Hamd ve senâ, vâcib-ül vücûd (varlığı mutlak lâzım olan) Allahü teâlâya lâyık ve ancak Ona mahsûsdur. Kâinâtdaki bütün nizâm, güzellikler, Onun kudretinin eserlerinden, görülebilen birer ışıkdır. Onun sonsuz ilmi, kudreti, muhtelif kâbiliyyetlerine göre, eşyâda ortaya çıkmakdadır. Bütün mevcûdât, Onun ilm ve kudret deryâsından bir damladır. O birdir, şerîki, (ortağı ve benzeri) yokdur. O, sameddir, ya’nî bütün mahlûkâtın kendisine sığınacağı zâtdır. Baba, oğul olmakdan münezzehdir, berîdir. Haşr sûresinin yirmiüçüncü âyetinde meâlen, (Allahü teâlânın ilâhlıkda şerîki, ortağı yokdur. Mülkü hiç de yok olmayan bir melikdir. Noksanlık olan her şeyden münezzehdir. Ayblardan ve kudretsizlikden uzakdır. Mü’minleri sonsuz azâbdan emîn kılmışdır. Herşey üzerine hâkim ve hâfızdır. Hükmünde gâlibdir. [İnsanlar birşey yapmak isteyince, O da irâde ederse, isterse o şeyi yaratır. Hâlık [yaratıcı] yalnız Odur. Ondan başka kimse, hiçbir şey yaratamaz. Ondan başka kimseye hâlık [yaratıcı] denilemez. İnsanların dünyâda ve âhiretde râhat ve huzûr içinde yaşamalarını, sonsuz se’âdete kavuşmalarını sağlayan, kurtuluş yolunu göstermiş ve bu yolda yaşamalarını emr etmişdir. Azamet [büyüklük] ve Kibriyâ [yücelik] ancak Ona mahsûsdur.] Allahü teâlâ müşriklerin şirklerinden ve iftirâlarından münezzehdir) buyurulmuşdur.
Salât ve selâm, şânı yüce olan, âhir zemân Peygamberi, Allahü teâlânın resûlü Muhammed Mustafânın “sallallahü aleyhi ve sellem” Cennet bağçesi olan kabr-i şerîflerine, aşk ile sunulsun. Zîrâ, O server “sallallahü aleyhi ve sellem”, âlemi, cehâlet karanlıklarından kurtarıp, tevhîdi ve îmânı te’sîs için, Kur’ân-ı kerîmile gönderilmişdir. Âl-i İmrân sûresi altmışdördüncü âyetinde meâlen, (Ey Habîbim! Sen ehl-i kitâb olan yehûdî ve hıristiyanlara söyle! Semâvî kitâblarda ve Resûllerde ihtilâf olmayıp, bizimle sizin aramızda berâber olan kelimeye geliniz ki, bu kelime: “Allahü teâlâdan başkasına ibâdet etmeyiz ve hiçbir şeyi Allahü teâlâya şerîk, ortak koşmayız”dır) buyurulmuşdur. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bu ilâhî nidânın hakîkatına uy-
makla emr olunmuşdur.
Selâm ve düâlar, Onun “sallallahü aleyhi ve sellem” Âlinin ve Eshâbının mubârek kalblerine hediyyemiz olsun! Onlar, Allahü teâlânın râzı olduğu, se’âdet ve kurtuluş yolunu gösteren birer hidâyet yıldızlarıdır. Herbiri, dîn-i islâmın yayılması için, mallarını ve cânlarını fedâ etmişlerdir. (Kelime-i tevhîd) (Allah Birdir) hak sözünü dünyânın her yerine götürerek teblîg etmişlerdir.
Akl sâhibi olan herkesin açıkça gördüğü gibi, kâinâta ibret nazarı ile bakıldığında, kâinâtdaki bütün işlerin ve hâllerin bir nizâm [düzen] içinde, değişmeyen kanûnlara bağlı olduğu görülür. O kanûnları koyan ve aynı şeklde hıfz eden bir Hâlıkın [yaratıcının], ya’nî vâcib-ül vücûd olan, Allahü teâlânın lâzım olduğu, akl-ı selîm sâhibi olanlarca hemen anlaşılır. İşte cenâb-ı Hak, bu mebde-i evvel (Her şeyin ilk başlangıcı) ve keyfiyyeti, nasıl olduğu akl ile anlaşılamıyan, ezelî ve ebedî olan, mutlak yaratıcıdır. O, bütün kemâlâtı ve üstünlükleri kendisinde toplamışdır. Ehaddir, ya’nî zâtında, fi’llerinde ve sıfatlarında birdir. Benzeri yokdur.
