● (Vebtegû ileyhil-vesîlete...) [Mâide sûresinde, Ona kavuşmak için vesîle arayınız!] buyurulmuşdur. Bu râh-i gaybül-gaybda, mürşid-i kâmilin yardımı olmadıkça, yol almak ve sülûk eylemek çok zordur. Mecâzî sultânın [dünyâ sultânlarının] huzûruna vesîlesiz kavuşmak mümkin değil iken, hakîkî sultânın dergâhına [kavuşmak için], vesîle zarûrî lâzımdır. 6/17.
● Vâridât, beşârât [müjde] ve yüksek işâretler ve ma’rifetlerin, esrârın zuhûru, kâmil olmağı gösterir. Lâkin, kemâl sâhibi olmanın şartı değildirler. 4/122.
● Vâkı’ât [rü’yâlar] sahîh olduğu takdîrde, kuvvetin müjdesi ve isti’dâtdır. Husûle delâleti [işâreti] yokdur. 4/24.
● Vâkı’âları [rü’yâları] müjdeci bileler. Uyanık iken ne meydâna gelirse, ona i’tibâr edeler. 4/205.
● Vâlide, peder, dede ve hocaya, islâm dînine uygun olan, rücû’ ve tevâzu’ hakîkaten Hak teâlâyadır. 4/79.
● Bir vâlînin himâyesinde ibâdet edenlerin amelleri gibi, o vâlîye de Hak teâlâ ihsân eder. 6/64.
● Ve ’mür ehleke bis-salâti vastabir aleyhâ lâ nes’ elüke rizkan nahnü ner-zü-kûke-vel-âkıbetü lit-takvâ. [Ya Muhammed “sallallahü aleyhi vesellem”! Ehl-i beytine ve ümmetine, nemâzı emr et! Geçim darlığına sabr edin! Senin ve onların rızkını vermek için çalışmanı istemiyoruz! Muhakkak sana ve onlara rızkı biz veririz. Sen kalbinle âhıret işine ihtimâm eyle. Güzel son, müttekîler içindir. (Tâhâ sûresi 132. Âyet-i kerîmesi meâli)] 6/127.
● Her vârid ki [hâsıl olan, meydâna gelen ki] zâhir ola [meydâna çıka], şükrünü yapıp, onda temkin [temekkün] husûlinden sonra, ondan yükselmek talebinde olalar. 4/104.
● Vitrden sonra secde yapmanın haberlerde ve eserlerde aslı yokdur. Hind memleketinde amel olunur. Ehl-i arabda onunla amel yokdur. Ve hakkında fıkh-ı muhtârdan
dahî rivâyet yokdur. Şâfi’îye, tahrîmine kâiller, hanefîye, onu bilmezler. “Sünen-i hüda”. 4/142.
● Vücûb mertebesi, esmâ [ismler], sıfat, şu’ûn ve i’tibârâtı [i’tibârları] toplamıdır. Ve fenâ ve bekâ bu mertebededir. Zât mertebesinde, i’tibârlardan bir i’tibârı mülâhazasız, fenâ ve bekâ mütasavver değildir. 6/8.
● Vücûd için, Hak sübhânehûnun hakîkatidir demek, Ehl-i sünnet i’tikâdına uygun değildir. 4/230. [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]
● Vücûdün, zât-i teâlâya bağlılığı, bir şeyin meydâna geldiği yerden çıkmasına nisbeti gibidir. 4/85.
● Vücûd, kevn [olma] ve husûl [açığa çıkma] ma’nâsınadır. 4/230. [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]
● Vücûd, şey’in mertebelerden bir mertebede ve âlemlerden bir âlemde, ya’nî hâricde zuhûrudur. 4/230. [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]
● Vücûd ve onun tevâbi’i, sıfât-ı hâssa-i ma’bûddur. Mümkinde vücûd-ı zıllî sâbitdir ve müste’ârdır. 6/126.
● Vücûd-i mümkin [mümkinlerin vücûdu], Hak teâlânın vücûdunun zıllıdir. Ve mümkinlerin sıfatı, vâcib-i teâlânın kemâlâtının zılleridir. 4/63.
● Vücûd-i mâsivâ [mahlûkların vücûdü, varlığı] mecâzî vücûddur. Mecâzî vücûd zihnlerde, hakîkî vücûd olduğu için, Sâlik [tesavvuf yolcusu] onun hakîkî ünvânını nefy eder ki, mecâz, hakîkatin varlığı ile bilinmiye, olmıya ve Hak celle ve âlânın hakîkî vücûdü ile ortak olmaya. 4/152.
