● Kabrin ni’metlerine ve azâblarına îmân eyledik. Ve nasıl olduğunu düşünmeyiz ki, onu bilmekle vazîfeli değiliz. 4/182. [Kıyâmet ve Âhıret: 376.]
● Kabr, âhıret hayâtının evvelidir. Âhırete âid işlerin başlangıcı kabrdendir. 4/24.
● Kabrde, Cum’a gecelerinde ve günlerinde ve Ramedân ayında, kâfirlerden azâb kaldırılır. 6/207.
● (Kabrden maymûn ve hınzır [domuz] sûretinde kalkacaklar, günâhlara müdâhene edip, mâni’ olmağa güçleri yeter iken, mâni’ olmıyanlardır.) Hadîs-i şerîf. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]
● Kabrde rûhun alâkası ve bağlanması vardır. Beden his eder. Lâkin bu bağlanması hareket olacak kadar değildir. 6/217.
● Kabr, Cennet bağçelerinden bir bağçedir, hadîsinin îzâhı. 4/70.
● Kabz [sıkıntı] zuhûr ederse, üzülmiyeler ki, sâliklere sülûk esnâsında zuhûr eder ve terakkîlerine sebeb olur. Kabz [sıkıntı] ve bastın [açılma] ikisi de ahvâle, hâllere
dâhildir. Güyâ bu yolun esâslarındandır. Kâbız ve bâsıt [sıkıştırıcı ve açıcı, neş’e verici] Allahü teâlânın ismlerindendir. Sâlike ba’zan bir ism tecellî eder [bir isme kavuşur], ba’zan da diğer bir ism tezâhür eder. Lâkin kabz ve bast [sıkıntı ve açılma] işi, telvîn [hâllerin değişmesi] zemânındadır. Mu’âmele [iş] temkîne ulaşınca, latîfeler dahî, telvînden, [hâllerin değişmesinden] kurtulup, kabz ve bastdan uzaklaşır, hâlin devâmlılığı ile sıfatlanır. 6/121.
● Değişik cihetlere dönmek, kendini dağınıklığa atmakdır. 4/154.
● Kader, Hak teâlânın, kendi ihtiyârımla değişik zemânlarda şöyle-böyle yapsam gerekdir demesi olup, cebr yokdur ve Hak teâlâya zemân cârî değildir. Takdîr ve halk bir anda cârîdir [cereyân etmişdir]. 4/11.
● Kader, Hak teâlânın ezelde, kul, kendi ihtiyârı ile şu fi’li işlese gerekdir diye ilm-i ilâhînin bağlanmasıdır, alâkasıdır. 5/137.
● Kur’ân-ı kerîm, Allahü teâlâdan gayri bütün eşyâdan efdaldir. 5/134.
● (Nemâzdaki Kur’ân, nemâz dışında okunandan hayrlıdır.) Hadîs-i şerîf. 6/93.
● Kur’ân-ı kerîm tilâveti ile yükselmek, kökden yukarı doğru çıkmak olup, yükselmesi bilinmiyen sâlik içindir. (Kur’an ehli, Allahın dostlarıdır) Hadîs-i şerîfinde, Kur’an ehlinden murad, bu cemâ’at olmak mümkindir ki, islâmiyyetin ahkâmını tatbîk edip, fenâ ve bekânın hakîkatine mazhar olmuşlardır. Bu hâle kavuşmadan evvel vâki’ olan okumak, ebrârın ibâdetine dâhildir. Ve o makâmda iken olan kelime-i tayyibenin tekrârı, fâideli ve yükselme sağlar. Çünki, bu mubârek kelimenin bereketi ile bâtın [kalbin ve rûhun] temizlenmesi ele geçer. Ve okumaya kâbiliyyet kazanmış oldukda, “Yalnız temiz olanlar el sürsün” meâl-i şerîfi bu ma’nâya işâretdir. 5/67. [Hak Sözün Vesîkaları: 343.]