Allahü teâlâ birdir, ezelîdir, ebedîdir ve kadîmdir. Her dürlü değişmekden uzakdır. Ondan başka her şey, bu varlık âleminde, zemân geçmesi ile eskiyerek bozulur ve değişmelere uğrar. Allahü teâlâ ise, her dürlü değişiklikden berîdir, uzakdır. O, hiç değişmez. “Bir, bir dahâ, iki eder” sözü zemânla hiç değişmiyeceği gibi, asrlar ve zemânın geçmesi de, Allahü teâlânın birliğini, ilmini ve kudretini değişdirmez.
Akl gibi bir ni’met verilmek ile, diğer mahlûklar içinden seçilmiş olan insan, yeryüzünde yaratıldığından beri, Allahü teâlânın var olduğunu anlamakdadır. Bu hakîkat, her din ve mezhebde, değişik bir şekl ile açıklanarak, ortaya konmuşdur. Fekat, insanların aklları değişik, anlama kâbiliyyetleri farklı olduğundan, herkes yaratıcıyı aradığında, Onu kendi tabîatına, meşrebine, ilm ve idrâkına uygun bir tarzda tesavvur etmişdir. Onu kendi anlayışına ve meşrebine göre ta’rîf etmişdir. Çünki insan, aklının aczi ve noksanlığı sebebi ile anlamadığını, bilmediğini, bildikleri gibi sanmışdır. Hakîkati bulduk diyenlerin çoğu, mecûsîlik, putperestlik gibi şerrin, bâtıl şeylerin tam içine dalmışlar, bu sebeb ile şirk ve dalâlete düşmüşlerdir.
İnsan, kendi noksan aklı ile, mutlak yaratıcıyı anlıyamıyacağından, merhametlilerin en merhametlisi olan Allahü teâlâ, her asrda, her kavme Peygamberler göndermişdir. Böylece, işin hakîkatini, doğrusunu insanlara öğretmişdir. Sa’îdlerden olanlar, îmân ederek kurtuldular, dünyâ ve âhiret se’âdetine kavuşdular.
Bedbaht, tâli’siz olanlar ise, i’tirâz ve inkâr ederek, hüzn ve hüsrânda kaldılar.
Her Peygamberin, yaşadığı asr, bulunduğu yer ve gönderildiği kavmin hâlleri, âdetleri, başka başkadır. Her Peygamber, Allahü teâlânın varlığını ve birliğini insanlara öğretirken; insanların dünyâ ve âhiret se’âdetlerine vesîle olacak ba’zı ahkâm ve ibâdetleri de beyân etdi. Târîhcilere göre, mîlâddan takrîben binaltıyüzelli sene önce, Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâmı Peygamber olarak gönderdi. Mûsâ aleyhisselâm, kendinden önce gönderilen Âdem, Nûh, İdrîs, İbrâhîm, İshak ve Ya’kûb “aleyhimüsselâm” gibi Peygamberlerin, kendi zemânlarında, kendi kavmlerine öğretdikleri, Allahü teâlânın varlığı ve birliği akîdesini ve îmân edilecek diğer şeyleri, Benî İsrâîl kavmine öğretdi. Farz olan ibâdetleri ve muâmelâta âid hükmleri de, heryere yayarak, Benî İsrâîli şirkden sakındırmağa çalışdı. Mûsâ aleyhisselâmdan sonra, Benî İsrâîl çeşidli belâ ve karışıklıklara uğradı. Çünki, Mûsâ aleyhisselâmın öğretmiş olduğu, îmân esâslarını terk ederek, dalâlete düşdüler. Bunun üzerine Allahü teâlâ, Îsâ aleyhisselâmı, peygamber olarak, Benî İsrâîle gönderdi. Îsâ aleyhisselâm, Allahü teâlânın varlığı ve birliği demek olan, tevhîdi ve diğer îmân esâslarını yayıp, öğreterek, doğru yoldan ayrılanların hidâyetine çalışdı ve Mûsâ aleyhisselâmın dînini kuvvetlendirdi.
Îsâ aleyhisselâmdan sonra, Ona tâbi’ olanlar, dahâ önce Benîİsrâîlin doğru yoldan ayrıldıkları gibi, Îsâ aleyhisselâmın bildirdiği doğru îmândan ayrıldılar. Dahâ sonra, günbegün İncîl denilen kitâblar ve hıristiyanlığa âid risâleler yazdılar. Değişik yerlerde çeşidli rûhban cemiyyetleri teşekkül ederek, birbirlerine temâmen zıd karârlar aldılar. Böylece birbirinden temâmen farklı yetmişikifırka ortaya çıkdı. Bunlar, tevhîd esâsını ve Îsâ aleyhisselâmın dînini temâmen terk etdiler. Çoğu putperest ve kâfir oldu. Bunun üzerine Allahü teâlâ, sevgilisi ve Peygamberlerin en üstünü olan Muhammed aleyhisselâmı, âhir zemân Peygamberi olarak, yer yüzüne [insanlara] gönderdi.
