– M –

● “Sana gelen her iyilik, Allahü teâlâdandır. Sana gelen her çirkinlik de, kendindendir [nefsindendir]” âyetinde murâd, seyyiâtın menşe’idir. 6/227.

● Allahü teâlânın indirdiği her âyet-i kerîmenin bir zâhiri ve bir bâtını vardır ve herbir harfin bir hudûdu vardır. Ve herbir hudûdun da bir ma’nâsı vardır. 5/67. [Hak Sözün Vesîkaları: 343.]

● Mâsivâ mevcûd değildir. Yokdur. Lâkin mevcûd görünmekdedir. 6/7.

● Allahü teâlâdan gayrisi, yok olucudur ve bir şey değildir. Hak olarak görünen bâtıl ve var görünen yokdur. Onun zâtı, yoklukdur ki, her dürlü kötülük ve noksanlığın kaynağıdır. 6/227.

-357-

● Mâsivâya bağlı olunca, kurtuluş mümkin değildir. 4/16.

● Mâsivâya bağlılık, kalb hastalıklarının en şiddetlilerindendir. Ve onun tedâvîsi, mühim şeylerin en mühimmidir. 6/94.

● Mâsivâyı yok etmek için, tevhîd-i vücûdî kullanılmaz. [Yürürlükde değildir.] Tevhîd-i şühûdî lâzımdır. 4/150.

● Mâsivânın yok edilmesinden murâd, mâsivâya bağlantının ve onun maksad oluşunun yok edilişidir. Belki, mâsivâyı görmek ve devâmlı onunla meşgûl olmağı yok etmekdir. Tevhîd-i şühûdînin hâsılı budur ki, bu yolun şartıdır. Mâsivâ hakîkatde mevcûd olsun, gerek olmasın. 4/152.

(Mü’min kardeşinin ihtiyâcını gidermek, on sene i’tikâf eylemekden hayrlıdır). Hadîs-i şerîf. 4/147. [Herkese Lâzım Olan Îmân: 141, Cevâb Veremedi: 342.]

(Bir mü’minin ihtiyâcını îfâ için bir kimse yürürse, Hak celle ve a’lâ yetmişbeşbin meleği ona koruyucu kılıp, eğer sabâh vakti ise, akşama kadar ve eğer akşam vakti ise, sabâha kadar ona rahmet ile düâ ederler. Ve herbir adımını kaldırdıkca, bir günâhını mahv ve bir derece yükseltirler.) Hadîs-i şerîf. 4/147. [Herkese Lâzım Olan Îmân: 141, Cevâb Veremedi: 342.]

(Bir mü’min kardeşinin ihtiyâcına bir kimse çalışsa, tâ ayrılıncaya kadar, Allahü teâlâ herbir adımına yetmiş hasene ihsân edip ve yetmiş günâhını mahv eder. Eğer o iş onun çalışması ile tahakkuk ederse, bütün günâhlarına magfiret olunup, doğduğu günki gibi olur. Eğer o esnâda âhirete gitse, hesâbsız Cennete dâhil olur.) Hadîs-i şerîf.

-358-

4/147. [Herkese Lâzım Olan Îmân: 141, Cevâb Veremedi: 342.]

(Bir kimse bir mü’mine bir iyilik yapınca [kalbine neş’e verince], Allahü teâlâ, bu iyilikden bir melek halk edip, bu melek Allahü teâlâya hep ibâdet eder. Ve tevhîd okur. O kimse kabre dâhil oldukda, bu melek nûrlu ve sevimli olarak, bunun kabrine gelir. O kimseye, sen beni bilirmisin dedikde, sen kimsin diye süâl edip, o dahî ben senin falan kimseye verdiğin neş’e ve sürûrum ki, Allahü teâlâ, beni bugün seni sevindirmek ve kıyâmet günü sana şefâ’at etmek ve Cennetdeki yerini sana göstermek için gönderdi, dese, gerekdir.) Hadîs-i şerîf. 4/147. [Herkese Lâzım Olan Îmân: 141, Cevâb Veremedi: 342.]

(Mü’min kardeşinin yüzüne tebessüm etmek sadakadır.) “Hadîs-i şerîf.” 4/147. [Herkese Lâzım Olan Îmân: 141, Cevâb Veremedi: 342.]

(Mü’min olan kimse, büyük günâhın meydâna gelmesine sebeb olmak korkusundan, küçük günâhı terk eder.) Hadîs-i şerîf. 5/112.

● Mü’min mü’minin aynasıdır. 6/203.

● Mü’minin şerefi, geceyi ihyâ eylemek ile ve insanlardan birşey istememek [beklememek] iledir. 6/174.

● Mü’minin üzerine kıyâmet günü çabuk geçer. Ya’nî ikindi ile akşam arasında olan zemân mikdârı olur. Ve onlar insanların hesâbından kurtuluşuna kadar Cennet bağçelerinde kalırlar. 4/11.

● Malı insanlardan çoğaltan ve depo eden kimse, ateşi ister. 5/37. [Hak Sözün Vesîkaları: 337.]

● Mal ve evlâd ve zevcelerden her neye ki, muhabbet edilse, kendi nefsi için eder. 4/128. [Hak Sözün Vesîkaları: 334.]

● İnsanoğlu malın azlığını sevmez. Hâlbuki az mal, hesâbın kısa ve kolay olmasına sebebdir. 4/42.

(Mal sadaka ile noksan olmaz [eksilmez].) Hadîs-i şerîf. 5/11. [İslâm Ahlâkı: 564.]

-359-

(Mâlâ-ya’nî ile [fâidesiz şey ile] meşgûl olmak, Hak teâlânın o kuldan yüz çevirdiğinin işâretidir.) Hadîs-i şerîf. 4/85.

