]

Eflâtûn, Timeden gelen bu fikri başka bir şekle sokdu. Eflâtûn üç esâs ilâh olduğunu iddi’â etdi.

Birincisi, Babadır. En yüce ve yaratıcı ve diğer iki ilâhın baba-sıdır. Birinci uknûmdur.

İkincisi, asl, görünür olan tanrıdır ki, görünmez olan Babanın vezîridir. Kelime, (Logos) ve idrak demekdir.

Üçüncüsü de, Kâinât âlemidir, dedi.

Eflâtûna göre, eşyânın, varlıkların hakîkati, ma’nâlar [idealar]dır. [Eflâtûnun, idea diye bahs etdiği şey, mâhiyyet, fikr, a’yân-ı sâbite demekdir. Eflâtûnda idea, eşyânın ve varlıkların değişmeyen, sâbit ve ebedî olan hakîkatıdır. Eflâtûn, âlemi ikiye ayırır: Birisi, görünen hisler âlemi. Diğeri ise, hakîkî âlem, ya’nî idealar âlemidir. Hakîki, ya’nî idealar âlemi, ebedî olduğu hâlde, hisler âlemi durmadan değişir.] İdealar, sâdece aklımızda, hayâlimizle kâim olmayıp, cismsiz olarak kendilerine mahsûs bir kıyâm ve hayâtları vardır. Eflâtûn her hakîkati, ya’nî ideayı dahâ yüksek hakîkatlere ircâ eder, bağlar. Böylece bütün hakîkatler, idealar, mutlak (BİR)e irca olunur. Bu yüce idealardan meydâna gelen BİR (hayr)dır ki, tanrının kendisidir. Diğer yüce idealar, hakîkatler ona tâbi’dir. Aşağı olan idealar (şer)dir ki, şeytânın kendisidir. Diğer aşağı, kötü idealar ona tâbi’dir.

-188-

[Eflâtûn, ideaların kendisinde birleşdiği (BİR) kabûl etdiği ve hayr, iyilik diyerek aynen tanrı kabûl etdiği şeyin, hareket ve hayât sâhibi ve âlemin babası (Baba tanrı) olduğunu söylemişdir. Bu birinci uknûmdur. Baba tanrı, ya’nî yüce idealar birliği, maddeye nizâm veren, fekat maddeden temâmen farklı bir rûh yaratmışdır ki, bu Babanın oğludur. Bu rûh, yaratanla yaratılan arasında aracı olan bir varlıkdır. İkinci uknûmdur.

Eflâtûn, ikinci uknûm kabûl etdiği rûh hakkındaki görüşlerini ve Pisagor, Time ve diğer bütün eski yunan felesofları da, ortayaatdıkları fikrleri, hep Âdem ve Şit (Şis) aleyhimesselâmın kitâblarından ve bu kitâbları bilen din âlimlerinden öğrenmiş, bunları, kendi noksan bilgileri ve kısa aklları ile îzâh etmişler, değişdirmişlerdir. Eflâtûn, Menon konuşmasında, rûhun ölümsüz olduğunu ve birçok def’alar yeryüzüne geldiğini ve görünen (dünyâ) ve görünmiyen (âhiret) âlemindeki herşeyi görmüş olduğunu söylemekdedir. Phaidros konuşmasında rûhu da üç kısma ayırır: Birincisi; idealara yönelmiş olan akldır. İkinci ve üçüncüsü ise; istek, his kısmıdır. Bunlardan biri akla uyarak hayra, iyiliğe ya’nî tanrıya, diğeri ise kötü, maddî isteklere götürür.] Cesed ya’nî beden bir zindân olup, rûh önceden mücerred idealar âlemine konuldukdan sonra, bu zindâna atılmışdır. [Böylece rûh ve bedenden mürekkeb insan meydâna gelmişdir.] Hikmetin vazîfesi ya’nî ahlâkdan maksad, tanrı ile münâsebetde bulunabilmek için, rûhu beden zindânına bağlıyan zincirlerden kurtarmakdır. Sefrâmk, se’âdet yolunun yalnız fazîlet ve kemâlât kazanmak olduğunu söylemişdir. Eflâtûn ise, (Se’âdetin kemâli aynen fazîletde vardır. Fazîlet ve kemâl, rûhun sıhhati, kurtuluşu ve âhengidir. Se’âdete kavuşmak için, menfe’at düşüncesi ve âhiretde mükâfatlara kavuşmak arzûsu olmaksızın, sâdece fazîlet kazanmak için çalışmak yetişir) demekdedir.

(Revâkıyyûn) felsefesine tâbi’ olanlara göre, (Yalnız iyilik, fazîlet ve yalnız kötülük fıskdır, günâhdır. Sıhhat, hastalık, zenginlik ve fakîrlik, hattâ hayât ve ölüm ne iyidir; ne de kötüdürler. Onları iyi etmek insanın kendi elindedir. İnsanın, Allahü teâlânın takdîrine ya’nî kadere inanarak kendi irâdesini Allahü teâlânın irâdesine tâbi’ eylemesi lâzımdır. İnsanlık bir sürüye benzer. Onun çobanı, akl-ı umûmî ya’nî (Logos)dur ki, yaratıcı tabî’at kuvvetidir. Bütün insanlar kardeşdirler. Onların müşterek babaları (Zoz), ya’nî (Tanrı)dır. Zoz, kâinâtın ya’nî bütün âlemin rûhudur. Kadîmdir, birdir. Diğer ilahlar onun cüzleri, ya’nî parçalarıdır.) [Eski yunan felsefecilerinden Zenonun fikrlerine tâbi’ olanların yoluna (Revâkıyyûn) denir. Bu felsefeye (stoicisme) denir.]

-189-

(İşrâkıyyûn) felsefesine tâbi’ olanlar, sulh ve merhameti çok tavsiye ederler. Hattâ, bir kimse, bir başkasına ihsanda bulunurken duyduğu lezzet, başkasının kendisine ihsanda bulunurken duyduğu lezzetden, tatdan çokdur, derler. [Bu felsefeye (Illuminisme) denir ki, Pisagor ve yeni Eflâtûncuların yoludur. Yeni Eflâtûnculuğu kuran Plotindir ki, hareket noktası Eflâtûnun idealar nazariyyesidir.] Mevcûd İncîllerde Îsâ aleyhisselâma nisbet edilen (Vermekde olan lezzet, almakdaki lezzetden çokdur) sözü, İşrâkıyyûn felsefesinin esâs prensibinin aynıdır. [Revâkıyyûn ve İşrâkıyyûn felsefecilerinin, din kitâblarından ve din âlimlerinden öğrendikleri şeyleri, kendi fikrleri ve buluşları gibi bildirdikleri, buradan da anlaşılmakdadır. Büyük islâm âlimi imâm-ı Muhammed Gazâlî “rahmetullahi aleyh”,[1] böyle olduğunu (El-münkızü mineddalâl)ve (Tehâfüt-ül-felâsife) kitâblarında uzun bildirmekdedir.