Mûsâ aleyhisselâmın teblîg etdiği dînin emrlerinin çoğu zâhirîamellere ve Îsâ aleyhisselâmın emrlerinin çoğu da, kalb bilgilerine âid idi. Bunların her ikisini de, kendinde toplayan, en kâmil, en son ve en mükemmel (üstün) din olmak üzere, Allahü teâlâ, İslâmiyyeti ve bu dîne mahsûs olan kitâbı (Kur’ân-ı kerîm)i Muhammed aleyhisselâma indirdi.
Allahü teâlâ şânı yüce Peygamberimize, melek vâsıtası ile, vahy göndererek, bütün insanlara, Mûsâ aleyhisselâmın dînininemr etdiği zâhirî amellerden ve Îsâ aleyhisselâmın dîninin emr et-
diği bâtınî edeblerden asra ve zemâna uygun olanları içine alan ve bunlara zâhirî ve bâtınî pek çok hakîkatleri ekleyen en mükemmel islâm dînini bildirdi.
Îmân, ya’nî Allahü teâlânın birliği akîdesi, bütün semâvî dinlerde başka başka olmayıp, hepsi, tevhîd esâsı üzerine kurulmuşdur. Dinlerin aralarındaki fark, sâdece ibâdet bilgilerindedir. Îsâ aleyhisselâm göğe çıkarıldıkdan seksen sene geçinceye kadar, Allahü teâlânın varlığı ve birliği akîdesinde, aslâ bir ihtilâf ve çekişme olmamışdır. Bütün havârîler ve onlara tâbi’ olanlar ve tebe’-i tâbi’leri, İncîlde açıkca bildirilmiş olan Allahü teâlânın birliği akîdesi üzere yaşamış ve öylece de vefât etmişlerdir. İbtidâ yazılan üç İncîlin [Matta, Markos, Luka] hiçbirinde (teslîs), ya’nî hıristiyanlardaki baba, oğul, rûh-ül kuds, üçlü inancına dâir tek bir harf dahî yokdu. Sonra Yuhannâya nisbet edilen dördüncü İncîl, yunanca olarak ortaya çıkdı. Bu İncîlde, Yunan felsefecilerinden Eflâtûnun fikri olan üç (uknûm) [üç asl, esâs varlık] ihtivâ eden ibâreler görüldü. O zemân, İskenderiyye mekteblerinde, Yunan felesoflarının Ravâkıyyûn ve işrâkıyyûn felsefeleri ve sözleri üzerine münâzara ve mücâdele devâm ediyordu. [Ravâkıyyûn (Stoicism): Mîlâddan üç asr önce Atinada Yunan felesofu Zenon tarafından kurulan bir felsefe mesleğidir. İşrâkıyyûn: Pisagor tarafından kurulan felsefe mesleğidir. Bu iki felsefe hakkında ileride bilgi verilecekdir.] Eflâtûn tarafdârı kimseler, Yuhannâ İncîlinin revâc bulmasını istediler. Ancak o zemâna kadar, Îsâ aleyhisselâmın dîninde hâşâ (Allah üçdür) diye bir söz işitilmediğinden, Îsâ aleyhisselâmın dînine inananlar, bunu kabûl etmeyip, şiddet ile red etdiler. Böylece, Îsâ aleyhisselâmın dînine inananlar, iki kısma ayrıldı. Aralarında pek çok münâzara ve muhârebeler oldu. Mîlâdın 325. ci senesinde Birinci Kostantin zemânında, İznikde toplanan rûhban cem’iyyeti, Îsâ aleyhisselâmın dîninin esâsı olan tevhîdi [Allahü teâlânın birliğini] terk etdiler. Eflâtûn tarafdârı olan Büyük Kostantinin baskısı ile üç uknûm fikrini, ya’nî baba, oğul, rûhül-kuds akîdesini [inancını] kabûl etdiler. O günden sonra, teslîs akîdesi her tarafa yayılmaya başladı. Îsâ aleyhisselâmın dînine inanan hakîkî mü’minler, dağılarak perîşan oldular. Böylece, Eflâtûnun felsefesi meydâna çıkıp, Îsâ aleyhisselâmın dîni terk olundu. Bu dîne inanan hakîkî mü’minler ise, gizlendiler. Bu şeklde tevhîd dîninin yerine, teslîs akîdesi geçip, gitdikçe kuvvetlendi ve Allahü teâlânın bir olduğuna îmân eden nasârâdan, şurada burada kalanları da, teslîs akîdesine sâhib kiliseler tarafından aforoz edilip, katl edilerek, imhâ edildiler. Az zemân sonra, bunlardan hiç kimse kalmadı.
399 [m. 1054] senesinde İstanbul Patrîki Mihâel Kirolarius, merkezi Romada olan garb kilisesinin, tehammülü mümkin olmıyan baskılarına dahâ fazla dayanamıyarak, isyân etdi. Romadakipapanın, Îsâ aleyhisselâmın halîfesi ve [ilk papa olarak kabûl edilen havârîlerden] Petrusun vekîli olduğunu inkâr etdi. Papazların halkdan ayrı yaşamaları gibi, ba’zı aslî mes’elelerde Roma kilisesine muhâlefet etdi.
