Bir papazın neşr etdiği (Gadâ-ül-mülâhazât) kitâbının ikinci bâbının üçüncü faslında diyor ki: (Bu fasl, hıristiyanlığın İsrâîl oğulları arasında yayıldığı gibi, Muhammed aleyhisselâmın dîni de hıristiyanlık üfkundan ortaya çıkacak iken, Arabistân putperestleri arasında zuhûr etmesi şeklindeki garîb mes’elenin açıklanmasına dâirdir. Bütün âlemler Allahü teâlânın mülkü olup, kendi mülkünde “dilediğini yapıcı” olduğunda aslâ şübhemiz yokdur. İlâhî fi’llerinin hepsi hikmetli birer sebeb ile olmakdadır. Rabbânî hikmetinin bir gereği olmak üzere, hazret-i Mesîhin rûhânî ve dînî mükemmil [temâmlayıcı] olmasına bir hâzırlık olmak üzere, önce Mûsâ aleyhisselâmın şerî’atini gönderdi. Mûsâ aleyhisselâm, beklenen yerde, bulundukları zemânda ortaya çıkmasının ve kendi kilisesinin ya’nî cemâ’atinin binâsını buna kâbiliyyet kazanmış olan esâs üzerine koymasının, sübhânî hikmete uygun olması, az bir mülâhaza ile anlaşılabilir. Bunun gibi, eğer hıristiyanlığın kaldırılması, nesh edilmesi Allahü teâlânın murâdı olsaydı, hem kıyâs gereği, hem de maslahat îcâbı onun yerine dikilecek kâmil ağacın, hıristiyanlık kökünden, ya’nî yeni bir din kabûlüne hâzır bulunan yerden ortaya çıkması gerekirdi. Ama, islâmiyyeti binâ ve te’sîs eden zât, ne bir hıristiyan memleketinde doğmuş, ne de İsrâîl oğulları arasında zuhûr etmişdir. Bil’aks târîhlerin açıkca belirtdikleri gibi, Kâ’be-i muazzamayı üçyüze yakın putlarla dolduran câhil arablar arasından çıkmışdır. Arab târîhlerinden haberdâr olan, vukûf sâhibi kimselerin bildiği gibi, hazret-i Muhammed “aleyhissalâtü vesselâm” nübüvvetini bildirdiği, ya’nî dînini i’lâna başladığı vakt, Mekke halkı, adı geçen dîni kabûle hâzır değildi. Tam bir zıdlıkla Onun “sallallahü aleyhi ve sellem” peygamberliğine i’tirâz ve teblîgâtına muhâlefet ve zâtına hakâret ederlerdi ki, eğer Ona Ebû Tâlib ve onun hânedânının kuvveti yardımcı olmasaydı ve sonradan Mekke halkı arasında meydâna gelen akrabâlık rekâbeti ve gayretinin, Onun maksadına ulaşması için meydâna getirdiği fırsat Onun kâbiliyyetine eklenmeseydi, mezkûr din, henüz tomurcuk hâlinde iken, muhâliflerin taar-
ruzlarından zedelenir ve perîşân olur giderdi. Mezkûr yeni dîni, ya’nî islâmiyyeti kuvvetlendirmek için, buna cismânî sebebleri ve dünyevî vesîleleri serbestçe kullanmak; islâm dîninin hıristiyan dîni kadar rûhânî olmadığına ve onun zuhûru için Arabistânın hâzır bulunmadığına kuvvetli bir delîldir. İslâmiyyet, rûhânî bir din, Arabistân da, onu kabûle hâzır olmuş olsaydı, cismânî sebeblere ve dünyevî vesîlelere aslâ ihtiyâç duyulmaksızın, o da hıristiyanlığın yayılması gibi halîm ve selîm olarak yayılırdı.
Putperest ve câhillerin, hidâyete gelmeleri için, en mükemmel ve en üstün dînin bir def’ada gönderilmesi mümkin iken, niçin merhametlilerin en merhametlisi olan Allahü teâlâ, islâmı, altıyüz sene evvel hıristiyanlığın ve ikibin sene evvel Mûsevîliğin yerine koymadı, ya’nî onlardan önce göndermedi. Bunca zemân te’hîrine sebeb ne idi? Müslimânlar, kendi dinlerinin hak ve Allahü teâlâ tarafından gönderilmiş olup olmamasını, bu delîlimiz vâsıtası ile anlıyabilirler) demekdedir.
Gadâ-ül-mülâhazâtın bu yazısı hülâsa edilirse, üç iddi’âyı içine almakdadır:
Birincisi: Îsâ aleyhisselâmın dîninin ya’nî hıristiyanlığın fazîlet ve üstünlüğünün sebebi; onu kabûl etmeğe müsâid, şerî’at terbiyesi görmüş İsrâîl oğulları arasında zuhûr etmesi ve Muhammedin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” dîninin ya’nî islâmiyyetin ise, şerî’at terbiyesi görmemiş ve onu kabûl etmeğe müsâid olmıyan putperestler arasında zuhûr etmesidir.
İkincisi: Hıristiyanlık yumuşaklık ve tatlılıkla yayıldığı hâlde, islâmiyyetin sertlik, kuvvet ve dünyevî sebeblerle yayılmasıdır.
Üçüncüsü: Allahü teâlânın Peygamber göndermesi mümkin ve kendisi de merhametlilerin en merhametlisi olduğu hâlde, üstün olan bir dîni, ya’nî islâmiyyeti, diğerlerinden evvel göndermemesinin, Onun adâletine uygun olmamasıdır. Gadâ, kışlık ta’âm demekdir.
BİRİNCİ İDDİÂLARI: (Îsâ aleyhisselâmın, şerî’at terbiyesi görmüş bir kavm içerisinden zuhûru, Muhammed aleyhisselâmın ise, şerî’at terbiyesi görmemiş bir kavm arasından zuhûr etmesidir.)
CEVÂB: Bu iddi’âlarına çok çeşidli şekllerde cevâb vermek mümkindir.
İsrâîl oğulları, Îsâ aleyhisselâmın teblîg etdiği ilâhî ahkâmı, kabûl etmeğe müsâid olmakla berâber, şerî’at terbiyesi de görmüşlerdi. Böyle olduğu hâlde, Îsâ aleyhisselâma ömrü boyunca, sekseniki kişi îcâbet etmiş, inanmışdı. Hâlbuki Muhammed aleyhisselâm, hiçbir dîni kabûl etmeğe müsâid olmıyan ve hiçbir
şerî’at ve din terbiyesi görmemiş arap putperestlerini, babalarının ve dedelerinin dînine temâmen zıd, nefslerinin arzûlarına, lezzetlerine büsbütün muhâlif olan bir dîne, ya’nî islâmiyyete da’vet etdi. Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Peygamberliğini i’lân etmesinden, vefâtına kadar yüzyirmidört binden ziyâde sahâbe, Onun da’vetini kabûl ederek, seve seve îmân etmişlerdi. Fazîlet ve üstünlüğün hıristiyanlıkda mı, yoksa islâmiyyetde mi olduğunu, bu yazımızı okuyan akl sâhiblerinin insâfına bırakıyoruz. Ebû Tâlibin elinden geldiği kadar Peygamberimizi “sallallahü aleyhi ve sellem” himâye etmeğe, korumağa çalışdığı doğrudur. Fekat bu, islâmiyyetin yayılmasına ve yükselmesine, zan edildiği gibi, üzerinde durulacak şeklde, bir himâye ve yardım değildir. Bu himâye, Onun “sallallahü aleyhi ve sellem” dînine inandığı için değildi. Akrabâsı olduğundan, yalnız öldürülmemesi ve eziyyet yapılmaması içindi. Çünki, Ebû Tâlib de, îmân etmemişlerden idi. Bu sırada Eshâb-ı kirâmdan “aleyhimürrıdvân” ba’zıları müşriklerin eziyyetlerine dayanamıyarak Habeşistâna hicret etmişlerdi. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâb-ı kirâmla “aleyhimürrıdvân” berâber, her dürlü görüşmelerden men’edilmiş olarak üç yıl boyunca Mekkede mahsûr kaldılar. Allahü teâlâ da, iki def’a Peygamberimize, akrabâlarını, yakınlarını toplıyarak, dîne da’vet etmesini emr etdi. Şu’arâ sûresinin ikiyüzondördüncü âyetinde meâlen, (Yakın akrabânı Allahü teâlânın azâbı ile korkut) buyurulmuşdur. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bu âyet-i kerîmedeki emr mûcibince, akrabâlarını müslimân olmağa da’vet etdi. [Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” akrabâlarını toplayınca, (Allahü teâlâya îmân ve itâat ederek, kendinizi Onun azâbından kurtarınız. Yoksa bana olan akrabâlığınız size fâide vermez) buyurdu.] Hiç birisi îmân etmedi. Hattâ amcası Ebû Leheb ve zevcesi olan odun taşıyıcı, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” ezâ ve cefâda o kadar aşırı gitdiler ki, Kureyşin ileri gelenleri ile birlikde Ebû Tâlibe şikâyete gidip; Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” himâye etmekden vaz geçmesini teklîf etdiler. Bunun üzerine Ebû Tâlib, Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” çağırarak, dîn-i islâma da’vet işinden vaz geçmesi için, nasîhatlarda bulundu. Bu ve bunun gibi, yüzlerce delîl ile sâbitdir ki, Ebû Tâlibin himâyesi [protestan papazların iddi’â etdikleri gibi], islâmiyyetin Kureyş kavmi tarafından kabûlüne sebeb olmamışdır.
Muhammed aleyhisselâm, kendisini kabûle müsâid olmıyan bir kavm arasında zuhûr etmiş ve onlara Peygamber olarak gönderilmişdir. Hâlbuki Îsâ aleyhisselâm, kendilerini kurtaracak bir Pey-
gamber bekleyen, İsrâîl oğulları arasında zuhûr etmiş, ortaya çıkmışdır. Îsâ aleyhisselâm da, diğer Peygamberler “aleyhimüsselâm” gibi, yehûdîlerden çok zahmet ve sıkıntı çekdi. Fekat, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” düşmanları, O Server hayâtda iken, helâk oldular, kendi mubârek zât-i nübüvvetleri ise, Medîne-i münevverede Âişenin “radıyallahü teâlâ anhâ” evinde, yatağında dâr-ı fenâdan dâr-ı bekâya teşrîf etdi.
Bugün ellerde bulunan dört İncîl kitâbında, dîni kabûle müsâid, şerî’at terbiyesi görmüş bir kavmden olan Petrus ve diğer Havârîlerin, Îsâ aleyhisselâm yakalandığı zemân, kendi başlarınınderdine düşdükleri ve hemen Îsâ aleyhisselâmın yanından kaçdıkları, hattâ o gece, Îsâ aleyhisselâmın en yakın havârîsi olan Petrusun, horoz ötmeden önce, yemîn ve la’netler ederek, Îsâ aleyhisselâmı tanımadığını söyliyerek, inkâr etdiği yazılıdır.
Din kabûlüne müsâid olmıyan [şerî’at terbiyesi görmemiş] putperest bir kavm içinde iken, islâmiyyeti kabûl eden ve Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek sohbetleri ile şereflenen, Eshâb-ı kirâmdan “aleyhimürrıdvân”, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh”, hicret esnâsında Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” mağarada arkadaşı oldu. [Resûlullaha bir zarar gelir korkusu ile mağaradaki yılan yuvalarını hırkasını parçalayarak kapatdı. Son deliğe parça yetişmediği için, bunu da ayağı ile kapatdı. Yılan ayağını ısırdı. Ne ayağını çekdi, ne de bir ses çıkardı. Gözünden akan yaş, Resûlullahın mubârek yüzüne damlayınca, Resûlullah uyandı ve mu’cize olarak mubârek tükrüğünü Ebû Bekrin “radıyallahü anh” ayağına sürdü, yarası iyi oldu.] Bütün malını islâmiyyet için harcadı. Dahâ sonra, arablardan irtidâd edenlerle cihâd edip, bunları îmâna getirdi.
Ömer “radıyallahü anh” ise, ilk îmân etdiği gün, Eshâb-ı kirâmın önüne düşüp, Mekkede müşriklerin işkence ve eziyyetlerine rağmen, korkmadan müslimânlığını i’lân etdi. Bütün halîfeliği müddetince, büyük fethler yapıldı. İslâmiyyet her yere yayıldı. Adâletde ise, ona benzer hiçbir kumandan ve hiçbir âdil kimse ortaya çıkmadı. Bunlar târîhlerde yazılıdır.
