Protestanlar, İncîllerin emr ve teblîglerinin, Mûsâ aleyhisselâmın dîninin emr ve teblîglerinden dahâ üstün olduğunu, kendi görüşlerine göre isbât etmeğe çalışıyorlar. Dahâ sonra, Kur’ân-ı kerîmin emrlerinin de, İncîllerin emr ve teblîglerinden dahâ üstün olup olmadığını incelemeğe başlıyarak diyorlar ki: (Her da’vânın kıymet ve ehemmiyyeti, [o da’vâyı isbât için] ortaya konulan delîllerin sağlamlık ve kuvveti nisbetindedir. Bütün akl sâhibleri günlük işlerini, bu kâidelere uydurarak düzeltmişlerdir. Meselâ, bir üstâd eskilerine nazaran, dahâ kuvvetli ve mermîyi dahâ uzağa ulaşdıran yeni bir tüfek keşf etdiğini iddiâ etse, harb silâhlarını temâmlaması îcâb eden bir devlet, onu tecribe etmeksizin kabûl etmez. İslâmiyyetin, hıristiyanlıkdan dahâ üstün ve fazîletli olduğu iddiâsı da, aynen buna benzemekdedir. Bu konuda islâmiyyet bir imtihâna tâbi tutulmadan, bir terâzîde tartılmadan, islâmiyyetin körü körüne kabûlünde acele etmek, akl kârı bir iş ve hikmetin îcâb etdirdiği bir şey değildir. Bunun için, Kur’ân-ı kerîmin emrlerinin İncîlin bildirdiklerinden efdâl ve üstün olup olmadığını inceden inceye araşdırmak ve doğru bir şeklde tecribe etmek îcâb eder. Eğer hakîkatde Kur’ân-ı kerîmin, zan edildiği gibi, büyüklüğü ortaya çıkarsa; hiç düşünmeden İncîli terk etmek ve Kur’ân-ı kerîme yapışmak lâzım olur.)
CEVÂB: Bu sözleri yazan kimsenin, bunları, bağlı bulunduğu protestan misyoner teşkilâtı tarafından vazîfeli olarak, kaleme almayıp da, sâdece doğruyu ortaya koymak maksadı ile yazdığını bilsek, bu yazısının sonundaki insâflı sözlerinden dolayı kendisine teşekkür ederdik. Fekat herkesin ma’lûmu olduğu ve kendisinin de i’tirâf etdiği gibi protestan misyoner cem’iyyetinden, ma’îşetini te’mîn etmek maksadı ile yapdığı bir işe riyâ karışdırmamasını hâtırlatırız. Bununla berâber, ortaya koyduğu ölçü, doğru bir söz olduğundan, biz de memnuniyyet ile kabûl ederiz. Ancak karşılaşdırılması aşağıda anlatılacak olan delîllere işâret etmek üzere, Kur’ân-ı kerîmde ve İncîlde bulunan ba’zı âyetlerin birbiriyle karşılaşdırılması ve mukâyesesi îcâb eder.
Dört İncîlin içerisindeki kıssaları ve sözleri bir tarafa bırakırsak, hakîkî İncîlde güzel ahlâk, dünyâ işleri [muâmelât], kalb ve âhiret bilgilerine âid bildirilenler, şunlardan ibâretdir:
(Dünyâdan temâmen yüz çevirip, fakîrliğe ve yoksulluğa râzı olmak ve kanâat etmek. Allahü teâlâyı bütün kalbi ile cânından ve arzûlarından dahâ çok sevmek. Komşuyu kendisi gibi sevmek ve onun üzüntülerini tesellî etmek. Mazlûmlara merhamet etmek. Çocukları sevmek. Kalbden kötü düşünceleri çıkarmak. Birbirine dargın iki mü’minin arasını düzeltmek. Din yolunda eziyyet çekmeğe sabr etmek. Adam öldürmemek. Hırsızlık yapmamak. Kızmamak. Kötü söz söylememek. Söğmemek. Kendinin küçük kusûrlarını da görüp, başkalarının büyük kusûrlarını görmemek, onları ayblamamak. Nasîhat etdikce, insanlar tarafından taşlanmağa katlanmak. Allahü teâlânın emrlerini bozmamak, değişdirmemek, din kardeşini incitmemek, ya’nî kalbini kırmamak, zinâ etmemek, şehvet ile [yabancı] kadınlara bakmamak, sebebsiz kadın boşamamak, yemîn etmemek, kötülüğe karşı durmak, bir yanağa vurulunca diğerini de çevirmek, kaftanını isteyene kaputunu da vermek, beddüâ edene hayr düâ etmek, hâsılı her kötülük edene iyilik etmek, sadaka, oruc ve düâda riyâdan sakınmak ve düâ etdiği vakt çok uzatmamak, para toplayıp kalbini ona bağlamamak, rızk ve el-bise için üzülmemek. Hak teâlâdan sıdk ile ne istenirse verir. Allahü teâlânın emrine itâat eden Cennete gider.) İncîllerde şu nasîhatlara da rastlanır: (İnsanlara dînin emrlerini teblîg ederken para almayın. Bir eve girdiğiniz zemân selâm verin. Bir yerde sizleri kabûl etmezlerse orada durmayın. Bir emri söylerken, söyliyen siz değil, Allahü teâlâdır. Ahkâmı teblîg ederken kimseden korkmayın, kimseyi muhâkeme etmeyin ve cezâ ta’yîn etmeyin. Her suçu afv ederek alçak gönüllü olun. Ben insanların arasını sulh etmeğe geldim, nifak ve kılıç getirmedim, ayrılık ve harb çıkarmağa gelmedim. Anasını ve babasını benden çok seven benden değildir. İyi amellere âhiretde iyilik verilir, kötü amellere cezâ, azâb olunur. Allahü teâlâya itâat eden benim kardeşimdir. İşitdiği doğru sözü kabûl edene, âhiretde mükâfât ve kabûl etmiyene azâb olunur. Anaya ve babaya ikrâm edin. Ağızdan söylediği söz ile insan necs, pis olmaz. Fekat ağzından çıkan kötü sözleri yapan, meselâ katl, zinâ, yalan yere şâhidlik gibi şeyleri yapan insan pis olur. Sizden vergi istenildiği zemân verin, muhâlefetde bulunmayın. Tevâzu’ eden, Allahü teâlâ indinde büyük olur. Kibrlenen küçülür. Malınızdan sadaka verin, Allahü teâlâ indinde bulursunuz, malını birikdiren, saklıyan zenginlerin Cennete girmesi zordur. Biz hizmet olunmak
için gelmedik, hizmet etmek için geldik).
İncîllerde, emrler, nehyler, güzel ahlâk ve kötü ahlâka âid ahkâmın temâmı bu yazılan mes’elelerden ibâretdir.
Kur’ân-ı kerîm, Allahü teâlâ tarafından gönderilmiş semâvî kitâbların en efdali ve en üstünü olup, hakîkî İncîlde bulunan bütün ahkâmı da en mükemmel şeklde içerisine almışdır. Eğer İncîlde mevcûd emr, nehy, muâmelât ve ahlâk ile ilgili hükmlerin temâmını Kur’ân-ı kerîmle karşılaşdırmak istersek, Kur’ân-ı kerîmdeki ahkâmdan az mikdârını zikr etmek ve tefsîr etmek lâzım gelir. Biz burada misâl olmak üzere bir mikdârını zikr edeceğiz:
1 - Matta İncîlinde: (Ne mutlu rûhda fakîr olanlara! Zîrâ, göklerin melekûtü onlarındır) demekdedir. [Matta, bâb beş, âyet üç. Burada, dünyâya kıymet vermiyenlere müjde verilmekde ve dünyânın kıymetsizliği bildirilmekdedir.]
Kur’ân-ı kerîmde ise, bu husûs en güzel ve en geniş olarak herkesin anlıyabileceği bir şeklde anlatılmışdır:
Hadîd sûresinin yirminci âyetinde meâlen: (Biliniz ki, dünyâ hayâtı, elbette la’b, ya’nî oyun ve lehv, ya’nî eğlence ve zînet, ya’nî süslenmek ve tefâhür, ya’nî öğünme ve malı, parayı ve evlâdı çoğaltmakdır) buyurulmuşdur.
En’âm sûresinin otuzikinci âyetinde meâlen: (Dünyâ hayâtı, oyun ve fâidesiz şeylerdir. Allahü teâlâdan korkanlar için âhiret hayâtı elbette hayrlıdır. Böyle olduğunu niçin anlamıyorsunuz?) buyurulmuşdur.
Kehf sûresinin kırkaltıncı âyetinde meâlen: (Mal ve çocuklar, dünyâ hayâtının süsleridir. Sonsuz kalıcı olan iyi işlerin sevâbları, Rabbinin yanında dahâ hayrlıdır) buyurulmuşdur.
Mü’min sûresinin otuzdokuz ve kırkıncı âyetlerinde meâlen: (Ey insanlar! Bu dünyâ hayâtı, çabuk biten bir hayât ve fâidelenmeden ibâretdir. Âhiret ise, devâmlı olarak kalınacak, durulacak yerdir. Bir günâh işleyen kimse, ancak onun misli ile cezâlandırılır. Erkek ve kadınlardan her kim de, mü’min olarak sâlih amel, ya’nî iyi bir amel işlese, o kimseler Cennete girerler ve orada hesâbsız rızklar ile mükâfâtlandırılırlar) buyurulmuşdur.
Şûrâ sûresinin onikinci âyetinde meâlen: (Göklerin ve yerin [yağmur hazînelerinin] anahtarları Allahü teâlânındır. Rızkı dilediğine az, dilediğine çok verir. Çünki o [az veyâ çok vermekde ve] her şeyde kullarına neyin hayrlı olduğunu en iyi bilendir) buyurulmuşdur.
Şûrâ sûresinin otuzaltıncı âyetinde meâlen: (Mal ve dünyâdan size verilen şey, yalnız hayâtda bulunduğunuz müddetce, onun-
la geçinmekdir. Îmân edip, Rablerine tevekkül edenler için, âhiretde Allahü teâlânın indinde, dünyâ ni’metlerinden hayrlı ve dâimî çok sevâb vardır) buyurulmuşdur. Kur’ân-ı kerîmde dünyâyı zem eden bu âyetler gibi nice âyet-i kerîmelerden başka, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın da pek çok hadîs-i şerîfleri vardır. [Yukarıda bildirdiğimiz âyet-i kerîmelerde ve aşağıda bildireceğimiz hadîs-i şerîflerde yazılı olan dünyâ kelimesi ve ednâ kelimesi, zararlı, çok kötü şeyler demekdir. Ya’nî Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler, zararlı ve kötü şeyleri yasak etmekdedir. Zararlı ve kötü şeyleri ancak akl-ı selîm sâhibi olan kimseler tanır. Aklı tam olmıyanlar ve hele az olanlar, zararlı, kötü şeyleri, fâideli ve iyi şeylerden ayıramaz. Bunları birbiri ile karışdırır. Allahü teâlâ ve Onun Peygamberi “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, çok merhametli oldukları için, insanlara çok acıdıkları için, yasak etdikleri dünyânın, ya’nî zararlı ve kötü şeylerin neler olduklarını ayrıca, açık olarak da bildirmişlerdir. Şu hâlde dünyâ demek, Allahü teâlânın harâm etdiği ve Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” mekrûh dediği şeyler demekdir. Görülüyor ki, Allahü teâlânın hârâm etmediği, hattâ emr etdiği dünyâ işleri, zararlı olan, kötü olan dünyâ değildir. Böylece, ne kadar çok olursa olsun çalışıp kazanmak, fen, tıb, hesâb, hendese, mi’mârlık ve harb vâsıtalarını öğrenmek, yapmak, kısaca insanlara râhat, huzûr ve se’âdet sağlıyan her medenî vâsıtaları yapmak ve kazanmak, dünyâlık değildir. Bunların hepsini, Allahü teâlânın gösterdiği şekllerde, yollarda ve şartlarda yapmak ve kullanmak ibâdet olur. Allahü teâlâ böyle müslimânlardan râzı olur. Bunlara âhiretde sonsuz ni’metler, se’âdetler ihsân eder.] Bu hadîs-i şerîflerden birkaçını bildirelim:
Abdüllah ibni Ömerin “radıyallahü anh” rivâyet etmiş olduğu hadîs-i şerîfde Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Allahü teâlânın indinde kıymetli bir kimse bile olsa, bir kula [ihtiyâcından fazla] dünyâlık az bir şey verilse, Allahü teâlânın katındaki derecesinden bir mikdâr eksiltilir) buyurdu.
Diğer bir hadîs-i şerîfde: (Dünyâya gönül bağlamak, bütün günâhların başıdır) buyurdu.
Ebû Hüreyrenin “radıyallahü anh” rivâyet etdiği hadîs-i şerîfde: Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”: (Yâ Rabbî! Muhammedin âilesinin rızkını kendilerine kâfî gelecek mikdâr kadar gönder) diye düâ buyurdu.
Başka bir hadîs-i şerîfde, (Dünyâda garîb veyâ yolcu gibi ol ve kendini ölmüş say!) buyuruldu.
[Başka hadîs-i şerîflerde de buyuruldu ki: (Mes’ûd o kimsedir
ki, dünyâ onu terk etmezden önce, o dünyâyı terk etmişdir). Ya’nî gönlünden çıkarmışdır.
(Arzûsu âhiret olup, âhiret için çalışana Allahü teâlâ, dünyâyı hizmetçi yapar.)
(Âhiretin sonsuz olduğuna inanan kimsenin, bu dünyâya gönül bağlaması, çok şaşılacak şeydir.)
(Dünyâ sizin için yaratıldı. Siz de âhiret için yaratıldınız! Âhiretde ise, Cennetden ve Cehennem ateşinden başka yer yokdur.)
(Paraya, yiyeceğe tapınan kimse helâk olsun!)
(Sizlerin fakîr olacağınızı düşünmüyor, bunun için üzülmüyorum. Sizden önce gelmiş olanlara olduğu gibi, dünyânın elinize bolbol geçerek, Allahü teâlâya âsî ve birbirinize düşman olmanızdan korkuyorum.)
(Mal ve şöhret hırsının insana zararı, koyun sürüsüne giren iki aç kurdun zararından dahâ çokdur.)
(Dünyâya düşkün olma ki, Allahü teâlâ seni sevsin. İnsanların malına göz dikme ki, insanlar seni sevsin!)
(Dünyâ hayâtı, geçilecek bir köprü gibidir. Bu köprüyü tezyîn etmekle uğraşmayın. Hemen geçip gidin!)
(Dünyâya, burada kalacağınız kadar, âhirete de, orada kalacağınız kadar çalışınız!)]
Dünyâya gönül bağlamanın kötülenmesi ve âhiret için dahâ çok çalışılması husûsunda vârid olan âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerle berâber, İslâm dîninde, ilm, fen, teknik, mi’mârlık, san’at ve ticâreti emr eden, bunlar için çalışmağı teşvîk eden nice emrler, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler vardır. Çünki, medenî bir cem’iyyetin, bir milletin kurtuluşu ve se’âdeti fakîrlik ile olamaz. Bil’aks, hayr ve iyilik müesseseleri, imârethâneler, mektebler, medreseler, aşevleri, hastahâneler yapmak, âcizlere, fakîrlere ve kimsesizlere yardım etmek [İnsanlara hizmet için çeşmeler, köprüler yapmak, fabrikalar kurmak], hep mal ve servet ile olur. Mal ve servet ise, çalışmak ve ticâret ile kazanılır. Nitekim Kur’ân-ı kerîmde, Nisâ sûresinin yirmidokuzuncu âyetinde meâlen şöyle buyurulmakdadır: (Ey îmân edenler! Mallarınızı [fâiz ve kumar gibi islâmiyyetin harâm kıldığı] bâtıl yollarla yimeyiniz. Ancak birbirinizden râzı ve hoşnûd olarak [ticâret ile] ola.)
Bekara sûresinin ikiyüzyetmiş beşinci âyetinde meâlen: (Allahü teâlâ bey’i ve ticâreti halâl ve ribâyı [fâizi] ise harâm kılmışdır) buyurulmuşdur.
Âl-i imrân sûresinin ondördüncü ve onbeşinci âyetlerinde de meâlen: (Kadınlardan, kantarlarla altın ve gümüşden ve en güzel atlardan, davarlardan, [sığırlardan, develerden] ve ekinden yana olan, nefsin arzûlarına muhabbet, insanlar için tezyîn olundu [süslendi]. Bunlar ise, dünyâ hayâtının geçici menfeatleridir ve insanın en son gideceği yer, Allahü teâlânın indindedir. Ey Resûlüm, mü’minlere de ki: Bu dünyâ zînetlerinden dahâ hayrlısını size haber vereyim mi? O dünyâ zînetlerinden hazer edenler için Rableri katında, ağaçları altında [önünde] ırmaklar akan Cennetler vardır. Bunlar, orada devâmlı kalacaklardır. Orada her aybdan uzak, tertemiz zevceler ve en büyük ni’met olan Allahü teâlânın rızâsı vardır. Allahü teâlâ kullarının hâllerini ve yapdıklarını hakkı ile görücüdür) buyurulmuşdur.
Nebe’ sûresinin onbirinci âyetinde meâlen: (Gündüzü kazanç zemânı kıldık [Tâ ki gündüzleri hayâtınızda, yaşamanızda lâzım olan şeyleri kazanasınız.]) buyurulmuşdur.