Konsey ismini verdikleri rûhban meclislerinin her birinde, i’tikâd esâsları birbirinden temâmen farklı kararlar verdiler. Aldıkları bu kararlara muhâlif olanlardan ayrıldılar. Böylece yetmişiki fırka hâsıl oldu. Buna rağmen, Roma kilisesi, eski bildiğinden şaşmayıp, önceki yoluna devâm etdi. O asrlarda Avrupada yaşayan hükümdârlar, bu husûsdaki hâdiselerden, olaylardan temâmen habersiz ve câhil idiler. Emrleri altında bulunan, koyun sürüsü gibi milletleri istedikleri şeklde soyuyor ve çeşid çeşid zulmler yapıyorlardı. Hükümdârlar, bu soygunculuk ve zulme kimsenin karşı çıkmaması için, papazların câhil halk üzerindeki nüfûzlarını, ken-di menfe’atleri istikâmetinde kullanıyorlardı. Sanki papazların emrleri altına girmiş idiler. Papazlar, hükümdârların câhilliğini, za’fiyyetlerini ve düşüncelerini pekiyi bildiklerinden, onların hükümranlık kuvvetlerini kendi menfe’atlerine hizmetde kullandılar. Zâhirde Avrupanın hâkimi, hükümdârlar görünüyorsa da, Avrupanın müstakil ve yegâne hâkimi papazlar oldular. Hattâ hıristiyanlığın ilk zemânlarında, papaların arzû ve isteklerinin yerine getirilmesi, İtalyan hükümdârlarının tasdîkine bağlı idi. Dahâ sonra papaların nüfûzları öyle bir dereceye ulaşdı ki, istediklerini imperatör yapıp, istemediklerini azl etdiler. O zemânki câhil halk ise, hiçbir şey bilmediklerinden, hem hükümetlerinin zulm ve eziyyetleri altında, hem de papazların hırs ve tama’ları arasında ezildiler. Her çeşid eziyyet ve cefâya katlandılar. Bu hâllerine (Allahın emri böyle imiş) diye susarak, sabr etdiler. Böylece, Avrupa kıt’ası başdan başa cehâlet karanlığı ve teassûb içinde harâb ve vîrân oldu.
Bu sırada İslâm memleketleri, hıristiyan Avrupanın tam tersibir idâre altında idi. Arabistân, Irak, Îrân, Mısr, Türkistân; Emevî ve Abbâsî halîfelerinin idâresiyle her cihetden, maddî ve ma’nevî terakkîler yapmış idi. [O zemân müslimânlar, rûhen ferah, maddeten de, refâh içerisinde idiler.] Müslimânlar İspanyayı, Endülüs Emevî sultânlarının emri altında, en güzel şeklde i’mâr etmiş, medeniyyetin en yüksek zirvesine ulaşmışlardı. İlm, san’at, ticâret ve zirâata ve güzel ahlâka çok ehemmiyyet verilmişdi. İspanya dahâ önce, Gotlar elinde vahşî bir belde iken,
müslimânların idâresine geçdikden sonra, sanki Cennet bağçeleri gibi olmuşdu. Avrupalı ilm adamları ve sanâyi’ciler, İslâmın hakkını hiçbir vakt ödeyemezler. Bunlar, ilelebed müslimânlara teşekkür etmelidirler. Çünki, Avrupaya ilm, güzel ahlâk kıvılcımı, ilk def’a, Endülüs müslimânlarından sıçramışdır.
Kurûn-ı vüstâ dediğimiz, Ortaçağda, Endülüsde ortaya çıkan islâm medeniyyeti, Endülüsün dışına taşarak, Avrupaya yayıldı. Endülüsdeki medeniyyeti gören kâbiliyyetli ba’zı Avrupalılar ortaya çıkdı. İslâm âlimlerinin kitâblarını, Avrupa lisanlarına terce-me etdiler. Bunların, terceme ve te’lîf ederek, neşr etdikleri kitâblar sâyesinde, Avrupa halkı cehâlet uykusundan uyanmağa başladı. Nihâyet 923 [m. 1517] senesinde, Almanyada Martin Luther ortaya çıkıp, hıristiyanlığın müceddidi, yenileyicisi olmak istedi. Luther, Roma kilisesinin akla uymıyan bir çok esâslarına karşı çıkdı. [Martin Luther, Alman papazıdır. Hıristiyanlığın bir kısmı olan, Protestanlığı kurdu. Papaya bağlı olan hıristiyanlara katolik denir. 888 [m. 1483] de tevellüd, 953 [m. 1546] de öldü. Çok kitâb yazdı. Papaya düşman olduğu gibi, azılı bir islâm düşmanı idi. Katoliklerle protestanlar da birbirlerine düşmandırlar.] Ondan sonra Kalvin ortaya çıkdı. Lutherin i’tirâzlarını tasdîk etmekle berâber, ba’zı mes’elelerde ona muhâlefet etdi. Luther ve Kalvin Roma kilisesinin ibâdet ve îmân şekllerini red etdiler. Papanın, Petrusun vekîli ve Îsâ aleyhisselâmın halîfesi olduğunu inkâr etdiler. Luther ve Kalvinin peşinden gidenler (protestan) diye ismlendirildi.
