Allahü teâlâ vardır, birdir. Allahü teâlânın sıfât-ı sübûtiyyesi sekizdir. Bunlardan birincisi, (Hayât) sıfatıdır.
Protestan râhibleri, İstanbulda islâmiyyetin aleyhine neşr etdikleri risâlelerden birinde:
(Hıristiyanlığın fazîlet ve üstünlüğü, günlük hayât ve dünyâ hâkimiyyetine yakışacak te’sîrleri ile insanlar arasında çok sür’atli bir şeklde yayılmasından anlaşılmakdadır. Allahü teâlâ hıristiyanlığı, diğer dinlerden üstün, hakîkî bir din olarak dünyâya göndermişdir. Yehûdîlerin mahv olması, üzerlerine büyük belâların gelmesi ve yehûdî milletinin dağılıp bozulmasının sebebi, hıristiyanlığı inkâr etdikleri için, Allah tarafından kendilerine verilen açık bir cezâdır.
İslâmiyyetin zuhûru ile hıristiyanlık nesh olup, hükmü kalkmışdır denilirse, acaba islâmiyyetdeki hayât kuvvetinin, yaşama şeklinin, insanların kalblerini kendi tarafına çekme kuvvetinin, hıristiyanlıkdaki bu kuvvetden dahâ üstün olduğu ortaya çıkmış mıdır? Yâhud, islâmiyyetin zuhûru ile hıristiyanlar üzerine, yehûdîlerde olduğu gibi, müdhiş belâlar gelmiş midir? Hıristiyanlık üçyüz sene kadar devlet gücü olmadan yayılmışdır. İslâmiyyet ise, hicretden sonra, din olma şeklinden çıkıp devlet gücüne sâhip oldu. Bunun için, islâmiyyet ile hıristiyanlığın insanların kalblerine olan rûhânî ve ma’nevî te’sîrlerinin hakîkî nisbetini tesbît etmek, güç bir işdir.Fekat, Îsâ aleyhisselâm üç sene insanları dîne da’vet etmişdir. Bu zemân içinde kendisine pek çok kimse tâbi’ oldu. Bunların içinden oniki havârîyi seçdi. Başka bir zemânda “İncîl müjdeleyicileri” is-mi ile, yetmiş kişi dahâ seçdi. Bunları, insanlara doğru yolu göstermeleri için gönderdi. Dahâ sonra, yüzyirmi kişiyi de, bir yerde toplamışdır. Havârîlerin bildirdiklerine göre, Îsâ aleyhisselâmın öldürülmesine kadar kırk gün içinde kendisine inanan 500 hıristiyanı da dîne da’vet için gönderdiği Pavlosun mektûblarında açıkca ya-zılıdır) demekdedirler.
İstanbulda neşr etdikleri bu risâle şöyle devâm ediyor: (Arab
târîhcilerden İbni İshak,[1] Vâkıdî, Taberî, İbni Sa’d[2] ve diğerlerine göre, Muhammede “sallallahü aleyhi ve sellem” ilk îmân edenler, kendi hanımı hazret-i Hadîce, evlâdlığı ve kölesi Zeyd bin Hârise, amcasının oğlu Alî bin Ebî Tâlib, vefâkar dostu ve mağara arkadaşı Ebû Bekr-i Sıddîk ile bunun ihsânlarına kavuşmuş birkaç köleden ibâretdir. Hazret-i Ömerin islâmiyyeti kabûl etdiği târîhe kadar, ya’nî bi’setin altıncı senesine kadar, müslimân olanlar elli kişidir. Bir rivâyetde kırk veyâ kırkbeş erkek ile on veyâ onbir kadından ibâretdir. Yine Mekkeli müşriklerin eziyyet ve düşmanlıkları sebebi ile, bi’setin onuncu senesinde, ikinci def’a Habeşistâna hicret eden müslimânların sayısı yüzbir kişiye, ya’nî 83 erkek ve 18 kadına ulaşmışdı. Vâkıdî,[3] kitâbında, hicretden ondokuz ay sonra vukû’ bulan, Bedr gazâsında bulunan muhâcirlerin sayısının seksenüç kişi olduğunu bildirmekdedir. Buna göre, hicrete kadar geçen onüç senede Muhammede “sallallahü aleyhi ve sellem” inananların sayısı ancak yüze ulaşabilmişdir. Hicret esnâsında tâbi’ olanlar ise yetmişüç erkek ve iki kadından ibâret olduğu yine târîhlerde yazılıdır. Bu kıyaslamadan sonra, hıristiyanlık ve müslimânlıkdan hangisinin kalblere te’sîrinin dahâ fazla olduğu ortaya çıkar. Çünki, herhangi bir zorlama ve kuvvet olmaksızın, Îsâ aleyhisselâm ile Muhammede “sallallahü aleyhi ve sellem”, sâdece teblîg etmek sûreti ile îmân edenlerin sayısı birbirine mukayese edildiğinde; Muhammedin “sallallahü aleyhi ve sellem” onüç senelik da’vetinin netîcesi, kendisine yüzseksen kişi inanmışdır. Îsâya “aleyhisselâm” ise, üç senede beşyüzden çok kimse inanmışdır. Bundan sonra, hıristiyanlığın ve islâmiyyetin yayılma şekli değişmişdir. Bu değişikliğin sebebi ise, sâdece kullanılan vâsıta ve sebeblerdendir. Bunların başında ise, Muhammed aleyhisselâmın ümmetinin muhâribliği gelmekdedir. Harblerde gâlib olup, terakkî ederek, birden bire yayılmışlardır. Yoksa islâmiyyet, hıristiyanlık gibi, insanların kalblerine olan kuvvetli te’sîri sebebi ile yayılmamışdır. İlk hıristiyanlar ise, Perslerin [Îrânlıların] ezâ ve cefâlarına üçyüz sene tehammül etdiler. Çeşidli mâni’lerle karşılaşdıkları hâlde, o kadar çabuk yayıldılar ki, mîlâdın 313. cü senesinde, birinci Kostantin hıristiyanlığı kabûl etdiği zemân, hıristiyanların sayısı birkaç milyona ulaşmışdı. Müslimânlara mağlûb olan milletler, zâhirde islâmiyyeti kabûle pek zorlanmazlardı. Fekat, hayli tahriklerle millî örf ve âdetlerin-
---------------------------------
[1] İbni İshak, 151 [m. 768] de Bağdâdda vefât etdi.
[2] İbni Sa’d Muhammed Basrî 230 h.de vefât etdi.
[3] Muhammed Vâkıdî 207 [m. 822] de vefât etdi.
den mahrûm edildiler. Çeşidli düşmanlıklara ma’rûz kalmalarından başka, kendi dînî âyinlerini yerine getirmelerine sebeb olan şeyler de yasaklanmışdı. Çâresiz kalarak bu zorluklara ve tazyîklere katlandılar. Bu, kendilerini ma’nevî olarak islâmiyyetin kabûlüne zorlamak idi. Meselâ, Ömer-ül-Fârûk “radıyallahü anh” zemânında dört binden çok kilisenin yıkıldığı bildirilmişdir. Binlerce, câhil, dünyâya düşkün, hâmîsiz kimselerin, o zemânki karışıklıklar arasında mal ve mevki’ sâhibi olmak için islâmiyyeti kabûl etmelerine hayret edilmez. İslâmiyyetin bu şeklde yayılması, İskender gibi ba’zı cihangirlerin ortaya çıkmasına benzer. Müslimânların yap-dığı büyük fethler, Kur’ân-ı kerîmin Allah tarafından gönderilen bir kitâb olduğunu göstermez. Hattâ müslimânların bunca fethleri ve çalışmaları, emrleri altında bulunan hıristiyanlara pek hoş gelmemişdir. Hâlbuki hıristiyanların da’veti Perslere dahâ çok te’sîr etmişdi. Zîrâ, bugün Avrupada, küçük bile olsa bir putperest cem’iyyeti bulunamaz. Müslimân ülkelerde ise, pek çok hıristiyan bulunmakdadır.