Eflâtûnun kurmuş olduğu felsefe mektebi, fikrleriyle berâber yedi, sekiz asr yaşadı. Bu felsefe mektebinin görüşleri İtalyanın dışına çıkmış, bilhâssa mîlâdın üçüncü asrında İskenderiyye mektebinde en büyük te’sîrini yapmışdı.] Eflâtûnun diğer felsefî görüşleri ile berâber, üç uknûm fikri de, İskenderiyye mekteblerine geçmiş ve Îsâ aleyhisselâmın zuhûru sırasında bu mekteblerde okutulmakda idi. Hattâ, o zemânlarda yehûdî âlimlerinden olup, İskenderiyyede meşhûr olan Philo dahî, bu teslîs, üç uknûm fikrini, Mûsâ aleyhisselâmın dîninin inanç esâsları içinde bulmak istemişdir. Bu istekle, (Tevrâtda bildirilen dünyânın altı günde yaratılmış olduğu doğrudur. Çünki, üç sayısı altının yarısıdır. İki sayısı da, altının üçde biridir. Bu adet hem erkek, hem dişidir. Tanrı, akl ile izdivâc edip, akldan sevdiği oğlunu meydâna getirmişdir ki, bu dünyâdır) demişdir. Philo meleklere, kelime-i ilâhiyye dediği gibi, dünyâya da kelime-i ilâhiyye demişdir. Bu da, Eflâtûnun felsefesindendir. [Dahâ sonra yeni Eflâtûnculuk adını alarak devâm eden Eflâtûn felsefesi, en büyük darbeyi Nasrânîliğe, Îsevîliğe vurdu. Yeni Eflâtûnculuğun en kuvvetli olduğu zemân, mîlâdın üçüncü asrıdır ki, hıristiyanlığın Roma devletinin dîni olduğu zemândır. Bu felsefeye inananlar, Allahü teâlânın varlığına, birliğine ve Îsâ aleyhisselâmın peygamberliğine inanmak olan tevhîd dînini, tahrîf etdiler. Dahâ sonra, bu dîne putperestlik de sokuldu. Mîlâdın dördüncü asrında yaşayan Saint Augustin (354-430), Eflâtûnu hıristiyanlaşdırmağa çalışır. Augustinin,

---------------------------------

[1] Gazâlî 505 [m. 1111] de Tûsda vefât etdi.

-190-

teslîsi isbât için yazdığı (de Trinite) kitâbında ve diğer kitâblarındaki, Tanrı, rûh ve kâinât hakkındaki düşünceleri, Eflâtûn felsefesinin aynıdır. Eflâtûnun (akl, irâde ve his, bir insan meydâna getirir) sözünü, teslîsi isbât için delîl getirir ve (teslîsdeki üçlük birbirinden ayrı olmakla berâber, bir Tanrı meydâna getirir) der. Eflâtûn ve talebelerinin gerçek Tanrıyı idrâk etdiklerini söyler. Eflâtûnun idealar felsefesinden hareket ederek, kelâmın yaratıcı olduğunu ve kelâmın Îsâ aleyhisselâm olduğunu savunur. Hıristiyanlar arasında kendisine kıymet verilen ve hıristiyan azîzlerinden kabûl edilen Augustin, hıristiyanlıkdaki teslîs, hayr ve şer inançlarının aynen Eflâtûnun felsefesinde bulunduğunu, i’tirâf etmekdedir. Hattâ teslîsi isbât için Eflâtûnun görüşlerini delîl olarak zikr etmekdedir. Mîlâddan 350 sene önce ölen bir kimsenin fikrlerinin, hıristiyanlık inançları ile aynı olmasına hıristiyanlar acabâ nasıl cevâb verirler. Bu hâl, Eflâtûnun, Îsâ aleyhisselâm zemânında yaşadığını göstermekdedir ki, doğrusu da budur. Büyük islâm âlimi İmâm-ı Rabbânî Ahmed Farûkînin “rahmetullahi aleyh”[1] (Mektûbât) kitâbının 266. cı mektûbunda da böyle olduğu bildirilmekdedir.

Mîlâdın sekizinci asrında kilise azîzlerinden Saint Thomas da, Eflâtûnun talebesi Aristonun felsefesini esâs alarak, hıristiyanlık inançlarını, bilhâssa teslîsi isbâta çalışır. Bu kitâbımızda, Eflâtûn ve Aristo felsefesinin gerçek müdâfii olan, kilise azîzlerinin temâmını zikr etmemiz mümkin değildir. Ancak okuyanlara gerçek bir fikr vermesi bakımından bir husûsu zikr etmek fâideli olacakdır: Bütün Ortaçağ boyunca ve Avrupada rönesansın gerçekleşmesinden sonra dahî, Eflâtûn ve Aristonun felsefesine karşı çıkmanın, kabûl etmemenin, hattâ küçük bir i’tirâzın cezâsı, kilisenin engizisyon mahkemeleri kararı ile ölümdü. Bugün, teslîse inanan hıristiyanlar, acabâ bunu nasıl îzâh ederler? Eflâtûn felsefesi (Platonism), Revâkıyyûn felsefesi (Stoicism), İşrâkıyyûn felsefesi (Gnosticism) ve diğer yunan felsefe mekteblerinin hıristiyanlık inançlarının te’sîs ve teşekkülünde büyük etkisi olduğu muhakkakdır. Bu husûs, Dr. Edwin Hatchin (The Influence of Greek Ideas on Christianity=Yunan felsefesinin Hıristiyanlık üzerinde etkisi) ismli kitâbında delîlleri ile uzun anlatılmakda ve isbât edilmekdedir.]

Yukarıda zikr edilen ifâdelerden anlaşılıyor ki, kalbin kötü huylardan temizlenmesi, güzel ahlâk sâhibi olarak se’âdete kavuş-

---------------------------------

[1] İmâm-ı Rabbânî 1034 [m. 1624] de Serhendde vefât etdi.

-191-

mak, kadere râzı olmak, tevekkül üzere bulunmak, insanları Allahın oğulları, çocukları kabûl edip, Allahü teâlâyı hepsinin müşterek babası kabûl etmek, yalnız İncîllerin haber verdiği şeyler değildir. İncîllerden yüzlerce sene önce, Yunan felesofları arasında mevzu’ olup, konuşulan [ve çeşidli felesofların değişik şekllerde anlatmaya çalışdıkları] şeylerdir. [Çünki bunlar, ilâhî dinlerde, Peygamberler tarafından bildirilmişdir.] Teslîse âid sözlerin, eski ilâhî dinlerde ve hakîkî İncîllerde bulunmayıp, eski Yunan felesofları tarafından uydurulmuş olduğu ve hıristiyanlığın Yunanistana ve İskenderiyyeye yayılmasından sonra yazılan bütün İncîllere, sonradan ilâve edildiği muhakkakdır.

Îsâ aleyhisselâm, Mûsâ aleyhisselâmın dîninin yaşandığı bir yerde doğdu. Semâya çıkarılıncaya kadar, Mûsâ aleyhisselâmın şerî’ati üzere hareket etdi. Benî İsrâîle verilen emrleri, onlarla berâber yerine getirdi. Sinagoglarda va’z verir. Tevrâtın ahkâmını teblîg ederdi. Mûsâ aleyhisselâmın dîninden ayrılanlara, Mûsâ aleyhisselâmın dînini ve o dînin edeblerini öğretirdi. O dîne sıkı sıkı ya-pışan Benî İsrâîle de, kıymet verirdi. Yehûdîler gibi, Yahyâ aleyhisselâm tarafından (Erden) nehrinde vaftiz olundu. [Erden, ya’nîÜrdün nehri, Filistinde bir nehrdir. 250 km. uzunluğundadır.] Doğduğu zemân sünnet olundu. Kendisi kimseyi vaftiz etmedi. Oruc tutdu. Domuz eti yimedi. (Allah bana hulûl etdi. Ben Allahın ezelî ve ebedî oğluyum. Benim şahsım iki tabî’atdan ya’nî kâmil bir insanoğlu ve Allah oğlu, ya’nî ilahlıkdan mürekkebdir) demedi. (Rûh-ül-kuds, babamın ve benim müşterek emrimizle iş yapar. Üç mukaddese ya’nî baba, oğul, rûh-ül-kudse îmân ediniz) demedi. (Ben şerî’ati değişdirmeğe değil, kuvvetlendirmeğe geldim) dedi.Bütün târîh kitâbları, Îsâ aleyhisselâmın hayâtında ve havârîlerin zemânlarında, teslîse dâir nasârâ arasında bir fikr olmadığı husûsunda müttefikdir.