Osmân-ı Zinnûreyn “radıyallahü anh” Mekkenin en zenginlerinden idi. Ne kadar serveti varsa hepsini islâmiyyeti kuvvetlendirmek için sarf etdi. [Burada sâdece Tebük gazâsında verdiklerini zikr edelim: Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” mescidde Eshâb-ı kirâmı Tebük gazâsı için yardımda bulunmaya teşvîk etdi. Osmân “radıyallahü anh” ayağa kalkıp: (Yâ Resûlallah! Allah yolunda sırt çulları ve semerleri ile birlikde yüz deve vermeyi üzerime aldım) buyurdu. Resûlullah tekrâr teşvîkde bu-
lundu. Osmân “radıyallahü anh” tekrâr ayağa kalkdı ve (Yâ Resûlallah! Allah yolunda sırt çulları ve semerleri ile birlikde yüz deve dahâ vermeyi üzerime aldım) buyurdu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” minberden inerken: (Bundan sonra yapacağı şeylerden Osmâna hesâb yokdur) buyurdu. Eshâb-ı kirâmı tekrâr teşvîk etdi. Osmân “radıyallahü anh”: (Yâ Resûlallah! Allah rızâsı için, sırt çulları ile birlikde yüz deve dahâ vermeyi üzerime aldım) buyurdu. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”: (Tebük askerini donatan kişiye Cennet var!) buyurdu. Bunun üzerine Osmân “radıyallahü anh” bin altın getirerek, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” kucağına dökdü. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”: (Ey Allahım! Ben Osmândan râzıyım. Sende râzı ol) diye düâ etdi. Osmân “radıyallahü anh” Tebük ordusunun yarısını techîz etdi. (Sünen-i Dârekütnî,[1] cilt dört, sahîfe 198). Osmân-ı Zinnûreyn “radıyallahü anh”, bu orduya, takımları ile birlikde, dokuzyüz elli deve, elli at vermiş ve bunların süvârîlerinin techizâtını karşıladığı gibi, onbin dinâr veyâ yediyüz rukye altın dahâ göndermişdir.]
Alî “radıyallahü anh” ise, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” hicret etdiği gece, Onun yatağına yatıp, kendini Onun için fedâ etmişdi. Nice muhârebelerde (Allahın arslanı) lakabının hakkını verdi. Diğer Eshâb-ı güzînin “radıyallahü anhüm ecma’în” her biri, canlarını ve mallarını, Resûlullah efendimizin emri ile hiç çekinmeden fedâ etdiler. İslâmiyyetin hıristiyanlıkdan fazîlet ve üstünlüğü ve bu iki dîne inanan, bu iki Peygamberi görenler arasındaki fark, güneş gibi meydândadır.
Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem”, İsrâîl oğulları arasında zuhûr etmeyip, İsmâ’îl aleyhisselâmın evlâdından olan arabların arasından zuhûr etmesinde de, nice fâideler, fazîlet ve üstünlük vardır.
Birincisi: Allahü teâlâ, hazret-i Hâcere bir melek gönderip: (Ey Hâcer, Allahü teâlâ tarafından müjdelerim ki, senin oğlun İsmâ’îl aleyhisselâm, büyük bir ümmet sâhibi olacakdır ve senin neslin, Sârenin neslinden üstün olacakdır) diye müjdeledi. İşte Allahü teâlânın bu va’dine binâen, Muhammed Mustafâ “sallallahü aleyhi ve sellem”, İsmâ’îl aleyhisselâm neslinden gelmişdir. Allahü teâlâ, hazret-i Sârenin neslinden, pek çok Peygamber göndermişken, İsmâ’îl aleyhisselâmın neslinden sâdece Muhammed aleyhisselâmı göndermişdir. Böylece, Allahü teâlâ-
---------------------------------
[1] Alî Dâre-kutnî, 385 [m. 995] de, Bağdâdda vefât etdi.
nın va’di yerine gelmişdir. Bundan Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” fazîlet ve üstünlüğü anlaşılmaz mı? (Mîzân-ül-hak)ın müellifi olan papaz, bu müjdeyi başka ma’nâya çekerek, te’vîl etmek istemekde ve (bundan maksad, [putperest olan] arab beğlerini Hâcere müjdelemekdir) demekdedir. Gayret ve himmet sâhibi bir hıristiyana: (Senin evlâdın zengin beğler olacak. Fekat mecûsî, putperest olacaklar) denilirse, o kimse bu müjde ile mesrûr olur, sevinir mi? [elbette sevinmez, bil’aks üzülür]. Hâşâ, Cenâb-ı Hakkın hazret-i Hâcere tesellî verecek yerde, senden müşrik evlâd gelecek diye müjde vermesi aynen bunun gibidir.
Bir diğer husûs da şudur: Müjde ibâresinde (arab beğleri) diye bir söz yokdur. Fekat, İsmâ’îl aleyhisselâmın neslinin büyük bir ümmet olacağı ve Benî İsrâîlin üzerine gâlib olacağı açıklanmışdır. İslâmiyyetin zuhûrundan önce müşrik arablar tarafından Benî İsrâîli kahr edecek bir büyük vak’a olmadığı ve yehûdîleri zelîl eden bu vak’anın ancak islâm dîni olduğu gâyet açıkdır.
İkincisi: Benî İsrâîl Peygamberleri, Îsâ aleyhisselâma gelinceye kadar Tevrât ve Zebûrun ahkâmını öğrenir ve öğretirlerdi. Eğer Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Benî İsrâîlden zuhûr etmiş olsaydı; Kur’ân-ı kerîmi ve bütün ahkâm-ı ilâhiyyeyi, Benî İsrâîl âlimlerinden öğrendi diyerek iftirâ edileceğinde, aslâ şek ve şübhe edilmezdi. Peygamberlerin en üstünü olan Resûlullah efendimiz kavmi içinde, bir zemân dahî olsa, gayb olmamış ve bir kimseden bir harf dahî öğrenmiyerek, mübârek eline de kalem almamışdır ve Mekke-i mükerreme şehrinde, yehûdî ve hıristiyan da yokdur. Hâl böyle iken, papazlar (Mîzân-ül-hak) ve diğer kitâblarında; Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” ticâret için Şâma teşrîflerinde Bahîrâ ismli râhibden veyâ hıristiyanların ileri gelenlerinden ilm öğrendiğini i’lân etmişlerdir. Hâlbuki, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, amcası Ebû Tâlib ile Şâma gitdiklerinde oniki yaşında idi. Bu husûsu bütün siyer âlimleri ittifâk ile bildirmişlerdir. Râhib Bahîrâ ile mülâkâtı, görüşmesi de ancak birkaç sâatden ibâret idi. Bahîrâ; Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem” dikkat ile bakdıkdan sonra, Onun âhir zemân Peygamberi olacağını anlamışdı. Sonra Ebû Tâlibe: (Eğer hıristiyanların ve yehûdîlerin ileri gelenleri, bu çocuğun Resûlullah olduğunu his ederlerse, öldürmeğe kasd edebilirler) dedi. Ebû Tâlib, râhibin bu işâreti üzerine, onun sözüne uymuş ve ticâret için götürmüş olduğu malları Busrâ ve civârında satarak, Mekke-i mükerremeye dönmüşdü. Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem” ilm öğretdi denilen râhib; bu kadar ilmi
Peygamberimize öğreteceğine, kendi Peygamberlik iddi’âsında bulunamaz mı idi? Bundan başka, muallim denilen Bahîrâ, Peygamberimizde “sallallahü aleyhi ve sellem” ortaya çıkan ve nihâyetsiz olan bu ilmleri acabâ hangi kaynakdan almış, hangi men-ba’dan öğrenmiş idi. Çünki, Allahü teâlânın Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” bildirdiği ilmler, İncîli ve Tevrâtı şâmil oldukdan başka, onlarda olmıyan birçok ilmleri de bildirmişdi. Zîrâ, Kur’ân-ı kerîm, altıbinden ziyâde âyet olarak, pek çok hükmleri ve ma’rifetleri içine almakdadır. Bundan başka, Resûlullahın mubârek lisânından beyân olunan ilm ve ma’rifetler; sünnet, vâcib, müstehab, mendûb, nehy, mekrûh ve diğer haberlere dâir, yediyüzbin hadîs-i şerîf sahîh senedler ile hadîs âlimlerince zabt ve rivâyet edilerek, ortaya konulmuşdur. İmâm-ı Nesâî “rahmetullahi aleyh”[1] bunu te’kîd ederek: (Yediyüz ellibin hadîs-i şerîf toplamışdım. Fekat, ellibin hadîsin senedinde za’îflik olduğundan, terk etdim. Yediyüz binini hıfz etdim) buyurmuşdur. Yehûdîlerin ve hıristiyanların Allah kelâmı dedikleri, ellerindeki Tevrât ve İncîllerde, kıssalardan başka emr, nehy ve sâir dînî ahkâma müteallik olan âyetlerin temâmı bir yere toplanılsa, yediyüze ulaşmaz. Bu husûsu, (Kur’ân-ı kerîm ve bugünkü İncîller) bahsinde tafsîlatlı olarak anlatacağız. Muhammed aleyhisselâm, acaba hıristiyan râhiblerin hangisinden, hangi çeşid ilmi öğrenmişdir? Küçük bir havuzdan okyânusun meydâna gelmesi mümkin midir? Bundan anlaşılıyor ki; kavmi içerisinde, bir râhib yokken, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bu iftirâya uğradığı hâlde, İsrâîl oğulları içerisinde gönderilmiş olsaydı, kimbilir dahâ nice iftirâlara uğrardı. İşte bunun için, vâcib-ül-vücûd olan Allahü teâlâ, sevgilisini bu gibi iftirâlardan koruyarak, İsrâîl oğulları arasından göndermedi.
Üçüncüsü: Eski târîhleri ele alıp, henüz mevcûd olan milletlerin âdetlerini, hâllerini ve fi’llerini dikkatlice incelediğimizde, bedevîlik hâlinde iken bile, arabların vatanseverlik ve milliyetcilikle berâber, misâfirperverlik ve yoksullara yardım etmek gibi, güzel hasletlerde, şecâat, kahramanlık, tahâret, ırk, neseb, cömertlik, kerem, edeb ve hürriyyetine düşkünlükde üstün, yüksek evsâfa, âdetlere sâhib oldukları görülür. Bunlarda ve akllılıkda, fesâhat ve belâgatda, arablara benzer bir kavm var mıdır? İsrâîl oğullarının ne gibi kötü ahlâk sâhibi oldukları, başdan sona kadar Tevrâtda da yazılıdır. Onların, kavmlerin en kötüsü oldukla-
---------------------------------
[1] Nesâî Ahmed, 303 [m. 915] de Ramlehde vefât etdi.
rı da meydândadır. Mahlûkların en fazîletlisi, en üstünü olan Fahr-i kâinât efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” kabîlelerin en üstünü olan arablardan gelmesi mi, yoksa Benî İsrâîlden [Yehûdîlerden] gelmesi mi evlâ olur? Benî İsrâîl, Peygamberlere tâbi’ olup, Mûsâ aleyhisselâmın şerî’ati ile amel etdikleri müddetce, Allahü teâlânın lutflarına mazhar olmuş ve diğer kavmlerden dahâ üstün olmuşlardı. Fekat, sonradan Peygamberlere “aleyhimüsselâm” ihânet etmeleri ve bunlardan çoğunu öldürmeleri sebebi ile insanların en rezîli, en alçakları olmak derecesine düşdüler. Bu husûs, hıristiyanlarca da bilinmekdedir. Îsâ aleyhisselâmın beddüâsı ile de hakîr, zelîl ve alçaklık üzere yaşayıp, hakâretden ilelebed kurtulamıyacaklardır. Şimdi (Eğer Muhammed aleyhisselâm, Peygamberlerin en üstünü olsaydı, bu zillet ve hakâretden kurtulamıyacak olan Benî İsrâîlden gelirdi) diye i’tirâz etmek ne kadar şaşılacak bir tenâkuzdur. Haşr sûresi, ikinci âyetinde, meâlen: (Ey akl sâhibleri! Bilmediklerinizi, size bildirilmiş olanlardan anlayınız) buyurulmuşdur.
Dördüncüsü: Îsâ aleyhisselâm, çeşidli mu’cizelerle Benî İsrâîl gibi bir kavm içerisinde, Peygamber olarak gönderildiğinden, mubârek sözleri arasında, o zemân kullanılması âdet olan, birkaç mecâzî sözlerini te’vîl edemeyip, sonra gelen papazlar, teslîs (Trinite) gibi, hiç bir akl-ı selîmin aslâ kabûl etmeyeceği, eski hindlilerin ve Eflâtûnun felsefesinde bulunan üç ilâha inanmak gibi bir i’tikâdı kabûl etdiler. Hâlbuki Resûlullah efendimizin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” teblîg etdiği, müteşâbih olan âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler ve diğer teblîgatı; tefsîr ve hadîs kitâblarında uzun olarak anlatıldığı gibi, nice hikmetli ince ma’nâ ve hakîkatleri şâmil olduğu da bildirilmişdir. [Müteşâbih, ma’nâları diğer meşhûr haberlere uymayıp, başka ma’nâ verilmesi lâzım olan, örtülü, kapalı âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflere denir.] Bunların adedi Îsâ aleyhisselâmın teblîgatından çok fazladır. Eğer Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, Benî İsrâîlden gönderilmiş olsaydı; Allahü teâlânın ülûhiyyetini temâmen inkâr ederek, (Hazret-i Muhammedden başka ilâh yokdur) diyeceklerine hiç şübhe olunabilir mi idi?
İKİNCİ İDDİÂLARI: (Gadâ-ül-mülâhazât)da ortaya atılan ikinci iddiâ, (Hıristiyanlığın yumuşaklık ve tatlılıkla yayıldığı hâlde, islâmiyyetin sertlik, kuvvet, zor ve dünyevî menfeatler vererek yayılması)dır.