(Kulun, Allahü teâlâya en sevgili olduğu hâl, kulunun secdede olduğu hâldir. Yüzü toprakda olunca [secdeye kapanınca] afv olunur.) Hadîs-i şerîf. 6/122.

● Me’yûs olmak ve hiçbirşey olmadığını anlamak artdıkca, kemâlâtın zuhûru da artar. 6/230.

● Mubâhın işlenmesi, Hak teâlânın emri ile olursa, farz ve vâciblere dâhildir. 6/232.

● Mebde ve Me’âd risâlesi, imâm-ı Rabbânînin tasnîflerindendir. 4/183.

● Mebde ve Me’âd risâlesinde îcâzet bahsi. 4/61.

● Mebde-i te’ayyünler, Allahü teâlânın ilminde, ilâhî kemâlâtın anlaşılması ve ayırt edilmesinden ibâretdir. Ve her kemâl bir şahsın mebde-i te’ayyünüdür. Sekiz sıfatın ilmî varlığından başka, hâricde dahî sübûtu vardır. 4/66.

● Mebde-i te’ayyünler, Muhammed-ül-meşreb olanlarda, şü’ûn makâmında, olmıyanlarda ise, sıfat makamındadır. 5/116.

● Mebde-i te’ayyünler, ismlerin zılleridir. 6/213.

● Mebde-i te’ayyün, âşık ile ma’şûk arasında geçiddir ve kavuşma yolu ona münhasırdır. [O yoldan kavuşulur]. 4/66.

● Feyzin kaynağında kesiklik olmaz. Eğer feyzde kesiklik var ise, onun sebebi, feyzi alandadır. Feyzi verende değildir. 6/168. [Hak Sözün Vesîkaları: 354.]

● Bir bid’at sâhibine yolda rast gelen, yolunu değişdirmelidir. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]

● Bid’at sâhibinin cenâzesine giden kimse, dönünceye kadar, Allahü teâlânın gadabına uğrar. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]

● Mübtedî [başlangıcda olan]nin ve ortada ve sonda

-360-

olanların vazîfeleri aynı değildir. Hâlin ve vaktin gereği gibi meşgûl olmalıdır. 5/112.

● Mübtedî, kalb erbâbıdır. Ve hâlden hâle değişmek kalbdendir. 6/79.

● Mübtedî sûrî tecellînin sâhibidir. Müntehî, ma’nevî tecellînin sâhibidir. Müntehî, sûretden ve ma’nâdan geçmişdir. 6/110.

● Dindâr âlimlerin fetvâları ile ef’âl [iş], akvâl [söz] ve ahlâkda amel edesiniz ve sâlihlerin ahlâkını kendinize örnek alıp ve Ehlullaha muhabbet ediniz. 4/14.

● Müteşâbihâtın esrârını, imâm-ı Rabbânî, ilm ve ma’rifet ile kimseye açıklamadı. Ve tam bir gizlilikle onu örtmeğe çalışırdı. 6/112.

● Müceddid-i elfin idrâkinde [ikinci binin müceddidini anlamakda], Evliyâ da, ülemâ gibi âcizlerdir. 5/3.

● Mecnûna Leylâ gelip, sohbet eyledikde, benden uzaklaş ki, muhabbetin beni senden meşgûl eyledi, dedi. 4/218.

● Muhib [seven] sevgiliyi görmeğe tâlib ve kavuşmağı arzû etdiğinden, câizdir ki, arzûsunun çokluğundan [heyecânından] matlûbun görüntüsü ile dahî, râhat olur. 4/156.

● Muhib [seven] için, sevgiliye kavuşmadıkca, durmak yokdur; [duramaz]. 4/145.

(Muhabbet ve buğd-ı fillah olması [Allah rızâsı için buğz olması] demek, kendisi için sevdiğini, diğer insanlar için de sevmek, kendisi için sevmediğini diğer insanlar için de sevmemek, demekdir.)Hadîs-i şerîf”. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]

● Muhabbet ve Allah için düşmanlık olmadıkca, hakîkî îmân ortaya çıkmaz. “H”. 6/55. [Hak Sözün Vesîkaları: 348.]

● Muhabbetin da’vâsı, düşmandan teberrî eylemedikce [mahbûbun düşmanından uzaklaşmadıkca] makbûl değildir. 4/73.

-361-

● Muhabbet-i îşân [büyükleri sevmek], se’âdetin sermâyesidir. 4/21. [Hak Sözün Vesîkaları: 322.]

● Muhabbet-i îşân [büyüklere sevgi] kuvvetli oldukda, feyz alma yolu açıkdır. Her nerede olurlarsa olsunlar, feyzlerinden ve bereketlerinden ümîd olunur. Teveccüh de ilâve olursa, nûr üstüne nûr olur. 5/103.

● Muhabbet-i îşân [büyükleri sevmek], hakîkî matlûbun sevgisinin netîcesidir. 4/143.

● Muhabbetsiz ve râbıtasız, yalnız teveccühün te’sîri azdır. 4/33. [İslâm Ahlâkı: 557.]

● Muhabbet olmasa, tâlibe, matlûbun yolunu gösterici bulunmaz idi. Feyz almak ve bereketlenmek, muhabbet mikdârınca olur. Ve gizli ma’nâları çeker. Ve seven de, sevgilinin hâlini kazanır [Ona benzer]. Fenâ ve bekâ muhabbetin netîcesidir. 4/21. [Hak Sözün Vesîkaları: 322.]

● Muhabbet dostluğun kısmlarındandır. Hullet, üns [yaklaşma] ve ülfet [dostluk]dir. Muhabbet bağlanma yolu ile, dostluğun diğer kısmlarından ayrılmış ve hayret verici bir şey ve başka bir netîceler sâhibi olmuşdur. 5/134.