Üç uknûm sözü, hıristiyanlar arasında mîlâdî ikinci asr sonlarında ortaya çıkdı. Bu fikr, Îsâ aleyhisselâmın teblîg etdiği dînin temâmen hilâfına, zıddına olduğundan, üç uknûma inananlar, bir müddet bu inanclarını nasrânîlerden gizlediler. Fekat gizli bir şeklde yaymağa çalışmakdan da, geri durmadılar. Bu sıralarda teslîs [üç tanrı] inancına sâhib olanlar, i’tikâdlarının [inançlarının] ve tutdukları yolun revaç bulması için, Yuhannâ İncîlini ve sonradan yazılıp havârîlere atf edilen mektûblar ile Pavlosdan nakl edilen mektûbları neşr etdiler, yaydılar. Bundan sonra, nasârâ arasında ihtilâflar meydâna geldi. Pekçok münâkaşa ve mücâdelelerin meydâna çıkmasına sebeb oldu. Allahü teâlânın birliğine, vahdete inanan nasârâ ile teslîse inananlar içerisinde yazı yaza-

-192-

bilen, eli kalem tutan kimseler, kendi i’tikâdlarının revâc bulması ve diğer tarafa gâlib olmak için, günbegün İncîller ve havârîlere nisbet edilen sayısız risâleler, mektûblar yazdılar. Nihâyet mîlâdî üçyüz yıllarında bu ihtilâflar iyice büyüyerek, hıristiyanlar iki büyük fırkaya ayrıldılar. Bir kısm hıristiyanlar, Îsâ aleyhisselâmın hiçbir fark olmadan aynen Allah olduğunu iddiâ ediyorlardı. Bunların reîsi İstanbul piskoposu Atnâs (St. Athanese) idi. Diğer kısm hıristiyanlar ise, Îsâ aleyhisselâmın mahlûkların en üstünü ve Allah tarafından gönderilmiş bir Peygamber ve Allahın kulu olduğu inancında idiler. Bunların reîsi de, Aryüs (Arius) ismindeki râhib ile İzmit piskoposu Ushiyus idi. [Bundan önce Antakya patriki Yûnüs Şemmâs da, Allahü teâlânın bir olduğunu i’lân etmişdi. Çok kimseler doğru yola gelmişdi. Fekat sonradan, teslîse inanan ba’zı papazlar, teslîse [üç tanrıya] tapınmağa başladılar ve bunu yaymağa uğraşdılar. Böylece, teslîse inananlar da çoğaldı.]Teslîse inananlar ile, Îsâ aleyhisselâmın Allahın kulu ve Peygamberi olduğuna inananlar arasındaki münâkaşalar, bütün milletin efkârını karışdırdı. Devlet işleri de, sıhhatli bir şeklde yapılamaz hâle geldi. Bunun üzerine, İmperator Büyük Kostantin, bu karışıklıklara kat’î bir son verilmesi için, İznikde üçyüzyirmibeş târîhinde, büyük bir rûhban cem’iyyeti topladı. Bu meclisde, hıristiyan din adamlarının ileri gelenleri bulundu. Birçok konuşmalardan sonra, Atnâs tarafdârları gâlib geldi. Üçyüzondokuz papazınittifâkı ile, Îsâ aleyhisselâmın Allahın biricik oğlu olduğu, Allahın sulbünden geldiği, Allahdan Allah, Nûrdan Nûr, Allah-ı hakîkînin, Allah-ı hakîkîsi olduğu ve Rûh-ül-Kuds ya’nî azîz rûhunda Allah olduğuna îmân etmek esâsları, kabûl edildi. Bu İznik konsilinin ahvâlini bildiren (Nîsfûr) târîhinin sekizinci kitâbının yirmiüçüncü faslında ve (Baruniyus) târîhinin birinci cildinde, (Aryüs tarafdârları ile Atnâs tarafdârlarının konuşmaları devâm ederken, meclis a’zâsından Karizamet ve Mizuniyus isminde iki piskopos vefât etmişlerdi. Meclis sonunda, yazılan kararnâmenin imzâsı sırasında, dirilip mezârlarından kalkdılar ve imzâ atdıkdan sonra tekrar vefât etdiler) demekdedir. Kalem ucu ile yazarak, ölüleri diriltmenin kolay olduğu asrlarda, kilise târîhcileri gibi emîn ve i’timâdlı olacak kimseler bile, hamiyyet ile böyle bir yalanı söylemekden kendilerini alamamışlardır. Nasrânî [Îsevî] dîni gibi, sahîh bir dîni, güyâ revâc bulmasına sebeb olur zannı ile, bu gibi garîb şeylerle doldurup, çeşidli maskaralıkların etrâfında dönüp durmuşlardır.

[İznik meclisi sonunda, İskenderiyye patrîki Aleksandrus ve Atnâsın gayretleriyle Aryüsün kâfir olduğu i’lân edildi ve la’net

- 193 -

edildi. Aryüs mîlâdın (270) senesinde İskenderiyyede doğdu. [Bingâzîde doğduğu da rivâyet edilmişdir.] La’net edildikden sonra birkaç sene yalnız yaşamışdır. Dahâ sonra, kendi mezhebinin tarafdârı olan İzmit Piskoposu Ushiyusun tavassutu ve İmperator Kostantinin baskısı ile kilise tarafından afv edilmişdir. Kostantin de, Aryüsün mezhebini kabûl ederek, kendisini İstanbula da’vet etmişdir. Patrik Aleksandrusun şiddetli muhalefetine rağmen, teslîse inananlara gâlip gelmek üzere iken, mîlâdın 336 târîhinde şiddetli bir ağrıdan ansızın vefât etmişdir. Vefâtından sonra da, mezhebi bir hayli yayılmışdı. Mezhebini Kostantinin oğlu Kostans ile halefleri resmen kabûl ve himâye etmişlerdi.

Atnâs (St. Athanese) ise, mîlâdın 296 târîhinde İskenderiyyede doğmuşdur. 325 de İznik konsilinde teslîs için ileri sürdüğü düşünceleri ile şöhret buldu. 326 da İskenderiyye patriği oldu. Aryüsmezhebine ve Îsâ aleyhisselâmın insan ve Peygamber olduğuna şiddet ile karşı çıkdı. 335 de Sur şehrindeki rûhban meclisinde, Aryüs tarafdârlarınca patriklikden azl edildi. Dört sene sonra, Roma meclisince yeniden patrik yapıldı. 373 de İskenderiyyede öldü. Aryüs mezhebi aleyhine kitâblar yazdı. Mayısın ikisinde yortusu ya-pılır.]