A’râf sûresinin onuncu âyetinde ise meâlen: (Sizi yeryüzünde yerleşdirdik ve sizin için orada pek çok ma’îşet [geçim] vâsıtaları hâzırladık. [Zirâat, ticâret ve çalışmakla yaşamanız için lâzım olan rızklar yaratdık.] Size verilen ni’metlere az şükr ediyorsunuz) buyurulmuşdur.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyuruyor ki, (İnsanın yidiklerinin en hayrlısı, iyisi, bileği ile kazanıp yidiğidir. Allahü teâlânın Peygamberi Dâvüd “aleyhisselâm” elinin emeği ile kazanıp yirdi.)
(Hayrlı yerlere sarf eden sâlih kimse için, halâlden kazanılmış mal ne güzel maldır.)
(Doğru olan tüccâr kıyâmet günü sıddîklarla ve şehîdlerle berâber haşr olunur.)
(Alış-verişde kolaylık gösterenlere, Allahü teâlâ her işinde kolaylık gösterir.)
Ve yine, (Alış-verişde kolaylık gösterenlere, Allahü teâlâ merhamet eylesin) buyurdu.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bir sabâh, Eshâbı ile konuşurken, kuvvetli bir genç, erkenden dükkânına doğru geçdi. Ba’zıları, erkenden dünyâlık kazanmağa gideceğine, buraya gelip, birkaç şey öğrenseydi iyi olurdu deyince, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Öyle söylemeyiniz! Eğer kimseye muhtâc olmamak ve ana, baba, çoluk-çocuğunu da muhtâc etmemek için gidiyorsa, her adımı ibâdetdir. Eğer, herkese öğünmek, keyf sürmek niyyetinde ise, şeytânla berâberdir) buyurdu.
Diğer bir hadîs-i şerîfde, (Bir müslimân, halâl kazanıp, kimseye muhtâc olmaz ve komşularına, akrabâsına yardım ederse, kıyâmet günü, ayın ondördü gibi parlak, nûrlu olacakdır) buyurdu.
[Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: (Allahü teâlâ, san’at sâhibi mü’mini sever) ve (En halâl şey, san’at sâhibinin kazandığıdır) ve (Ticâret yapınız! Rızkın onda dokuzu ticâretdedir) ve [çalışmayıp] (Kendini başkasından sadaka istiyecek hâle düşüreni, Allahü teâlâ yetmiş şeye muhtâc eder.)
Yine hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki, (Halâl kazanmak için sıkıntı çekenlere Cennet vâcib olur) ve (Beş vakt nemâzı kıldıkdan sonra, çalışıp halâl kazanmak, her müslimâna farzdır) ve (En iyi ticâret, bezzâzlıkdır, kumaş satmakdır. En iyi san’at terzilikdir.)]
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” san’atı, ticâreti emr ve teşvîk etmiş, nice âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler ticâretde harâm ve halâl olan şeyleri ve her birinin sebeblerini, bütün tafsîlâtı ile beyân buyurmuşdur.
İncîlde ise, ticâret yapmağa, dünyâ için çalışmağa aslâ izn verilmeyip, bil’aks her neye sâhib iseniz, neyiniz varsa satarak sadaka veriniz diye emr edilmişdir.
2 - Matta İncîlinde, (Ne mutlu mahzûn, üzüntülü olanlara! Zîrâ onlar tesellî olunacakdır) demekdedir. [Matta bâb beş, âyet dört.]
Kur’ân-ı kerîmde ise, bir belâ isâbet eden, mahzûn olan ve sabr edenler için verilecek sevâbları bildiren birçok âyet-i kerîmeler nâzil olmuşdur. Meselâ:
Bekara sûresinin yüzellibeş, yüzellialtı ve yüzelliyedinci âyet-i kerîmelerinde meâlen: (Ey mü’minler, sizi [gazâda düşmandan biraz] korku ile, [Oruc veyâ kıtlıkda] açlık ile ve [âfetlerden veyâ malınıza zarar gelmesinden] mal noksanlığı ile ve [hastalık ve za’îflikden] can noksanlığı ile ve [âfât-ı semâviyye ve arziyyeden meyvelerinizin veyâ meyve gibi olan evlâdlarınızın] mahsûllerinizin noksanlığı ile imtihân ederim. Ey Habîbim, sabr edenlere [lutf ve ihsânlarımı] müjdele. Onlar o kimselerdir ki, kendilerine bir musîbet isâbet etdiği zemân, kalbden teslîmiyyet ve rızâ göstererek: Biz Allahü teâlânın kulu ve mahlûkuyuz ve [öldükden sonra] Ona döneceğiz, derler. O teslîmiyyet gösterip Rablerine sığınanlar üzerine, Rablerinden mağfiret, rahmet [ve Cennet] vardır ve işte onlar hidâyete ermiş olanlardır) buyurulmuşdur.
3 - Yine Mattanın İncîlinde: (Ne mutlu halîm [yumuşak] olanlara. Zîrâ onlar ebedî mîrâsa kavuşacaklardır) denilmişdir. [Matta bâb beş, âyet beş.]
Kur’ân-ı kerîmde, Âl-i imrân sûresinin yüzotuzdördüncü âyetinde meâlen: (Öfkelerini yenenler, insanların kusûrlarını afv ederler. Allahü teâlâ ihsân edenleri sever) buyurulmuşdur.
[Şûrâ sûresinin kırkıncı âyetinde meâlen: (Kim zulm edeni afv eder ve onunla arasını düzeltirse, onun mükâfâtı Allahü teâlânın indindedir) ve kırküçüncü âyetinde meâlen, (Kim sabr edip de, kendine zulm edeni afv ederse, Allahü teâlâ, ona büyük mükâfât verir) buyurulmuşdur.]
Âl-i imrân sûresinin yüzellidokuzuncu âyetinde meâlen: (Yanında bulunanlara yumuşaklık ve tatlılıkla muâmele etmen, Allahü teâlânın sana bir kerem ve rahmetidir. Eğer kötü ahlâklı olup, sert davransaydın etrâfındakiler dağılırlardı) buyurulmuşdur.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz düâlarında, (Yâ Rabbî! Beni ilm ile zengin kıl, hilm [yumuşaklık] ile süsle, takvâ ile ikrâm eyle ve âfiyet ile güzelleşdir) buyururlardı. [Yumuşaklık hakkında ba’zı hadîs-i şerîfleri aşağıda bildireceğiz.]
4 - Yine Matta İncîlinde, (Ne mutlu merhametlilere, zîrâ onlara merhamet olunur) denilmişdir. [Matta bâb beş, âyet ye-di.]
Kur’ân-ı kerîmde, [Merhamet, şefkat ve yumuşaklık hakkında pek çok âyet-i kerîmeler vârid olmuşdur.] Tevbe sûresinin yüzyirmisekizinci âyetinde meâlen: (Ey insanlar! Size içinizden bir Peygamber geldi ki, sizin günâh işlemenizden ve çirkin hareketlerinizden O incinir. Size çok düşkündür. Mü’minlere çok merhametlidir, onlara hayr diler) buyurulmuşdur.
[Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Allahü teâlâ refîkdir. Yumuşaklığı sever. Sertlik edenlere vermediği şeyleri ve başka hiç bir kimseye vermediğini yumuşak davranan mü’mine ihsân eder.)
Hadîs-i şerîflerde: (Yumuşak davranmıyan, hayr yapmamış olur) ve (Kendine yumuşaklık verilen mü’min kimseye, dünyâ ve âhiret iyilikleri verilmişdir) ve (Cehenneme girmesi harâm olan ve Cehennemin de onu yakması harâm olan kimseyi bildiriyorum. Dikkat ediniz! Bu kimse, insanlara kolaylık, yumuşaklık gösteren mü’min kimsedir) buyurulmuşdur.
Diğer bir hadîs-i şerîfde: (Kızdığı zemân istediğini yapabilecek bir mü’min kimse, kızmazsa, Allahü teâlâ kıyâmet günü, onu herkesin arasında çağırır. Cennetde istediğin hûrînin yanına git der) ve diğer bir hadîs-i şerîfde: (Sarı sabır maddesi balı bozduğu gibi, kızgınlık da îmânı bozar) buyurulmuşdur.
Bir kimse, Resûlullahdan “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” na-
sîhat isteyince: (Kızma) [sinirlenme!] buyurdu. Birkaç kerre aynı şeklde sorunca, hepsine de (Gadab etme!) [sinirlenme!] buyurdu.]
Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” birbirlerini çok sevdiklerini, lutf ve merhametlerini, Kur’ân-ı kerîm beyân buyurmuşdur. Feth sûresinin son âyetinde meâlen: (Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem” Allahü teâlânın Resûlüdür. Onunla berâber bulunanlar [Eshâb-ı kirâm] kâfirlere karşı çok şiddetli, birbirlerine ise çok merhametli [çok şefkatli]dirler) buyurulmuşdur.
Bir hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Yaşlılarımıza hurmet ve küçüklerimize merhamet etmiyen bizden değildir) buyurmuşdur.
5 - Matta İncîlinde, (Ne mutlu temiz kalblilere. Onlar Allahü teâlâyı göreceklerdir) denilmişdir. [Matta bâb beş, âyet sekiz.]
[Kur’ân-ı kerîmde birçok âyet-i kerîmeler ve Peygamberimizin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” pek çok hadîs-i şerîfleri güzel ahlâkı ve temiz kalbli olmağı emr etmekdedir. İslâmiyyetde kalb temizliğine büyük ehemmiyyet verilmişdir.]
Kur’ân-ı kerîmde, Şu’arâ sûresinin seksensekizinci ve doksanıncı âyetlerinde meâlen: (Kıyâmet günü, ne mâl, ne de evlâd, hiç kimseye fâide vermez. Ancak Allahü teâlâya temiz ve selîm bir kalb ile gelenler müstesnâ. [Onlar ni’metlere nâil olurlar]) buyurulmuşdur.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Dikkat ediniz. Haber veriyorum! İnsanın bedeninde bir et parçası vardır. Bu iyi olursa, bütün uzvlar iyi olur. Bu kötü olursa, bütün organlar bozuk olur. Bu et parçası kalbdir) buyurdu. [Bu et parçası, kalb denilen, görülemiyen ve his organları ile anlaşılamıyan, gönül denilen bir cevherin yuvasıdır. Bu et parçasının temiz olması demek, gönlün temiz olması demekdir. Bu et parçasına da, mecâzen kalb denilmişdir.]
6 - Matta İncîlinde, (Ne mutlu sulh yapan, insanların arasını düzeltenlere. Onlar Allahın sevgili kulları diye çağırılacakdır) denilmekdedir. [Matta bâb beş, âyet dokuz.]
Kur’ân-ı kerîmde, Hucurât sûresinin onuncu âyetinde meâlen: (Bütün mü’minler ancak kardeşdirler. Aralarında ihtilâf olduğu zemân, kardeşlerinizin arasını düzeltiniz ve Allahü teâlâdan korkunuz ki, merhamet olunasınız) buyurulmuşdur.
Nisâ sûresinin yüzondördüncü âyetinde meâlen: (Onların gizli işlerinde hayr yokdur. Ancak; sadaka vermeyi veyâ bir iyilik yap-mayı veyâ insanlar arasında olan adâveti ıslâh etmeyi [düzeltmeyi] emr eden mü’min kimse müstesnâdır. Her kim bu işleri Alla-
hü teâlânın rızâsını arayarak yaparsa, biz âhiretde ona büyük mükâfât vereceğiz) buyurulmuşdur.
Şûrâ sûresinin kırkıncı âyetinde meâlen: (Kötülüğün cezâsı misli kadar azâbdır, kötülükdür. Kim kötülüğü afv eder ve [kendisine düşman olanla arasını] düzeltirse, onun mükâfâtı Allahü teâlâya âiddir) buyurulmuşdur.
7 - Matta İncîlinde, (Ne mutlu salâh için cefâ olunanlara, Melekût onlarındır. Benim için size düşmanlık ve cefâ edip, yalan söyliyerek size karşı fenâ, kötü sözler söyledikleri zemân ne mutlu sizlere. Sevinin ve mesrûr olun. Zîrâ semâvâtda ecriniz, mükâfâtınız çokdur. Her şeyden evvel müşrikler, Peygamberlere “aleyhimüsselâm” böyle ezâ ve cefâ etdiler) denilmekdedir. [Matta bâb beş, âyet on, onbir ve oniki.]
Sabrın çeşidleri ve her birinin mükâfâtı husûsunda Kur’ân-ı kerîmde nâzil olmuş birçok âyet-i kerîmeler vardır. Bekara sûresinin yüzyetmişyedinci âyetinde meâlen: (Yüzünüzü doğu ve batı taraflarına çevirmeniz hayr ve tâat değildir. Hayr ve tâat, Allahü teâlâya ve âhirete ve meleklere ve Allahü teâlânın indirdiği kitâblara ve Peygamberlere îmân etmekdir. Ve Allahü teâlânın [rızâsı için] muhabbet ile malını; fakîr akrabâsına, fakîr yetîmlere ve muhtaçlara, yolda kalmışlara, [garîb yolculara, müsâfirlere], isteyen fakîrlere ve mükâteb kölelere [ya’nî sâhibi ile anlaşıp belli bir ücret ödeyince hür olacak kölelere] ve esîrlere [âzâd etmek için] vermekdir. Ve [farz] nemâzları dosdoğru kılmak ve zekâtını vermek, sözleşmelerinde ahdine vefâ etmek [sözünü yerine getirmek], fakîrlikde, ihtiyaç ve sıkıntı hâllerinde, cihâdda sabr etmekdir. Ve bu vasıfları taşıyanlara uymakda sâdık olmakdır. İşte onlar, takvâ sâhibi olan müslimânlardır) buyurulmuşdur.
Âl-i İmrân sûresinin ikiyüzüncü âyetinde ise meâlen: (Ey îmân edenler! [Din düşmanlarının eziyyetlerine] sabr ediniz. Düşmanlarınızla olan cihâdda üstün gelmek için, sabr yarışı yapın. Sınır boylarında kâfirlere karşı cihâd için nöbet bekleyin ve Allahü teâlâdan korkun ki, felâha [kurtuluşa] eresiniz) buyurulmuşdur.
Nahl sûresinin doksanaltıncı âyetinde meâlen: (Sabr edenlerin ecrlerini [karşılıklarını] Allahü teâlâ, yapdıkları amelin karşılığı olan sevâbdan dahâ fazla ve dahâ güzel olarak elbette verir) buyurulmuşdur.
Zümer sûresinin onuncu âyetinde meâlen: (Sabr eden mü’minler [kıyâmet gününde] hesâbsız mükâfâtlara kavuşurlar) buyurulmuşdur.
Bekara sûresinin yüzelliüçüncü âyetinde meâlen: (Ey îmân edenler! Sabr ve salât [nemâz] ile Allahü teâlâdan yardım isteyiniz. Muhakkak Allahü teâlâ[nın yardımı] sabr eden mü’minlerle berâberdir) buyurulmuşdur.
Ra’d sûresinin yirmiikinci âyetinde meâlen: (Onlar, şu kimselerdir ki, Rablerinin rızâsını kazanmak için sabr ederler. Nemâzlarını dosdoğru kılarlar. Kendilerine verdiğimiz rızkdan gizli ve âşikâr infâk eder, verirler. Kendilerine kötülük yapanlara, iyilik ederler. O mü’minler için [amellerine karşılık] âhiret se’âdeti ve râhat vardır) buyurulmuşdur.
Allahü teâlâ hadîs-i kudsîde: (Ey Âdem oğulları! Bir kimse benim kazâma râzı olmaz ve benim tarafımdan gelen belâlara sabr etmez, verdiğim ni’metlerime şükr etmez, ihsân etdiğim dünyâni’metlerine kanâat etmezse, başka bir Rab arasın. Ey Âdem oğlu! Bir kimse benim belâma sabr ederse, benden râzı olmuş olur, ya’nî rubûbiyyetimi tasdîk etmiş olur) buyurdu.
8 - Matta İncîlinde adâlet husûsunda, (Ben size derim ki, eğer adâletiniz yazıcıların ve ferîsîlerin adâletinden ziyâde olmazsa, göklerin melekûtuna hiç giremezsiniz) denilmekdedir. [Matta bâb beş, âyet yirmi.]
Adâlet husûsunda da, Kur’ân-ı kerîmde pek çok âyet-i kerîme vardır.
[Adâlet, lugatda, bir şeyi yerli yerine koymak demekdir. Adâletin iki ta’rîfi vardır: Birincisi, (Adâlet, bir âmirin, bir hâkimin memleketi idâre için koyduğu kanûn, kâide, çizdiği hudûd içinde hareket etmekdir. Zulm ise, bu kanûnun, bu hudûdun, bu dâirenin dışına çıkmakdır) Adâletin asl ta’rîfi: (Kendi mülkünde olanı kullanmak) demekdir. Zulm de, başkasının malına, mülküne tecâvüzdür. Âlemleri yaratan Allahü teâlâ, hâkimler hâkimi, her şeyin asl sâhibi ve tek hâlıkı [yaratıcısı]dır. Allahü teâlâ mutlak adâlet sâhibidir. Çünki, her işi kendi mülkünde yapmakdadır. Onun için, insanlara gönderdiği en son ve en kâmil dîninde tam bir adâlet vardır. Bu adâletin dışında ise zulm vardır.
Kur’ân-ı kerîm sâdece adâleti emr etmekle kalmamış, adâletin zıddı olan zulmü harâm kılmışdır. Bu husûsda bir çok âyet-i kerîmeler vardır. Hattâ, kişinin kendi nefsine zulm etmesi dahî harâm kılınmışdır.]
Nisâ sûresinin ellisekizinci âyetinde meâlen: (İnsanlar arasında hükm etdiğiniz zemân, adâlet ile hükm etmenizi Allahü teâlâ emr eder) buyurulmuşdur.