Roma kilisesi, dahâ önce şark kilisesinin kendisinden ayrılması ile tebe’asının üçde birini gayb etdiği gibi, protestanlığın ortaya çıkması ile de, üçde birini dahâ gayb etdi. Bu hâl, papaların akllarını başlarından aldı. Zemânlarındaki katolik kralların askerî kuvvetlerini kullanıp, protestanları kılınçdan geçirerek zafere ulaşmak gibi, çok kötü bir tedbîre başvurdular. Fekat hiçbir zemân, zor ile, îmânı ve vicdânı değişdirmek mümkin olmadığından, bu tedbîr aksine te’sîr etdi. Protestanlığın İngiltere ve Amerikada da yayılmasına sebeb oldu. Bunun üzerine, Roma kilisesi, diğer din mensûblarını ve vahşî kavmleri hıristiyanlaşdırarak, nüfûzunu artdırmak sevdâsına düşdü. Dünyânın her tarafında husûsî katolik mektebleri kurdu. Katolik dînini duyurmak ve yaymak için (misyoner) ismini verdikleri çok müte’assıb papazlar yetişdirdi. Bunları bölük bölük Amerika, Japonya, Çin, Habeşistân ve diğer islâm memleketlerine gönderdi. Misyonerler, gitdikleri yerlerde sâdece ba’zı câhilleri çeşidli va’dler ve menfe’atlerle aldatabildiler. Câhil kavmlerde, anayı kızının, oğulu babasının
aleyhine tahrik ederek birbirlerine düşman etdiler. Bulundukları memleketlerde, çeşidli karışıklık ve ihtilâller çıkardılar. Dahâ sonra, hükûmetler ve halk, misyonerlerin fitne ve fesâdından bıkıp, usanarak, bulundukları her memleketden sürüp çıkardılar. Ba’zı memleketlerde ise, dahâ şiddetli cezâlar verilerek, i’dâm edildiler. Bu misyonerler, hıristiyanlığı yaymak behânesi ile, insanlığa o kadar zarar vermişlerdir ki, bütün dünyânın hıristiyanlıkdan nefret etmesine sebeb oldular. Hele Roma kilisesinin, hıristiyan katolik te’assubu ve mal hırsı ile, bir misli dahâ görülmemiş, vahşiyâne tedbîrleri ve insanlığın yaratıldığı günden beri işitilmemiş işkenceleri, meselâ Sen Bartelmi gecesi ve engizisyon katliâmları hakkında yazılmış târîh kitâblarını okuyan insanın, tüyleri ürperir.
Katolik kilisesinin, katolikliği yaymak için misyonerler yetişdirerek fe’âliyyete geçmesi üzerine, protestanlar da, buna karşı boş durmadılar. Çeşidli yerlerde, cem’iyyetler kurarak, çok büyük sermâyeler topladılar. [İngilterede, islâmiyyeti yok etmek için kurulmuş olan, Müstemlekeler nezâretinin idâresinde] dünyânın her yerine protestanlığı anlatan kitâblar, câsûslar ve misyonerler gönderdiler. Dahâ sonra neşr olunan masraf defterlerinde bildirildiğine göre, 1219 [m. 1804] senesinde kurulan İngiliz (Bible House=İncîl Evi) ismindeki protestanlık cem’iyyeti, İncîli ikiyüzdört lisana terceme etdirdi. Bu cem’iyyet vâsıtası ile, 1287 [m. 1872] senesinin sonuna kadar, basılan ve dağıtılan hıristiyanlık kitâblarının adedi, hemen hemen 70 milyona vardı. Yine bu cem’iyyet, protestanlığı yaymak için, 1872 senesinde ikiyüzbeş bin üçyüz onüç (205313) İngiliz altını sarf etmişdi ki, bugünkü para ile [1988 senesinde bir ingiliz altını 150.000 Türk Lirası kıymetinde iken] 30 milyar 786 milyon Türk Lirası tutmakdadır. [Bu cem’iyyet, ingiliz müstemlekeler nezâretinin idâresi altında, bugün dahî fe’âliyyetde olup, dünyânın birçok yerlerinde revirler, hastahâneler, konferans salonları, kütübhâneler, mektebler, hattâ sinema salonları gibi eğlence yerleri, spor tesîsleri kurmakda, buralara devâm edenleri prostestanlığa teşvîk için fevkal’âde gayret sarf etmekdedir. Katolikler de, aynı sûretde çalışmakdadır. Bunlar, aynı zemânda, fakîr memleketlerdeki gençlere iş bulmakda, ehâliye yiyecek yardımı yapmakda ve böylece onları hıristiyanlığa teşvîk etmekdedirler.] Böylesine fe’âliyyet göstermelerine rağmen, Avrupalılar eskisi gibi kör olmayıp gözlerini çokdan açmışlar, bu misyonerlerin ve câsûsların nasıl bir başbelâsı, yalancı, fitneci kimseler olduklarını def’alarca tecribe ederek öğrenmişlerdir. Bunun için, misyonerlerin Avrupalılar arasın-