İznikdeki rûhban meclisinin zabtlarında bildirildiğine göre, o asrda her tarafda bir çok İncîller bulunup, bunların doğru ve yanlış olanı fark olunamıyordu. Bu İncîllerden elli dört muhtelif İncîl nüshası hakkında, bu meclisde çeşidli münâzaralar yapıldı. Bu meclisde bulunan papazlar, İncîlleri okudukları zemân ellidört İncîl nüshasından, elli adedinin aslları olmadığını anlayıp red etdiler. Dört nüshanın doğru, diğerlerinin bâtıl olduğuna, karar verildi. O zemândan beri [m. 325] bu dört İncîlden (Matta, Markos, Luka, Yuhannâ) başkasına i’tibâr olunmadı ve ele geçen nüshalar yok edildi. Bu meclisde, iki binden ziyâde rûhban bulunup, bunların çoğu, Aryüs gibi, Allahü teâlânın bir ve Îsâ aleyhisselâmın Onun kulu ve resûlü olduğuna inandıkları hâlde; Atnâs, İstanbul piskoposu olduğundan, piskopos rütbesinde olanların çoğu [makâmlarını gayb etmek korkusundan] Atnâs tarafını tutdular. Din gibi en büyük ehemmiyyeti olan bir işin, incelenmesi ve doğru olanın beyân edilmesi husûsunda bile, papazların, makâm ve mevki’ korkusu sebebi ile, Aryüs ve tarafdârları mağlûb oldu. Bunun üzerine, Aryüs kiliseden kovuldu. Dahâ sonra, Atnâs patriklikden uzaklaşdırılıp, Aryüs İstanbula da’vet edildi. [Fekat yukarıda da zikr etdiğimiz gibi, İstanbula gelmeden öldü. Büyük Kostantin, Aryüs mezhebini kabûl etmişdi.] Mîlâdın 337. nci senesinde, Kostantinin ölümünden sonra, Atnâs tarafdâr-

-194-

ları ile Aryüs tarafdârları arasında büyük çarpışmalar meydâna geldi. Bu karışıklıklarda Aryüs tarafdârları gâlib geldi. Uzun müddet Aryüsün mezhebi her yere hâkim oldu. Fekat dahâ sonra, yine Atnâs tarafdârları hâkimiyyeti ele geçirdiler. Aryüs mezhebine tâbi’ olanları çeşidli eziyyet ve işkenceler ile perişân etdiler.

[(Kâmûs-ül-a’lâm)ın bildirdiğine göre, (İmperator Teodosiyüs, Aryüs mezhebini temâmen yasak etdi. Bu mezhebe tâbi’ olanların öldürülmesini emr etdi.)]

İznik meclisinde, her ne kadar teslîs esâsı te’sîs edilip kabûl edilmiş ise de, (Rûh-ül-kuds)ün ne olduğu şübheli bırakılmış idi. Rûh-ül-kudse de, bir ma’nâ verilmesi lâzım idi. Mîlâdın 381 senesinde İstanbulda toplanan meclisde buna da karar verildi. İznik meclisinde alınan kararlara (Rûh-ül-kuds de, sevilecek bir Allah-dır. [Baba ve oğul ile aynı cevherdendir.] Oğlun emrini yapar. Oğul ile berâber ona da ibâdet olunur) esâsı ilâve edildi. Dahâ sonra, Roma kilisesi, Rûh-ül-kudsün, Babanın emrini yapdığını ileri sürüp, Rûh-ül-kuds, Baba ve Oğulun emrlerini yapar inancını te’sîs etdi. Bu karar, ilk def’a mîlâdın 440 ncı senesinde İspanya papazları, 674 [m. 1274] senesinde de, Liyon şehrinde toplanan rûhban meclisi tarafından tasdîk edildi.

Rûh-ül-kudsün mevkı’i, bu şeklde ta’yîn edildikden sonra, sıra hazret-i Meryeme geldi. Onun da, hakîkaten Allahın annesi olduğuna ve Îsâ aleyhisselâmda, ilahlık ve insanlık gibi iki tabîat ve bir şahıs bulunduğuna, 431 senesinde Efesus (Efes)de toplanan rûhban meclisinde karar verildi. O cem’iyyetde bulunan, İstanbul piskoposu Nestorius, hazret-i Meryeme (Mesîh, Îsânın annesi) denilmesini istediği için, buna (Esharyûtî Yehûdâ) lâkabını vererek, hakâret etdiler.

[Nestorius, Sûriyeli bir papazdır. II. Tehodosius tarafından 428 de İstanbul patrîki yapıldı. Aryüs tarafdârlarına çok zulm et-di. Bunların toplandıkları binâları, içindekilerle berâber yakdırdı. O zemân, hazret-i Meryem için kullanılan, (tanrı anası) (Theotekos) ta’bîrine karşı çıkdı. Antakyadan Anastasius ismindeki, i’timâd etdiği bir râhib getirterek, İstanbulda her yerde konuşdurdu. Anastasius, (Kimse Meryeme Allahın anası demesin. Çünki, Meryem insandı ve Allahın bir insandan doğması imkânsızdır) diyordu. Bu konuşmalar, muhâlifi olan papaz Kyrillos ve tarafdârlarını kızdırdı. Karışıklıklar artdı. Kyrillos, Nestorius ve tarafdârlarının konuşmalarını Papa I. Celestine bildirdi. Papa, Nestoriusun nüfûzunun artmasını kıskandığından ve hazret-i Meryem hakkında, kendi fikrinin sorulmamasına kızdığından, 430 da bir

-195-

rûhânî meclis topladı. Bu meclisde, hazret-i Meryem için (Allahın anası) ta’bîrini savunan bir karar çıkardı ve Nestoriusu aforoz etmekle tehdîd etdi. Bu hâl, karışıklıkları dahâ da artdırdı. Bunun üzerine 431 de, meşhûr papazları içine alan, Efes meclisi toplandı. Papaz Kyrillos ve arkadaşları, Theotokos kilisesinde, Nestoriusdan fikrlerini açıklamasını istedi. Dahâ sonra 159 piskoposun kararı ile Nestorius ve akîdeleri aforoz edilerek la’net olundu. Nestorius, çeşidli yerlere sürgün edildi. En son olarak, yukarı Mısrda büyük vâha denilen çöllük bir yerde 451 de öldü.

Nestoriusun ileri sürdüğü üç fikr vardı. Bunlar:

1 - Îsâ aleyhisselâmın, biri cismleşen kelâm, ya’nî ilah ve biri insan olmak üzere iki ayrı kişiliği vardır.

2 - Bu iki husûsiyyet, cismânî olarak birleşmez. Birleşme ma’nevîdir.

3 - Hazret-i Meryem, tanrının (kelâmın) değil, insan olan Îsânın annesidir.

Nestoriusun kurmuş olduğu hıristiyan fırkasına (Nestûrîlik) denildi. Bugün, ekseriyyet ile [çoğunlukla] Sûriyede bulunurlar.

Protestanların ve diğer hıristiyanların, (min indillah) ya’nî [Allah tarafından] gönderildiğini iddiâ etdikleri bir dînin, i’tikâdlarını, en mühim esâslarını, birkaç yüz papaz bir araya gelip, tesbît edebiliyor. Ortaya atılan bir fikri, bir görüşü de, dînin esâsı olarak kabûl edebiliyor veyâ red edebiliyorlar. Dinlerini, kendi aklları ile tahrîf, tebdîl edebiliyorlar. Böylece hıristiyanlık, hiçbir akl-ı selîmin kabûl edemiyeceği bir din hâline gelmişdir. Avrupalı pek çok ilm ve fen adamı da, bu sebebden hıristiyanlığı terk etmekde, pek çoğu islâmiyyet ile şereflenmekdedir.]