Nahl sûresinin doksanıncı âyetinde meâlen: (Allahü teâlâ si-
ze, adâlet yapmanızı, ihsân etmenizi ve [muhtâc olan] akrabâya vermenizi emr ediyor. Fuhşdan [zinâdan], münkerden [fenâlıklardan] ve zulm yapmakdan da nehy ediyor) buyurulmuşdur.
[İhsân etmek demek, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” ta’rîfi ile (Allahü teâlâya Onu görüyormuş gibi ibâdet etmekdir. Sen Onu görmüyor isen de, O seni görüyor) demekdir. İhsân, önce harâmlardan sakınmak, sonra farzları yapmakla olur.]
Mâide sûresinin sekizinci âyetinde meâlen: (Ey mü’minler! Allah için amellerinizde ve sözlerinizde hakkı ayakda tutan hâkimler olun ve adâlet ile şâhidlik eden kimseler olun. Düşmanlarınıza olan buğzunuz, kininiz, sizi adâletsizliğe götürmesin [size vebâl yüklemesin. Ya’nî düşmanlarınıza bile adâlet ile davranınız. Dost ve düşmanınıza] adâlet yapınız ki, bu takvâya çok yakındır. Allahü teâlâdan korkun. Çünki Allahü teâlâ, sizin amellerinizden [yapdıklarınızdan] haberdârdır) buyurulmuşdur.
Âdil olmayıp, zulm edenler hakkında, İnsân sûresinin otuzbirinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ zâlimlere elem verici, acıklı bir azâb hâzırladı) buyuruldu. Bu adâlet ve zulm bahsi, Kur’ân-ı kerîmde, İncîldeki gibi kısa değildir. Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde geniş şeklde îzâh buyurulduğundan, temâmı anlatılacak olsa, büyük bir kitâb olur.
9 - Matta İncîlinin beşinci bâbının yirmibirinci âyetinden yirmiyedinci âyetine kadar olan kısmında anlatılanlar: (Din kardeşini incitmemek, ihtiyâcı olduğu zemân kendi işini bırakıp, ona yardım etmek, düşmanın bile olsa, ona dostluk göstermek, hâsılı dâimâ güzel ahlâk sahibi olmak, yumuşaklık ile muâmele ve iyilik et-mek)den ibâretdir.
Bunların hepsini, fazlası ile Nisâ sûresinin otuzaltıncı âyet-i kerîmesi içerisine almakdadır. Bu âyet-i kerîmede meâlen: (Allahü teâlâya ibâdet ediniz. Ona hiçbir şeyi şerîk [ortak] koşmayınız. Annenize ve babanıza [söz ve fi’l ile], akrabâya [sıla-i rahm, onları ziyâret ile], yetîmlere [gönüllerini almak ile], fakîrlere [sadaka ile], akrabânız olan komşularınıza [şefkat ve merhamet ile], komşularınıza [iyilik ve onlara gelen zararlara mâni’ olmak ile], dost ve arkadaşlarınıza [haklarına riâyet ve sevgi ile], yolcu ve misâfirlerinize [yemek ve içecek vermek ve abdest ve nemâzlarına kolaylık göstermek ile], köle ve câriyelerinize [elbiseler giydirmek ve yumuşak davranmak ile] iyilik ediniz. Muhakkak Allahü teâlâ, [mahlûklara] ihsânda bulunmayıp da, kibrlenen ve öğünenleri sevmez) buyurulmuşdur.
Fussilet sûresinin otuzdördüncü âyetinde meâlen: (İyilik ile kö-
tülük [mükâfât ve mücâzât] müsâvî değildir. Sen kötülüğü, en güzel şeklde def’ et. [Ya’nî gadabını sabr ile, kötülüğü afv ile def’ et. Eğer sen bunu yaparsan] o zemân bakarsın ki, düşmanın yakın dost gibi olur) buyurulmuşdur.
Mümtehine sûresinin sekizinci âyetinde meâlen: (Allahü teâlâ, din husûsunda sizinle dövüşmiyen ve sizi bulunduğunuz yerlerden çıkarmıyan kimselere iyilik ve ihsân etmenizden, onlara adâlet yapmanızdan sizi nehy etmez. Muhakkak ki, Allahü teâlâ adâlet ve ihsân eden mü’minleri sever) buyurulmuşdur.
Ubâde bin Sâmit “radıyallahü anh” buyurdu: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Eshâb-ı kirâma “aleyhimürrıdvân”, (Ben size Allahü teâlânın indinde şerefli olacağınız şeylerden haber vereyim mi?) buyurdu. Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” (Evet yâ Resûlallah) dediklerinde: (Allahü teâlânın indinde şerefli olup, yüksek derecelere kavuşmak istersen; sana kızana sen hilm ile [yumuşaklık ile] muâmele et. Sana zulm edeni, afv et. Seni ziyâret etmiyeni de ziyâret et) buyurdu.
Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” rivâyetinde buyuruyor ki: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Eshâb-ı kirâma “aleyhimürrıdvân”: (Sizlere bir kaç kelime [nasîhat] öğreteyim mi? İçinizden onunla amel edecek ve öğrenecek kimdir?) diye sordu. Ebû Hüreyre “radıyallahü anh”, (Benim Yâ Resûlallah) deyince, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, onun elinden tutarak: (Allahü teâlânın harâm kıldığı [yasak etdiği] şeylerden sakın, insanların en âbidi, en çok ibâdet edeni olursun. Allahü teâlânın sana verdiği şeye [her ne kadar az olsa da] râzı ol, [Allahü teâlânın, kalb zenginliği verdiği] insanların en zengini olursun. Komşuna [kalben ve fi’len] ihsân ve yardımda bulun, kâmil bir mü’min olursun. Kendi nefsin için neyi seversen, herkes için de onu sev, [kâmil bir] müslimân olursun) buyurdu.
10 - Matta İncîlinde, (Zinâ nehy olunduğu [yasak olduğu] gibi, şehvet ile (yabancı) kadına bakmanın da zinâ olduğu) bildirilmişdir. [Matta bâb beş, âyet yirmiyedi, yirmisekiz.]
[Kur’ân-ı kerîm, zinâyı kesin olarak harâm kıldığı gibi, zinâya sebeb olacak herşeyi de yasaklamışdır. Meselâ, şehvet ile yabancı kadınlara bakmağı ve kadınların da yabancı erkeklere bakmalarını harâm kılmışdır. Ayrıca, yabancı bir kadınla halveti ya’nî yalnız başına kapalı bir yerde berâber kalmağı, yabancı kadınların seslerini dinlemeği ve zarûretsiz lâübâli [cilveli] bir şeklde konuşmayı da, harâm kılmışdır. Bu husûsdaki Allahü teâlânın emrlerini ve Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hadîs-i şerîflerini burada zikr etmeğe kitâbımızın hacmi müsâid değildir. Ancak bir kaç misâl yazacağız.]
İsrâ sûresinin otuz ikinci âyetinde meâlen: (Zinâya yaklaşmayın. Çünki o zinâ, çok çirkin bir amel olup, gâyet kötü bir yoldur) buyurulmuşdur.
[Furkân sûresinin altmış sekizinci âyetinde meâlen: (Onlar, [mü’minler] Allahü teâlâdan başkasına ibâdet etmezler, Allahü teâlânın harâm kıldığı nefsi haksız yere öldürmezler, zinâ etmezler) buyurulmuşdur.]
Şuna da dikkat etmek lâzımdır ki, Mûsâ aleyhisselâmın şerî’atinde, (Sakın zinâ etmeyesiniz) denilerek, zinâ yapmak açıkca yasak edilmişdir. Îsâ aleyhisselâmın şerî’atinde ise, zinâ yapmak yasak edilmekle berâber, şehvet gözü ile bakmak da, zinâdan sayılmışdır.
Dinlerin en mükemmeli ve en üstünü olan islâmiyyetde ise; her ikisini de en geniş şeklde içerisine alarak, zinâya yaklaşmakdan nehy edilmişdir. Çünki yaklaşmakdan sakındırılınca, hâliyle zinâ fi’linden ve bakmakdan da sakındırılmış oluyor. Diğer bir âyet-i kerîme ise, zinâdan sakınanları, zinâdan kaçanları müjdelemek husûsundadır. Bu âyet-i kerîme, Ahzâb sûresinin otuzbeşinci âyeti olup, İncîlin beş-on âyetini kendisinde toplamışdır. Bu âyet-i kerîmede meâlen: (Allahü teâlânın hükmüne [emrine] boyun eğen erkekler ve kadınlar, mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, ibâdete devâm eden erkekler ve kadınlar, [fi’llerinde ve kavllerinde] sâdık erkekler ve sâdık kadınlar, sabr eden erkekler ve sabr eden kadınlar, Allahdan korkan erkekler ve kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruc tutan erkekler ve oruc tutan kadınlar, ırzlarını zinâdan koruyan erkekler ve kadınlar ve Allahü teâlâyı çok zikr eden erkekler ve kadınlar için Allahü teâlâ mağfiret ve büyük bir mükâfât hâzırladı) buyurulmuşdur.
[Nûr sûresi, otuzuncu âyetinde meâlen: (Ey Resûlüm “sallallahü aleyhi ve sellem”! Mü’minlere söyle, harâma bakmasınlar ve avret yerlerini harâmdan korusunlar! Îmânı olan kadınlara da söyle, harâma bakmasınlar ve avret yerlerini harâm işlemekden korusunlar) buyurulmuşdur.]
Yabancı kadınlara şehvet ile bakmanın zinâ gibi harâm olması husûsunda, (İki göz ile, zinâ edenler) ve (Şehvet ile bakan erkeğe ve bakdıran kadına, Allahü teâlâ la’net etsin!) hadîs-i şerîfleri yetişir.
[Ebû Sa’îd-i Hudrî “radıyallahü anh” haber veriyor: Resûlul-
lah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” (Erkek erkeğin ve kadın kadının avret yerlerine bakmasın!) buyurdu.
Akabe bin Âmir “radıyallahü anh” haber veriyor: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” (Yabancı kadın ile bir odada yalnız kalmayınız) buyurdu.
Ömer-ül Fârûk “radıyallahü anh” haber veriyor: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” (Bir erkek, yabancı bir kadın ile halvet ederse, üçüncüleri şeytân olur) buyurdu.
Büreyde “radıyallahü anh” haber veriyor: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hazret-i Alîye: (Yâ Alî! Bir kadını görürsen yüzünü ondan ayır. Ona tekrâr bakma! Ansızın görmek günâh olmaz ise de, tekrâr bakmak günâh olur) buyurdu.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” (Avret yerlerini açana ve başkasının avret mahalline bakana Allah la’net eylesin) buyurdu.
Diğer bir hadîs-i şerîfde: (Zinâ eden kimse, puta tapan kimse gibidir) buyurdu.]
Zinâya had cezâsı verilmesi Kur’ân-ı kerîmde açıkca bildirilmişdir. [Nûr sûresinin ikinci âyetinde meâlen: ([Bekâr olup da] zinâ eden kadınla zinâ eden erkeğin her birine yüz değnek vurun. Allahü teâlâya ve âhiret gününe inanıyorsanız, bunlara Allahü teâlânın emrlerini yerine getirmek husûsunda, merhamet etmeyiniz) buyurulmuşdur.
Dört şâhid ile isbât edilmiş veyâ yapanların bizzat kendilerinin dört kerre i’tirâfları ile anlaşılan zinâ fi’linde, bu çirkin işi ya-pan evli olan müslimân erkek ve kadının cezâsı ise; bir meydânda ölünceye kadar taşlanmakdır. Buna (Recm) denir. Bu cezâ, bu çirkin işi yaymanın cezâsıdır. Bu cezâ fuhşa mâni’ olmak içindir. Bu cezâ milleti ve devleti tehdîd etmenin cezâsıdır. Zinâ öyle bir felâketdir ki, milletleri ve devletleri yıkar, yok eder. Çünki, nâmûssuz bir erkeğin zevcesi olmak zararı, ayrıca bu zevcenin iffeti bozulmak zararı, bu yüzden zevcin zararı, zevcin münâsebetde bulunduğu kadının zevci varsa onun zararı, zevcenin münâsebet kuracağı erkeğin zevcesi varsa onun zararı, bu işlerde yok edilen çocukların zararı ve ayrıca tehlükeye atılan sıhhatler de düşünülürse, islâmiyyetde zinâ yapanlara verilen cezâ hiç de çok ve insâfsız görülemez. Çünki, gayr-i meşrû buluşmalardaki frengi, belsoğukluğu âfetleri [ve hele son zemânların korkulu, öldürücü ve tedâvîsi mümkin olmıyan (AİDS) illeti] bütün dünyâyı tehdîd etmekdedir. Hıristiyanların (hâşâ) Allahın oğlu dedikleri Îsâ aleyhisselâm, zinâyı yasak etdiği, nehy etdiği hâlde, bugün dün-
yâda zinânın en çok yayıldığı yerler hep hıristiyan memleketleridir.
11 Mart 1987 târîhli (TÜRKİYE) gazetesinde diyor ki, (Amerikada, ba’zı katolik kilise mensûbları ve râhibler arasında AİDS hastalığı vak’aları görüldü. (National Catinalic Reporter) ve (New York Times) gazeteleri, en az oniki papazın AİDS hastalığından öldüklerini açıkladılar.) AİDS, ilk olarak 1980 de görülen öldürücü ve bulaşıcı korkunç bir hastalıkdır. Lût kavminin habîs fi’lini yapanlarda ve fâhişe kadınlarda hâsıl olmakda, başkalarına da sür’at ile bulaşmakda olduğu anlaşılmışdır. Papazlar arasında bu hastalığın yayılması, bunların nâmûssuz ve hayâsız işlere alışmış olduklarını açıkca gösteriyor. Şimdi Avrupada ve Amerikada, bu hastalığa yakalanmamak için birçok erkeğin, kadınların ve kızların, kiliselere gitmekden ve günâh çıkartmakdan vazgeçdikleri bildirilmekdedir. Bu öldürücü, bulaşıcı korkunç felâketin, müslimân memleketlerde, müslimânlar arasında hiç görülmemiş olması, hak ile bâtılı ayıran kuvvetli vesîkalardan biridir. Avrupalıların, Amerikalıların ahlâksız, hayâsız âdetlerine ilericilik, moda gibi ismler takarak, müslimân yavrularını aldatmağa çalışan, şehvet, menfe’at düşkünlerine aldanmamalıdır. Bugün devlet bütçelerinden milyarlarca lira harcıyarak yapılan AİDS tedâvîsi araşdırmaları netîcesiz kalmakdadır. Amerikada ve İngilterede zinâ o kadar yayılmışdır ki, üniversitelerde okuyan talebeler için, üniversite içinde doğum kilinikleri açılması istenilmekdedir. AİDS insanlık âleminin, öyle bir korkulu rü’yâsı olmuşdur ki, hıristiyan Avrupadan seyâhata çıkan turistler, AİDS’li olmadıklarına dâir rapor alıp, öyle çıkmakdadırlar. Allahü teâlânın hikmetinin büyüklüğüne bakınız ki, en fenâ ve en tehlükeli hastalıkları, islâmiyyetin dışındaki hareketlere müsallat kılmışdır. Bu gayr-i meşrû işlerde gayb olan çocukları, doğmayan çocuklar sanmamalıdır. Bunlar öldürülen, canlarına kıyılan çocuklardır. İslâmiyyetin emri burada çok incedir. Zinâya karşı, evlileri (Recm) ederek öldürmek emri, bundan hâsıl olacak çocuğun soysuz bir piç bırakılarak, insanlıkdaki şerefi yok edilmiş olduğu için konulmuş bir cezâdır.]
Zinâya sebeb olan ve zinâya yol açan şeyleri yapmakdan men’ eden birkaç hadîs-i şerîfi dahâ burada zikr edelim:
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Yabancı kadına şehvet ile bakan bir kimsenin gözleri ateşle doldurulup, sonra Cehenneme atılacakdır. Yabancı kadın ile toka edenin kolları ensesinden bağlanıp, Cehenneme sokulacakdır. Yabancı kadın ile, lüzûmsuz yere şehvet ile konuşanlar, her kelimesi için bin sene Ce-
hennemde kalacakdır) buyurdu.
[Diğer bir hadîs-i şerîfde, (Yabancı bir kızı görüp de, Allahü teâlânın azâbından korkarak, başını ondan çeviren kimseye, Allahü teâlâ ibâdetlerinin tadını duyurur) buyurdu. Her husûsda olduğu gibi, bu husûsda da en güzel ve en doğru hükmü beyân eden islâmiyyet olmuşdur. Müjdeler olsun islâm âlimlerinin kitâblarını okuyanlara ve o din büyüklerine tâbi’ olanlara.]