● Ebrârın muhabbeti i’tibârât iledir. Mukarreblerin muhabbeti, i’tibâr edilenlerden yüksekdir. 6/105.

● Mâsivâ sevgisi, zâhir ve bâtında [bedende ve rûhda] olursa, avâm muhabbetidir. Yalnız zâhirde olursa, meyl-i tabi’î denir ki, zararsızdır. 5/106. [Kıyâmet ve Âhıret: 101.]

● Muhabbetdir ki, var olma ve yaratma zincirini harekete geçirip, gizli hazîneyi açığa çıkarmış, gayb sırları açıkca görünür hâle gelmişdir. Muhabbetdir ki, sâdık olan âşığı yakın derecelerine ulaşdırıp, arzû etdiklerini kendilerinden kurtarıp, [bâtıl tanrılardan kurtarıp], sevgiliye kavuşdurmuşdur. Muhabbet sebebi ile, sâdık mürîd, mürşidin kemâlâtını ve onun hâllerini kazanır. 6/111.

● Muhabbet ve adem-i muhabbet [sevmek ve sevmemek] i’tibârâtdandır. Muâmele [iş], sıfat ve i’tibârâtdan dahâ yukarıya terakkî etdikde, sevmek ve sevmemek diye birşey

-362-

kalmaz. 6/235.

● Sevgiliye itâ’at, sevenin hâlinin îcâbıdır. 5/10.

● Mahbûbiyyet [sevilmiş olmak] bütün fazîletlerden ve yakınlık makâmlarından dahâ üstündür. Hepsinden ilerdedir. 6/108.

● Mahbûbun [sevgilinin] latîfeleri yazmakdan üstün [yazıya sığmaz] ve mahbûbun [sevgilinin] nefsleri de anlatmakdan dahâ ötededir [anlatmanın ötesindedir]. Mahbûb tecellî etmedikce, bîçâre tâlib onu devâmlı arar. Ve onun rûhu besliyen ni’metlerini ve rûhu yükselten hikâyeleri ile ülfet etmekde ve meşgûl olmakdadır. Sevgili görününce derdli olan sâlik, yokluk sahrâsına düşüp, dili tutulur. Dahâ sonra, söyliyen kim, dinleyen kim olur ve kim idrâk eder ve kimi bulur? 6/107.

● Mahbûbları [sevilenleri], muhabbet ipi ile, seçilmişler yoluna yavaş-yavaş götürürler. Ve mürîdler inâbet yolundan kendi ayakları ile kavuşurlar. 6/220.

● Muhammed Sa’îd, Muhammed Ma’sûmun büyük kardeşidir. 6/3

● Muhammed Sa’îd, onyedi yaşında, zâhirî ilmlerin aklî ve naklîsini kemâl derecede öğrendi; erişdi. 6/3.

● Muhammed Ma’sûmun fazîletleri. 4/86.

● Muhammed Ma’sûmun fakîrliğini ve zelîlliğini arz etmesi. 4/27.

● Muhammed Ma’sûmun mahbûb [sevilmiş olduğu] mechûl iken, bilâhere ma’lûm olduğu [sonradan ortaya çıkdığı]. 4/17.

● Muhammed Ma’sûm, farz nemâzlardan sonra, yetmiş kerre istigfâr ederdi. 5/80. [Hak Sözün Vesîkaları: 344.]

● Muhammed Ma’sûm, vaktli ve vaktsiz zikrleri ve düâları ve devâmlı düâları toplayarak, fârisî bir risâle yazmışdır. 5/104.

-363-

● Muhammed Ma’sûm buyuruyor ki, bu miskin âşık, bir zemân Hak teâlânın inâyet ve lutflarına bakarak, düâ eder [yalvarır] ve öğünür. Ve başka bir zemânda kendi yapdıklarına bakıp, düâ eder [yalvarır] ve fakîrliğini ortaya koyar. Bir vaktde dahî, kendinin o mukaddes cenâba, hiçbir münâsebeti olmadığını düşünüp, üzülür. 4/8.

● Muhammed Ma’sûm buyuruyor ki, bu ayrılık ateşi ile yanmış olan ve size gönlünü kapdırmış olan âşığın hâli budur ki; o hazretin şem’i vücûdüne pervâne, onun tîr-i teveccüh-i yegânesine hedefvâr-i nişâne olmayıp ve onun şikâr-ı reftâr-ı mahbûbesi ve beste-i fitrâk kadd-ı ra’nâ-yı nâzikânesi bulunmayıp ve çeşmân-ı meyîgûn ma’şûkânesinin küştesi ve tebessüm-i dilberânesinin âşık-ı sergeştesi olmayıp ve kendinin cebîn-i nâzanîni onun âsitâne-i ulyâsında kemâl-i şevk ve arzû ile sürülmüş ve dergâhının sâkinlerinin hâk-i pâyini gözlerine sürme yapmıyan ve alnında onun köleliği damgası bulunmıyan ve ol dergâhın gulâmlarının silsilesi kendi kerden-i cân ve teninde hüveydâ olmayan, kimse ile hemnişin ve âşinâ ve tekellüm nümâ olmıyayım ne çâre edelim, beni böyle halk eylemişler, kendi ihtiyârımda değilim. 4/157.

● Muhammed Ma’sûmun arabî olarak yazdığı nasîhatıdır. 4/9.

● Muhammed Ma’sûmda mafsal ağrısı var idi. 5/147.

● Muhammed Ma’sûmun vefât târihî (1079 h.) Zilhicce 27. idi. Ve hâşiyesi. 5/74.