● Vücûd-i beşerînin nefyine bir sa’at sa’y eylemek [gayret etmek, uğraşmak], ibâdet ehlinin nice yıl ibâdetlerinden dahâ iyidir. 4/58.
●
Vücûd-i âbid der-meyân olan ibâdet [ibâdet edenin (âbidin) vücûdünü düşünerek yapılan
ibâdet], Allahü teâlâya lâyık değildir. O makâmda hâlis din isterler ki, ortağa
râzı değildir. [Allahü teâlâ, kendine şerîk, ortak yapılmasına
râzı olmaz.] 4/31.
● Vücûd için üç mertebe vardır: Biri, vehm mertebesidir. Enbiyâ ve melekler ve kümmel-i Evliyâ bu mertebeden hâricdir. İkincisi, nefs-ül-emr mertebesidir ki, sıfat ve ef’al-i ilâhî, Enbiyâ ve melâike ve neş’e-i âhıret bu mertebededir. Üçüncüsü, mertebe-i hâricdir ki, zât ve sıfât-i semâniyye-i vâcib-il-vücûd o makâmda mevcûddur. 4/85.
● Vücûd-i zihnî ve hâricî, mertebe-i imkânda taksîmdir. Mertebe-i teâlâda ne hâricin ve ne ilmin güncâyişi [sığması] yokdur. 4/85.
● Vücûd-i vehmî, aynada eşyânın sûretinin vehmi gibidir. O sûret, cevher [madde] olmayıp, kendileri ile kâim olmadıkları gibi, araz gibi, mahalsiz [yersiz] değildirler. Ve aynaya hulûl ve sereyânları da yokdur. 6/46.
● Vücûd-i vehmî, ilm-i ilâhîde mevcûddur. Hak sübhânehû, âlemi bu mertebede halk buyurmuşdur [yaratmışdır]. Hâricde mevcûd değildir. 4/152.
● Vücûd, ademin [yokluğun] zıddı değildir ki, ademin [yokluğun] yok olmasında vücûd lâzım gele. 4/230. [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]
● Vücûd, her hayr ve kemâle mebde’ [başlangıç], adem [yokluk], her şer ve nâkısa menşe’dir. 6/162.
● Vücûd, her hayr ve kemâle mebde’dir [başlangıçdır] demek, her hayr ve kemâl Hak sübhânehûdan fâizdir [ya’nî ondan gelir] ve vücûd, o feyzin vüsûline vâsıtadır. 4/85.
● Vücûd-i adem ta’bîrinin tarîkatde ma’nâsı, fenâ üzerine terettüb eden [âid olan] bekâdır. 4/165.
● Vücûd-i ademin sâhibi, vücûd-i beşeriyyete avdetden emîn değildir. Lâkin, vücûd-i fenânın sâhibi onun hilâfıdır. 4/182. [İslâm Ahlâkı: 559, Kıyâmet ve Âhıret: 376.]
● Vücûd-i beşeriyyetden kıl kadar dermeyân olunca, nef-yü isbât kelimesiyle kendi ulûhiyyetini isbât eder. Ol cenâba lâyık olmaz. Bu marazdan [hastalıkdan], şifâyâb olma-
ğa [şifâ bulmağa] imkân yokdur. Bu gizli [ince] şirkden kurtulan, avlanılamıyan anka kuşu hükmündedir. 6/116.
● Vücûd ve îcâdın varlığı hûbdur [sevgidir]. 4/113.
● Vahdet ve kesret birbirinin zıddıdır. Vahdete tâlib olana kesreti terk etmek zarûrîdir. Sâlik, her ne kadar kesret [çokluk] tarafı ile ülfet ederse, dûr ve mehcûr-ı vahdetdir [vahdetden uzak olur]. Hem taleb ve muhabbet tarîkiyle [yolu ile] ve hem dîd ve dâniş [görmek ve bilgi] cihetinden vicdânî olmak gerekdir. 6/51.
● Vahdet-i vücûd erbâbı [ehli], heme-ûst [herşey Odur] deyip, mukayyedâtı ayn-ı mutlak hayâl ederler [sonradan var olanları, mutlakın aynı zan ederler]. 6/73.