Yehûdîler, hıristiyanlığı red etdikleri için, Allahü teâlânın gadâbına uğradılar. Vatanlarından çıkarılarak, dünyâ üzerinde, her yerden koğulan, kötü bir kavm oldular. Acabâ hıristiyanlar da, islâmiyyeti red etdikleri için, yehûdîlerden dahâ fazla veyâ onlar kadar olsun bir musîbet ve belâya uğramışlar mıdır? Bugün yer yüzünde 150 milyon kadar müslimân bulunduğu hâlde, hıristiyanların sayısı 300 milyonu aşmışdır. Allah tarafından gönderilen hak din, adâleti ve insâfı emr eder. Kâmil bir îmân ve ibâdet sebebi ile Allahü teâlâya yaklaşma se’âdetini bahş eder. Bu din, kendisine inanan bir kavmi en yüksek derecelere ulaşdırıp, maddî ve ma’nevî huzûr içinde olmalarına sebeb olur. Bu husûslar şübhesizdir. Eğer islâmiyyetin zuhûru ile hıristiyanlık nesh edilip, hükmü kalkmış olsaydı, İslâm memleketlerinin servet ve se’âdet ile diğer memleketlerden üstün olması îcâb ederdi. Hâlbuki İslâmiyyetin doğduğu yer Arabistân olup, burası Muhammed “sallallahü aleyhi sellem” zemânında müslimânların emri altına girmişdi. Müslimânlar dahâ sonra, ilk halîfeler zemânında da, dünyânın zengin pek çok milletlerini emrleri altına almışlar, onlara hükm etmişlerdi. Fekat, ne çâre ki, az vaktde hâsıl olan o zenginlik, az zemânda yok oldu. Bugün bile, arablar fakîrlik içerisindedirler. Müslimân beldelerin çoğu harâb, arâzîleri zirâatdan mahrûmdur. Buralarda yaşayan müslimânlar servet, medeniyyet ve i’mârdan uzakdır. İlmde ve san’atda Avrupaya muhtâc olmuşlardır. Hattâ bir mühendis lâzım olsa, Avrupadan getirtirler. Denizcilik ve askerlik bilgilerini öğrenmek için gençlerinin tahsîl ve terbiyeleri,
hıristiyân mu’allimlerine bırakılır. Müslimân askerlerin harblerde kullandıkları silâhlar, âlimlerin ve kâtiblerin üzerine yazı yazdıkları kâğıdlar, en büyük ve en küçüğünün giydiği elbiseler ve kullandıkları eşyânın çoğu hıristiyan memleketlerinde i’mâl edilmişdir. Hiç kimse oralardan getirtilmiş olduğunu inkâr edebilir mi? Müslimân askerlerin kullandıkları silâhlar dahî, Avrupadan getirtilir. Avrupa ise, hıristiyanlık sâyesinde nüfûs, terbiye, devlet ve servetce terakkî etmiş, ilerlemişdir. Mükemmel hastahâneler, muntazam mektebler ve fakîrhâneler inşâ etmişlerdir. Şimdi, diğer memleketlere de hastahâneler kurarak, mu’âllimler ve kitâblar göndererek hıristiyanlığı yaymağa çalışıyorlar. Müslimânlar ise putperestleri ve hıristiyanları, islâmiyyete da’vet için gayret ve hamiyyet etmiyor, milyonlarca Kur’ân-ı kerîm tercemeleri dağıtmıyor, âlimler ve da’vetciler göndermiyorlar. Eğer islâmiyyetin zuhûru ile hıristiyanlık nesh edilmiş, hükmü ortadan kalkmış olsaydı, hâl hiç böyle olurmuydu....)
CEVÂB: Hıristiyan misyonerlerinin dağıtdıkları bu risâlelerde, öne sürülen fikrler, hülâsa edildiğinde; hıristiyanlığın islâm dîninden dahâ fazîletli, doğru ve nesh edilmemiş [hükmünün kalkmamış] olması, şu birkaç delîle bağlanmışdır: Hıristiyanlığın sür’at ile yayılması, yehûdîler üzerine gelen büyük belâların hıristiyanlar üzerine gelmemiş olması, islâmiyyetin kılıç ile, ya’nî harb ile, hıristiyanlığın ise, nasîhat, güzellik ve insanlara merhamet ile yayılması, hıristiyanların nüfûsca müslimânlardan çok olması, hıristiyan devletlerin güçlü olması, hıristiyanların sanâyi’, zenginlik ve memleketlerinin i’mârında müslimânlardan ileri olması ve iyilik yapmağa çalışıp, buna çok ihtimâm göstermeleri ve Avrupada putperestlerin bulunmayıp, müslimân devletlerin her yerinde hıristiyan ve yehûdîlerin bulunmasıdır.
Birinci delîlleri olan “Hıristiyanlığın sür’at ile yayılması” sözlerine karşılık, hıristiyan târîhcilerinden, Kur’ân-ı kerîm mütercimi papaz Salenin beyânları kâfîdir. [George Sale, 1149 [m. 1736] da öldü. İngiliz müşteşrikidir. 1734 de Kur’ân-ı kerîmi İngilizceye terceme etdi. Eserinin önsözünde, islâmiyyet hakkında uzun ma’lûmât verdi. Avrupa dillerinde ilk Kur’ân-ı kerîm tercemesi budur.] 1266 [m. 1850] senesinde basılan bu (Kur’ân tercemesi)nde diyor ki: (Hicretden evvel, Medîne-i münevverede, kendisinden müslimân çıkmayan hiçbir hâne kalmamışdı. Ya’nî Medînede her eve islâmiyyet girmişdi. Eğer bir kimse “islâmiyyet diğer memleketlere ancak kılıç kuvveti ile yayıldı” diye bir iddiâda bulunursa; bu, kuru bir suçlama ve cehâletdir. Çünki, islâmiyyeti kabûl eden pek çok belde vardır ki, kılıcın ismini dahî işit-
memişlerdir. Kalblere te’sîr eden, gâyet belîğ olan Kur’ân-ı kerîmi işitmekle müslimân olmuşlardır.)
İslâmiyyetin kılıç zoru ile yayılmadığının misâlleri pek çokdur. Meselâ: Ebû Zer-i Gıfârî; kardeşi Üneys ve mübârek anneleri Ümmü Zer “radıyallahü anhüm” ilk islâma girenlerdendir. Dahâ sonra, Ebû Zer-i Gıfârînin da’veti ile, Benî Gıfâr kabîlesinin yarısı müslimân oldu. Bi’setin onuncu senesinde Mekkeden Habeşistâna hicret eden Eshâb-ı kirâm “radıyallahü anhüm”, 83’ü erkek ve 18’i kadın olmak üzere, 101 kişidir. Bunların dışında, pek çok sahâbe de, Mekke-i mükerremede kalmışdır. Bu zemânda Necran hıristiyanlarından yirmi kişi de müslimân olmuşdu. Dımâd-ı Ezdî, bi’setin onuncu yılından önce îmân etmişdir. Tufeyl ibni Amr “radıyallahü anh” de, hicretden önce annesi, babası ve bütün kabîlesi ile berâber müslimân olmuşdu. Medîne-i münevverede, Benî Sehl kabîlesi, Mus’ab bin Umeyrin “radıyallahü anh” nasîhatleri bereketi ile, hicretden önce müslimân olmakla şereflenmişlerdir. Medîne-i münevverede Amr bin Sâbitden gayrisi, hicretden önce îmân etmişlerdi. Sâdece Amr “radıyallahü anh” Uhud gazâsından sonra îmân etdi. Necd ve Yemen taraflarındaki köylerde oturan bedevîler dahî müslimân oldu. Hicretden sonra, Bureydet-ül-Eslemî “radıyallahü anh” yetmiş kişi ile berâber gelip müslimân oldu. Habeş pâdişâhı olan Necâşî de, hicretden önce îmâna geldi. [Habeş pâdişâhlarına Necâşî denir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” zemânındaki Necâşînin adı Eshame idi. Hıristiyan iken müslimân oldu.] Yine Ebû Hind, Temîm ve Na’îm akrabâlarıyla berâber ve diğer dört zât da, Resûlullahı tasdîk etdiklerini bildiren hediyyeler gönderip, müslimân oldular. Bedr gazâsı olmadan önce, Allahü teâlânın sevgilisi, Resûlullah efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” şefkatli, merhametli va’z ve nasîhatleri ve bütün arab belâgatcılarının kabûl etdikleri, herkesi acz ve hayretde bırakan, Kur’ân-ı kerîmi dinleyerek, müslimân olanların sayısı Medîne ve çevresinde birkaç bine ulaşmışdı. Hazret-i Îsânın da’vet zemânı müddetince, kendisine tâbi’ olanlar ise; İncîlin hesâbına göre, ikiyüz iki kişiden ibâretdir. Hıristiyanların inancına göre hazret-i Îsânın i’dâm edilmesinden sonra zuhûr eden hârikulâde şeyleri görerek, Îsâ aleyhisselâmın dînine girmekle şereflenenler ancak beşyüze ulaşabilmişdi. [Hâşâ Îsâ aleyhisselâm ne öldürüldü, ne çarmıha gerildi. Allahü teâlâ onu diri olarak göğe çıkardı.]
Hicretin sekizinci senesinde, Mekke-i mükerremeyi feth eden islâm askerinin oniki bin kişi olduğu ve hicretin dokuzuncu sene-
sinde, Tebük gazâsına Medîneden otuzbinden ziyâde müslimânın iştirâk etdiği ve hicretin onuncu senesinde yüzbinden ziyâde müslimân ile vedâ haccı yapıldığı (Kısas-ı Enbiyâ)da[1] yazılıdır.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” âhirete teşrîf etmeden önce, ona îmân etmekle şereflenen Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü anhüm ecma’în” sayısının, yüzyirmidörtbine ulaşdığı, bütün kitâblarda yazılıdır. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” âhirete teşrîfinden sonra, Müseylemet-ül-kezzâb vak’ası meydâna geldi. Birinci halîfe Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” Müseylemet-ül kezzâb üzerine 12.000’den fazla islâm askeri gönderdi. Bu gazâda yetmişden ziyâde hâfız-ı Kur’ân şehîdlik mertebesine ulaşmışdı. Medîneye birkaç konaklık bir mesâfeye, 12.000 askeri gönderen bir halîfenin emri altında, ne kadar erkek ve kadın müslimânın bulunması îcâb eder? Hıristiyanlık mı, yoksa islâmiyyet mi dahâ çok ve çabuk yayılmışdır. Akl sâhibi olanlar, bunu mukâyese etmelidir!
Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” vefâtından üç-dörtsene sonra, ikinci halîfe Ömer-ül-Fârûk “radıyallahü anh”, kırk bin kişilik bir islâm ordusu göndererek, Hindistâna kadar bütünÎrânı, Konyaya kadar Anadoluyu, Sûriye, Filistin ve Mısrı feth etdi. Buralarda yaşayan halkın çoğu, islâm dînindeki adâleti, güzel ahlâkı görerek, müslimân olmakla şereflendi. Eski bâtıl dinleri, ya’nî hıristiyanlık ve yehûdîlik ve mecûsîlik üzere kalanlar pek azdı. Böylece, on sene gibi, pek az bir zemân zarfında, islâm memleketlerinde yaşıyan müslimânların sayısının, yirmi-otuz milyona ulaşdığını, târîhciler sözbirliği ile bildirmekdedir. Hâlbuki, hıristiyan misyonerlerinin ortaya atdıkları iddi’âya göre, Îsâ aleyhisselâmdan üçyüz sene sonra, Birinci Konstantin hıristiyanlığı kabûl etdi. Onun yardımı ve zorlaması ile hıristiyanların nüfûsu ancak altı milyona ulaşabildi. On senede müslimânların sayısının yirmiotuz milyona ulaşması ile, üçyüz senede hıristiyanların sayısının altı milyona ulaşması karşılaşdırıldığında, aralarındaki nisbetden, hangi dînin dahâ çabuk yayıldığı ortaya çıkmakdadır.
“İslâmiyyetin yayılmasının sâdece kılıç, harb yoluyla olduğu”iddi’âları da aslsızdır. Şöyle ki; Ömer-ül-Fârûk “radıyallahü anh” feth etdiği yerlerde bulunan kimseleri, islâmiyyeti kabûl etmek ile hıristiyan kalarak cizye denilen vergiyi vermek arasında serbest bırakırdı. Onlar da, istedikleri yolu seçerlerdi. Verdikleri ciz-
---------------------------------
[1] Kısas-ı Enbiyâ müellifi Ahmed Cevdet pâşa 1312 [m. 1894] de vefât et-di.
yenin en yükseği, asrımızın parası ile mukâyese edildiğinde, 40-50 kuruşdan ibâret idi ki, zengin olanlar için, bu kadar az bir vergiyi vermekde, dinlerini terk etdirecek hiçbir zorlama yokdur. Cizye verenlerin, malları ve nâmûsları ve ibâdetlerini yapmak hürriyyetleri, müslimânların mal ve nâmûsları gibi olup, herkese müsâvî olarak, adâlet ile muâmele edilirdi. Senede bir kerre birkaç kuruş cizye vermek de, dinlerini, mallarını, canlarını ve haklarını korumanın karşılığı olup, bunu ödememek için, baba ve dedelerinin dînini terk edecek, birkaç şahıs bulunabilir mi?
[(Herkese Lâzım Olan Îmân) kitâbında diyor ki: Hindistânın (Nedvet-ül Ulemâ) meclisinin reîsi ve meşhûr (el-İntikad) kitâbının yazarı, târîh profesörü Şiblî Nu’mânî 1332 [m. 1914] de ölmüşdür. Bunun urdu dilindeki (el-Fârûk) kitâbını serdar Esedullah Hânın annesi ve Afganistân pâdişâhı Nâdir Şâhın kızkardeşi fârisîye terceme etmiş, Nâdir Şâhın emri ile 1352 [m. 1933] de Lahor şehrinde basdırılmışdır. Yüzsekseninci sahîfesinde diyor ki: (Rum Kayseri Herakliyusün büyük ordularını perîşân eden islâm askerlerinin başkumandanı Ebû Ubeyde bin Cerrâh, zafer kazandığı her şehrde adamlarını bağırtarak, rumlara halîfe Ömerin “radıyallahü anh” emrlerini bildirirdi. Sûriyedeki Humus şehrini alınca da, (Ey rumlar! Allahın yardımı ile ve halîfemiz Ömerin emrine uyarak, bu şehri de aldık. Hepiniz ticâretinizde, işinizde, ibâdetlerinizde serbestsiniz. Malınıza, canınıza, ırzınıza kimse dokunmıyacakdır. İslâmiyyetin adâleti aynen size de tatbîk edilecek, her hakkınız gözetilecekdir. Dışardan gelen düşmana karşı, müslimânları koruduğumuz gibi, sizi de koruyacağız. Bu hizmetimize karşılık olmak üzere, müslimânlardan hayvan zekâtı ve uşr aldığımız gibi, sizden de, senede bir kerre cizye vermenizi istiyoruz. Size hizmet etmemizi ve sizden cizye almamızı Allahü teâlâ emr etmekdedir) dedi. [Cizye mikdârı, fakîrlerden kırk, orta hallilerden seksen, zenginlerden yüzaltmış gram gümüş veyâ bu değerde mal, yâhud tahıldır. Kadınlardan, çocuklardan, hastalardan, yoksullardan, ihtiyârlardan ve din adamlarından cizye alınmaz.] Humus rumları, cizyelerini seve seve getirip, Beyt-ül-mâl emîni Habîb bin Müslime teslîm etdiler. Rum imperatörü Herakliyusun[1] bütün memleketinden asker toplıyarak, büyük bir haçlı ordusu ile Antakyaya hücûma hâzırlandığı haber alınınca, Humus şehrindeki askerin de Yermükdeki kuvvetlere katılmasına karâr verildi. Ebû Ubeyde “radıyallahü anh”, şehrde me’mûrlar ba-
---------------------------------
[1] Herakliyus 20 [m. 641] de öldü.
ğırtıp, (Ey hıristiyanlar! Size hizmet etmeğe, sizi korumağa, söz vermişdim. Buna karşılık, sizden cizye almışdım. Şimdi ise, halîfeden aldığım emr üzerine, Herakliyus ile gazâ edecek olan kardeşlerime yardıma gidiyorum. Size verdiğim sözde duramıyacağım. Bunun için, hepiniz Beyt-ül-mâla vermiş olduğunuz cizyelerinizi geri alınız! İsmleriniz ve verdikleriniz defterimizde yazılıdır) dedi. Sûriye şehrlerinin çoğunda da böyle oldu. Hıristiyanlar, müslimânların bu adâletini, bu şefkatini görünce, senelerden beri rum imperatörlarından çekdikleri zulmlerden, işkencelerden kurtuldukları için bayram yapdılar. Sevinçlerinden ağladılar. Çoğu seve seve müslimân oldu. Kendi arzûları ile Rum ordularına karşı, islâm askerine câsûsluk yapdılar. Ebû Ubeyde “radıyallahü anh” böylece, Herakliyus ordularının her hareketini günü gününe haber alırdı. Büyük Yermük zaferinde, bu rum câsûslarının çok fâidesi oldu. İslâm devletlerinin kurulması ve yayılması, aslâ saldırmakla, öldürmekle olmadı. Bu devletleri ayakda tutan, yaşatan, büyük ve başlıca kuvvet, îmân, adâlet, doğruluk ve fedâkârlık kudreti idi.)]
Ruslar yüz seneden beri istîlâ etdikleri Kazan, Özbekistân, Kırım, Dağıstân ve Türkistânda bulunan müslimânların küçük çocuklarından, en ihtiyârlarına kadar her şahs için senede birer altın almışlardır. Ayrıca askerlik yapmak, mekteblerde türkçe konuşturmayıp, zorla rusca öğretmek gibi çeşidli işkence ve zorlamalara rağmen, bu kadar senedir Rusyadaki müslimânlardan kaç kişi hıristiyan olmuşdur. Hattâ, Kırım harbi sonunda yapılan sulh netîcesinde; Osmânlı topraklarında kalan hıristiyanların Rusyaya, Rusyadaki müslimânların da Osmânlı devletine hicret etmesine izn verildi. Böylece, Rusya tarafından iki milyondan fazla müslimân, Osmânlı devletine hicret etdi. Hâlbuki Ruslar, kendi taraflarına hicret edecek olan hıristiyanların her birine 20 ruble yol masrafı verdikleri hâlde, Osmânlı devletinde râhat ve huzûr içinde yaşamaya alışmış olan hıristiyanlar, Rusyanın bu va’dine inanmadı ve islâmiyyetin kendilerine verdiği hak ve hürriyyetleri bırakıp oraya gitmedi.
“Hazret-i Ömer “radıyallahü anh”, 4.000 kilise yıkdırdı” demek ise, târîhi bütün hakîkatlere karşı açıkca iftirâdır. Hıristiyântârîhcilerinin bildirdiklerine göre; Ömer “radıyallahü anh” Kudüsü feth etdiği zemân, hıristiyanlar, (İstediğiniz bir kiliseyi kendinize mâ’bed olarak seçiniz) diyerek hazret-i Ömere teklîfde bulundular. Ömer “radıyallahü anh” bu teklîfi şiddet ile red etdi. İlk nemâzı kilise dışında kıldı. Çok zemândan beri, çöplük olmuş olan Heykel-i mukaddes denilen mahalli [Beyt-i mukaddes mahalli],
temizleyip, buraya büyük ve güzel bir câmi’ yapdırdı.