da i’tibârları yokdur. Misyonerler, neşr ederek bedâva dağıtdıkları [sayısı çok büyük rakamlara varan] kitâbları, Avrupada kendi milletlerine dağıtmayıp, diğer memleketlere göndermekdedirler. Kendileri, bulundukları devletin kanûnlarına tâbi’ olmadıkça, bir diğer Avrupa memleketine aslâ sokulmuyor, hele kendi dinlerini yaymağa cesâret edemiyorlardı. [Katolik misyonerlerin, protestan olan memleketlerde katolikliği yaymalarına, protestan misyonerlerin de, katolik memleketlerde protestanlığı yaymalarına aslâ izin verilmemekdedir.] Böyle bir hareket görüldüğü anda, devletin polis kuvvetleri vâsıtası ile memleketden sürülüp, hudûd dışı edilmekde idiler. Bu misyonerler gitdikleri her Avrupa memleketinde, horlanıp, hakîr görülerek aşağılanmışlardır.
Misyonerler [ve ingiliz müstemlekeler nezâretinin câsûsları], Osmânlı devletinin, İslâmiyyetin dışındaki diğer dinlere tanımış olduğu serbestlikden istifâde etmesini çok iyi bildiler. Kırk elli sene-den beri, Osmânlı devletinin himâyesinde olan memleketlere sızdılar. Değişik yerlerde, mektebler kurup, gûyâ insanlığa hizmet için, halkın çocuklarını bedâva okutuyoruz diyerek, ba’zı câhilleri aldatdılar. Her memleketde câhiller, dinlerinin emrlerini ve vazîfelerini lâyıkı ile bilmedikleri için, bilhâssa protestanlık teşkilâtının maddî sermâyesi çok büyük olduğundan, protestanlığı kabûl edenlere aylık ve yıllık maâşlar bağladılar. Bununla da kalmayıp, elçilik ve konsolosluklar vâsıtası ile, protestan olanlara, çeşidli devlet kademelerinde, vazîfeler almalarına da yardım etdiler. Anadolu ve Rumelideki Osmânlı tebe’asından, ba’zı saf hıristiyanları iğfâl edip, kendilerine bağlamağa muvaffak oldular. Fekat bunları altınla, parayla aldatıp kendilerine bağladıklarından, arzû etdikleri derecede istifâde edemediler. Elhamdülillah ki, şöhretli ve tanınmış, bir müslimânı dahî iğfâl etmeğe [aldatıp hıristiyan yapmağa] muvaffak olamamışlardır.
Misyonerler, müslimânları aldatmak için 1282 [m. 1866] senesinde İstanbulda basdırdıkları Türkçe İncîlin sonunda (Bu kitâb, Alî beğin tercemesi ve Türâbî efendinin himmeti ile dahâ önce basılan nüshanın müsahhah, düzeltilmiş hâlidir) ibâresini yazmışlardır. Bu yazı ile güyâ, ba’zı müslimânları aldatmağa muvaffak olduklarını açıklamışlardır. O târîhlerde birkaç yüz altın karşılığı, İncîli terceme eden kimseyi biz biliyoruz. Fekat protestanlığı kabûl etdiği meçhûldür. Ayrıca, Alî beğ nâmında bu işe ehl, tanınmış bir kimse bulunmadığından, sahte bir ism olması ihtimâli de hiç uzak değildir. Çünki tanınmış bir kimse olsa, herkesin tanıdığı lakabı ile yazılması îcâb ederdi. Türâbî efendiye gelince, Mısrda oturan ve bir protestan kızı ile evli olan bu kimsenin, onlara
böyle bir hizmetde bulunması şaşılacak birşey değildir. Fekat kendisinin, hiçbir vakt protestan âyinlerini beğenip, takdîr etdiği görülmemişdir. Bil’aks, onların her dürlü çirkinliklerini ortaya koyduğundan, din değişdirdiğine inanılamaz. Öyle bile olsa, Türâbî efendi, herkesin tanıdığı bir kimse olmayıp, Mısr idâresi tarafından çocukluğunda İngiltereye gönderilmiş ve orada papaz mektebinde yabancı dil öğrenmişdir. Bu ise, (Türâbî efendi İslâmiyyeti öğrenmeden protestanlığa meyl etmiş) demekdir.