● (Kur’ân-ı kerîmi okuyan [bedenen ve rûhen] Evliyâullahdır. Onlara düşmanlık eden, Allahü teâlânın düşmanıdır.)
“Hadîs-i şerîf”. 5/130.
● Kur’ân-ı kerîmi hıfz ve takrîr [okuyup, ezberlemek] ve hadîs [hadîs kitâbları] tahrîri kaydında olmıyan kimse, ma’nen uyulmaya lâyık değildir. 5/110. [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]
● Kıyâmetin yaklaşması ve zulmetin birikmesi [çoğalması] sebebi ile, günden güne bu büyüklerin yolu [bu yüksek yol] örtülmekdedir. Ve onun nûrları gizlenmekdedir. Ve temâmen bir köşede inzivâya çekilmekden başka ilâcı yokdur. Lâkin o dahî, kendi irâdemde değildir. 4/157.
● Nübüvvet yakınlığı, âlem-i halk ile alâkalıdır. Ve vilâyet yakınlığı âlem-i emr ile alâkalıdır. 4/109.
● Kurb [yakınlık] ve visâl [kavuşma] lezzeti, Na’îm-i Cennet lezzetlerinden dahâ fazla olduğu gibi, bu’d [uzaklık] ve hırmân [mahrûmluk] azâbı, Cehennem azâbından dahâ çokdur. 4/102.
● Kurb, bu’dun [yakınlık uzaklığın] karşılığıdır. Uzaklık yok olunca, yakınlık ele geçer. Lâkin, yakınlık ve uzaklık kıyâs edilen şeylerdendir. Birşey bir şeye kıyâsla yakın, diğer şeye kıyâsla uzakdır. Yaklaşmanın kemâli kavuşmadadır. En yakınlık mertebesi, kavuşmakdan da dahâ yakındır. 6/137.
● Nâfilelerden meydâna gelen yakınlık oldur ki, kul fâ’il ola. Ve Hak celle ve a’lânın fi’line âlet ola. Farzlardan meydâna gelen yakınlık, sırf Allahü teâlânın emrine uymak olduğu için, kulun varlığı arada değildir. Hak teâlâ fâ’il olup, kul ona âlet olur. 6/137.
● Kazâya rızâ lâzımdır. 4/48.
● Kazâ ve kader mes’elesi ilâhî sırlardandır. Bu bâbda, men’ eden Hadîs-i şerîfler çokdur. Ondan bahs etmek yasakdır. Bu bâbda, Ehl-i sünnete uygun dürüst i’tikâd etmelidir. 5/137.
● Kazâ-i ezelî, irâdeyi ortadan kaldırmış olsa, Hak teâlâ günlük hâdiselerin yaratılmasında muhtar olmaması lâzım gelir. 5/83. [Hak Sözün Vesîkaları: 345, Cevâb Veremedi: 346.]
● Kazâ-i mu’allak iki kısmdır. Birinin bağlı olduğu sebebler levh-i mahfûzda gösterilmişdir. İkincisinin sebeblerini ancak Allahü teâlâ bilir. [Allahü teâlâ indindedir]. 6/206.
● Kazâ makâmının uhdesinden gelmek, ziyâde müşkildir. [Kazâyı anlamak çok zordur.] 4/135.
● Kazâ nemâzları hakkında. 5/63. [Hak Sözün Vesîkaları: 343.]
● Kutb-ı irşâd ve medâr ve bunların emsâli olan lafzlar, islâmiyyetin zâhirini okuyanlarda vârid olmadı. [Onlar böyle şeyler söylemediler]. Sofiyye-i kirâmın istilâhlarından ve keşflerindendir. 5/76.
● Kutb-ı irşâd ve gavs ve kutb-ı medâr ki, her vaktde mevcûddurlar. Kutbluk ve ba’zı makâmlar kendi zemânlarına mahsûsdur. 6/24.