Bu karışıklıklardan sonra, resmlere ve heykellere, putlara tapınmanın câiz olup olmadığı mes’elesi ortaya çıkdı. Çünki, Mûsâ aleyhisselâmın dîninde resm ve heykellere ibâdet yasak edilmişdi. Bunun için, Îsevîliğin ilk ortaya çıkdığı sıralarda da, bütün havârîler ve onlara tâbi’ olan şâkirdleri, resm ve heykellere ibâdetden sakınmışlardı. [Hıristiyanlık, İtalya ve İngiltere gibi Avrupa memleketlerine yayıldı.] Buraların ehâlîsi önceden putperest olduklarından, putlara ve resmlere ibâdete meyilli [alışmış] idiler. [Çünki buraların ehâlîsi, inandıkları her ilah [tanrı] için putlar, heykeller yapıyorlardı. Aralarında en meşhûr ve en ileri olan san’at da, put yapmak, ya’nî heykeltraşcılık idi.] Hıristiyanlık bu Avrupa memleketlerinde yayıldığı sırada, ba’zı papazlar, Îsâ aleyhisselâmın annesi hazret-i Meryem diye yapılan [uydurma] resmlere hurmet ve ta’zîm edilmesine müsâade etdiler. Di-

-196-

ğer hıristiyan cemâ’atler bunu, dînin esâsına uygun görmiyerek münâkaşa ve mücâdeleye başladılar. Bu karışıklık mîlâdın 787 nci senesine kadar devâm etdi. Nihâyet 171 [m. 787] senesindeİznikde toplanan rûhban meclisinde [Îsâ aleyhisselâmın ve hazret-i Meryemin resmi diyerek uydurulan] resmlere ve putlara ibâdet etmeğe [tapınmağa] karâr verdiler. Resmlere ve putlara [heykellere] tapınılmasını ve hurmet etmeği uygun görmiyenler ise, bu karâra uymadılar. Münâkaşalar ve mücâdeleler mîlâdın 842 senesine kadar devâm etdi. O sene, İmperator Mikhael ve annesinin emri ile, İstanbulda bir rûhban meclisi dahâ toplandı. Bu meclisde de, putlara, heykellere ve resmlere ibâdetin, hıristiyanlığın îmân [inanç] esâslarından olduğuna karâr verildi. Resmlere ve putlara, ya’nî heykellere tapınmağa muhâlif olanlar kâfir i’lân edildi.

[Hıristiyanlığın Roma imperatorluğu tarafından kabûlünden beri, Petrus ve Pavlosun öldürüldüğü yer olduğu için, Roma kilisesi, bütün hıristiyanların merkezi olduğu iddiâsında idi.] 446 [m. 1054] senesinde, şark kilisesi, Roma kilisesinden ayrılıp, Roma katolik kilisesinden başka olarak bir hıristiyan fırkası te’sîs edildi. Şark kilisesi, birçok esâslarda, Roma kilisesine muhâlefet et-di. Meselâ, şark hıristiyanları, papanın rûhânî makâmını ya’nî papanın, Îsâ aleyhisselâmın halîfesi ve Petrusun vekîli olduğunu, rûh-ül-kudsün Baba ve oğulun emrlerini yapdığını ve âhiretde i’râd makâmını inkâr ederler. (İşâ-i rabbânî) denilen âyini mayalı ekmekle yaparlar. Papazların evlenmelerine müsâade ederler. Papalar, şark hıristiyanlarının kendilerinden ayrılarak, nefret etmelerinden ibret almaları ve gafletden uyanmaları lâzım gelirken, gurûr ve kibr sebebi ile, ibret alamadılar. Hattâ, papaların gurûr ve kibrleri, kardinallerin gaflet ve dikkatsizlikleri gitdikçe artdı. 923 [m. 1517] senesinde protestanlık ortaya çıkdı. Roma katolik kilisesi, böylece tekrar bölünmüş oldu. Binbeşyüzon senesinde, papa olan İkinci Liyman (II. Julius) eski âdete uyarak, Almanya halkının günâhlarını afv etme, günâh çıkarmak vazîfesini Dominik papazlarına verdi. Ogüstün papazları ise, Dominik papazlarının tercîh edilmesinden müteessir oldular. Luther isminde bir katolik papazı, kendilerine rehber ve lider kabûl etdiler. [Martin Luther Almandır. 888 [m. 1483] de doğdu ve 953 [m. 1546] da Eislebende öldü.] Luther, papanın günâh afv etme mes’elesini inkâr etdi. Bununla berâber, doksanbeş madde hâlinde teklîflerini, ya’nî protestanlığın esâslarını ortaya atdı. Almanya hükümdârlarından birçokları Luthere tâbi’ oldular. Lutherin ortaya çıkardığı protestanlıkda, İncîllerden başka bir şeye i’tibâr

-197-

olunmaz. Papa kabûl edilmez. Dünyâyı temâmen terk ederek manastırlara kapanmak, papazların evlenmemeleri ve günâh çıkarmak gibi şeyler yokdur.

Lutherden bir müddet sonra Calvin ortaya çıkarak, protestanlığa ba’zı ilâveler yapdı. Başlı başına yeni bir hıristiyan fırkası te’sîs etdi. [Jean Calvin, Fransızdır. 1509 da doğdu. 1564 de Cenevrede öldü.] Calvinin kurduğu fırkaya (Calvinizm) denir. Bu fırkada zâhirî ibâdet yokdur. Papalık, piskoposluk, papazlık gibi mertebeler de yokdur. İşâ-i rabbânî kurbanında, ekmeğin aynenÎsâ aleyhisselâmın vücûdu, eti olduğuna inanmazlar. Geçmiş hıristiyan azîzlerine [bilhassa havârîlere] tapınmağa müsâade ederler. İnsandan, irâde-i cüz’iyyeyi temâmen kaldırırlar. Cennetlik veyâ Cehennemlik olmasının, ezelî takdîrlerden olduğu inancındadırlar.

Dahâ sonra, Luther ve Calvinin kurmuş olduğu fırkalar da, müteaddid kısmlara bölündüler. Bugün Almanya ve İngilterede, protestan isminde, en az beşyüz kadar hıristiyan fırkası bulunur.

Bu târîhî tafsîlâtdan anlaşılıyor ki, bugün hıristiyanların i’tikâd esâsları olan teslîs ya’nî üç uknûm mes’elesinin ortaya çıkması ve ibâdetleri bâtına, kalbe mahsûs kılıp, İncîlin zâhirî emrleri ile ibâdet edilmemesi gibi şeyler, İncîllerden alınmış doğru, sahîh emrler değildir. Çeşidli şübheler ve değişik maksadlar ile, sonradan ortaya konulmuş ve rûhban meclislerinde, papazlar tarafından te’sîs edilmiş şeylerdir. (İşâ-i rabbânî) kurbanı, papanın Îsâ aleyhisselâmın halîfesi ve Petrusun vekîli olduğu ve geçmiş hıristiyan azîzlerinin ya’nî havârîlerin mukaddes olmaları, çeşidli perhîzler ve yortular, hazret-i Meryem için, kucağında Îsâ ile berâber Meryem ana diye uydurulan resmler, resmlere ve putlara ibâdet, papazların [belli bir ücret karşılığı] günâh afv etmeleri ve Cennetden yer satmaları gibi, hıristiyanlığın esâs mes’elelerinde, katolikler ile protestanlar arasında büyük akîde [inanç] farkları meydâna geldi. Bu ihtilâflar [zıdlıklar] öyle bir dereceye ulaşdı ki, her biri diğerine göre Cehennem ehlidir. Fekat ba’zı papazlara göre, mâdem ki her iki tarafın, ya’nî protestanların ve katoliklerin her birinin ortaya atdığı (Cehennemlik) sözü rûh-ül-kudsün ilhâmı iledir. İki taraf da, bu iddiâlarında sâdıkdırlar. [Hem katolikler, hem de protestanlar ehl-i Cehennemdirler.]