Hiç bir hıristiyan; İslâmiyyeti bilen, İslâm terbiyesi görmüş, İslâmiyyetin hakîkatına vâkıf olarak, kelime-i tevhîdin rûhânî lezzetini almış, güzel kokusunu his etmiş, akllı bir müslimânın protestanlığı kabûl etdiğini gösteremez. Şâyed gösterirse, para, himâye ve mevki’ gibi şeylerden birisi sebebi ile olup olmadığını araşdırmak îcâb eder. (Allahü teâlânın ortağı ve benzeri yokdur. Onu bunlardan tenzîh ederim) diyen bir kimseye, (Allah birdir, fekat üçdür veyâ Allah üçdür, fekat birdir) fikrini kabûl etdirip,inandırmak pekgüç, hattâ mümkin olmıyan bir şeydir. Îmân esâslarını bilen bir müslimân, felsefe ile çok meşgûl olunca, felsefecilerin yoluna meyl etmesi belki mümkindir. Fekat, hıristiyan olması aslâ mümkin değildir. Bu sebeb ile, İslâm dîninin gerçek koruyucusu Allahü teâlâ olduğundan, misyonerlerin sinsi ve zararlı fe’âliyyetlerinde, müslimânlar için korkulacak hiçbir tehlüke yokdur. Hattâ böyle bir tehlükenin hâtıra gelmesi bile bizce bir nev’i tenezzülden ibâretdir. Fekat, memleketimize gelen papazlar, ingiliz müstemlekeler nezâreti tarafından kendilerine verilen vazîfe îcâbı, hâşâ İslâm dîninin, bâtıl ve hıristiyanlığın ise üstünlüğü husûsunda ba’zı kitâblar yazıp, ücretsiz olarak dağıtmağa başladılar. Bir takım yalan ve hîleler ile, bâtılı hak gibi göstermeğe çalışmakdadırlar. Misyonerlerin bu yalan ve iftirâlarına cevâb vermek, ilm sâhibi olan müslimânlara farz-ı kifâyedir. Bunların asl maksadları, dîn-i islâmı karışdırarak, her zemân ve her memleketde yapdıkları gibi; zevc ile zevce, evlâd ve akrabâ arasına düşmanlık tohumları atmakdır. [Çünki bu kimseler, bu günkü İncîlleri Allah kelâmı zan etmekde ve onların emrlerine göre hareket etdiklerini söylemekdedirler.] Matta İncîlininonuncu bâbının otuzdört ve otuz beşinci âyetlerinde hâşâ Îsâ aleyhisselâmın, (Yeryüzüne selâmet getirmeğe geldim sanmayın, ben selâmet değil, kılıç getirmeğe geldim. Çünki ben, adamla babasının ve kızla anasının ve gelinle kaynanasının arasına ayrılık koymağa geldim. Ve kendi ev halkı, adamın düşmanları olacakdır) diye emr etdiği yazılıdır. Misyoner papazlar, buna uyarak, câhilleri aldatıp, devlet aleyhine tahrîk ederek, kışkırtdılar. Asl
maksadları, bu yolla islâm dînini ve Onun hâmîsi olan Osmânlı devletinin varlığını, tehlükeye düşürmek idi. Osmânlı devletinin merhamet ve himâyesi altında, gâyet râhat bir hayât süren hıristiyan tebe’a arasına, bu yolla, nifak ve düşmanlık tohumlarını atdılar. Eshâb-ı kirâmdan, zemânımıza kadar, her islâm devleti, emri altında bulunan diğer din mensûblarının aslâ din işlerine karışmamış, bunları hiçbir zemân dinlerinden dolayı incitmemişlerdi. Bilhâssa Osmânlı devleti, altıyüz seneden beri, emri altında bulunan gayr-i müslimlerin din işlerine hiçbir sûretde karışmamakla berâber, ibâdetlerini yapmalarına da, her dürlü yardım ve kolaylığı da sağlamışdır. Bu yardımın ve adâletin yapılmasını islâmiyyet emr etmekdedir. Peygamberimizin bu husûsdaki emrleri, islâm kitâblarında, meselâ (Herkese Lâzım Olan Îmân) kitâbında yazılıdır. Bunun için, hiçbir din mensûbuna akîdesinden [inancından] dolayı tahkîr edilip, tecâvüz edilemiyeceği, Osmânlı devletinin temînâtı [garantisi] altında idi. Hem bir insanın evinde müsâfir olacaksın, hem de onun îmân etdiği [inandığı] mukaddes şeyleri ayak altına alıp, kötüleyeceksin. Böyle bir şey, dünyânın hiçbir yerinde görülmemişdir. Burada mühim olan husûs, islâm düşmanlarının, yıkıcı sözleri, yazıları, kitâbları ve [televizyonları, teyp, video kasetleri] ile islâmiyyete yapdıkları iftirâlardır. Bu yalan ve iftirâlara herkesin dikkatini çekmek, [onlara cevâb vermek] ve kendilerinin doğru gibi yapdıkları neşriyyâtın [yayınların] ne gibi çürük esâslara bağlı olduğunu bütün âleme göstermekdir. Bilhâssa (Şems-ül-hakîka) ismi ile neşr etdiğim türkçe kitâbda, misyonerlerin islâmiyyete yapdıkları hücûmlara, gâyet güzel cevâb verilmişdir. Bu kitâbımda, hıristiyanlıkla ilgili bir çok husûs etraflıca anlatılmış, birçok süâller de ortaya konmuşdur. Hâl böyle iken, hıristiyan papazlar ne bu soruları, ne de Hindistânın büyük âlimlerinden Rahmetullah Efendinin arabî olarak yazmış olduğu ve dahâ sonra Türkçeye terceme edilen (İzhâr-ül-hak) ismli mükemmel kitâbını hiç görmemiş gibi, yeniden bir takım yalan ve uydurma kitâb ve risâleler neşr etmekdedirler. Eski iftirâlarını bu kitâblarında da aynen tekrâr etmekdedirler. (Şems-ül-hakîka) ve (İzhâr-ül-hak)da kendilerine tevcîh etdiğimiz süâllerin birine dahî cevâb vermekden âciz kalmışlardır.