Müslimânların, hıristiyanlara ve yehûdîlere yapmakla mükellef oldukları muâmele şekli, bizzat Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” bütün müslimânlara hitâben yazdırdığı şu mektûbda açıkca bildirilmişdir. Bu mektûbun aslı Ferîdûn beğin (Mecmû’a-i Münşeât-üs-salâtîn) kitâbı birinci cild, otuzuncu sahîfesinde yazılıdır.[1] Mektûbun tercemesi şöyledir:
(Bu yazı Abdüllah oğlu Muhammedin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bütün hıristiyanlara verdiği sözü bildirmek için ya-zılmışdır. Şöyle ki, Cenâb-ı Hak, kendisini rahmet olarak gönderdiğini müjdelemiş, insanları Allahü teâlânın azâbı ile korkutmuş, insanlar üzerindeki emâneti muhâfaza edici yapmışdır. İşte bu Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem”, bu yazıyı, müslimân olmıyan bütün kimselere verdiği ahdi, sözü tevsîk için kaleme al-dırdı. Her kim ki, bu ahdin aksine hareket ederse, ister sultân, ister başkası olsun, Cenâb-ı Hakka karşı isyân, Onun dîni ile istihzâ etmiş sayılır ve Cenâb-ı Hakkın la’netine lâyık olur. Eğer hıristiyân bir râhip [papaz] veyâ bir seyyâh [turist] bir dağda, bir derede veyâ çöllük bir yerde veyâ bir yeşillikde veyâ alçak yerlerde veyâ kum içinde ibâdet için perhiz yapıyorsa, kendim, dostlarım, arkadaşlarım ve bütün milletimle berâber, onlardan her dürlü teklîfleri kaldırdım. Onlar, benim himâyem [korumam] al-tındadır. Ben onları, başka hıristiyanlarla yapdığımız ahdler mûcibince, ödemeye borçlu oldukları bütün vergilerden afv etdim. Cizye, harâc vermesinler veyâ kalbleri râzı olduğu kadar versinler. Onlara cebr etmeyin, zor kullanmayın. Onların dînî reîslerini makâmlarından indirmeyin. Onları, ibâdet etdikleri yerden çıkartmayın. Bunlardan seyâhat edenlere mâni’ olmayın. Bunların manastırlarının [kiliselerinin] hiçbir tarafını yıkmayın. Bunların kiliselerinden mal alınıp, müslimân mescidleri için kullanılmasın. Her kim buna riâyet etmezse, Allahın ve Resûlünün kelâmını dinlememiş ve günâha girmiş olur. Ticâret yapmayan ve ancak ibâdet ile meşgûl olan kimselerden, her nerede olurlarsa olsunlar, (cizye) ve (garâmet) [cezâ] gibi vergileri almayın. Denizde ve karada, şarkda ve garbda, onların borçlarını ben saklarım. Onlar benim himâyem altındadır. Ben onlara (emân) [izn] verdim. Dağlarda yaşayıp ibâdet ile meşgûl olanların ekinlerinden harâc almayın. Ekinlerinden Beyt-ül-mâl [Devlet Hazînesi] için hisse çıkartmayın. Çünki, bunların zirâ’ati, sırf nafakalarını te’mîn etmek için
---------------------------------
[1] Ahmed Ferîdûn beğ 991 [m. 1583] de vefât etdi. Eyyübdedir.
yapılmakda olup, kâr için değildir. Cihâd için adam lâzım olursa, onlara baş vurmayın. Cizye [gelir vergisi] almak gerekirse, ne kadar zengin olurlarsa olsunlar, ne kadar malları ve mülkleri bulunursa bulunsun, yılda oniki dirhemden [kırk gram gümüşden] dahâ fazla vergi almayın. Onlara zahmet, meşakkat teklîf olunmaz. Kendileriyle bir müzâkere yapmak îcâb ederse, ancak merhamet, iyilik ve şefkat ile hareket edilecekdir. Onları dâimâ merhamet ve şefkat kanadları altında himâye ediniz! Nerede olursa olsun, bir müslimân erkekle evli olan hıristiyan kadınlara, fenâ mu’âmele etmeyiniz! Onların kendi kiliselerine gidip, kendi dinlerine göre ibâdet etmelerine mâni’ olmayınız! Her kim ki, Allahü teâlânın bu emrine itâ’at etmez ve bunun zıddına hareket ederse, Cenâb-ı Hakkın ve Peygamberinin “sallallahü aleyhi ve sellem” emrlerine isyân etmiş sayılacakdır. Bunlara kilise ta’mirlerinde yardımcı olunacakdır. Bu ahdnâme [sözleşme] kıyâmet gününe kadar devâm edecek, dünyâ sonuna kadar değişmeden kalacak ve hiç bir kimse, bunun aksine bir hareketde bulunmayacakdır.)
Bu ahdnâme hicretin ikinci senesi, Muharrem ayının üçüncü günü, Medînede Mescid-i se’âdetde Alîye “radıyallahü teâlâ anh” yazdırılmışdır. Altındaki imzâlar:
Muhammed bin Abdüllah Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”.
Ebû Bekr bin Ebî-Kuhâfe,
Ömer bin Hattâb,
Osmân bin Affân,
Alî bin Ebî Tâlib,
Ebû Hüreyre,
Abdüllah bin Mes’ûd,
Abbâs bin Abdülmuttalib,
Fadl bin Abbâs,
Zübeyr bin Avvâm,
Talha bin Ubeydüllah,
Sa’d bin Mu’âz,
Sa’d bin Ubâde,
Sâbit bin Kays,
Zeyd bin Sâbit,
Hâris bin Sâbit,
Abdüllah bin Ömer,
Ammar bin Yâsir
“radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”. [Görüyorsunuz ki, yüce Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” başka dinden olan kimselere son derece merhamet ve şefkat ile mu’âmele edilmesini ve hıristiyanların kiliselerine dokunulmamasını, yıkılmamasını emr etmekdedir.]
Şimdi de, Ömerin “radıyallahü anh” İlya ehâlisine verdiği (emân)ın tercemesini aşağıda yazıyoruz. [Hıristiyanlar, İlyâs aleyhisselâma İlya derler. Kudüs şehrine de İlya diyorlar.]
(İşbu mektûb, müslimânların emîri Abdüllah Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” İlya ehâlisine verdiği emân mektûbudur ki, onların varlıkları, hayâtları, kiliseleri, çocukları, hastaları, sağlam olanları ve diğer bütün milletler için yazılmışdır. Şöyle ki:
Müslimânlar, onların kiliselerine zorla girmeyecek, kiliseleri yakıp yıkmayacak, kiliselerin herhangi bir yerini tahrîb etmeyecek, mallarından bir habbe [danecik] bile almayacak, dinlerini ve ibâdet tarzlarını değişdirmeleri ve islâm dînine girmeleri için kendilerine karşı hiç bir zor kullanılmayacak. Hiçbir müslimândan en ufak bir zarar bile görmeyecekler. Eğer kendiliklerinden memleketden çıkıp gitmek isterlerse, varacakları yere kadar canları, malları ve ırzları üzerine emân verilecekdir. Eğer burada kalmak isterlerse, temâmen te’mînât altında olacaklar. Yalnız İlya ehâlisinin verdiği cizyeyi [gelir vergisini] vereceklerdir. Eğer İlya halkından ba’zıları, rum halkı ile birlikde, âile ve malları ile berâber çıkıp gitmek isterlerse ve kiliselerini ve ibâdet yerlerini boşaltırlarsa, kiliseleri ve varacakları yere kadar, canları, yol masrafları ve malları üzerine emân verilecekdir. Yerli olmayanlar, ister burada otursunlar, isterlerse gitsinler, ekin biçme zemânına kadar, onlardan hiçbir vergi alınmayacakdır.
Allahü azîmüşşânın ve Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” emrleri ve bütün islâm halîfelerinin ve umûm müslimânların verdiği sözler, işbu mektûbda yazılı olduğu gibidir.)
İmzâlar:
Müslimânların halîfesi Ömer bin Hattâb.
Şâhidler:
Hâlid bin Velîd, Abdürrahmân bin Avf, Amr ibnil’Âs, Mu’âviye bin Ebî Süfyân. Ömer “radıyallahü anh”, Kudüs muhâsarasına bizzât kendi-
si teşrîf etdi. Hıristiyanlar cizye [gelir vergisi] vermeyi kabûl ederek, müslimânların himâyesi altına girdiler. [Ömere “radıyallahü anh” Kudüsün anahtarlarını, bizzât kendileri teslîm etdiler.] Böylece, kendi devletleri olan Bizansın, ağır vergi ve işkencelerinden, eziyyet ve cefâlarından ve zulmlerinden kurtuldular. Çok kısa bir zemânda, düşman zan etdikleri müslimânlardaki, adâlet ve merhameti açıkca gördüler. İslâmiyyetin, iyilik ve güzelliği emr eden, insanları, dünyâ ve âhiret se’âdetine kavuşduran bir din olduğunu anladılar. En küçük bir zorlama ve korkutma olmaksızın bölük bölük, mahalle mahalle islâmiyyeti kabûl etdiler. Diğer memleketlerde müslimân olanların hâlini siz kıyâs ediniz.
On sene gibi bir zemân zarfında, islâmiyyetin her yere yayılarak, müslimânların sayısının milyonlara ulaşması, aslâ zorla ve kılıç korkusu ile olmamışdır. Bil’aks islâmiyyetde bulunan adâlet, insan haklarına saygı ve Kur’ân-ı kerîmin en büyük mu’cize olarak, Allahü teâlâ tarafından indirilmesi, bütün semâvî kitâblar üzerine efdaliyyet ve üstünlüğü gibi sebebler ile olmuşdur.