Üç uknûm hakkında, hıristiyanlığın başlangıcından ikiyüzelli sene geçdikden sonra başlıyan ve zemânımıza kadar devâm eden, çeşidli kiliseler arasındaki ihtilâfların haddi hesâbı yokdur. Böyle olmakla berâber, tanrının (Baba, oğul ve rûh-ül-kuds)

-198-

ismleriyle üç uknûmdan ibâret bir cevher olduğunda bütün hıristiyan fırkaları ittifâklıdır. Fekat, bu üç cevherin tabîatleri, birleşmeleri ve birbirlerine uymaları husûsunda, her biri farklı i’tikâda sâhibdirler. Ba’zılarına göre, üç uknûmdan maksad, her biri, ayrı ay-rı şahslar olmayıp, asl olan bir zâtın sıfatlarıdır. Ba’zılarına göre, ilm uknûmu (Kelâm)dır. Mesîhin cesedi ile birleşmişdir ki, bu tam bir birleşmedir. Suyun şerâb ile birleşmesi gibidir. Melekâiyye fırkasına göre, güneşin kristal camda parlaması gibidir. Nestûriyye fırkasına göre ise, tanrı et ve kana dönüşerek Mesîh olmuşdur. Ya’kûbiyye fırkasına göre ise, tanrının insanda görünmesi, meydâna çıkmasıdır. Bu görünme, meleğin beşer [insan] sûretinde görünmesi gibidir. Ba’zı fırkalara göre ise, nefsin beden ile birleşmesi gibi, tanrı insan ile birleşmişdir. Böylece, aklın ve mantığın aslâ kabûl edemiyeceği birçok şeyler, Îsâ aleyhisselâmın [Nasrânî] dînine sokuldu. Bu akîdelerin [inançların] bâtıllığı, müslimânların kelâm âlimleri ve akl sâhibleri tarafından isbât edilmişdir. Tafsîlâtını ve tahkîkını isteyenler, bu âlimlerin kitâblarına mürâce’at edebilirler. Fekat protestanlar, kelâm ilminde kendilerine verilen cevâblara ve yapılan i’tirâzlara karşı, (Bu esrâr-ı ilâhiyyeden olup, insan aklı bunu kavramakdan âcizdir) demekden başka, bir cevâb verememişlerdir. Bu cevâbın, akl sâhiblerinin nazarında kıymetinin ne olacağı ise, ortadadır.

Hâl böyle iken, protestanların ileri gelenleri, teslîs inancının Kur’ân-ı kerîmde olmaması, (hâşâ) Kur’ân-ı kerîmin doğru, hak bir kitâb olmadığına delîldir demişlerdir. Bu, esrarkeş bir kimsenin kuyumcu dükkânına gidip, esrar, afyon sorup, bu dükkânda öyle uyuşturucu şeyler bulunmaz, mücevherler ve kıymetli eşyâ bulunur diye cevâb verilmesi üzerine, öyle ise, sen de tüccâr değilsin demesine benzer. Protestanların bu sözlerinin de, diğerleri gibi, hiç kıymeti yokdur.

Hıristiyan misyonerler tarafından, bu teslîs fikrinin sistemli bir şeklde, müslimânlar arasında yayılmağa çalışıldığı görülmekdedir. Ne acıdır ki, ba’zı câhil müslimânların bunlara aldandıkları, çocuklarını korkuturken veyâ başka zemânlarda, Allah baba, Allah dede dedikleri ve Allahü teâlâ sanki gökde imiş gibi, elleri ile semâyı gösterdikleri esefle görülmekdedir. Allahü teâlâya, baba, dede demenin hiç câiz olmadığını, Kur’ân-ı kerîmde İhlâs sûresi açıkca bildirmekdedir. Kasıdlı olarak, böyle söylemek küfrdür. Allahü teâlâ doğmamışdır, doğurulmamışdır. Baba, oğul ve dede olmakdan ve mekândan münezzehdir. Allahü teâlâ, gökde değildir ki, Onun ismi söylenirken el ile gökler gösterilsin. Allahü teâlâ, her an her yerde hâzır ve nâzırdır. Herşeye hâkim ve

-199-

mâlikdir. Îsâ aleyhisselâmın, göğe çıkıp, Allahın sağına oturduğu ve Allahü teâlânın gökde olduğu akîdesi [inancı] hıristiyanlığa sonradan sokulmuşdur. Biz müslimânlar, her husûsda olduğu gibi, burada da çok dikkatli davranmalıyız. Îmânı zedeleyen, hattâ îmânı gideren sözlerden ve işlerden sakınmalıyız. Çocuklarımıza ve ya-kınlarımıza, îmânı ve küfrü, ya’nî küfr olan sözleri, küfr olan fi’lleri öğretmeli ve bunlardan sakındırmalıyız. Hıristiyanlık propagandası olan, televizyonları ve filmleri seyr etdirmemeli ve böyle kitâbları okutdurmamalıyız. Kıymetli îmânımıza bir leke gelir korkusu ile, tir tir titremeliyiz. Ecdâdımızın, cânlarını ve kanlarını fedâ ederek bizlere emânet etdikleri azîz dînimizi, doğru olarak, sevgili yavrularımıza öğretmeliyiz. Bu vatana ve bu dîne sâhib çıkacak, îcâbında uğrunda hiç çekinmeden cânlarını fedâ edecek îmânlı gençler yetişdirmeli, dînimizi ve vatanımızı bunlara emânet etmeliyiz.

Teslîs bahsini bitirmeden önce, hıristiyanların en büyük azîzlerinden kabûl edilen Pavlos (Paulus) hakkında bilgi verelim. Çünki,Îsâ aleyhisselâmın dînini, yehûdîlikden ayıran ve onu, yunan ve putperestlik karışımı bir din hâline getiren en önemli kişi, Pavlos (St. Paul, Paulus, Bolis) idi. H.G. Wels, (A Short History of the World) ismli kitâbının yüzyirmidokuzuncu ve yüzotuzuncu sahîfelerinde diyor ki, (Hıristiyanlığı te’sîs edenlerin başında, Pavlos gelir. Bu adam, ne Îsâ aleyhisselâmı görmüş, ne de sözlerini dinlemişdi. [Tarsûslu bir yehûdî olup] asl ismi Saul idi. Sonra hıristiyan oldu ve ismini Paul olarak değişdirdi. Zemânın dînî cereyanları ile, son derece yakından ilgilenirdi. Yehûdîlik, Mithraism ve İskenderiyyedeki din ve felsefe akımları hakkında son derece ma’lûmât sâhibi idi. Bunlardaki birçok felsefî, dînî ifâde ve i’tikâdları [inançları] hıristiyanlığa sokmuşdur. Göklerin melekûtu denilen, Allahüteâlânın râzı olduğu Cennet yolu olan, Îsâ aleyhisselâmın yolunuve Onun dînini, yaymak için gayret ediyor görünmüşdür. O, Îsâ aleyhisselâmı, yehûdîlere gönderileceği söz verilmiş, Mesîh olarak kabûl etmiyordu. Onu aynı zemânda, ölümü insanların kurtuluşu için keffâret olan, bir kurban olarak kabûl ediyordu. Putperestlikde, insanlığın kurtulması için kurbanların öldürülmesi lâzım olduğu inancı gibi).