● Muhammed Seyfeddîn, Muhammed Ma’sûmun oğludur. 6/243.

● Muhammed Eşref, Muhammed Ma’sûmun oğludur. 4/238.

● Muhammed Nakşibend, Muhammed Ma’sûmun oğludur. 6/245.

● Şeyh Halîlullah, Muhammed Ma’sûmun oğludur. 5/140. [Kıyâmet ve Âhıret: 164.]

-364-

● Şeyh Abdül-ehad, Muhammed Ma’sûmun oğludur. 6/205.

● Muhammed Sıddîk, Muhammed Ma’sûmun oğludur. 6/70.

● Muhammed Ubeydullah, Muhammed Ma’sûmun oğludur. 6/118.

● Muhammed Sıbgatullah, Muhammed Ma’sûmun oğludur. 4/189.

● Kalb, Allahü teâlânın nazar etdiği mahâldir. Kalbi temiz tutmak gerekdir. Ve Hak teâlânın nazar etdiği yeri, halkın nazargâhından çok kötü yapmak, güzellikde ve süslemekde dahâ aşağı yapmak lâyık değildir. O temizlik zikre bağlıdır. 4/48.

● Muhyiddîn-i Arabî, hadîs ilminde üstâd [sözü vesîka] ve fıkhda ictihâd makâmında idi. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]

● Muhyiddîn-i Arabî, raks ve simâ’ı çok şiddet ile yasak etmişdir. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]

● Muhyiddîn-i Arabînin sözü, imâm-ı Rabbânînin sözünden, birkaç derece uzakdır. 4/180.

● Muhyiddîn-i Arabî, âlem, toplanmış a’râzdır [gelip-geçici şeylerdir] demişdir ki, hoşdur [iyidir]. 5/91.

● Muhyiddîn-i Arabî iki te’ayyüne, te’ayyün-i ilmî ve diğer üç te’ayyüne te’ayyün-i hâricî demişdir. Ve te’ayyün-i ilmî, sûret-i şân-ül-ilmdir, demişdir. 4/85.

● Muhyiddîn-i Arabî, âlem, her ânda ademe gider [yok olur]. Ve onun misli var olur demişdir ki, şühûdîdir. Ve bizim indimizde sâbit değildir. 6/217.

● Muhyiddîn-i Arabî, “Hiçbirşey yokdur ki, Onu hamd ve tesbîh etmesin” deki zamirin şey’e â’idiyyetini tahmin ediyor. 4/47.

● Muhyiddîn-i Arabî ve tâbi’lerinin, “herşey odur”

-365-

ta’birleri, herşey onun zuhûrâtıdır, ma’nâsınadır. 6/16. [Kıyâmet ve Âhıret: 104, Cevâb Veremedi: 358.]

● Muhyiddîn-i Arabînin, cem’i Muhammedî, cem’i ilâhîden genişdir, sözünün te’vîli. 4/173.

● Muhlis, niyyeti yenileyen, zorla ihlâs elde eden kimsedir. 5/23.

● Muhlas, niyyeti yenilemeyi ve zorla ihlâs elde etmeği geçip, hakîkate kavuşmuşdur. 4/172.

● Mir’ât-i ademde [yokluk aynasında] mün’akıs olan [aks eden, görülen], kemâlâtın ve sıfatın kendi aslına katılması, sıfatların tecellîlerinin üstünleridir. 5/109.

● Murâdlar ve istekler, matlûbun yolunu örten perdelerdir. 5/115.

● Murâkabe, kul, Allahü teâlânın devâm üzere kendini bildiğini, ilmi olduğunu, huzûrunda olduğunu bilmekdir. 5/81.

● Murâkabe, bâtınî ve zâhirî hisleri, matlûbu bekleme yolunda toplamakdır. 5/113. [Kıyâmet ve Âhıret: 165.]

● Mürebbî-i hakîkî [hakîkî yetişdirici] ve hakîkî terbiye edici, Hak teâlâdır. 6/222.

● Mürebbî-i hakîkî [hakîkî yetişdirici], Hak sübhânehu ve teâlâdır. 4/235.

● Mürşid olan âbâ ve ecdâdını [baba ve dedelerini] taklîd eden ve amelleri ile amel eden, kâmil olmıyan çocuk için mürîd ahz eylemek [kabûl etmek] câiz değildir. 5/77.

● Mürşidin tâlibe teveccühü, lafza-i celâl [Allah] zikr ederken de, nef-yi isbât zikrinde de [Lâ ilâhe illallah] müsâvîdir. Ve teveccüh edene zikr etmek lâzım değildir. 5/131.

● Maraz-ı kalbînin [kalb hastalığının] başı, mâsivâya bağlanmakdır. 4/71.

● Mürîd [Allahü teâlâ], hayr ve şer irâde edicidir. Ve lâkin, şerlerden râzı değildir. 6/62.

-366-

● Mürîdler, inâbet yolu ile vâsıl olur. [Mürşide bağlanarak ve çalışarak] hayâtdaki bir mürşidin sohbetine muhtâcdırlar. 5/101.

● Mürîd, bu âyet-i kerîmede zikr olunan sıfatla sıfatlanmış olması lâzımdır. [Tebük gazâsına katılmıyan üç sahâbî pişman oldular. Yer yüzü kendilerine daraldı. Mâtem tutdular. Tevbeden başka çâre olmadığını anladılar. Tevbeleri kabûl edildi. Allahü teâlâ geçmiş günâhları afv eder.] Tevbe sûresi. Â. 118.] 6/25.