CEVÂB: Bu iddiâları da, diğerleri gibi yanlışdır, aslsızdır.
Şöyle ki:
Birincisi: İncîlin beyânı ve Îsâ aleyhisselâmın ikrârı ile sâbitdir ki, nasrânîlik, mûsevîlikden başka bir din olmayıp, onun mükemmili idi. Ancak, onda (cihâd-ı fî sebîlillah) farzı yokdu. Nasrânîlikde cihâdın bulunmaması, onun üstünlüğünü değil, noksânlığını gösteren bir delîldir. Eğer cismânî sebebler [kuvvet, zor ve sertlik] ile yayılan bir dînin hak, doğru olmaması zan edilirse, bu hepsinden önce hıristiyanlığın bâtıllığını i’tirâf etmek olur.
İkincisi: Eğer bir dînin yayılmasının sebebi, cismânî sebeblerle olması, o dînin bâtıllığına delîl getirilecek olursa, hıristiyanlığın yayılması için başvurulan sebeblere bir nazar etmek îcâb eder.Meselâ, Îsâ aleyhisselâmın, insanları dîne da’veti esnâsında muhâliflerinin, düşmanlarının suikastlerinden korkarak gizlenmesi, mu’cizesinin gizlenmesini tavsiye etmesi, kendisinin Mesîh olduğunu kimseye söylememeleri için havârîlere tenbîhde bulunması, kimin kılıcı yok ise elbisesini bile satıp bir kılıç satın alsın diye şâkirdlerine tenbîhi, putperest olan Romalılara itâat etdiğine biralâmet olarak vergi vermeleri için emr etmesi ve Îsâ aleyhisselâmdan sonra hıristiyan fırkaları arasındaki ihtilâf yüzünden nice harblerin meydâna gelmesi ve milyonlarca insanın öldürülmesi ve papaların sebeb olduğu Avrupada zuhûra gelen ihtilâller, çarpışmalar, Tampliye ve Sen Bartelmi vak’alarında ve engizisyon mahkemelerinde, hıristiyanlar tarafından milyonlarca ma’sûm kimsenin katl edilmesi, Amerika kıt’asında ve sonradan keşf olunan diğer adalarda, misyonerlerin çıkardığı fitnelerde, milyonlarca insanın kılınçdan geçirilmesi gibi hâdiseler, târîhlerden okunup anlaşılınca, hıristiyanlığın cismânî sebeblere ya’nî kuvvet, zor, sertlik ve dünyevî menfe’atlere baş vurmaksızın, yumuşaklık ve tatlılıkla yayıldığı, nasıl iddiâ edilebilir? 489 [m. 1096] dan 669 [m. 1270] senesine kadar 174 sene sekiz dalga hâlinde devâm eden haçlı seferlerinde yapılan zulmler, yapılan katliâmlar ve vahşetler anlatılmakla bitmez. Haçlı orduları, geçdikleri her yeri, hattâ kendi dindaşları Bizanslıların başşehri olan İstanbulu bile yakıp yıkdılar. Haçlı seferleri hakkında 5 ciltlik bir eser yazan hıristiyan Michaud diyor ki: (492 [m. 1099] senesinde haçlılar Kudüse girmeğe muvaffak oldular. Şehre girince, müslimân ve yehûdî 70.000 kişiyi boğazladılar. Câmi’lere sığınan müslimân kadınları ve çocukları bile, hiç acımadan öldürdüler. Sokaklarda sel gibikan akdı. Ölüler yüzünden yollar tıkandı. Haçlılar o kadar vahşîleşmişlerdi ki, dahâ Almanyada Ren nehri sâhilinde iken orada rastladıkları yehûdîleri boğazlamışlardı.) Bunları kendilerinden olan hıristiyan târîhciler yazıyor. Hıristiyanlar 898 [m. 1492]
de Endülüs Emevî Devletini[1] mahv edip, Kurtubaya girince, önce Kurtuba câmi’ine saldırdılar. Bu güzel haşmetli binâya atlarıyla girdiler. Câmi’e sığınan müslimânları merhametsizce boğazladılar. O kadar ki, câmi’in kapılarından kan akmağa başladı. Yehûdîleri de aynı şeklde katl etdiler. Vahşî İspanyollar, bütün müslimân ve yehûdîleri kılıç tehdidi ile zorla hıristiyan yapdılar. Ellerinden kaçabilenler Osmânlı devletine ilticâ etdiler. Bugün Türkiyede bulunan yehûdîler, bunların torunlarıdır. İspanya kralı Ferdinand, İspanyadaki bütün müslimânları ve yehûdîleri imhâ edince: (İspanyada artık ne müslimân, ne de dinsiz kaldı) diye iftihâr etmişdi. İşte yumuşaklık ve tatlılıkla yayıldığı iddiâ edilen hıristiyanlık ve yumuşak ve tatlı olduklarını söyliyen hıristiyanların vahşetleri!
Hıristiyan fırkalarının birbirlerine yapdıkları zulm de bundan aşağı değildir. Hele bu (Gadâ-ül-mülâhazât) kitâbını yazan papazın, şerî’at terbiyesi görmüş diye medh etdiği yehûdîlere, hıristiyanların yapdıkları zulmler de, herkesin ma’lûmudur.
Papaz doktor Kith (Alex Kcith)in ingilizce olarak te’lîf edip, papaz Merikin farsçaya terceme etdiği ve Evenburgda 1261 [m. 1846] de (Keşf-ül âsâr ve fî kısası enbiyâ-i benî İsrâîl) ismi ile basılan kitâbının yirmiyedinci sahîfesinde diyor ki: (Büyük Kostantin hicret-i nebevîden takrîben 300 yıl önce yehûdîlerin temâmının kulaklarının kesilmesini emr etmiş ve çeşidli yerlere sürüp memleketinden atmışdır.)
Yirmisekizinci sahîfesinde ise: (İspanyada yehûdîler üç şartdan birini kabûl etmeğe zorlandılar:
a) Hıristiyanlığı kabûl edecekler.
b) Hıristiyanlığı kabûl etmiyenler, habs edilecekler.
c) Bu ikisini kabûl etmeyenler memleketden, bulundukları yerden kovulacaklar. Bu muâmelenin benzeri Fransada da yapıldı. Böylece yehûdîler diyâr diyâr dolaşdılar. Gitdikleri bütün hıristiyan memleketlerinden hep kovuldular. O zemân onlar için, Avrupada olduğu gibi, Asyada da, emîn oldukları bir belde yokdu).
Yirmidokuzuncu sahîfesinde ise: (Katolikler, yehûdîleri kâfir kabûl etdikleri için, zulm etdiler. Katoliklerin en ileri gelen papazları toplanarak ba’zı karârlar aldılar:
1 - Bir hıristiyan, bir yehûdîyi korursa hatâ etmişdir. O kişi
---------------------------------
[1] Endülüs islâm devleti 139 [m. 756] da teşekkül ve 898 [m. 1492] de nihâyet buldu.
aforoz edilir. Ya’nî hıristiyanlıkdan çıkarılır.
2 - Hıristiyan devletlerin hiç birisinde yehûdîlere bir vazîfe tevdî edilmez.
3 - Hiç kimse yehûdîler ile yemek yiyemez ve ortaklık yapamaz.
4 - Yehûdîlerden doğacak çocuklar hıristiyanlar tarafından yetişdirilir. Bu maddenin ağırlığı ortadadır) denilmekdedir. Otuz ikinci sahîfesinde: (Portekizliler, yehûdîleri yakaladıkları zemân ateşe atıp yakıyorlardı. Bu işi yapdıkları zemân, bayram günü gibi kadınları ve erkekleri toplanıp seviniyorlardı. Kadınları ise, sevinçlerinden zıplayıp sıçrıyarak oynuyorlardı) denilmekdedir.
Papazların yazdığı (Siyer-ül-mütekaddimîn) kitâbında ise: (Mîlâdın 379. cu senesinde, Roma imperatoru Gratienus, kumandanları ile meşveret etdikden sonra; memleketinde bulunan bütün yehûdîlerin hıristiyan olmasını, hıristiyanlığı kabûl etmiyenlerin ise, katl edilmesini emr etdi) demekdedir. Bunları yazanlar hıristiyanların ileri gelen papazlarıdır.
Katoliklerin protestanlara, protestanların da katoliklere yapdığı zulm ve işkence yukarıda anlatılanlardan az değildir.
Beyrutda 1265 [m. 1849] senesinde arabca olarak neşr edilen ve onüç risâleden müteşekkil kitâbın on üçüncü risâlesinin onbeş ve onaltıncı sahîfelerinde diyor ki: (Roma kilisesi, protestanlara karşı pek çok zulm, eziyyet ve katliâmlar yapmışdır. Bunu isbât eden şâhidler de bu Avrupa memleketlerindedir. Avrupada, Kütüb-i mukaddeseyi îmânda ve amelde kendilerine rehber edinmiş ve Îsâ aleyhisselâma inanıp da, papaya inanmıyanlardan 230.000 den ziyâde insan, diri diri ateşe atılarak yakılmışdır. Aynı şeklde binlercesi, yâ kılıçdan geçirilerek, yâ da hapislerde veyâ işkencelerle veyâ kemikleri oynak yerlerinden ayrılarak veyâ kerpetenlerle dişleri ve tırnakları sökülerek çeşidli şekllerde yok edilmişlerdir. Fransada sâdece Marirsü Lemâvus bayram gününde otuz bin kimse öldürülmüşdür.)
Katoliklerin protestanlara yapdığı zulme Sen Bartelmi katliâmı ve anlatması çok uzun süren nice katliâmlar şâhiddir. Sen Bartelmi katliâmında altmış bin protestan öldürülmüşdür. Katolik papazlar bunları bir iftihâr vesîlesi olarak yazıyor ve neşr ediyorlar. Fransa krallığına 1001 [m. 1593] de oturan dördüncü Henri, protestan katliâmını durdurdu. Bundan hoşlanmıyan muteassıb katolikler, dördüncü Henriyi öldürtdüler. 1087 [m. 1675] de zulmler ve katliâmlar yeniden başladı. Ölümden kurtulmak için ellibin âile memleketlerini bırakıp kaçdılar.
Protestanların katoliklere yapdıkları da, katoliklerin protestanlara yapdığından az değildir. Katolik papazlarından İngiliz Tamisin (Thomas) İngilizceden Urducaya terceme etdiği ve (Mir’âtüs-Sıdk) ismi ile 1267 [m. 1851] senesinde tab’ edilen ve Hindistânda pek çok dağıtılan kitâbın kırkbir ve kırkikinci sahîfelerinde: (Protestanlar ilk önce 645 manastır, 90 mekteb, 2376 kilise ve 110 hastahâneyi katolik sâhiblerinin ellerinden zor ile alarak kıymetsiz bir para ile satdılar. Aldıkları parayı aralarında taksîm etdiler. Buralarda oturan binlerce aç ve çıplak fakîri de sokaklara atdılar) demekdedir. Kırkbeşinci sahîfesinde ise: (Protestanların kin ve düşmanlıkları aynı şeklde mezârlarda yatan ölülere dahîulaşdı. Ölülerin cesedlerine işkence ederek kefenlerini soydular) demekdedir. 48. ve 49. sahîfelerinde ise: (Kütübhâneler de, katoliklerden gasb olunan mallar içerisinde gayb oldu. Ciyl Birl bu kütübhâneleri, üzülerek şu sözlerle anlatmışdır: Protestanlar buldukları kitâbları yağma etdiler. O kitâbları yakarak yemek pişirdiler ve onlarla şamdanlarını ve ayakkabılarını temizlediler. Ba’zı kitâbları da, attârlara ve sabunculara satdılar. Bunların çoğunu deniz ötesinde bulunan mücellidlere verdiler. Bunlar yüz veyâ elli kitâb değildi. Bil’aks gemiler dolusuydu. Yabancı milletleri bile hayretde bırakan bir şeklde, bunları yok etdiler. Ben, bir tâcirin, her biri yirmi rupyeye iki kütübhâneyi satın aldığını biliyorum! Bu mezâlimden sonra, kiliselerin hazînelerini soyup, oraları çıplak duvardan ibâret bırakdılar. Kendilerini doğru bir iş yapıyor zan etdiler) demekdedir. Ellikinci ve dahâ sonraki sahîfelerinde diyorki: (Şimdi protestanların katolikler hakkında zemânımıza kadar yapdıkları zulmlerden bahs edelim: Protestanlar, İngilterede adâlet ve merhametden ve ahlâkdan uzak, katoliklere zulm için, yüzlerce kanûn çıkartdılar. Bunlardan bir kaçını yazalım:
1 - Bir katolik, anne ve babasının malına vâris olamaz.
2 - Onsekiz yaşını geçen hiçbir katolik erâzî satın alamaz. Ancak protestanlığı kabûl ederse alabilir.
3 - Hiç bir katolik iş yeri açamaz.
4 - Hiç bir katolik (Herhangi bir ilmde) muallimlik yapamaz.
Kim buna muhâlefet ederse, müebbed habs olunur.
5 - Katolik olanlar, vergileri iki kat olarak öderler.
6 - Herhangi bir katolik papaz, âyin yapdırırsa 330 sterlin cezâ öder. Papaz olmıyan bir katolik bu işi yaparsa, 700 sterlin cezâ öder ve bir sene habs olunur.