● Vahdet-i vücûd ehli, halk [yaratılanlar], hakkın bu kisve ile meydâna çıkışı ve hakkın bu âsâr [eserler] ve ahkâm ile tahakkukudur deyip, hiçbir şeyde kötülük ve kötülüğün aslı yokdur. Eğer var ise, nisbî ve izâfîdir derler [var kabûl edilendir, derler]. 6/62.
● Vahdet-i vücûda kâil olanlar [vahdet-i vücûd ehli], Hak celle ve âlâya mutlak [kayıtsız, şartsız] derler. Ve mahlûkât, o mutlakın bir şarta bağlılarıdır, derler. Eğer mutlakı, mukayyedat [bağlılar] mertebesine hâs [mahsûs] bilirlerse ve ona diğer vücûd isbât eylemezlerse [ayrıca bir vücûd var bilmezlerse] ki, ekser mülhidler, bu i’tikâd üzeredir. Lâzım gelir ki, Hak sübhânehu, vücûdda ve sâir kemâl sıfatda mümkine muhtâc ola. Meselâ küllî-yi, tabî’î gibi ki, efrâdına münhasır olmakla, vücûdunda efrâda muhtâcdır. Bu i’tikâd hakîkaten Allahü teâlâyı nefy [inkâr]dir ki, açık küfrdür. Ve eğer mertebe-i ıtlâkı, merâtib-i tekayyüdâtın verâsı olmak üzere isbât ederlerse ve mutlaka vücûd-i müteassıla derlerse, meyânlarında, nisbet-i isneyniyyet sâbit olarak, vahdet-i vücûd bâtıl olur. Zîrâ El-isnân mütegâyirân, bu takdir üzere vahdet-i vücûd ile hükm eylemek zuhûrât-i vücûdün tenevvu’i i’tibâriyledir. Meselâ, bir şahs, Zeydin aynada yansıyan sûretini görüp, ben Zeydi aynada gördüm der, şey’in mazharına şey’in aynıdır demek, tegâ-
yür mevcûd iken, âyinedârı olmak alâkasıyla mümkindir. Pes heme ûst [herşey Odur] ma’nâsı peydâ olur. Şey’in mezâhiri, min vechin ayn-i şey ve min vechin dahî gayr-i şeydir. Galebât-i sekr ile veche-i gayriyyet mestûr olur. [Sekrin gâlib olması ile diğer cihet örtülür.] 5/108.
● Vahdet-i vücûd, imâm-ı Rabbânî indinde, vücûd ve kemâlât-i tâbi’a-i vücûd hâssa-i Rabbi ma’bûddur ma’nâsınadır. 6/73.
● Vahy-i kat’î [kat’î vahy] ile sâbit olan dîni, saçma sapan [doğru dürüst olmıyan] ve evhâm ve hayâller ile, ref’ eylemek [ortadan kaldırmak] mümkin değildir. 6/51.
● Ve zerû zâhirel-ism-i ve bâtınahü mûcibince, ismin zâhirîsi ve bâtınîsi terk olunmalıdır ki, her birinin şükrü edâ oluna. 6/95.
● (Vera’ sâhibi imâm arkasında kılınan nemâz kabûl olur. Vera’ sâhibine verilen hediyye kabûl olur. Vera’ sâhibi ile oturmak ibâdet olur. Onunla konuşmak, sadaka olur.) Hadîs-i şerîf. 5/112.
● (Vera’ ehlinin iki rek’at nemâzı, günâhkârın bin rek’atinden efdaldir.) Hadîs-i şerîf. 5/112.
● Vüsûlde umde [esâs] zikr, muhabbet-i muktedâ mürşide muhabbet olup, [uyulana muhabbet olup], başa asâ vesâire ile vurmak değildir. 5/36. [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]
● Vüsûl merâtibi münkati’ olmaz dedikleri, tecelliyât-i zâtiyye [zâtın tecellîleri] içindir. Yoksa tecelliyât-i sıfatıyye [sıfatların tecellîsi] i’tibâriyle değildir. 4/52.
● Vüsûl için olan [kavuşmak için olan] bütün yollar, ahkâm-ı islâmiyyenin tatbîk edilmesi şartına bağlıdır. Her kim ki, bu büyük islâmiyyet dâiresinden hurûc edip [çıkıp] ve bu yolların birinden kavuşmak isterse, yolda kalır. Matlûba kavuşamaz. Ve belki doğru yoldan ayrılmış olur. Bütün tarîkatların [yolların] menşe’i [kökü] islâmiyyetdir. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]
● Vüsûl-i hakîkî [hakîkî kavuşmak] ve hakîkî ihâta-i
ma’rûf, tavk-ı beşerden [belli beşerin gücünden] hâricdir. Herkes, bu adem-i idrâk derdine mübtelâdır. 5/86.