● Alçak dünyânın çöplüklerine bağlanıp [âşık olup] ve süsüne aldanmıyalar ve onun çok câzip [renkli]liği ile renklenmiyeler. Geçici ve yok olucudur. Sâbit değildir. Bir şekere bulanmış zehrdir. Ve altın kaplanmış necâsetdir ki, ebedî ölüme ve sonsuz hüsrâna götürür. 6/135.

● Mescid-i Nebevîde edâ olunan nemâz, onbin nemâza mu’âdildir (eşiddir). “H.” 4/64.

● Her müslimân kendi kudreti kadar verir ve lutf eder. Kudreti olmadığı hâllerde, mâzeret sâhibidir. 4/31.

● Müslimânın malının hurmeti, kanının hurmeti gibidir. “H”. 6/55. [Hak Sözün Vesîkaları: 348.]

● “Müslimâna bir zahmetin gelmesi, onun günâhı sebebi iledir.” “H”. 4/119.

● Dünyâda görülen şeylerin hepsi, zıllere bağlıdır ve hayâlden kurtulmuş değildir. 6/203.

● Müşâhede-i kalbî [kalbî müşâhede], ba’zı büyüklerden rivâyet olunmuşdur. Lâkin onlara ol makâmdan yükselme vâki’ olmamışdır. Son nefese kadar bu müşâhedeye bağlanmışlardır. 5/68. [Hak Sözün Vesîkaları: 344.]

● Müsâfeha her görüşmekde sünnetdir. Muayyen vakt ta’yîn etmek bid’atdir. 4/197. [İslâm Ahlâkı: 562.]

● Mudga-i kalbiye [kalbin eti=yürek] âlem-i halkdandır. Ve yeri sînedir [göğüsdür]. 6/225.

● Mudga, on parçadan birleşmiş olup [meydâna gelmiş

-367-

olup], her birinin tasfiyesinden sonra, aslın zuhûruna kâbiliyyeti olur. 4/20.

● Mutlakı mukayyed nasıl bulur. [Hakîkî varlığı, varlığı başkasına bağlı olan nasıl bulur.] Ve sonsuzu, sonu olan nasıl kavrıyabilir. 5/120.

● Matlûba kavuşmak, ahkâm-ı islâmiyyeye uymakla mümkindir. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]

● Matlûb-ı hakîkîden [hakîkî matlûbdan] her ne hâsıl olursa, kavuşanın anlayışının tehammülü kadardır. Ve onun kâbiliyyet ve anlayışına bağlıdır [anlayışı kadardır]. Matlûb ise, bu bağlardan uzak ve berîdir. [Onda yokdur ve Ondan ayrıdır]. Ve bu bağlardan çözülmüş ve ârîdir [arındırılmışdır]. Şimdi îcâb eder ki, himmetin fazlalığı bir mertebeye ola ki, idrâk kaydlarından [bağlarından] ve isti’dâd bağlarından dahâ üstün ola. Zîrâ mümkin, mâdem ki, imkân bağları ile bağlanmışdır, hakîkî matlûbdan nasıl hisse alabilsin. Mahlûk olmakdan temâmen uzak olmak mümkin değildir. 4/167.

● Matlûba sevgiden dolayı, onu beklemek, matlûbda kendinden geçmekden dahâ üstündür. 6/77.

● Matlûbu bu kısa dünyâ hayâtında, ona da’vet olunmuşken, [kucağına çekemiyen, kavuşamıyan], yarın huzûr-ı ilâhîye ne yüzle gider ve ne hîle ile behâne ve özr diler. 4/102.

● Matlûbu kendinde aramak lâzımdır. Kendinden hâricde bulunmaz. 6/49.

● Matlûb, âfâk ve enfüsün dışındadır. 6/183.

● Matlûb görünmeğe başlayınca [müşâhede olununca], bîçâre tâlib, yokluk sahrâsında kaybolup, ondan nâm ve nişân kalmaz. 6/181.

● Matlûb, fenâ ve bekânın, tecellîlerin ve zuhûrların, görme ve görülmenin, söz ve ma’nânın, ilm ve cehlin, ism ve sıfatın, zannedilenin ve hayâlde düşünülenin ötesindedir. 4/116.

-368-

● Karanlık geceleri zikr vazîfeleri ile aydınlatmağı ve seherlerde ağlamağı ve istigfârı ganîmet bileler. 4/40.

● Mazlûma yardımın fazîleti hakkında Hadîs-i şerîf. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]

● Mu’âz ibni Cebel Hadîs-i şerîfinde, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” gördüğü rü’yâda hitâb-ı ilâhi... 5/5.

● Ma’rifet, zât-ı ilâhînin sırlarını keşf etmekdir. Kerâmet, mahlûkların hâllerini keşf etmekdir. Birincisi makbûldür. 4/50. [Kıyâmet ve Âhıret: 161, Hak Sözün Vesîkaları: 328.]

(Günâhlar küfre götürür) Hadîs-i şerîfi. 5/110. [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]

● Me’âsî [günâhlar] yayıldığı vaktde, Hak teâlâdan gelen azâb, bütün ümmete gelir. İnsanlara isâbet eden azâb, sâlihlere dahî isâbet edip, sonra Hak teâlânın magfiretine ve rıdvânına mazhar olurlar. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]

● Ma’dûm-ı mutlak [mutlak yokluk], ne vücûd ve ne sâbit olması i’tibâriyle şey değildir. 4/230. [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]

● Ma’dûm-ı mümkin için [mümkinin yokluğu için], vücûd-ı aynîden mukaddem [şu görülen varlığından önce], meşiyyetin sübûtu vardır. [Önceden yok idi denilebilir]. 4/230. [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]

● Ma’dûm-ı mutlak [mutlak yokluk] ne sübût i’tibâriyle ve ne vücûd i’tibâriyle şey değildir. Ammâ, mümkin olan yokluk için, şu görülen varlığından önce, Allahü teâlânın irâdesiyle (Kün=ol) emrine muhâtab olup ve te’sîri kabûl eder ve vücûdü hâricde mevcûd olur. 4/230. [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]

● Ma’rifet iki nev’dir. Âlimlerin ma’rifeti, bakmağa ve delîl getirmeğe bağlı olup, nefs yine serkeşdir. Sôfîlerin ma’rifetinde, sâlikin nefsi fânî olmuşdur. 5/61. [Hak Sözün Vesîkaları: 341, Kıyâmet ve Âhıret: 99.]