7 - Bir katolik oğlunu İngiltere dışına okumaya gönderirse,
kendisi ve oğlu öldürülür. Malları ve hayvanları ellerinden alınır.
8 - Hiç bir katoliğe devlet işlerinde vazîfe verilmez.
9 - Herhangi bir katolik, pazar günü veyâ bayramlarda protestanların kilisesinde hâzır olmazsa, bulunmazsa, her ay kendisinden 200 sterlin cezâ alınır ve toplumdan kovulur.
10 - Bir katolik Londradan beş mil uzağa giderse, 1000 sterlin cezâ öder.)
Altmışbirden altmışaltıya kadar olan sahîfelerde ise şöyle diyor: (Kraliçe Elizabethin emri ile, katolik râhibi ve din adamlarından çoğu, gemilerle götürülüp, denize atıldılar. Sonra, Elizabethin askerleri katolikleri, protestan yapmak için İrlandaya geldi. Askerler katolik kiliselerini yakdılar. Nerede bir katolik papazı bulurlarsa, hemen öldürüyorlardı. Semrûk kal’asında bulunan askerleri de öldürdüler. Şehrleri yakdılar. Ekinleri ve hayvanları tahrîb etdiler. Fekat, katolik olmıyanlara iyi davrandılar. Sonra parlamento, 1052 [m. 1643-44] senesinde, birçok şehrlere, katoliklerin bütün mallarını ve erâzîlerini ellerinden almaları için adamlar gönderdi. Katoliklere yapılan bu zulmler kral I. Ceymis (James) zemânına kadar devâm etdi. Onun zemânında, bu zulmler biraz hafîfletildi. Fekat protestanlar, ona kızdılar. 1194 [m. 1780] senesinde, 44 bin protestan krala dilekçe verip, önce olduğu gibi parlamentoda katoliklere zulm yapılması ile alâkalı kanûnların değişdirilmemesini, aynen kalmasını istediler. Fekat, kral onların bu teklîfini kabûl etmedi. Bunun üzerine, yüzbin protestan Londrada toplanarak katolik kiliselerini yakdılar. Katoliklerin bulunduğu semtleri yıkdılar. Öyle ki, otuzaltı yerde yangın çıkardılar. Bu fitne, altı gün devâm etdi. Sonra kral 1791 senesinde, başka bir kanûn çıkardı. Katoliklere hâlen mevcûd olan hakları verdi.)
Yetmişüç ve yetmişdördüncü sahîfelerde şöyle demekdedir: (İrlandada Cortıraskuln vak’asını duymamışsınızdır. Onun İrlandada yapdıkları doğrudur ve aslı vardır. Protestanlar her sene ikiyüz ellibin rubye ve birçok yerlerin kirâsını toplıyarak, bu paralarla fakîr ve yoksul katoliklerin çocuklarını satın alıyor, ana ve babalarını tanımamaları için, onları başka yerlerde yaşıyan protestanlar arasına gönderiyorlardı. Bunlar büyüyünce, memleketlerine tekrar geri gönderiliyor, ana ve babalarını ve kardeşlerini tanımadıkları için, erkek ve kızkardeşleri ile, hattâ ana ve babaları ile evlendikleri de oluyordu.)
[Hıristiyanların müslimânlara yapdıkları zulmlerin, işkencelerin en vahşîsi, en canavarcası, İngilizler tarafından Hindistânda yapılmışdır. Aşağıdaki yazı, Hindistândaki islâm âlimlerinin büyük-
lerinden allâme Muhammed Fadl-ı Hak Hayr-âbâdî Çeştînin (Essevret-ül-Hindiyye), ya’nî (Hindistân fitnesi) kitâbından ve Mevlânâ Gulâm Mihr Alînin buna yapdığı (El-yevâkit-ül-mihriyye) hâşiyesinin 1384 [m. 1964] Hind baskısından terceme edildi. Bu kitâb, (Esmâül-müellifîn)de, Muhammed Fadlüllah isminde yazılıdır.
İngilizler, ilk olarak, 1008 [m. 1600] senesinde, Hindistânda Kalküte şehrinde, ticârethâneler açmak için Ekber şâhdan izn alılar. Şâh-ı Âlem zemânında Kalkütede erâzî satın aldılar. Bunları muhâfaza için asker getirdiler. 1126 [m. 1714] da Sultân Ferrûh Şîr şâhı tedâvî etdikleri için, bütün Hindistânda, bu hak kendilerine verildi. Şâh-ı Âlem-i sânî zemânında Delhîye girerek, idâreye hâkim oldular. Zulme başladılar. Hindistândaki vehhâbîler, 1274 [m. 1858] de, sünnî, hanefî ve sôfî olan sultân ikinci Behâdır şâha, bid’at ehli, hattâ kâfir dediler. Bunların ve hindû kâfirlerinin ve hâin vezîr Ahsenullah hânın yardımı ile, İngiliz askeri Delhî şehrine girdi. Evleri, dükkânları basıp, malları, paraları yağma etdiler. Kadınları, çocukları dahî kılınçdan geçirdiler. İçecek su bile bulunmaz oldu. Hümâyûn şâhın[1] Delhîdeki türbesine sığınmış olan çok yaşlı şâhı, çoluk çocukları ile, elleri bağlı olarak, kal’a tarafına götürdüler. Patrik Hudson, yolda şâhın üç oğlunu soydurup, don ve gömlekle bırakıp, göğüslerine kurşun sıkarak şehîd etdi. Kanlarından içdi. Cesedlerini kal’a kapısına asdırdı. Birgün sonra, başlarını İngiliz kumandanı Henri Bernarda götürdü. Sonra, başları suda kaynatıp, şâha ve zevcesine çorba olarak gönderdi. Çok aç olduklarından, hemen ağızlarına koydular. Fekat çiğneyemediler, yutamadılar. Ne eti olduğunu bilmedikleri hâlde, çıkarıp toprağa bırakdılar. Hudson hâini, niçin yimediniz? Çok güzel çorbadır. Oğullarınızın etinden yapdırdım dedi. Sonra, sultânı, zevcesini ve diğer yakınlarını Rangon şehrine nefy ve habs etdiler. Sultân 1279 [m. 1860] da zindanda vefât etdi. Delhîde üçbin müslimânı kurşunlıyarak, yirmiyedibin kişiyi de keserek şehîd etdiler. Ancak gece kaçanlar kurtulabildi. Hıristiyânlar, diğer şehrlerde ve köylerde de, sayısız müslimân öldürdüler. Târîhî san’at eserlerini yıkdılar. Eşi bulunmıyan, kıymet biçilemiyen zînet eşyâlarını gemilere doldurup Londraya götürdüler. Allâme Fadl-ı Hak 1278 [m. 1861] de Andaman adasında, zindanda İngilizler tarafından şehîd edildi. [Hıristiyanların birbirlerine ve yehûdîlere ve müslimânlara yapdıkları zulmleri ve tüyler ürperten işkenceleri ve Kur’ân-ı kerîme karşı alçakca yapdıkları yalan ve iftirâları öğrenmek için,
---------------------------------
[1] Ekber şâhın oğlu Hümâyûn şâh, 963 [m. 1556] de vefât etdi.
(Cevâb Veremedi) 194.cü ve sonraki sahîfelerini okuyunuz!]
1400 [m. 1979] senesinde ruslar, Efganistânı işgâl ederek, islâm san’at eserlerini tahrîb ve müslimânları şehîd etmeğe başlayınca, evvelâ büyük âlim ve Velî İbrâhîm Müceddidîyi, yüzyirmibir talebesi ve zevce ve kızları ile kurşunlayıp şehîd etdiler. Bu vahşetin, alçak hücûmun sebebi de İngilizler oldu. Çünki, 1945 senesinde, rus ordularını mağlûb ederek, Moskovaya girmek üzere olan alman devlet reîsi Hitler, radyoda, İngiliz ve Amerikaya haykırarak, (Mağlûbiyyeti kabûl ediyorum. Size teslîm olacağım. Bana müsâade ve fırsat veriniz. Rusya ile harbe devâm edeyim. Rus ordusunu perişân edeyim. Komünist felâketini dünyâdan kaldırayım) dedi. İngiliz başvekîli Çorçil, bu teklîfi red etdi. Ruslara yardıma devâm ederek, ruslar gelmeden Berline girmediler. Rusların dünyâya belâ olmasını sağladılar.
İngilizlerin muhtelif târîhlerde, dünyânın muhtelif yerlerinde ve bilhâssa Hindistânda müslimânlara ve islâm dînine karşı yapdıkları hıyânetleri ve cinâyetleri dahâ fazla anlamak istiyenlere 1334 [m. 1916] senesinde Beyrutda basılmış olan es-Seyyîd Muhammed Habîb Ubeydî Beğin (Cinâyât-ül-ingiliz) kitâbını okumalarını tavsiye ederiz.
Amerikalı hukûk ve siyâset adamlarından Bryan William Jennings, kitâbları, konferansları ve 1891 ile 1895 arasında ABD kongresi temsîlciler meclisinde a’zâlık yapması ile meşhûrdur. 1913-1915 arasında ABD hâriciyye vekîli idi. 1925 de öldü. (Hindistânda İngiliz hâkimiyyeti) kitâbında, ingilizlerin islâm düşmanlığını, zulmlerini uzun yazmakdadır.
Abdürreşîd İbrâhîm efendi, 1328 [m. 1910] da İstanbulda basılan Türkçe (Âlem-i islâm) kitâbının ikinci cildinde, (İngilizlerin islâm düşmanlığı) yazısının bir yerinde diyor ki: (Hilâfet-i islâmiyyenin bir an evvel kaldırılması, İngilizlerin birinci düşünceleridir. Kırım muhârebesine sebeb olmaları ve burada Türklere yardım etmeleri, hilâfeti mahv etmek için bir hîle idi. Pâris muâhedesi, bu hîleyi ortaya koymakdadır. [1923 de yapılan Lozan sulhunda yapdıkları teklîflerinde de, bu düşmanlıklarını açıkca bildirmişlerdir.] Her zemân Türklerin başına gelen felâketler, hangi perde ile örtülürse örtülsün, hep İngilizlerden gelmişdir. İngiliz siyâsetinin temeli, islâmiyyeti yok etmekdir. Bu siyâsetin sebebi, islâmiyyetden korkmalarıdır. Müslimânları aldatmak için, satılmış vicdanları kullanmakdadırlar. Bunları islâm âlimi, kahraman olarak tanıtırlar. Sözümüzün hulâsası, islâmiyyetin en büyük düşmanı İngilizlerdir.) Abdürreşîd İbrâhîm efendi 1363 [m. 1944] de Japonyada vefât etdi.]
Hıristiyanların yapdığı zulmlerden burada, sâdece bir kısmınızikr etdik. İşte, şerî’at ve din terbiyesi görmüş, Îsâ aleyhisselâmın (bir yüzüne vurana diğer yüzünü çevir) sözüne îmân etdiklerini söyliyen hıristiyanların, zulm ve vahşetinden bir kısmı. Biz (Gadâ-ül-mülâhazât) kitâbının sâhibi olan papazın bu zulmleri, vahşetleri bilmiyecek kadar câhil olduğunu zan etmiyoruz. Müslimânların bu târîhî hâdiselerden haberleri yokdur zannı ile, iddiâsını kuvvetlendirmek için kendisini câhil gibi göstermekdedir.
Üçüncüsü: Eğer yalnız cismânî sebebler ya’nî kuvvet, zor ve sertlik, bir dînin yayılmasına kâfî olsaydı; bunca çarpışmalar, zulm ve katliâmlardan sonra, bütün dünyânın hıristiyan olması ve yeryüzünde yehûdîlerden hiçbir kimsenin kalmaması lâzım gelirdi.
Dördüncüsü: İslâmiyyetin emr etdiği cihâd-ı fîsebîlillah, kılıç zoru ile âlemi, müslimân olmağa cebr etmek değildir. Cihâd, kelime-i tevhîdi bütün cihâna yaymak ve duyurmak, Allahü teâlânın hak dîninin, diğer dinler üzerine olan üstünlük ve fazîletini ortaya koymakdır. Bu cihâd, evvelâ teblîg ve nasîhat şeklinde yapılır. Ya’nî islâmiyyetin hak din olduğu, bütün se’âdetleri, adâleti, hürriyyeti ve insan haklarını emr etdiği bildirilir. Bunu kabûl eden gayr-ı müslimlere vatandaşlık hakkı verilir. Müslimânların mâlik oldukları bütün hürriyyetlere nâil olurlar. Bu da’veti kabûl etmeyip, inâd eden hükûmetlerle, zâlim diktatörlerle harb edilir. Harbde mağlûb oldukları zemân, evvelce yapılmış olan da’vet tekrâr edilir. Ya’nî islâmiyyeti kabûl etmeleri istenir. Kabûl ederlerse, onlar da aynen diğer müslimânlar gibi, hür olurlar. Kabûl etmezlerse cizye denilen varlık vergisi vermeleri teklîf edilir. Cizye vermeği kabûl edenlere (zimmî) denir. Bunlara dinlerini değişdirmeleri için herhangi bir zorlama yapılmaz. [İhtiyârlardan, hastalardan, kadınlardan, çocuklardan ve yoksullardan ve din adamlarından cizye alınmaz.] Kendi dinlerinin îcâblarını yapmaları için, onlara her dürlü müsâade verildiği gibi, malları, canları, ırzları, nâmûsları, müslimânların malı, canı, ırzı ve nâmûsu gibi, devletce muhâfaza edilir. Bütün hak ve hukûkda, müslimân ve müslimân olmıyan adâlet önünde müsâvî tutulur.