Pavlos, korkunç bir Îsevî düşmanı olup, etrâfına topladığı serserilerle, Kudüsde nasrânîlerin evlerini basıyor, yakaladıkları erkekleri ve kadınları sürükliyerek zindânlara haps ediyorlardı. Yehûdî hahamlarından, Şâm ve civârındaki şehrlerdeki nasrânîlerin yakalanarak, Kudüse gönderilmesi için mektûb yazmalarını istiyordu. Hahamlar, kendisine, bu salâhiyyeti verdikle-

-200-

rini bildiren mektûblar verdiler.

Yehûdîler, bütün işkence ve eziyyetlerine, hattâ öldürmelerine rağmen, nasrânîliğin yayılmasını önliyemiyorlardı. Luka, A’mâl-i rusülün [Resûllerin işlerinin] dokuzuncu bâbında, (Koyu bir yehûdî ve yehûdî âlimi olan Pavlos, Şâmdaki nasrânîleri top-lıyarak zindâna atmak için hahamlardan aldığı mektûblar ile Şâma giderken, ansızın gökden bir nûr inip, etrâfını kapladığını ve yere düşüp bir sesin; Saul Saul, niçin bana ezâ ediyorsun dediğini ve kim olduğunu sorunca, ben ezâ etdiğin Îsâyım dediğini ve bir şâkirde onun nasrânîliğe büyük hizmetler yapacağını söylediği) bildirilmekdedir. Pavlos ondan sonra, nasrânîliği kabûl etdiğini i’lân etdi. Saul olan ismini Pavlos olarak değişdirdi. Koyu bir nasrânî göründü ve dahâ önce, pekçok işkence ve zulmlerle yok edemediği nasrânîliği içerden bozarak, tahrîf etmek fırsatına kavuşdu. Gitdiği yerlerde, Îsâ aleyhisselâmın yehûdîler dışındaki milletleri irşâd, ya’nî nasrânîliğe da’vet için kendisini vazîfelendirdiğini söyledi. Dahâ pek çok yalanlarla, nasrânîleri kendisine bağladı. Yehûdîlerden başka milletlerin havârîsi, ya’nî resûlü kabûl edildi. Kendisine bağlanan nasrânîlerin akîdelerini [inançlarını] ve ibâdetlerini bozmağa başladı. O zemâna kadar havârîler ve diğer nasrânîler, Mûsâ aleyhisselâmın şerî’atına uyuyor, onunla amel ediyorlardı. Pavlos, Îsâ aleyhisselâmın çarmıhda öldürülmesi [ki bu hıristiyanların bir inancıdır] ile Mûsâ aleyhisselâmın şerî’atının nesh olunduğunu, hükmü kalmadığını iddiâ etdi. Bundan sonra, bütün milletlerin, Tanrının oğlu Îsâya inanarak kurtulabileceklerini i’lân etdi. Îsâ aleyhisselâm için, ba’zan Tanrınınoğlu olduğunu, ba’zan da, Peygamber olduğunu söyledi. Îsâ aleyhisselâmın havârîlerinin en önde geleni olan Petrusa, muhâlefetetdi. Îsâ aleyhisselâmın devâmlı yanında bulunan Petrus; nasrânîliğin mûsevîliğin hükmünü kaldırmadığını, bil’aks onu kemâle erdirdiğini söylüyordu. Matta İncîlinin beşinci bâbının onyedinciâyetinde zikr edilen Îsâ aleyhisselâmın, (Ben şerî’ati yıkmağa değil, temâmlamağa geldim) sözünü de ayrıca delîl getiriyordu. Pavlos, nasrânîlere bütün yiyecek ve içecekleri halâl saymış, [hıtân] sünnet olmak gibi pek çok ibâdeti de temâmen terk etdirmişdi. Bu husûs, Ahd-i cedîdde açıkca yazılıdır. Galatyalılara yazdığı mektûbun ikinci bâbının yedinci âyetinde Pavlos, (Petrus sünnetlilik İncîline vâsıta olduğu gibi, bana da sünnetsizlik İncîliemânet olundu) diyor. Demek ki, Îsâ aleyhisselâm dünyâda iken, yanında bulunan Petrusa (Kifasa) sünnet olunmağı bildiriyor. İncîlin hükmünün bu olduğunu söylüyor ve Petrus bununla amel ediyor. Bunu nasrânîliği kabûl eden herkese teblîg ediyor.

-201-

Pavlos da, Petrusa böyle bildirildiğini tasdîk ediyor. Fekat, Îsâ aleyhisselâmın dünyâdan ayrılmasından sonra bunu değişdiriyor.

Îsâ aleyhisselâmı hiç görmemiş, Pavlos isminde bir kimse ortaya çıkıyor ve Îsâ aleyhisselâmı gören kimsenin, Îsâ aleyhisselâmböyle emr etdi dediği sözünü red ediyor. Îsâ aleyhisselâmın ilk halîfesi olan Petrusun yanında, havârîlerden Ya’kûb ve Yuhannânında bulunduğunu, onların da sünnet olmayı Îsâ aleyhisselâmdanişitdiklerini mektûbunda bildiriyor. Îsâ aleyhisselâm göğe yükseldikden sonra kendisine göründüğünü ve sünnet olmamağı emr etdiğini iddiâ ediyor. Bu sözü dahâ sonra, bütün hıristiyanlar tarafından dînin emri kabûl ediliyor. Îsâ aleyhisselâmı bizzât gören ve Onunla berâber bulunan havârîlerin ittifak ile bildirdikleri sözleri red ediliyor. Îsâ aleyhisselâmı hiç görmiyen tek bir kimsenin, rü’yâda veyâ uyanık iken bana böyle bildirildi, ilhâm edildi, dediğisözü kabûl edilip, dînin emri olarak tatbîk ediliyor. Îsâ aleyhisselâmdan ilhâm ile nakl edilen şu hıristiyanlığın sağlamlığına bakınız!

Dr. Morton Scoth Enslin, Pavlos akîdesinin, Îsâ aleyhisselâmın yolundan, temâmen farklı olduğunu kabûl ederek, (Christian Beginnings) kitâbının ikinci kısm, yüzseksen ikinci sahîfesinde şöyle demekdedir:

(Pavlosun te’sîs etdiği hıristiyanlık ile, Îsâ aleyhisselâmın dîniya’nî Îsevîlik arasında büyük bir fark olduğu, kesinlikle anlaşılmışdır. Sonradan, Pavlos ve İncîli yanlış anlatan arkadaşları, şiddetle tenkîd edilmiştir. (Îsâya dönüş) hareketi, aslında (Pavlosdan uzaklaşmak) demekdi. Birçok yaşlı Îsevî, yehûdî, bu fikri kabûl etmiş, Pavlosa karşı çıkmış, fekat bunun fazla bir te’sîri olmamışdır. Eğer, Îsâ aleyhisselâm dünyâdan ayrıldıkdan ellidört sene sonra, Korint şehrindeki bir kilisede neler yapıldığını görmüş olsa idi, (Celîledeki çalışmalarımın ve da’vetimin netîcesi bu mu?)derdi. Eğer, Pavlosun Îsevîlikde yapdığı değişiklikler olmasa idi, hıristiyanlık da olmıyacakdı.) [Korint, Yunanistanda bir şehrdir.]Pavlos hıristiyanlığı sahte bir i’tikâd [inanç], Îsâ aleyhisselâmı da kurtarıcı tanrı yaparak, yehûdîler ile hıristiyanların arasında ihtilâf çıkarmakla kalmamış, Mûsâ aleyhisselâmın şerî’atını da (La’netli) i’lân etmişdir. Bu ise İncîllerde [meselâ Matta bâb 5, âyet 19] yazılı olan şerî’atin bir harfi bile değişdirilemez hükmüne temâmen zıddır.