● Kutb-ı medâra inzivâ [gizlenmek] lâzımdır. Resûlullah zemânında kutb-ı medâr var idi. 6/105.
● Kutb-ı irşâd, kayyûm-i âlem olan zâtdır. Herkese rüşd ve îmân onun vâsıtası ile gelir. 6/140.
● Kûl e’ûzü birabbinnâs sûre-i şerîfesinin tefsîri. 4/79.
● “Ya Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem”! Ol hicreti terk edenlere de ki, eğer sizin babalarınız ve oğullarınız ve kardeşleriniz ve zevceleriniz ve aşîretiniz ve kesb olunmuş mallarınız ve kesâdından korkduğunuz ticâretiniz ve hoşnud olduğunuz meskenleriniz, Allahü teâlâdan ve Resûlünden ve Onun yoluna cihâddan sizlere muhabbetli ise, imdi Allahü teâlânın acele [hemen] ve sonra gelecek ukûbât [büyük azâb] emrine hâzır ve muntazır olun. Allahü teâlâ itâ’atden hurûc eden kavme tevfik ve hidâyet vermez.” [Tevbe Sûresi 25.ci Âyet-i kerîme meâli] 6/92.
● Kalbin tasdîki ile hâsıl olan îmâna [islâma] mecâzî müslimânlık denir. Nefsin îmân etmesine [bağlanmasına] hakîkî müslimânlık derler. 4/64.
● Kalb evvelâ, nefsin saltanatında ve onun idâresindedir. Hak teâlânın inâyeti ile, nefsin hâkimiyyetinden kurtula.
Asl hâline dönüp, insanın kemâli [olgunluğu] olan yakınlık ve ma’rifete kavuşur. 6/175.
● Kalbin aydınlanması, nûrlanması, zikrin devâmına ve murâkabeye ve kulluk vazîfelerinin edâsına ve farz, vâcib ve sünneti edâ ile, harâm ve mekrûhlardan kaçınmağa bağlıdır. 6/51.
● Kalbin parlaması, ahkâm-ı islâmiyyeye uyması [hâllenmesi] ve Peygamberimizin sünneti ile zînetlenmesi ve Allahü teâlânın râzı olmadığı bid’atlerden ve nefsin şehvet ve zevklerine dalmakdan kaçınmağa bağlıdır. Ve zikrin ve şeyhe muhabbetin kalbe devâmlı yerleşmesine bağlıdır. 6/13.
● Kalbden hataralar def’ olunca [atılınca] beyne ulaşır. 4/55.
● Kalbin, işsiz ve mu’attal olması yokdur. [Kalb devâmlı çalışır.] Mâsivâ veyâ zât-i ilâhî ile meşgûl olacakdır. 5/113.
● Kalbin mâsivâdan tam kesilmesinin hâsıl olmasını ve bağlantılardan kurtulmasını [insan] idrâk eder ve bilir. 6/96.
● Kalbin mâsivâdan kesilmesi, her ne kadar fazla ise ni’metdir. Lâkin şu şart ile ki, farzlara ve vâciblere bir halel gelmiye ve yoksa tehlikedir, tehlikedir. 6/129.
● Kalbin gaflet ve hâtırası [dünyâya bağlılığı], zâtı ile ilgili derin bir hastalığıdır. Gaflet ve hayâldeki hâtıralar, kalbin huzûru mevcûd iken, geçici ve dış hastalığıdır. [Kalb huzûra kavuşdukdan sonra, hayâlde meydâna gelen hâtıralar ve gaflet, geçici ve dış hastalığıdır.] Zîrâ kalbden hâtıra çıkdıkdan sonra, hâtıranın geleceği yer hayâldir. 5/9.
● Kalb, isteklerini ele geçirememekden ne kadar kırılırsa, o kadar Allahü teâlânın [kibriyânın] nûrlarının görünmesine kâbiliyyet kazanır. 4/32.