ÜÇÜNCÜ İDDİÂLARI: Papazların ortaya atdıkları üçüncü iddiâ: (Herhangi bir hâzırlığa lüzûm olmaksızın, şerî’at terbiyesi görmeksizin, Allahü teâlânın Peygamber göndermesi mümkin olduğu hâlde, böylesine efdal bir dîni Îsâ ve Mûsâ aleyhimesselâmın dinlerinden evvel göndermemesi, merhametlilerin en merhametlisi olan Allahü teâlânın adâletine uygun olmadığı)dır.
CEVÂB: Papazların bu iddiâlarına da çeşidli şekllerde cevâb verilir:
Bunlardan biri, biz inanıyoruz ki, Allahü teâlâ sonsuz kudret sâhibidir. Yedi kat yerleri ve gökleri halk etmesi [yaratması] ile bir karıncayı, [bir hücreyi, bir atomu] yaratması, Ona göre müsâvîdir. Hâşâ, şerîki olması gibi, mümkin olmıyan şeyden başka, Allahü teâlânın yaratamıyacağı hiçbir şey yokdur. Eğer iddiâ etdikleri gibi, hâzırlık olmaksızın Peygamber göndermek imkânsız olsa, bu da Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mu’cizelerine ilâveten bir diğer mu’cize olur. Çünki, yeni bir dîni kabûle hâzır vekurtarıcı bir Peygamber bekleyen İsrâîl oğullarından, Îsâ aleyhisselâma, göke çıkarılıncaya kadar îmân edenler, sekseniki kişi olmuşdur. Herhangi bir din terbiyesi, şerî’at terbiyesi görmemiş ve yeni bir dîni kabûle müsâid olmıyan arabların içerisinden gelen, Fahr-i kâinat “aleyhi efdalüttehiyyât” efendimizin vefâtından önce, o arablardan yüzyirmidört binden ziyâde kimseyi îmâna kavuşdurması, mümkin olmıyanı, mümkin yapmakdır, bir mu’cizedir. Hele, (efdal olanı, dahâ üstün olanı önce göndermemesi, Allahü teâlânın rahmet, şefkat ve adâletine uygun değildir) demeleri hiç bir aklın kabûl edeceği şey değildir. Çünki, hıristiyanlarıni’tikâdı [inancı], (Îsâ aleyhisselâmın çeşidli hakâretlerle katl edilip, üçgün de Cehennemde yakılması, Âdem aleyhisselâm ile hazret-i Havvâdan Cennetde iken meydâna gelen zelleden [kusûrdan] dolayı, bütün insanlar, hattâ bütün Peygamberler günâh kirine bulaşmış olduklarından, [hâşâ] Allahü teâlâ sevgili oğlunun kanını dökerek, onları afv ve mağfiret etmek içindi) şeklindedir. Bizonlara soruyoruz: Îsâ aleyhisselâm, hıristiyanların inancına göre [hâşâ] Allahü teâlânın oğlu ve belki aynısı iken, Âdem aleyhisselâmdan hemen sonra gönderilseydi; bu kadar Peygamber ve bunca ma’sûm insanlar Cehenneme girmemiş olsalardı, dahâ evlâ olmazmıydı? Husûsen meliklerin, sultânların teşrîfinde, saltanatı en büyük olan geriden gelir. İnsanların âdetlerine göre de büyük hutbelerde en mühim olan kısm en son zikr edilir. Bu her husûsda böyledir. Meselâ mâhir san’atkârlar işlerinin kabasını, o işde çalışan çıraklarına kabaca yapdırdıkdan sonra, en mühim ve nâzik olan yerlerini sonunda kendileri yaparak işi temâmlarlar. Böyle olması tabî’îdir. Hakîm-i mutlak olan Allahü teâlâ da Peygamberlerin en üstünü ve en efdali olan Seyyid-il-mürselîni “sallallahü aleyhi ve sellem” en son olarak gönderip, kendi dînini kuvvetlendirmesi ve hiç noksansız olması, ilâhî hikmetine dahâ uygun olacağı açıkdır.
Yine (Gadâ-ül-mülâhazât) kitâbının ikinci bâbının dördüncü faslında, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mu’cize sâhibi olup olmaması bahsinde diyor ki: (Îsâ ve Mûsâ aleyhimesselâm
kendilerinin Allah tarafından gönderilmiş Resûllerden olduklarını halka isbât etmek için çeşidli mu’cizeler göstermişlerdir. Çünki, böyle yalancı ile doğruyu birbirinden ayıran bir imtihân mihengi olmasaydı; pek çok riyâkâr ve insâfsız yalancı, Peygamberlik iddiâsında bulunmağa cesâret ederdi. Allahü teâlânın, kime kelâmını verip vermediğini, kimi Peygamber olarak seçip seçmediğini, birbirinden ayırmağa bir vâsıta da bulunamazdı. Binâenaleyh, eğer Muhammed aleyhisselâmın Peygamberlik iddiâsını bu mi’yara, bu mihenge sürterek muâyene edersen; Mûsâ ve İsâ aleyhimesselâmın iddiâları gibi sâbit ve isbât edilmiş olamıyacağı ortaya çıkar!
Târîhciler ve siyer âlimlerinin şehâdetlerine güvenerek, Muhammed aleyhisselâmın, risâletini isbât için bir çok mu’cizeler göstermiş olduğunu, farz etsek bile, iknâ olmayız. Zîrâ onların kendi Peygamberlerine isnâd etdikleri, hayret edilecek şeyler vegarîb hâdiseleri Îsâ Mesîhin ve diğer Peygamberlerin mu’cizeleri ile mukâyese etdiğimizde, ortaya çıkan ihtilâf ve birbirlerine benzemeleri yönünden, mezkûr garîb hâdiselerin Allah tarafından olduklarına inanmak ve kabûl etmek pek zordur. Meselâ, Muhammed aleyhisselâmın emri ile bir ağacın yerinden hareket ederek Onun tarafına doğru yürümesi ve ortasından bir ses çıkarak: (Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resûlühü) diye Peygamberliğine şehâdet etmesini ve hayvanların ve dağların, taşların ve bir hurma salkımının bile yukarda zikr etdiğimiz gibi şehâdet etmelerini ve her giydiği elbise ister uzun, ister kısa olsun boyuna uygun olmasını işitdiğimizde şübhe etmememiz mümkin midir? Çünki bu gibi şeyler, hayâl olan şeylere benzemekdedir. Bütün geçmiş Peygamberlerin ortaya koydukları delîl ve alâmetlere temâmen zıd ve onlardan uzak olduğu açıkdır.) Sözün kısası, bu papaz uzun yazısının sonunda, diğer Peygamberlerin mu’cizeleri olduğu hâlde, Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” mu’cizesi yokdur demek istemekdedir.
CEVÂB: Bilinmelidir ki, papazların şimdiye kadar, bütün hıristiyanları islâmiyyetin aleyhinde iğfâl edip aldatdıkları sebeblerden, yapdıkları iftirâlardan birisi de, (hâşâ) Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mu’cizeler izhâr etmemiş, göstermemiş olmasıdır. Bu yalanlarına iknâ edici cevâblar (İzhâr-ül-hak) ve (Şems-ül-hakîka) kitâblarında kat’î delîller ile beyân edilmişdir. Her bir süâllerine çeşidli cevâblar verilmişdir. Bu papazlar, bu kitâbları hiç görmemiş ve kendilerine verilen cevâbları hiç işitmemiş gibi görünüyorlar. Dahâ doğrusu, kendilerine verilen cevâb-
ları ve getirilen delîlleri çürütecek sağlam bir vesîkaları olmadığından, haberdâr değilmiş ve bilmiyormuş gibi görünerek, (Mîzân-ül-hak), (Miftâh-ül-esrâr), (Gadâ-ül-mülâhazât) kitâblarında ve müslimânlara karşı neşr etdikleri yalan ve iftirâlarla dolu diğer kitâblarda, önceki i’tirâzlarını ve yalanlarını aynen tekrâr etmekdedirler. Bu kitâblarda, evvelce yazmış olduklarının, ismlerini değişdirerek, câhilleri aldatmak, i’tikâdlarını bozmak gibi kötü bir niyyete sâhibdirler. Ancak biz yukarıda zikr etdiğimiz (İzhâr-ülhak) ve (Şems-ül-hakîka) kitâblarında, misyonerlere verilen cevâblardan bir kısmını, kısaca buraya yazmağı muvâfık [uygun] gördük:
Bütün Peygamberler “aleyhimüsselâm” me’mûr oldukları nübüvvetlerinin [peygamberliklerinin] doğruluğuna şâhid olmak üzere; gönderildikleri kavmlerin kıymet verdikleri ve kabûl etdikleri işlerden, insan kudretinin üstünde, âdet dışı olan ba’zı hârikulâde işler, ya’nî insanların bir mislini yapmakdan âciz oldukları işleri mu’cize olarak ortaya koymuşlardır. Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” zuhûr eden mu’cizelerin, üçbinden çok olduğu siyer kitâblarında yazılıdır. Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerde beyân edilmiş olan ve gören ve işitenlerin rivâyet ederek, neslden nesle ulaşan ve bize kadar gelen, pek çok mu’cizelerin mevcûdiyyeti her dürlü şübheden uzakdır. Bu mu’cizelerden ba’zılarını iki nev’ üzerine beyân edelim:
BİRİNCİ NEV’: Bu kısm, Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” geçmiş ve gelecek ahvâle dâir sâdır olan mu’cizeler hakkındadır:
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” geçmiş Peygamberlerin kıssalarını anlatdı. Ahd-i Atîk ve Ahd-i Cedîd kitâblarını bir kimseden okumadan ve öğrenmeden, binlerce sene önce yok olmuş, eserleri bile kalmamış geçmiş ümmetlerin hâllerinden haber verdi. Nitekim (İzhâr-ül-hak) kitâbının beşinci bâbı, birinci faslı, dördüncü kısmında diyor ki: (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Nûh aleyhisselâmın kıssasını anlatdı. Bu mu’cizeye Kur’ân-ı kerîm işâret etmekdedir. Hûd sûresinin kırkdokuzuncu âyetinde meâlen, (Bu Nuh aleyhisselâmın kıssası gayb haberlerindendir ki, [Cebrâîl vâsıtası ile] biz onu sana vahy ederiz. Bundan önce, Onu ne sen, ne de kavmin bilmezdiniz) buyurulmuşdur. Fekat, Kur’ân-ı kerîm ile geçmiş kitâblar (kütüb-ü sâlife) arasında görülen ba’zı ayrılıklar (İzhâr-ül-hak) kitâbının beşinci bâbının ikinci faslında anlatılmışdır. Kur’ân-ı kerîmde, geçmiş kavmlerin bilinmeyen haberleri çokdur.) Aynı kitâbın, beşinci bâbının, birinci faslının, üçüncü kısmında, Kur’ân-ı kerîmde bildirilen
haberlerden yirmiiki adedi beyân edilmişdir. Bunlardan ba’zıları:
1 - Bekara sûresinin ikiyüzondördüncü âyetinde meâlen, (Mü’minler! Siz hemen Cennete gireceğinizi mi zan ediyorsunuz? Sizden önce geçen, Allah dostlarına gelen çâresizlik gibi bir şey size gelmedi. Onlara şiddetli fakîrlik, hastalık, açlık ve belâ göndermişdim. Kendilerine gelen belâlardan o kadar muzdarib oldular ki, Peygamber ve ona îmân edenler, Allahü teâlânın yardımı ne zemân olacak derlerdi. Dikkat ediniz, uyanık olunuz ki, Allahü teâlânın yardımı yakındır) buyurulmuşdur. Bu âyet-i kerîmedeki nus-rat, yardım va’di umûmî olup, müslimânlara va’d edilmekdedir. Bu va’d hemen zuhûr etdi. İslâmiyyet evvelâ Arabistâna, sonra bütün dünyâya yayıldı.
2 - Bedr gazâsından önce, Allahü teâlâ, Eshâb-ı kirâma zaferi müjdeledi ve Kamer sûresinin kırkbeşinci âyetinde meâlen, (Yakında onlar hezîmete uğrayıp, harbden kaçarak arka verirler) buyurdu. Aynen buyurulduğu gibi, Bedr gazâsında Kureyş kavmi hezîmete uğrayıp helâk oldu.