TENBÎH: Ellerde dolaşan İncîllerde, Tevrâtın ahkâmının temâmı nesh ve ibtâl olunup, yalnız zinânın harâmlığı kalmışdı. İncîlde zinâ edenlere bir had, bir cezâ beyân edilmediğinden, bu zinâ yasağı da hıristiyanlar arasında hükmü kaldırılmış olarak kabûl edildiği, Avrupalıların hâlini bilenlerin ma’lûmudur. Çünki,şehvet nazarı ile bakmanın aynen zinâ olduğunu, Îsâ aleyhisselâm beyân etmiş iken, hıristiyanlar, kadınlarını örtmemişler, [başkalarının şehvet ile bakması için açık bırakmışlardır. Hâlbuki, harâm işlemeğe sebeb olan şeyleri yapmak da harâmdır. Kadınların, açık ve süslü ve kokulu olarak yabancı erkeklere görünmeleri, erkeklerin bunlara, şehvet ile bakmalarına sebeb olmakdadır. O hâlde, bugün ellerde dolaşan İncîller, hıristiyan kadınlarının örtünmelerini emr etmekdedir. Bunun içindir ki, bütün kiliselerde, manastırlarda vazîfeli olan kızlar, râhibeler, müslimân kadınları gibi örtünmekdedirler.] Fekat, şimdi papazlar, kadınların yabancı erkeklerle oturup kalkmak şöyle dursun, balolarda, istediği gençlerle, kucak kucağa dans etmelerine dahî müsâade etmişlerdir. Bunun için, Îsâ aleyhisselâmın sözüne göre, her bir hıristiyana zânî ve zâniye denilmesi doğru olur. Fekat (Bunlar câhil halkdır, câhil hıristiyanlardır. Bunlara nasîhat te’sîr etmiyor. Hıristiyan din adamları, papazlar, kadınların bu hâllerinden hoşnud değildirler) denirse; kiliselerde toplanan erkek ve kadınların, dürlü dürlü süs eşyâları ile birbirlerine, ibâdet ismi altında, yapdıkları cilveler ve hareketlere niçin mâni’ olmıyorlar? Bilhâssa günâh çıkarılacağı zemân, genç papazlar ile genç kadınlar, yüz göz açık, diz dize, baş başa, tenhâda oturup, işledikleri günâhları anlatmaları ve papazların dinlemesi ve kiliselerden çıkılırken genç oğlanların, genç kadınlara okunmuş su takdîm etmesi gibi hâllere bakılırsa, değil câhil, avâm hıristiyanlar, hiç bir papaz bile, göz zinâsından kurtulamaz.
Bu açıklamadan anlaşılıyor ki, bütün ilâhî kitâblarda, [bütün ilâhî dinlerde] harâm olan birçok şeyleri papazlar sonradan te’vîl ederek, halâl saydıkları gibi, zinâyı da bu şeklde hiç şübhesiz halâl saydılar. Fekat, islâmiyyetde kadının eli ve yüzünden başka yerlerini yabancı erkeklere göstermeleri ve onlarla yalnız bu-
lunmaları harâmdır. Kadınlardan Allahü teâlânın emrlerine uyanlar, dünyâda Allahü teâlânın ilâhî hıfzında kalacaklar. [Âhiretde de, Cennet-i a’lâda sayısız ni’metlere kavuşacaklardır. Böylece müslimân kadınlar, dünyâda huzûr ve râhat, âhiretde de, ni’metler içerisindedirler.] Avrupalı kadınlar gibi, şehvetperest erkeklerin hırs ve tama’larına hedef olarak rezîl olmazlar.
[İslâmiyyetin kadına verdiği kıymeti, hiçbir din, hiçbir inanç, hiçbir nizâm, hiçbir fikr vermemişdir. İslâmiyyet, kadını baş tâcı etmiş, onu gerçek bir anne ve her evin sultânı olmak makâmına oturtmuşdur. Medenî olduklarını iddiâ eden Avrupalılar; kadınlarını fabrikalarda, işyerlerinde, atelyelerde ve mağazalarda çalışdırmakda ve kadının gerçek vazîfelerini yapmasına fırsat vermemekdedir.
İslâmiyyetde, kadın ev içinde ve dışında çalışmak, para kazanmak mecbûriyyetinde değildir. Evli ise erkeği, evli değilse, babası, babası da yoksa, en yakın akrabâsı çalışıp, onun her ihtiyâcını karşılamağa mecbûrdur. Kendine bakacak hiç kimsesi bulunmıyan kadına, devletin (Beyt-ül-mâl) denilen hazînesi bakmağa me’mûrdur ve onun her ihtiyâcını te’mîn etmeğe mecbûrdur. İslâmiyyetde geçim yükü, erkek ve kadın arasında paylaşdırılmamışdır. Bir erkek, zevcesini tarlada, fabrikada veyâ herhangi bir yerde çalışmağa zorlayamaz. Eğer, kadın isterse ve erkek de izn verirse, kadın, kadınlar için iş bulunan yerlerde, erkekler arasına karışmadan çalışabilir. Fekat, kadının kazancı kendisinindir. Kocası, ondan zorla hiçbir şey alamaz. Onu, kendi ihtiyâclarını dahî satın almasına zorlıyamaz. Ev işlerini yapmaya da zorlıyamaz. Kadın ev işini kocasına bir hediyye, bir lutf olarak yapar. Bunlar, müslimân hanımların sâhib olduğu birer fazîletdir. Onlardaki şerefli bir sıfatdır. Şimdi, komünist memleketlerinde, kadın da, erkeklerle birlikde, boğaz tokluğuna, hayvanlar gibi, en ağır işlerde zorla çalışdırılıyor. Hür dünyâ dedikleri hıristiyan memleketlerinde, (Hayât müşterekdir) denilerek, kadınlar da, fabrikalarda, tarlalarda, ticâretde, erkekler gibi çalışıyor; sıkıntı, üzüntü ile yaşıyorlar. Çoğunun, evlendiklerine pişmân oldukları, mahkemelerin boşanma da’vâları ile dolu olduğu, günlük gazetelerde sık sık görülmekdedir. Kadınlar, islâm dîninin kendilerine verdiği kıymeti, râhatı, huzûru, hürriyyeti ve boşanma hakkına mâlik olduklarını bilmiş olsalar, bütün dünyâ kadınları, hemen müslimân olur ve islâmiyyetin her memlekete ya-yılması için çalışırlar. İslâmiyyetin kadınlara pekçok haklar tanıması ve onları erkekler elinde bir köle veyâ oyuncak olmakdan koruması, Allahü teâlânın kadınlara büyük kıymet verdiğini gösterir.]
Bütün bu anlatılanlardan sonra, insâf sâhibi, akllı kimseler, hıristiyanlık ve müslimânlıkdan hangisinin ilâhî kitâblara ve insanlık edeblerine, îcâblarına uygun olduğunu Allah için söylesinler.
11 - İncîlde, (Kim kadınını boşarsa, ona boş kâğıdını versin denilmişdir. Fekat ben size derim ki, her kim zinâdan başka bir sebeble boşarsa, onu zâniye eder. Ve her kim boşanmış kadınla evlenirse, zinâ eder) denilmekdedir. [Matta bâb beş, âyet otuzbir ve otuziki.]
Hıristiyanların islâmiyyetdeki talâk, ya’nî kadın boşamaya yap-dıkları i’tirâzları ve bunların cevâblarını (TALÂK) bahsinde mufassal olarak anlatacağız. Fekat, bütün hıristiyanlara burada birkaç, süâl tevcîh edeceğiz:
a) Madem ki, dahâ önce zikr etdiğimiz Matta İncîlinin beşinci bâbının yirmisekizinci âyetine göre, şehvet nazarı ile bakmak aynen zinâ etmek olduğu, Îsâ aleyhisselâm tarafından bildirilmişdir. Zinâ sebebi olunca kadını boşamak ise, yine Mattanın beşinci bâbının otuzikinci âyetine göre lâzım olmakdadır. Şimdi hıristiyanlar arasında yabancı kadın ve erkeğin birbiri ile görüşmemesi gibi bir şey olmadığından, her hıristiyan kadının, istediği genç erkekle ve her hıristiyan erkeğin de, istediği kadınla açıkca veyâ gizlice görüşmesi âdet olduğu hâlde, hıristiyanlar zinâ günâhından acabâ nasıl kurtulabilmekdedirler?
b) Avrupa târîhlerinde yazıldığına göre, Avrupada birçok hükümdârın hanımlarında zinâ fi’li bulunmadığı hâlde, hükümdârlar hanımlarını boşamışlar [ve pek çok kadın ile evlenmişlerdir.]. Papalık makâmının hudûdsuz yetkilerine sâhib bulunan papazlar, hükümdârların o kadınları boşamasına nasıl müsâade etmişlerdir?
c) Bugün Avrupa kanûnlarında talâk [boşanma] bahsi yazılı ve mer’iyyetde olup, zinâdan başka, aşırı, şiddetli geçimsizlik ve gadab, hattâ kadın ve erkeğin rızâları ile boşanmayı îcâb etdiren sebebler olduğu hâlde, birbirlerinden boşanamamakdadırlar. Eğer zevc, yeni sevdiği kadını evinde bulundursa, zevcin zevcesini boşayabilme salâhiyyeti ve zevc ve zevcenin rızâları ile olan ayrılıkda dahî, zevc ve zevce üç sene geçdikden sonra, bir başka kimse ile evlenebilirler. Zinâ töhmeti ile olan ayrılıkda ise, en az on ay geçdikden sonra bir başkası ile evlenebilmesi mümkindir. Bunlar Avrupa kanûnlarının ba’zı hükmleridir.Öyle ise, burada (İncîlin zinâ edeni hemen at, ayrıl) sözü nerede kalmışdır?
12 - İncîlde, (Sizden öncekilere, yalan yere yemîn etmeyin ve
andlarınızı [yemînlerinizi] Rabbe ödeyeceksiniz denildiğini işitdiniz. Fekat ben size derim ki, hiç yemîn etmeyiniz. Ne gök üzerine, çünki o, Allahın tahtıdır. Ne yer üzerine, çünki o, Allahın ayaklarının basamağıdır. Ne Kudüs üzerine, çünki o, büyük meleğin şehridir. Ve (başın üzerine) diyerek yemîn etmeyeceksin. Çünki sen, sa-çın bir kılını ak veyâ kara yapmağa kâdir değilsin. Ancak sözünüz evet evet, hayır hayır olsun. Zîrâ bunlardan çok olan şerdendir) denilmekdedir. [Matta bâb beş, âyet otuzüç ve devâmı.]
Matta İncîlinin bu âyetlerinden anlaşılan, aslâ yemîn etmemek, kat’î bir emrdir. Hâlbuki, cem’iyyet içinde muâmelât sebeblerinin en büyüklerinden olan böyle bir emniyyet vesîlesinin, büsbütün yok edilmesi akla ve hikmete uygun bir şey olamıyacağından, bunun da, İncîlde yapılan tahrîflerden biri olduğu zan olunur. Mûsâ aleyhisselâmın dîninde olduğu gibi, islâmiyyetde de, yemîn vardır. İslâmiyyetde yemîn üç dürlüdür:
a) Yemîn-i Gamûs: Geçmişdeki birşey için, bilerek yalan yere yemîn etmekdir. Büyük günâhlardandır. Böyle yemînlere keffâret lâzım olmaz. [Hemen pişmân olup, tevbe ve istiğfâr etmelidir.]
b) Yemîn-i Lağv: Boş yere bir işi yapdığı zannı ile, yanlış yemîn etmekdir. Dahâ sonra yapmadığı ortaya çıkınca, hiç hükmüne girer. [Ya’nî günâh da olmaz, keffâret de îcâb etmez.]
c) Yemîn-i Mün’akıde: İlerde yapacağım veyâ yapmıyacağım diye yemîn etmekdir. Bir kimse yarın şu işi yapacağım diye va’dde bulunup (VALLAHÎ) diyerek yemîn etse, dahâ sonra sebât etmeyip, o işi yapmasa (Hânis) ya’nî yalancı olup, keffâret vermesi lâzım olur. Bu kısm yemîne keffâret verilmesi husûsunda Kur’ân-ı kerîmde açık beyânlar vardır. Mâide sûresinin seksendokuzuncu âyetinde meâlen: (Allahü teâlâ sizi yemîn-i lağv ile muâheze etmez [cezâlandırmaz]. Fekat akd etdiğiniz [mün’akid] yemînlerde muâheze eder. Onun keffâreti, çoluk çocuğunuza yidirdiğinizin orta hâli ile on fakîri doyurmakdır veyâ çoluk çocuğunuza giydirdiğinizin orta hâliyle birer elbiseyi, on fakîre giydirmekdir veyâ bir köle âzâd etmekdir. Bu üçünden birini yapmaya gücü yetmiyenin, üç gün müte’âkıben [peşpeşe] oruc tutmasıdır. İşte bunlar sizlerin yemînlerinize keffâretdir. Lisânlarınızı [yalan yere yemîn etmekden veyâ] yemîninizi bozmakdan hıfz ediniz) buyurulmuşdur. Allahü teâlânın isminden başka, yer, gök ve başın için ve evlâdın için diyerek, yemîn etmek ise, çeşidli hadîs-i şerîfler ile men’ edildiğinden, şer’an câiz değildir.
13 - Matta İncîlinde yazıldığına göre, Îsâ aleyhisselâm Tevrâtda olan kısâs âyetini nakl etdikden sonra, beşinci bâbının otuzdokuz ve devâmındaki âyetlerde, (Fekat ben size derim ki;
kötülüğe karşı koymayın ve sağ yanağınıza kim vurursa, ona sol yanağınızı da çevirin. Eğer birisi gömleğini almak isterse, ona kaputunu, abanı da ver. Ve kim seni bir mil gitmeğe zorlarsa, onunla iki mil git. Senden dileyene, isteyene ver. Düşmanlarınızı sevin ve size beddüâ edenlere hayr düâ edin. Herkese selâm verin) denilmekde ve başkalarına kötülük yapan, zulm eden kimselerin afv edilmesi bildirilmekdedir. Kısâs, ya’nî suçluyu cezâlandırmak temâmen inkâr olunmakdadır.
Kısâs mes’elesi, ilâhî kitâblarda meşrû’ olduğu gibi, Kur’ân-ı kerîmde de, emr edilmişdir. Mâide sûresinin kırkbeşinci âyetinde meâlen: (Can, can için, göz göz için, burun burun için, kulak kulak için, diş diş için ve yaralamak için kısâs vardır) buyurulmuşdur. Bekara sûresinin yüzyetmişdokuzuncu âyetinde meâlen: (Ey akl sâhibleri! Sizin için kısâsda hayât [ve sıhhat] vardır) buyurulmuşdur. Fekat öldürülen kimsenin vârislerinin ve yaralanan veyâ bir a’zâsı kesilen kimsenin, kısâs yapılmasını istemeyip, afv etmelerinin efdal ve pek hayrlı olması hakkında âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler vârid olmuşdur. Ancak, İncîlin kısâsı temâmen afv etmesi, tahrîf edildiğine, kuvvetli bir delîldir. Çünki, her dinde ve her kanûnda kısâs vardı. Hattâ, hıristiyan memleketlerinde dahî kısâs yapıldı. Eğer hıristiyanlar, bu İncîlin sıhhatini, doğruluğunu kabûl etmiş olsalardı, kısâs yapmazlardı.
(Bir yanağına vurana diğer yanağını da çevir. Gömleğini isteyene kaputunu da ver. Her gidelim diyen ile berâber git) emrleri de aynen kısâs mes’elesi gibi tahrîfâtdan olmalıdırlar. Çünki, böyle bir şerî’at ile dünyâda hiç bir kavm, hiç bir cem’iyyet hayâtiyyetini, varlığını devâm etdiremez. Bunun en açık delîli de, Avrupalıların, hıristiyanlığın bu esâslarına hiç i’tibâr etmemeleridir.
[Avrupada maddî refâh, ilm ve teknik, hep hıristiyanlığı terk etmek sebebi ile zuhûr etmişdir. Bu terakkîlerin sebebi, Avrupadaki reformlar olmuşdur. Bu reformları yapanlar, Endülüsde ya’nî İspanyada islâm medreselerinde ilm tahsîl eden Avrupalılardır. Bunlar her dürlü terakkîye mâni’ olan hıristiyanlığa karşı cebhe almışlar, hıristiyanlığın terakkîye mâni’ olduğunu akl ve ilm ile isbât etmişlerdir. Hıristiyanlığı red eden, terakkîye mâni’ olduğunu isbât eden kitâblar yazmışlardır. İslâmiyyeti bilmeyen ba’zı câhiller, Avrupalıların yazdığı bu kitâbları okuyup, islâmiyyeti de böyle sanmışlar. Her dürlü ilerlemeği, terakkîyi, ilmi emr eden islâmiyyetde de, reform yapmak fikrine kapılmışlardır. Kendileri islâmiyyetin ışıklı yolundan sapmış, başkalarını da sap-dırmışlardır. Böylece, câhilliklerini ve ahmaklıklarını ortaya koymuşlardır. Dahâ önce bildirdiğimiz gibi, müslimânlar islâmiyye-
te yapışıp, bağlandığı müddetce, hıristiyanlar ise, hıristiyanlığı terk edip, uzaklaşdığı müddetce, terakkî etmişlerdir.]
14 - Matta İncîlinde, (Her neye sâhib isen satıp sadaka ver) di-ye emr eder. [Matta bâb ondokuz, âyet yirmibir.]
Kur’ân-ı kerîm ise, sadaka ve ihsânda bulunmayı teşvîk eder. [Bütün malını sadaka ver diye, emr etmez. Bütün malını sadaka verip, başkalarına muhtaç ve zelîl olmakdan men’ eder.] Nitekim, İsrâ sûresinin yirmialtıncı âyetinde meâlen: (Akrabâya hakkını ver [ki, o hak, hâllerine göre sıla-i rahm yapmak, muhtâc ve âciz olanlara nafaka vermek ve güzel geçinmekdir]. Hâllerine göre fakîrlere ve yolculara [zekât ve ta’âm] haklarını ver. İsrâf edip, malını lüzûmsuz yere dağıtma) ve yirmidokuzuncu âyetinde meâlen: (Elini boynuna bağlama [ya’nî cimrilik etme] ve elini temâmen açma [ya’nî isrâf etme] ki, kötülenirsin ve başkalarına muhtâc olursun) buyurulmuşdur.
[Kur’ân-ı kerîm, sadaka vermenin, birçok günâha keffâret olacağını, afv edilmelerine sebeb olacağını bildirmekdedir.]
15 - Matta İncîlinin altıncı bâbının üçüncü ve dördüncü âyetlerinde, (Fekat sadaka verdiğin zemân, sol elin, sağ elinin ne yap-dığını bilmesin! Gizli şeyleri gören Baban, sana ödeyecekdir) demekdedir.