● Kalb, düşmandan kurtulunca, dostu taleb eylemeğe ihtiyâc yokdur. [Dostun muhabbeti, kendiliğinden kalbe gelir.] 6/217.
● Bir kalbde, Hak celle ve a’lânın muhabbeti, hakkın
gayri ile bir arada olmaz. [Hakdan gayrilerin sevgisi ile bir arada bulunmaz.] 4/47.
● Kalb, Mevlânın nazargâhıdır. Kalbin nûrlanmasına çok çalışalar. 6/51.
● Kalb, hakîkatlerin mahallidir. 4/230. [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]
● Kıllet-i ta’âm makbûl değildir. 4/145, 5/51
● Gençlik kuvvetini tâ’ata sarf etmeli ve geceleri ihyâ etmeği ganîmet sayalar. Ve karanlık geceleri, zikr, fikr ve ağlama, sızlama ve kabr ve kıyâmetin düşüncesi ile nûrlandıralar. 4/98.
● Kul hakkı bulunan mevtânın rûhu, göklerin üstüne yükselemez. 4/19.
● Gül bağçemi gör de, behârımı anla. 5/5.
● Kıyâmet günü, kâfirlere ellibin senelik zemân, mü’minlere kolay olup, emr edilen nemâz mikdârı zemândır. 6/15.
● Kayyûm-i âlem olan ârif, bir asrda çok olmaz. [Birden fazla olmaz.] Belki uzun asrlardan sonra zuhûr buyurur. 6/140.
● Kayyûmiyyet ta’bîrini, imâm-ı Rabbânîden evvel hiçbir insan söylemedi. 5/76.
● Kayyûm, Hak teâlânın bu âlemde halîfe ve vekîlidir. Aktâb ve ebdâl onun gölgesindedir. Ve ayakda durmaları [varlıkda durmaları] onunladır. 6/29.
● Kâfirlerden uzaklaşmak en büyük ibâdetdir. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]
● Kâfirlerle tanışıklık ve ahbablık eylemek, islâm dâiresinden çıkmakdır. 6/55. [Hak Sözün Vesîkaları: 348.]
● Kâfirlerle ahbablık ve yakınlık üç dürlüdür. Birincisi, kâfirlerin küfrüne râzı ve onun için yaklaşmakdır ki küfrdür. İkincisi, zâhir i’tibâriyle [görünüşde] iyi geçinmekdir, yasak değildir. Üçüncüsü, dinlerini bâtıl bilip, akrabâlık
veyâ sevgi netîcesi meyl ve yardımdır ki, küfr değildir, fekat yasakdır. 6/55. [Hak Sözün Vesîkaları: 348.]
● Kâfirlerle, isterse az olsun, cihâd eylemiyen mü’min değildir. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]
● Kâfirler ile cihâd ve onlara sert davranmak dînin zarûrî emrlerindendir. 4/73.
● (Kâfirler ile muâşeret [berâber yaşayan, seven] ve mübâşeret edenlere [dostluk kuranlara], Allahü teâlâ la’net eder.) Hadîs-i şerîf. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]
● Kâfirler ve müşrikler delîl getirdiler ki, bizim küfrümüz ve şirkimiz Hak teâlânın isteği ve irâdesi iledir ki; böylece buyurur: “Müşrikler diyecekler ki, eğer Allahü teâlâ dilese idi, biz ve babalarımız müşrik olmazdık, kendimizden birşeyi harâm etmezdik.” [Enâm Sûresi: 148. Âyet-i kerîmesi meâli.] Hak teâlâ bunların bu özrlerini kabûl eylemez ve buyurur: “Bu kâfirler sana inanmadıkları gibi, dahâ önce gelmiş olanlar da, Peygamberlerine inanmadılar. Bunun için azâbımızı tatdılar. Onlara söyle ki, yanınızda kitâb ve sened gibi sağlam bilginiz var ise, onu bize gösteriniz. Fekat, siz uyduruyor, yalan söylüyorsunuz.” 5/83. [Hak Sözün Vesîkaları: 345, Cevâb Veremedi: 346.]