Taberî târîhinin[1] üçüncü cild, altmışyedinci sahîfesinde:(Ömerin “radıyallahü anh” hilâfeti zemânında, Eshâb-ı kirâmdan Müsennâ bin Hârise “radıyallahü anh”, islâm ordusu başkumandanı olarak, Îrân üzerine gönderildi. Büveyd denilen yerdeÎrân askeri ile harb edeceği zemân, islâm ordusu sayıca az, silâhca za’îf idi. Çünki, dahâ önceki harblerde, çok islâm askeri şehîd olmuş idi. Îrân ordusu çok kalabalık olup, fillerle gelmişlerdi. Müsennâ “radıyallahü anh” o civârda oturan hıristiyanlara gidip, kendisine yardım etmelerini istedi. Onlar, severek yardım etmeyi kabûl etdiler. Hattâ, onların içinde Hâmûs isminde bir delikanlı “Îrân askerinin kumandanını bana gösteriniz” dedi. Acem kumandanı Mihrânı gösterdikleri zemân, ona hücûm edip, bir ok atdı. Ok, Mihrânın karnından girip sırtından çıkdı ve cansız yeredüşdü. Îrân ordusu dağıldı) demekdedir. Buradan da anlaşıldığı gibi, o asrda yaşayan hıristiyanlar, müslimânlardan aslâ düşmanlık ve cebr [zorlama] görmediklerinden, hiçbir zemân müslimânlardan nefret etmemişlerdir. Nefret şöyle dursun, bil’aks müslimânlardan memnûn olmuşlardır. Aylık bir ücret ve ta’yîn edilen bir para olmaksızın müslimânlara yardım etmişler, bu uğurda cânlarını vermişlerdir. Hattâ, çok def’a hıristiyanlar, müslimânlarla birleşerek, kendi dindaşları olan hıristiyanlara karşı harb etmişlerdir. Osmânlı devleti ile Bizans imperatorluğu arasında
---------------------------------
[1] Muhammed Taberî 310 [m. 923] de Bağdâdda vefât etdi.
meydâna gelen pek çok muhârebelerde de, bu hâl çok vukû’ bulmuşdur. Târîhi tedkîk edenler, bunu iyi bilirler.
Hıristiyanlığın, islâmiyyetden üstünlüğünü iddi’â eden protestanların ortaya koydukları delîllerden biri de, (Hıristiyanlık zuhûretdiği zemân, yehûdîler buna karşı cebhe aldılar ve Îsâ aleyhisselâmın dînini kabûl edenlere zulm [işkence] yapdılar. Bu sebeb ile, yehûdîler üzerine müdhiş belâlar geldi. Zelîl ve hakîr olup, millet olma se’âdetinden mahrûm kaldılar. İslâmiyyetin zuhûrundan sonra, müslimânlara saldıran hıristiyanlar üzerine böyle büyük belâlar gelmedi) iddi’âsıdır.
İleri sürdükleri bu delîlleri de, temâmen vâki’ olan hakîkatlerin hilâfınadır, tersinedir. Çünki, yehûdîlerin belâya uğramaları,sâdece Îsevîliğin zuhûrundan sonra olmamışdır. (Ahd-i Atîk)deve târîh kitâblarında bildirildiği gibi, Îsâ aleyhisselâmın bi’setinden önce de, yehûdîler günbegün çeşidli belâlara uğramışlardır. Yûsüf aleyhisselâm zemânından, Mûsâ aleyhisselâm zemânına kadar Mısrdaki putperest kıbtîlerin elinde esîr kaldılar. Onların çeşid çeşid hakâretlerini çekdikden sonra, Mûsâ aleyhisselâm bunları, kıbtîlerin elinden kurtardı. Dâvüd ve Süleymân aleyhimesselâm zemânından sonra, yine dürlü dürlü belâlar ve karışıklıklaradûçâr olarak perîşân oldular. Bu cümleden olarak,Âsûrî hükümdârlarından ikinci Buhtunnasar Kudüs-i şerîfi zabt etdi. Büyük katliâm yapdı. Binlerce yehûdîyi öldürdü. Hayâtda kalan yehûdîleri ve Benî İsrâîle gönderilmiş Peygamberlerden ba’zılarını esîr alarak Bâbile götürdü. Hattâ, o karışıklıklar sırasında, bütün Tevrât nüshaları parçalanmış, bir dâne bile kalmamışdı. Âsûrîlerin zulmleri altında, yehûdîlerin ne gibi belâlara uğradıkları ve Makkâbî isyânları sırasında, ne kadar yehûdî katl edildiği herkesin ma’lûmudur. [Makkâbî: Sûriyedeki Selefkîler devletinin kralı Antiokhos IV. Epiphanein, yehûdîleri putperest yapmak siyâsetine karşı isyân eden, yehûdî kumandandır. Antiokhosun ordusunu yenerek Kudüsü ele geçirdi ise de, dahâ sonra, tekrâr gayb etdi. Fekat yehûdîlerin dinlerinde serbest olmaları hürriyyetini elde et-di. Bu harbler sırasında, çok yehûdî kılıçdan geçirildi.] Nihâyet mîlâddan 70 sene evvel meşhûr Romalı Pampe, Filistini zabt edip, emri altına almışdır. Yehûdîler üzerine gelen bu belâların hepsi Peygamberleri inkâr etdikleri ve çoğunu öldürdükleri için idi. Bubelâların, hazret-i Îsânın bi’setinden önce olduğu târîhlerde açıkca yazılıdır.
Îsâ aleyhisselâmın göğe yükseltilmesinden yetmiş sene sonra, Roma İmperatoru Titusun, Kudüse girince, Kudüsü yakarak bütün yehûdîleri katl etmesine bir sebeb aranırsa, târîhlere mü-
râce’at edilsin. Yehûdîlerin dünyâda hakîr ve zelîl olmaları, Îsâ aleyhisselâmdan sonra umûmî olmayıp, ba’zı mahallerde olmuşdur. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” zemânında, Medîne-i münevvere ile Şâm arasında yer alan, Hayber kal’ası gibi bir takım yerlerin hükümdârları, Ka’b bin Eşref, Merhab ve İsmâ’îl [Semauel] gibi yehûdîler idi. Ne zemân ki, Peygamberlerin sonuncusu ve en üstünü Resûlullah efendimize düşmanlık ve ihânet etdiler, o zemân gadab-ı ilâhîye uğradılar. Bekara sûresinin altmış birinci âyetinde meâlen: (Onlara zelîllik ve fakîrlik verildi) buyurulmuşdur. Bu âyet-i kerîmede buyurulduğu gibi, perîşân oldular. Bir dahâ devlet kurmaları mümkin olmadı.
Allahü teâlâ, yeni bir din gönderdiği zemân, bâtıl dinlere inanan kimseler üzerine büyük belâların gelmesi lâzım mıdır? Lâzım gelseydi, Benî İsrâîl Mûsâ aleyhisselâmın dîni üzere yaşadıkları birkaç bin sene içerisinde, kendilerinden pek za’îf ve sayıları çok olan mecûsîler üzerine peşpeşe belâlar gelerek mahv-ü perîşân olmaları lâzım gelirdi. Hâlbuki Çin, Hindistân, Türkistân ve Amerika ehâlisi, eski hâlleri üzerine kalmışlardır. [Üzerlerine, protestanların söyledikleri gibi herhangi bir belâ gelmemişdir.]
Protestanların, hıristiyanlığın doğruluğunu isbât için ortaya koydukları diğer bir delîl ise; “Hıristiyanların nüfûsunun çok olması”dır. Bu sözleri de kuvvetli bir delîl değildir. Her ne kadar, Avrupada neşr edilen istatistiklerde, hıristiyan nüfûsu çok gösteriliyor ise de, bunlar birbirlerini tutmamakdadır. Hıristiyanların sayısı husûsunda istatistikler arasında milyonlarca fark vardır. Çünki, o zemân Asya ve Afrikanın çok yerlerinde yaşayan insanların hangi dîne mensûb olduğu, temâmı ile tahkîk edilip ortaya konulmamışdı. İstatistik yapan kimseler, buralarda bulunan nüfûsu, yaşadıkları yerlerin büyüklüğü nisbetinde tahmîn ile yazmışlardı. Hattâ, Mısrlı Seyyid Rüfâanın terceme etdiği ve Mısrda basılan coğrafya kitâbında, yeryüzünde yaşayan insanların temâmının nüfûsu dokuzyüz milyon tahmîn olunup, yarısı mecûsî ve diğer yarısının yarısı putperest, kalan yarısının ise müslimân, hıristiyan ve yehûdî olduğunu ve ehl-i kitâbın üçde birinin müslimân, üçde birinin yehûdî, üçde birinin de hıristiyan olduğunu yazmakdadır. Bu da, tahmîni bir hesâb olduğundan, delîl olarak kabûl edilemez. Bir diğer husûs da, hıristiyanların çokluğunu kabûl etsek bile, sayılarının çok olması, hıristiyanlığın doğru olduğunu göstermez. Çünki, bir dîne mensûb olanların çok olması, o dînin doğruluğuna delîl kabûl edilirse, putperestliğin ve mecûsîliğin hak, doğru din olmaları îcâb ederdi. Çünki, bugün yeryüzünde hıristiyanlardan dahâ fazla, putperest ve mecûsî vardır.
Îsâ aleyhisselâmın semâya urûcundan sonra, üçyüz sene içerisinde putperestler ve yehûdîler, def’alarca nasrânîlere umûmî katliâmlar yapdılar. Ellerinde bulunan kitâbları ve risâleleri, yırtarakve yakarak yok etdiler. Emrleri altında bulunan Îsevîlere, her geçen gün hakâretlerini artdırarak zulm etdiler. Hıristiyanların ortaya koydukları bu delîle göre, ya’nî hıristiyanların sayısının çok olmasına göre, hıristiyanlığın bâtıl, putperestliğin ise hak, doğru olması îcâb ederdi.