Riyâdan sakınmak için, sadakanın gizli verilmesi uygun ise de, başkalarını teşvîk için, riyâ maksadı olmaksızın âşikâre, açıkca vermekde de bir beis yokdur. Bundan dolayı Kur’ân-ı kerîmde sadakanın âşikâre, açıkca verilmesi de nehy olunmamışdır. Fekat, gizli vermenin dahâ efdâl olduğu da âyet-i kerîmede bildirilmekdedir. Bekara sûresinin ikiyüz yetmişbirinci âyetinde meâlen: (Sadakaları âşikâre verirseniz ne güzeldir. Eğer gizlerseniz ve onları [sadakaları] fakîrlere verirseniz bu sizin hakkınızda dahâ hayrlıdır ve günâhlarınıza keffâretdir. Allahü teâlâ sizin yapdıklarınızdan haberdârdır) buyurulmuşdur. [Bu âyet-i kerîmede açıkca verilmesi bildirilen sadaka, farz olan zekâtdır. Farz olan zekâtı açıkca vermek riyâ olmaz, dahâ sevâb olur. Tetavvu’ [nâfile] olan sadakayı ise gizlice vermek efdaldir. Gizli verilen nâfile sadakanın, açıkdan verilen nâfile sadakadan yetmiş kat dahâ sevâb olduğu hadîs-i şerîf ile bildirilmişdir.] Allahü teâlânın râzı olduğu yolda verilen maldan hâsıl olacak ecr ve mükâfât hakkında, Bekara sûresinin ikiyüzaltmışbirinci âyetinde meâlen: (Mallarını Allah yolunda infâk edenlerin, harcıyanların hâli, bir tohum dânesine benzer ki, ekildiğinde yedi başak bitirip, her bir başakda da yüz dâne tohum bulunur) buyurulmuşdur.
Sadakanın, kişinin en sevdiği maldan olması lâzımdır. Bu husûsda, Âl-i İmrân sûresinin doksanikinci âyetinde meâlen, (Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikce hayra, iyiliğe [Cennete] nâil olamazsınız, kavuşamazsınız) buyurulmuşdur.
Bekara sûresinin ikiyüz yetmişüç ve ikiyüz yetmişdördüncü âyetlerinde meâlen: (Sizin sadakalarınız, fî-sebîlillah cihâd eden, ilm tahsîl eden ve ibâdet gibi hayrlı bir işle meşgûl olan ve yeryüzünde ticâret ve san’at gibi bir işle meşgûl olmaya müsâid [elverişli] vaktleri olmayan fakîrler içindir. Onlar, dilenmekden çekindikleri için, câhiller onları zengin zan ederler. Ey Resûlüm, sen onları sîmâlarından tanırsın. Onlar iffetlerinden dolayı insanları râhatsız edip sadaka istemezler. Malınızdan, bunlara infâk ederseniz, muhakkak Allahü teâlâ verdiğinizi ve niçin verdiğinizi bilir. Şu kimseler ki, gece ve gündüz gizli ve âşikâr mallarını infâk ederler. Onların ecrleri, Rablerinin indinde [Na’îm Cennetleri]dir. Onlara korku ve hüzn yokdur) buyurulmuşdur. [Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” bin altın âşikâre, bin altın gizli, bin altın gece, bin altın gündüz sadaka verdi. Bunun üzerine bu âyet-i kerîmenin nâzil olduğu bildirilmişdir.]
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Yedi kısm kimse vardır ki, Allahü teâlânın ihsân etdiği gölgeden başka gölge bulunmadığı kıyâmet gününde, Allahü teâlâ onları Arşın gölgesinde gölgelendirir. Onlardan birisi, sadaka verdiği zemân sağ elinin verdiğini, sol eli dahî bilmeyen kimsedir.) Bu hadîs-i şerîfden sadakayı âşikâre, açıkca vermenin temâmen nehy edildiği anlaşılmamalıdır. Ba’zı yerler vardır ki, hâlis niyyet ile, kendini riyâdan koruyarak ve başkalarını teşvîk için hayrın, iyilik ve sadakanın, âşikâre olması dahâ efdâldir. Hadîs-i şerîfde, (Bir hayrın yapılmasına yol gösteren onu yapan gibidir) buyurulmuşdur. Bu hadîs-i şerîfe göre, sadakayı âşikâre vermek, iyiliği açıkca yapmak iki kat sevâb olur. Birisi, vermiş olduğu sadaka sevâbı, ikincisi ise, başkalarını teşvîk etmek sevâbıdır. Böyle, hâlis niyyet ile, iyilik ve sadakayı izhâr, aklen ve şer’an gizlemekden elbette dahâ güzeldir. Bugün mevcûd olan İncîllerde, sadakayı gizli vermek açıkca emr ediliyor ise de, hıristiyanların çoğu, burada da, İncîle uymamakda, sadakayı âşikâre vermekdedir. Hattâ nefslerini kırmak için hayr sever ba’zı kimseler ve ba’zı süslenmiş madamların, sadaka toplamak için arabaları ile sokaklarda dolaşmaları, Avrupanın eski modalarındandır.
16 - Matta İncîlinin altıncı bâbında düâ ederken riyâ yapmamak lâzım olduğu yazılıdır. [Âyet beş ve devâmı.]
[Riyâ, birşeyi olduğunun tersine göstermekdir. Kısaca, göste-
riş demekdir. Kalb hastalıklarındandır. Kötü bir huydur. Âhiret amellerini yaparak, âhiret yolunda olduğunu göstererek, dünyâ arzûlarına kavuşmak demekdir. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde ve Resûlullah efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” hadîs-i şerîflerinde, islâm âlimleri de kitâblarında, riyânın kötülüğünü bildirmişlerdir.]
Mâ’ûn sûresinin dört, beş ve altıncı âyetlerinde meâlen: (Gaflet ile, ehemmiyyet vermeden nemâz kılan ve nemâzlarını halk yanında, nifâk ve riyâ ile kılıp, tenhâda terk edenler için şiddetli azâb vardır) buyurulmuşdur. Kehf sûresinin yüzonuncu âyetinde meâlen: (Kim Rabbine kavuşmayı arzû ederse, amel-i sâlih işlesin ve Rabbine yapdığı ibâdetde, Ona hiç kimseyi ortak koşmasın) buyurulmuşdur. Bu âyet-i kerîmeye göre, riyâ ile, ya’nî gösteriş için ibâdet etmek, şirk hükmündedir. Çünki, riyâ, gösteriş yapan, ibâdetinde, ma’bûda bir başkasını ortak koşmakdadır. Bu ma’nâyı te’yîd ederek, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâb-ı kirâma, (Sizin için en çok korkduğum şey, şirk-i asgara [küçük şirke], yakalanmanızdır) buyurdu. Eshâb-ı kirâm: Yâ Resûlallah! Küçük şirk nedir? diye sordular. (Riyâdır) buyurdu.
[Diğer bir hadîs-i şerîfde, (Dünyâda riyâ ile ibâdet edene, kıyâmet günü, ey kötü insân! Bugün sana sevâb yokdur. Dünyâda kimler için ibâdet etdin ise, karşılıklarını onlardan iste, denir) buyurdu. Riyânın zıddı, ihlâsdır. İhlâs, dünyâ fâidelerini düşünmeyip, ibâdetlerini yalnız Allah rızâsı için yapmakdır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyuruyor ki, (Allahü teâlâ buyuruyor ki, benim şerîkim yokdur. Başkasını bana şerîk eden, sevâblarını [va’d etdiğim karşılıklarını] ondan istesin. İbâdetlerinizi ihlâs ile yapınız! Allahü teâlâ, ihlâs ile yapılan amelleri [işleri] kabûl eder.) Muâz bin Cebeli “radıyallahü anh” Yemene vâlî olarak gönderirken, (İbâdetlerini ihlâs ile yap! İhlâs ile yapılan az amel kıyâmet günü sana yetişir) buyurdu. Başka bir hadîs-i şerîfde, (İbâdetlerini ihlâs ile yapanlara müjdeler olsun. Bunlar hidâyet yıldızlarıdır. Fitnelerin karanlıklarını yok ederler) buyurdu.]
17 - Matta İncîlinde, (Düâ ederken, putperestlerin yapdığı gibi, lüzûmsuz yere tekrârlar yapmayın. Zîrâ onlar, çok söyledikleri için, kabûl edileceğini zan ederler. Siz Ondan istemeden önce o, ihtiyâçlarınızı bilir. Siz şöyle düâ edin: Ey göklerde olan Baba-mız, ismin mukaddes olsun. Melekûtün gelsin. Gökde olduğu gibi, yerde de senin irâden olsun. Her günkü ekmeğimizi bize bugün de ver ve biz suçlu olanları bağışladığımız gibi, bizim suçlarımızı (borçlarımızı) bağışla. Bizi iğvâya götürme. Bizi şerîrdenkurtar. Melekût ve kudret ve izzet, ebediyyen senindir. Âmîn) de-
nilmekdedir. [Matta bâb altı, âyet yedi ve devâmı.]
[Burada, (gökde olduğu gibi yerde de senin irâden olsun) denilerek, Allahü teâlâya âcizlik isnâd ediliyor. (Biz suçluları bağışladığımız gibi, bizim suçlarımızı da sen bağışla) denilerek, hâşâ Allahü teâlâ minnet altında bırakılmışdır. Biz yapdığımız gibi sen de yap-mağa, hâşâ mecbûrsun denilmekdedir. Yine burada sâdece ekmek istenmekdedir. Hâlbuki, Allahü teâlâdan bütün ni’metleri istenmeliydi.]
İncîlde bundan başka bir düâ yokdur. Bunun için hıristiyanlar, hergün bu düâyı okumakla me’mûrdurlar. Müslimânların her günkü düâsı, Fâtiha-i şerîfedir ki, beş vakt nemâzın, her rek’atinde okunur. Böylece, hergün en az, kırk kerre okunur. Fâtiha-i şerîfe sûresinin meâl-i şerîfi şudur:
(Bismillâhirrahmânirrahîm: Rahmân ve rahîm olan Allahü teâlânın ism-i şerîfini okuyarak başlıyorum. Hamd ve senânın en üstünü, bütün âlemleri yaratan, [bir nizâm üzere birbirine bağlayan] Allahü teâlâya mahsûsdur. Allahü teâlâ, dünyâda ve âhıretde kullarına çok merhamet edicidir. Kıyâmet gününün mâliki [ve hâkimi] yalnız Odur. Biz, ancak sana ibâdet ederiz [Senden başka ibâdete lâyık ve müstehak olan hiçbir şey yokdur.] Ve ancak senden yardım isteriz. Bizi [İ’tikâdımızda, fi’llerimizde ve sözlerimizde ve ahlâkımızda ifrât ve tefrît arasında orta yol olan] doğru yolda bulundur. [Dîn-i islâm ve sünnet-i enâm “aleyhissalatü vesselâm” olan sırât-ı müstakîmde bizi sâbit eyle.] Bizi kendilerine [fadl ve ihsânın ile] ni’met verdiğin kimselerin [Peygamberlerin, Velîlerin ve Sıddîklerin] yolunda bulundur. [Hakkı kabûl etmeyip] senin gadabına uğrayanların ve sapıkların yolunda bulundurma! [Yâ Rabbî.Âmîn: Kabûl buyur Allahım!]) Bundan başka, Kur’ân-ı kerîmde yüzlerce düâ vardır ki, her biri ve ma’nâları tefsîr kitâblarında uzun yazılıdır.
18 - Matta İncîlinde, (Düâ etdiğin zemân, iç odana gir ve kapıyı kapayarak gizli olan Babana düâ et! Gizlide gören Baban, sana âşikâre ödeyecekdir. Semâvâtda olan Babanız, kendisinden isteyenlere, pek çok ihsânlar verecekdir) denilmekdedir. [6-6]
Kur’ân-ı kerîmde [Allahü teâlâya düâ edenlere verilecek ecrleri [karşılıkları] ve düâ etmek lâzım olduğunu ve yapılan düâların kabûl edileceğini bildiren pek çok] âyet-i kerîmeler vardır. Mü’min sûresinin altmışıncı âyetinde meâlen: (Bana düâ ediniz, size icâbet edeyim [kabûl ederim]) buyurulmuşdur. Bekara sûresinin yüzseksenaltıncı âyetinde meâlen: ([Ey Resûlüm], Kullarım sana benden sorarlarsa, Ben [ilm ve icâbetle] yakınım. Bana düâ etdikleri zemân düâlarına icâbet ederim [kabûl ederim]. Benden
icâbet istesinler ve bana îmân etsinler) buyurulmuşdur.
19 - Matta İncîlinde, (Eğer siz insanların suçlarını bağışlar iseniz, gökde Babanız da sizi bağışlar. Fekat siz insanların suçlarını bağışlamazsanız, Babanız da, sizin suçlarınızı bağışlamaz) denilmekdedir. [Matta bâb altı, âyet ondört-onbeş.]
Kur’ân-ı kerîmde, Nûr sûresinin yirmiikinci âyetinde meâlen: ([Kusûrları] afv etsinler, intikâmdan vazgeçsinler. Dikkat ediniz! Allahü teâlânın sizi magfiret etmesini sevmezmisiniz? Allahü teâlâ magfiret ve rahmet edicidir) buyurulmuşdur. Âl-i imrân sûresinin yüzotuzdördüncü âyetinde meâlen: ([Takvâ sâhibleri] o kimselerdir ki, bollukda ve darlıkda, çoklukda ve azlıkda [sadaka verirler ve] infâk ederler. Gadablarını yok ederler, [ya’nî dargınlık yapmağa kâdir iken, sabr ve terk ederler ve insanlardan cezâya müstehak olanların] kusûrlarını afv ederler, Allahü teâlâ ihsân edenleri sever) buyurulmuşdur. [Müslimânlar hep bu âyet-i kerîmeler ile amel etmişlerdir. Buna bir misâl yazalım. Resûlullahın mubârek torunu Hüseyn bin Alî “radıyallahü anh” misâfirleri ile sofrada oturmuşlardı. Kölesi bir kab sıcak yemek ile gelirken ayağı yere takılıp, elindeki yemeği Hüseynin “radıyallahü anh”, mubârek başına dökdü. Kölesini terbiye için yüzüne sert bakınca, kölesi, bu âyet-i kerîmenin (Gadab etmezler) kısmını okudu. İmâm-ı Hüseyn “radıyallahü anh”, gadabımı terk etdim, buyurdu. Bunun üzerine köle, (İnsanlardan kusûrlu olanları afv ederler) kısmını okudu. İmâm-ı Hüseyn “radıyallahü anh” afv etdim buyurdu. Bunun üzerine köle, (Allahü teâlâ ihsân edenleri sever) kısmını okudu. İmâm-ı Hüseyn “radıyallahü anh”, seni kölelikden azâd etdim, istediğin yere gidebilirsin, buyurdu.] Beled sûresinin onyedinci ve onsekizinci âyetlerinde meâlen: (Bundan sonra mü’minlerden olup, birbirlerine sabr ve merhamet tavsiye ederler. İşte bunlar, eshâb-ı yemîndendirler, ya’nî Cennet ehlindendirler) buyurulmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” (Başkalarına merhamet etmiyene, merhamet olunmaz) buyurmuşdur.
20 - Matta İncîlinde, (Oruc tutduğunuz zemân, ikiyüzlüler gibi surat asmayın. Zîrâ onlar oruc tutduklarını insanlar görsünler diye suratlarını asarlar. Doğrusu size derim ki, onlar mükâfâtlarını almışlardır. Fekat sen oruc tutduğun zemân başına yağ sürüp, yüzünü yıka. Tâ ki, insanlara değil, gizlide olan Babana oruc tutduğunu gösteresin) denilmekdedir. [Matta bâb altı, âyet onaltı, onyedi ve onsekiz.]
Îsâ aleyhisselâm sâdece Allah rızâsı için oruc tutulmasını emr etmiş ve riyâdan nehy buyurmuşdur. İslâmiyyetde riyânın kötülüğü ve riyâdan sakındırmak için vârid olan âyet-i kerîme ve ha-
dîs-i şerîflerden ba’zılarını yukarıda bildirdiğimizden, burada tekrar etmemize lüzûm yokdur. Dikkat edilecek husûs şudur ki, İncîlin bu âyetlerinde, oruc tutmak, açıkca emr edildiği hâlde, Îsâ aleyhisselâmdan çok sene sonra, onun yüzünü görmeyen ve onun eshâbına nice ihânetler yapdığını hıristiyanların dahî i’tirâf etdikleri Pavlos, sonradan İncîldeki diğer ahkâmı değişdirdiği gibi, bu orucu da değişdirmişdir.
21 - Matta İncîlinde, (Mal toplayıp, kalbinizi bağlamayın. Ne yiyeceğiz, ne giyeceğiz diye keder [kaygı] çekmeyin. Hakka tevekkül ve i’timâd ediniz) denilmekdedir. Ve kuşların yaşayışları ve kır zambaklarının tabîî kisveleri gibi ba’zı misâller verilmekdedir. [Matta bâb altı, âyet yirmibeş ve devâmı.]
Kur’ân-ı kerîmde dünyâya rağbet etmemek husûsunda vârid olan, ba’zı âyet-i kerîmeleri ve Peygamberimizin hadîs-i şerîflerini yukarıda zikr etmişdik. Tevekkül ile ilgili âyet-i kerîmeler de pek çokdur. Burada bir kaçını zikr etmekle iktifâ edelim.
Talâk sûresinin ikinci ve üçüncü âyetlerinde meâlen: (Kim ki, Allahü teâlâdan korkarsa, Allahü teâlâ ona [darlıkdan genişliğe] bir çıkış yolu ihsân eder ve ona ummadığı yerden rızk verir. Her kim, Allahü teâlâya tevekkül ederse, Allahü teâlâ ona kâfîdir) buyurulmuşdur.