● “Tergîb ve terhîb” kitâbı, hadîs ilminde mu’teber kitâbdır. 4/147. [Herkese Lâzım Olan Îmân: 141, Cevâb Veremedi: 342.]
● Dînî kitâbları mütâle’a etmek [okunması, öğrenilmesi] ve [okutulması, öğretilmesi] tarîkate mâni’ değildir. 5/36. [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]
● Fıkh kitâblarını okuyalar. Öğrenmeğe ve öğretmeğe ragbet edeler. Öğretmek ve öğrenmek tarîkate mâni’ değildir. Belki, sâlih niyyetler ile okumak, [rûhî] ma’nevî yakınlığı kuvvetlendirir. 5/36. [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]
● Çok uyuyup, çok gülmeği terk etmek lâzımdır ki, kalbi öldürürler. 5/110. [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]
● Kesretden vahdete [çoklukdan birliğe] ve farkdan cem’e [ayrılıkdan topluluğa] ve cem’den [toplulukdan]
cem’ul cem’e [dahâ büyük topluluğa] teveccüh edip ve zılden asla koşalar. Ve sıfatdan da sıfatlanana ilerleyeler. 6/88.
● Kerâmet, hakîkatde, şirkin incesinden kurtulmak ve ma’rifete vâsıl olmak ve fenâ ve yokluk hâsıl olmasıdır. 6/2.
● Kerâmete ve keşfe tâlib olan, mâsivâya tâlibdir. Hak teâlâya yakınlığı ve ma’rifeti [tanıması] yokdur. 4/128. [Hak Sözün Vesîkaları: 334.]
● Kerâmet ve hârikalar, kalbin zikr ile cevherleşmesi [süslenmesi] ve zâtın [Allahü teâlânın zâtının] zikrinin varlığına göre aşağıdır. “sâhib-i Avârif.” 4/50. [Hak Sözün Vesîkaları: 328, Kıyâmet ve Âhıret: 161.]
● Kirâmen kâtibîn, günâhın yazılmasında üç sâat beklerler. Tevbe edilirse yazmazlar. 5/110. [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]
● Eğer ben akllı isem, kendi hâlimi gizlemeliyim. Söz kapımın kilidini muhkem vurmalıyım. Bir mâtem-zedeyi kurtarmalıyım. Söylediğim söze, mâtem tutmalıyım. 4/17.
● Eğer aşk ve aşkın gammı olmasaydı, bu kadar güzel sözleri kim söyler, kim işitirdi. 4/24.
● Kötü kimseler, o gürûhdur ki, emr-i ma’rûf ve nehyi münker eylemezler. Kötü kavm o tâifedir ki, şübheleri sebebiyle harâmları halâl kabûl ederler. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]
● Ağlamak ve âhıret korkusu, ilâhî ni’metlerdendir. Ve ilerleme sağlar. 4/18.
● Kesb, irâdeyi sarf eylemeğe derler. İşin yaratılması Hak teâlâdandır. 5/137.
● Halâl rızk kazanmak, sâlih niyyet ile olunca, zikre dâhildir. 6/88.
● Halâl rızk kazanmak mubâh ve belki sevâbdır ki, büyükler bu işi yapmışlardır. 5/110. [Cevâb Veremedi: 349, Fâideli Bilgiler: 169.]
● Çalışıp da Allahü teâlâya tevekkül, çalışmadan Alla-
hü teâlâya tevekkülden hayrlıdır. 5/110. [Cevâb Veremedi: 349, Fâideli Bilgiler: 169.]
● Sahîh keşfler kalbe gelir. 4/182. [İslâm Ahlâkı: 559, Kıyâmet ve Âhıret: 376.]