● Ma’rifet, ma’rûfda fenâ olmakdan ibâretdir ki, hakîkî ölümdür. Ve bu ölüm, derd ve muhabbetin netîcesidir. 4/227.

● Ma’rifet-i ilâhî [Allahü teâlâyı tanımak], hârikul’âde

-369-

şeylerden ve mahlûkâta âid gizli şeyleri keşf etmekden dahâ üstündür ki, ma’rifet, Allahü teâlânın zâtının sırlarını keşf etmekdir. Pes; ma’rifet ile hârikul’âde şeyler arasındaki fark, Hâlık ile mahlûkun farkı gibidir. 4/50. [Hak Sözün Vesîkaları: 328, Kıyâmet ve Âhıret: 161.]

● Ma’rifetullah ki [Allahü teâlâyı bilmek ki], idrâk-i basît [geniş idrâk] ma’nâ olmak üzere, Velîler indinde karar verilmişdir. Ve insânî kemâlleri ona bağlı kılmışlardır. Onun dahî temâm olup ve kemâl bulması, nefsin kemâl ve itmînânına bağlıdır. 4/64.

● Ma’rifet-i Hak sübhânehu [Allahü teâlâyı tanımak] fenâ ve bekâya bağlıdır. 6/153. [Cevâb Veremedi: 362.]

● Ma’rûf ve münkerin ta’rîf ve taksîmi. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]

(Ma’lûmun olmıyan [tanımadığın] kimseye yumuşak davranırsan ve senden kesilmiş olan kimseyi ziyâret edersen, sana zulm eden şahsı afv edip ve seni mahrûm eden kimseye ihsânda bulunursan, Allahü teâlâ dereceni yükseltir, terfi’ buyurur.) “Hadîs-i şerîf.” 4/147. [Herkese Lâzım Olan Îmân: 141, Cevâb Veremedi: 342.]

● Müflisânim âmede der gûyi tû,

şey’en lillahi ez-cemâl-i rû-yi tû.

[Biz müflisleriz. Senin köyüne gelmişiz.

Allah rızâsı için, cemâlinden bize birşeyler ver]. 4/163.

● Muktediyât-i bedeniyyeden [bedenî ihtiyâclardan], ve ihtilât-ı halkdan [insanlar ile haşr-neşr olmakdan] kurtulmağa imkân yokdur. 4/160.

● Mükâtebe [büyüklerle mektûblaşmak], ma’nevî bağlantıyı kuvvetlendirir. Ve gıyâbında ona teveccüh edilmesine sebeb olur. 4/42.

● Mekr-i Hüdâvendî celle şânühûdan [Allahü teâlânın aldatmasından] emîn olmayalar. Ve dâimâ sığınalar ve yalvaralar ki, büyük işde karışıklık olmaya. 6/209.

-370-

● Mekşûfât ve meşhûdât, zılâl-i matlûbdur. [Keşf olunanlar, görülenler, matlûbun zılleridir.] Ayn-i matlûb değildir. [Matlûbun kendisi değildir]. 4/156.

● Meleklerin adedi, cin ve insanların toplam adedinden kat-kat fazladır. 4/11.

● Melekler, kendi hakîkatlerinin üstüne çıkamaz. İnsanların üstünleri, meleklerin hakîkatlerinin üstüne çıkarlar. 4/183.

● Melâmiye yolu, sôfiyye elbisesini giymiş ve tarîkatın mubâhlarına yapışıp, islâmiyyete yapışmağı avâma âid bilir ki, bu zân ve i’tikâd, ilhâd ve zındıklıkdır. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]

● Mümkin [yaratılan] vâcibin [yaratanın] aslını, hakîkatini nasıl idrâk edebilir. Sonradan olanın, devâmlı var olanı kavraması hayâldir. Ebedî mahrûm kalmak, hüsrâna uğramak ve eleme düşmek elbette olur. 5/52.

● Mümkinin [yaratılanın] olgunluğu, kullukda tam olmak ve Allahü teâlânın ilahlığını kabûl etmekdir. 4/173.

● Mümkin için zât yokdur. Cümle görünenler, i’tibârât-i zâtiyyedir. Ademdir [yoklukdur] ki, birşey değildir. Mümkinin zâtı durumunda olan sıfat ve fi’ller de emânetdir. 5/50.

● Mümkinin kendisi ademdir ki, o aynada, kemâl sıfatın aks etmesi ile, vücûdu gösterir olmuşdur. Ve bu aks etme vâsıtası ile, ademiyyet-i zâtiyyesini [zâti yokluğunu] ve noksanlık ve yaratılışındaki şerri unutup, emânet olan kemâlât sebebi ile kendini hayr ve kâmil hayâl eylemişdir. Ve bu fâsid hayâlden ve cehl-i mürekkebden dolayı, benlik ve kendini beğenmenin kaynağı olmuşdur. 5/133.

● Mümkinde hayr ve kemâl kısmından ve vücûd ve vücûdün tâbi’lerinden [bağlılarından] her ne mevcûd ise, vücûb mertebesinden istifâde edilmiş, emânet olarak alınmışdır. O mertebenin sıfatının yansıması ve parlamasıdır. 4/88.