[Tevekkül ile ilgili âyet-i kerîmelerin tefsîrlerinin temâmı bir araya getirilse, İncîlin temâmından çok olur. Mâide sûresinin yirmiüçüncü âyetinde meâlen: (Eğer îmânınız varsa, Allahü teâlâya tevekkül ediniz) buyurulmuşdur. Âl-i imrân sûresinin yüzellidokuzuncu âyetinde meâlen: (Allahü teâlâ, tevekkül edenleri sever) buyurulmuşdur. İbrâhîm sûresinin onbirinci âyetinde meâlen: (Tevekkül ediciler yalnız Allahü teâlâya tevekkül etmelidir) buyurulmuşdur.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyuruyor ki, (Ümmetimden bir kısmını, bana gösterdiler. Dağları, sahrâları doldurmuşlardı. Böyle çok olduklarına şaşdım ve sevindim. Sevindin mi dediler, evet dedim. Bunlardan ancak yetmişbin adedi hesâbsız Cennete girer dediler. Bunlar hangileridir diye sordum. İşlerine sihr, büyü, dağlamak ve fal karışdırmayanlar ve Allahü teâlâdan başkasına, tevekkül ve i’timâd etmeyenlerdir buyuruldu.) Dinliyenler arasında Ukâşe “radıyallahü anh”, ayağa kalkıp, (Yâ Resûlallah! Düâ buyur da, onlardan olayım) deyince, (Yâ Rabbî! Bunu onlardan eyle!) buyurdu. Başka biri dahâ ayağa kalkıp, aynı düâyı isteyince, (Ukâşe senden çabuk davrandı) buyurdu.
Bir hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâya tam tevekkül etseydiniz,
kuşların rızkını verdiği gibi, size de gönderirdi. Kuşlar, sabâh mi’deleri boş, aç gider. Akşam mi’deleri dolmuş, doymuş olarak döner) buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde, (Bir kimse, Allahü teâlâya sığınırsa, Allahü teâlâ, onun her işine yetişir. Hiç ummadığı yerden, ona rızk verir. Her kim, dünyâya güvenirse, onu dünyâda bırakır) buyurdu.
İslâmiyyetde tevekkül, çalışmayıp her şeyi Allahü teâlâdan beklemek değildir. Allahü teâlânın âdeti şöyledir ki, herşeyi bir sebeb ile yaratmakdadır. Sebebleri O yaratdığı gibi, onların te’sîr ederek, işin meydâna gelmesini de, O yaratmakdadır. İslâmiyyet, herşeyin sebebini araşdırmamızı ve bu sebebe yapışmamızı emr etmekdedir. Her şeyin ma’lûm olan, meşhûr olan, sebebine yapışmamız ve bu sebebin te’sîrini halk etmesi için, Allahü teâlâya düâ etmemiz, yalvarmamız lâzımdır. Sebebe yapışmadan işin yapılmasını Allahdan beklemek, Allahü teâlâya karşı gelmek, Onun âdetini bozmağa kalkışmak olur. Tevekkülün ma’nâsı ve çeşidleri hakkında (Tam İlmihâl SE’ÂDET-İ EBEDİYYE) kitâbında geniş ma’lûmât vardır.]
22 - Matta İncîlinde, (Niçin kardeşinin gözündeki çöpü görürsün de, kendi gözündeki merteği görmezsin) demekdedir. [Matta bâb yedi, âyet üç.]
Kur’ân-ı kerîmde Hucurât sûresinin onikinci âyetinde meâlen: (Ey îmân edenler, zannın çoğundan sakınınız. Çünki zannın ba’zısı günâhdır. [Müslimânların ayblarını] araşdırmayınız ve birbirinizi gıybet etmeyiniz [ya’nî, bir kimsenin arkasından, onu zem etmeyiniz]. Sizden biriniz ölü kardeşinizin etini yimeği sever mi? [Bu teklîf olunsa] ikrâh edersiniz [tiksinirsiniz]. Allahü teâlâdan korkunuz. Muhakkak ki, Allahü teâlâ tevbe edenlerin, tevbesini kabûl eder ve çok merhametlidir) buyurulmuşdur. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” (Kim insanların ayblarını, kusûrlarını örterse, Allahü teâlâ da, onun ayblarını, kusûrlarını örter) buyurmuşdur. Başka bir hadîs-i şerîfde, (Kendi nefslerinizin ayblarını araşdırınız, başkalarının ayblarını araşdırmayınız) buyurmuşdur.
[Diğer bir hadîs-i şerîfde, (Gîbet zinâdan dahâ büyük günâhdır) buyurmuşdur. İslâmiyyetde gîbet şiddet ile yasak edilmişdir. Ateşin odunu yakıp yok etdiği gibi, gîbet de hasenâtı [iyilikleri] yok e-der. Hadîs-i şerîfde, (Kıyâmet günü, bir kimsenin sevâb defteri açılır. Yâ Rabbî! Dünyâda iken şu ibâdetleri yapmışdım. Sahîfede bunlar yazılı değil, der. Onlar defterinden silindi, gîbet etdiklerinin defterlerine yazıldı denir) ve (Kıyâmet günü bir kimsenin hasenât defteri açılır. Yapmamış olduğu ibâdetleri orada görür. Bunlar, seni gîbet edenlerin sevâblarıdır, denir) buyuruldu. Gîbetden men’ eden ve gîbete mâni’ olmağı bildiren pek çok hadîs-i şerîfler vardır. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, (Din kardeşine,
onun haberi olmadan yardım eden kimseye, Allahü teâlâ dünyâda ve âhiretde yardım eder) ve (Yanında, din kardeşi gîbet edilince, gücü yetdiği hâlde, ona yardım etmiyen kimsenin günâhı, dünyâda ve âhiretde kendisine yetişir) buyurdu.]
23 - Matta İncîlinde, (Dar kapıdan girin, zîrâ helâke götüren kapı geniş ve yol enlidir. Ve ondan girenler çokdur. Fekat hayâta götüren kapı dar ve yol ensizdir. Onu bulanlar ise azdır) denilmekdedir. [Matta bâb yedi, âyet onüç ve ondört.]
Kur’ân-ı kerîmde, Âl-i imrân sûresinin ondördüncü âyetinde meâlen: (Nefsin arzûlarına muhabbet, insanlara güzel gösterildi) buyurulmuşdur. Güzel olan şeye rağbet etmek tabîî olması hasebiyle bu geniş bir yoldur. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” (Cennet nefsin istemediği şeylerle, Cehennem ise, nefsin arzûları, şehvetleri ile ihâta olundu) buyurmuşdur. Hâsılı, Cennet yolu dar ve meşakkatli, Cehennem yolu, geniş ve zînetlidir.
24 - Matta İncîlinde Îsâ aleyhisselâmın (Bana: Yâ Rab, yâ Rab diyen her adam göklerin melekûtuna giremez. Ancak göklerde olan babamın murâdını yapan girer. O gün çok kimseler bana: Yâ Rab, yâ Rab, biz senin ismin ile peygamberlik etmedik mi? Ve senin ismin ile cinleri çıkarmadık mı? Ve senin ismin ile çok mu’cizeler yapmadık mı? diyecekler. Ve o zemân ben onlara: Ben sizi hiç tanımadım, benim yanımdan gidin. Ey zulm ediciler! diyeceğim) dediği yazılıdır. [Matta bâb yedi, âyet yirmibir ve devâmı.]
Burada zikr edilen melekût protestan papazların anladığı gibi, kilise idâresi olmayıp, bil’aks kıyâmet günü görülecek (Mahkeme-i Kübrâ) ve o esnâda zuhûr edecek olan, Allahü teâlânın adâlet ve intikâmıdır. İncîlin bu âyetleri gibi Kur’ân-ı kerîmde pek çok âyet-i kerîmeler vardır. Bekara sûresinin ikiyüzellibeşinci âyetinde meâlen: (Göklerde ve yerde olanların hepsi, Allahü teâlânın mülküdür. Allahü teâlânın izni olmadıkca, mahşerde şefâ’at edip başkasını kim kurtarabilir?) buyurulmuşdur. [Zümer sûresinin kırkdördüncü âyeti, (Onlara söyle ki, Allahü teâlânın izni olmadan hiç kimse şefâ’at edemez) diye tefsîr olunmuşdur. Müddessir sûresinin kırksekizinci âyet-i kerîmesi, (Şefâ’at etmelerine izn verilenler kâfirlere şefâ’at ederlerse, şefâ’atleri onlara fâide vermez) demekdir.] Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, mubârek kızı seyyidet-ün-nisâ Fâtımaya “radıyallahü anhâ”, (Kıyâmet günü, Allahü teâlânın izni olmadıkca benden dahî sana bir fâide olmaz) buyurdu. [Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” kıyâmet günü şefâ’at-ı uzmânın sâhibidir. İnsanlar mahşer yerinde sıra ile Âdem, Nûh, İbrâhîm, Mûsâ ve en son Îsâya“aleyhimüsselâm” şefâ’at etmeleri için gelecekler. Îsâ aleyhisse-
lâm da, hıristiyanların kendisini Allahü teâlâya ortak koşduklarını, onun için Allahü teâlâdan utandığını bildirerek, hâtem-ül-enbiyâ [Peygamberlerin sonuncusu] olan Muhammed aleyhisselâma gönderecek ve Resûlullah, âlemlere rahmet olduğu için, bütün insanlara, mahşer azâbının kaldırılması için şefâ’at edecek ve bu şefâ’ati de kabûl olunacak, mahşer azâbı hepsinden kaldırılacakdır.
Hadîs-i şerîflerde: (Kıyâmet günü, en önce ben şefâ’at edeceğim) ve (Kıyâmet günü, mezârdan önce çıkan ben olacağım ve en önce şefâ’at eden ben olacağım) ve (Eshâbıma dil uzatanlardan başka, her müslimâna şefâ’at edebilirim) ve (Ümmetimden, günâhları çok olanlara şefâ’at edeceğim) buyurdu. (Se’âdet-i Ebediyye) de 475.ci sahîfede şefâ’at uzun bildirilmekdedir.]
Şefâ’at husûsunda, müslimânların i’tikâdı budur. Fekat hıristiyanlar, Îsâ aleyhisselâmın göğe kaldırılmasından sonra, Babanın sağ tarafına oturtulup, bütün ilâhî kuvvetleri eline aldığı ve kıyâmetde hâkim-i mutlakın hazret-i Îsâ olacağı inancındadırlar. [Matta bâb yirmisekiz, âyet ondokuz. Markos bâb onaltı, âyet ondokuz ve diğer İncîller.] Bu i’tikâdın [inancın] İncîl âyetlerine açıkça mugâyir olduğuna dikkat etmezler. Îsâ aleyhisselâm, İncîlde havârîlere hitâben (Allahü teâlânın emrlerine itâat etmiyenlere benden fâide olmaz. Bana yalvarıp çağıranlara ben imdâd edemem) [Matta bâb yedi, âyet yirmibir ve devâmı.] derken, hıristiyanlar, (Hazret-iÎsâ kendini bizim için fedâ etdi. Biz Cehennemden kurtulduk) şeklinde fâsid bir zanna sâhibdirler.
25 - Yine Îsâ aleyhisselâm, (Kimseden va’za mukabil para almayınız) diye tenbîh etmiş iken, protestan misyonerleri senelik binlerce lira ücret alarak hıristiyanlığı yaymağa çalışdıkları ve diğer hıristiyan fırkalarındaki papazların da belli bir ta’rife üzerinden, her günâhı, belli bir ücret karşılığı afv hattâ ba’zı hıristiyanların kendi mülkü olan arazîlerini, boş arsalarını, günâhlarının afv edilmesine karşılık parça parça papazlara vermeleri ve bu ticâret sebebi ile binlerce papazın, asrlardan beri refâh ve zenginlik içinde yaşamaları, akllara hayret verecek hâllerdendir. Burada şaşılacak husûs şudur ki, fen ve teknikde ve akllılıkda dünyâ milletlerine üstünlük iddiâsında bulunan Avrupalıların üçde biri, hâlâ bu fâsid inanca sâhibdirler.
Kur’ân-ı kerîmde, A’râf sûresinin yüzseksenaltıncı âyetinde meâlen: (Allahü teâlânın hakîr edip, îmân nasîb etmediği kimseyi doğru yola hidâyet edecek, kavuşduracak kimse yokdur) buyurulmuşdur.
26 - Matta İncîlinde yazıldığına göre, Îsâ aleyhisselâm şâkirdlerine yapdığı vasiyyet sırasında, (Bir eve girdiğinizde selâm ve-
rin. O kimse ona lâyık ise, selâmınız onun üzerine gelsin. Fekat ona lâyık değilse, selâmınız size dönsün ve kim sizi kabûl etmez ise ve sözlerinizi dinlemez ise, o evden veyâ o şehrden çıkıp, ayaklarınızın tozunu silkin) demekdedir. [Matta bâb on, âyet oniki, onüç, ondört.]
Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerde, selâm vermek, kapı çalmak, bir eve girmek âdâbına âid pek çok hükmler vardır. Nûr sûresinin yirmiyedinci ve yirmisekizinci âyetlerinde meâlen: (Ey îmân edenler. Kendi evinizden başka kimselerin evlerine, o evin sâhibinden izn almadan ve selâm vermeden girmeyin. Bu [izn ve selâm ile girmeniz] sizin için dahâ hayrlıdır [ki, ev sâhibi uygun olmıyan şeyleri terk eder]. Bunları düşünürseniz, hikmetini anlarsınız. Eğer evlerde bir kimse bulamazsanız veyâ size izn verilmezse içeri girmeyiniz. Eğer [sizi kabûl etmeyip] geri dönün derlerse, geri dönünüz. Bu [edebinizi göstereceğinden] sizin için dahâ güzeldir. Allahü teâlâ yapdıklarınızın hepsini bilir) buyurulmuşdur.
27 - Matta İncîlinin onuncu bâbında, insanları Îsevîliğe da’vet için gönderilen şâkirdlerin, dîni teblîg ederken [bildirirken] ezâ ve cefâ görecekleri beyân edilmiş ve bir şehrde cefâ görürlerse, bir başka şehre kaçmaları ve Allahü teâlâdan başka hiç kimseden korkmamaları tavsiye edilmiş ve söyliyenin onlar olmayıp, [hâşâ] Allahü teâlânın rûhu olduğu ve öldürülürlerse, öldürülecek olanın fânî cesed olup, rûha taarruz edemiyecekleri de zikr edilmişdir.
Kur’ân-ı kerîmde Ahzâb sûresinin otuzdokuzuncu âyetinde meâlen: (O kimseler ki, Allahü teâlânın risâletini [emrlerini ve yasaklarını] insanlara teblîg ederler. Ancak Allahü teâlâdan korkarlar ve Allahü teâlâdan başka bir kimseden korkmazlar. Allahü teâlâ, bunların amellerinin hesâbını görmeğe kâfîdir) buyurulmuşdur. Enfâl sûresinin onyedinci âyetinde meâlen: (Yâ Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”! [Bedr gazâsında kâfirlerin gözüne bir avuç toprağı] Sen atmadın. Fekat hakîkatde, Allahü teâlâ atdı) buyurulmuşdur. Meâl-i şerîfi, (Siz Allah yolunda öldürülenlere, ölüler demeyiniz. Hakîkatde onlar diridirler, fekat siz onları anlamazsınız [Akl, onların hayâtını anlamakdan âcizdir]) olan, Bekara sûresinin yüzellidördüncü âyet-i kerîmesi, şehîdlerin cesedlerinin ölüp, rûhlarının hayâtda olduklarını bildirmekdedir.
28 - Matta İncîlinin onuncu bâbının kırkıncı âyetinde Îsâ aleyhisselâm şâkirdlerine: (Sizi kabûl eden beni kabûl eder ve beni kabûl eden beni göndereni kabûl eder) demekdedir.
Bu âyetde, Îsâ aleyhisselâm, kendisinin Allahü teâlâ tarafından gönderilmiş olduğunu ve Ona itâat edenin Allahü teâlâya itâat etdiğini tasdîk eder. Bu husûsda Kur’ân-ı kerîmde Resûlullaha “sal-
lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” itâatın Allahü teâlâya itâat olduğu bildirilmekdedir. Nisâ sûresinin sekseninci âyetinde meâlen: (Resûle itâat eden, Allahü teâlâya itâat etmiş olur) buyurulmuşdur.
29 - Matta İncîlinin onikinci bâbının kırkaltıncı âyeti ve devâmında, (Îsâ halka henüz söylemekde iken, annesi ve kardeşlerionunla söyleşmek isteyerek dışarda durdular. Ve biri Îsâya dedi ki, işte, annen ve kardeşlerin seninle söyleşmek için dışarda duruyorlar. Îsâ cevâb verip, kendisine söyleyene dedi ki, benim anam kimdir? ve kardeşlerim kimlerdir? Ve elini şâkirdlerine doğru uzatıp: İşte benim anam ve kardeşlerim. Çünki, her kim semâvâtda olan pederimin irâdesine uygun iş yapar ise, birâderim ve kardeşim ve vâlidem odur dedi) demekdedir.
Hâlbuki Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde anneye ve babaya hurmeti emr etmekdedir. İsrâ sûresinin yirmiüç ve yirmidördüncü âyetlerinde meâlen: (Annene ve babana ihsânda bulun. Onlara üf deme [ağır söz söyleme ve yüzlerine bağırma ve] onlara nâzik, ince güzel söz söyle. Onlar için gâyet merhametli olarak tezellül ve tevâzu’ kanadını indir. [Ya’nî lutf ve yumuşaklık göster, kibrlenme] ve Yâ Rab bunlar beni çocuk iken nasıl terbiye etdiler ise, sen de onlara rahmet eyle diye düâ et!) buyurulmuşdur.