● Sahîh keşf, hayâl ahkâmından değildir. Belki ilhâmî ahkâmdandır ki, geldiği yer kalbdir. Ba’zı keşfler vardır ki, onların kaynağı hayâldir. Böyle olan keşf i’timâda lâyık değildir. Zîrâ kalbin tasdîki ona eklenmemişdir. 4/182. [İslâm Ahlâkı: 559, Kıyâmet ve Âhıret: 376.]
● Keşf, islâmiyyete uygun olursa, i’timâda şayândır. Böyle değil ise i’timâd edilmez. 6/99.
● Keşf ve kerâmetin görülmesi, derecenin yüksekliğine alâmet değildir. 4/182. [İslâm Ahlâkı: 559, Kıyâmet ve Âhıret: 376.]
● Keşfler ve kerâmetler, yoldaki sâlikleredir. Sona kavuşmuş olanlar, cehl ve hayranlıkdadırlar. 5/87.
● Keşfler ve rü’yâlar, i’tibâra ve i’timâda lâyık değildir. 6/229.
● Kâ’be-i mu’azzama vâsıtadır. Secde edilen hakîkatde Zât-i teâlâdır. 4/183.
● Kâ’be, Evliyâyı ziyârete gelir. Ve dıvarları yerinden ayrılması lâzım gelmez. 5/36. [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]
● Kâfirlere düşmanlık yapmak ve dostluk yapmamak ve onlara sert davranmak ve cihâd, kat’î olarak âyet-i kerîme ve Hadîs-i şerîf ile sâbit olmuşdur ki, aslâ şübhe mümkin değildir. Kâfirlerin aslı ne olursa olsun, âyet-i kerîme ve Hadîs-i şerîfe uymak bize farzdır. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]
● Kâfirler içinde olup, nefs ve malından korkunca, lisan ile muvalât [yakınlık] câiz ise de, terk etmek iyidir. 6/55. [Hak Sözün Vesîkaları: 348.]
● Kâfirlerin gâlib olması esnâsında takiyye [mudârâ, idâre etmek] halâldir. 6/55. [Hak Sözün Vesîkaları: 348.]
● Kâfirlerin âhiretde azâbları, uygun cezâdır. Müste-
hak oldukları derecede azâb edilmekden noksan edilmez. [Tam karşılığını görürler.] Kâfirler rahmete müstehak değildir. Azâblandırma derecesinde noksan vâkı’ olmaz [İndirme yapılmaz]. 4/220.
● Dedi-kodu ile biryere ulaşılmaz. İş yapmak lâzımdır. 4/99.
● Küfrün yaratılması çirkin değildir. Kulun küfrü kesb eylemesi çirkindir. 6/62.
● Küfr ve günâhlar, Hak teâlânın murâdıdır [İrâde eder]. Lâkin râzı değildir. 5/83. [Hak Sözün Vesîkaları: 345, Cevâb Veremedi: 346.]
● Tarîkat küfrü, Hâlık ile mahlûku bir varlık görmekden ibâretdir ki, islâmın güzelliği ile küfrün kötülüğünü ayırd etmek, sâlikin nazarından kalkıp, ne zemân ki sekrden sahva gelirse, islâm-ı hakîkî ile müşerref olup, küfrden kurtulur. 6/207.
● “Herşey aslına rücû’ eder.” 6/225.
● Allahü teâlânın kelâm sıfatı geniş bir kelâmdır ki, Allahü teâlâ, ezelden-ebede o bir kelâm ile söyleyicidir. Bütün semâvî kitâblar ve inen suhuflar, o bir kelâm-ı basîtden bir sahîfedir. 4/67.
● Kelâmın ilm gibi söyleyici ile ittihâdı [birleşmesi] vardır ki, sâir sıfatda yokdur. 6/225.
● Kelâm-ı ilâhîde [ilâhî kelâmda] topluluk ve cüz’lere bölünmeme mevcûd iken, açıklanma dahî sâbit ve genişlik ve ayırt edilme dahî olmakdadır. Ve emr, nehyden ayırd edilmekdedir. Bununla berâber, basîtdir, deriz. Zîrâ genişlik ve mufassal olma dahî, kemâl sıfatlardandır. Bu topluluk ve genişlik idrâk etdiğimiz gibi değildir. 4/67.