3 - Allahü teâlâ, Rûm sûresinin bir, iki, üç ve dördüncü âyetlerinde meâlen: (ve Rûm [arablara] en yakın olan bir yerde [Şâmcivârında, Îrânlılara] mağlûb oldu. Mağlûbiyyetden sonra, üç yıl ile dokuz yıl arasında burada hasmları [olan acemlere] gâlib olacaklardır. Yenmek ve yenilmek [kesin olarak biliniz ki] önde ve sonda Allahü teâlânın emrindedir. Rûmların Îrânlılara gâlib olduğu günde mü’minler sevineceklerdir) buyurdu. Bu âyet-i kerîmelerin tefsîrinde, müfessirlerin ve siyer âlimlerinin ittifakla bildirdikleri husûs şudur: Rûmların mağlûbiyyetden sonra acemlere, ya’nî Îrânlılara gâlib olacaklarının haber verilmesidir. Bu aynen vukû’ buldu. Hattâ, bu âyet-i kerîme nâzil olduğu zemân, Kureyş kâfirlerinin ileri gelenlerinden Ubeyy bin Halef inkâr etdi. Ebû Bekr “radıyallahü anh” ile yapdığı konuşmada; ona dil uzatarak onların gâlib geleceğini inkârında ısrâr etdi. Bunun üzerine üç sene kadar beklemek ve taraflardan kimin dediği çıkmazsa, diğerine onbeş dişi deve vermek üzere mukâvele [sözleşme] yapdılar. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh”, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” gelerek, bu mukaveleyi arz etdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” âyet-i kerîmede geçen (Bıd’) kelimesinin üçden dokuza kadar olan sayılara şâmil olduğunu beyân buyurdu ve Ebû Bekre “radıyallahü anh”, ona gidip, hem müddeti, hem de deve adedini artdırmasını emr etdi. Bunun üzerine, Ebû Bekr “radıyallahü anh”, yapdıkları mukâveleyi yenileyerek, müddeti dokuz seneye ve deve adedini yüze
çıkardı. Hicretin altıncı senesinde Hudeybiyede iken, RûmlarınÎrân üzerine galebe etdiği haberi kendilerine ulaşdı. Fekat Ubeyy bin Halef, Uhud gazâsında Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yerden alarak ona atdığı bir harbe [süngü] ile katl edilmiş olduğundan, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” onun vârislerinden zikr edilen yüz deveyi aldı. [Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” emrine uyarak bu yüz deveyi fakîrlere dağıtdı.]
Hadîs-i şerîfler ile bildirilen, gaybe âid haberler ve mu’cizât-i nebeviyye de, sayılamıyacak kadar çokdur. Bunlara bir kaç misâl verelim:
İslâma da’vetin başlangıcında, müşriklerin eziyyetlerinden [sıkıntılarından] dolayı, Eshâb-ı kirâmın bir kısmı Habeşistâna hicret etmişlerdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Mekke-i mükerremede kalan Eshâb-ı kirâmla berâber, üç sene her dürlü görüşme, alış-veriş yapma, müslimânlardan başka bir kimse ile konuşmama gibi, bütün ictimâî muâmelelerden men’ olundular. Kureyş müşrikleri, bu karar ve ittifâklarını bildiren bir ahdnâme yazarak, Kâ’be-i muazzamaya asmışlardı. Her şeye kâdir olan Allahü teâlâ (arza) denilen bir çeşid kurdu [ağaç kurdu] o vesîkaya musallat etdi. Yazılı bulunan (Bismikellâhümme=Allahü teâlânın ismi ile) ibâresinden başka, ne yazılı ise, hepsini o kurtcuk yidi bitirdi. Allahü teâlâ bu hâli Cibrîl-i emîn vâsıtası ile Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem” bildirdi. Peygamberimiz de “sallallahü aleyhi ve sellem” bu hâli, amcası Ebû Tâlibe anlatdı. Ertesi gün, Ebû Tâlib, müşriklerin ileri gelenlerine giderek; (Muhammedin Rabbi ona şöyle haber vermiş. Eğer söylediği doğru ise, bu hâli kaldırıp, eskiden olduğu gibi dolaşmalarına, başkaları ile görüşmelerine mâni’ olmayınız. Eğer söylediği doğru değilse, ben de Onu artık himâye etmiyeceğim) dedi. Kureyşin ileri gelenleri, bu teklîfi kabûl etdiler. Herkes toplanarak Kâ’beye geldiler. Ahdnâmeyi Kâ’beden indirerek açdılar ve Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurduğu gibi (Bismikellâhümme) ibâresinden başka, bütün yazıların yinilmiş olduğunu gördüler.
TENBÎH:
[Hindistândaki büyük islâm âlimi Dost Muhammed Kandihârî “rahmetullahi aleyh”[1] yirmidokuzuncu mektûbunda buyuruyor ki: (Kureyş kâfirleri mektûblarının başına (Bismikellâhümme) yazarlardı. Peygamber efendimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve
---------------------------------
[1] Muhammed Kandihârî 1284 [m. 1868] de vefât etdi.
sellem” de islâmiyyetin ilk senelerinde mektûblarının başında, Kureyşin âdetine uyarak (Bismikellahümme) yazdırırdı. (Bismillah) âyeti nâzil olunca, mektûblarının başına (Bismillah) yazdırdı. Dahâ sonra, Rahmân kelimesi bulunan âyet-i kerîme nâzil olunca, (Bismillâhirrahmân) yazdırdı. Dahâ sonra, Neml sûresinde (Bismillâhirrahmânirrahîm) nâzil olunca da, bunu yazdırmağa başladı. Nitekim Dıhye-i Kelebî “radıyallahü anh” ile rûm kayseri Herakliyusa gönderdiği mektûba (Bismillâhirrahmânirrahîm) ile başladı. Kâfire dahî yazılan mektûba besmele ile başlamak sünnetdir. Hudeybiye sulhunda hazret-i Alîye (Bismillâhirrahmânirrahîm) yazmasını emr etdi. Kureyşin vekîli olan Süheyl: (Biz Rahmânirrahîm diye bir şey bilmiyoruz. Bismikellahümme yaz) dedi.) Görülüyor ki, Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmdan beri bütün Peygamberlere kendi ismini (ALLAH) olarak bildirmiş, bu ismi kâfir olanlar dahî kullanmışdır.]
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Hayber kalesi, Alî bin Ebî Tâlib ile feth olunur) buyurdu ve buyurduğu gibi vâkı’ oldu. (Müslimânlar Acem (Îrân) ve Rûm (Bizans) hazînelerini paylaşırlar ve Acem kızları onlara hizmet eder) buyurarak, Îrânın ve Bizansın feth olunacağını da haber verdi.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Ümmetim yetmişüç fırkaya ayrılacakdır. Hepsi Cehenneme gidecek. Ancak bir dânesi kurtulacakdır) ve (Acemler müslimânları bir veyâ iki def’a yener,sonra ebediyyen Îrân devleti [Sâsânîler] yok edilir) ve (Rûmlardan nice nesller hükm sürerler. Her birisi helâk oldukca, sonraki asrdakiler, ya’nî bir diğer nesl onun yerine geçer) buyurdu. Bütün bunların hepsi Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” haber verdiği gibi meydâna geldi.
Şark ve garb dürülerek, kendisine gösterildi. Müşâhede etdiği yerlere kadar, ümmetinin mâlik olacağını ve dîninin yayılacağını haber verdi. Aynen haber verdiği gibi islâmiyyet şarka ve garba ya-yıldı. [Nitekim şimdi islâm dînini işitmemiş hür dünyâda hiç bir yer yokdur.]
(Ömer “radıyallahü anh” hayâtda olduğu müddetce, müslimânlar arasında fitne zuhûr etmez) buyurdu. Buyurduğu gibi Ömerin “radıyallahü anh” hilâfeti son buluncaya kadar ümmet-i Muhammed emniyyet üzere yaşadı. Dahâ sonra fitneler zuhûr etmeğe başladı.
Yine Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Îsâ aleyhisselâmın gökden ineceğini, Mehdînin “aleyhirrahme” zuhûr edeceğini, Deccâlın ortaya çıkacağını haber verdi.
Osmân-ı Zinnûreynin “radıyallahü anh” Kur’ân-ı kerîm okurken şehîd edileceğini, Alînin “radıyallahü anh” mubârek başından, İbni Mülcemin kılıcı ile yaralanarak şehîd olacağını haber verdi. Hattâ, Alî “radıyallahü anh” İbni Mülcemi gördükce; mubârek başını gösterir. (Bunu ne zemân kana bulayacaksın) buyururdu. İbni Mülcem bundan Allahü teâlâya sığınır, (Madem ki, böyle alçak, kötü bir işin zuhûru Peygamberimiz tarafından haber verilmişdir. Ey Alî, sen beni öldür. Bu kötü işe âlet olup da, kıyâmete kadar la’nete düçâr olmıyayım) diye ricâ ederdi. Alî “radıyallahü anh” (Katlden önce cezâ olamaz. Vukû’ buldukdan sonra, kısâs olursun) cevâbını verirdi. Bunlar da temâmı ile vâki’ oldu.
Hendek gazâsında Ammâr bin Yâsire “radıyallahü anh” (Sen bâgîler tarafından öldürüleceksin) buyurmuşlardı. Dahâ sonra, Mu’âviye “radıyallahü anh” safında bulunan kimseler tarafından Sıffînde şehîd edildi.
Berâ bin Mâlik “radıyallahü anh” için, (Saçları dağınık ve kapılardan kovulan öyle kimseler vardır ki, bir şey için yemîn etseler, Allahü teâlâ onları doğrulamak için, o şeyi yaratır. Bunlardan birisi Berâ bin Mâlikdir) buyurmuşdur. Ahvâz muhârebesinde islâm askeri, Tüster kal’asını altı ay muhâsara edip, seksen gün kal’a kapısında harb etdiler. İki tarafdan da çok kimse öldü. Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” arasında Resûlullahın bu sözü bilindiğinden, Berâ bin Mâlikin “radıyallahü anh” huzûruna toplandılar. Kal’anın fethi için yemîn etmesini ricâ etdiler. Bunun üzerine Berâ bin Mâlik “radıyallahü anh” hem kal’anın fethi, hem de kendisinin şehîdlik mertebesine ulaşması için yemîn etdi. O gün kendisi şehîdlik mertebesine kavuşdu. O gece de, kal’anın fethi ile, ehl-i islâm, Allahü teâlânın nusratına [yardımına] ve zafere ulaşdı.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bir gün Ümm-i Hirâmın “radıyallahü anhâ” evinde uyumuşdu. Gülerek uyandı. (Yâ Resûlallah, niçin güldünüz?) diye sordu. Resûlullah, (Ümmetimden bir kısmını gemilere binip, kâfirlerle gazâya giderler gördüm)buyurdu. Ümm-i Hirâm, (Yâ Resûlallah! Düâ et, ben de onlardan olayım!) dedi. Resûlullah, (Yâ Rabbî! Bunu da onlardan eyle!) buyurdu. Bu da Resûlullahın buyurduğu gibi vâki’ oldu. Hazret-i Mu’âviye zemânında, Ümm-i Hirâm zevci ile gemilere binip, Kıbrısa cihâd etmeğe gitdi. Orada atdan düşüp şehîd oldu “radıyallahü anhümâ”.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek kızı Fâtımâ “radıyallahü anhâ” için: (Ehl-i beytimden bana ilk kavuşacak
olan sensin) buyurdu. Kendisinin âhirete teşrîfinden altı ay sonra Fâtımâ vâlidemiz de “radıyallahü anhâ” âhirete teşrîf etdi.
Ebû Zer-i Gıfârîye “radıyallahü anh” yalnız ve tenhâ bir yerde vefât edeceğini haber verdi. Aynen öyle oldu. [Rebze denilen yerde yalnız başına vefât buyurdu. Yanında sâdece kızı ve hanımı vardı. Vefâtından biraz sonra, Abdüllah ibni Mes’ûd ve diğer ba’zı zâtlar geldiler. Cenâzesinin gasl, techîz ve tekfîn işlerini yapdılar “radıyallahü anhüm ecma’în”.]
Eshâb-ı kirâmdan Sürâka bin Mâlike “radıyallahü anh” (Kisrânın bileziklerini giydiğin zemân nasıl olursun?) buyurmuşdur. Yıllar sonra, Ömer “radıyallahü anh”ın hilâfeti zemânında feth edilen Îrânın ganîmetleri, Medîne-i münevvereye geldi. Ganîmetlerin içerisinde Kisrânın kürkü ve bilezikleri vardı. Ganîmetlerin taksîminde, Ömer “radıyallahü anh”, Kisrânın bileziklerini Sürâkaya “radıyallahü anh” verdi. Sürâka bilezikleri koluna takdı. Geniş olduğu için tâ dirseğine çıkdı. Seneler önce Resûlullahın buyurduğunu hâtırladı ve ağladı.
İKİNCİ NEV’: Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem”, fi’len meydâna gelen mu’cizeler çokdur. Bu mu’cizeleri burada saymağa kitâbın hacmi kâfî olmadığından ba’zılarını zikr edelim:
1 - (Mi’râc) mu’cizesidir ki, mubârek cesedi ile berâber, ya’nî rûh ve bedeni ile birlikde ve uyanık iken olmuşdur. Bu mu’cizeye Kureyş kâfirleri inanmadılar. Ba’zı îmânı za’îf müslimânlar da, aklları ermediğinden, şübhe fitnesine düşüp, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” çeşidli süâller sorup, cevâblarını aldıkdan sonra tasdîk etdiler. Kâfirlerin süâllerini [sorularını] ve bunların cevâblarını öğrenmek isteyenler (İzhâr-ül-hak) kitâbına mürâce’at edebilirler. Mi’râc sâdece rûh ile olsa, onu inkâr edecek bir sebeb olmazdı. Çünki, rûh uykuda bir anda şarka ve garba gider. Bir kimsenin rü’yâda gördüğü şeylerin aynısı vâki’ olsa, evet olabilir denilir ve inkâr edilemez.