30 - Yuhannâ İncîlinin ikinci bâbının başında, Kana şehrindeki düğün ziyâfetinde, Îsâ aleyhisselâmın annesi de berâber bulunur. Yemek esnâsında, (Ve şerâb eksilince, Îsânın annesi Ona, şerâbları yok dedi. Îsâ ona: Kadın seninle benim aramda ne alâka var) diye şiddetli [kızgın] bir şeklde cevâb vermişdir. Bu kadın, ohazret-i Meryemdir ki, bir kaç yüz sene sonra (Îsâ aleyhisselâmın mı? yoksa [hâşâ] Allahın mı? annesidir) diye, Konsül denilen rûhban cem’iyyetlerinde mevzû’ edilip, nihâyet Allahın annesi olmasına karar verilmişdir. Bugün, hâlâ, katoliklerin akîdelerinde [inancında] ulûhiyyet derecesinde olarak, hazret-i Meryeme de ibâdet olunur.
Papazların i’tikâdları, bu derece birbirine zıd esâslar üzerine kurulmuşdur. Yukarıdaki yazıları görünce ve öğrenince, müslimânlar, Allahü teâlâya ne kadar şükr etseler ve kendilerine verilen islâm ni’metine ne kadar çok sevinseler, yine azdır.
31 - Matta İncîlinin onüçüncü bâbının, üçüncü âyeti ve devâmında Îsâ aleyhisselâm, çeşidli misâller getirerek, Allahü teâlânın emrlerini işiten kimseleri dört kısma ayırmış, her birini ekilen bir tohuma benzetmişdir. Bundan sonra diyor ki, (İşte ekinci tohum ekmeğe çıkdı ve ekerken tohumların ba’zıları yol kenârına düşdü ve kuşlar gelip onları yidiler ve ba’zıları toprağı çok olmıyan kayalıklar üzerine düşdü ve hemen sürdü. Çünki, top-
rağın derinliği yokdu. Güneş doğunca yandı ve kökü olmadığı için kurudu. Tohumların bir kısmı da, dikenler üzerine düşdü, dikenler çıkıp, onları boğdular. Ba’zıları da iyi toprak üzerine düşdü. Ba’zısı yüz, ba’zısı altmış, ba’zısı otuz kat semere verdiler. Kulakları olan işitsinler.) Burada birincisi, ya’nî yol kenârına atılan tohumlar, kelâm-i ilâhîyi işitip onu inkâr eden, ona inanmıyan kimselere benzetilmişdir. İkincisi, ya’nî taşlık yere ekilen ve kök salmıyan tohumlar, kelâm-ı ilâhîyi işitip, onu kabûl eden ve bir müddet sonrainkâr eden mürtedlere benzetilmişdir. Üçüncüsü, ya’nî dikenler arasına atılan tohumlar, kelâm-ı ilâhîyi işiten, kabûlünden sonra, dünyâya dalan ve mal kazanmak sevdâsına düşerek, ibâdet etmiyenlerdir. Dördüncüsü, ya’nî iyi toprağa ekilen ve katkat meyve veren tohumlar ise, kelâm-ı ilâhîyi işiten, anlayan ve îcâbı üzere hareket edenlerdir.
Dîn-i islâmda bu vasf, bu sıfat sâhiblerinin birincisine, kâfirler, ikincisine, mürtedler ve münâfıklar, üçüncüsüne fâsıklar [günâhkârlar], dördüncüsüne ise, müttekî ve sâlih mü’minler ismi verilmiş ve bu ta’bîrler kullanılmışdır.
[Allahü teâlânın rızâsını, sevgisini kazanmak için çalışanlara,(MÜTTEKÎ ve SÂLİH) denir. Allahü teâlânın rızâsını, sevgisini kazanmış olana (VELÎ) denir. Allahü teâlânın rızâsını kazanmış, başkalarını da Allahü teâlânın rızâsına kavuşdurmağa çalışana (MÜRŞİD) denir.]
Kur’ân-ı kerîmde, bu dört sınıf kimsenin her biri hakkında, va’d ve vaîdi, ya’nî mükâfât ve cezâ verileceğini bildiren pek çok âyet-i kerîme vardır. Bunların toplanmasına ve zikr edilmesine bu kitâbımızın hacmi müsâid değildir. Ancak burada her biri ile ilgili bir âyet-i kerîmenin meâlini zikr etmekle iktifâ edeceğiz. Kâfirler hakkında Bekara sûresinin altıncı ve yedinci âyetlerinde meâlen: (Ey Habîbim [Kalblerine îmân nûru girmeyen, kalbleri küfr karanlığı ile kaplanmış olan] kâfirleri azâb ile korkutman veyâ korkutmaman müsâvîdir. Onlar îmân etmezler. Allahü teâlâ onların kalblerini, kulaklarını ve gözlerini mührlemişdir, per-de çekmişdir. Onlar için, büyük bir azâb vardır) buyurulmuşdur. Münâfıklar hakkında, Bekara sûresinin sekizinci âyetinde meâlen: (İnsanlardan ba’zıları, biz Allahü teâlâya ve kıyâmet gününe inandık derler. Hâlbuki onlar, îmân etmiş değillerdir) buyurulmuşdur. [Kur’ân-ı kerîmde münâfıklar hakkında, bizzat münâfıklardan bahseden otuziki uzun âyet vardır. Ayrıca nifâkdan, münâfıklıkdan bahs eden âyetler de çokdur.] Günâhkârlar hakkında Zümer sûresinin elliüçüncü âyetinde meâlen: (Ey Resûlüm! [Benim tarafımdan mü’minlere] Söyle: Ey benim günâhda
nefsleri üzerine isrâf eden [haddi aşan] kullarım. Allahü teâlânın rahmetinden ümmîd kesmeyin! Allahü teâlâ bütün günâhları magfiret eder. Muhakkak ki, Allahü teâlâ Gafûrdur, ya’nî çok magfiret edicidir. Rahîmdir, ya’nî çok merhametlidir) buyurulmuşdur. [Bu âyet-i kerîme, Mekkenin fethinden sonra nâzil oldu. Müşriklerden pek çoğu korku içerisinde idiler. Kendilerine nasıl bir muâmele yapılacağını bilmiyorlardı. Çünki bunlar, pek çok mü’mine işkence etmişler, pek çok mü’mini de, şehîd etmişlerdi. Bu müşrikler, îmân etdikden sonra, kendilerine en küçük bir cezâ dahî verilmemişdir. Eshâb-ı kirâmdan olma şerefine kavuşmuşlardır. Hattâ, Resûlullahın en çok sevdiği amcası Hamzayı “radıyallahü anh” şehîd etmiş olan Vahşî “radıyallahü anh” bile, afv edilmiş ve Eshâb-ı kirâmdan olmuşdur “radıyallahü anhüm ecma’în”.] Müttekî mü’minler hakkında, Bekara sûresinin dördüncü âyetinde meâlen: (O kimseler ki, sana gönderilen Kur’ân-ı kerîme ve senden önceki Peygamberlere gönderilen kitâblara [ya’nî Tevrât, Zebûr ve İncîlin değişdirilmemiş olanlarına ve diğer suhuflara] ve âhirete [kıyâmet gününe] hiç şübhesiz inanırlar. Bu kimseler, Allahü teâlâdan olan hidâyet ve doğru yol üzeredirler ve bunlar azâbdan, ıkâbdan felâh buluculardır [kurtuluculardır]) buyurulmuşdur.
32 - Yine Matta İncîlinin onüçüncü bâbında, Îsâ aleyhisselâm, ba’zı misâllerle şeytânın vesvesesi ve ekdiği fesâd tohumları sebebi ile fâsıkların düşdüğü hâlleri anlatır. Bunların, kıyâmet günü kötü amelleri sebebi ile cezâlandırılıp, Cehennemde yanacaklarını beyân eder.
Kur’ân-ı kerîmde, şeytânın bu işleri ve insanları aldatmak için yapdıkları ve onun hîlelerine aldanmamak lâzım olduğunu bildiren pek çok âyet-i kerîme vardır. Fâtır sûresinin altıncı âyetinde meâlen: (Hakîkaten şeytân size düşmandır. Siz de onu düşman edininiz. Çünki o, kendine tâbi’ olanları, [nefslerine uymağa ve dünyâya meyl etmeğe ve] Cehennem ehlinden olmağa çağırıyor) buyurulmuşdur. Bekara sûresinin ikiyüzsekizinci âyetinde meâlen: (Ey îmân edenler, şeytânın yoluna [ve vesveselerine] tâbi’ olmayın) buyurulmuşdur.
[Bekara sûresinin yüzaltmışsekizinci ve yüzaltmışdokuzuncu âyetlerinde meâlen: (Şeytânın izine, yoluna tâbi’ olmayın. Muhakkak ki, o size apaçık bir düşmandır. Şeytân size ancak fahşâyı [kötülüğü, hayâsızlığı, dünyâya düşkün olmağı, nefsin arzûları peşinde koşmayı] emr eder) buyurulmuşdur. Bekara sûresinin ikiyüz altmışsekizinci âyetinde meâlen: (Şeytân sizi [Allah yolunda infâk ederken] fakîr olursunuz diye korkutur ve sadaka vermeme-
nizi emr eder) buyurulmuşdur. Nisâ sûresinin altmışıncı âyetinde meâlen: (Şeytân onları [taşkınlığa meyl etdirip] hidâyete uzak bir sapıklığa düşürmek ister) buyurulmuşdur. Yasîn sûresinin altmışıncı âyetinde meâlen: (Şeytâna itâat etmeyin, o size açık bir düşmandır diye size nasîhat vermedim mi? Ey Âdem oğulları!..) buyurulmuşdur. Mâide sûresinin doksanbirinci âyetinde meâlen: (Şeytân, şerâb ve kumâr ile aranıza düşmanlık ve kin bırakmak ister. Sizi, Allahü teâlâyı zikr etmekden ve nemâzdan alıkoymak ister. Siz bunlardan [ayblarını bildikden sonra] hâlâ sakınmaz mısınız?) buyurulmuşdur. Zuhrûf sûresinin otuzaltıncı âyetinde meâlen: (Nefsine uyarak, Allahü teâlânın dîninden yüz çevirenlere, dünyâda bir şeytân musallat ederiz) buyurulmuşdur. Kur’ân-ı kerîmde şeytândan bahs eden ve onun kötülüğünü anlatan seksenden ziyâde âyet-i kerîme vardır.]
Burada şeytân ile ilgili, birkaç hadîs-i şerîfi de zikr edelim:
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Melekden gelen ilhâm, islâmiyyete uygun olur. Şeytândan gelen vesvese, islâmiyyetden ayrılmağa sebeb olur) ve (Şeytân kalbe vesvese verir. Allahü teâlânın ismi söylenince kaçar. Söylenmezse vesveselerine devâm eder) ve (Allahü teâlânın rahmeti cemâ’at üzerinedir. Şeytân, müslimânların cemâ’atine katılmayıp muhâlefet eden kimse ile berâberdir) ve (Sürüden uzak kalan koyunu kapan kurt gibi, şeytân da insanın kurdudur. Parça parça olmakdan sakınınız. Cemâ’at hâlinde birleşiniz. Mescidlere koşunuz) buyurdu.
Allahü teâlâ, iblîse, Resûlullaha giderek, soracağı bütün süâllere [sorulara] doğru cevâb vermesini emr etdi. İblîs yaşlı bir ihtiyâr şeklinde, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûruna geldi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Sen kimsin?), (Ben iblîsim) dedi. Resûlullah, (Niçin geldin) buyurdu. İblîs, (Allahü teâlâ gönderdi ve soracaklarına doğru cevâb vermemi emr etdi), dedi. Resûlullah, (O hâlde, sevmediğin ve düşmân olduğun kimseleri söyle) buyurdu. İblîs, (Dünyâda en sevmediğim kimse sensin ve âdil sultânlar, tevâzu’ sâhibi zenginler, doğru sözlü tüccârlar, ihlâs sâhibi ve ilmi ile amel eden âlimler, dîn-i islâmı yaymağa çalışan mücâhidler, insanlara karşı merhametli olanlar, tevbe-i nasûh ile tevbe edenler, harâmdan kaçınanlar, dâimâ abdestli bulunanlar, dâimâ hayr ve hâsenâtda bulunan müslimânlar, güzel huylu olan ve insânlara fâideli olan müslimânlar, Kur’ân-ı kerîmi tecvîde uygun olarak okuyan hâfızlar ve herkes uyurken nemâz kılan kimselerdir) dedi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, (Dünyâda sev-
diğin, dost olduğun kimseleri söyle) buyurdu. İblîs, (Zâlim sultânlar, kibrli zenginler, hâin tüccârlar, içki içenler, kötü yerlerde tegannî eden, şarkı söyleyenler, fuhş yapanlar, yetîm malı yiyenler, nemâza ehemmiyyet vermiyen ve geç kılanlar, tûl-u emel [uzun dünyâ arzûlarına sâhib olanlar], hemen gazablanıp, gazabını yenemiyen kimseler benim dostum, sevdiğim kimselerdir) cevâbını verdi.
[Şeytân ile alâkalı [ilgili] çok hadîs-i şerîfler vardır. Arzû edenler, hadîs-i şerîf kitâblarına mürâce’at etsinler.]
33 - Matta İncîlinin onsekizinci bâbında, Îsâ aleyhisselâm, şâkirdlerini kibrlenmekden men’ eder ve tevâzu’ sâhibi olmalarını emr eder.
[Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde ve Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hadîs-i şerîflerinde kibrli olmanın zararlarını ve tevâzu’un kıymetini bildirmişlerdir.]
İsrâ sûresinin otuzyedinci ve otuzsekizinci âyetlerinde meâlen: (Yeryüzünde salınarak kibr ve azamet ile [kendini beğenerek] yürüme! Çünki sen Arzı yaramazsın ve uzunluk gösterip dağlarla berâber olamazsın. Bunların hepsi Rabbin indinde mekrûhdur, çirkindir) buyurulmuşdur. [Nisâ sûresinin yüzyetmişikinci âyetinde meâlen: (Kim Allahü teâlâya ibâdet etmekden çekinir ve kibrlenirse, Allahü teâlâ, onların hepsini [cezâlandırmak için] kıyâmetde cem’ ve haşr eder) buyurulmuşdur. A’râf sûresinin kırksekizinci âyetinde meâlen: (A’râf ehli, kâfirlerin reîslerini sîmâlarından tanırlar ve [mallarınızın, yardımcılarınızın] çokluğu ve kibriniz sizi Allahü teâlânın azâbından men’ etmedi derler) buyurulmuşdur.]
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” efendimiz buyuruyor ki, (Kalbinde zerre kadar kibr bulunan kimse Cennete girmez) ve (Allahü teâlâ buyuruyor ki, Kibriyâ, üstünlük ve azamet bana mahsûsdur. Bu ikisinde bana ortak olanı Cehenneme atarım, hiç acımam) ve (Kıyâmet günü, dünyâdaki kibr sâhibleri küçük karınca gibi zelîl ve hakîr olarak kabrden çıkarılacakdır. Karınca gibi, fekat insan şeklinde olacaklardır. Herkes bunları hakîr göreceklerdir. Cehennemin en derin ve azâbı en şiddetli olan, Bolis çukuruna sokulacakdır.)
Diğer bir hadîs-i şerîfde, (Önceki ümmetlerde, kibr sâhibi birisi, eteklerini yerde sürüyerek yürürdü. Gayret-i ilâhiyyeye dokunarak, yer bunu yutdu) buyurulmuşdur.
[Tevâzu’, kibrin aksidir. Tevâzu’ kendini başkaları ile bir görmekdir. Başkalarından dahâ üstün ve dahâ aşağı görmemekdir.
Tevâzu’ insan için çok iyi bir huydur.] Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyuruyor ki, (Allah için tevâzu’ edeni, Allahü teâlâ yükseltir. Kim de kibrlenirse, Allahü teâlâ onu rezîl eder.)
[Hadîs-i şerîflerde, (Tevâzu’ edene, müjdeler olsun) ve (Tevâzu’ eden, halâl kazanan, huyu güzel olan, herkese karşı yumuşak olan ve kimseye kötülük yapmayan, çok iyi bir insandır) buyuruldu.]
34 - Matta İncîlinin ondokuzuncu bâbının onsekiz ve ondokuzuncu âyetlerinde, (Yalan yere şehâdet etmiyeceksin ve Babanaanana hurmet edeceksin ve komşunu kendin gibi seveceksin) denilmekdedir.
Kur’ân-ı kerîmde, Hac sûresinin otuzuncu âyetinde meâlen: (Pis olan putlardan, yalan şâhidlikden ve yalan söylemekden sakınınız) buyurulmuşdur. Furkân sûresinin yetmişikinci âyetinde meâlen: (Onlar ki, yalan şâhidlik etmezler, [Kâfirlerin ve müşriklerin bayramlarında ve oyun yerlerinde bulunmazlar, onların] yalan ve bâtıl şeylerine uğrasalar, onlardan yüz çevirir ve pis işlerine bulaşmadan kerîmâne geçerler) buyurulmuşdur. Allahü teâlâ böyle mü’minleri, sabrları sebebi ile Cennetin en yüksek derecelerine kavuşduracakdır. Anne ve baba haklarına ve komşu hakkına dâir olan âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerden ba’zılarını yukarıda zikr etdik.
35 - Matta İncîlinin yirminci bâbının yirmialtıncı âyetinde Îsâ aleyhisselâmın, (aranızda kim büyük olmak isterse, hizmetçiniz olsun) dediği bildirilmekdedir.