● Her ne zemân evhâm hâtıra geldi, hayâline bir hayâl geldi, Allahü teâlâ, o değildir. 6/109.
● Kelime-i tevhîd, “Lâ ilâhe illallah” cümlesidir ve tevhîd, şerîkleri nef’ etmeğe bağlıdır. Hak teâlânın vahdâniy-
yet ile anlaşılması için, şerîklerin nef’ edilmesi lâzımdır. Îmân, kelime-i tevhîd ile “Muhammedünresûlullah”ın birlikde tasdîkine bağlıdır. 6/16. [Cevâb Veremedi: 358, Kıyâmet ve Âhıret: 104.]
● Kelime-i tevhîdin azâbı kaldırması için, günâhları kötü görmesi lâzımdır; hadîsi. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]
● Kelime-i tevhîd, Zâtı, hâdisden [sonradan olandan, yaratılandan] ayırmak olup, altı derece ve mertebesinin beyânı. 4/47.
● Kelime-i tevhîdi herbir tekrârda çok hasenât, amel defterine yazılır. 6/7.
● Kelime-i tevhîdin ma’nâsında, âlimlerin maksadları, sofiyyenin dahî maksadlarıdır. Onlar dahî, maksadı ve ma’bûdu yok bilirler. Lâkin, mahalleri ve makâmları değişikdir. 5/77.
● Kelime-i Lâ ilâhe illallah ile, maksadları ve murâdları yok ederler ki, sadra [göğüs sahâsına] Hak sübhânehûdan başka murâd ve istek kalmıya. 4/40.
● (İnsanlarla aklları mikdârı konuşunuz.) Hadîs-i şerîf. 5/59. [Kıyâmet ve Âhıret: 97, Hak Sözün Vesîkaları: 339.]
● Sûrî ve ma’nevî kemâlât [olgunluk], islâmiyyet dâiresinde yerleşdirilmişdir. Ve Hâtem-ül Enbiyâya tâbi’ olmağa bağlıdır. 4/130.
● Sûrî ve ma’nevî kemâlâtın hepsi, Peygamberimizden, fâidelenerek alınmışdır. Bizlere ahkâm ve beden ile alâkalı amellerin gelmesi, ulemâ-i kirâmın rivâyeti ile, esrâr ve bâtınî mu’âmelâtın gelmesi, Evliyâ-i kirâmın rivâyeti ile vâki’ olmuşdur. 5/59. [Hak Sözün Vesîkaları: 339.]
● Parça için bulunan olgunluk, kül için [temâmı için] dahî sâbitdir. Lâkin bil aks değildir. 4/24.
● Peygamberlerin kemâlâtına başlıyan ârif, islâmiyyetin sûretinden, islâmiyyetin hakîkatine yükselir. Bu makâmda yükselmek, amellerin hakîkatine bağlıdır. Bu makâmdan
yükseldikden sonra, bir iş zuhûr eder ki, a’zâlar ve kalb ile olan amellerin, onda te’sîri yokdur. Ve sûret ve hakîkat geride kalır. Burada yükselmek, sırf, Allahü teâlânın fadlına ve ihsânına bağlıdır. 4/205.
● Nübüvvet kemâlâtının ele geçdiğine alâmet, ahkâm-ı islâmiyyenin, nefsin arzûlarına uygun olmasıdır. 5/3.
● Vilâyet kemâlâtı, islâmiyyetin sûretinin netîcesi, nübüvvet kemâlâtı, islâmiyyetin hakîkatinin netîcesidir, meyvesidir. 4/60.
● Vilâyet kemâlâtının, nübüvvet kemâlâtına göre, hiç mikdârı yokdur. Keşki okyânûsa nisbet ile, damla hükmünde olsaydı. 4/180.