Mi’râc hem rûh, hem de beden ile olmuşdur. Allahü teâlâ dilediğini çok sür’atli hareket etdirmeğe kâdirdir. Bunun için mi’râca inanan akllı kimselere ve nakl edenlere herhangi bir şey söylenemez. Evet mi’râc, âdet olan işlerin hilâfınadır. Fekat mu’cizelerin hepsi de âdetin hilâfıdır. Bu âdet dışı mu’cizenin imkânını ve vukûunu, felsefecilerin ileri gelenlerinden İbni Sînâ[1] aklî delîller ile (Şifâ) kitâbında isbât etmişdir. Şübhe eden oraya mürâce’at edebilir. [Îmân edilecek şeyleri, felsefe kitâblarından de-
---------------------------------
[1] İbni Sinâ Hüseyn 428 [m. 1037] de Hemedânda vefât etdi.
ğil, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarından öğrenmelidir.]
Bir diğer husûs ise, bedenin göğe çıkması, ehl-i kitâb olanlar arasında da imkânsız, ya’nî olamıyacak bir iş değildir. Çünki, Ehnûh, İlya ile Elyesa’ aleyhimüsselâmın bedenen göğe çıkdıkları, hıristiyanların ellerinde mevcûd (kitâb-ı Mukaddes)deki Tekvînin beşinci bâbının yirmidördüncü âyetinde ve ikinci meliklerin, ikinci bâbının birinci âyetinde yazılıdır. Markos İncîlinin onaltıncı bâbının ondokuzuncu âyetinde ise: (Rab Îsâ, onlara söyledikden sonra, göğe alındı ve Allahın sağına oturdu) demekdedir. Pavlosun, Korintoslulara yazdığı ikinci mektûbun onikinci bâbının ikinci âyetinde: (Mesîh denilen adam, bedende mi veyâ bedenden hâricde mi,bilmem, onu Allah bilir. Üçüncü göke çıkarılan bir adam olarak biliyorum) demekdedir. Îsâ aleyhisselâmın da mi’râca çıkarıldığı görülüyor.
2 - Kur’ân-ı kerîmde bildirilmiş olan (Şakk-ı kamer), ayın yarılması mu’cizesidir. Bu husûsda, inkâr edenlerin, ya’nî hıristiyan papazların i’tirâzları ve müslimânların onlara vermiş oldukları cevâblar, (İzhâr-ül-hak) ve (Es’ile-i hikemiyye) kitâblarında uzun yazılıdır.
3 - (Ramy-ı turâb) mu’cizesidir. Bedr gazâsında, Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” müşriklerin dörtde biri kadardı. Harb şiddetlenip, müşrikler hücûmlarını artdırdıkları zemân, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” çardak altında mubârek başını secdeye koyup: (Ey yüce Rabbim! Eğer bu bir avuç müslimânı zafere ulaşdırmazsan, yeryüzünde seni tevhîd edecek [birleyecek] bir kimse kalmaz) diye zafer ve nusrat için düâ etdi. Dahâ sonra, bir müddet sükût buyurdu. Hemen mubârek gözlerinde sevinç alâmetleri belirip, yanında bulunan, mağara arkadaşı Ebû Bekr-i Sıddîka “radıyallahü anh” zafer ve Allahü teâlânın yardımı ile müjdelendiğini haber verdi. Çardakdan çıkarak harb meydânına teşrîf etdiklerinde, yerden bir avuç kum alıp, müşrik askerlerinin üzerine doğru atdı. Kum tanelerinin her biri, düşman askerlerinin gözüne bir belâ ve hezîmet şimşeği gibi gelerek, zâhirî bir sebeb olmaksızın derhâl perişân oldular. Enfâl sûresinin onyedinci âyet-i kerîmesi bu mu’cize hakkında nâzil oldu. Bu âyet-i kerîmede meâlen: (Kâfirlere atdığını sen atmadın, onları Allahü teâlâ atdı) buyuruldu. Bu âyet-i kerîme, tanıyan tanımıyan, yerli yabancı bütün dillerde tilâvet edildi, okundu. Müşriklerden, (Bizim gözlerimize öyle bir toprak isâbet etmedi) diye bir şey söylemek teşebbüsünde bulunan bir kimse olmadığı gibi, hâşâ belki de sihr olduğunu zan etmişlerdir.
4 - Çeşidli yerlerde Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”
(mubârek parmaklarından su fışkırma) mu’cizesidir. O mubârek sudan içerek, bir kaç yüz sahâbî susuzluklarını giderdiler. Hudeybiye günü ise, hâzır bulunup da, bu mubârek sudan içen Eshâb-ı kirâm, bin kişiden ziyâde idi. Ayrıca mataralarını da doldurmuş idiler. Bu mu’cize, Medîne çarşısında, Buvat gazâsında, Tebük gazâsında ve dahâ pek çok yerlerde görülmüşdür. Hattâ, Hudeybiyede su, mubârek parmaklarından musluklardan akar gibi akdı. Susuz olanlar içdikden sonra, hayvanlara dahî yetişmişdir. Bunlar, çok sağlam rivâyetlerle, mu’temed [çok güvenilir] siyer âlimleri tarafından ittifâk [sözbirliği] ile bildirilmişdir.
5 - (Berekât-i taâm) mu’cizesidir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bir hanım ile zevcine bir ölçek arpa verdi. Misâfirleri ve çocukları ile uzun zemân ondan yidiler, tükenmedi.
Bir def’a da, bir parça arpa ekmeği ve oğlakdan bin kişiye yemek yidirdi ve yemek hiç eksilmedi.
Bir def’asında da, bir parça ekmekden yüzseksen kişi yidi, ekmek yine de artdı.
Bir def’a da, bir parça ekmek ve pişmiş bir kuzu ile, yüzotuz kişiyi doyurdu. Kalanını da deveye yükleyerek götürdüler.
Bir kaç hurma ile, bir habeşîyi doyurdu. Bu mu’cize, def’alarca vâki’ oldu.
Bir kab yemek ile, yanında bulunanları, ev halkını ve bütün akrabâlarını doyurdu.
6 - (Teksîr-i derâhim), paraları çoğaltma mu’cizesidir. Selmân-ı Fârisî “radıyallahü anh” bir yehûdînin kölesi idi. İslâmiyyet ile şereflenince, sâhibi olan yehûdî ile, kölelikden kurtulması için, üçyüz hurma fidanı dikmesi, onların meyve vermesi ve 1600 dirhem altın vermek üzere anlaşdılar.
Takdîr edilen üçyüz hurma [fidanın çukurlarını açmakda Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân”, Selmâna “radıyallahü anh” yardım etdiler. Çukurlar açılınca, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” teşrîf etdi ve] fidanları mubârek elleri ile dikdi. Bunların hepsi bir sene zarfında kemâle gelip, o sene meyve verdiler. [Bir tane hurmayı Ömer-ül-Fârûk “radıyallahü anh” dikmiş idi. O fidan meyve vermedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, mubârek elleri ile onu tekrâr dikdi, hemen o da meyve verdi.]
Bir gazâda ganîmet alınan yumurta kadar altını Selmâna “radıyallahü anh” verdi. Selmân-ı Fârisî “radıyallahü anh”, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem”: (Bu gâyet azdır, binaltıyüz dirhem çekmez) buyurdu. O altını mubârek ellerine alıp, tekrâr
geri verdi ve: (Bunu sâhibine götür) buyurdu. Sâhibi dartdı, tam geldi ve Selmân-ı Fârisî de “radıyallahü anh” hür müslimânlar arasına girdi.
7 - (Teksîr-i berekât) mu’cizesidir. Ebû Hüreyre “radıyallahü anh” buyuruyor ki: (Bir gazâda aç kalmışdık. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”: (Bir şeyler var mı?) buyurdu. (Evet yâ Resûlallah! Torbamda bir mikdâr hurma var), dedim. (Onu bana getir) buyurdu. Getirdim. Mubârek elini torbama sokdu ve bir avuç hurma alarak, yere serdiği mendil üzerine koydu ve bereket için düâ buyurdu. Orada bulunan Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” gelip, ondan yidiler ve doydular. Sonunda bana: (Yâ Ebâ Hüreyre! Sen de bu mendildeki hurmadan bir avuç al ve azık torbasına koy!) buyurdu. Bir avuç aldım ve torbama koydum. Torbamda bu hurmalar hiç bitmedi. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” hayâtında ve dahâ sonra, Ebû Bekr, Ömer ve Osmân “radıyallahü anhüm” hilâfetleri zemânlarında hem yidim, hem de ikrâm etdim. Yine bitmedi. Ne zemân ki, Osmân-ı Zinnûreyn “radıyallahü anh” halîfe iken, şehîd edildi, azık torbam çalındı.)
Peygamberimizden “sallallahü aleyhi ve sellem” bunun gibi pek çok mu’cizeler zuhûr etmişdir. Diğer Peygamberler için de, buna benzer mu’cizeler kitâblarda zikr edilmişdir. Bu mu’cizelerden ba’zıları, Elyesa’ aleyhisselâmdan da zuhûr etdiği (Ahd-i atîk)in ikinci melikler kısmının dördüncü bâbında [ve birinci meliklerin onyedinci bâbının onuncu âyetinden i’tibâren] yazılıdır.Böyle bir mu’cize, Îsâ aleyhisselâm için de vâki’ olup, bir kaç parça ekmek ve balık ile dört-beşbin kişiye yemek yidirdiği bütün İncîllerde yazılıdır. [Matta bâb ondört, âyet onbeş ve devâmı. Markos bâb altı, âyet otuzbeş ve devâmı.]
8 - (Selâm ve şehâdet-i eşcâr) mu’cizesidir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” kendisinden mu’cize isteyen bir a’râbîye cevâb olarak, yolun kenârında bulunan bir ağacı çağırdı. Ağaç köklerini toplayıp, sürüyerek Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûruna geldi ve peygamberliğine şehâdet etdikden sonra, yerine geri gitdi.
Bir def’a da, bir hurma ağacı Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” peygamberliğini tasdîk etmiş, sonra tekrâr eski yerine dönmüş idi.
[Medîne-i münevverede, mescid-i nebevî içinde dikili bir hurma kütüğü vardı. Bu kütüğe Hannâne denirdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, hutbeleri ona dayanarak okurdu. Minber yapılınca Hannânenin yanına gitmedi.] Bu hurma kütüğü Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” ayrılığından inlemeğe
başladı. Ya’nî kütükden ağlama sesi geliyordu. Bütün cemâ’at işitdi. Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, yeni minberden inip Hannâneye sarıldı, sesi kesildi. (Eğer sarılmasaydım, benim ayrılığımdan kıyâmete kadar ağlıyacakdı) buyurdu.
9 - Kâ’be-i muazzama içindeki putlar mubârek parmağının işâreti ile yüzüstü düşmüşlerdi. Kâ’benin içine dikilmiş üçyüzaltmış put [heykel] vardı. Mekke-i mükerreme feth edilip, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Harem-i şerîfe girince, mubârek elinde olan hurma dalı ile her birine işâret buyurup, İsrâ sûresinde (Hak geldi, bâtıl zâil oldu, gitdi) meâlindeki seksensekizinci âyet-i kerîmesini okudukda, putlar yüz üstü düşdüler. [Hâlbuki, o putların çoğu, kurşun ve kalayla taşlarda açılan deliklere sıkı sıkıya rapt edilmişdi.]
10 - (İhyâ-i Mevtâ, redd-i ayn ve keşf-i basar) mu’cizeleridir. Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” bir gün bir a’râbî geldi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, onu islâma da’vet etdi. A’râbî, bir müslimân komşusunun çok sevdiği bir kızının vefât etmiş olduğunu, eğer onu diriltirse îmân edeceğini bildirdi. [Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”. (Bana o kızın kabrini göster) buyurdu. Kabre kadar berâberce gitdiler.] Kabre varınca, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” kızı ismi ile çağırdı. Kabrden (Emr buyurun efendim!) sesi işitilerek, kız kabrden çıkdı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, ona: (Tekrâr dünyâya geri dönmek ister misin?) diye sordu. Kız cevâbında, (Hayır, yâ Resûlallah “sallallahü aleyhi ve sellem”! Allaha yemîn ederim ki, ben burada, annemin ve babamın evindekinden dahâ râhatım ve müslimânın âhireti, dünyâsından dahâ hayrlıdır, geri dönmem) dedi ve kabre girerek eski hâline döndü.
Câbir bin Abdüllah “radıyallahü teâlâ anh” bir koyun pişirdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” ile berâber yidiler. (Kemiklerini kırmayınız) buyurdu. Kemikleri toplayıp, mubârek ellerini üstüne koyup düâ etdi. Allahü teâlâ koyunu diriltdi. Koyun kuyruğunu sallıyarak gitdi. [Peygamberimizin bu çeşid mu’cizeleri ve diğer mu’cizeleri İmâm-ı Kastalânînin (Mevâhib-i ledünniyye), Kâdî İyâdın (Şifâ-i şerîf), İmâm-ı Süyûtînin (Hasâis-ün-Nebî) ve Mevlânâ Abdürrahmân Câmi’in[1] (Şevâhid-ün-Nübüvve) kitâblarında geniş anlatılmışdır “rahmetullahi aleyhim ecma’în”.]