Pavlosun ortaya koyduğu hıristiyanlık, çeşidli memleketlere dağılmış yehûdî cemâ’atları ve yehûdî olmıyan diğer putperest milletler tarafından kabûl edildi. Çünki Pavlos, hıristiyanlığı

-202-

putperestliğe iyice yaklaşdırmışdı. Kudüsdeki Mescid-i Aksânınyıkılması ve buradaki hakîkî Îsevîlerin diğer yehûdîlerle berâbermîlâdın 70. senesinde, Kudüsden kovulmaları, Îsevîlik için, bir dahâ kendini toparlıyamadığı bir darbe olmuşdur.

Burada zikre şâyan bir husûs da, Pavlosun dâimâ havârîlerin birçoğu ile geçinemediği, onlarla münâkaşa etdiğidir. Pavlos, bütün hıristiyanların en büyük hıristiyan azîzi dedikleri, Petrusa karşı çıkmışdır. Bunu Galatyalılara yazdığı mektûbun, ikinci bâbının onbirinci âyetinde açıkca kendisi de bildirmişdir. Onüçüncü âyetinde ise, Barnabası riyâkârlara aldanmakla suçlamışdır. Hâlbuki Barnabas, Havârîler arasında en çok sevdiği kimse idi. A’mâl-i rusülün (Resûllerin işleri) onbeşinci bâbının sonunda bildirildiğine göre, Barnabas Yuhannâyı da yanlarına alıp, diğer şehrlerdeki nasrânîleri ziyârete gitmeği teklîf etmiş, Pavlos buna karşı çıkmışdır. Barnabas ile Pavlos arasında şiddetli münâkaşa olmuş ve Pavlos, Barnabası da terk etmişdir.

Pavlosun hayâtı, sözleri iyice incelenirse, dâimâ Havârîleri kötüleme, onlara karşı çıkma ve onları gözden düşürme gayretleri açıkca görülür. Pek çok hıristiyan papaz, Pavlosu hıristiyanlığın tek kurucusu kabûl etmişdir. Çünki bu papazların iddiâlarına göre, Îsâ aleyhisselâm ve Havârîleri îmân ve ibâdet bakımından yehûdîliğe, ya’nî Mûsâ aleyhisselâmın şerî’atine bağlı kalmışlardır. Pavlos buna karşı çıkmış, yehûdîlik ile hıristiyanlığı temâmen birbirinden ayırmış, yehûdîlikdeki bütün ibâdetleri terk etdirmiş,böylece Îsâ aleyhisselâmın ve Havârîlerin bildirdikleri dînin hilâfına bir din ortaya çıkmışdır. Bu din, Havârî Petrusun, teblîg et-meğe çalışdığı nasrânîliğin dışında, Pavlosun fikrleri doğrultusunda teşekkül eden bir din oldu. Bu bildirdiklerimize iftirâ diyen papazlar, Pavlosu, hıristiyan (Azîz)i kabûl etmekdedirler. Hattâ, Pavlosun yazdığı mektûblar (Kitâb-ı mukaddes)in (Ahd-i cedîd) kısmının sonunda, kudsî kitâbın bir kısmını teşkîl eder. Lukanın yazmış olduğu (A’mâl-i rusül) kısmı, Pavlosun hâl tercemesidir. Ayrıca Pavlosun yazdığı mektûblar da düşünülürse, (Mukaddes kitâb)da Pavlosa ayrılan yerin, dört İncîle ayrılan yerden az olmadığı görülür. Pavlosun bu mektûblarında bildirdiği şeylerin çoğu, hıristiyanlığın îmân esâslarını teşkîl etmişdir. Meselâ, (Günâh, rûh ve beden için ölüm, Âdem aleyhisselâmın yasak olanmeyveden yimesi ile başladı. Âdem aleyhisselâmın neslinden gelen bütün insanlar, bu günâh pisliğine bulaşmış olarak dünyâya geldiler. Tanrı, kendi cevherinden olan biricik oğlunu yeryüzüne gönderdi ve Âdem aleyhisselâmdan beri gelen günâhdan kurtardı), akîdesi bunlardandır. Kendisi ile görüşdüğümüz bir pa-

-203-

paza, Tanrı biricik oğlunu dahâ önce gönderseydi, o zemâna kadar gelen milyonlarca insan günâh pisliğinden kurtulup tertemiz dünyâya gelselerdi dahâ iyi olmaz mı idi? diye sorduğumuzda, papazıncevâbı, o zemân Mesîh Îsânın tanrılığı anlaşılamaz, kıymeti bilinemezdi, şeklinde oldu. Papazın bu cevâbı bize, Mesîh Îsânın kıymetini bilen hıristiyanların, (Onun Cehenneme gireceği) inançlarını hâtırımıza getirdi. Bunu kendisine sorduk. İnkâr etdi. Başka bir papazın Ahd-i Cedîdden bize, bunun delîlidir dediği birkaç yer gösterdik. Bunları okudu. Fekat (cevâb veremedi). Düşündü, düşündü ve nihâyet kendisinin patrik vekîli olduğunu, türkçeyi iyi bilmediğini söyleyen papaz, (Efendim bu âyet mecâzdır) cevâbını verdi. Mecâz kelimesini dahî bilecek kadar, türkçeyi iyi bildiğini de, o zemân anladık.

Nasrânîliği hıristiyanlığa ve hak dîni bâtıl dîne çeviren Pavlos, nasrânîlikden intikâmını almışdır. Hıristiyanlar ise, bu Pavlosa hâlâ (Resûl Pavlos) diyerek, hıristiyan azîzlerin en ileri gelenlerindenkabûl ederler. Îsâ aleyhisselâmı hiç görmemiş, hiç sohbetinde bulunmamış bir kimsenin sözleri ile, dinlerinin i’tikâd [inanç] ve ibâdet esâslarını tesbît ediyorlar. Böyle bir dînin de, hâlâ Allahü teâlânın gönderdiği en son ve en kâmil din olduğunu iddiâ ediyorlar. Pavlosun nasrânîliğe yapdığı hıyâneti çok iyi bilen müslimânlar, sinsi, iki yüzlü ve hâin olan kimselere (yılan Pavlos) ta’bîrini kullanırlar.

“Kör görmezse güneşin suçu ne.”

Ölmeyip (Îsâ), göke bulduğu yol,

Ümmetinden olmak için idi ol.

 

Hem dahî (Mûsâ), elindeki asâ,

oldu Onun hurmetine ejderhâ.

 

Çok temennî eyledi Hakdan bunlar,

 ki, (Muhammed) ümmetinden olalar.

 

Şübhesiz ki, bunlar da mürseldir,

 Fekat (Ahmed), ekmelü efdaldir.

 

Zîrâ ol, efdalliğe elyakdır,

Onu, böyle bilmiyen, ahmakdır!

-204-