● Vüsûl, isneyniyyeti muhbir ve bekâ-yı vâsılı muş’irdir. Pes [öyle ise] vusldan güzer edip [geçip], nef-yi sırfa ve hayrete gelmek gerekdir. 5/149.
● Vefât eden bir şahsın üzerinde bir şahsın hukûku [hakkı] var ise, meselâ deyn [borç] ve gayri gibi, onun rûhunu yükseklere götürmezler. Ve yükselmekden men’ ederler. Tâ ki, o meyyitin tarafından [yakınlarından] biri hakkı edâ ede. Hak edâ olundukda, bu habsden kurtulur. Hadîs-i şerîfdeki hükm, o şahsa mahsûsdur ki, onun rûhuna bu dünyâ hayâtında yükselmek vâkı’ olmamışdır. Ammâ, Allahü teâlânın celle sultânühü keremi ile, dünyâ hayâtında bu te’allukât mevcûd iken, onun rûhu yükselmiş ise, ölümden sonra dahî, yükselmek vâki’ olur. Eğer rûhu dünyâda habs edilmiş ve kafesde ise, vefâtdan sonra yükselmesi, hukûkun edâsına bağlıdır. 4/19.
● Vefât-ı ehibbâ [dostların vefâtı] haber-i vahşet eserinin istimâ’ında [ziyârete gitmekde] o kadar gam ve keder zâhir olur ki [meydâna gelir ki] yazmak mümkin değildir. Lâkin Allahü teâlânın takdîri ile ve irâdesi ile olduğundan, sabr ve tehammül ve teslîm ve rızâ ile tehammülden gayri çâre yokdur. Geçmişleri düâ ve Fâtiha ile yâd etmeli ve sevindirmelidir. Ferdâ [yarın] bizler de, o cemâ’ate dâhil olup, ev, bark ve evlâdlardan ayrılıp ve onlara vedâ’ edeceğimiz muhakkakdır. Âhiret sermâyesini âmâde [âhırete hâzırlanıp] ve kabr ve kıyâmeti gözleyip, âhıret fikri ile olmak lâzımdır. 5/75.
● Vakt-i amelde [amel vaktinde] ecr taleb edip ve onunla kalmak, kendini ecrden mahrûm eylemekdir. 4/61.
● Vakt çok azîzdir [kıymetlidir]. En azîz ve kıymetli şeyler için kullanmak gerekdir ki, bu da, sâhibine hizmet etmekdir. 6/190.
● Vakt-i hâbde [uyku vaktinde], on kerre Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah, diyeler. 5/33.
● Vakt-i hâbde [uyku vaktinde], Âyet-el-kürsî okumalıdır. 5/33.
● Vukûf-i adedî [onbir ta’birden biri], zikr-i nef-yü isbâtın [Lâ ilâhe illallah söylemenin] adedine bu yolda, bilindiği üzere, vâkıf olmakdan ibâretdir ki, her bir nefesde tek ola. 6/47.
● Vukûf-i kalbî [kalbin Allahü teâlâdan âgâh olması], bilâ zikr kalbe [zikrsiz kalbe], müteveccih, vâkıf ve nâzır olmakdır ki, kalbe mâsivâ hutûr etmeye. 4/65. [İslâm Ahlâkı: 558.]
● Vilâyet-i sûrî sebebi ile, verâset-i ma’nevîyeye müdâhele eylemek hatâdır [tehlükedir]. 5/77.
● Vilâyet, nübüvvetin zıllıdir. 4/71.
● Vilâyet, sâlikin [tesavvuf yolcusunun] mebde-i te’ayyünü olan isme vâsıl olmağa ve o ismde fenâya bağlıdır. 6/229.
● Vilâyetde ilm şart değildir. Velîlik vâkı’ olup, ilm vermezler ise, hiç noksanı yokdur. 5/73.
● Vilâyet ve nübüvvet kemâlâtının [olgunluğunun] on latîfeye ihtisâsı vardır. 6/118.
● Vilâyet, fenâ ve bekâdır. Vilâyetin sıfatı, dünyâdan yüz çevirmek ve kaçınmak ve âhırete meyl ve bağlanmakdır. 6/217.