Protestanların, hıristiyanlık islâmiyyetden üstündür diyerek, ortaya atdıkları bir diğer delîl ise, “Hıristiyanların fen ve teknikde müslimânlardan dahâ ileride olması”dır.
Bu mes’elenin de, dikkatlice incelenmesi lâzımdır. Çünki, Avrupanın ilmde, teknikde ve sanâyı’de ilerlemeğe başlaması, son üçyüz seneden beri olmuşdur. 900 [m. 1494] senesine gelinceye kadar, Avrupalılar vahşet, cehâlet, pislik içerisinde olup, nasıl bir hayât yaşadıkları gâyet açık bilinmekdedir. Hıristiyanlar bu hâlde iken o asrlarda Asya, Irak, Hicâz, Mısr ve Endülüs [İspanya]de yaşayan müslimânlar, o zemâna göre ilm, teknik ve sanâyı’de zirveye ulaşmışlardı. Hattâ, bugün Avrupada mer’iyyetde olan medenî kanûnların kaynakları, Endülüs ve Mısr kütübhânelerindeki islâm âlimlerinin kitâblarıdır. Papalık yapmış ikinci Sylvestrenin dahî, Endülüs üniversitelerinde müslimân profesörlerden ilm tahsîl etdiği târîhlerde yazılıdır. Avrupalıların kullanmakda oldukları romen rakamları da, bütün fen ilmlerinin esâsı olan matematik işlemlerini yapmağa müsâid değildi. Müslimân mekteblerinde okurken, arabî rakamlar ile bu işlerin kolay yapıldığını öğrenince, bu rakamları kendileri de, kullanmağa başladılar. Bu hâl, fende ilerleme sebeblerinden biri oldu. Bütün bunlar bilinince, dînin ilm ve fennin ilerlemesine ne gibi te’sîrleri olduğu anlaşılır ki, bundan hıristiyanlardan önce müslimânlar istifâde ederler. Çünki, bugün ellerdeki dört İncîlin hiç birisinde devletler hukûku, san’at, ticâret, zirâ’at gibi medeniyyet vâsıtalarını emr eden bir cümle dahî yokdur. Hattâ, şiddet ile men’ edilmişdir. Buna mukâbil İslâmiyyet, ilm, san’at, ticâret, zirâ’at ve adâleti emr etmişdir. Bütün islâm devletleri, bu esâslarla idâre olunduğundan, medeniyyet ancak islâm memleketlerinde olduğu gibi, dünyânın en ma’mur beldeleri de islâm memleketleri olmuşdur. [Hıristiyanlar, islâm memleketlerindeki bu zenginliğe kavuşmak istemiş, bunun için dalgalar hâlinde, haçlı seferleri tertîb etmişlerdir. Haçlı seferlerinin asl gâyesi hıristiyanlığı yaymakla berâber, islâm memleketlerinin zenginliğini yağma etmek idi.] Fekat, asrımızda müslimânların ve hıristiyanların hâlleri, dinlerinin emrinin tersine bir şeklde zuhûr etmişdir. Buna bir se-
beb aranırsa; bu, gerek müslimânların, gerekse hıristiyanların dinlerinin emrlerini yerine getirmemeleridir. Ya’nî dinlerinin îcâblarını yapmamakdır. Hattâ, Avrupalı feylesoflardan birisi, neşr etdiği bir risâlede şöyle demekdedir: (İslâm dîninin hak bir din olup, hıristiyanlığın ise, hak din olmaması; dünyâda yapdıkları eserler ile sâbitdir. Çünki müslimânlar, dinlerinin emrlerini yapmakda, ya’nî islâmiyyete uymakda kusûr etdikce, za’îfliyerek ilmde ve fende geri kaldılar. Hıristiyanlar ise, dinlerini ne kadar terk etmiş, hıristiyanlıkdan ne kadar uzaklaşmışlar ise, o kadar kuvvetlenip, ilmde ve fende ileri gitmişlerdir. Son zemânlarda hıristiyan devletlerin ta’kîb etdikleri yol, kitâbları olan İncîlin emr etdiği yolun tam tersidir. Bu herkesce ma’lûmdur.)
Protestanların, hıristiyanlığın doğruluğunu isbât için getirdikleri delîllerden biri de, “Avrupada putperest bulunmayıp, islâm memleketlerinde, islâmiyyetin hâkim olduğu beldelerde ise, yehûdî ve hıristiyanların bulunması”dır. Bu hâli, hıristiyanlığın insanlara te’sîr etme kuvvetine haml etmekdedirler. Ortaya atdıkları bu iddi’â, hıristiyanlığın doğruluğunu isbât etmekden çok, islâmiyyetin akllara durgunluk veren adâletini isbât etmekdedir. Çünki bir kimse, hangi dîne bağlı bulunursa bulunsun, islâm memleketlerinin her tarafında aynı haklara sâhib olup, adâlet karşısında müslimân ile müsâvî idi. Gayr-i müslimler, islâm devletinin himâyesinde gâyet râhat idiler. Onların ne dînine karışılıyor, ne de ibâdet etmelerine mâni’ olunuyordu. İstedikleri san’at ve ticâret ile serbestce uğraşıyorlardı. Fekat, Avrupanın pek çok yerlerinde, protestanlar şöyle dursun, hıristiyanların diğer fırkalarına tâbi’ olanlardan hiç birinin, bir diğerinin hâkim olduğu yerde can ve mal emniyyeti yokdu. Râhatca ikâmet etmesi mümkin değildi. Ermeniler ve rumlar islâm memleketlerinin her yerinde ikâmet etdikleri hâlde, Avrupa memleketlerinden hiç birini vatan edinmemişlerdir. Yunanistan ve diğer Akdeniz adaları gibi, rumların bulunduğu yerlerde; ermeni, katolik ve protestanlardan beşon âile bulunmaz. [Rumlar ortodoksdurlar.] Fransa, İtalya, İspanya vs. gibi katolik olan yerlerde protestan papazların; mekteb, kilise, manastır inşâ etmeleri aslâ mümkin değildir. Memleketin mezhebi olan katoliklik aleyhine, açıkca kitâb neşr edemezler. Yine, halkı protestan ve rum olan yerlerde de, katolik papazların durumu böyledir. İslâm memleketlerinin hiçbir yerinde, Sent Bartelmi ve engizisyon mezâlimleri gibi bir şey, vukû’a gelmemişdir. [Sent Bartelmi katliâmı, 980 [m. 1572] senesi ağustosun yirmidördüncü günü, ya’nî Sent Bartelmi yortu günü, kral dokuzuncu Şarl ve Kraliçe Katerinanın emri ile Pâris ve civârında
altmış bin protestanın sâdece inançlarından dolayı katl edilmesidir.] Hiç bir târîhde islâm milletleri tarafından, haçlı seferleri gibi, kanlı ve dehşetli bir hâdise vukû’ bulmamışdır. Haçlı seferlerinin her birinde, müslimân, protestan ve yehûdîlerden, hattâ katoliklerin kendilerine düşman oldukları akrabâlarından, yüz binlerce ma’sûmun kanı dökülmüş, akllara gelmiyecek vahşiyâne katliâmlar yapılmışdır. Haçlı seferlerinin devâm etdiği ikiyüz elli senelik zemân içinde, Avrupa harâb oldu. (Bir yüzünüze tokat vurulursa, diğer yüzünüzü de çeviriniz) diye nasîhatda bulunan Îsânın “aleyhisselâm” kendi memleketinde, Onun nâmına müteassıb haçlıların cür’et etdikleri vahşîliklerin, engizisyonların tafsilâtı anlatılamaz. Haçlı seferleri müddetince, Avrupa ve Asyada milyonlarca insanın haksız yere kanlarının nasıl akıtıldığı ve bunca memleketin nasıl insafsızca virân edildiği târîhlerde yazılıdır. Hâlâ, Ulah, Buğdan ve Odesada çâresiz yehûdîlerin neler çekdikleri, ingilizlerin ve hıristiyanların, rusların hâkim oldukları memleketlerde bulunan müslimânların ne hâllerde yaşadıklarını, ne sıkıntı ve işkencelere ma’rûz kaldıklarını herkes bilmekdedir.
Bir de, bugün islâm memleketlerinde râhat, refâh, servet, hürriyyet ve huzûr içinde yaşayan hıristiyanlara bakınız. Sonra, hıristiyanlık ve müslimânlıkdan, hangisinin, emrleri altında bulunanların, adâletin himâyesinde ve râhat olduklarını ve hangisinin insanlık ve medeniyyete hizmet edebileceğine Allah için hükm ediniz.