Fârisî (Makâmât-i ahyâr) kitâbının üçyüzdoksanıncı sahîfesinde diyor ki: Protestan papazı Fander, hıristiyanlar arasında çok meşhûr idi. Protestan misyoner teşkilâtı, seçdikleri papazlar ile Fanderi Hindistâna gönderdi. Hıristiyanlığı yaymak için çalışacaklardı. 1270 [m. 1854] senesinin Rebî’ul-âhır ayında ve Recebin onbirinci günü, bu misyoner hey’eti, âlimler ve seçilmiş zât-
lar arasında, Delhînin büyük islâm âlimi Rahmetullah efendi ile münâzara [ilmî mücâdele] yapdılar. Uzun münâkaşalar netîcesinde, Fander ve yardımcıları cevâb veremez hâle geldiler. Dört sene sonra, ingiliz hükûmeti Hindistânı işgâl edince [ve müslimânlara ve bilhâssa sultâna ve din adamlarına korkunç işkenceler yapınca] Rahmetullah efendi, Mekke-i mükerremeye hicret eyledi. 1295 [m. 1878] senesinde, bu misyoner hey’eti İstanbula gelerek, hıristiyanlık propagandasına başladı. Sadr-ı a’zam Hayrüddîn pâşa,[1] Rahmetullah efendiyi İstanbula da’vet etdi. Misyonerler, karşılarında Rahmetullah efendiyi görünce, çok korkdular. Süâllere cevâb veremiyerek, firâr etmekden başka çâre bulamadılar. Pâşa, bu büyük islâm âlimine çok ihsânda bulundu. Hıristiyanları nasıl red ve perîşân etdiğini yazmasını ricâ etdi. Bu da, Recebin onaltıncı gününden Zilhicce sonuna kadar, arabî (İzhâr-ul-hak) kitâbını yazdı ve Mekkeye gitdi. Hayrüddîn pâşa, bunu türkçeye terceme etdirip, ikisini de basdırdı. Avrupa dillerine de terceme ve tab’ ve her memlekete neşr edildi. İngiliz gazeteleri, (Eğer bu kitâb yayılırsa, hıristiyanlık çok zarar görecekdir) yazdılar. Bütün müslimânların halîfesi olan sultân ikinci Abdülhamîd hân “rahmetullahü aleyh”, 1304 Ramezân ayında tekrâr da’vet edip, serâyında çok hurmet ve ikrâm yapdı. Rahmetullah efendi 1308 [m. 1890] Ramezân ayında Mekke-i mükerremede vefât eyledi.
Allahü teâlânın yardımı ile, şimdi yazmağa başladığımız bu türkçe kitâba Cevâb Veremedi (Diyâ-ül-kulûb) ismini verdik. Fe-kat, şurası iyice bilinmelidir ki, bu kitâbı yazmakdan maksadımız, sâdece protestan misyonerlerin, islâm dîni aleyhinde neşr etdikleri kitâb ve broşürlere cevâb vermek, onlara mukâbele etmek vazîfesini yerine getirmekdir. Dinlerini ve râhatlarını korumak isteyen hıristiyan hemşehrilerimiz de, bu misyonerlerden râhatsız ve zararlarını def’ etmek husûsunda bizim ile aynı fikrdedirler.
HARPUTLU İshak Efendi
Lâ ilâhe illallah, el-melikül hakkul mübîn, Muhammedün Resûlullah, sâdikul va’dil emîn.
---------------------------------
[1] Hayrüddîn pâşa, 1307 [m. 1889] da vefât etdi.