● Vilâyetde ilm şart değildir. Velînin, kendi vilâyetinden ve yakınlığından haberdâr olmaması mümkindir. Fe minnâ men alime ve minnâ men cehile. [Ba’zımız bilir, ba’zımız bilmez.] 6/19.
● Vilâyetde, mâ-sivâyı unutmakdan ibâret olan fenâ şartdır. 4/180.
● Vilâyetde, fenâ şartdır. Sâlikin örtünmesi [istitârı] demek olan adem [yokluk] şart değildir. 4/12.
● Vilâyetin kemâli [olgunluğu, üstünlüğü] cezbe ve sülûke bağlıdır. Bunlar vilâyetin iki rüknüdür. Nübüvvet kemâli bunlara bağlı değildir. 5/78.
● Vilâyet-i Îsevîye [Îsâ aleyhisselâmın vilâyeti], hafîye te’alluk eder. [Hafî latîfesi ile alâkalıdır.]. 5/134.
● Vilâyet-i Mûsevîye [Mûsâ aleyhisselâmın vilâyeti], vilâyet-i sırra hâsdır. 5/134.
● Vilâyet-i Muhammediyye, ahfâya te’alluk eder. 6/57.
● Vilâyet-i hâssa, nefsin fânî olmasına bağlıdır ki, “MÛTÛ KABLE EN TEMÛTÛ” [Ölmeden önce ölünüz], bu fenâya işâretdir. 6/171.
● Vilâyet, yalnız kalb ve rûhun fenâsı ile husûl bulmak mümkindir. Lâkin onun fenâsı, diğer latîfelerin fenâsına bağlıdır. 6/4.
● Vilâyet-i sugrâ, vilâyet-i Evliyâdır. Vilâyet-i kebîre [kübrâ], vilâyet-i Enbiyâdır. 4/205.
● Vilâyet-i sugrânın nihâyeti [sonu], seyr-i enfüsî ve seyr-i âfâkînin nihâyetine erişmiş olmakladır. 6/39.
● Vilâyet-i sugrâ, cezbe ve sülûkun mecmû’una merbûtdur [temâmına bağlıdır]. 4/12.
● Vilâyet-i sugrâ, mebde’i te’ayyün olan ismin zılâline vüsûl [zıllerine kavuşmak] ve orada seyrin husûli, vilâyet-i kübrâ ismin üsûlüne vüsûldir. 6/207.
● Vilâyet-i sugrâ ve vilâyet-i kübrâ, Ezzâhir ismine te’alluk ederler. Bu ismden güzâr eyledikde [geçdikde], El-bâtın ismidir ki, vilâyet-i mele’i a’lâdır. 4/47.
● Vilâyet-i ulyâ, vilâyet-i mele’i a’lâ olup, vilâyet-i Enbiyâ üzerine dahî tefevvuku [üstünlüğü] vardır. 5/141.
● Vilâyet-i sugrâ, vilâyet-i kübrâ ve vilâyet-i ulyâ, imâm-ı Rabbânîye hâsıl olan mustalahâtdandır. Sâirlerin kelâmında mevcûd değildir [Diğer Velîler böyle sözler söylememişlerdir]. 6/207.
● Vilâyet-i selâse [üç vilâyet], vilâyet-i sugrâ, vilâyet-i kübrâ, vilâyet-i ulyâdır. 4/130.
● Vilâyet-i selâsede [üç vilâyetde], terk-i zikr-i kalbî
[kalb ile zikri terk] ve murâkabe ile olup, nübüvvet kemâlâti ki, âlem-i halkın temâmen temizliği [tahâreti] ve i’tidâli [orta hâli] bu kemâle [olgunluğa] bağlıdır. Kur’ân-ı Mecîdi okumak ve nemâz kılmak, bu makâmda, terakkî bahş ve sûdmenddir [yükselmek için ihsân ve fâidelidir]. Çün bu yüksek makâmda yükselmek oldukda, ifâde-i kemâlât o mevtinde hâlis fadl ve ihsân ile olur. O makâmda, amelin ve i’tikâdın eseri yokdur. Ve ârif, bu makâmda kendini ahkâm-ı islâmiyye dâiresinden dışarı görür. Lâkin çün [mâdem ki] islâmiyyet asl ve esâsdır. İslâmiyyetden çekinme düşünülmüş değildir ki, eğer bu asl halâlpezîr [halâl kabûl edilen] olursa, sütûnlara ve binâya dahî halel te’sîr eder. Çün [çünki] bu makâmda dahî bâlâya giden oldukda, mu’âmele tefaddülden [ihsândan] muhabbete tebeddül [değişiklik] eder. Ve ifâde-i kemâlât, muhabbet sebebi ile olur. Tefaddül [iyilik, fazîlet] ve ihsân başka, aşk ve muhabbet başkadır. 5/97.