(Avrupadaki ilm ve sanâyı’nin gelişmesi, zenginliğin artması ve i’mâr edilmiş olması, mekteb ve hastahânelerin çok olması gibi, insanlığa hizmet eden müesseselerin çok olmasını), hıristiyanlığın islâmiyyetden üstünlüğünü isbât için delîl getirmek de, çok şaşılacak ve pek abes bir işdir. Kurûn-ı vüstâya [Orta çağ] kadar, Avrupa hıristiyanlığa tam bağlı olup, ellerindeki İncîllere tâbi’ oldukları için, hâlleri harâb ve perîşândı. Delîl olarak ortaya koydukları, ilm ve sanâyı’de terakkî etmek, hastahâneler ve mektebler yapmak gibi, medeniyyet vâsıtalarından hiç birisi mevcûd olmadığı gibi, Romalılardan kalanlar bile mahv olmuş, hattâ eserleri bile kalmamışdı. Avrupalılar, İncîllerde ve bilhâssa Luka İncîlinin onikinci bâbında bildirildiği gibi, san’at, ticâret ve zirâata hiç ehemmiyyet vermeyip, havâda uçan kuşlar gibi bulduklarını yiyip, buldukları yerde oturduklarından, Avrupa kıt’ası başdan başa zulmet, cehâlet, vahşet ve teassub içerisinde kalmışdı. Hastahâne, mekteb, fakîrhâne gibi şeylerin varlığından dahî habersiz idiler. Kur’ân-ı kerîm ise, dünyâ işlerine fazlasıyla ehemmiyyet vermiş, ilmi, san’atı, ticâreti, zirâ’ati emr etmiş ve tehlü-
kelerden sakındırmışdır. Zümer sûresinin dokuzuncu âyetinde meâlen, (Bilen ile bilmeyen, hiç bir olur mu? Bilen elbette kıymetlidir) buyurulmuşdur. Nisâ sûresinin yirmidokuzuncu âyetinde meâlen, (Ey îmân edenler, birbirinizin mallarını aranızda bâtıl yollarla yimeyiniz. Ya’nî islâmiyyetin harâm kıldığı, fâiz, kumar, hırsızlık ve gasb gibi bâtıl yollarla yimeyiniz. Ancak birbirinizden râzı ve hoşnûd olarak, ticâret ile ola) ve Bekara sûresinin ikiyüzyetmiş beşinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ bey’i, alış-verişi halâl ve fâizi harâm kıldı) ve Nisâ sûresinin otuzaltıncı âyetinde meâlen, (Allahü teâlâya ibâdet ediniz. Ona hiçbir şeyi şerîk, ortak koşmayınız. Annenize ve babanıza [söz ve fi’l ile], akrabâya [sıla-i rahm ile], yetîmlere [gönüllerini almak ile], fakîrlere [sadaka ile], akrabânız olan komşularınıza [şefkat ve merhamet ile], binâ komşularınıza [iyilik ve onlara gelen zararlara mâni’ olmak ile], dost ve arkadaşlarınıza [haklarına riâyet ve sevgi ile], yolcu ve misâfirlerinize [yemek ve içecek ikrâm etmek ile], köle ve câriyenize [elbiseler giydirmek ve yumuşak davranmak ile] iyilik ediniz) buyurulmuşdur. Böyle, nice âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler ile Allahü teâlâ ve Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ilm, san’at ve ticâreti emr etmekdedir. Ayrıca, anne ve babaya, akrabâya, yetîmlere, âcizlere, kimsesizlere, komşulara, yolculara ve kölelere iyilik ve ihsânda bulunmayı, onların haklarını gözetmeği ve hükûmete, kanûnlara karşı gelmemeği de emr buyurmakdadırlar. Bugünkü Avrupalıların dedeleri medeniyyet vâsıtası olan bu şeylerden habersiz iken, islâm memleketlerinin her tarafında muntazam mektebler, medreseler, fakîr ve miskinler için bakım evleri, aşhâneler, hanlar, hamâmlar ve dahâ nice hayr ve iyilik müesseseleri kurulmuşdu. Müslimânlar, ayrıca bu hayr müesseselerinin devâmı ve giderlerinin karşılanması için, husûsî yardım teşkilâtı olan (vakflar) kurmuşlardı. [Hattâ kölelerin ve hizmetcilerin yapdıkları zararları ödeyen, hastalıklara sebeb olan şeyleri temizleten vakflar dahî kurulmuşdu.] İslâm memleketlerinin her yerinde san’at pek meşhûr idi. Avrupalılar, çalar sâat nedir bilmezlerken, müslimânların halîfesi Hârûn-ür-reşîd tarafından Fransa kralı Şarlmana çalar sâat hediyye edilmişdi. Papa ikinci Sylvestre,[1] Endülüsde islâm mekteblerinde ilm tahsîl etmiş ve rakkaslı sâati müslimânlardan öğrenmişdir. İspanya krallarından Şanso, yakalanmış olduğu [ve Avrupalıların o zemân tedâvî edemedikleri] istis-
---------------------------------
[1] Sylvestre 394 [m. 1003] de öldü.
ka [su toplanması] hastalığı için Endülüsdeki müslimân tabîblere mürâce’at etmiş ve kısa zemânda sıhhatine kavuşmuşdur. Kur’ân-ı kerîmde, fakîrlere, miskinlere, yolculara yardım etmekden çeşidli âyet-i kerîmelerde tekrar tekrar bahs edilmişdir. Böylece fakîrlere ve yolculara ve za’îflere yardım etmek, müslimânlar arasında âdet olmuş, müslimânların mühîm bir vazîfesi hâline gelmişdir. İki-üç hânelik bir islâm köyünde dahî, bir misâfir gelince, [gayr-ı müslim olsa bile] aslâ aç ve açıkda kalmamışdır. Hattâ islâmiyyetin hâkim olduğu yerlerde, müslimânlarla berâber yaşamaları sebebi ile, gayr-ı müslim vatandaşlar arasında da, bu güzel âdet yerleşdi. Hâlbuki Avrupada, son zemânlarda çok zenginlerin bulunmasına, hastahâneler ve fakîrhâneler yapılmış olmasına rağmen, bir hayli insan, hâlâ açlıkdan ölmekdedir. İngiltere ve Almanyada fakîrler yiyecek bulmakda çekdikleri sıkıntıdan usanarak, herbirinden üçyüz-dörtyüz bin fakîr, Amerika ve Hindistân ve diğer ba’zı memleketlere hicret etmişlerdir.
[3 Şubat 1988 târîhli Türkiye gazetesinde neşr edilen bir haberde, fransızca (Figaro) gazetesinde, Fransada, 2,5 milyon kişinin tam bir sefâlet içinde yaşadığı, bunların 1,5 milyonunun adresinin dahî ma’lûm olmadığı ve sokaklarda yatdıkları bildirilmekdedir. Aynı gazetede, bildirildiğine göre, Fransada altmış yaşının üzerinde 10 milyon ihtiyâr vardır. Bunlardan iki buçuk milyonunun ma’lûm bir meskeni yokdur. Bunların âkıbetleri sürünmek ve yalnızlıkdır. Bu ihtiyârlardan, kadınların % 7’si, erkeklerin % 14’ü intihâr etmekdedir. İntihâr edenlerin sayısı, beşyüzbindir. Fransada, böyle garîb, sefîl kimselere yardım için kurulmuş olan, ATD’nin başkanı, râhib Joseph Wresinski, (Bugün Fransada, mühim ihtiyâclarını karşılayamıyacak kadar düşkün 2,5 milyon insan var. Bunlara imdâd edecek hiç bir kaynak da yokdur. İnsan haklarından hergün bahs eden Avrupa, sâdece iktisâdî ve askerî mes’elelere değil, birkaç seneye kadar çok büyük rakamlara ulaşacak olan sefâlete çâre aramalıdır. Fransızları bu sefâletden kurtarmak için millî, umûmî bir feâliyyet lâzımdır) diyor. Papaz da, bu hakîkati i’tirâf etmekdedir.] Eğer ilm, teknik, sanâyı’ ve medeniyyet, bir dînin doğruluğuna delîl olsa, bu delîl de, hıristiyanlıkdan çok islâmiyyet için kuvvetli bir sened olur. [Çünki müslimânlar, islâmiyyeti tatbîk etdikleri zemânlarda yükselmişler, bu tatbîki gevşetdikleri zemân ve hıristiyanları taklîde başladıkları zemân gerilemişler, hattâ parçalanmışlardır.]
Bir milletin zenginliği de, inandığı dînin doğruluğunu isbâta kâfî delîllerden olamaz. Çünki protestanların, hıristiyanlığa inanmadıkları için, çeşidli belâlara uğradıklarını iddiâ etdikleri yehû-
dîlerden Rotcild, dünyânın en zenginidir. Hâlâ İngiliz milletvekillerinden olan Lord İsrâilî de yehûdî olduğu hâlde dünyânın en zenginleri arasındadır. Bugün, Avrupa altın borsalarının, yehûdîlerin ellerine geçeceği şimdiden açıkca görülmekdedir. Hıristiyanlarınbu iddiâlarına göre, yehûdîlerin dîni, Îsâ aleyhisselâmın dîninden efdâl olmakdadır. Buna göre, Avrupanın çok yerlerinde ve Rusyanın her yerinde, san’at, ticâret ve servetden habersiz fakîr, ne kadar hıristiyan var ise, bunların inançları da bâtıl olmakdadır. Hıristiyanların bu sözlerine göre, herhangi bir dînin doğruluğu, sâdece o dîne inananların servet ve zenginliğine bağlı olması lâzım gelir ki, bu hâl hıristiyanların islâmiyyete karşı yapdıkları i’tirâzı kuvvetlendirmez [bil’aks ortadan kaldırır].