Kur’ân-ı kerîmde, Hucurât sûresinin onüçüncü âyetinde meâlen: (Allahü teâlânın indinde en üstününüz, en yükseğiniz, Allahü teâlâdan en çok korkanınızdır) buyurulmuşdur.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Bir kavmin efendisi, onlara hizmet edendir) buyurmuşdur. [Başka bir hadîs-i şerîfde, (Din kardeşini sıkıntıdan kurtarana hac ve umre sevâbı verilir) buyuruldu. Diğer bir hadîs-i şerîfde, (Müslimânlara yardım etmiyen, onların iyilikleri ve râhatları için çalışmayan, onlardan değildir) buyurdu.]
36 - Matta İncîlinin yirmiikinci bâbının yirmibirinci âyetinde,Îsâ aleyhisselâmdan Kaysere vergi vermek husûsu sorulduğu zemân, (Kaysere âid olanı Kaysere ve Allaha âid olanı Allaha veriniz) dediği yazılıdır.
Kur’ân-ı kerîmde Nisâ sûresinin ellidokuzuncu âyetinde meâlen: (Allahü teâlâya ve Resûlüne ve sizden olan ülül-emre [ya’nî
sultânlara, âmirlere, hâkimlere, âlimlere, hak ve adâlet üzerine olan emr sâhiblerine] itâat ediniz) buyurulmuşdur. Ancak, buradaki ülül-emre itâat, mutlak bir itâat olmayıp, (Allahü teâlâya isyân olan yerde, mahlûka itâat yokdur) hadîs-i şerîfi ile kaydlanmışdır. Mâide sûresinin yüzbeşinci âyetinde meâlen: (Ey îmân edenler! Nefslerinizin muhâfaza ve ıslâhı [düzeltilmesi], sizin üzerinizedir. [Ya’nî üzerinize bir borçdur. Siz gücünüz yetdiği kadar iyiliği emr ve kötülükden men’ ile] doğru yolu gösterdikden sonra, yolunu şaşırmış kimsenin dalâleti [sapıtması], size zarar vermez) buyurulmuşdur. Çünki islâmiyyetde emr-i ma’rûf ya’nî iyiliği emr ve nehy-i münker ya’nî kötülükden men’ etmekfarzdır. Nitekim Âl-i imrân sûresinin yüzdördüncü âyetinde meâlen: ([Ey mü’minler] sizin içinizden, insanları hayra, ya’nî Kur’ân-ı kerîme ve Resûlullahın sünnetine uymağa da’vet eden ve ma’rûfu [iyiliği] emr eden ve münkerden [kötülükden], ya’nî Kur’ân-ı kerîme ve Resûlullahın sünnetine muhâlefetden nehy eden bir cemâ’at bulunsun. Onlar, felâh buluculardır) buyurulmuşdur.
[Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyuruyor ki, (Birbirinize müslimânlığı öğretiniz. Emr-i ma’rûfu bırakır iseniz [emr-i ma’rûf yapan hiçbir kimse bulunmaz ise], Allahü teâlâ, en kötünüzü başınıza musallat eder ve düâlarınızı kabûl etmez.)
Yine buyurdu ki, (Bütün ibâdetlere verilen sevâb, Allah yolunda cihâda verilen sevâba göre, deniz yanında bir damla su gibidir. Cihâdın sevâbı da, emr-i ma’rûf ve nehy-i anilmünker sevâbı ya-nında, denize nazaran bir damla su gibidir.)]
Nu’mân bin Beşîrden rivâyet edilen hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlânın emrleri ile amel eden ve etmeyen ve Allahü teâlânın emrlerini yapmakda gevşek davrananların hâli, bir gemiye binmiş şu insanlara benzer ki, onlar gemi üzerinde kur’a atdılar. Bir kısmının kur’ası, geminin aşağı kısmına, ambar mahalline, bir kısmının da, güverte kısmına düşdüler. Geminin alt kısmında bulunanlar [susayıp] sudan istifâde etmek istedikleri zemân, yukarı [çıkıyorlar ve] buradakilerin üzerinden geçerek, eziyyet veriyorlardı. Bunlar, biz kendimiz için ambarda bir delik açarak, oradan ihtiyâcımız olan suyu alır, üzerimizde bulunanları râhatsız etmezdik dediler. [Bunlardan birisi bir balta alarak geminin ambarını del-meğe başladı. Yukarıdakiler hemen koşup geldiler, sana ne oluyor dediler. O da, siz bizim yüzümüzden eziyyet çekiyorsunuz. Bize de muhakkak su lâzımdır dedi.] Yukarıda bulunanlar, aşağıdakilere gemiyi delmeleri için müsâade ederlerse, hepsi helâk olurlar. Eğer ellerini tutup gemiyi deldirmezlerse, hepsi necât bulur,
kurtulurlar) buyurulmuşdur. [Bu hadîs-i şerîfden anlaşılıyor ki, her sâlih müslimânın ve devletin; kötü, fenâ kimselerin kötülüklerine mâni’ olmaları lâzımdır. Mâni’ olmazlar ise, o kötülerle berâber, iyiler de helâk olurlar. Bunun için, emr-i ma’rûf ve nehy-i münker, ehl olan bütün müslimânların vazîfesidir.]
Diğer bir hadîs-i şerîfde, (Ümmetim için zâlime sen zâlimsin demekden korkar olduğunu gördüğünüz zemân, onlardan hayr kalkmışdır) buyurulmuşdur.
Diğer bir hadîs-i şerîfde, (İnsanlar bir kötülüğü görüp de, onu değişdirmezlerse [ya’nî ona mâni’ olmazlar veyâ iyiliğe tebdîl etmezlerse], Allahü teâlâ, azâbını hepsine umûmî kılar) buyurulmuşdur. Diğer bir hadîs-i şerîfde, (Siz elbette iyiliği emr, kötülükden de nehy etmelisiniz. Emr-i ma’rûf ve nehy-i münkeri terk ederseniz, Allahü teâlâ en kötülerinizi, hayrlılarınızın üzerine musallat eder. O zemân hayrlılarınız [kötülerin def’i için] düâ ederlerse, düâları kabûl olunmaz) buyurulmuşdur. [Tahrîm sûresinin altıncı âyetinde de meâlen: (Kendinizi ve evlerinizde olanları ateşden koruyunuz) buyurulmuşdur. Âl-i İmrân sûresinin yüzonuncu âyetinde meâlen: (Siz [mü’minler] insanlar içinden seçilmiş hayrlı bir ümmetsiniz. İyiliği emr edersiniz ve kötülükden nehy edersiniz ve Allahü teâlânın birliğine îmân edersiniz. Eğer ehl-i kitâb [hıristiyanlar ve yehûdîler de] îmân etselerdi, onlar için hayrlı olurdu.) Ve yüzondördüncü âyetinde meâlen: (Onlar Allahü teâlânın birliğine ve âhiret gününe îmân ederler, ma’rûfla [ya’nî Resûlullahın peygamberliğini tasdîk etmelerini halka] emr ederler ve münkerden [ya’nî Resûlullahın peygamberliğini tekzîbden] nehy ederler. Hayrât yapmakda yarışırlar. İşte onlar sâlihlerdendirler) buyurulmuşdur. Emr-i ma’rûf yapmamanın büyük günâh olduğu (Se’âdet-i Ebediyye) 35.ci sahîfede yazılıdır.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” (Günâh işleyeni eliniz ile men’ ediniz. Buna kuvvetiniz yetmezse, söz ile mâni’ olunuz. Bunu da yapamaz iseniz kalbiniz ile beğenmeyiniz! Bu ise, îmânın en aşağısıdır) buyurdu. Emr-i ma’rûf ve nehy-i münker ile ilgili pek çok âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler vardır. Okuyup öğrenmek arzû edenler, tefsîr ve hadîs-i şerîf kitâblarına ve islâm âlimlerinin eserlerine mürâce’at edebilirler.]
37 - Matta İncîlinin yirmiikinci bâbının otuzbeş, otuzaltı ve otuzyedinci âyetlerinde, (Ey muallim, şerî’atde en büyük emr hangisidir? diye Îsâya sorulduğu zemân, Îsâ ona, Allahın olan Rabbini, bütün kalbinle, bütün canınla, bütün fikrinle seveceksin) denilmekdedir.
Kur’ân-ı kerîmde Mâide sûresinin ellidördüncü âyetinde de meâlen: ([O mü’minler] Allahü teâlâyı sever. Allahü teâlâ da
onları sever) buyurulmuşdur. Bekara sûresinin yüzaltmışbeşinci âyetinde meâlen: (Îmân eden kimselerin Allahü teâlâya olan sevgileri, çok kuvvetli ve devâmlıdır) buyurulmuşdur.
Hadîs-i kudsîde Allahü teâlâ, (Ey Âdem oğlu! Beni sevmek istersen dünyâ sevgisini kalbinden çıkar. Çünki benim muhabbetimile, dünyâ sevgisini bir kalbde ebediyyen cem’ etmem. Ey Âdemoğlu! Benim sevgimle berâber dünyâ sevgisini nasıl istersin! Öyle ise, benim sevgimi ve rızâmı, dünyâyı [Allahü teâlânın men’ etdiği şeyleri] terk etmekde ara. Ey Âdem oğlu! Her işini benim emrlerime uygun olarak yap, ben de, senin kalbine muhabbetimi doldururum) buyurmuşdur.
38 - Matta İncîlinin yirmidördüncü bâbında Îsâ aleyhisselâm, kıyâmet ahvâlini anlatırken, yirmidokuzuncu âyet ve devâmında, (Güneş kararacak, ay ışığını vermiyecek, yıldızlar gökden düşecekler ve göklerin kuvvetleri sarsılacak. Ondan sonra insan oğlunun alâmeti gökde görünecek. O zemân yeryüzünün bütün kabîleleri feryâd-ü fîgâna düşecekler. Göklerin bulutları üzerinde kudret ve büyük bir izzet ile insan oğlunun geldiğini göreceklerdir. O da sûrun büyük sesi ile meleklerini göndererek ve melekler göklerin bir ucundan öteki ucuna kadar, onun seçdiklerini dört rüzgârdan toplayacaklardır. Bunların hepsi vâki’ olmayınca, kıyâmet kopmaz. Fekat, o gün ve sâati Babadan başka kimse bilmez; göklerin melekleri bile bilmez) demekdedir.
Kur’ân-ı kerîmde kıyâmet hâllerine dâir olan âyet-i kerîmelerin tefsîrleri toplanırsa; dört İncîlin temâmından dahâ büyük bir kitâb olur. Bunlara bir kaç misâl yazalım:
Tekvîr sûresinin birinci ve ikinci âyetlerinde meâlen: (Güneşin nûru gidip karardığı zemân ve yıldızların kararıp yağmur gibi yere döküldüğü zemân) buyurulmuşdur. İnşikâk sûresinin bir, iki, üç, dört ve beşinci âyetlerinde meâlen: (Gök, Allahü teâlânın emrini işitip, o emre boyun eğerek yarıldığı zemân ve Arz da Rabbi olan Allahü teâlânın emrini hak üzere işiterek, içindekileri [ölüleri ve hazîneleri] atıp boşaldığı ve yeryüzü dümdüz olduğu zemân [insan sevâb ve günâhını görür]) buyurulmuşdur. Nâziât sûresinin sekizinci ve dokuzuncu âyetlerinde meâlen: (O günde, kalbler korkudan ızdırâb içindedir. [Bu kalblerin sâhiblerinin] gözleri korkudan zillet içindedir) buyurulmuşdur. Yasîn sûresinin ellibirinci âyetinde meâlen: ([İkinci def’a] Sûra üfürülünce, insanlar kabrlerinden kalkıp Rablerine doğru sür’at ile giderler) buyurulmuşdur. Zilzâl sûresinin altı, yedi ve sekizinci âyetlerinde meâlen: (O gün, insanlar amellerinin karşılığını görmek için, fırka fırka hesâb yerine giderler. Kim zerre mikdârı kadar hayr işle-
miş ise, onu [mükâfâtını] görür. Kim de zerre mikdârı bir kötülük işlemiş ise, onun cezâsını görecekdir) buyurulmuşdur. [Mü’min ve kâfir herkes kıyâmetde, dünyâda yapmış olduklarını görür. Ehl-i sünnet olan mü’minin, dünyâda iken tevbe etmiş olduğu günâhları, afv olunup, hayrlarına, sevâb verilir. Kâfirlerin ve bid’at sâhibi olanların, ya’nî i’tikâdı bozuk olan mü’minlerin hayrları red olunup, şerleri için de cezâ görürler. En büyük ve ebedî cezâları, ıkâbları, küfrden dolayı olur. Kâfirler Cehennemde ebediyyen kalacaklardır.] Ahzâb sûresinin altmışüçüncü âyetinde meâlen: (Ey Resûlüm! Kâfirler senden kıyâmetin ne zemân kopacağını sorarlar. Sen de ki, onu ancak Allahü teâlâ bilir. [Onu hiç kimseye bildirmemişdir.] Umulur ki yakındır) buyurulmuşdur.
Kur’ân-ı kerîmde, güzel ahlâk sâhibi olanlara, kalbi kötü huylardan temizleyenlere, amel-i sâlih işleyenlere verilecek mükâfât ve günâh işleyenlere verilecek cezâlar, hukuk, muâmelât, Cennetin ve Cehennemin vasfları, kıyâmet hâlleri, Allahü teâlânın zâtı, sıfatları ve ismleri hakkında pek çok âyet-i kerîmeler vardır. Bunlar kısmlara ayrılıp, tefsîr edilse, her biri mevcûd İncîllerin bir kaç mislinden fazla birer kitâb olur. Kur’ân-ı kerîm ile, bugünkü İncîllerin karşılaşdırılması, okyânus ile bir küçük havuzdaki tegayyür etmiş suyun mukâyesesi gibidir. Hakîkatde bu karşılaşdırma, küçük bağçesinde, kırk elli dâne, dalları kırık, yaprakları dökülmüş ağacı bulunan bir kimse ile, bahçesinde bir kaç bin meyveli ağacı olan kimsenin hâline benzer. Büyük bağçede, küçük bağçedeki kırk elli ağaç, dalları sağlam ve meyveli olarak bulunduğu gibi, dalları kuvvetli ve yemyeşil binlerle ağaç da bulunur. Küçük bağçenin sâhibi, kendi bağçesinin bir kaç çeşid meyvesi ile gururlanıp, diğer büyük bağçeden haberi olmadığından veyâ onun bir mahallini görmüş ise de, hasedinden dolayı, elbette, (benim bağçemde olan güzel meyveler senin bağçende yokdur. Benim bağçem seninkinden dahâ ma’mûr ve fâidelidir. Sen buna inanmalısın, herkes de buna inanmalı) diye iddiâ eder. Câhilce, ahmakca söylenen böyle bir iddiâya karşı ne yapılır? İnsanlık îcâbı, o kimseye, o işin hakîkatini, aslını bilmediği için acımalı ve onun bağçesinin ve diğerinin hâlini kendisine göstermelidir. Bunun üzerine yine inâd edip, iddiâsında ısrâr ederse gülüp geçmelidir. [Hıristiyanlar da böyledir. Ba’zıları, papazlar tarafından aldatılmış olduğundan ve islâmiyyet hakkında hiç ma’lûmâtları [bilgileri] olmadığından islâmiyyeti kabûl etmiyorlar. İslâmiyyet hakkında, doğru ma’lûmât sâhibi olanlar, seve seve hemen müslimân oluyorlar. Ba’zıları da, kuru inâd ve teassublarından islâmiyyeti kabûl etmiyor ve müslimânlık yayılırsa, hıristiyan-
lık yıkılır, yok olur korkusu ile, islâm düşmanlığı yapıyorlar. Bunlar, doğru yoldan ayrılmışlar, başkalarını da ayırmakdadırlar.]
Ey, insan adını taşıyan varlık,
kendine gel, uyan gafletden artık!
Se’âdet yolunu görmezsen nâdân,
Niye vermiş sana bu aklı Yezdân?
Niçin geldin fânî cihâna, böyle!
Yalnız yimek içmek mi, söyle?
Bilirsin, bir rûh da vardır insanda,
Psikoloji olayları meydânda.
Muhakkak, dünyâya gelen ölüyor.
O zemân rûhlar aceb n’oluyor?
İleriyi görmek, elbet insanlık.
Bunu sağlar sanma hıristiyanlık.
İslâmı kötüler onlar dâimâ.
İncîlde böyle mi söyledi Îsâ?
İslâmı bilmiyorum dersin,
Nasıl münevverlik iddiâ edersin?
Gençlik geçdi, sanki tatlı bir rü’yâ.
Bütün ömür de, bir sâatdır güyâ.
İslâmı tahkîr ediyorsun bugün.
Anlamadan verilir mi hiç hüküm?
Din dersine lüzûm yokmuş lisede,
Böyle mi söyleniyor kilisede?
Biraz müslimânlığı da et merak.
Din büyüklerinin sözüne bir bak.
Okusan anlarsın, sen de, o zemân,
Ne diyor Muhammed aleyhisselâm.
Diyor ki, HER ŞEYİ YARATAN BİRDİR.
ÎSÂ da, ANASI da, âciz kuldur.
Kur’ân-ı kerîm, kelâm-ı Rahmândır.
Âyetleri, âlemlere ihsândır.
İlm, fen, cümle fezâil kaynağı.
Ona uy, dilersen felâh bulmağı.
Hergün okuyorsun, gazete, kitâb.
Bunları kim yazmış, iyice bir bak!
Çoğunu dinsizler düzmüş gizlice.
İslâma iftirâ saçıyor, nice.
Kur’âna, mantıkla çatamıyanlar,
Alçakça yalanlar uyduruyorlar.
Doğru din kitâbı okuyan insan,
Hakîkati anlar, olur, müslimân!