● Vilâyet-i sugrânın kemâlâtının hâsıl olmasında umde [prensib, esâs] murâkabe ve kalb ile zikrdir. 6/64.
● Vilâyet-i kübrâdan sonra terakkî [yükselmek] zikr ile olmayıp, nemâz ve Kur’ân-ı kerîm okumak ile olur. 5/119.
● Vilâyet-i ulyâda terakkî [yükselmek] bil-asâle, âlem-i halk latîfelerinden, su, hava ve ateşin nasîbidir. 5/92.
● Vilâyet-i ulyâdan sonra, kemâlât-ı nübüvvet [nübüvvet kemâlâtı] vardır ki, bil-asâle Enbiyâya mahsûsdur. Ve vâris olmak ile her kime nevâziş [iltifât] ederlerse, ona dahî hâsıl olur. 4/47.
● Vilâyet-i Enbiyâ dahî olsa, kemâlât-ı nübüvvete nisbetle, hiç i’tibârı yokdur. 5/97.
● Kemâlât-i nübüvvet ve sonrası olan yükselme amel mukâbili olmayıp, fadl ve ihsâna bağlıdır. Bu makâm mürselîne [Resûllere] mahsûsdur. Bu makâmdan sonra mu’âmele, sırf muhabbete bağlı olur. Burada dahî muhibbiyyet ve mahbûbiyyet dereceleri vardır. 4/137.
● Vilâyet-i kübrâ, vilâyet-i Enbiyâdır. Bunu geçdikden sonra, vilâyet-i mele-i a’lâdır. 4/205.
● Velî, vilâyet-i mele-i a’lâ ile şereflenince, ismetden hissedâr [harâmlardan el çekmekden hissedâr] ve günâhdan mahfûz olur [korunur]. 6/59.
● Velînin bâtını [kalbi, rûhu] zâhirinden [bedeninden] ayrıdır. Bedenin [zâhirin] gafleti, rûhuna yol bulamaz [rûhunun haberi olmaz]. 5/134.
● Velîden küçük günâh meydâna gelmesi câizdir. Onun işlenmesi ile vilâyetden azl edilmez [çıkarılmaz]. 5/120.
● Vehm ve hayâl, başlıbaşına i’timâda şâyân değildir [i’timâd edilmez]. Fekat, bunlardan tesavvuf yolunda çok istifâde olunur. 4/182. [İslâm Ahlâkı: 559.]
● Vehmin kaydından ve hayâlin sâhasından kurtulmak, bu fânî âlemde zordur. 6/146.
● Vehm ve hayâl, kendinden dahâ ilâhî yakınlığı anlamağa kâdir değildir. Ve onu muhal bilmeğe yakındır. 6/74.
● Vehm mertebesi, numûd-ü bî bûddan ibâretdir [varlık görünüşünden ibâretdir]. Nokta-ı cevvâleden meydâna gelen dâire gibi ve sûretin aynada görünmesi gibidir. Aynada aslâ sûret mevcûd değildir. Ve aslın hayâlini göstermekden ziyâde sâbit olan yokdur. 5/108.
● Veysel Karânîde, kalb ile yakınlık mevcûd iken, beden ile yakınlık ile şereflenemediğinden, beden ile yakın olan cemâ’atin en ednâsının [en aşağı mertebede olanın] mertebesine vâsıl olamadı. 4/52.
● Veysel Karânî, sahâbeden hiç birinin mertebesine yetişemedi. 6/53.
● Veysel Karânî, tâbi’înin hayrlısından iken, Eshâb-ı kirâmın en aşağı mertebede olanının mertebesine yetişemedi, vâsıl olamadı. 4/50. [Hak Sözün Vesîkaları: 328, Kıyâmet ve Âhıret: 161.]
● “VE LESEVFE YÜ’TÎKE RABBÜKE FETERD” [Sana, râzı oluncaya kadar [yeter deyinceye kadar] her dilediğini vereceğim. (Duhâ sûresi 5. Âyet-i kerîmesinin meâli)], bu ümmete nisbet ile ercâ’dır. [bu ümmet için dahâ çok umulur.] 6/170.