Avrupa mekteblerine gelince, bunlar iki kısmdır: Birisi papazların, diğeri ise halkın, hükûmetin idâre ve kontrolü altındadır. Papazların idâresinde olan mekteblerde,sâdece hıristiyanlık akîdeleri [inançları] öğretilmekdedir. Bunun için, millet meclislerinde, bu mekteblerin papazların elinden alınması için konuşmalar yapılmakdadır. Yakın bir gelecekde hıristiyan çocuklarının terbiyesi papazların idâresinden çıkarılıp, bu mekteblerin de, halkın ve hükûmetin idâresine verileceği anlaşılmakdadır. Avrupa hükûmetlerinin ve halkın idâre ve kontrolünde olan mekteblerin hiçbirinde, dîne âid bir şey öğretilmeyip, onlarda sâdece fen ve matematik bilgileri öğretilmekdedir. Bunun için, böyle olan mekteblerden me’zûn olan Avrupalı gençlerin pek çoğu, hıristiyanlığın aleyhindedirler. Bu mekteblerden me’zûn olanlar, her gün çoğalmakda ve dernekler kurup, gazete ve mecmû’alar neşr etmekdedirler. Bu gazete ve mecmû’alarında, hıristiyanlığın bâtıllığını dünyâya i’lân etmeğe çalışmakdadırlar. Hıristiyanlığın, hak din olduğunu isbâta çalışan bu papazın, vesîka olarak ortaya koyduğu delîllerden olan, Avrupadaki bu mekteblerin bir gün gelecek, hıristiyanlığın yıkılmasına sebeb olacağında şübhe yokdur. Müslimânlar arasında, ilme her şeyden çok ehemmiyyet veren, ilmi her şeyin üstünde tutan, bir idârenin yokluğundan dolayı yıkılan, yok olan ba’zı hükûmetler olmuşdur. Bundan başka, bugün islâm memleketlerinde mevcûd olan sayısız mekteb ve medrese ve bunlara bağlı vakf ve imâretlere insâf ile nazar etmelidir. Sâdece İstanbulda bulunan medreselerin, vakflarının vakfnâmeleri incelendiğinde; ilm tahsîl eden talebenin oturacağı kilimlerine varıncaya kadar, aylık maâşlarını ve her medresenin müderris, kapıcı ve diğer hizmetlilerinin alacakları maâşlarını, bu vakfların üzerine aldıkları görülür. Acaba, Avrupa mekteblerinin
herhangi birinde böyle bir teşvîk, böyle bir kolaylık var mıdır? Bugünkü mekteb ve medreselerin niçin eski parlaklığı ve intizâmı kalmamışdır denilirse, bunun sebebleri içerisinde dinle ilgili birşey bulunamaz. İyilik ve hayr için kurulan vakfların, ehl olmıyan din câhili, münâfık mason kimselerin emrlerine geçdiğinden beri, güzel bir idâreye mazhar olamadıklarını üzülerek görüyoruz. Bununla berâber, medreselerde yetişen talebeler, Avrupalı talebeler gibi, yalnız fen ve matematik dersleri görmeyip, ayrıca ilm-i kelâm, ilm-i fıkh, ilm-i tefsîr gibi din ilmlerini de tahsîl ederler. Bunun için, bu talebeler arasında, Avrupada olduğu gibi, din düşmanı kimseler bulunmaz. Çünki, fen ilmlerinin ilerlemesi, islâm dîninin emrlerinin doğruluğunu anlamağa, dahâ açık bir şeklde hizmet eder. Ya’nî bir kimse, fen bilgilerini ne kadar çok tahsîl ederse, îmânı o kadar çok kuvvetli bir müslimân olur. Fekat hıristiyanlıkda hâl bunun tam aksinedir. Bir kimse, hıristiyan akîdesinin temeli olan (teslîs), ya’nî (üç birdir, bir üçdür), sözünü, hiç incelemeden kabûl edecek kadar ahmak ve câhil olmadıkca, tam bir hıristiyan olamaz.
Protestan papazın (Hıristiyanlar her yere hıristiyanlığı yaymak için, misyonerler ve çeşidli kitâblar gönderdikleri hâlde ve islâmiyyeti yok etmek için, ingilterede (Müstemlekeler nezâreti) kurulduğu hâlde, müslimânlar, putperestleri ve hıristiyanları islâmiyyete da’vet için, niçin gayret göstermiyorlar. Kur’ân-ı kerîm tercemeleri dağıtmıyorlar ve islâma da’vet için çeşidli yerlere âlimler göndermiyorlar) süâline gelince, yukarıda zikr etdiğimiz gibi, bu mühim dînî hizmetin yerine getirilmesi, müslimânların vazîfesidir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” zemânında, bu vazîfeye çok ehemmiyyet verilmiş, bu hâle, asrlar boyunca devâm edilmişdir. İslâmiyyetin çok kısa bir zemânda yeryüzünün hemen hemen yarısına yayılması, adâlete, güzel ahlâka ve ilme, fenne verdiği ehemmiyyet sebebi ile olmuşdur. Dahâ sonra, bid’at ehli, sapık kimseler [ve masonlar ve ingiliz câsûsları] devlet işlerinde söz sâhibi olunca, islâmiyyetin en mühim emri olan emr-i ma’rûf, ya’nî iyiliği emr etmek vazîfesi gevşedi. İslâmiyyeti dünyâya yaymak gayreti kalmadı. İslâmiyyetin bu gizli düşmanları, (Bunca zemân içerisinde islâmiyyet pek çok memlekete yayılmışdır. Bundan sonra, aklı olan, gözü gören, se’âdet, kurtuluş isteyen, kendi arasın bulsun. İslâmiyyet güneş gibi meydândadır) diyerek, sonraları, insanları islâma da’vet işine ehemmiyyet verilmedi. (Bir tüccarın hâlis bir pırlantası olsa, onu dükkân dükkân gezdirip, müşteri aramasına lüzûm yokdur. Fekat mal çürük olur ise, onu elden çıkarmak için, kapı kapı dolaşdırıp “bu çok gü-
zel bir maldır, alınız, bir dahâ ele geçmez” gibi câhilleri aldatacak yalanlar söylemesi îcâb eder) şeklinde çürük mantıklar ileri sürdüler. Bunlara şunu hâtırlatırız ki, pırlanta için müşteri aramağa elbet lüzûm yokdur. Fekat, pırlantayı müşteriye arz etmek, tanıtmak lâzımdır. Müşteri pırlantayı tanıyınca, şübhesiz tâlib olur. Teşhir edilmeyen, tanıtılmayan pırlanta ise tâlib bulamaz.
Bu protestan papazına son söz olarak şunu da bildiririz ki, bir dînin, bir mezhebin kitâblarını iyice incelemek lâzımdır. Yoksa, sırf inâdından veyâ sâdece bildiği kadarıyla doğru zan etdiği fikrler ile, bir din, bir mezheb aslâ tenkîd edilemez. İslâm dîninde îmân esâslarını bildiren ve bunları koruyan ve şübheleri gideren (ilm-i kelâm) diye husûsî bir ilm vardır. İslâmiyyetin parlak olduğu ve birçok yerlere yayıldığı zemânlarda, kelâm ilminin derin âlimleri vardı. Bu âlimler, islâm dînine yapılan i’tirâzların ve meydâna gelen şübhelerin giderilmesi için, pekçok kıymetli kitâblar yazdılar. Bu kitâbları her memlekete yaydılar. Naklî delîllerden, ya’nî âyet-i kerîme, hadîs-i şerîf ve din büyüklerinin sözlerinden başka, aklî delîlleri de kullanmak sûreti ile islâmiyyetin doğruluğunu, hakîkatini isbât etdiler. Yalnız yehûdî ve hıristiyanlara değil, eski yunan felsefesini taklîd edenlere ve bid’at sâhibi, sapık, türedi din adamlarına [ve zındıklara, masonlara] da cevâb verdiler. Çünki, islâm dîninde, Allahü teâlâ akl-ı selîmin kabûl etmediği bir şeyi kullarına emr etmez. [Fekat, Allahü teâlânın emrlerinin hikmetlerini, fâidelerini anlamak için, akl-ı selîm sâhibi olmak lâzımdır. Kendilerini akllı, felsefeci, fen adamı olarak tanıtan câhillerin, ahmakların kendi hislerine, nefslerine uygun olarak yapdıkları konuşmaların, hakîkat ile, ilm ile, fen ile ilgileri yokdur. Akl-ı selîm sâhibleri, bunların bozuk sözlerine, yazılarına kıymet vermez. Kendileri gibi bir kaç ahmağı aldatmakdan başka te’sîrleri olmaz. İslâmiyyetde aklın ermediği çok şey vardır. Fekat akla ay-kırı hiç bir şey yokdur. Aklın çeşidleri ve tefsîri, arapça (Tarîk-unnecât) kitâbında ve türkçe (TAM İLMİHÂL SE’ÂDET-İ EBEDİYYE) kitâbında uzun anlatılmışdır. İslâm dîni hakkında, akla uygun bilgiler söylemek için, kelâm ilminde meşhûr olan İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin (Mektûbât) kitâbını ve (Şerh-i mevâkıf) ve (Şerh-i mekâsıd) gibi kitâbları iyi okumak ve iyi anlamak lâzımdır. Hıristiyanların, iknâ edici delîller yerine, (Pavlos şöyle dedi) veyâ (falan İncîl böyle yazmış) veyâ (Bu mes’ele esrâr-ı ilâhiyyedendir, buna böylece inanmalıdır) gibi sözleri konuşmak ile, hiç bir mes’ele isbât edilmez. Kelâm ilmini bilmiyenin, islâm bilgilerinin doğruluklarını, akl sâhibi, hıristiyanlara anlatması güç olur. Bunu dahâ sonra anlatacağız.]