● Mümkin [yaratılan], her ne kadar, Allahü teâlâya “celle sultânühü” yaklaşıp, kemâl dereceleri tahsîl eylese, rûh

-371-

ve beden olarak yine mahlûkdur. Ve sonradan olmadır ki, bütün mâsivâ, Allahü teâlâdan gayri ne varsa hepsinin hâdis olmasında, din sâhiblerinin icmâ’i hâsıl olmuşdur. İnkâr eden kâfirdir. 4/182. [İslâm Ahlâkı: 559, Kıyâmet ve Âhıret: 376.]

● Mümkinât [yaratılanlar], âhıret hayâtında, sıfatın varlığında mevcûd olan hüsn ve cemâlin mazharıdırlar ki [mümkinan Allahü teâlânın hüsnü cemâlini görüyor], lâkin, bu fânî dünyâda mümkinin yokluğu ciheti terbiye edilip, sıfatın muhtemel yokluğunda görünen güzellik ve iyiliğe mazhar kılmışlardır. Zîrâ, vâcib olan sıfatların mevcûd olan yönlerinde güzellik ve iyilik var olduğu gibi, yokluk ihtimâlleri yönünde dahî güzellik ve iyilik sâbitdir. Lâkin yoklukda görülen güzellik onunla örtülmüş gibidir. Onun için âhıret ni’metleri makbûl ve râzı olunan şeylerdir. Dünyâ ni’metleri ise, râzı olunmıyan şeylerdir. 4/123.

● Mümkinâtın cümlesi, ba’zan var, ba’zan yokdur. [Kaydlı yoklukdur.] Bunlar mutlak yokluk değildir. 5/50

● Mümkinât, vehm mertebesinde yaratılmışdır. Ayrıca hâricde değildir. Allahü teâlânın yaratması ile görünmekdedir. 4/5.

● Mümkinler, a’razların topluluğudur. Zâtiyyet ve cevherlik onda bulunmaz. 4/5.

● Mümkinler, ism ve sıfatları gösterdiği için, sıfatlardan fâidelenemezler. Yokluğun sıfatı olması, sâlikin zâtının yok olmasıdır. Zîrâ onun zâtı, sıfatın ötesinde, başka birşey değildir. 6/167.

● Mümkinât, vücûddan uzakdır. [Hakîkî varlık değildir. Mevcûddur. Yaratılmışdır.]. Bir adem [yokluk] olup, kemâlâtın yansıması sebebi ile görünüş peydâ eylemişdir. [Görünüş kazanmışdır.]. 4/217.

● Mümkinlerde herbir ism için çok zıller vardır. 4/47.

● Mümkinler, vücûd sıfatının kemâlâtının zıllerinin yansıması ile [mevcûd olmadığı hâlde] görünmekdedirler. Aslın kemâlâtı parlayınca, zıllerin kemâlâtı yok olup, asla ka-

-372-

vuşup, ârif dahî yokluk sahrâsına teveccüh ile [yönelmek ile] hakîkî fenâ hâsıl olur. 6/213.

● Mümkinât ne ayn-ı zât, ne de gayr-i zâtdır. Meselâ, aynadaki Zeydin sûreti, ne Zeydin aynı, ne de gayrı olduğu gibidir. 6/16 [Cevâb Veremedi: 358, Kıyâmet ve Âhıret: 104.]

● Mümkinât kendilerinde zuhûr ve kendilerini halk eylemek i’tibâriyle kâmilen mardî’i ilâhîdirler. Kabîh ve gayr-i mardî olan onu, kesb eylemekdir. 6/62.

Men istevâ yevmeni fehüve magbûnün “hadîsi”. [İki günü aynı olan aldanmışdır. Ya’nî, her gün ilerlemeyen aldanmışdır.] 6/64

(Men arefe nefsehû fekad arefe rabbehû) [Kendini tanıyan, Rabbini tanır] Hadîs-i şerîfinden murâd, insandır ki, on latîfeden meydâna gelmişdir. Nefs latîfesi bu latîfelerden biridir. Lâkin, latîfelerin reîsidir. Bu Hadîs-i şerîfdeki nefs latîfesinden murâd, mümkindir ki, insanda mevcûddur. [İnsanın dayanak yeridir. İnsan onunla vardır.] 5/137.

(Men seetehü seyyietün ve serretehü hasenetün fehüve mü’minün.)Hadîs-i şerîf”. [Yapdığı kötülüğe üzülen, iyiliğine sevinen kimse mü’mindir.] 6/164.

● Men hâme havlelhumâ yûşekü en yeka’afîhî. [Harâmlar Allahü teâlânın koruluğudur [bağçesidir]. Her kim sürüsünü korunmuş erâzî etrâfında otlatırsa, o koruluğa düşmesi yakın olur. Ya’nî, şübheli şeyleri yapan kimse, harâm da işleyebilir.] 6/157.

● Men lem yezuk lem yedri [Tatmıyan bilmez.]. 6/245.

(Men lezimel istıgfâre ce’alellâhü lehü min külli dîkın mahracen ve min külli hemin ferecen ve razekahü min haysü lâ yahtesib.) [İstigfâre devâm edeni, çok okuyanı Allahü teâlâ derdlerden, sıkıntılardan kurtarır. Onu hiç ummadığı yerden rızklandırır.] Hadîs-i şerîf.” 5/80 [Hak Sözün Vesîkaları: 344]

● Men iştâka ilâllahi fel-yestemi’ kelâmellah.[Kim Allahü teâlâya müştak ise [çok istiyorsa], Onun kelâmına kulak

-373-

versin.] 5/139.