Uhud gazâsında Ebû Katâdenin “radıyallahü anh” bir gözü çı-
---------------------------------
[1] Molla Câmî, 898 [m. 1492] de Hirâtda vefât etdi.
kıp yanağı üzerine düşdü. Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” getirdiler. Mubârek eli ile gözünü yerine koyup, (Yâ Rabbî! Gözünü güzel eyle!) dedi. Bu gözü, diğerinden güzel oldu. Ondan dahâ kuvvetli görürdü. [Ebû Katâdenin torunlarından biri halîfe Ömer bin Abdülazîzin yanına gelmişdi. Sen kimsin dedi. Bir beyt okuyarak, Resûlullahın mubârek eli ile gözünü yerine koymuş olduğu zâtın torunu olduğunu bildirdi. Halîfe bu beytleri işitince, kendisine ziyâde ikrâmda ve ihsânda bulundu.]
Bir gün iki gözü a’mâ bir kimse gelip: (Yâ Resûlallah “sallallahü aleyhi ve sellem”, düâ et, gözlerim açılsın) dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ona: (Kusûrsuz bir abdest al! Sonra yâ Rabbî! Sana yalvarıyorum. Sevgili Peygamberin Muhammed aleyhisselâmı araya koyarak, senden istiyorum. Ey çok sevdiğim Peygamberim Muhammed aleyhisselâm! Seni vesîle ederek, Rabbime yalvarıyorum. Senin hâtırın için kabûl etmesini istiyorum. Yâ Rabbî! Bu yüce Peygamberi bana şefâatcı eyle! Onun hürmetine düâmı kabûl et) düâsını okumasını söyledi. O zât abdest alıp gözlerinin açılması için böyle düâ etdi. Hemen gözleri açıldı. [Bu düâyı müslimânlar her zemân okumuşlar ve dileklerine kavuşmuşlardır.]
11 - (Çeşidli yaralılara ve hastalara şifâ vermesi) mu’cizesidir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bir avuç toprağa üfleyip, onu bir yaraya sürdükleri zemân yara iyileşir veyâ verdiği birşeyi içen veyâ yiyen hasta, şifâ bulurdu. Bunun misâlleri pek çokdur.
Gözleri iyice görmez olmuş ve beyâzlaşmış bir ihtiyârın gözlerine, mubârek nefesleri ile üfleyince, derhâl şifâ bulup, o ihtiyâr kendi elbisesini diker oldu.
İyâs bin Seleme diyor ki, Hayber gazâsında, Resûlullah beni gönderip, Alîyi “radıyallahü anh” istedi. Alînin “radıyallahü anh” gözleri ağrıyordu. Elinden tutup, güçlükle getirdim. Mubârek tükrüğünü, parmakları ile Alînin “radıyallahü anh” gözlerine sürdü. Sancağı eline verip, Hayber kapısında döğüşmeğe gönderdi. Çok zemândır açılamıyan kapıyı hazret-i Alî, yerinden sökerek, Eshâb-ı kirâm kal’aya girdiler. Alî “radıyallahü anh”, ömrü boyunca, bir dahâ göz ağrısı çekmedi.
Kendisine, dilsiz ve mecnûn olan bir çocuk getirdiler. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” abdest aldıkdan sonra, geride bırakdığı sudan içirdiler. Derhâl şifâ bulup, konuşmağa başladı ve akllı oldu.
Muhammed bin Hâtib diyor ki, küçük idim. Üstüme kaynar su
döküldü. Vücûdum yandı. Babam Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” götürdü. Mubârek elleri ile tükrüğünü yanan yerlere sürdü ve düâ buyurdu. Hemen yanıklar iyi oldu.
Şurahbil-il-Cu’fî’nin “radıyallahü anh” avucunun içinde bir şişlik vardı. Bu hâl, onun kılıç ve hayvanların yularını tutmasına mâni’ oluyordu. Bu hâlini Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” arz etdi. Resûlullah mubârek eli ile avucunu ovuşdurdu. Elini kaldırdığı zemân, o şişlikden hiçbir eser kalmamışdı.
Enes bin Mâlikden “radıyallahü anh” rivâyet edildi. Buyurdu ki: Annem Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem”: (Yâ Resûlallah! Enes senin hizmetcindir. Ona düâ buyur), dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”: (Yâ Rabbî! Bunun malını ve çocuklarını çok eyle. Ömrünü uzun eyle. Günâhlarını afv eyle!) diye düâ buyurdu. Zemân geçdikçe, malları, mülkleri çoğaldı. Ağaçları, bağları her sene meyve verdi. Yüzden ziyâde çocuğu oldu. Yüzon sene yaşadı. [Ömrünün sonunda, Yâ Rabbî! Habîbinin benim için yapdığı düâlardan üçünü kabûl etdin, ihsân etdin! Dördüncüsü olan günâhlarımın afv edilmesi acabâ nasıl olacak deyince, (Dördüncüsünü de kabûl etdim. Hâtırını hoş tut!) sesini işitdi.]
Acem Pâdişâhı Hüsrev Pervîze, îmân etmesi için mektûb gönderdi. Alçak Hüsrev, mektûbu parçaladı ve getiren elçiyi şehîd eyledi. Resûl aleyhisselâm bunu işitince, çok üzüldü ve (Yâ Rabbî! Benim mektûbumu parçaladığı gibi, onun mülkünü parçala!) buyurdu. Resûlullah hayâtda iken, Hüsrevi oğlu Şîreveyh hançerleparçaladı. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” halîfe iken, acem memleketinin hepsini müslimânlar feth edip, Hüsrevin nesli de mülkü de, kalmadı.
[Esmâ binti Ebû Bekr “radıyallahü anhâ”, (Biz Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” giydiği mubârek cübbesini ne zemân yıkasak, suyunu hastalara verirdik, şifâ bulurlardı) buyurmuşdur.]
Eğer (Gadâ-ül-mülâhazât) kitâbını yazan papaz, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” dahâ çocuk iken, kendisinde görülen ve sahîh nakllerle bildirilmemiş olan, ba’zı fevkalâde hâller için böyle söylüyorsa, belki sükût olunabilir. [Çünki mu’cizenin şartlarından biri de, bir Peygamber, Peygamber olduğunu söyledikden sonra hâsıl olmasıdır. Îsâ aleyhisselâmın beşikde konuşması, kuru ağaçdan tâze hurma isteyince, eline hurma gelmesi, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” çocuk iken, göğsünün yarılıp, kalbinin yıkanıp temizlenmesi, mubârek başının üstünde bulut bulunması, ağaçların, taşların kendisine selâm vermeleri gibi, Peygamber olduğu bildirilmeden önce hâsıl olan hârikalar,
mu’cize değildi. Kerâmet idiler. Bunlara (İrhâs) ya’nî başlangıçlar denir. Peygamberliği kuvvetlendirmek içindirler. Bu kerâmetlerin Evliyâda da hâsıl olmaları câizdir. Peygamberler, peygamberlikleri kendilerine bildirilmeden önce de, Evliyâ derecesinden aşağıda değildirler. Kerâmetleri görülür. Mu’cize, Peygamber olduğunu bildirdikden az zemân sonra hâsıl olur. Meselâ, bir ay sonra şöyle olur deyince, hâsıl olduğu zemân mu’cize olur. Fekat, hâsıl olmadan önce, onun Peygamber olduğuna inanmak lâzım olmaz. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” insanlara ve cinlere Peygamber olarak gönderildiği bildirildikden sonra, binlerce mu’cize göstermişdir.]
Bu çeşid mu’cizelerden olan, mubârek parmaklarından suların akması, mesciddeki hurma kütüğünün inlemesi, işâreti ile putların yere düşmesi, körleri iyi etmesi, pek çok hastalıkları iyi etmesi gibi mu’cizeler bir kaç bin sahâbînin huzûrunda vuku’ bulmuş, tevâtür ile ya’nî neslden nesle rivâyet edilerek, her yere yayılmış, her yerde duyulmuş, doğruluğu mutlak olarak kabûl edilmişdir. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” bu mu’cizeleri, tevâtürün en yüksek derecesine ulaşmışdır. [Tevâtür; yalan üzere birleşmeleri mümkin olmayan, her asrın mu’temed [güvenilen] insanlarının hepsinin aynı şeklde söyledikleri ve kat’î ilm hâsıl eden haberlere denir.] Meselâ, Alî bin Ebî Tâlibin “radıyallahü anh” şecâatı, kahramanlığı ve Hâtem-i Tâînin cömertliği tevâtür ile şuyû’ ve şöhret bulduğundan, bunları inkâra kimsenin gücü yetmez. Fekat hıristiyanlık, Matta, Markos, Luka ve Yuhannânın tek başlarına nakl etdikleri haber-i ehad [bir kişinin yapmış olduğu rivâyet, vermiş olduğu haber] üzerine binâ kılınmışdır. Kendileri ve yaşadıkları zemânları hakkındaki verdikleri bilgiler, zanlarla ve şübhelerle dolu olup, birbirlerini nakz eden yerleri çokdur. Eğer İslâmiyyetdeki sekiz ana ilmden biri olan hadîs ilminde mütehassıs olan muhaddislerin, ya’nî hadîs âlimlerinin, hadîs-i şerîf rivâyetinde, hadîsin kabûl edilmesi için, (üsûl-i hadîs) ilminde ortaya koydukları ve her bir hadîsde aradıkları şartlarla, dört İncîl bir gözden geçirilse, bunlardan hiç biri, ilmî bir vesîka olmak derecesine ulaşamaz. [Müslimânların, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” hadîslerini rivâyet ederlerken aradıkları şartlar çok incedir. Mevcûd İncîllerde rivâyet sağlamlığı diye bir şey olmadığından, hadîs-i şerîflerdeki rivâyet sağlamlığı ile mukâyese edilemez. Hıristiyan papazlar da, bu hakîkati aynen kabûl edip, ba’zen ilâveler yapmak, ba’zen çıkarmak veyâ yanlış yazmak şekllerinde İncîlin değişdirildiğini isbât eden pek çok kitâblar neşr etmişlerdir.] İşin aslı incelenirse, Îsâ aley-
hisselâmdan zuhûr eden, anadan doğma körlerin gözlerini açması, baras denilen cild hastalıklarını iyi etmesi ve ölüleri diriltmesi gibi mu’cizeler, Kur’ân-ı kerîm ile tasdîk edilmiş olmasa, bunların vuku’unun isbâtına, hiçbir hıristiyan kendinde güç bulamazdı.
Papazlar, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mu’cizelerini inkâr ederken:
Meâl-i şerîfi, ([Kur’ân-ı kerîmin belâgat ve azameti karşısında ve açıkca gördükleri mu’cizelerden sonra, âciz kalan müşrikler, düşmanlıklarından dolayı] şu yerden [Mekkeden] bize bir pınar akıtmadıkça, biz sana îmân etmeyiz. Yâhud senin hurma ve üzüm bağçen olup ortasından nehrler akıtasın dediler) olan, İsrâ sûresinin doksan ve doksanbirinci âyetlerini delîl olarak getirirler. Papazların getirdikleri bu delîl, kendi maksadlarını çürütdüğü hâlde, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”, mu’cize göstermediğini isbât ediyoruz diyorlar. Bu ise aslâ, insâfa ve adâlete yakışan bir şey değildir. [Hâlbuki delîl getirdikleri, zikr etdiğimiz âyet-i kerîmelerde müşrikler, çeşidli mu’cizeler, bilhassa Kur’ân-ı kerîm karşısında âciz ve çâresiz kaldıklarından, ne yapacaklarını şaşırıp, dahâ çeşidli mu’cizeler istediklerini göstermekdedir. Bu ise, papazların sözünü kuvvetlendirmekden ziyâde, yalancılıklarını ortaya koymakdadır.] Ne garîbdir ki, dört İncîlin sonundaki mektûbları yazan müellifleri, ne de yazılış târîhleri sağlam ve doğru bir şeklde bilinmediği hâlde ve hıristiyanların ellerindeki İncîllerde yazılı olan rivâyetlerin garîblikleri ve birbirine zıdlıkları apaçık meydânda iken, bunların her bir âyetini îmân ve i’tikâd esâsı kabûl ederler. Fekat, Kur’ân-ı kerîmin binikiyüz [bindörtyüz] senedir tek bir harfine dahî tahrîf lekesi bulaşmamış iken ve hadîs-i şerîflerin sahîh olanları ve mevdû’, za’îf ve uydurma olanları husûsî kâideler ile, sağlam senedler ile birbirinden ayrılarak beyân edilmiş iken ve islâm dînindeki rivâyetlerin herbiri, nice sağlam delîller ile isbât edilmiş olduğu hâlde, bunlara îmân edenlere i’tiraz etmekdedirler.
[Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mu’cizeleri hakkında bilgi almak ve ba’zı mu’cizesini okumak arzû edenlere Hakîkat Kitâbevinin neşr etdiği (Herkese Lâzım Olan Îmân) kitâbını okumalarını tavsiye ederiz.]