● Nübüvvet kemâlâtı, ba’zı çok büyük Evliyâya hâsıl olur. Kemâlâtın ele geçmesi, nübüvvet makâmı değildir. 4/192.
● Nübüvvet kemâlâtından, toprak unsurunun asâlet ile çok haz ve lezzeti vardır. Hakîkatde on latîfenin üstüdür. 6/153. [Hak Sözün Vesîkaları: 352, Cevâb Veremedi: 362.]
● Kemâlât-ı nübüvvete kavuşmak, üç vilâyetin ele geçmesinden sonra ve ism ve sıfat ve şü’ûn ve i’tibârât ve tenzîhiyyât [noksan sıfatlardan uzak tutmak] ve takdîsâtı [kemâl sıfatları ile muttasıflık] geçdikden sonra ve ism-i zâhir ve ism-i bâtından yükseldikden sonradır. Nübüvvet kemâlâtının dahî, zâta te’alluku yokdur. Zâtın mertebesi bu kemâlâtın üstüdür. 6/130.
● Nübüvvet kemâlâtının, i’tibârâtdan üstünlüğü vardır ki, vilâyet-i kübrâ da dâhildir. Ve sıfatın aslıdır. Fekat, mutlak i’tibârât değildir. 5/154.
● Kemâlâtın asla dönüşü, fenâda kâmil derecedir. Ve nefsin itmînânı ve islâm-ı hakîkî buna dayanır, [bunun üzerine binâ edilir]. 6/44.
● Kemâlâtın asla bağlanmasında, fenâ hâsıl olursa da, kemâlâtın, yokluk aynasına alâkası kalır. Sonra, zemân geç-
dikçe, o alâka dahî yok olur. Aynaya alâka oldukça, yokluğun mutlak yokluğa katılmasına mâni’dir. 6/213.
● Kemâlâtın sonu, Zâtın sevilmesidir ki, asâlet ile Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” nasîbidir. 6/108.
● Gizli günâhın tevbesi gizli yapılır. Âşikâre günâhın tevbesi âşikâre olmalıdır. 6/6. [Hak Sözün Vesîkaları: 347.]
● Günâh işlendikde hâzır olup, lâkin onu inkâr eden hâzır olmamış gibidir. [Günâhı gören gizlemelidir]. Orada bulunmayıp, ona râzı olsa, hâzır olup, inkâr eylememiş gibidir. [Görmediği günâha râzı olsa, gördüğü günâha râzı olması gibidir]. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]
● Bir günâh işlendikde, insanlar, kudreti var iken mâni’ olmaz, red etmezlerse, bütün şehre azâb olur. Yoksa olmaz. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]
● (Günâha râzı olmak, günâhı işlemiş gibidir.) Hadîs-i şerîf. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]
● (Günâha i’tirâza kudreti yoksa, sükût halâldir.) [Sükût etmelidir.] “Hadîs-i şerîf.” 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]
● Zâhirin günâhı, harâmları ve mekrûhları işlemekdir. Bâtın [rûh, kalb] günâhı, mâsivâya bağlanmakdır. 4/36.
● Günâhı işleyenler, bunun ilâclarını bilirlerse, hastalıkdan kurtulurlar. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]
● Gecelerde uyanık olmak, ganîmet sayılmalıdır. 5/138.
● Gece ve gündüzde bir-iki vakt yalnız kalmak için ayırıp ve çok zikr ve günâhlarını hâtırlamalı ve hatâlarını hâtırlamalı ve teveccüh ve inâbet o zemânda ganîmet sayıla. 6/199.
● (Bir günâh ortaya çıkıp ve açıklanınca, zararı sâhibine âiddir. Ve açığa çıkıp, değişdirilmediği vaktde, umûma zarar verir.) [Günâh kaldırılmaz ise, herkese zarar verir.]. “Hadîs-i şerîfi”. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]