● Allahü teâlâ için tevâzu’ edeni, Allahü teâlâ yükseltir. 4/17.

(Men kâle lâilâhe illallahü hüdimet erbeatü âlâfin minel kebâir.) [Bir kimse Lâ ilâhe illallah derse, dörtbin büyük günâhı afv olur.]Hadîs-i şerîf” 6/7

● Münâfık, muhabbet iddiâsında bulunup, düşmanından teberrî etmiyendir [kaçınmıyandır]. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]

● Minber ile Kabr-i şerîfleri arası, Cennet bağçelerindendir. 4/70.

● Müntehî o kimsedir ki, sevgilinin başlangıcına yetişmiş olup ve seyr-i ilallâhı kat’edip [geçip], seyr-i fillah ehli ola. Ma’şûkun kemâlâtına nihâyet yokdur. Her bir anda bir kemâl ile tecellîye kavuşmakdadır. 6/138.

● Müntehînin yükselmesi, nemâz ibâdetine bağlıdır. 4/194.

● Müntehî, ilm sâhibi değildir demekden murâd, ahvâlin tafsîline âid ilmi yokdur. Mutlaka ilmin yokluğu değildir. 4/88.

● Müntehî’i mercû’înin ünsleri, mahbûbun tâ’at ve ibâdetindedir. Ve onun mahlûkâtının edâ-yı hukûkundadır. Alelhusûs, mi’râc-ı mü’min olan nemâzda üns-i hâsları vardır. Bir mertebede ki, onun hâricinde güyâ muattal ve bîkârlardır. Husûsan ki, mahbûbiyyet-i zâtiyye ile müşerref olan ve vilâyet-i Muhammediyyeye peyveste olan cemâ’atin ünsleri tâ’atdadır. Ve himmetleri, tekmil-i nemâza masrûfdur. Uluvv-i himmetlerinden nâşî, şühûd ve müşâhedeye kanâat etmezler. Zîrâ yakîn üzere bilirler ki, bu neş’enin mekşûfât ve meşhûdâtı zılâl-i matlûbdur. Ayn-i matlûb değildir. Ve matlûb-ı mutlak, bu mukayyedât ve müşâhedâtdan müberrâdır. 4/156.

● Mansab sâhibi, elbette ilm sâhibidir. 4/24.

-374-

(Yasaklardan men’ etmek husûsunda, korku olmadıkça, emr-i ma’rûf ve nehy-i anil münker eylemek, sizlere vâcibdir. Eğer korku mevcûd ise, susmak sizlere halâl olur,)Hadîs-i şerîfi”. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]

● Ölüm ve kıyâmeti tezekkür ve tefekkürden hiç geri kalmıyalar. (Câetirrâcifetü tetbe uher râdifetü.) [Birinci nefhâyı (sûrun üfürülüşünü), ikinci nefhâ ta’kîb eder.] 6/226.

● Ölüm, âhıret ahvâlinin [hâllerinin] başlangıcındandır. O makâmda şühûd [görmek] dahâ kusûrsuz ve eksiksizdir. 6/203.

(Mevt [ölüm]den herkes korkar. Fekat, ölüm insana fitneden hayrlıdır.) Hadîs-i şerîf”. 4/32.

● Mevcûd, nefs-ül-emrde ma’dûm [yok] olmaz. Ve ma’dûm mevcûd olmaz diye i’tikâd [inanmak], hukemânın yoludur ki, âlemin kadîm olmasına müncer olur [bağlı kalır]. Ve inanan kâfirdir. 4/230 [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]

● Hakîkî mevcûdün, mevhûma hiç münâsebeti yokdur. 4/141.

● Mevcûda râzı olup, çoğalmasına tâlib olalar. 6/206.

● Mûsâ aleyhisselâmın mebde-i te’ayyünü kelâm sıfatıdır. 4/88.

● Mûsâ aleyhisselâma cevâben, nemâz sana burhân, oruc Cehennemden siper ve sadaka sıcakdan gölge ve zikr nûrdur, buyurulduğu. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]

● Mûsâ aleyhisselâm, sevenler halkasının başı ve Resûllerin sonuncusu, muhabbet olunmuşların başıdır. 4/74

● Mûsâ aleyhisselâmın fe-ehâfü en yaktülûni. [Şuârâ sûresi 14.cü âyet-i kerîmesinde, (beni öldüreceklerinden korkuyorum)] buyurması, teblîg-i risâletden özr ve ibâ değildi. Beyân-ı hâl [hâlini beyân] idi. 5/53.

● Mehdî aleyhirrahmenin [meşhûr olan Mehdinin] asâletden nasîbi, Îsâ aleyhisselâm yolu iledir. 4/192.

-375-

● Meyyit için düâ, Fâtihâ, sadaka ve istigfâr ile imdâd ve i’ânet (yardım) lâzımdır. 4/178.

● Meyyit için sadaka vermeğe niyyet ederken, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”i teşrîk (ortak) etmemelidir. Zîrâ meyyit Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”e ihdâ (hediyye) etmekle bereketlenir. 5/36 [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]

● Meyyit için sevâb niyyeti ile, Allah rızâsı için fakîrlere yiyecek vermek ibâdetdir. Lâkin vakt ta’yîni yokdur. 4/11.

● Meyyite zevcesinden gayrisinin üçgünden ziyâde kederlenmesi meşrû’ değildir. 4/11.

● Mirzâ Emânullah Burhânpûrînin fazîleti hakkındadır. 6/70.

● Mü’mine, âsî olan kimseyi görüp, men’ etmemek lâyık değildir. [Bunun için, bid’at sâhiblerinin ve harâm işliyenlerin kitâblarını okumamalıdır.] 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]